Otoriter rejimlerin doğası üzerine hiciv ve gerçekçilik

Zeytin Ağacı kimin hikayesi?

Netflix’in yeni dizisi Zeytin Ağacı ingilizce ismi Another Self, yayınlandığı günden bu yana mecranın en çok izlenen yapımları arasına girdi. Çok yakın arkadaş olan Leyla, Ada ve Sevgi ani bir kararla Ayvalık’a gitmesiyle hikaye başlıyor. Dizinin ilk bölümünde, cerrah olan Ada, kanser hastası olan arkadaşı Sevgi’nin sağlık durumuyla yakından ilgilenir ve Sevgi’nin hastalığının ilerlediğini kendisine söyler. Sevgi hastaneye yatırılmadan önce kulak misafiri olduğu bir haberi görür. Sonra, habere konu olan bir nevi şifacı olarak nitelendirilen aile dizimi yapan Zaman Bey’e gitmek için hastaneden kaçar. O sırada Leyla’nın zengin eşinin işleri batar ve kaçakçılık yaptığı için kaçmak zorunda kalmıştır. İstanbul’dan uzaklaşmak için bir neden doğmuş olan iki kadın, çok hızlı bir şekilde Ada’yı da ikna ederek Ayvalık’a doğru yola çıkarlar. Pozitif bilime inanan doktor Ada, Zaman Bey’in aile dizimini çok saçma bulur. Her sey sonra o kadar hızlı ilerler ki, Sevgi aile dizimi sayesinde kanseri yener, Leyla, mübadele sırasında boğulan büyükannesi Eleni yüzünden (aile diziminde boğulma korkusunun bu olduğunu söyler Zaman Bey)  giremediği denizde yüzmeye başlar. El titremesi yüzünden işten çıkarılan Ada, Zaman’ın aile dizimi sayesinde çok hızlı bir şekilde el titremesi geçer. İkna süreci bu kadar hızlı ilerlerken, bu üç kadının eşleri, eski sevgili, aile bağları hakkında hikayeler araya girer. Büyük büyük dede ve nineler yüzünden hayatları mahvolmuş bu kadınlar ve adamlar Zaman’ın sayesinde yoluna girmeye başlar.  Dizide hikayeler Türkiye’nin her bölgesine ve kesimini unutmama gayreti de klişe bir anlatımla sunuluyor. Mübadeleyi, Erzincan depremi, Toroslardan bir hikaye bir de Trakya’dan derken son bölümde bir de Ermenileri de unutmayalım demiş olmalılar. Devrimciler de var aslında bu ülkenin tarihinde diyerek son dakikalarda Sevgi’nin babasının devrimci Aram olduğunu öğreniyoruz. Hikaye her ne kadar Ayvalık Cunda’da geçse de Cunda hakkında çok bir bilgi ve görsel yok aslında. Rakı ve balığa indirgenmiş bir Ayvalık romantizmi sözlerle sık sık tekrar ediliyor. Sahilde gün doğumları ve batımları sıkça gösteriliyor ama ne Cunda ne Ayvalık dizide gösterilmiyor. Zeytin ağacı dizide bir metafor. Ama bu metaforun alt metni doldurulmadan, çok basit bir anlatımla bize aktarılmaya çalışıyor. Karakterlerin kendi hikayeleri var ama bu hikayeler bize sadece aile bağlarının sorunları üzerinden aktarılıyor. Bu karakterler, kendi yaptıklarının sorumluluğunu almak yerine atalarına suç atan bir pozisyon alıyor. Dizinin son bölümlerine doğru, hikayenin kimin olduğu kafa karışıklığına yol açıyor. Bu üç kadının hikayesi mi anlatılan yoksa aile diziminin yararları mı? Leyla, Ada ve Sevgi arasında geçen diyaloglarda ortaokul- lise kız arkadaş grubu seviyesinde. Kendi aralarında paylaştıkları konu sadece kadın erkek ilişkileri.    Dizinin, yapım şirketinin çektiği dizilerin etik sorunları çokça konuşuldu. Bu dizi hakkında da konuşulacaktır elbette. Netflix, kendi belgesellerinde anlattığı modern spiritüeller nasıl tarikatlaştığı, bunun da bir pazarı olduğu ve nasıl da tehlikeleşmeye başladığına dair çok yapımlar gösterdi. Netflix,  bugün, yenidoğan bebeğin pişik problemine  homeopatik ürünle tedavi eden çocuk doktorların olduğu  bir zamanda Türkiye pazarına böyle bir diziyi rahatlıkla gösterebiliyor. Muhtemelen başka ülkelerde gösterilmeden birçok tartışmaya neden olacaktı. Emimin ki, son günlerde bu diziyi izleyip, kronik hastalığı olanlar aile dizimi yapan kişilere ulaşmaya çalışıyordur. Netflix Türkiye’nin son yıllarda içerikleri plazada oturanların mutsuz, Ege kasabasında yerleşenlerin  mutlu olduğu klişe hikayelerinin ötesine bir türlü geçemediği bir sarmalı var. Bu da dizilerin ve filmlerin kalitesine, diyaloglarına, oyuncu  seçimlerine kadar yansıyor. Netflix bize kanalı satarken, televizyonda, ana akım medyada göremeyeceğiniz, sansürsüz, reklamsız dizi ve filmleri izletme vaadinde bulunmuştu. Sansürsüz içerik olarak sadece çıplaklık ve sevişme sahneleri bize gösterildi.  Senaryo ve diyalog içeriklerinin  aslında ana akım medyadaki dizilerden farklı olmadığını gördük. Bize Ege’ye yerleşenlerin mutlu olduğu yalanını satarken, hiçbir zaman, Ege’ye yerleşemeyenlerin hikayesini anlatmadı. Plazada oturanların mutlu olmadığı gösteriliyor ama o plazaları yapan, ölen işçilerden bahsedilmiyor. Zeytin Ağacı dizisinde yerleştikleri Ayvalık’ta ki eski Rum konağın sahibinin hikayesinden de bahsedilmiyor. Zeytin Ağacı bir pembe dizi. Bunlardan bahsetmek zorunda değil. Bunu hepimiz biliyoruz. Ama pembe diziye bu ülkenin acı geçmişlerini salata süsü gibi senaryoya eklediğinizde, ortaya hiç bir şey anlatılmayan bir hikaye çıkıyor.  Ece Yiğit

Hiroşima ve Nagasaki: Kapitalist aklın dehşet verici mantığı

6 Ağustos 1945 sabahı Japonya'nın Hiroşima kentine atom bombası atıldı. ABD genelkurmay başkanı William Leahy, “Karanlık Çağ’ın barbarlarının başvurduğu bir etik standardı benimsedik” diyordu. Oysa ortaçağın ceberrutları bile böylesi bir katliama kalkışmamıştı. Kentin yüzde 60'ını haritadan silmeleri birkaç saniye bile sürmedi. 350 bin nüfuslu şehirde 140 bin kişiyi katlettiler. Üç gün sonra Nagazaki'ye bir bomba daha atıldı ve yine nüfusun yarısı katledildi. Nükleer saldırılar o zaman olduğu gibi şimdi de işe yarayabilecek yegane çözüm olarak sunulup meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Gerçekteyse Japonya savaşı sürdürebilecek durumda bile değildi. Öyle ki, devlet yöneticileri bu saldırının öncesinde teslim olmaya hazırlanıyordu. Winston Churchill, “Japonya'nın kaderinin atom bombasıyla belirlendiğini varsaymak yanlış olur,” diyordu yazılarında; “Yenilgisi, ilk bombanın düşüşünden önce de kesindi.” Lakin bomba, ABD ve İngiltere'nin Japonya'yı yenmek için Rus birliklerine ihtiyaç duymadıklarını gösteren yanıttı. Bunun ne caydırıcılıkla bir alakası vardı ne de azgın savaş çığırtkanlarının etik standardı olarak betimlenebilecek bir yöntemdi. Yalnızca stratejik güç savaşına hizmet ediyordu ve tümüyle göstermelik bir hamleydi. ABD başkanı Harry Truman, "Bomba bizi savaşın sonunun şartlarını dikte edecek konuma getirebilir" derken zaten bu gerçeği itiraf etmişti. Bombaların nereye atılacağına karar veren ABD Hedef Komitesi’nin kayıtlarında, Hiroşima'nın seçilmiş olmasına dair şöyle bir açıklamada bulunuldu; “bombanın uluslararası onayı için, ilk kullanımının etkileyici bir gösteriye dönüşmesi” gerekir. ABD egemen sınıfı, dünyanın yeni hakimi olduğunu göstermeye çalışıyor ve bunun için de gelişmiş silahlarına başvurmayı istiyordu. Nadiren de olsa kimi insanların, bu bombanın savaşı sonlandırıp barış ve huzur ortamını temin eden hamle olduğunu söylediklerine denk gelebilirsiniz. Hayır, öyle olmadı. Hiroşima'dan bu yana geçen 70 yıl içinde, kanlı savaşlarını hiç sonlandırmayıp dünyaya zulmetmeye devam ettiler. Art arda yaşanan savaşlar, nükleer saldırıların acı deneyimlerini unutturmadan tırmandırıldı ve yaklaşık 50 yıl boyunca son derece ağır silahlarla donanmış iki süper güç, ellerindeki ölümcül gücü yarıştırmak adına çekişip durdu. Egemenlik yarışı Nükleer silahlar, ekonomik, siyasi ve askeri rekabete dayalı bu sistemin kendi aklınca makul gördüğü mekruh bir ürünüdür. Birbirleriyle rekabet halindeki şirketler nasıl yarışıyorsa, emperyalist güçler de egemenliklerini sergilemek adına aynı şekilde yarışır ve bunun için başvurdukları yöntemlerden biri de giderek daha fazla silaha sahip olmaktır. Bunun en açık örneği Soğuk Savaş döneminde, ABD ile Rusya arasında yaşanan silahlanma yarışıydı. Tüm kapitalist sistemin önceliklerini bu yarışla belirlediler ve sonuçta dünya kaynaklarının çok büyük bir kısmı kitle imha silahlarının üretimi için kullanıldı. En nihayetinde dünya, kendisini bir değil birkaç kez yok etmeye yetecek kadar silahla donatılmış oldu. Soğuk Savaş'ın zirvesindeki tabloyla kıyaslanacak olursa, günümüzde çok daha fazla sayıda nükleer silaha sahipler ve bunların birçoğu 1945'te Hiroşima ile Nagazaki'yi yerle bir eden o bombalardan 40 kat daha öldürücü. Artık Çin, Fransa, Hindistan, İsrail, Pakistan ve İngiltere gibi pek çok başka ülke de nükleer silahlara sahip ki bu da, tüm bölgesel çatışmaların bir nükleer yıkımla sonuçlanabileceği anlamına geliyor. Bu güç gösterisinin, gezegeni daha huzurlu bir yer haline getirmekle falan da en ufak bir ilgisi yok. Sonuçta ‘kirli bomba’ olarak anılan nükleer silahlara başvuran da terörist ilan edilenler değil, sözgelimi Irak'ta defalarca seyreltilmiş uranyum kullandığı bilinen ABD’dir. Nükleer silahlar, büyük güçlerin, egemenliklerini sürdürmek için başvurdukları bir gösteriden başka bir şey değildi ve hâlâ da öyle. Bombalardan kurtulmak istiyorsak, onları kullanan emperyalistlerden ve nihayetinde o emperyalistleri yaratan sistemden kurtulmaktan başka bir çaremiz yok. Socialist Worker’dan çeviren Tuna Emren.

İspanya iç savaşına kapsamlı tanıklıklar

İç savaş sözleri son yıllarda sık sık gündeme getiriliyor. Kuşkusuz Türkiye için bu iddia geçerli değil. Neden mi? Gerçek iç savaş deneyimleri – bunlardan en öne çıkanı olan İspanya iç savaşında yaşananlar -  ortada olduğu için. Ronald Fraser'ın 1981'de yayımlanan “İspanya'nın Kanı” adlı sözlü tarih çalışması 1936-1939 yılları arasında geçen iç savaş deneyimini anlamak için bir başyapıt. 1995 yılında Belge Yayınları tarafından Türkçe'ye çevrilen kitap, 1970'lerin sonunda iç savaşa katılan ya da tanıklık eden 300 kişiyle yapılan röportajlardan ortaya çıkmış. Yazar toplanan devasa malzemenin içinden yüzde 10'unu seçerek kullanmış. Sadece sosyalistler, komünistler, anaşistler ve devrimci marksistlerle değil, karlistler ve falanjistlerle de görüşen yazar, cephedeki kanlı çatışmaları (yani askeri boyuttan çok cephe gerisindeki milislerin tanıklıklarını) değil cephe gerisimi aktarıyor. Üstelik bunu İspanyol devrimi ve iç savaşının kronolojisiyle birlikte, dönemin gazete başlıkları, bildirileri, önemli açıklamalarını da içine katarak yapıyor. Her devrimcinin okuması gereken bu kitabı ne yazık ki kitapçı raflarında bulmak zor. Sahaflardan ya da online kitapçılardan edinme şansınız olabilir. 

Demir parmaklıklar arkasındaki yönetmen

İranlı yönetmen Cafer Penahi, 2010 yılında yaşanan hükümet karşıtı protestolara destek verdiği için tutuklu bulunduğu cezaevinden Cannes Film Festivali'ne gönderdiği mesajda şöyle demişti: "Burada suçsuz yere tutuklanıp sesleri hiçbir yere ulaşmayan insanlar var." 2010 protestolarına desteğinden dolayı rejimin verdiği 6 yıllık hapis cezası, 1,5 yıl zindanda kaldıktan sonra ev hapsine çevrilmiş, 20 yıl boyunca film çekmesi yasaklanmıştı.  Fakat buna engel olamadılar. 12 yıl sonra tekrar hapse atıldı, ertelenen ceza geri geldi. Sebebi, tutuklanan yönetmen arkadaşları Muhammed Resulof ve Mustafa El Ahmed'e destek için hapishaneye ziyarete gitmesiydi. 23 Mayıs'ta İran'ın Abadan kentinde 10 katlı bir bina çökmüş, içinde bulunan 24 kişi hayatını yitirmişti. Binanın çöküşünün sebebinin rüşvetle yapılan imar yolsuzluğu olduğunu bilen halk sokaklara döküldü. Protestocuların talebi, rüşvete ve yolsuzluğa bulaşanların yargılanıp cezalandırılmasıydı. İran polisi ise – her zaman olduğu gibi - barışçıl protestoya vahşice saldırdı. Çok sayıda kişi yaralandı ve gözaltına alındı. Rejimin vahşeti üzerine yönetmen Muhammed Resulof liderliğinde 70 kişinin imzası bulunan bir mektup yayınlanarak yolsuzluk, hırsızlık ve baskı protesto edildi: Hükümeti, isyan eden insanlara karşı silah bırakmaya çağırdılar.  Bunun üzerine Resulof ve imzacı yönetmen El Ahmed 7 Temmuz'da tutuklandı. 11 Temmuz günü hapishaneye gidip arkadaşlarının akıbetini soran Cafer Penahi de hemen orada gözaltına alınıp içeri atıldı. Baskıcı rejime göre Penahi'nin suçları şunlardı; "sistem karşıtı olmak", "halkı kışkırtmak" ve "hükümeti yok etmek."  İran bağımsız sinemasının önde gelen yönetmeni, filmlerinde ülkedeki toplumsal hayatı ve sıradan insanların hikayelerini, çaresizliklerini ve öfkelerini anlatıyor. Sesleri hiçbir yere ulaşmayan insanların seslerini dünyaya duyuruyor. İran'da büyüyen toplumsal muhalefete karşı baskıyla iktidarını sürdüren rejim, Cafer Penahi ve yönetmen arkadaşlarını hapse atarak, acımasızca cezalandırarak halka gözdağı vermeye çalıştı. Ancak ne İran halkını ne de Penahi'nin sade gerçekçi filmlerini susturamazlar. Cafer Penahi filmleri ve aldığı ödüller Beyaz Balon (1995 -  Cannes Film Festivali en iyi film ) Ayna (1997 -  Locarno Film Festivali Altın Leopar) Çember (2000 - Venedik Film Festivali Altın Aslan) Kanlı Altın (2003- Cannes Belli Bir Bakış) Ofsaytta (2006) Bu Bir Film Değil (2011) Perde (2013 - En İyi Senaryo dalında Gümüş Ayı) Taksi Tahran (2015 - Berlin Film Festivali en iyi film dalında Altın Ayı ) Üç Yüz (2018 - Cannes Film Festivali En İyi Senaryo dalında Altın Palmiye)

Sri Lanka isyanından çıkarılabilecek dersler

Sri Lanka’da yakıt ve gıda fiyatlarındaki yükselişin yarattığı isyan, otoriter rejimin devrilmesiyle sonuçlandı. Geçtiğimiz günlerde, istifa etmek zorunda kalıp ülkeden kaçan cumhurbaşkanı Gotabaya Rajapaksa'nın tekrar Sri Lanka'ya dönmesinin beklendiği yönünde açıklamalar yapılmış olsa da, sokaktaki hareket, onun ülkeye dönmesi durumunda – artık dokunulmazlığa sahip olmadığı için- hemen bir soruşturma başlatılması yönünde baskı yapıyor. Sri Lanka’da başarıya ulaşan halk ayaklanması, yeni bir sınıf mücadelesi döneminin başladığını gösteriyor. İşçiler ve yoksullar isyan bayrağını çekti; Macaristan ve Panama da geçtiğimiz haftalarda “artık yeter” demek için sokaklardaydı. Halklar, hepimizi giderek daha da yoksullaştıran bu muazzam krizin faturasını bizlere ödetirken lüks içinde yaşamaya devam eden baskıcı rejimlerin hepsinden kurtulmak istiyor. Yuri Prasad, International Socialism dergisinin Mayıs sayısı için, Sri Lanka'daki Jaffna Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olan Ahilan Kadirgamar ile bir röportaj gerçekleştirmişti. Ahilan Kadirgamar’ın aktardıkları, Rajapaksa’nın ülkeyi terk etmesinden önce yaşanan gelişmeler olsa da, baskıcı rejimin yönetimden çekilmek zorunda kaldığı Sri Lanka deneyiminden alınabilecek dersler konusunda, dünyanın her yerinden yükselmeye başlayan yeni isyan dalgalarına ışık tutabilecek son derece önemli deneyimleri içeriyor.

Bir devrim nasıl kazanılır

© Gigi İbrahim; 2011 Devrimi sırasında Mısır’daki Tahrir Meydanı’nın işgali.    Son on yılda Kuzey Afrika’da, Orta Doğu’da ve Asya'da isyanlar ve devrimler patladı. Nick Clark, Anne Alexander'ın yeni kitabı Devrim Halkın Tercihidir’in (Revolution is the Choice of the People) bu ayaklanma ve devrimleri anlamamıza yardımcı olabileceğini öne sürüyor.

Emmy ödüllerinde antikapitalist bir dizi

Küresel platformlarda yayınlanan dizilerin yarıştığı Emmy ödüllerinin bu seneki adaylarından biri Severance (Ayırma). Dizi politik drama, psikolojik gerilim ve bilimkurgu türlerinin başarılı bir örneği. Apple TV+'da yayınlanan dizinin yaratıcısı Dan Erickson. Yönetmeni ise ünlü komedyen Ben Stiller. Başroldeki Mark karakterini canlandıran Adam Scott en iyi drama oyuncusu ödülüne aday olurken, Severance en iyi drama dizisi olarak aday gösterildi. Deneyimli aktör John Turturro ise en iyi yardımcı drama oyuncusu listesinde. Dizi, dev bir biyoteknoloji şirketinde geçiyor. Mark'ın liderliğinde bir grup ofis çalışanı - anıları bir ameliyatla iş ve özel yaşamları olarak bölünmüş - işleri hakkında gerçeği arıyor. Dizinin öne çıkan iki özelliğinden biri kuşkusuz müthiş oyunculuklar. Diğeri ise görsel olarak başarılı sahnelerde geçen diyaloglarda patronların işçiler üzerinde kurduğu baskı, artı değer sömürüsünü artırmak için başvurdukları yöntemler ve yabancılaşmış, makinelerin uzantısı haline gelmiş işçilerin her şeye rağmen dayanışmanın yollarını aramalarının karşımıza çıkması. Karl Marx Kapital'de fabrikaların doğuşunu ve düzenin fabrikalar etrafında nasıl örgütlendiğini anlatır. Günümüzde yüzlerce hatta binlerce işçinin çalıştığı plazalar da birer fabrikadır. Severance'da, Marx'ın kapitalizm eleştirisi ve antikapitalist mesajlar beliriyor. Dünyanın en çok kazanan şirketlerinden biri olan ve çalıştırdığı işçilerin mücadeleleriyle bilinen Apple'ın böyle bir dizi yayınlaması çelişkili değil mi? İş Bankası'nın marksizm hakkında kitaplar yayınlaması gibi bir gariplik. Bu durum, antikapitalist fikirlerin 21. yüzyıldaki popülerliği ve meşruluğu ile açıklanabilir.

'İstediğimiz dilde şarkılar söylemeye devam edeceğiz'

Irkçılar tarafından hedef alınan Trabzonlu sanatçı Apolas Lermi'nin Sakarya Akyazı'da vereceği konser iptal edildi. Pontus Rumcası ve Türkçe şarkılar söyleyen Lermi'nin duyurusu: "31 Temmuz’da Sakarya, Akyazı, Acelle Yaylası’ndaki sahnemiz hakkımızda çıkan yalan haberler gerekçe gösterilerek Belediye ve Dernek Yönetimi tarafından iptal edilmiştir. Konserlerimi iptal ederek Türkiye’nin bütün sorunlarını çözüyorsunuz. Tebrikler. Tüm sahneleri yasaklayıp tüm televizyonları karartsanız da, bizi bu toprakların kültürel zenginliğinden koparamazsınız. İstediğimiz dilde şarkılar söylemeye ve sizi rahatsız etmeye devam edeceğiz. Siz radyoyu kapattınız diye hiç bir şarkı yarım kalmaz. Yeni şarkılar yakında." Ne olmuştu? Trabzonspor marşını yazan sanatçı Apolas Lermi 14 Mayıs'ta Trabzonspor şampiyonluk kutlamalarında sahne alacaktı. Trabzon doğumlu olan Yunanistanlı sanatçı Matthaios Tsahouridis, Pontus soykırımını kınayan görüntüleri Ümit Özdağ tarafından yayınlanıp hedef gösterilince etkinliğe çıkarılmadı. Bu durumu protesto eden Apolas Lermi tek başına sahne almayı reddetmişti.

Yolsuzluk ve polis şiddetini protesto eden İranlı yönetmenler hapiste

Muhammed Resulof, Mustafa El Ahmed ve Cafer Penahi - İran sinemasının öne çıkan üç yönetmeninin tutuklanması, rejimin ne denli baskıcı olduğunu bir kez daha gösterdi. Ödüllü yönetmen Cafer Penahi, tutuklanan iki yönetmen Muhammed Resulof ve Mustafa El Ahmed'in akıbetini sormak için gittiği hapishanenin önünde gözaltına alınarak, demir parmaklıklar arkasına konuldu. Üç yönetmenin ortak noktası, Abadan kentindeki protestolara uygulanan polis şiddetine karşı bildiriye imza atmış ve hükümeti eleştirmiş olmaları. 23 Mayıs'ta Abadan'daki 10 katlı Metropol binası çökmüş, 43 kişi hayatını kaybetmişti. Binanın çöküşü, ülkede hakim olan yolsuzluk ve rüşvetin, kalitesiz inşaatların ve ihmalin bir sonucu olarak görülerek halk tarafından protesto edilmişti. Göstericiler, kalitesiz inşaatçılığa göz yuman yetkililerin yargılanmasını ve cezalandırılmasını talep ediyordu. İran hükümeti ise buna yoğun polis şiddeti ile karşılık verdi. Çok sayıda kişi yaralandı ve gözaltına alındı. Rejimin vahşeti üzerine yönetmen Muhammed Resulof liderliğinde 70 kişi bir mektup yayınlayarak yolsuzluk, hırsızlık ve baskıyı protesto etti. Hükümeti, isyan eden insanlara karşı silah bırakmaya çağırdı.  Bunun üzerine Muhammed Resulof ve Mustafa El Ahmed, 8 Temmuz'da muhalif gruplara destek vermek, halkı kışkırtmakve devlet güvenliğini yok etmekle suçlanarak tutuklandı. Cafer Penahi, 11 Temmuz günü iki arkadaşını ziyaret etmek ve baskıları protesto etmek için gittiği hapishaneye atıldı. Böylece üç İranlı yönetmen bir hafta içinde tutuklanmış oldu. Dünyaca tanınan bu isimlerin tutuklanması İran'daki toplumsal muhalefete verilmiş yeni bir gözdağı. Rejim, kendisine karşı yükselen sesleri baskıyla susturmak istese de tutuklamalar büyük tepkiyle karşılandı.

Geri 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 İleri

Bültene kayıt ol