İç savaş sözleri son yıllarda sık sık gündeme getiriliyor. Kuşkusuz Türkiye için bu iddia geçerli değil. Neden mi? Gerçek iç savaş deneyimleri – bunlardan en öne çıkanı olan İspanya iç savaşında yaşananlar - ortada olduğu için.
Ronald Fraser'ın 1981'de yayımlanan “İspanya'nın Kanı” adlı sözlü tarih çalışması 1936-1939 yılları arasında geçen iç savaş deneyimini anlamak için bir başyapıt.
1995 yılında Belge Yayınları tarafından Türkçe'ye çevrilen kitap, 1970'lerin sonunda iç savaşa katılan ya da tanıklık eden 300 kişiyle yapılan röportajlardan ortaya çıkmış. Yazar toplanan devasa malzemenin içinden yüzde 10'unu seçerek kullanmış. Sadece sosyalistler, komünistler, anaşistler ve devrimci marksistlerle değil, karlistler ve falanjistlerle de görüşen yazar, cephedeki kanlı çatışmaları (yani askeri boyuttan çok cephe gerisindeki milislerin tanıklıklarını) değil cephe gerisimi aktarıyor. Üstelik bunu İspanyol devrimi ve iç savaşının kronolojisiyle birlikte, dönemin gazete başlıkları, bildirileri, önemli açıklamalarını da içine katarak yapıyor.
Her devrimcinin okuması gereken bu kitabı ne yazık ki kitapçı raflarında bulmak zor. Sahaflardan ya da online kitapçılardan edinme şansınız olabilir.
İranlı yönetmen Cafer Penahi, 2010 yılında yaşanan hükümet karşıtı protestolara destek verdiği için tutuklu bulunduğu cezaevinden Cannes Film Festivali'ne gönderdiği mesajda şöyle demişti: "Burada suçsuz yere tutuklanıp sesleri hiçbir yere ulaşmayan insanlar var."
2010 protestolarına desteğinden dolayı rejimin verdiği 6 yıllık hapis cezası, 1,5 yıl zindanda kaldıktan sonra ev hapsine çevrilmiş, 20 yıl boyunca film çekmesi yasaklanmıştı.
Fakat buna engel olamadılar.
12 yıl sonra tekrar hapse atıldı, ertelenen ceza geri geldi. Sebebi, tutuklanan yönetmen arkadaşları Muhammed Resulof ve Mustafa El Ahmed'e destek için hapishaneye ziyarete gitmesiydi.
23 Mayıs'ta İran'ın Abadan kentinde 10 katlı bir bina çökmüş, içinde bulunan 24 kişi hayatını yitirmişti. Binanın çöküşünün sebebinin rüşvetle yapılan imar yolsuzluğu olduğunu bilen halk sokaklara döküldü. Protestocuların talebi, rüşvete ve yolsuzluğa bulaşanların yargılanıp cezalandırılmasıydı. İran polisi ise – her zaman olduğu gibi - barışçıl protestoya vahşice saldırdı. Çok sayıda kişi yaralandı ve gözaltına alındı.
Rejimin vahşeti üzerine yönetmen Muhammed Resulof liderliğinde 70 kişinin imzası bulunan bir mektup yayınlanarak yolsuzluk, hırsızlık ve baskı protesto edildi: Hükümeti, isyan eden insanlara karşı silah bırakmaya çağırdılar.
Bunun üzerine Resulof ve imzacı yönetmen El Ahmed 7 Temmuz'da tutuklandı. 11 Temmuz günü hapishaneye gidip arkadaşlarının akıbetini soran Cafer Penahi de hemen orada gözaltına alınıp içeri atıldı.
Baskıcı rejime göre Penahi'nin suçları şunlardı; "sistem karşıtı olmak", "halkı kışkırtmak" ve "hükümeti yok etmek."
İran bağımsız sinemasının önde gelen yönetmeni, filmlerinde ülkedeki toplumsal hayatı ve sıradan insanların hikayelerini, çaresizliklerini ve öfkelerini anlatıyor. Sesleri hiçbir yere ulaşmayan insanların seslerini dünyaya duyuruyor.
İran'da büyüyen toplumsal muhalefete karşı baskıyla iktidarını sürdüren rejim, Cafer Penahi ve yönetmen arkadaşlarını hapse atarak, acımasızca cezalandırarak halka gözdağı vermeye çalıştı. Ancak ne İran halkını ne de Penahi'nin sade gerçekçi filmlerini susturamazlar.
Cafer Penahi filmleri ve aldığı ödüller
Beyaz Balon (1995 - Cannes Film Festivali en iyi film )
Ayna (1997 - Locarno Film Festivali Altın Leopar)
Çember (2000 - Venedik Film Festivali Altın Aslan)
Kanlı Altın (2003- Cannes Belli Bir Bakış)
Ofsaytta (2006)
Bu Bir Film Değil (2011)
Perde (2013 - En İyi Senaryo dalında Gümüş Ayı)
Taksi Tahran (2015 - Berlin Film Festivali en iyi film dalında Altın Ayı )
Üç Yüz (2018 - Cannes Film Festivali En İyi Senaryo dalında Altın Palmiye)
Sri Lanka’da yakıt ve gıda fiyatlarındaki yükselişin yarattığı isyan, otoriter rejimin devrilmesiyle sonuçlandı.
Geçtiğimiz günlerde, istifa etmek zorunda kalıp ülkeden kaçan cumhurbaşkanı Gotabaya Rajapaksa'nın tekrar Sri Lanka'ya dönmesinin beklendiği yönünde açıklamalar yapılmış olsa da, sokaktaki hareket, onun ülkeye dönmesi durumunda – artık dokunulmazlığa sahip olmadığı için- hemen bir soruşturma başlatılması yönünde baskı yapıyor.
Sri Lanka’da başarıya ulaşan halk ayaklanması, yeni bir sınıf mücadelesi döneminin başladığını gösteriyor. İşçiler ve yoksullar isyan bayrağını çekti; Macaristan ve Panama da geçtiğimiz haftalarda “artık yeter” demek için sokaklardaydı.
Halklar, hepimizi giderek daha da yoksullaştıran bu muazzam krizin faturasını bizlere ödetirken lüks içinde yaşamaya devam eden baskıcı rejimlerin hepsinden kurtulmak istiyor.
Yuri Prasad, International Socialism dergisinin Mayıs sayısı için, Sri Lanka'daki Jaffna Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olan Ahilan Kadirgamar ile bir röportaj gerçekleştirmişti.
Ahilan Kadirgamar’ın aktardıkları, Rajapaksa’nın ülkeyi terk etmesinden önce yaşanan gelişmeler olsa da, baskıcı rejimin yönetimden çekilmek zorunda kaldığı Sri Lanka deneyiminden alınabilecek dersler konusunda, dünyanın her yerinden yükselmeye başlayan yeni isyan dalgalarına ışık tutabilecek son derece önemli deneyimleri içeriyor.
© Gigi İbrahim; 2011 Devrimi sırasında Mısır’daki Tahrir Meydanı’nın işgali.
Son on yılda Kuzey Afrika’da, Orta Doğu’da ve Asya'da isyanlar ve devrimler patladı. Nick Clark, Anne Alexander'ın yeni kitabı Devrim Halkın Tercihidir’in (Revolution is the Choice of the People) bu ayaklanma ve devrimleri anlamamıza yardımcı olabileceğini öne sürüyor.
Küresel platformlarda yayınlanan dizilerin yarıştığı Emmy ödüllerinin bu seneki adaylarından biri Severance (Ayırma). Dizi politik drama, psikolojik gerilim ve bilimkurgu türlerinin başarılı bir örneği.
Apple TV+'da yayınlanan dizinin yaratıcısı Dan Erickson. Yönetmeni ise ünlü komedyen Ben Stiller. Başroldeki Mark karakterini canlandıran Adam Scott en iyi drama oyuncusu ödülüne aday olurken, Severance en iyi drama dizisi olarak aday gösterildi. Deneyimli aktör John Turturro ise en iyi yardımcı drama oyuncusu listesinde.
Dizi, dev bir biyoteknoloji şirketinde geçiyor. Mark'ın liderliğinde bir grup ofis çalışanı - anıları bir ameliyatla iş ve özel yaşamları olarak bölünmüş - işleri hakkında gerçeği arıyor.
Dizinin öne çıkan iki özelliğinden biri kuşkusuz müthiş oyunculuklar. Diğeri ise görsel olarak başarılı sahnelerde geçen diyaloglarda patronların işçiler üzerinde kurduğu baskı, artı değer sömürüsünü artırmak için başvurdukları yöntemler ve yabancılaşmış, makinelerin uzantısı haline gelmiş işçilerin her şeye rağmen dayanışmanın yollarını aramalarının karşımıza çıkması.
Karl Marx Kapital'de fabrikaların doğuşunu ve düzenin fabrikalar etrafında nasıl örgütlendiğini anlatır. Günümüzde yüzlerce hatta binlerce işçinin çalıştığı plazalar da birer fabrikadır. Severance'da, Marx'ın kapitalizm eleştirisi ve antikapitalist mesajlar beliriyor.
Dünyanın en çok kazanan şirketlerinden biri olan ve çalıştırdığı işçilerin mücadeleleriyle bilinen Apple'ın böyle bir dizi yayınlaması çelişkili değil mi? İş Bankası'nın marksizm hakkında kitaplar yayınlaması gibi bir gariplik. Bu durum, antikapitalist fikirlerin 21. yüzyıldaki popülerliği ve meşruluğu ile açıklanabilir.
Irkçılar tarafından hedef alınan Trabzonlu sanatçı Apolas Lermi'nin Sakarya Akyazı'da vereceği konser iptal edildi. Pontus Rumcası ve Türkçe şarkılar söyleyen Lermi'nin duyurusu:
"31 Temmuz’da Sakarya, Akyazı, Acelle Yaylası’ndaki sahnemiz hakkımızda çıkan yalan haberler gerekçe gösterilerek Belediye ve Dernek Yönetimi tarafından iptal edilmiştir. Konserlerimi iptal ederek Türkiye’nin bütün sorunlarını çözüyorsunuz. Tebrikler.
Tüm sahneleri yasaklayıp tüm televizyonları karartsanız da, bizi bu toprakların kültürel zenginliğinden koparamazsınız.
İstediğimiz dilde şarkılar söylemeye ve sizi rahatsız etmeye devam edeceğiz.
Siz radyoyu kapattınız diye hiç bir şarkı yarım kalmaz. Yeni şarkılar yakında."
Ne olmuştu?
Trabzonspor marşını yazan sanatçı Apolas Lermi 14 Mayıs'ta Trabzonspor şampiyonluk kutlamalarında sahne alacaktı. Trabzon doğumlu olan Yunanistanlı sanatçı Matthaios Tsahouridis, Pontus soykırımını kınayan görüntüleri Ümit Özdağ tarafından yayınlanıp hedef gösterilince etkinliğe çıkarılmadı. Bu durumu protesto eden Apolas Lermi tek başına sahne almayı reddetmişti.
Muhammed Resulof, Mustafa El Ahmed ve Cafer Penahi - İran sinemasının öne çıkan üç yönetmeninin tutuklanması, rejimin ne denli baskıcı olduğunu bir kez daha gösterdi.
Ödüllü yönetmen Cafer Penahi, tutuklanan iki yönetmen Muhammed Resulof ve Mustafa El Ahmed'in akıbetini sormak için gittiği hapishanenin önünde gözaltına alınarak, demir parmaklıklar arkasına konuldu.
Üç yönetmenin ortak noktası, Abadan kentindeki protestolara uygulanan polis şiddetine karşı bildiriye imza atmış ve hükümeti eleştirmiş olmaları.
23 Mayıs'ta Abadan'daki 10 katlı Metropol binası çökmüş, 43 kişi hayatını kaybetmişti. Binanın çöküşü, ülkede hakim olan yolsuzluk ve rüşvetin, kalitesiz inşaatların ve ihmalin bir sonucu olarak görülerek halk tarafından protesto edilmişti.
Göstericiler, kalitesiz inşaatçılığa göz yuman yetkililerin yargılanmasını ve cezalandırılmasını talep ediyordu. İran hükümeti ise buna yoğun polis şiddeti ile karşılık verdi. Çok sayıda kişi yaralandı ve gözaltına alındı.
Rejimin vahşeti üzerine yönetmen Muhammed Resulof liderliğinde 70 kişi bir mektup yayınlayarak yolsuzluk, hırsızlık ve baskıyı protesto etti. Hükümeti, isyan eden insanlara karşı silah bırakmaya çağırdı.
Bunun üzerine Muhammed Resulof ve Mustafa El Ahmed, 8 Temmuz'da muhalif gruplara destek vermek, halkı kışkırtmakve devlet güvenliğini yok etmekle suçlanarak tutuklandı. Cafer Penahi, 11 Temmuz günü iki arkadaşını ziyaret etmek ve baskıları protesto etmek için gittiği hapishaneye atıldı. Böylece üç İranlı yönetmen bir hafta içinde tutuklanmış oldu.
Dünyaca tanınan bu isimlerin tutuklanması İran'daki toplumsal muhalefete verilmiş yeni bir gözdağı. Rejim, kendisine karşı yükselen sesleri baskıyla susturmak istese de tutuklamalar büyük tepkiyle karşılandı.
Dokuz yaşındaki Leon, hayatının paramparça olduğunu fark edince ırkçılığa dair gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalır.
Kit de Waal’ın ilk romanından uyarlanan BBC draması “Benim Adım Leon” oldukça değerli bir yapım.
Farklı etnik kökenlere sahip bir aileden gelen Leon’un (Cole Martin) gözünden, siyah olmasına ve kendisinin toplumdaki yerine dair giderek artan farkındalığını izlediğimiz TV filmi, sosyal hizmet uzmanlarından polise kadar devletin her kademesine nüfuz etmiş kurumsal ırkçılığı dürüst bir anlatıyla ve büyük bir ustalıkla işliyor.
Leon’un yeni doğan beyaz kardeşini hayranlıkla izlediği o sevimli açılış sahnesiyle başlıyor her şey. Özenin, şefkatin insanın doğasından geldiğini, nefret ve ırkçılığınsa sonradan öğrenildiğini fısıldıyor bizlere nazikçe.
Fakat Leon’un altından kalkması gereken çok fazla iş var. Annesi Carol (Poppy Lee Friar) çocuklarına tek başına bakamayacak hale geldiği için, kardeşine ebeveynlik yapmak zorunda. İşte bu noktada filmin bazı tuhaf yanları çıkmaya başlıyor ortaya. Leon’un bebeği beslemeye ve temizlemeye çalıştığı o sahneler insanın içini burkuyor olsa da, anlatının ne yöne ilerleyeceğine dair bir dizi fazladan detayın kullanılmış olması onların gücünü biraz zayıflatmış. Carol karakterinin yeterince iyi geliştirilmemiş ve yaşadığı sorunların altında yatan sebeplerin bizlerin tahmin becerisine bırakılmış olması da bunlara eklenebilir.
Bilhassa da Bay Devlin (Christopher Eccleston) ve Leon’un baba figürü Tufty (Malachi Kirby) arasındaki etkileşim, bunun en çok hissedildiği yerlerden biri. Ancak belki de bu kadar kısa bir yapımda hepsini birden işlemek mümkün olamamıştır. Örneğin, Tufty, Devlin’i polis muhbiri olmakla suçluyor ama diğer taraftan Tufty’nin bir şeyleri yanlış anladığı da ima ediliyor. Bu noktada romana başvurursak, yazar Kit de Waal’ın 1980’lerin İrlanda’sındaki açlık grevlerini de işlediğini görebiliyoruz.
Leon’un Tufty ile geçirdiği, bakımıyla ilgilendiği saatler kendi gelişimini de hızlandırıyor. Leon ve Tufty arasındaki doludizgin diyaloglar kararlı bir şekilde akarken siyahlara yöneltilen ayrımcılığın açık bir ifadesi haline geliyorlar.
Leon ihmal edilmiş, istismara uğramış bir çocuk. Fakat bir yandan da rastgele ortaya çıkan harika insanlarla karşılaşmalarına tanık oluyor, bir gece ansızın evlerinde beliren bu çocuğun nereden çıktığını bile sormamalarını hayretle izliyoruz. Leon bir başkasının evini kendine ait hissettiği bir yer olarak benimserken aile kurumunun onu nasıl da hayal kırıklığına uğrattığını görüyoruz.
Benim Adım Leon kurumsal ırkçılık temasından hiç kopmayan bir yapım. Ve ırkçılığın çeşitli devlet kurumları aracılığıyla kendini farklı şekillerde gösterebildiğini resmetmesi açısından da oldukça başarılı bir anlatıya sahip. Kusurlu yöntemlere başvuran sosyal hizmet uzmanlarından tam anlamıyla ölüm saçan polisine kadar herkes bunun uygulayıcısı durumunda.
Socialist Worker’dan çevirildi
Min Jin Lee’nin romanından uyarlanan sekiz bölümlük masalsı Kore draması “Pachinko”, Koreli göçmen bir ailenin 20. yüzyılın büyük kısmına yayılan mücadelelerini ve travmalarının gölgesinde yaşayan hayallerini, insanlığın ortak acıları içine yerleştiren cesur ve zarif bir anlatı.
Bu bir diaspora hikayesi
Zamanda, birkaç kuşağın hayatından kesitler görebileceğimiz şekilde bir ileri bir geri atlarken, bir karakter tarafından yapılan seçimlerin on yıllar sonra diğerleri üzerinde nasıl bir dalgalanma yaratabildiğini gördüğümüz bu macerada son derece önemli tarihsel gelişmelere de tanıklık ediyoruz. Bir yere demir atamadan ayakta kalmaya çalışıyorken göğüs gerdikleri amansız fırtınaları, ancak bunu başarabilirlerse kurmaya yeltendikleri serpilip kök salma hayallerinin çoğunlukla kırılıp dağıldığı dünyalarını ve nesiller boyunca süren kimlik krizlerini, yani tarih kitaplarının anlatmaya yanaşmadığı gerçekleri ortaya seren Pachinko, Japonya’nın Kore’yi ilhak etmesinin ardından (1910) Busan’daki yoksul bir balıkçı köyünde doğan Sunja’nın gerçek yaşam deneyimlerine dayanıyor.
Japonya’nın en büyük etnik azınlıklarından birini oluşturan, geçim kaynakları, hatta pirinçleri bile ellerinden alınan bu insanların – sömürgecilerin deyimiyle ‘Zainichi’lerin- ilk nesli Busan gibi küçük balıkçı kasabalarında kendilerine bir yaşam kurmaya çalışıyorken, ikinci nesil Japonya’ya taşınma, Osaka gibi büyük kentlerin sunduğu fırsatlardan yararlanabilme hayali kurmaya başlıyor. Oysa Japonya şehirlerinin sunduğu fırsatların da büyük bir bedeli var: Kore yarımadasından gelen göçmenler her yerde ‘persona non grata’ statüsünde. Hor görülüyor, en iyi ihtimalle gri bölgelerde yaşamaya mahkum ediliyor, sistematik ayrımcılık ve nefret söylemlerine maruz kalıyorlar.
430 bin kişinin hikayesi
Çocukluk yıllarını geride bırakıp geleceği belirsiz genç bir kadına dönüşen Sunja, önce geçim kaynaklarına el konulan, sonra da işçi olarak Japonya’ya getirilen 430 bin kişiden biri olsa da onun böyle bir göçe zorlanma sebebi farklı. Geleneklerin oluşturduğu baskı yüzünden gitmek zorunda kalıyor Sunja. Fakat sonuçta o da kendini diğerleriyle aynı gemide buluyor. Bu insanların büyük kısmı İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Japonya’nın gelişimine hizmet etmek için, örneğin Osaka gibi şehirlerdeki tren hatlarının yapımında çalıştırılmak üzere kentlere sürülmüştü. Bir sonraki nesil o kentlerde doğup büyüdü.
Tarihin revizyonist yorumlarında bunlardan hiç bahsedilmez. Min Jin Lee’nin romanından uyarlanan TV dizisi ise; acılara, zorluklara sabırla göğüs germeye çalışan 430 bin Korelinin hikayesine tutulan ışığı kimi zaman da evrensel insanın çıkmazına çeviriyor ve hepimizi şu sorular üzerinde düşünmeye itiyor: Dilimize, kültürümüze bağlanmakta hiç sorun yaşamazken sağlıklı duygusal bağlar kurma konusunda nasıl bu kadar beceriksiz olabiliyoruz? Gerçek kimliğimizi nerede arayacağız? Reddedilme korkusunun hiç sonlanmayan gerilimi karşısında asimile olma isteği duymamız tuhaf mıdır? Yaşam bu koşullar altında nasıl canlanacak?
İstenmeyen yabancılar
İşte burada, Sunja’nın – eğitimini ABD’de tamamlayan- torunu Solomon giriyor devreye. Bu karmaşık Kore-Japonya dinamiğinin dışında tutulmak istenmiş bir Amerikalı aslında Solomon. Dünyayı Kore ve Japonya’dan ibaret görmeyen çağdaş insana özgü tutumları ve hırsları yansıtan bir karakter olsa da Japonya’ya ayak bastığı anda o da Koreli kimliğiyle özdeşleşen bir Zainichi oluyor hemen: Mükemmel bir aksana sahip, büyük iş anlaşmaları peşinde koşan bir beyaz yakalı olsanız da bu iki dünya arasında sıkışıp kalmaktan kurtulamazsınız.
Korece altyazılarını sarı, Japonca konuşulduğundaysa mavi gördüğümüz dizinin yapımcıları, bilhassa Solomon üzerinden sorgulanan bu kimlik karmaşasını harikulade detaylarla aktarıyor. İngilizce ve Japoncayı aksansız konuşan bu karakter, uyum arzusunu mükemmel Japoncasını kullanarak yansıtıyor ama örneğin aile büyüklerine kafa tutacaksa, onları küçümsediğini gösteren geçişler yapıyor diller arasında. Kültürel nüansları, oyuncuların güçlü performansları ve yapımın teknik üstünlükleriyle birleşince, bir diasporanın üç nesil boyunca aktarılan travmaları hakkında, bir değil birkaç kitap dolusu konuşuyor Pachinko. Kimi sahne geçişleri de bu cesur ve derinlikli anlatıma yeni hikayelerle katkıda bulunuyor.
Yazar ve yapımcı Soo Hugh tarafından yaratılan dizi, zaman değiştikçe biz de değişiyoruz diyor; ama bir şeyler ne kadar değişirse o kadar aynı kalır: Varlığımızın cezalandırıldığı sancılı asimilasyon süreçlerinden geçmeyi kabullensek bile ‘istenmeyen yabancılar’ mühründen kurtulamadık.
“Tarih bizi hayal kırıklığına uğrattı.”