Güncel Yazılar


Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

Muhaliflerin seçimlere çoklu listeyle girmelerinin tehlikeli riski

Emek ve Özgürlük İttifakı’nın iki ayrı liste ile seçimlere girmesi ve Kürtlerin muhtemelen Mecliste 3-5 daha az milletvekiliyle temsil edilmeleri durumunda, bunun siyasal anlamının ve sonuçlarının ağırlığı çok daha kapsamlı ve derin olacaktır. 

Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi’ne geçilmesi ve Cumhurbaşkanı’nın ilk turda seçilmek için geçerli oyların en az yarısından bir fazlasını (%50+1) alması şartı nedeniyle iktidar partisi AK Parti seçimlerde ittifak sistemini geliştirdi. Esas gerekçe cumhurbaşkanı seçimlerinde aranan %50+1 oya ulaşmayı kolaylaştırmaktı. Aynı zamanda seçimi kazanan cumhurbaşkanının TBMM’de çoğunluk desteğini alabilmesini sağlamaktı.

Evdeki hesap çarşıya uymadı. 2018 seçimlerini, Yüksek Seçim Kurulu’nun yasa dışı olarak mühürsüz oyları geçerli sayması kararıyla kazanan Cumhur İttifakı, yaklaşmakta olan tehlikeyi fark ederek seçim yasasında yeni bir düzenleme yaptı.

TBMM’de 31 Mart 2022 tarihinde kabul edilen 7393 sayılı Milletvekili Seçimleri Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile ucube bir sistem icat etti.

Kanun değişikliğinin ilk maddesinde, 10 Haziran 1983 tarihinde %10 olarak konulan ve dünyada başka bir örneği olmayan milletvekilleri seçimlerindeki ülke barajı %7’ye indirildi.

Kanunla il, ilçe ve sandık kurullarının oluşumlarında seçim güvenliğinin tartışılmasına yol açan bir dizi düzenleme yapıldı.

Ancak esas büyük hileye kanunun ikinci maddesinde başvuruldu. Kötülük iktidarı, kötülüklerine yenisini ekledi.

Seçim yasasına “İttifakın aldığı oy toplamı genel barajı geçtiği takdirde, seçim çevrelerinde milletvekili hesabı ve dağılımı, ittifak içerisinde yer alan her bir partinin o seçim çevresinde almış olduğu oy sayısı dikkate alınarak üçüncü fıkra hükümlerine göre yapılır” hükmünü ekledi.

Bunun anlamı şu: İttifaklar, seçimlere giren partilerin milletvekili seçimlerinde %7 ülke barajını aşmasına katkısı olacak, ancak milletvekili dağılımı hesaplanmasında katkısı olmayacak. İttifak yapan partilerin her birinin oyu bağımsız ve ayrı sayılacak. Bu durumda seçimlere ittifakla girmenin ülke barajını aşmak dışında bir anlamı olmayacak. Herhangi bir parti, illerde milletvekili çıkarabilecek kadar oy alabilirse, milletvekili kazanacak. Alamazsa, oyları ittifakın oy hanesine yazılmayacak, yani heba olacak. Bu durumda oylar o seçim bölgesinde birinci partinin fazladan milletvekili çıkarmasına yarayacak.

Buna göre üç ayrı (Emek ve Özgürlük, Millet ve Sosyalist Güç Birliği) ittifaktaki muhalefet partilerinin milletvekili seçimlerine ittifak şemsiyesi altında ancak kendi parti ve logolarıyla seçimlere girmelerine nasıl bir anlam atfedilebilir?

14 Mayıs 2023 seçimlerinin yüz yılın en kritik seçimleri olduğunun farkında olan ve bunu her fırsatta tekrarlayanların kendi partilerinin ihtiyaçlarını İttifakların asıl hedef ve amacının önüne geçirmiş olmasından başka bir anlam atfedebilmek mümkün değil.

İttifak partilerinin birden çok listeyle milletvekili seçimlerine girmeleri iki sonuca yol açacaktır.  İlki ittifak bileşenleri parti seçmenlerini ortaklaşılan cumhurbaşkanı adayına oy vermeye ikna etmekte ve ortak hedefe odaklanan seçim kampanyası yürütmekte, tek listeyle seçime girmeye göre zorlanacaklar.

Aynı zamanda iktidara, muhalefetin aleyhine kullanacağı bir koz vermiş olacaklar. Bu gibi konularda iktidar partisinin hâlâ marifetli olduğunu her zaman akılda tutmak gerek. Çoklu cumhurbaşkanı adayı olduğu seçim koşullarında ittifak partileri arası rekabetin öne çıkması, muhalefete zarar verici bir etken olabilir.

Muhalefet ittifaklarının çoklu listeyle milletvekili seçimlerine katılmaları hâlinde, Cumhur İttifakı partilerinin fazladan milletvekili çıkarmasına yol açılması sonucunda meclis aritmetiğinin AK Parti lehine değişmesine yol açma riski, siyaseten üstlenilebilecek bir risk olamaz. İktidarın kötülüklerinden kurtulmak isteyen seçmen bu konuda tolerans göstermez.

Seçimlere 45 gün, milletvekili listelerinin Yüksek Seçim Kurulu’na teslim edilmesine bir hafta kaldı. Muhalefet partilerinin oluşturduğu iki büyük ittifakın hâlâ durumlarını netleştirmemiş olmaları bir sorun. İktidar, muhalefetin enerjisini esas hedeften uzaklaştıran gereksiz ve anlamsız işlere aktarıyor olmasından oldukça memnun görünüyor. Büyük bir heyecanla sonuçlarını bekliyor.

Şu bilinmelidir ki, Cumhur İttifakı’nın ülkeyi biraz daha cehenneme çevirmesini kolaylaştıracak, kötülüklerine yol verecek hiçbir hatayı, yanlışı bu ülkenin demokratik muhalefeti affetmez.  Küçük hesapların, kaprislerin, çekişmelerin zamanının olmadığı konusunda bir an önce anlaşılmalı, ittifaklar mümkün olduğunca az çoklu listeyle seçimlere katılmalıdır.

İttifakların milletvekili seçimlerine çoklu listeyle katılmaları durumunda, Millet İttifakı’nda CHPnin, Emek ve Özgürlük İttifakı’nda HDPnin daha az sayıda milletvekiliyle temsili yüksek olasılık.

Sosyalist Güç Birliği’nin ise bugünkü koşullarda kendisini saydırmanın dışında seçimlere girmesinin makul, mantıklı ve sahici izahı olamaz.

Bu yazıyı yazmaya başladığımda Emek ve Özgürlük İttifakı içinde yer alan EMEP’in, ittifakın karma (Yeşil Sol Parti) listesinden seçime katılma kararı aldığı duyuruldu. Bu önemle alkışlanacak, değerli bir karar. TİP’in de hızla benzer bir karar alması barış, özgürlük ve eşitlik mücadelesi yürütenleri ve hedefleri “demokratik başka Türkiye” inşa etmek isteyenleri rahatlatacaktır.

EMEP’in kararında da belirtildiği gibi bu seçimlerden Emek ve Özgürlük İttifakı’nın mümkün olduğu kadar güçlü çıkması ve TBMM’de etkin temsil edilmesi önem arz ediyor. Kötülüklerin iktidarının yerine kurulacak yeni iktidarın ne derece iyiliklerin iktidarı olacağını belirleyecek olanlardan birinin de bu olduğu çok açıktır.

Emek ve Özgürlük İttifakı’nın iki ayrı liste ile seçimlere girmesi ve Kürtlerin muhtemelen Meclis’te 3- 5 daha az milletvekiliyle temsil edilmeleri durumunda, bunun siyasal anlamının ve sonuçlarının ağırlığı çok daha kapsamlı ve derin olacaktır.

Mevcut seçim sistemiyle Emek ve Özgürlük İttifakının çoklu listeyle seçimlerde “kazan kazan” veya “tek bir oyun dahi boşa gitmeyeceği” bir formülü üretebilmesi imkânsız. İttifak bileşenleri bu nedenle üzerlerine düşeni değil, daha fazlasını yaptıklarında anlamlı bir siyasal tutum takınmış olacaklardır.

Hakan Tahmaz



Alex Callinicos Tüm Yazıları

Aşırı sağın bittiğine inanmayın

Aşırı sağ düşüşte mi? Böyle düşünen birini anlamak hiç zor değil. Donald Trump porno yıldızı Stormy Daniels’a verilen sus payını gizlediği için ibretlik bir pozisyona düşmüş, Boris Johnson parlamentodaki yerini kaybetmiş, Lula ise Brezilya seçimlerinde Bolsonaro’yu yenmiş durumda. 

Bu soruya “evet” yanıtını vermek. Konusunda en hevesli olanlar 2016’daki Brexit referandumunun ve Trump’ın galibiyetinin sistemin olağan akışından birer sapma olarak gören ve muhtemelen Vladimir Putin’in oyunlarının sonucu olduğunu düşünen liberaller. Aynı kişiler şimdi Trump ve Johnson gibi haydutların başlarının belada olmasını “normalliğin” geri dönüşü olarak yorumlayabilmeyi istiyorlar.

Bu bir yanılsama. Geçmişin neoliberal “normalliği” geri gelmiş filan değil. Bunu görmek için yalnızca bankacılık krizine, yükselen küresel sıcaklıklara, savaşa ve Avrupa ve Pasifik’te savaş söylentilerine bakmak yeterli. Aşırı sağın başını uzatmasını sağlayan Küresel Ekonomik Kriz sonrasında oluşan çatlaklardı. Ve çatlaklar genişliyor.

Aşırı sağ hükümetler dünyanın dört bir yanında kök salmış durumda. Hindistan’daki muhalefet lideri Rahul Gandhi, geçtiğimiz günlerde bir karalama kampanyasının sonucunda iki yıl hapis cezasına çarptırıldı. Suçu, bir seçim mitinginde şöyle sormaktı: “neden tüm bu hırsızların soy ismi Modi?” Narendra Modi Hindistan’ın aşırı sağ başbakanı.

Öte yandan, faşist Fratelli d’Italia partisinin lideri ve İtalya’nın başbakanı Giorgia Meloni, tarihi baştan yazmakla suçlanıyor. Roma’nın yakınlarındaki Ardeatine mağaralarında Alman işgalci kuvvetleri tarafından 335 kişinin 24 Mart 1944’teki katledilişinin yıldönümünü işaret ederek, bu insanların “yalnızca İtalyan oldukları için katledildiklerini” söylüyor.

Gerçekte bu katliam, Roma’nın bir caddesinde 33 Nazi askerini öldüren antifaşistlerin eylemine bir misilleme idi. İtalyan Ulusal Partizanlar Birliği’nden Gianfranco Pagliarulo: “Tabi ki bu insanlar İtalyan’dı. Fakat bu kişiler hangi milletten olduklarına göre değil, antifaşist, direniş savaşçısı, siyasi muhalif ve Yahudi oldukları için seçilmişlerdi.” Diye cevap veriyor. Katliamın, İtalyan faşist devlet görevlilerinin yardımıyla gerçekleştirilmiş olduğunu da ekliyor. 

Dahası Trump tarih filan olmadı. Financial Times’dan Edward Luce: “Trump’ın MAGA’cı tabanı her zamankinden daha zinde. Eğer sönmüş olsaydı, Cumhuriyetçi Parti’nin ağır toplarından meclis başkanı Kevin McCarthy veya eski başkan yardımcısı Mike Pence, Trump’ın gelemkte olan yargılanma süreciyle ilgili girdiği ağız dalaşını aynen tekrarlar durumda olmazlardı. Trump’ı bir kere daha partinin resmi adayı olarak görmektense ateş üstünde yürümeyi tercih edecek Cumhuriyetçiler bile Trump’ın politik hattını desteklemek zorunda kalıyorlar. 

Gerçekten de Trump yargılamaları başkanlık kampanyasına start vermek için kullandı. Johnson’ın geri dönmesi ise çok daha zor. Rishi Sunak, AB ile Kuzey İrlanda hakkında imzaladığı anlaşmaya karşı ufak çaplı bir Muhafazakar Parti isyanından, Johnson ve Liz Truss’ın aleyhte oylarına rağmen, görece az zorlukla sağ salim çıkmayı başardı

Ama örneğin içişleri bakanı Suella Braverman’a devletin en güçlü organlarından birinin başındaki bu isme bakalım. Kendisi açıkça aşırı sağ bir dil kullanıyor -örneğin “Kültürel Marksizmi” lanetlemek gibi- ve sığınmacıları Ruanda’ya gönderme planlarıyla böbürleniyor. Meloni ile aralarındaki tek fark Braverman’ın ana akım bir muhafazakar partiye üye olması, onun dışında ideolojik olarak oldukça yakınlar.

Muhafazakâr Parti üç kere başbakan değiştirirken Braverman’ın bakanlık kariyerinin yeşerdiği gerçeği, geleneksel merkez sağın bir krizde olduğunu ve artan biçimde aşırı sağ söylem ve siyasetleri benimsemek zorunda kaldığını gösteriyor. Bunun bir benzerini kıta avrupa’sında, Fransa’daki Les Republicains’teki değişimde de gözlemleyebiliriz. 

Eski neo-liberal merkez parça parça dağılıyor. Kazma ve iki yüzlü Keir Starmer liderliğindeki İşçi Partisi’nin anketlerde yükselişte görünmesinin tek sebebi Muhafazakâr Parti’nin bu denli dağılmış oluşu. Neyse ki buna rakip olabilecek bir başka akıntı da henüz örgütlü soldan değil fakat işçi sınıfı direnişinden geliyor. Bunun en ileri olduğu ülke, 3. Charles’ın ziyaretinin, protestocuların, “14. Louis, senin kafanı kestik! Macron, sıra sana da gelebilir!” sloganlarıyla iptal edildiği Fransa.  

Direniş İngiltere’de henüz bu seviyeye ulaşmış değil. Ancak yine de burada da sınıf mücadelesinin kızıl hattı, geçtiğimiz yılın grev dalgalarıyla güçlenmiş durumda. Aşırı sağı ezebilecek olan kuvvet de burada şekilleniyor.

Alex Callinicos

Çeviri: Deniz Güngören 


Faruk Sevim Tüm Yazıları

İktidardan hesap sormanın en garantili yolu, kitlesel eylemlerdir

Yunanistan’da çoğunluğu öğrenci 57 kişinin ölümüne yol açan tren faciasının ardından işçi sınıfı hesap sormak için büyük eylemler düzenledi.  

28 Şubat’ta meydana gelen olaydan sonra, işçi ve kamu çalışanları sendikaları sürekli grevler yapmaya başladı, sorumluların istifasını, özelleştirmelerin geri alınmasını ve sistemde kalıcı olarak iyileştirmeler yapılmasını talep etti. Sonuçta Ulaştırma Bakanı istifa etti. 

İşçiler bakanın istifasını yeterli bulmuyorlar, eylemlerine devam ediyorlar. Özellikle özelleştirme sonucu işletmeyi yönetmeye başlayan İtalyan firmanın güvenlik konusunda somut adımlar atmasını talep ediyorlar.

Türkiye’de de demiryolu faciaları oluyor, ama bir istifa bile olmuyor

Türkiye’de Demiryollarının, TCDD’nin özelleştirilmesi konusunda AKP hükümeti epeyce yol aldı. 2013 yılında çıkarılan bir kanun ile TCDD bölünerek şirketler topluluğu haline getirildi, amaç parça parça satmaktı. Personel sayısı yüzde 70 azaltıldı, 10 yıl önce 46 bin olan personel sayısı 13 bine indirildi. İktidar TCDD’nin özelleştirilmesi konusunu sürekli gündemde tutuyor.

TCDD’nin gündemimize gelmesinin diğer bir sebebi de sürekli olan kazalar. Son 20 yılda pek çok kaza yaşandı, en az 94 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Bunların en önemli ikisi halen hafızalarımızdadır. Birisi Pamukova’da olması gerekenden daha hızlı gitmesi talimatı verilen ve bu nedenle raydan çıkan “hızlı” trenin devrilmesi sonucu 41 kişinin ölmesi. Diğeri ise Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde, yolcu treninin devrilmesi sonucu 25 kişinin hayatını kaybetmesi.

Pamukova faciasından sonra iki tren makinistine 1’er yıl hapis cezası verildi. Çorlu faciası davası ise devam ediyor, davada tutuklu sanık yok. Ancak siyasetçiler ve üst düzey bürokratlar bu facialarla ilgili hiçbir ceza almadılar, üstelik istifa bile etmediler.

Yunanistan’da bakanın istifasına kadar giden ve halen devam eden hesap sorma süreci, işçilerin eylemleri sonucu ortaya çıkmıştır.

Türkiye’de de yapılması gereken bu: kitlesel eylemler. Bu eylemler ölümlerin sorumlusu olan iktidarlardan ezilenlerin hesap sorması için en önemli araçtır. 

İktidarın kurduğu korku rejimi ve emek örgütlerinin yöneticilerinin sağcılığı, işçileri ve ezilenleri eylemsizliğe sürüklüyor. Buna karşı mücadele etmeliyiz.

Faruk Sevim


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Kronometre sıfırlanmadı: Erdoğan aday olamaz

İktidar cenahı muhalefetin 12 maddede dile getirdiği Cumhurbaşkanı yardımcılığı önerisinin hukuk dışı bir öneri olduğunu söyleyip duruyor. Gören de karşımızda hukuksal prensiplerin  herkes,  tüm toplumsal kesimler  ve tüm farklı siyasi görüşten çevreler için eşitlik ve adalet temelli  uygulanmasını her şeyin üstünde tutan birileriyle muhatap olduğumuzu sanacak.  Oysa ki mevcut iktidar fiilen yasalara uymadığı için ‘yasaları fiili duruma uyduralım madem’ müdahalesiyle şekillenmiştir. Gelişmesinin her bir adımında ve  iktidarını pekiştirmek için yaptığı her bir manevrada  öncelikle hukuku ve adalet duygusunu tasfiye eden ve doğrudan iktidarın çıkarları için işleyen bir hukuk mekanizması yaratan bir siyasi irade ile karşı karşıyayız.

Bu yüzden  iktidar kanadından muhalefetin herhangi bir kesimine yönelik “Yaptığınız hukuk dışıdır” uyarıları “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” deyişini hatırlatıyor.

Hele,  iktidarın Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki adayı Erdoğan'ın aslında aday olma hakkının olmaması durumu daha ilginç bir hale getiriyor. Anayasada net bir şekilde dile getirildiği gibi, “Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.”

Fakat hem bizzat Erdoğan hem de iktidar ittifakının sözcüleri "kronometre sıfırlandı" diyerek  Erdoğan'ın  üçüncü kez aday olması için tüm hukuksal kuralları allak bullak ediyorlar. Bütün hukukçuların altını çizdiği gibi anayasa kimseye istisna vermemiş. Kimse arka arkaya 3 kere  cumhurbaşkanı seçilemez. 

Erdoğan'ın yeniden aday olmasının tek bir yolu vardı,  ancak seçim kararını meclis alırsa Erdoğan yeniden aday olabilirdi. 

Elbette AKP bunu kabul etmedi.

Ama çok açık ki “2018 yılında ‘ikinci kez’ halk oyu ile seçilen Erdoğan’ın yeniden aday olması hem Anayasa’ya hem de Cumhurbaşkanı Seçim Kanunu’na göre mümkün değil.”

Gerçekten de Erdoğan aday olmak için hem anayasayı yok saydı hem de öyle değilmiş gibi davransalar da TBMM’nin seçim erteleme hakkını gasp ederek esasında bu kurumu feshetmiş oldu.

Bu yüzden iktidar sözcüleri muhalefetin adayıyla uğraşıp muhalefeti  bazı önerileri nedeniyle hukuku çiğnemekle suçlamadan önce aynaya uzun uzun bakmalıdırlar. 

İktidar sözcülerine ve hukukçularına bir hatırlatma daha yapmak gerekir: İki dönem kuralının  mucidi ne 6’lı Masa  bileşenleri ne de muhalefetin diğer kesimleri.  Bu kural 2007'de geldi. 2017’de  cumhurbaşkanının anayasadaki pozisyonu, yasal durumu değişmedi.  Erdoğan 2014'ten beri Cumhurbaşkanlığı yapıyor. Ve şimdi yasal hakkı olmamasına rağmen üçüncü kez aday oluyor. 

Cumhur İttifakı yol yakınken  aday olma hakkına sahip bir aday bulmalı kendisine. 

(Sosyalist İşçi)


Tuna Emren Tüm Yazıları

İklim mücadelesi ertelenemez

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin, (IPCC) Altıncı Değerlendirme Döngüsü kapsamında sunulan sentez raporu, ısınmanın 2C’yi geçeceğini söylüyor. Rapor, erken ölümlerden göçlere, çölleşmeden gıda ve su krizlerine dek tüm insani krizlerin de şiddetlendiğini açığa serdi: “Tarihsel olarak iklim değişikliğine en az katkıda bulunmuş olan hassas topluluklar orantısız bir şekilde etkileniyor. Yaklaşık 3,3-3,6 milyar insan iklim değişikliğine karşı yüksek derecede kırılgan bir yaşam sürüyor.”

“Sıcaklıklar arttıkça ekosistemler zarar görüyor, karada ve okyanusta türlerin toplu ölümlerine neden oluyor. Bazı ekosistemler, buzulların geri çekilmesi ve arktik permafrostun çözülmesi gibi etkilerin neden olduğu geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaştı.”

İklim krizi tüm krizleri daha da büyüttü, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve tüm sosyal eşitsizlikleri günden güne derinleştirdi. 

Emisyon azaltımına yönelik politikalarını erteleyen siyasi iktidarlar yüzünden, ısınmayı ‘aşılmaması gereken kırmızı çizgi’ olarak belirlenmiş 1,5C’de sınırlama şansımızı da kaybettik. Hatta 2C’de tutabileceğimizin bile bir garantisi yok. 2020 sonuna kadar uygulanan politikaların 2030 yılı hedeflerinin çok üzerinde küresel emisyonlarına yol açacağını işaret eden raporda şöyle deniyor; “Böyle gidersek, 2100 yılına kadar 3,2C’lik bir küresel ısınma ile karşı karşıya kalabiliriz.”

Yıkıcı ve geri döndürülemez

İklim krizini durdurmak istemiyorlar. İstediklerini söylüyor, göstermelik adımlar atıyor, iklim zirvelerini dahi boşa harcıyor, bu esnada krizi büyüten politikalarını sürdürüyorlar.

Emisyonlar azalmadı; artıyor. Bu krizi, kapitalist piyasa kurallarına diz çökmeye son vermeden sonlandırmak mümkün olsaydı herhalde çoktan o yola girmiş, emisyon yoğunluğunun azalmaya başladığına ya da en azından aynı seviyede sabitlendiğine tanıklık etmiş olurduk. 

Neoliberallerin dayattığı ‘piyasaya itaat’ kuralını biraz sorgulamış olan herkesin bildiği üzere, kanla beslenen bu sistem sürdükçe ihtiyaç duyduğumuz değişimin gerçekleşmesi mümkün değil. İklim krizi, geleceği kurtarma girişimi olarak özetleyebileceğimiz çok büyük ve kapsamlı bir sosyal dönüşüm programını yürürlüğe koymayı gerektiriyor ve böyle muazzam bir dönüşüm muazzam miktarlarda yatırım gerektirir. Yani bedeli birileri tarafından ödenmek zorundadır. Fakat rekabetçi bir ekonomide, krizlerden beslenme seçeneği orada duruyorken hiç kimse bu bedeli ödemeye yanaşmaz.

Bu, yıkıcı ve geri döndürülemez bir kriz. Geçtiğimiz yıl Avrupa’da aşırı sıcaklar yüzünden can verenleri; aynı nedenle başlayıp büyüyen yangınlarda yalnızca bir yıl içinde kaybedilen milyonlarca dönümlük orman arazisiyle birlikte küresel ısınmayı yavaşlatabilmemiz için gereken karbon yutaklarını da kaybettiğimizi; Bangladeş’i yıkan, Pakistan’da ülkenin üçte birini yerle bir eden sel felaketlerini; neoliberalizmin maşası olarak Amazonlara uzanıp yağmur ormanlarının canına okumuş olan Bolsonaro’yu; Sudan ve Somali’deki benzersiz kuraklığı, çığ gibi katlanarak büyüyen açlığı; kömürden çıkış planlarını yürürlüğe koyacaklarına inşaat çetelerinin servetini büyütmeye adanıp deprem bölgelerine ilk sarsıntıda yerle bir olacak ölüm projeleri inşa edilmesinin önünü açan, bizleri öyle ya da böyle öldürmeye ant içmiş AKP-MHP iktidarının bir türlü sonlanmayan açgözlülüğünü; aynı siyasi iktidarın COP27’de bir iklim cehennemi yaratma taahhüdü niteliğindeki emisyon artırma hedeflerini; gıda ve enerji milyarderleri son iki yılda 453 milyar dolar zenginleşirken hepimizin gıda, enerji ve su krizlerine itilip günden güne yoksullaştırıldığımızı; BP, Shell, Total, Exxon ve Chevron her bir saniyede 2.600 dolarlık birleşik kâr elde ediyor, son beş yılın en yüksek seviyesini görebiliyorken Etiyopya, Pakistan, Bangladeş, Somali, Kenya ve Güney Sudan'da 50 milyondan fazla insanın en başta gıdaya ama beraberinde her türlü insani yardıma muhtaç duruma getirildiğini, tüm bunları görmezden mi gelelim?

6 Şubat’ta bu ülkede on binler (hatta belki de yüz binler) göz göre göre ölüme itildi. Bölgenin bilinen deprem riskine rağmen denetimden yoksun binaların yapılmasına onay verdiler, yıkım yoluyla, ölümler yoluyla zenginleştiler.

Krizlerin her biri yıkıcı elbette ama art arda dizilerek geldiklerinde ortada başka bir sorun daha olduğunu görmek gerekiyor. Sermaye her bir krizden beslenip büyüyerek çıkarken geri kalanlarımız için hayatta kalabilmek bile bir lüks haline gelmedi mi? Bu krizleri durdurmak istiyorlarsa nasıl oluyor da enerji devleri, inşaatçılar, hafriyatçılar, gıda ve silah üreticileri servetlerine servet katarken bizler bu derece yoksullaşmış, dört bir yandan ölümle kuşatılmış halde yaşamaya çalışırken buluyoruz kendimizi? Krizlerden beslenmiyor olsalardı bu musibetlerin hepsi art arda gelmeye, üst üste binmeye, tüm toplumsal eşitsizlikleri derinleştirerek büyümeye devam eder miydi?

Felaketlerden beslenen bu sistemi değiştirmek zorundayız, aksi halde onların yaratıp büyüttükleri krizlerin bedelini hayatlarımızla ödeyeceğimizi bile bile bunu dahi sineye çekmiş oluyoruz. Gerçek değişimin sokakta büyüyen gücümüzle geleceğini de unutmayalım. Artık, sistem biz olmalıyız. Depremde bir kez daha gördük ki bizi kurtarabilecek bir güç varsa o da dayanışmadır. 

Her geçen gün yoksullaşanlar, kadınlar, LGBTİ+’lar, göçmenler, iklim aktivistleri, işçiler, emek örgütleri, hak mücadelesinden vazgeçmeyenler, yani özgürce yaşamak isteyen bizler sokakta, yaşanabilir bir dünya için İklim Adaleti talebinin arkasında birleşip yan yana yürüyeceğiz.


Çağla Oflas Tüm Yazıları

Genel-İş Sendikası, sendikal demokrasi ilkesini çiğniyor

Belediye işçilerinin örgütlendiği Genel-İş Sendikası Genel Merkezi, işçilerin iradesini çiğneyen yeni bir hamle yaptı. İstanbul 1. No.lu Şube olağan genel kurulda seçilen Nazan Gevher Ay ve ekibini tasfiye etmek için Kartal Belediyesi’ni 1. No.lu Şube’den ayırdı. Buraya genel merkez tarafından kayyum atandı. Sendika Genel Merkezinin; aidatlarının azaltılması, sendika yönetiminin ortalama işçi maaşı olması, ek protokol ve toplu sözleşmenin her aşamasında tabandaki işçilerin karar alma süreçlerini garantileyen mekanizmaların kurulması talepleriyle seçilmiş yönetime yönelik adımını sendikal demokrasiye yönelik bir müdahale olarak değerlendirmek gerekir. 

Enflasyonun üç haneli rakamlara ulaştığı koşullarda yüzde 30 zamlı skandal sözleşmeye imza atan Memur Sen yönetimi, ya da 2019’da TİS sürecinde yüzde 15 zam talebiyle oturduğu masadan yüzde 8’e imza atıp, “uzasa işi karıştıracağız” sözleriyle kalkan, Türk İş Başkanı gibi neredeyse işçi örgütü olmaktan çıkmış, iktidarın bir uzantısı haline dönüşmüş sağ sendikal bürokrasideki çürümeye ilişkin pek çok olaya tanık olduk. Genel İş Sendikası’nda birkaç yıldır yaşananlar, iktidar dışında yer alan sendikal bürokrasinin de mevcut çürüme ve yozlaşmadan payını aldığını göstermekte.

2.300 işçinin çalıştığı Kadıköy Belediyesi’nde gerçekleştirilen grev sendika yönetimi tarafından sona erdirildi. Yüzde 8’lik sözleşmeyi imzalayan şube yönetimi işçilerin ek protokol talebini görmezden geldi. İş yeri temsilcilerini görevden aldılar. İşçiler yüzde 20’lik sefalet zammına mahkûm edilmiş durumda. Yaşananlar Kadıköy ve Kartal Belediyesi’nden ibaret değil. Belediye işçileri, sınıfının diğer kesimleri gibi enflasyon karşısında eriyen ücretlerini artırmak için mücadele ettikleri her aşamada sendika yönetimlerini karşısında buldu. İzmir Çiğli, Ankara Canpaş belediyelerinde sendika yönetimi, işçilerin ifade ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan, seçilmiş temsilcilerini görevden alan bir dizi anti demokratik uygulamaya imza attı. 

İstanbul 1.no.lu şubede yaşanan olağan genel kurul seçim sonuçları, işçilerin sermaye ve iktidarın dışında sefalet koşullarına imza atan sendikal bürokrasiye de öfkeli olduğunu gösterdi. Aşağıdan örgütlenen işçiler ilk fırsatta, yozlaşmış sendika yönetimini değiştirerek, kendi temsilcilerini seçtiler. 

Sendikal bürokrasinin kaynağının kapitalist üretim ilişkileri olduğunu unutmamakla birlikte, sendikal demokrasi ilkesi, mücadelenin her aşamasında göz ardı edilemez temel bir ilke olmak zorunda.20 yıllık AKP iktidarının son birkaç yılında işçi hareketinde gözle görünür ilerlemeler kaydedildi. Özellikle 2015 Nisan ayında başlayan metal işçilerinin mücadelesi ve 2022 Ocak ve şubat aylarında özel sektör işçilerinin ücret mücadelesinin yarattığı fırtınalı havanın işçi sınıfının geniş örgütlü kesimleriyle birleşip, genel bir kasırgaya dönüşememesinde sendikal bürokrasinin de önemli payı var.  

AKP ve MHP koalisyonunun deprem ve sonrasındaki vurdumduymazlığının emekçi kitlelerde yarattığı öfkenin iktidarın sonunu getireceği konusunda hemen herkes hem fikir. Ancak, depremin ekonomiye bindirdiği devasa yük, yüksek cari açık ve döviz ihtiyacı göz önüne alındığında, seçimler sonrasında işçi sınıfını ”kemer sıkma”  anlamına gelen, yeni bir istikrar programı beklemekte.  Zaten derin bir sefalet içinde yaşayan emekçi kitlelerin deprem sonrasında sabırlarının iyice tükendiği koşullarda, olası Millet İttifakı iktidarının “enkaz devraldık” söylemleriyle katlanılmasını istedikleri koşulların değişmesi, işçi sınıfının eylemlilik ve örgütlenme kapasitesinin gelişmesiyle yakından alakalı. Kadıköy ve Kartal Belediyesi işçilerinin sendikal demokrasi mücadelesi, sınıf mücadelesini ileri çeken, yeni bir sendikal odak inşası açısından son derece önemli. 

Çağla Oflas

(Sosyalist İşçi)


Roni Margulies Tüm Yazıları

Irak ve Amerika, Ukrayna ve Rusya

Amerika’nın Irak saldırısının üzerinden yirmi yıl geçti.

Ve yüzyılımız başladığı gibi devam ediyor: Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı Irak’ta yaşananlarla birçok açıdan aynı.

Her iki saldırı da günümüzde emperyalizmin ne anlama geldiğini iyi özetliyor.

Amerika’nın Irak’ta, Rusya’nın Ukrayna’da yaptıklarına dev bir yalan kampanyası eşlik etti.

Amerika saldırısını Irak’ta “kitle imha silahları” olduğu iddiasına dayandırıyordu. Birleşmiş Milletler görevlisi Hans Blix ve ekibi bir yıl boyunca Irak’ta bu silahları aradı, bulamadı. İşgalden sonra Amerikan görevlileri de tek bir silahın varlığını kanıtlayamadı. Hayalî silahlara ek olarak, Amerika Irak halkını diktatör Saddam’dan kurtaracağını, özgürleştireceğini iddia ediyordu.

Rusya, saldırısını Ukrayna’daki “faşist rejimi temizleme” amacına dayandırdı. Ne ilginçtir ki, faşistlerin elinde olduğu iddia edilen memleketin cumhurbaşkanı Yahudi! Dahası, bir önceki başbakanın döneminde Ukrayna hem başbakanı hem cumhurbaşkanı Yahudi olan dünyadaki sadece iki ülkeden biriydi!

Ders 1: Büyük emperyalist ülkeler bir yere saldırdığı zaman, söylediklerine inanmamak gerekir.

Amerika’nın Irak halkını “özgürleştirmesinin” maliyeti ne oldu? Doğrudan şiddet sonucu yaklaşık 300.000 Iraklının öldüğü tahmin ediliyor. Ama savaş ve işgalin tüm etkileri hesaba katıldığında toplam ölü sayısı bir milyon civarında.

Ayrıca, yaklaşık üç milyon kişinin ülke içinde göç etmek zorunda kaldığı tahmin ediliyor. Yani nüfusun onda biri yerinden yurdundan olmuş.

Rusya’nın Ukrayna’yı “faşistlerden temizleme girişiminin” maliyeti ne oldu? Savaş tüm barbarlığıyla devam ettiği için rakam bulmak zor, ama iki tarafta da on binlerce asker ve sivil öldüğü çok açık. Rusya, yeni askere alınmış, eğitimsiz askerleri cepheye sürdüğü için kayıplarının özellikle yüksek olduğu tahmin ediliyor.

Ayrıca, yaklaşık 8 milyon Ukraynalının ülke dışına kaçmak zorunda kaldığı, bir o kadarının da ülke içinde göç ettiği tahmin ediliyor. Yani nüfusun dörtte biri evini barkını terk etmiş durumda.

Ders 2: Büyük emperyalist ülkeler bir yere saldırdığı zaman, sonuç halk için yıkım, felaket ve ölüm oluyor.

Amerika’nın Irak’ta, Rusya’nın Ukrayna’da pek bir ekonomik çıkarı yok. (Amerika çoktandır Ortadoğu petrollerine muhtaç değil). Her ikisi de sadece ekonomik nedenlerle değil, dosta düşmana gövde gösterisi yapmak, dünya hegemonyası mücadelesinde avantaj kazanmak (veya avantaj kaybını engellemek) için savaşa girdi. 

Ders 3: Emperyalist ülkeler arasındaki ekonomik ve jeopolitik hegemonya mücadelesinde taraf olunmaz. Tutulacak tek taraf saldırıya uğrayan ülkenin halkıdır.


Alex Callinicos Tüm Yazıları

Bankacılık krizinden kolay çıkış yok

Son yaşadığımız bankacılık krizi, küresel kapitalizmi idare eden bankaların seçeneklerinin tükenmekte olduğunun bir göstergesi.  2007-2008’deki son bankacılık krizine finans sistemine para yığarak yanıt vermişlerdi. 2009’daki Büyük Durgunluğun 1930’lardaki ölçekte bir bunalıma dönüşmesine faiz oranlarını sıfıra çekerek ve parasal gevşeme (quantitative easing) politikaları uygulayarak, yani piyasaya yeni para getirecek biçimde hisse senedi satın alıp bunu bankalara pompalayarak engel olmuşlardı.

Ancak küresel ekonomik krize, son tahlilde, üretime yönelik yatırımı caydıran ve finansal spekülasyonu canlandıran, kâr oranlarındaki düşüklük sebep olmuştu. Rekabet dışı sermayenin büyük ölçekli yıkımına engel olunmasıyla, bu kurtarma hamleleri, kâr oranlarında sahici bir iyileşmenin de önüne geçmişti. 

Sonuç olarak küresel ekonomik sistem düşük faiz oranlarına ve quantitative easing’e bağımlı hale geldi. ABD Federal Rezerv Bankasının 2013 ve 2018’de finansal “normalliğe” geri dönüş çabaları ise büyük bir hezimete uğradı. Mart 2020’de Covid-19 salgının başlarında finans piyasalarının 2007-2008’den de daha ciddi bir durağanlıkla karşı karşıya kalmasıyla, merkez bankaları quantitative easing’in kapsamını genişlettiler. Ayrıca hükümetlere gelirler ve işler için kaynak yaratmak adına para basmaya başladılar.

Kimi azgın serbest piyasa savunucuları 15 senedir bu piyasaya darphane üzerinden sokulan paranın enflasyonda artışa neden olacağı konusunda uyarılarda bulunuyorlar. Fakat enflasyonun 2021-2022’de ani bir yükselişe geçmesinin temel sebepleri sanayi siteminde yatıyor. Salgın, günümüzde küresel ekonomiyi bir arada tutan uluslararası tedarik zincirlerini dumura uğrattı.

Heyhat, merkez bankaları yine de neo-liberal ortodoksiye uygun bir yanıt verdiler ve enflasyon tümüyle piyasaya fazladan para sokulmasının sonucu olarak değerlendirildi. Parasal gevşeme terk edilmeye başlandı ve faiz oranları hızlı ve sert bir biçimde yükseltildi. Vahşi bir sınıf politikasıydı uyguladıkları, işsizliği yükseltip ücretleri aşağıda tutarak işçilerin pazarlık gücünü zayıflatmayı hedefliyordu. 

Ancak bu strateji, ucuz paraya bağımlı hale gelen finans sektörlerinin istikrarını sarstı. Bu ilk olarak geçtiğimiz sonbaharda Liz Truss ve Kwasi Kwarteng’in vergi kesintileri üzerinden oynadıkları kumarın bir sonucu olarak İngiliz hükümet tahvillerinin fiyatlarının sert bir düşüş yaşamasıyla gözle görünür hale geldi. Bu tahvillere endeksli olan pek çok emeklilik fonu da tamamen erime tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

Silikon Vadisi Bankasının (SVB) geçtiğimiz hafta borç aczinden iflas etmesi de aynı duruma bir başka örnek teşkil ediyor. Bu banka Kaliforniya’nın kuzeyindeki teknoloji endüstrisine hizmet vermek üzerine uzmanlaşmıştı. Yeni kurulan start-up şirketlerin kar eder hale gelmesi zaman aldığından bu tarz kuruluşlar girişim sermayesinde alacakları borçlara bağımlıdır. Bu ihtiyaçlarını ise faiz oranları düşükken getirisi daha fazla olan uzun vadeli hükümet tahvillerinde ciddi ölçüde hissesi bulunan SVB üzerinden karşılıyorlardı.  

Ancak yükselen faiz oranları hisse senetlerinin fiyatlarını aşağı çekti. SVB büyük kayıplarla karşı karşıyaydı. Müşterileri bu durumun farkına varınca tüm paralarını çektiler. Bu It’s a Wonderful Life (Şahane Hayat) filminde tasvir edilen, Büyük Buhran dönemi banka firarlarının bir tür elektronik versiyonuydu. Fakat bu SVB’nin çöküşüyle sonuçlandıktan sonra, aynı yatırımcılar, Demokrat Parti’den temsilcileri ve zengin yatırımcıları da yanlarına alıp çılgınca lobi faaliyeti yaparak Washington’un SVB’yi kurtarması için çabalamaya başladılar; geçen haftanın başında olanlar tam olarak buydu.

Ama bu çürümeyi durduramadı. Bu kısmen finans spekülatörlerinin sistemin zayıflıklarına oynayarak para kazanmalarından kaynaklanıyor. Hedeflerden birisi, geçtiğimiz yıllarda neredeyse komik denecek türden skandalların konusu olan büyük İsviçre bankası Credit Suisse oldu: merkez bankasından 44 milyar sterlin borç aldıktan sonra şu anda rakibi UBS tarafından ele geçiriliyor. 

Financial Times’ın “namlu ucunda düğün” diye tarif ettiği bu olay arzulandığı gibi finans piyasalarını sakinleştirmedi. Bunun sebebi 17 milyar dolar değerinde Credit Suisse tahvilinin tümüyle erimiş olması. Bu diğer bankalarda hisse sahibi olanların ödünü koparıyor. ABD’de SVB’yi kurtarma operasyonu ülkenin en büyük bankalarını korumak üzere tasarlanmıştı. Bunun sonucu olarak da yatırımcılar küçük ve orta büyüklükteki bankalardan paralarını çekip daha güvenli gördükleri en büyüklere yatırıyorlar, bu yüzden müşterilerini kaybeden bu bankalar da şimdi aynı korumayı kendileri için talep ediyorlar.

Daha da temelde yatan sorun, sistemin yöneticilerinin ne yapacaklarını bilmemesi. Eğer merkez bankaları faiz oranlarını düşürmeye başlarsa bu enflasyona dair bir panik yaratacak. Oranları artırmaya devam ederlerse de bu finans sitemindeki deliklere yenilerini ekleyecek.

Alex Callinicos

Çeviri: Deniz Güngören


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Kılıçdaroğlu’nun HDP ziyareti: Olumlu bir adım

CHP Genel Başkanı ve 6’lı Masa’nın 13. Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu ve beraberindeki heyet 20 Mart Pazartesi günü HDP eş genel başkanlarını ziyaret etti. Ziyaret mecliste gerçekleşti. Pervin Buldan ziyaret sonrası yaptığı açıklamada, Kılıçdaroğlu’yla görüşmenin, Kürt sorununda çözümün adresinin meclis olduğunu vurgulamak için mecliste yapıldığını söyledi.

İktidar blokunun en lümpen kesimlerinin HDP’den söz ederken PKK’yi kullanmadan edemedikleri ve “HDPKK” kısaltmasıyla Kürt halkının bu legal partisinin kriminalize etmeye çalıştıkları bir koşulda Kılıçdaroğlu’nun HDP’ye yönelik ziyaretinin oldukça önemli bir adım olduğunu vurgulamak gerekir.

Aslında normal bir adım ama… 

Kürtçe’nin, Kürt siyasilerin, Kürtlere dayanışanların ağır bir baskıya maruz kaldığı, üyeleri, yöneticileri, milletvekilleri ve belediye başkanlarının cezaevlerine atıldığı, kitaplarının, televizyonlarının, şarkılarının yasaklandığı bir ortamda anadil özgürlüğünü savunmak, Kürtçe’yi ve tüm demokratik hakları savunmak da sıra dışı bir adım gibi öne çıkıyor. Kılıçdaroğlu’nun konuşması çok radikal ve sol olduğu için değil siyasi iklim aşırı sağa kaydığı için meclisteki iki partinin görüşmesi çok olumlu bir politik hava yaratıyor.

Görüşmeye basının gösterdiği ilgi de bunun bir kanıtı.

Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında parti kapatmalara karşı, kadına şiddetin son bulması ve kadınların özgürlüğü, tüm dezavantajlı grupların haklarının tanınması ve bu açıdan siyaset kurumunun üstüne düşeni yapması yönündeki vurgular elbette HDP heyetinin de öne çıkarttığı görüşlerdi.

“Kürtçe bilinmeyen bir dil değildir” 

Kılıçdaroğlu ayrıca yargının sopa olarak kullanılması ve yargının siyasallaştırılmasına son verilmesi gerektiğini, depremin ardından acil bir durum ilan edilmesinin ve bölgeyle ilgili özel bir programlamanın yapılmasının önemli olduğunu da söyledi. Demokrasi ve insan hakları savunusu, iklim kriziyle cebelleşilmesi ve insan haklarının geliştirilmesi için mücadeleye kadar bir dizi vurgusu daha oldu. 

Basın toplantısında “Kürtçe bilinmeyen bir dil midir? Devlete çifte standart yakışmaz. Herkesin diline saygı göstereceksiniz.” diyen Kılıçdaroğlu’nun HDP heyeti ile görüşmesi elbette seçimlerde ortak aday olarak HDP desteğini almayı da amaçlıyordu.

Aynı anda hem sağcı hem solcu olunamaz

HDP’nin de içinde olduğu ittifak Kılıçdaroğlu’nu destekleme kararını halihazırda almıştı. Açık ki görüşmeden sonra HDP liderliği desteğini açıklamakta elini daha rahat hissedecektir.

Sosyalistlerin altını çizmesi gereken nokta ise, Kılıçdaroğlu’nun olumlu açıklamalarının unutulacak seçim vaatleri haline gelmesine karşı derinleştirilerek savunulması ve kapsamının demokrasinin son sınırlarına kadar genişletilmesidir. 

Kürt sorununda çözümün adresi meclistir yaklaşımının eksiklikleri vurgulanmalı. Elbet de meclis çözüm alanlarından birisidir ama sorun ne meclise ne de sadece ikili görüşmelere indirgenebilir. Çözüm, barış duygusuyla hareket eden halkların birleşmesini sağlayabilmektedir. Meclisteki görüşmeleri de garanti altına alacak olan bu yöndeki toplumsal basıncın açığa çıkması ve sürekli ifade edilmesidir.

Son olarak Kılıçdaroğlu herkese mavi boncuk dağıtan bir siyasetçi gibi görünmek istemiyorsa, hem Kürt sorununun çözümünü savunup hem de ülkücü olmakla gurur duymamalı. Bu ikisi aynı anda olmaz zira. Ülkücü denilen siyasi odak, Kürt sorununda çözümsüzlükten beslenenlerdir. 

Aynı şekilde hem dezavantajlı grupların haklarının tanınmasından söz edip hem de sınırda göçmenlere kapıların kapatılacağını söylememeli. Göçmenler, en korunaksız ve en büyük tehditle yüzleşen toplumsal kesimdir. Göçmen düşmanı tek bir argümana bile taviz verilemez.

Şenol Karakaş


Tüm Yazarlar


Alex Callinicos Tüm Yazıları

Aşırı sağın bittiğine inanmayın

Aşırı sağ düşüşte mi? Böyle düşünen birini anlamak hiç zor değil. Donald Trump porno yıldızı Stormy Daniels’a verilen sus payını gizlediği için ibretlik bir pozisyona düşmüş, Boris Johnson parlamentodaki yerini kaybetmiş, Lula ise Brezilya seçimlerinde Bolsonaro’yu yenmiş durumda. 

Bu soruya “evet” yanıtını vermek. Konusunda en hevesli olanlar 2016’daki Brexit referandumunun ve Trump’ın galibiyetinin sistemin olağan akışından birer sapma olarak gören ve muhtemelen Vladimir Putin’in oyunlarının sonucu olduğunu düşünen liberaller. Aynı kişiler şimdi Trump ve Johnson gibi haydutların başlarının belada olmasını “normalliğin” geri dönüşü olarak yorumlayabilmeyi istiyorlar.

Bu bir yanılsama. Geçmişin neoliberal “normalliği” geri gelmiş filan değil. Bunu görmek için yalnızca bankacılık krizine, yükselen küresel sıcaklıklara, savaşa ve Avrupa ve Pasifik’te savaş söylentilerine bakmak yeterli. Aşırı sağın başını uzatmasını sağlayan Küresel Ekonomik Kriz sonrasında oluşan çatlaklardı. Ve çatlaklar genişliyor.

Aşırı sağ hükümetler dünyanın dört bir yanında kök salmış durumda. Hindistan’daki muhalefet lideri Rahul Gandhi, geçtiğimiz günlerde bir karalama kampanyasının sonucunda iki yıl hapis cezasına çarptırıldı. Suçu, bir seçim mitinginde şöyle sormaktı: “neden tüm bu hırsızların soy ismi Modi?” Narendra Modi Hindistan’ın aşırı sağ başbakanı.

Öte yandan, faşist Fratelli d’Italia partisinin lideri ve İtalya’nın başbakanı Giorgia Meloni, tarihi baştan yazmakla suçlanıyor. Roma’nın yakınlarındaki Ardeatine mağaralarında Alman işgalci kuvvetleri tarafından 335 kişinin 24 Mart 1944’teki katledilişinin yıldönümünü işaret ederek, bu insanların “yalnızca İtalyan oldukları için katledildiklerini” söylüyor.

Gerçekte bu katliam, Roma’nın bir caddesinde 33 Nazi askerini öldüren antifaşistlerin eylemine bir misilleme idi. İtalyan Ulusal Partizanlar Birliği’nden Gianfranco Pagliarulo: “Tabi ki bu insanlar İtalyan’dı. Fakat bu kişiler hangi milletten olduklarına göre değil, antifaşist, direniş savaşçısı, siyasi muhalif ve Yahudi oldukları için seçilmişlerdi.” Diye cevap veriyor. Katliamın, İtalyan faşist devlet görevlilerinin yardımıyla gerçekleştirilmiş olduğunu da ekliyor. 

Dahası Trump tarih filan olmadı. Financial Times’dan Edward Luce: “Trump’ın MAGA’cı tabanı her zamankinden daha zinde. Eğer sönmüş olsaydı, Cumhuriyetçi Parti’nin ağır toplarından meclis başkanı Kevin McCarthy veya eski başkan yardımcısı Mike Pence, Trump’ın gelemkte olan yargılanma süreciyle ilgili girdiği ağız dalaşını aynen tekrarlar durumda olmazlardı. Trump’ı bir kere daha partinin resmi adayı olarak görmektense ateş üstünde yürümeyi tercih edecek Cumhuriyetçiler bile Trump’ın politik hattını desteklemek zorunda kalıyorlar. 

Gerçekten de Trump yargılamaları başkanlık kampanyasına start vermek için kullandı. Johnson’ın geri dönmesi ise çok daha zor. Rishi Sunak, AB ile Kuzey İrlanda hakkında imzaladığı anlaşmaya karşı ufak çaplı bir Muhafazakar Parti isyanından, Johnson ve Liz Truss’ın aleyhte oylarına rağmen, görece az zorlukla sağ salim çıkmayı başardı

Ama örneğin içişleri bakanı Suella Braverman’a devletin en güçlü organlarından birinin başındaki bu isme bakalım. Kendisi açıkça aşırı sağ bir dil kullanıyor -örneğin “Kültürel Marksizmi” lanetlemek gibi- ve sığınmacıları Ruanda’ya gönderme planlarıyla böbürleniyor. Meloni ile aralarındaki tek fark Braverman’ın ana akım bir muhafazakar partiye üye olması, onun dışında ideolojik olarak oldukça yakınlar.

Muhafazakâr Parti üç kere başbakan değiştirirken Braverman’ın bakanlık kariyerinin yeşerdiği gerçeği, geleneksel merkez sağın bir krizde olduğunu ve artan biçimde aşırı sağ söylem ve siyasetleri benimsemek zorunda kaldığını gösteriyor. Bunun bir benzerini kıta avrupa’sında, Fransa’daki Les Republicains’teki değişimde de gözlemleyebiliriz. 

Eski neo-liberal merkez parça parça dağılıyor. Kazma ve iki yüzlü Keir Starmer liderliğindeki İşçi Partisi’nin anketlerde yükselişte görünmesinin tek sebebi Muhafazakâr Parti’nin bu denli dağılmış oluşu. Neyse ki buna rakip olabilecek bir başka akıntı da henüz örgütlü soldan değil fakat işçi sınıfı direnişinden geliyor. Bunun en ileri olduğu ülke, 3. Charles’ın ziyaretinin, protestocuların, “14. Louis, senin kafanı kestik! Macron, sıra sana da gelebilir!” sloganlarıyla iptal edildiği Fransa.  

Direniş İngiltere’de henüz bu seviyeye ulaşmış değil. Ancak yine de burada da sınıf mücadelesinin kızıl hattı, geçtiğimiz yılın grev dalgalarıyla güçlenmiş durumda. Aşırı sağı ezebilecek olan kuvvet de burada şekilleniyor.

Alex Callinicos

Çeviri: Deniz Güngören 


Arat Dink Tüm Yazıları

Terazinin tuhaflıkları

Bu yazının amacı davayla ilgili genel bir değerlendirme yapmaktan ziyade, son kararla ilgili olarak herkesin faydalanabileceği bir özet sunmak ve kararın kendi içindeki dengesizliklere bir miktar dikkat çekmek.

Gazetemizin kurucu genel yayın yönetmeni Hrant Dink’in, daha çok tercih ettiğim bir ifadeyle babamın öldürülmesiyle ilgili, ağırlıklı olarak kamu görevlilerinin yargılandığı davanın gerekçeli kararı 14 Temmuz’da açıklandı.

Zamanında kamuoyunda süren, “FETÖ mü öldürdü, Ergenekon mu?” düzeyindeki tartışmalar, bugün ‘15 Temmuz Darbe Girişimi’nin de etkisiyle tek sesli bir hâle gelmiş durumda. Oysa kararda birçok yöne işaret eden noktalar var. Sistemin muğlak ‘terör’ ve ‘terör örgütü’ tanımlarının da davayı incelerken dilimizi esir alması gerekmiyor. Yine de, kararda, bazı konularda farklı ama bazı konularda ortak düşünceler taşıyan, birer zihniyet dünyasına denk düşen, dolayısıyla toplumda bir karşılığı olan bu iki gruba mensup sanıklarla ilgili merakları giderebilecek ipuçları bulunabilir.

Bir diğer konu da, yargının güvenilirliğini iyice yitirdiği böyle bir dönemde çıkacak karara güvenin az olması. Dolayısıyla yargı, beklenti odağı olmaktan çıktıkça ilgi odağı olmaktan da uzaklaşıyor. Önümüzdeki karar, genel siyasi iklimin beklentilerine cevap veren bölümler içerirken, bu alanın dışına çıkan özellikler de taşıyor. Bu anlamda, siyasi olarak ‘kirlenmemiş’ görünen taraflarıyla olumlu ve ‘tarihî’ yönler de barındırıyor. ‘Tarihî’, çünkü devletin siyasi cinayetler geleneğinde, bu sayıda kamu görevlisinin yargılandığı ve ceza aldığı örnek bulmak pek kolay değil.

Bu yazının amacı davayla ilgili genel bir değerlendirme yapmaktan ziyade, son kararla ilgili olarak herkesin faydalanabileceği bir özet sunmak ve kararın kendi içindeki dengesizliklere bir miktar dikkat çekmek. 

Hemen belirtmek gerekir ki söz konusu karar kesinleşmiş değil. Müdahil taraf da, sanıklar da itiraz edecekler, ettiler ve kararın kesinleşmesi için epeyce bir vakit geçecek. Gördüğünüz karar tablosunda adları bulunan kişiler şu an için hükümlü değil, sanık durumundalar (varsa başka davalardan verilen hükümler hariç). Bugüne kadar olduğu gibi bugün de kişiler hakkında ‘suçlu’, ‘suçsuz’ gibi değerlendirmelerde bulunmaktan kaçınacağız. Elbette bu ilelebet sürmeyecek. Ağır aksak ilerleyen yargı sürecinin bitmesini beklemek de bu saatten sonra çok anlamlı değil. Ancak daha ileri yorumları şimdilik başka yazılara bırakalım ve kararı kendi mantığı içerisinde değerlendirmeye çalışalım.

Adaletin üç özelliği, simgeleriyle de vurgulanır: Kör olacak, terazisi hassas olacak ve kılıcı keskin olacak. Kılıcının kör ve kendisinin şaşı olmasını şimdilik bir kenara bırakırsak, şu terazi metaforu, kararı okumak için epey faydalı olabilir. Böylece, farklı kişilere verilen cezaları kendi özgül ağırlıklarıyla değil, kararın kendi tutarlılığı bağlamında, karşılaştırmalı, izafi ağırlıklarıyla okuyabiliriz.
Kararı özetleyebilmek üzere hazırlanan tabloyu bu sayfada görüyorsunuz. Üzerine konuşulabilecek bir resim ortaya çıkarıyor. Ayrıntılı bir irdelemeye geçmeden önce, tablodaki renklerin ve sayıların ne ifade ettiğinin daha iyi anlaşılması için hazırlanan iki cetveli de dikkatinize sunalım.

Öncelikle, sanıklar kurumsal olarak iki kalabalık grupta toplanıyorlar: Jandarma (37 kişi) ve Emniyet (23 kişi). Tabloda, kamu görevlilerinin adları, olabildiğince, rütbeleri dikkate alınarak alt alta sıralanmaya gayret edildi. Bu iki gruba da girmeyen istisnalar mevcut: Cinayetle ilgili idari soruşturmalarda görev alan müfettişler (2 kişi) ve daha çok Samsun’daki kutlama görüntüleri bağlamında anılan ‘gazeteci/yayıncı’ (3 kişi) diye anabileceğimiz grup.

‘Kim kimdir?’ sorusuna ilk bakışta biraz daha kolay cevap bulunabilmesi için, Jandarma ve Emniyet gruplarını da kendi içlerinde, Trabzon ve İstanbul alt gruplarına ayırabiliyoruz. Bir de, yine ‘katil zanlısı’nın yakalanmasının ardından ortaya çıkan, bol bayraklı ve bol kahkahalı kutlama görüntüleri bağlamında yargılanan Samsun grubu var; Jandarma’dan 4 kişi, Emniyet’ten 3 kişi.

Terazideki ilk tuhaflık
Elbette Emniyet ve Jandarma gibi kurumlardan ve bu kurumların İstanbul ve Trabzon gibi iki ildeki sorumlularından bahsediyorsak, bir de genel merkezden bahsetmek gerekir. Emniyet kanadında ortada yer alan grup Emniyet Genel Müdürlüğü görevlileri. Jandarma kanadında ise böyle bir gruptan pek bahsedemiyoruz. Öyleyse Emniyet ve Jandarmayla ilgili kararları terazinin iki kefesine koyduğumuzda ilk tuhaflık göze çarpıyor: Jandarma kanadında bir ‘genel merkez’ eksikliği...

Bu eksiklik, gözün simetri arayışıyla ilgili değil. Askeriyede daha güçlü bir emir-komuta zinciri olduğu bilinir. Onun da ötesinde, davanın genel kapsamında Trabzon Jandarma Alay Komutanı Ali Öz’den yukarı gitmeye imkân tanıyan veriler mevcuttu.

Jandarma Bölge Komutanı Dursun Ali Karaduman, cinayet sonrası karartma işlemlerinin tamamında aktifti. Cinayetten birkaç ay sonra, işi Hrant Dink’i ‘vatan hainliği’yle suçlamaya kadar vardırmıştı.

Öte yandan Ali Öz’ün, cinayetten önceki, kabaca üç yıl süren hedef gösterme ve tehdit sürecinde aktif olarak yer alan Veli Küçük’le ilişkisi de basında yer almıştı. Veli Küçük’ün, eski Jandarma Bölge Komutanı olduğunu da ekleyelim.

Yeri gelmişken, hedef gösterme ve tehdit sürecinin Genelkurmay’ın bir bildirisiyle başladığını hatırlatmakta fayda var. Hrant Dink’in İstanbul Valiliği’nde MİT görevlileri ve Vali Yardımcısı tarafından tehdit edilmesinin de Genelkurmay’ın talebiyle olduğu, yine basına yansıyan ve dosyada bulunan bilgiler arasındaydı.

Mahkeme, görüşmede bulunan MİT görevlisi Özer Yılmaz’ın, sonradan olan olaylar o gün görüşmede olmuş gibi, açıkça yalan beyanda bulunmasına rağmen konuyu kapatmış, irdeleme gereği de duymamış. Bu görüşmede bulunan görevlilerin, Hrant Dink’i korumakla yükümlü İl Koruma Komisyonu’nun üyeleri olduklarını da hatırlatalım.

Yani cinayeti tüm yönleriyle aydınlatabilecek en önemli düğümlerden biri, Trabzon Jandarma Komutanlığı’nda, olduğu gibi bırakılmış denebilir.

Jandarma’daki terazi
Jandarma kanadına kendi içinde bakınca da bazı dengesizlikler hemen göze çarpıyor.

İstanbul grubunda, müebbet hapse mahkûm edilen iki jandarma görevlisi ile (biri iki kez müebbet cezasına çarptırılmış) Trabzon Jandarma Komutanı Ali Öz’ün aldığı cezaların dengesi, tartışılması gereken konulardan biri. 

Bir başka konu, Trabzon Jandarma grubunun kendi içinde verilen cezalar. Burada dikkat çeken iki konu var. İlki, dönemin Trabzon Jandarma İstihbarat Şube Müdürü Metin Yıldız’ın aldığı cezanın, astları ve üstlerinin aldığı cezalardan farklılaşması. Dosyadan takip edebildiğimiz kadarıyla, Metin Yıldız’ın ‘17/25 Aralık’tan sonra ‘Fettullahçı’ görevlilerin tasfiyesi için gösterdiği gayret mahkemenin kanaatini etkilemiş gibi görünüyor. Bu olsa olsa örgüt üyeliği (314. madde) ile ilgili bir kanaat olabilirdi. Oysa o grupta ‘FETÖ’ üyeliğinden ceza almış hiç kimse yok.

İkinci konu ise, Okan Şimşek ve Veysal Şahin’in aldıkları cezaların diğer görevlilerle karşılaştırılması. Bu iki jandarma görevlisi, başta üstlerinin emriyle karartıcı ifade vermekle birlikte daha sonra ifadelerini değiştirmiş ve yargılamanın derinleşmesinde rol oynamışlardı. Azmettirici Yasin Hayal’in eniştesiyle doğrudan irtibatları ve cinayetin işleneceği haberini kritik bir dönemde almış olmalarıyla dikkat çekiyorlar.

Trabzon Jandarma Komutanlığı’nda cinayetten sonra ciddi bir belge imhası başladığı için, netleşmemiş alanlar da var. Mahkeme heyetinde, HTS kayıtlarından hareketle bu iki jandarma görevlisinin, cinayetten önce Gazi Günay’la birlikte keşif yaptıkları ve cinayetin örgütlenmesine doğrudan katıldıkları kanaati oluşmuş. Zira cinayetten bir gün sonra bu görevlilerin hazırladığı bir ‘haber kayıt formu’ (toplanan istihbarat bilgilerinin rapor edildiği form) var. O belgeyi, üstlerinin emriyle, önceden aldıkları bilgileri cinayetten sonra almış gibi düzenlemişlerdi. Ancak en ilginç nokta, o notta yer alan bazı bilgileri nereden aldıklarının halen meçhul olması; bunu açıklayabilmiş değiller. Örneğin cinayet silahının “Ardeşen el yapımı” olduğu bilgisi, daha katil (ve dolayısıyla silah) yakalanmadan, bu bilgi notunda yer alıyordu.

Belirttiğimiz gibi, bu yazıda amaç yalnızca bazı konulara dikkat çekmek. Bir yargıda bulunmak değil. Ancak bu kesinleşmemiş kararın Trabzon Jandarma Alay Komutanlığı görevlileriyle ilgili kısmı, cinayete iştirakle ilgili önemli somut tespitler içeriyor ve özellikle bu yönüyle tarihî bir nitelik taşıyor. Diğer siyasi tartışmalar içinde kaybolmaması gereken bir nokta.

Mahkemenin anlatımından, Trabzon Jandarma görevlilerinin cinayete, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı görevlilerinden daha aktif bir katılımı olduğu çıkarılabilecekken, cezalarda durum tam tersine. Burada mahkemenin tümdengelimci bakış açısının etkileri belirginleşiyor.

Emniyet’teki terazi
Emniyet kanadında da büyük bir boşluk hemen gözünüze çarpacaktır; İstanbul. Bu grupta zaten sanık sayısı azdı ve yargılama daha başından, buraya odaklanmakta isteksiz görünüyordu. Kararda da ortaya çıkan tablo o ki İstanbul Emniyeti’nin cinayette hiçbir sorumluluğu yokmuş. Oysa Emniyet içindeki farklı grupları, dosyadaki delillerle birlikte terazinin iki kefesine koyacak olursak, kararda en çok ceza alan Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer’in sorumluluğu ile Ahmet İlhan Güler’in sorumluluğu en hafif deyimle yarışır görünmekteler. Dosyada bu cezasızlığın sebebine dair ikna edici bir açıklama bulamıyoruz.

Mahkeme, kararda kurgusunu neredeyse tamamen, İstanbul’a Hrant Dink’in öldürüleceği bilgisinin kasten ulaştırılmadığı üzerine kurmuş. Oysa bilgi paylaşılmıştı. Gelen yazıyı okuyan herkes bunun öldürmeyi kastettiğini anlayabilir. Bir “bombacı”nın Hrant Dink’e yönelik olarak yapacağı “ses getirici eylem”in ne olabileceğini siz düşünün. Celalettin Cerrah, burada kastedilenin “nümayiş” de olabileceğini söylemişti mesela. Mahkeme neredeyse Hrant Dink’in, Ahmet İlhan Güler’i yerinden etmek için hedef seçildiğini iddia etmeye kadar vardırıyor işi. Devlet içindeki, kırk yıldır bilinen ve takip edilen gruplar arasındaki kavgaya bu davanın alet edildiği iddiaları güçleniyor.

Tekrar belirtelim ki, bu yazıda kim suçlu kim suçsuz tartışması yapmıyoruz. Dosya kapsamında burada ayrıntılarıyla anlatılması zor olan bilgiler ile, verilen kararların kendi içinde tutarlı olup olmadığına bakıyoruz.

İstanbul konusundaki eksiklik, ceza almayan iki sanıkla sınırlı değil. Celalettin Cerrah da İl Emniyet Müdürü olarak İl Koruma Komisyonu’nun üyesi. Ahmet İlhan Güler, İstihbarat Şube Müdürü olarak, bu komisyona, kişilerin korunmasıyla ilgili bilgi vermekle yükümlü. Dosyada başka konularda nasıl koruma önlemleri alındığıyla ilgili örnek vakalar mevcut. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, ‘hedef gösterilme ve tehdit’ sürecinde yaşananların tamamı İstanbul Emniyeti’nin ve İstanbul Valiliği’nin gözü önünde cereyan etti. Hatta bazı Emniyet mensuplarının, Hrant Dink’in yazılarını savcılığa gönderip, yazılarda suç unsuru olup olmadığının incelenmesini istediği bile vaki.

Öte yandan Hrant Dink’in tüm yaptıklarının İstanbul Emniyeti İstihbarat Şube görevlileri tarafından gün gün takip edildiği de anlaşılıyor. Elbette ona karşı yapılanlar da gözlerinin ucuna takılmıştır. Gözlerinin önünde cereyan eden tüm gelişmelere rağmen, ellerine ulaşan, somut tehditler de içeren yazılar da mevcutken İstanbul’da hiçbir görevlinin kılını kıpırdatmamasının nedeni halen açıklığa kavuşturulmuş değil. Bir ucu Trabzon’da, diğer ucu İstanbul’da bırakılan düğümü çözecek bir yargılama henüz gerçekleşmedi.

Emniyet kanadında dikkat çeken bir başka konu, Trabzon grubu içindeki Engin Dinç’in hiç ceza almamış olması. Engin Dinç, yargılama sürecinin büyük bir bölümünde aktif görevde olması ve davaya veri sunması açısından tartışmalı bir isimdi.

Bir diğer dikkat çekecek konu da Reşat Altay’ın cezasızlığı. Cinayetten sonra görevden alınan ilk isimlerdendi. Trabzon İl Emniyet Müdürü’nün geçmişinden, basında çok söz edilmişti; Altay, Jandarma’nın ve Emniyet’in bunca kanunsuz eyleminin olduğu bir ilde, kilit noktadaki yöneticiydi.

Samsun’daki terazi
Kararda, Samsun’daki ‘olay’ tamamen cezasız kalmış görünüyor. Suç bulunamamış, bulunmuşsa da zaman aşımına uğramış. İki polis, dosyayla ilgisi olmayan bir nedenle, örgüt üyeliğinden ceza almış. Samsun’daki olay daha çok görüntülerin sızdırılmasıyla ilişkili olarak, FETÖ’nün ‘ulusal ve milliyetçi cephe’ aleyhine algı oluşturma çabaları çerçevesinde değerlendirilmiş. Bu, ilginç bir saptama. Sondan başa okunan, anakronik bir hâli var.

Görüntüler medyaya yansıdığında, daha çok “Jandarma mı, Emniyet mi?” gibi bir tartışmanın içine oturmuş ve sonradan, her iki kurumdan da görevlilerin bu kutlamada yer aldığı anlaşılmıştı. Görüntülerde yer alan kişilerden biri FETÖ üyesiyse, iş daha da garipleşiyor.

Bir gazeteci
Onca kamu görevlisi arasında ceza alan tek bir sivil var. Zaten yargılananlar da üç kişi idi. Tabloda ‘gazeteci/yayıncı’ diye adlandırılan bu kişilerin yargılamada yer almalarının sebebi, FETÖ’nün kumpası çerçevesinde Samsun’da ‘ortaya çıkan’ görüntülerle ilgili olarak yaptıkları yayınlar. İki kişide mahkeme de bir suç görmediğine göre, ceza alan tek kişi olan Ercan Gün hakkında konuşalım. O kadar dosya okudum, Ercan Gün’ün suçunun ne olduğunu hâlâ anlamış değilim. Yaptığı, bana gazetecilikmiş gibi geliyor. Bu da benim, aşırıya kaçan tek vicdani yorumum olarak mazur görülsün.

Garip çekim kuvvetleri
Babamdan bolca ‘Hrant Dink’ diye bahsettiğim, öldürülmesinden sorumlu olabilecek insanlarla ilgili olarak da sakin sakin kaleme aldığım bu yazının amacı, son gerekçeli karardaki bazı noktalara dikkat çekmekti. Az tartışılan yönler daha çok ele alınmaya çalışıldı. Tıpkı bundan önceki birbirinden kopuk yargı süreçleri gibi, bu yazının da, bu son davanın da, olay’ın bütününü ele almak gibi bir iddiası yok.

Hrant Dink, kabaca üç yıl süren bir hedef gösterme sürecinin sonunda, birçok kamu görevlisinin şu veya bu şekilde bilgisi ve katkısıyla öldürüldü ve cinayetten sonraki soruşturma ve kovuşturma aşamalarındaki seyir, şimdiye kadar bütünlüklü bir yargılamanın konusu olmadı. Bu son yargılama da konunun bir parçasına, kafasındaki başka bir büyük resimle birlikte bakarak cevap arıyor.

Özetlemek gerekirse, bu tarihî kararda adaletin terazisi, bildiğimiz yerçekimi kuralları dışında, başka bazı çekim kuvvetleriyle de çalışmış gibi görünüyor.


Atilla Dirim Tüm Yazıları

LGBTİ+’lar depremde de ayrımcılığa uğruyor

Ayrımcılık deprem bölgesinde de eksik olmadı. Özellikle göçmenler en başından beri yağmacılıkla suçlandı, haklarında nefret kampanyaları düzenlendi, hatta sokak ortasında linçe kadar varan olaylar yaşandı. Keza LGBTİ+’lar da aynı şekilde büyük bir ayrımcılıkla karşı karşıya kaldılar. Kurulan çadırlara alınmadılar, alınanlar taciz ve kötü muameleyle karşılaştı, başta hormon olmak üzere ilaç talepleri AFAD tarafından karşılanmadı, hatta bölgeyi terk etmek istediklerinde dahi yola çıkartılan araçlara alınmadılar ve bölgeyi kendi imkânlarıyla terk etmek zorunda kaldılar.

Diyarbakır Barosu LGBTİ+ Hakları Komisyonu, deprem sonrasında toplanma alanlarında yaptığı saha çalışmalarında; uyuz gibi salgın hastalıkların görüldüğünü, tedavi ve ilaca erişimin kısıtlı olduğunu, personellerin erkek olması sebebiyle kadın ve LGBTİ+ bireylerin ihtiyaçlarını dile getiremediğini tespit etti.

Deprem anında Maraş’ta bulunan bir trans kadın olan Ece, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “İnsanlara gidip bir şey söyleyemiyorum. Normal hayat akışımda görünür bir transım. Ama o durumda gidemiyordum çünkü sutyenim bile yoktu. Tepkileri üzerime çekmekten korktum. Depodayken tekrar deprem oldu. Dışarı çıktım, yolda beklemeye başladım. Bu sefer elektrik direkleri yıkılmaya başladı. Üçüncü gün artık açlık ve susuzluktan bayılacak hale gelince dışarı çıktım. Ayağımda ayakkabım yok, çıplak ayağım. Yemek ve su dağıtılan bir yere gittiğimde insanların yüzündeki öfkeden korktum. Bana bakıyorlardı. Başıma bir iş gelmesin diye ancak yarım şişe su alıp geri döndüm. O anda cinsel kimliğini mi düşünecekler demeyin, maalesef düşünüyorlar. İnsanlar öfkelendiğinde, çaresiz kaldığında ilk hedefleri sen oluyorsun. Sana güçleri yetiyor.”

LGBTİ+ dernekleri ve örgütleri depremden hemen sonra hızla bir araya gelerek, dayanışma ağları oluşturmaya başladılar. İstanbul merkezli “LGBTİ+ Dayanışma Ağı”, Ankara merkezli “Ankara LGBTİ+ Dayanışma Ağı”, depremzede LGBTİ+’lar için hem bölgeye yardım gönderiyor, hem de bölgeden ayrılışı örgütlüyor ve diğer illere gelen LGBTİ+’lar için güvenli yaşam koşulları sağlamaya çalışıyor. Ankara’da siyasi partiler, sivil toplum örgütleri ve sendikalar tarafından kurulan “Deprem Dayanışma Ağı”nın içinde de LGBTİ+ dernekleri yer alıyor.

Depremzede LGBTİ+’lar bölgeden ayrıldıklarında, geldikleri yerlerde de ayrımcılık ve nefretle karşılaşabiliyorlar. Bu yüzden kalacak güvenli yerlerin, iş imkânlarının ve daha da önemlisi, yaşadıkları derin acı, korku ve endişeden bir nebze olsun sıyrılmalarını sağlayacak bir yoldaşlık dayanışmasının sağlanması büyük bir önem arz ediyor.

Atilla Dirim

(Sosyalist İşçi)


Ayşe Demirbilek Tüm Yazıları

Savaşın kazananı barışın kaybedeni olmaz, peki savaşın gerekçesi?

Kalbura emanet edilen su zayi olur...

                                                  Hariri

Birkaç gün önce savaş haberi ile uyandık. Haftalardır süren gergin bekleyiş ve belirsizlik savaş ile sonuçlandı. Yine gerekçeler, haklı ve haksız olan taraf kim? Ne olur? Kim ne adım atar? Piyasalara etkisi? Bunlar konuşuluyor, yazılıp çiziliyor, uzun bir zaman devam eder bu tartışmalar. Elbette konuşulsun, fırtınalı zamanlarda birçoğu da erkekler tarafından yapılan hararetli tartışmaları dinleyelim. Fırtınaların daha önce farkında olmadığımız fazlalık ve çöpleri de kaldırıp önümüze düşürmesi gibi, böyle zamanlarda da ummadık yerlerden ummadık cümleler önümüze dökülebiliyor. Hepimiz fırtınada bahçemize, evimize, sokağımıza dökülen çöpleri temizlemek isteyeceğimizden neyi niye temizlediğimizi de bilmiş oluruz. 

‘Kışkırtılmak’ çok kıyıda kenarda olmasa da bir süredir çok göz önünde olmayan çöplerden biriydi. Bu fırtınada, havada elden ele atılan en popüler argüman oldu. Demokrasi götürmek/özgürleştirmek/ hakkını almak/sınırlarını korumak/ulusal birlik gibi çöp olduğu kesin ve net olan ‘’gerekçe’’lerin yanına üstelik yanında yer almak istediği yeri temiz göstermek için üretilen mis gibi bir gerekçe olarak masaya kondu. 

Diğerleri gibi kışkırtılma da bizim için yeni bir argüman değil. Eli kanlı katillerin en çok kullandığı argüman bu. Biz kadınlar bunu bizi döven, tecavüz eden, taciz eden, hapsedip işkenceler yapan, yükseklerden atan, parçalayıp varillerde yakmaya çalışan sevgililerimiz, babalarımız, kardeşlerimiz ve hiçbir şeyimiz olmayan erkeklerden çok iyi biliriz. Biz bu katillerin, faillerin kışkırtmalarına sığınmayanlar, bugün de yaşanan, yaşanmış olan ve yaşanacak olan hiçbir savaş için ne kışkırtılma ne de başka bahanelere sığınılmasını kabul etmeyeceğiz. Bu bahanenin bir işgali bir savaşı gerekçelendirmek adına kullanılmasına da izin vermeyeceğiz. Bugün kendi düştükleri safları temiz göstermeye çalışanlar rahat rahat değişen saflarını ört bas edebilsinler diye milyonlarca insanın canı ile geleceği ile hayatı ile ödediği barış ve özgürlük mücadelesinin bulanıklaştırılmasına da izin vermeyeceğiz. 

Bugün ikirciksiz bir şekilde ‘’Savaş’a, Rusya’nın Ukrayna müdahalesine Hayır!” diyemeyen ve biz ezilenlerin, eşit görülmeyenlerin, yoksulların geleceği ve daha iyi bir yaşamı ile ilgilisi olmayan emperyalist müdahaleleri ve savaşları gerekçelendirenlerin her türlü özgürlük ve hak mücadelemizde de karşımızdakiler için gerekçe üretmeleri önünde birkaç fırtınalık engel olduğunu görmemiz gerekir. 

Şüphesiz ki Rusya toprakları, dünyanın birçok yerindeki başka topraklar gibi tarihsel deneyimlere şahitlik etti. Tüm o topraklar bugün bize başka bir dünyanın, eşit ve özgür bir toplumun mümkün olduğunu gösteren o gerçeği yaratanların o gün üzerine bastıkları toz ve çamurdan oluşan bir zeminden başka bir şey değildir. İşçilerin, kadınların ve tüm ezilenlerin dünyanın gördüğü en baskıcı rejimlerinden birini devirip yerine sınıfsız özgür toplumu kurması o toprakların coğrafi konumuna ya da minerallerine bağlı olmadığı gibi, milyonların canı ile kanı ile ödenen bu deneyim haritalara bakılarak yapılan bir romantizme de terk edilemez. 

Bugün o topraklarda da dünyanın herhangi bir yerinde de yüzyıl önce olduğu gibi sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir toplumu kuracak olanlar, dünyayı paylaşma savaşına girenler değil, St. Petersburg meydanında kendi ülkesinin işgal ve savaş politikasına karşı çıkan yüzbinler olacak. Bugün eşit, özgür, adil ve sınıfsız bir dünya isteyen ve bunun için mücadele edenlerin safları da St.Petersburg ve dünyanın dört bir yanındaki savaş karşıtlarının yanıdır. 

Rusya’da bugün ne sosyalist ne komünist ne de özgür, adil ve eşit bir yaşam biçimi söz konusudur. Söz konusu olsaydı, bunun yayılması için yapılacak olan, işçi sınıfının sınırları aşan dayanışmasını büyütmek ve kendi eylemi için mücadele etmek olmalıydı. Yüzyıllar önce yine aynı topraklarda deneyimlendiği gibi özgürlük ve eşitlik tanklarla götürülebilen bir şey değildir. İşçi sınıfının ve yığınların kendi eylemi ile kurulmadığı ve bugün artık çürümüş ve krizlerin içinde çırpınan kapitalizmi yeryüzünden kazımadığı sürece, biz milyonlar için huzurun olduğu bir dünya ve yaşam ne yazık ki çok zor görünmektedir. 

O gün gelene kadar bugünün somut koşullarında yapılacak şey, dünyanın her yerinde bomba ve mermi seslerine, savaş çığırtkanlığına karşı milyonlarca olduğunu bildiğimiz savaş karşıtlarının sesine katılmak, bu sesi yükseltmek, güçlendirmek bu sesleri işçi sınıfının üretimden gelen gücü ile buluşturmak için mücadele etmek. 

Savaşa Hayır 

Yaşasın Ezilenlerin Birliği! Yaşasın enternasyonalist dayanışma! 

Ayşe Demirbilek

 



Özdeş Özbay Tüm Yazıları

Ülkeler ve ittifaklar: Otoriter yönetimler nasıl yenilir?

Türkiye seçim sürecine doğru yaklaştıkça dünyanın farklı ülkelerindeki seçimler ve buralarda otoriter hükümetlere karşı kurulan ittifaklar Türkiye kamuoyunda da tartışılıyor.

Bu tartışmaların en sonuncusu Macaristan seçimleri oldu. Ülkeyi 12 yıldır tek başına yöneten Orban hükümeti, kendisine karşı birleşen 6 partiden oluşan ittifakı yendi.  Slovenya’da geçtiğimiz haftalarda yapılan seçimi ülkenin otoriter lideri, “mini Trump”  Janez Jansa’ya karşı sadece 4 ay önce kurulan Özgürlük Hareketi Partisi galip gelmeyi başardı. 

Biraz daha geriye gidersek İsrail’de uzun yıllardır iktidarda bulunan Netanyahu yönetimi 8 partiden oluşan bir ittifaka karşı seçimi kaybetmişti. Şili’de ise genç sosyalist Gabriel Boric etrafında birleşen sol partiler ve sosyal hareketler seçimi kazanmayı başarmıştı.

Bu seçimlerin hepsi otoriter iktidarlara karşı kurulan farklı ittifakların kimi zaman kazandığı kimi zaman da kaybettiği deneyimler oldu. Bu seçimlerden Türkiye açısından önemli dersler çıkarmak son derece önemli. 

Macaristan’da ittifak yenilgisi, İsrail’de Netanyahu’nun geri dönme ihtimali

Macaristan’da gerçekleşen seçimlerde 12 yıldır iktidarda bulunan ve ülkeyi hızla otoriter bir rejim olmaya doğru götüren Victor Orban’ın Fidesz Partisi ile ittifak ortağı KDNP oyların %53’ünü alarak büyük farkla birinci oldu.

Orban’a karşı 6 muhalefet partisinin birleşek oluşturdukları Macaristan İçin Birleş hareketi, Péter Márki-Zay’i ortak aday göstermişti ancak anketlerin aksine Orban, %35 oy alan Zay’i büyük farkla  yendi. Bu yenilgi, Türkiye’deki 6’lı ittifakın da yaşayabileceği bir dizi seçim kampanyası sorununun ardından yaşandı. 

Öncelikle Orban yönetimi uzun süredir iktidarda olup, muhalif ve bağımsız medyayı tamamen kapatmış, ülkeyi Soros ve küresel güçlerin ele geçirmeye çalıştığına dair kutuplaştırıcı bir komplo teorisi yaymış, mülteci istilasına karşı ülke güvenliğini koruduğunu ilan etmiş, LGBTİ+’lara karşı sert bir kampanyaya girişmiş ve yüksek enflasyona karşı maaşları radikal ölçüde artırmıştı. Ukrayna savaşı konusunda ise tarafsız bir politika izleyerek muhalefetin Macaristan’ı Rusya ile savaşa sürükleyeceğine dair propaganda yapmıştı seçim boyunca.

Muhalefet ittifakı (Macaristan İçin Birleş) ise ortak bir seçim çalışması yapamayarak daha baştan dağınık bir görüntü verdi. İçerisinde faşist bir parti olan Jobbik, liberal sağ Momentum Hareketi, 3 ayrı merkez sol parti ve Macaristan’ın Yeşil Partisi’nin yer aldığı ittifak sadece Orban’dan kurtulmak gerektiğine dair bir seçim kampanyası yapabildi. Orban rejiminin olumsuzlukları ve yolsuzluk, hırsızlık iddiaları üzerine kurulu bir seçim kampanyası yapıldı. Çıkardıkları aday Márki-Zay ise eski bir Fidesz Partisi destekçisi yani muhafazakar bir sağcı adaydı. Yerel seçimlerde Fidesz’in güçlü olduğu küçük bir şehir olan Hódmezővásárhely’de ortak aday olarak belediye başkanlığını kazanmış olması nedeniyle Orban’ın tabanındaki muhafazakar oyları çekebileceği düşünülüyordu. 2018’deki yerel seçimlere kadar ülkede bilinmeyen bu yeni politikacının ülkedeki kutuplaşmayı aşarak Fidesz tabanından da oy alabilmesi muhalefeti aynı şeyin genel seçimlerde de başarılabileceği sonucuna götürmüştü. Ama öyle olmadı. 6’lı ittifak 2018 yılında aldıkları oy toplamının da altına düştü, parlamentodaki sandalye sayısı azaldı. 

Seçim süresince birçok kriz yaşadı ittifak cephesi. İttifakın en büyük partisi ülkenin Fidesz’den sonra en çok oy alan partisi faşist Jobbik seçim sırasında ittifak tartışmaları nedeniyle bölündü. Solcu partilerle koaliyon yapılması tabanında sorun yarattı ve Jobbik’ten ayrılan bir grup yeni bir parti kurarak seçimlere katıldı ve %5 oy almayı başardı. Jobbik’in güçlü olduğu birçok yerde ittifaka beklenen oy çıkmadı. 

Bir başka kriz ise ortak bir program çıkarılamaması sonucu her partinin iktidar alınırsa yapılacaklar konusunda farklı şeyler söylemesi oldu. Ortak aday Márki-Zay’in açıklamaları diğer partilerin açıklamalarıyla çelişti. İktidar bu ayrılığı çok iyi kullandı. Bu duruma karşı partiler Márki-Zay’in kampanyasına zarar vermemek için açıklama yapmama kararı aldı. Ama bu çelişkiler zaten ekonomik sıkıntı ve savaş riski yaşayan ülkede belirsizliğin hakim olacağı anlayışını kuvvetlendirdi ve bildikleri otoriter ama en azından ne yaptığını bilen tek parti iktidarına destek artmış oldu. 

Türkiye ile kıyaslanan bir başka ülke ise İsrail olmuştu. Orada da 12 yıldır iktidarda olan ve yine yolsuzluk iddiaları, ekonomik sorunlar ve sert savaş yanlısı uygulamalarıyla ülkeyi yöneten Benjamin Netanyahu yönetimi seçimi 8 partiden oluşan bir ittifaka karşı kaybetmişti.

Bu geniş ittifak içerisinde İsrailli Arapların partisi de vardı, sol ve sağ merkez partiler de. Netanyahu’nun Likud Partisi’nden Filistinlilere karşı yeteri kadar sert davranmadığı eleştirisiyle ayrılan siyasetçilerin kurduğu partiler de vardı.

İttifak özellikle Netahyahu’ya karşı süren yolsuzluk soruşturması sayesinde ve seçimlerin iki yılda 4 kez tekrarlanmasının verdiği yorgunlukla beraber kazanılabilmişti. Ancak mecliste sadece bir fazla sandalyeye sahip olarak çoğunluk olabilmişti. Birbiriyle tümüyle uyumsuz politikalara sahip bu 8 partili ittifakın iktidarda kalmayı başarıp başaramayacağı tartışılırken Ramazan boyunca yaşanan çatışmalar ve ölümler ittifak üyesi bir milletvekilinin istifasıyla çoğunluğun kaybedilmesine yol açtı.

Netanyahu bu dağınık koalisyonun yakın zamanda tamamen işlevsiz kalarak erken seçime gitmesini bekliyor. Böylece yolsuzluklar ve otoriterlik ile suçlanırken ittifakın ülkedeki ekonomik sorunlara da şiddet olaylarına da çözüm bulamamış olmasından yararlanarak bir kez daha güçlü bir iktidar kurarak geri dönmeyi hedefliyor.

Bu iki seçim ve ittifak deneyimleri Türkiye açısından iki önemli ders içeriyor. Birincisi Macaristan örneğinde olduğu gibi sandık matematiğinin işlememe ihtimali ve Erdoğan’ın da muhalefetin çelişkilerinden yararlanarak istikrar ve güvenlik söylemi ile iktidarını koruması. İkincisi de İsrail örneğinde olduğu gibi dağınık bir ittifakın seçimleri kazansa da kısa sürede içine düşeceği bir yönetim krizinin ardından tekrar istikrar sağlayıcı bir “kurtarıcı” olarak geri dönme ihtimali.

Gerçek ittifak: Şili’de radikal solun zaferi ve Slovenya’da yeni partinin başarısı

Sol açısından örnek alınabilecek başka ittifak deneyimleri de var dünyada. En son gerçekleşen Slovenya seçimleri ilginç bir örnek. Slovenya’da da Yugoslavya döneminde “komünist” bir bürokrat olan ve Alman basınının "mini Trump" lakabını taktığı sağcı başbakan Janez Jansa hükümeti, ülkede demokrasiyi geriletmek ve basın özgürlüğünü sınırlamakla suçlanıyordu. Orban’a yakın bir siyasetçi olan Jansa, yine Orban gibi giderek otoriterleşmiş, muhalif basını sindirmişti. Jansa daha önce de üç kez başbakanlık yapmış ve 2013’te yolsuzluktan iki yıl hapis cezası da almıştı. Son iktidarında ise aşırı sağa doğru yönelerek ülke demokrasisinin altını oymakla itham ediliyordu. 

Jansa alternatifsizmiş gibi görünürken seçimlere 4 ay kala kurulan merkez sol Özgürlük Hareketi Partisi seçimlerden %34,5 oy alarak galip ayrıldı. Jansa’ya karşı kurulan merkez sol ve yeşil bir parti olan Özgürlük Hareketi’nin liderliğini ise ilginç bir şekilde bir iş insanı olan Robert Golob yapıyor. Golob’un, mecliste 12 sandalye kazanan diğer küçük sol partilerle ittifak kurarak bir koalisyon hükümeti kurması bekleniyor. Jansa’nın uygulamalarına karşı demokratik özgürlükleri güçlendirmesi bekleniyor. Yeşil ve sosyal demokrat bir program uygulaması bekleniyor.   

Slovenya’dan ayrı olarak esas büyük başarı ise Şili’de yaşnmıştı. 2021 sonunda gerçekleşen seçimleri Gabriel Boriç’in liderliğindeki sol ittifak kazanmıştı. 

2017’de Geniş Cephe isimli sol partiler ittifakı kurulmuş ve Boric bu hareketin lideri olmuştu. 2019’da ülke çapına yayılan kitle eylemleri sonrası sağcı iktidar yeni bir anayasa için kurucu meclis oluşturmayı kabul etmek zorunda kalmıştı. Ülkeyi saran işçi, kadın ve gençlik hareketleri neoliberalizmin dünyada ilk uygulandığı ülke olan Şili’de neoliberalizme son vereceklerini haykırıyordu.

Kitle eylemleri sonucu Geniş Cephe ile Komünist Parti ve toplumsal hareketlerin aktivistleri yeni bir ittifak kurdular: Haysiyeti Tanıyın (Apruebo Dignidad) hareketi. Bu ittifak neoliberal politikalar altında Şili emekçilerinin haysiteyini yitirdiğini ve onu yeniden ayağa kaldırmayı amaçlayan radikal bir sol program etrafında birleşti. Yapılan ön seçimde eski öğrenci hareketi lideri Boriç %60 oy alarak hareketin devlet başkanı adayı olarak seçildi.

Bu geniş ve radikal sol ittifak milyonlarca kişiyi değişimin mümkün olduğu konusunda heyecanlandırdı ve harekete geçirdi. Bu büyük umut ve değişim hareketi seçimlerde %56 oy alarak sağcı adayı mağlup etmeyi başardı ve Salvador Allende’den sonra ülke başkanlığına seçilen ikinci sosyalist lider oldu.

Şili örneği sol bir ittifak projesinin nasıl gerçekleştirilebileceğinin iyi bir örneği. Anket ve sandık sonuçlarına dayanarak kurulan ittifaklar evdeki hesabın çarşıya uymaması sorunlarıyla karşılaşırken birleşen hareketlerin kurduğu mücadele ittifakları sadece kendi ülkeleri için değil tüm insanlık için de umut olabiliyor.

Türkiye’de de bu yılın ilk aylarında 200’den fazla grev yaşanmış, binlerce kadın İstanbul Sözleşmesi için sokaklara inmiş, tüm yasaklara ve baskılara rağmen LGBT+’lar yine sokaklarda mücadele etmeyi sürdürmüş, çevre ve kent hareketleri birçok eylem gerçekleştirmiş ve Kürt hareketi bütün baskılara rağmen Newroz’da gücünü koruduğunu göstermişti. Bu hareketlerin oluşturacağı radikal bir sol program milyonları seçim kampanyasında heyecanlandırarak harekete geçirebilir ve AKP’ye karşı gerçek bir sol seçenek yaratabilir. Bu Şili’deki gibi yeni bir ittifak platformu şeklinde ya da Slovenya’daki gibi yeni bir sol parti şeklinde de olabilir ama bu olmadığı zaman Türkiye’yi bekleyen olsaı sonuçlar Macaristan veya İsrail örnekleri gibi duruyor.


Çağla Oflas Tüm Yazıları

Genel-İş Sendikası, sendikal demokrasi ilkesini çiğniyor

Belediye işçilerinin örgütlendiği Genel-İş Sendikası Genel Merkezi, işçilerin iradesini çiğneyen yeni bir hamle yaptı. İstanbul 1. No.lu Şube olağan genel kurulda seçilen Nazan Gevher Ay ve ekibini tasfiye etmek için Kartal Belediyesi’ni 1. No.lu Şube’den ayırdı. Buraya genel merkez tarafından kayyum atandı. Sendika Genel Merkezinin; aidatlarının azaltılması, sendika yönetiminin ortalama işçi maaşı olması, ek protokol ve toplu sözleşmenin her aşamasında tabandaki işçilerin karar alma süreçlerini garantileyen mekanizmaların kurulması talepleriyle seçilmiş yönetime yönelik adımını sendikal demokrasiye yönelik bir müdahale olarak değerlendirmek gerekir. 

Enflasyonun üç haneli rakamlara ulaştığı koşullarda yüzde 30 zamlı skandal sözleşmeye imza atan Memur Sen yönetimi, ya da 2019’da TİS sürecinde yüzde 15 zam talebiyle oturduğu masadan yüzde 8’e imza atıp, “uzasa işi karıştıracağız” sözleriyle kalkan, Türk İş Başkanı gibi neredeyse işçi örgütü olmaktan çıkmış, iktidarın bir uzantısı haline dönüşmüş sağ sendikal bürokrasideki çürümeye ilişkin pek çok olaya tanık olduk. Genel İş Sendikası’nda birkaç yıldır yaşananlar, iktidar dışında yer alan sendikal bürokrasinin de mevcut çürüme ve yozlaşmadan payını aldığını göstermekte.

2.300 işçinin çalıştığı Kadıköy Belediyesi’nde gerçekleştirilen grev sendika yönetimi tarafından sona erdirildi. Yüzde 8’lik sözleşmeyi imzalayan şube yönetimi işçilerin ek protokol talebini görmezden geldi. İş yeri temsilcilerini görevden aldılar. İşçiler yüzde 20’lik sefalet zammına mahkûm edilmiş durumda. Yaşananlar Kadıköy ve Kartal Belediyesi’nden ibaret değil. Belediye işçileri, sınıfının diğer kesimleri gibi enflasyon karşısında eriyen ücretlerini artırmak için mücadele ettikleri her aşamada sendika yönetimlerini karşısında buldu. İzmir Çiğli, Ankara Canpaş belediyelerinde sendika yönetimi, işçilerin ifade ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan, seçilmiş temsilcilerini görevden alan bir dizi anti demokratik uygulamaya imza attı. 

İstanbul 1.no.lu şubede yaşanan olağan genel kurul seçim sonuçları, işçilerin sermaye ve iktidarın dışında sefalet koşullarına imza atan sendikal bürokrasiye de öfkeli olduğunu gösterdi. Aşağıdan örgütlenen işçiler ilk fırsatta, yozlaşmış sendika yönetimini değiştirerek, kendi temsilcilerini seçtiler. 

Sendikal bürokrasinin kaynağının kapitalist üretim ilişkileri olduğunu unutmamakla birlikte, sendikal demokrasi ilkesi, mücadelenin her aşamasında göz ardı edilemez temel bir ilke olmak zorunda.20 yıllık AKP iktidarının son birkaç yılında işçi hareketinde gözle görünür ilerlemeler kaydedildi. Özellikle 2015 Nisan ayında başlayan metal işçilerinin mücadelesi ve 2022 Ocak ve şubat aylarında özel sektör işçilerinin ücret mücadelesinin yarattığı fırtınalı havanın işçi sınıfının geniş örgütlü kesimleriyle birleşip, genel bir kasırgaya dönüşememesinde sendikal bürokrasinin de önemli payı var.  

AKP ve MHP koalisyonunun deprem ve sonrasındaki vurdumduymazlığının emekçi kitlelerde yarattığı öfkenin iktidarın sonunu getireceği konusunda hemen herkes hem fikir. Ancak, depremin ekonomiye bindirdiği devasa yük, yüksek cari açık ve döviz ihtiyacı göz önüne alındığında, seçimler sonrasında işçi sınıfını ”kemer sıkma”  anlamına gelen, yeni bir istikrar programı beklemekte.  Zaten derin bir sefalet içinde yaşayan emekçi kitlelerin deprem sonrasında sabırlarının iyice tükendiği koşullarda, olası Millet İttifakı iktidarının “enkaz devraldık” söylemleriyle katlanılmasını istedikleri koşulların değişmesi, işçi sınıfının eylemlilik ve örgütlenme kapasitesinin gelişmesiyle yakından alakalı. Kadıköy ve Kartal Belediyesi işçilerinin sendikal demokrasi mücadelesi, sınıf mücadelesini ileri çeken, yeni bir sendikal odak inşası açısından son derece önemli. 

Çağla Oflas

(Sosyalist İşçi)


Can Irmak Özinanır Tüm Yazıları

Devrimci bir parti inşa etmek ve aşağıdan sosyalizm

"Her çağda yapılması gereken, geleneği, onu alt etmek üzere olan konformizmin elinden bir kez daha kurtarmak için çaba harcamaktır." 

Walter Benjamin

Deniz Güngören yoldaşın Atilla Dirim yoldaşın yazısına cevaben yazdığı “Toplum, Hareketler ve Devrimci Parti: İçerisi, Dışarısı, Aşağısı, Yukarısı” başlıklı yazının önemli bir tartışma alanı açtığını düşünüyorum. Bu yazıyı tam da bu tartışmayı derinleştirmenin sosyalistleri ileri götüreceğini düşündüğüm için kaleme alıyorum. Öncelikle Deniz yoldaşa bu tartışmaya alan açtığı için teşekkürler ancak yazıdaki tespitlerin önemli bir kısmına katılmadığımı, bir kısmının ise Atilla’nın yazısının yanlış bir okumasına dayandığını söylemem gerekiyor. 

Deniz’in yazısında bir takım metodolojik hataların yanı sıra politik olarak da çeşitli sorunlar olduğunu düşünüyorum. Öncelikle Türkiye solunda çeşitli kesimlerin Stalinizm ve Kemalizm’den beslendiği doğru olmakla beraber mekanik bir Marksizm anlayışı sadece bu iki anlayıştan kaynaklanmıyor. Meseleyi buraya indirgemek Türkiye solundaki pek çok eğilimi karikatürize etme tehlikesini barındırıyor. Mesela Stalinist ve Kemalist olmadığı ayan beyan ortada olan çeşitli örgütlerin, Boğaziçi Direnişi’nde LGBTİ+’ların öne çıkmasından niye rahatsız olduğunu böyle bir çerçeveden anlamak mümkün değil. 

Mekanik anlayış ve Marx’ın yöntemi 

Mekanik bir Marksizm anlayışı II. Enternasyonal’in resmî çizgisinde son derece açık bir biçimde görünüyordu. Michael Löwy, bu mekanik anlayışın köşe taşlarını şöyle özetliyor: 

  • Marx’ın diyalektik materyalizmi ile Feuerbach’ın kaba materyalizmi arasındaki farkları görmezden gelme. 
  • Tarihsel materyalizimi ‘nesnel olan’ın her zaman ‘öznel olan’ın nedeni olduğu mekanik ekonomik indirgemeciliğe indirgeme eğilimi 
  • Diyalektiği, insanlık tarihinin farklı aşamalarının (kölelik, feodalizm, kapitalizm, sosyalizm) “tarih yasaları”yla kesin olarak belirlenmiş bir sıra izlediği Darwinci evrimciliğe indirgeme girişimi.
  • Soyut ve doğalcı bir tarih yasaları anlayışı.
  • Sabit farklı ve ayrı nesneleri kavrayan bir analitik yöntem. 

Bunlar, basitçe II. Enternasyonal’in reformist olmasından kaynaklanan hatalar değildi. Vladimir Lenin, Rosa Luxemburg, Lev Troçki gibi pek çok devrimci II. Enternasyonal bünyesinde faaliyet yürütüyordu. Lenin’in 1914 yılına kadar II. Enternasyonal’in en tanınan lideri olan ve mekanik anlayışın neredeyse simgesi olan Karl Kautsky’den etkilendiği de sır değil. Lenin ve yoldaşları, Rusya koşullarında devrimci bir örgüt inşa etmek zorunda oldukları için fiili olarak bu mekanik anlayıştan kopmuşlardı. Ne Yapmalı’daki ekonomizm eleştirisi ve sonrasında İki Taktik’te burjuva demokratik görevlerin başarılmasında görevin proletaryaya biçilmesi İkinci Enternasyonal’in “tarih yasaları”ndan ve kadercilikten kopuş anlamına geliyordu.  Ancak Lenin’in Kautsky’nin etkisinden teorik olarak kopuşu için 1914’te sosyal demokratların savaş kredileri lehinde oy kullanmasını beklemek gerekecekti. Lenin, bu tarihten sonra diyalektik üzerine ciddi bir şekilde çalışmaya başlayarak, “Bütün iktidar sovyetlere!” çağrısı gibi doğrudan politik sonuçları olan teorik bir dönüşüm de yaşadı. Dolayısıyla mekanik bir Marksizm anlayışı aslında sadece çeşitli sapmalardan kaynaklanan bir sorun değil, karşısında teorik olarak her an uyanık olunması gereken bir tuzak. Bu tuzağa karşı en güçlü silah ise bizzat Marx’ın  yönteminin kendisi. 

Marx’ın yöntemi en temelde var olan her şeyin acımasız bir eleştirisi, yüzeyde olan ve görünenin ardına bakarak sistemin bir bütün olarak işleyişinin mekanizmalarını açığa çıkararak bu mekanizmaları altüst etmekti. Bu, elbette sınıfsal bir analizi gerektiriyordu çünkü kapitalizmde tüm zenginliğin yaratıcısı işçi sınıfıydı. Ancak sınıfsal analizin, Marx’ın yönteminin temel taşı olması Marksizm’in kendisini sadece sınıf analiziyle sınırladığı anlamına gelmiyor. Aksine Marksistler, her zaman “somut durumun, somut tahlili”ni yapmaya özen gösterdiler, dolayısıyla toplumdaki güç ilişkilerinin analizi de Marksist yöntemin ayrılmaz bir parçası oldu. 

Tam da bu noktada Deniz’in kesişimsellik ile ilgili vurgusuna değinmek isterim. Deniz, Marksizm ile kesişimsellik arasında aşılmaz bir duvar olduğunu iddia ediyor. Kesişimselliği, olduğu gibi benimsemeyebiliriz ancak tahakküm biçimlerinin açıklanmasında önemli bir birikim ortaya koyduğunu da atlayamayız. Bu tahakküm biçimlerinin bizzat işçi sınıfını da farklı biçimlerde içine aldığını ve kapitalizmin kendisini sürdürmesinde bu tahakküm biçimlerinin de rol oynadığını kabul etmeden 21. yüzyılda bir devrimci Marksist politika inşa etmek mümkün değil. Kesişimselliği, Marksist bir yöntemle ele alarak Deniz’in aşılmaz gördüğü duvarı aşmak tabii ki mümkündür. Bunun anlamı kesişimsellik teorisine ilişkin hiçbir tartışma yürütmemek değil, kendisiyle beraber herkesi özgürleştirecek olan işçi sınıfının politikasını hegemonik bir şekilde genişletmektir. 

Rakip stratejiler mi?

Başta da söylediğim gibi Deniz’in, Atilla’nın yazısındaki bazı noktaları yanlış değerlendirdiğini düşünüyorum. Öncelikle Atilla’nın yazısında “devrimciler gidip hareketleri canlandırmadığı için hareketler zayıf kalıyor” gibi bir vurgu yok. Ortalığın “sütliman” olduğu vurgusuna karşı “biz görmüyoruz diye hareketler yok değil” vurgusu var. Toplumun bazı ezilen kesimleri için örgütlenmek tam da kendi yaşamlarını devam ettirmek için kaçınılmaz. Örneğin LGBTİ+ hareketi son yıllarda sokağa kolay çıkamıyor olabilir ama bu hareketin öznelerinin evlerine çekilip çekirdek çitlediği anlamına gelmiyor. Hem kadın hareketi hem de LGBTİ+ hareketi hiç durmadan örgütleniyor, dayanışmalar örgütlüyor. Bu hareketlerin özneleri ile işçi sınıfı arasında bir ayrım yapıldığı ve bunların farklı özneler olarak konumlandırıldığı iddiası da yanlış. Bilakis Atilla’nın yazısında bu kesimlerin önemli bir kısmının işçi sınıfının parçası olduğu söyleniyor. 

Deniz, yazısında devrimci partinin inşasını öne çıkarıyor. Bu konuda aslında Deniz, Atilla ve benim aramda ciddi bir fark yok. Hepimiz uzun yıllardır aynı örgütün üyesi olarak faaliyet gösteriyor ve devrimci parti inşa etmeye çalışıyoruz. Ancak Deniz, işçi sınıfının özgürleşmesinde vazgeçilmez bir araç olan devrimci parti inşasının, sosyalizmin temel amacıymış gibi görünmesine yol açıyor. Daha da ötesinde partiyi nerede inşa edeceğimiz konusunda bir öneri sunmuyor. 

Elbette devrimciler kendi başlarına hareket inşa edemezler, ancak saf kendiliğindenlik diye bir şey yoktur. Her hareketin içinde o hareketi gerileten veya öne çeken unsurlar vardır. Devrimcilerin, hareketleri öne çeken unsurlar olması gerekir. İşyerinde sendikal faaliyete katılmak hareketin içinde yer almak demektir. Bu eylemin tek amacı oradakileri devrimci partiye örgütlemek değil, işçi sınıfının bir adım ileri gitmesi için mücadele etmektir. İşçi hareketi içinde, ekoloji hareketi içinde, kadın hareketi içinde, LGBTİ+ hareketi içinde, göçmenlerle dayanışma hareketi içinde, öğrenci hareketi içinde, hayvan hakları hareketi içinde tüm gündemleri birbirine ve kapitalizmin yıkımına bağlayabilecek devrimcilerin yer almasını eleştirmek abesle iştigaldir. Bir devrimcinin temel görevi, bir yandan hareketlerin gelişmesi için çalışırken, içindeki en öne çıkan aktivistlerini devrimci partinin inşasına da katmaya çalışmaktır.

Deniz, devrimci parti inşasıyla toplumsal hareketler içinde yer almayı birbirine rakip iki strateji olarak değerlendirmiş. Bana bu hareketlerle ilişki kurmak tam da devrimci partinin inşasının yoluymuş gibi geliyor. Ancak Deniz’le kesinlikle anlaşamadığımız nokta ortalığın “sütliman” olduğu önermesi. Ancak mücadele düzeyi yükseldiğinde bu insanlarla bir araya gelebileceğimiz fikri aslında çok uzun zamandır eleştirdiğimiz bir şeye yani fırtınanın ortasında kayık inşa etmeye benziyor. Deprem ile ortaya çıkan krize karşı insanların sokaklara çıkmaya başladığı, öfkenin stadyumlara, sokaklara taştığı bir ortamda ortalığın “sütliman” olduğunu söylemek bana doğru gelmiyor. Marksist yöntem, bize hareketleri inceleyebileceğimiz farklı mercekler sunuyor. Genel analiz konusunda aramızda bir fark yok ancak soyuttan somuta doğru ilerlerken mercekleri farklılaştırmak daha önce görmediğimiz bazı yönleri de görmemizi sağlayabilir. 

Son olarak elbette devrimci partinin inşası önemlidir ancak bunu yapmanın yolu sürekli en konforlu hissettiğimiz alanda devrimci partinin gerekliliğini anlatmak değil devrimci Marksizm geleneğini başta Walter Benjamin’den yaptığım alıntıdaki gibi hareketlerin içinde omuz omuza mücadele ederken inşa etmektir. Aşağıdan sosyalizmin anlamı da tam olarak budur. 

Can Irmak Özinanır 


Deniz Güngören Tüm Yazıları

Toplum, Hareketler ve Devrimci Parti: İçerisi, Dışarısı, Aşağısı, Yukarısı

Bu yazı, sevgili Atilla Dirim’in 3 Ocak tarihli “Devrimci parti ve toplumsal hareketler: Dışarıdan mı, içeriden mi?” başlıklı yazısının geç kalınmış bir eleştirisidir. Aslında eleştiriyi dayandıracağım temel olgu, yazının kendisinin de kendi kendini eleştirmekte olduğudur.

Fakat bu ikircikli ve gizemli iddianın hakkını vermeye girişmeden önce aradan çıkmasını istediğim birkaç şey var.

Bunlardan ilki, yazıda “mekanik anlayış” diye tabir edilen bir anlayışın, başta Arap devrimleri olmak üzere bir dizi toplumsal hareketin sol tarafından sahiplenilmeyişi, hatta üzerine kara çalınışı ve ezilmeye devam ettikleri için ezilenlerin suçlanmasının sorumlusu olduğu tespitinin yapılıyor oluşu.

Toplumdaki çok katmanlı ve çelişkili pek çok siyasi dinamiği anlamaktan aciz, kaba saba bir materyalizmin ve iki boyutlu, neredeyse kaderci bir belirlenimciliğin hâkim olduğu bozuk bir Marksizm yorumunun Türkiye solunda epey yaygın olduğu elbette doğru. Fakat örneğin Arap devrimlerine tu kaka denilmesi böylesi bir teorik çarpıklıktan değil, ayan beyan ortada olan bir siyasi pozisyondan kaynaklanıyor. Bu da sol Kemalizm’in ve Stalinizm’in bakiyesi olan, Ortadoğu’daki seküler diktatörlükleri tarihsel bakımdan ilerici güçler olarak gören siyasi pozisyon. Yani Mısır’da, Suriye’de devrimlerin “sosyalizmle taçlanmamasını” bahane edenler esas olarak Baas’çı rejimlerin yıkılmamasını istiyor ve bu kitleleri “pasif ve cahil” görmeye devam ediyorlar.

Aynı siyasi hattın LGBTi+ hareketine senelerce en iyi ihtimalle kimlik siyaseti, uç örneklerde ise kapitalizmin oyunu filan demesinin sebebini ise öyle çok çevirip dolaştırıp düşünsel yerlerde aramaya gerek olduğunu düşünmüyorum, sebebi düpedüz homofobidir. Ve tabii ki homofobinin, farklı cinsel yönelimleri sapkınlık olarak gören bir uçtan, “istediğini yapmakta özgürdür ama gözümüze de sokmasın” türünden diğer uca tüm spektrumu bu cenahın içinde de mevcuttur.

Sonuçta bu kişiler “istemiyoruz çünkü homofobiğiz” demek yerine, bunun sınıf hareketi olmadığı gibi eğri büğrü ve “mekanik” analizler sunarlar. Ancak bir şekilde “terör kamplarını protesto” veya “Silivri’yle dayanışma” eylemlerinin sınıfsal muhtevasını incelerken aynı özeni nedense göstermezler. Geçmişte bu hareketleri kimlikçi diye dışlayanların bugün LGBTi+ kolları kuruyor oluşu ise LGBTi+ hareketinin, mücadele ile daha önceki pozisyonlarını savunulamaz hale getirmiş olmasından kaynaklanıyor.

Bu siyasi pozisyonun altyapısını belirleyen ise, adeta Sovyet propaganda filmlerindeki aydınlık ve güleç yüzlü işçilere benzemeyen herhangi bir kimseyle siyaset yapılamayacağı düşüncesi; toplumları, devrim yapacak olgunluğa ve bilinç seviyesine ulaşana kadar kendi kendine zarardan başka bir şey getiremeyecek tehlikeli yığınlar olarak gören bir ideoloji. Tabii bu cümle özelinde Dirim ile ayrı düşeceğimizi sanmıyorum. Fakat bu ideolojinin problemi, en temelinde sol soslu bir burjuva ideolojisi olmasından kaynaklanıyor. Sınıfsal karakterini es geçip sorunu kökündeki bir kuramsal veya davranışsal yanlışa dayandırırsak eğer, biz de bir tür idealist tuzağa yakalanmış oluruz.

İkincisi, ezilenlerin “bilinçsizliğine”, “dini inançlarından gelen uyuşmuşluk haline” yapılan vurgu ile örgütsüzlüklerine yapılan vurguların aynı kategoride olmasına edeceğim itiraz. Eğer ki ezilenlerin örgütsüzlükleri kendi suçları olarak resmediliyorsa bu epeyce bir sorundur tabii. Fakat bunun haricinde sendikalı olmanın, LGBTi aktivisti olmanın hatta demokrasiyle ilgili iş yapan bir STK’nın çalışanı olmanın bile risk olduğu bir yerde ezilenlerin örgütsüzlüğü tepeden üretiliyor demektir, dolayısıyla mekanik düşünmeyen devrimci Marksistlerin de sorunudur. Aslında yazının genelinde “yanlış yoldaki bir sol cenah” çok kalın bir fırçayla resmediliyor ve bunların kim oldukları belirtilmiyor dolayısıyla da bir parça at izi/it izi karmaşası yaşıyoruz.    

Üçüncüsü ise kesişimsellik tartışması. Aslında yazıda kesişimsellik yalnızca bir cümlede ve açıkça sahiplenilerek değil farklı ezilen grupların arasındaki diyalogu tarif etmek için kullanılıyor. Öte yandan, işçi hareketleri ile LGBTi+ hareketlerinin, aynı kategoride fakat öznesi farklı toplumsal hareketler olarak resmedilmesi çerçeve olarak kesişimselliğin benimsendiğini düşündürüyor. Benimsenmesinde tek başına hiçbir sorun olamaz elbette. Fakat hem devrimci Marksizmin hem kesişimselliğin aynı anda benimsenmesi hem bir kavram karmaşası hem de bir stratejik tutarsızlık doğuruyor.

Devrimci marksizmin kesişimsellik ile uyuşmazlığı, kesişimsellik çerçevesinde verilmiş literatürün güncel toplumdaki ayrımcılık biçimlerinin tasvirlerine getirdiği zenginliğin devrimci Marksistler tarafından önemsenmemesinden kaynaklanmıyor elbette. Ezilme ve ayrımcılık biçimlerinin kökeni ile ilgili bir tartışmadır bu. Ve işçi sınıfının özel konumu da diğer ezilenlerden daha çok ezildiği veya biricik ve çok özel bir grup insan olduğu inancına değil, yaşadığımız toplumun, dolayısıyla onun ürettiği temel çelişkilerin, üretimin -işçiler ve patronlar olarak- örgütleniş biçiminden kaynaklandığı, dolayısıyla sistemi kökünden sarsmanın tek yolunun üretim yerlerindeki isyandan geçtiği tespitine dayanıyor.

Dahası, yazının merkezinde yer alan, devrimcilerin her türden toplumsal hareketin öznesi olması gerektiği iddiasını, yazının kendi çerçevesini esas kabul edip işçi hareketine uyguladığımız zaman, devrimcilerin, devrimci faaliyet olarak işyerlerine işçi olarak girmesi gerektiği sonucu, yani entrizm taktiği ortaya çıkıyor, stratejik tutarsızlıktan kast ettiğim de bu.

Gelelim esas iddiamıza. Dirim’in yazısının merkezine koyduğu temel çatışma, hareketlerin orada hareket etmeye hazır beklediği, fakat soldaki mekanik anlayış bunların kendiliğinden kitlesel olarak sokağa çıkmasını bekleyip üzerine düşeni yapmadığı için bunların parçalı kalıyor oluşu.

Bir defa şunu belirterek söze başlamak gerekiyor; toplumun ezilen her kesiminde birikmiş öfke mevcuttur bu doğru, ama eğer kolluk baskısı ve yargı tehdidi hareketleri parçalı ve çekinik tutmaya yetiyorsa, evet, ortalık an itibariyle “sütliman” demektir. Biz gidip hareketleri canlandırmadığımız, yüreklendirmediğimiz için bu hareketler sokakta değil diye bir tespit yapmak ise ne yazık ki iradeciliğe denk düşüyor.

Fakat daha önemlisi, bu hareketlerin ve daha geniş bir toplumsal infialin önünü tıkayan tek başına polis veya yargıç sopası değil, ortak çıkarlar etrafında ve sınıf talepleriyle hareket ettiğinde kazanacak gücü olan farklı toplumsal kesimlerin politik saldırılarla bölünmüş oluşu. Yazının kendi kendisini eleştirdiğini söylerken de bunu kast ediyorum. Zira yazının başında homofobiyle, transfobiyle, cinsiyetçilikle, ırkçılıkla “ezici çoğunluğu işçi sınıfının parçası olan” pek çok dışlanmış toplumsal kesimin nasıl birbirinden kopuk tutulduğu çok doğru biçimde tarif ediliyor. Fakat sonrasında mücadelenin yeşermeyişinin sebebi olarak bambaşka bir gerekçe sunuluyor.

Bir defa bugün solun bu hareketlerle kurduğu ilişkide belirleyici bir eğilim varsa, bu “kendiliğindencilik” değil, oportünizm ve reformizm olarak tarif edilmeli. Sol bu hareketlerin kendiliğinden sokağa çıkmasını beklemiyor, sol ekseriyetle seçimlere kadar kimsenin var olan statükoyu sarsmaması için çalışma yapıyor. Bu hareketlere ise getireceği oy ölçüsünde ilgi alaka gösteriyor.

Fakat yazıdaki esas çelişki, bir yandan devrimci parti inşası çağrısı yaparken öbür yandan -üstelik bununla eş anlamlı olduğu iddiasıyla- devrimcilerin toplumsal hareketlerin öznesi olması gerektiğinin salık verilmesi. Oysa bu ikisi birbiriyle rakip stratejiler olarak ele alınmalı.

Bir diğeri ise ezilenlerin egemen sınıf fikirlerinden kurtulmasının, başka bir deyişle “bilinçlenmesinin” tek yolunun devrimcilerin teker teker bu öznelerin güvenini kazanmasından geçtiği ifadesi. Oysa ezilenlerin devrimci fikirlere yaklaşması devrimcilerin ne kadar devrimcilik anlattığına değil, mücadele seviyesine bağlıdır. Bir yerde mücadele deneyimi olan devrimci sayısı ne kadar çoksa, orada mücadelenin yükselme ve militanlaşma olasılığı da daha yüksek olur, hiç şüphesiz. Fakat bu, mücadele potansiyeli olan yerlere devrimciler konuşlandırarak değil, hayatın her alanından insanın devrimci partiye kazanılması için çalışarak hedeflenebilir ancak. Öbür türlüsü yazının da eleştirdiği, bilinçsiz kesimlere bilinç götürme, devrimcilik aşılama fikrine oldukça yakınlaşıyor maalesef.

Güven kazanma gerekliliği üzerinde de ayrıca durma ihtiyacı hissediyorum çünkü birisi bu kadar aşikâr bir şeyi ilan ettiğinde “hangi durumlarda bunun ihmal edildiğini düşünüyor acaba?” diye geçiyor aklımdan.

Lise çağındayken Beyoğlu’na her gidişimde mutlaka midye yerdim ve sohbet ettiğim midyecilere “ben Mardinliyim, ismim Ruşen” derdim. Beni beyaz orta sınıf bebesi olarak görmesinler, bana güvensinler istiyordum çünkü. Şimdi biraz komik biraz da utanç verici buluyorum bunu. Fakat teşbihte hata olmaz diyerek, siyasi hedefi net olmayan bir güven kazanma faaliyetini biraz bu duruma benzettiğimi söylemek durumundayım.

Devrimci parti toplumsal hareketlerle tam da yukarıda bahsedilen sebeplerle, homofobinin, transfobinin, cinsiyetçiliğin ve işçi sınıfını bölen türlü ayrımcılığın geriletilmesinin elzem olması sebebiyle ilişki kurarlar. Bunu da gizlemezler. İşçi iktidarı için mücadele eden bir devrimci parti ile çeşitli toplumsal kesimlerin eşitliği için mücadele eden hareketlerin hedefleri pek çok zaman ortak düşer ve bunun için iş birliği yaparlar, fakat gündemleri farklıdır. Buradan, bireysel olarak devrimcilerin birbirinden izole taleplere odaklanmış robotlar oldukları, bu hareketlerde tanıştıkları insanları sevemeyecekleri, onların deneyimleriyle duygudaşlık kurmamaları veya onlardan öğrenmemeleri gerektiği sonucu çıkmaz. Bilakis, gerçek güven hem ortaklıklarımız hem farklılıklarımızla ilgili açık olabildiğimiz zaman kazanılabilir bence.

Beğenmemekte Atilla Dirim ile ortaklaştığımız solcular dahil, hiçbir yerde “arkadaşlar ikna etmemiz gerekmiyor, gazete verelim yeter” diye bir tutum ben görmedim. Siyaseti böyle anlayanlar basit tabirle kötü devrimcidir ve hepimiz kimi günler kötü devrimci olmuşuzdur şüphesiz.

Sıradan insanların devrimci fikirlere yakınlaşması, mücadele içinde etraflarındaki dünyanın değişmez olmadığını deneyimlemeleriyle mümkündür. Devrimci Marksistler ise bu mücadelelerin kapitalist topluma içkin çelişkilerden kaynaklandığı ve er ya da geç patlak vereceği tespitini yaparlar, devrimcilerin aydınlatıp mücadeleye ittiği insanların eylemi olarak görmezler.

Devrimci parti ise bu hareketlerin enerjisinin ortak bir hedefe, kapitalizme yöneltilebilmesi için gereklidir. Bu, hareketlerin araç olarak görülmesinden değil, devrimcilerin tüm ayrımcılık biçimleri ile kapitalist toplum arasındaki doğrudan ilişki kuran bir teorik çerçeve etrafında siyasi pratiklerini kurmalarından kaynaklanır.

Tabii ki şiddet gören bir kadına, mobbing’e uğrayan bir eşcinsele veya polis korkusuyla çalışan bir trans seks işçisine basitçe “sorunlarının kaynağı kapitalizm” denilirse sizi bir daha yolda gördüğünde kaldırım değiştirecektir. Bu yüzden siyasi ilişki kurmak dayanışmadan geçer.

Devrimci partinin inşası da bu toplumsal gruplar isyan ettiklerinde birlik içinde ve siyasi açıdan tutarlı davranabilen bir siyasi örgütün inşasıdır. Bu isyanları ateşleme faaliyeti değildir. Ve elbette devrimciler öğrencidir, işçidir, kadındır, LGBTi+’dır ve kendi okullarında, işyerlerinde, meslek örgütlerinde dayanışmayı ve mücadeleyi örgütlemeye çalışırlar. Hayatın içinde olmayan bir insan Dirim’in de dediği gibi, mücadele eden insanları anlayamaz, onlarla bağ kuramaz ve güvenlerini kazanamaz.

Hareketlerin güvenini kazanabilmek için tutarlı, özgüvenli ve kalabalık bir devrimci partiyi hedeflemeliyiz. Yan yana yürüdüğümüz hareketlerin öznelerine kendimizi ispatlamanın yolu buradan geçiyor.

Deniz Güngören


Dila Ak Tüm Yazıları

(Dosya) 8 Mart: Biliyorlar, birlikte güçlüyüz!

Kahramanmaraş, Gaziantep, Hatay, Diyarbakır, Adana, Osmaniye, Kilis, Şanlıurfa, Adıyaman, Malatya gibi pek çok şehirde hissedilen deprem hepimizin son zamanlardaki tek gündemi. Depreme uygun şekilde inşa edilmemiş binlerce binanın yıkılması, iktidarın sorumsuzluğu ve uyguladığı yanlış politikalar, hızlı reaksiyon göstermemesi ve devlet kurumlarının organizasyon eksikliği yüzünden on binlerce insan hayatını kaybetti. 

Enkaz altında kurtarılmayı bekleyenlerin yardımına hızlıca örgütlenen gönüllüler yetişti ve kısıtlı imkanları ile yardım etmeye çalıştı. Göçük altından bulunduğu yerin adresini mesaj atan ve kurtarılmak için yardım isteyen insanların tek seslerini duyurabileceği yer olan Twitter bant daraltma ile yavaşlatıldı. İlk 72 saat oldukça önemli iken, enkaz bölgelerinde büyük çoğunlukla sadece gönüllüler vardı. Ulaşılamayan pek çok köy, ilçe, bina, göçük vardı. Resmi kurumlar çok geç geldiği gibi, organizasyon eksikliği yaşadı ve bu sorun sebebiyle işleri yavaşlattı, ekipman sorunu yaşandı. Deprem alanına gitmiş gönüllü arkadaşlarımızdan duyduklarımızla ve deprem bölgesinden sosyal medyada paylaşım yapan pek çok  gönüllüden ya da depremzededen olayın vahametini öğrendik. 

Öfkemizi doğru hedefe yöneltmek

Hepimiz günlerdir haberleri ve sosyal medyayı takip ediyoruz, kimsenin bilmediği bir şey yazmıyorum, sadece yaşananların unutulmaması için tekrar vurguluyorum. Binlerce insanın ölümünün yarattığı öfke silinip gitsin istemiyorum. Öfkemizin, konuyla hiç alakası olmayan kimselere (örneğin Suriyelilere) yönetilmesinin önüne geçmek ve bu ırkçı refleksi engellemek istiyorum. Öfkemiz, ölmemize neden olan gerçek sorumluları hedef alsın istiyorum. Hesap sormak istiyorum. Evlerini ve yakınlarını kaybetmiş binlerce insan 1 ay sonra unutulup gitsin ve kendi hallerine bırakılsın istemiyorum. İstanbul depreminde başka binlerce insan ölmesin diye hemen gerekli adımlar atılsın istiyorum. 

Büyük bir yıkım ile sarsılmışken, bir yanda büyük bir dayanışma refleksiyle çok hızlı bir şekilde örgütlenen ve yardım ulaştırmak için canla başla uğraşan insanların varlığına şahit olup umut doluyoruz; bir yandan da LGBTİ+’ların deprem bölgesinde dışlanması, yardım almalarının engellenmesi, evi yıkıldığı için çocuğu ile birlikte eski eşinin evine sığınmak zorunda kalan kadının yüzüne kaynar su dökülmesi, enkazdan kurtarılan bir çocuğun istismara uğraması gibi haberler ile öfkemiz artıyor. 

Özgürlüklerimiz için haydi 8 Mart’a!

Yine her zaman olduğu gibi, depremin yıkıcılığının da en çok kadınları, çocukları, LGBTİ+’ları, göçmenleri vurduğunu gördük. Daha açık olmak adına her birini tek tek açıklamaya çalışacağım. Kadınları örneğin hijyenik ürünlere ulaşım sıkıntısı, hijyenik tuvaletlerin eksiklikleri nedeniyle kadın hastalıkları riski, şiddete ya da istismara açık olmaları gibi sebeplerle etkiliyor; çocukları istismara karşı korumasız olmaları konusunda (pek çok annesini babasını kaybetmiş çocuk olduğunu ya da kayıp olan çocukları hatırlayalım) ya da böylesine travmatik bir şey karşısında yeterli desteği alamamaları konusunda etkiliyor; LGBTİ+’ları kullanmaları gereken ilaçları erişim sıkıntısı, en temel ihtiyaçları olan barınma, karınlarını doyurma, hijyenik tuvalete erişim vs gibi ihtiyaçlarının önüne geçilmeye çalışılması, düşmanca tavırlara maruz kalmaları konusunda etkiliyor; göçmenleri de yine ırkçı reflekslerle suni sebepler yaratmak, yaşananların sorumlusu onlarmış gibi davranılması hayatlarını güvensiz hale sokuyor, yine göçmenler de barınma ya da yemek gibi ihtiyaçlarına erişme sorunu yaşayarak etkileniyor.

Yaşanan tüm bu adaletsizliklere karşı çıkmak için, kadınlar ve LGBTİ+'larla  dayanışmak için, çocukların korunmasını güvence altına almak için, deprem bölgesindeki herkesin acil ihtiyaçlarının derhal yerine getirilmesi için, sivil dayanışma faaliyetlerine yapılan baskıların son bulması için, statların ve sokakların özgür olması için, depremi felakete dönüştürenleri göndermek için hep birlikte, sokaklarda yan yana olalım. Özgürlüklerimiz için, hayatlarımız için, adalet için 8 Mart’ta meydanlarda haykıralım. Bizim birbirimizden başka kimseye ihtiyacımız yok. Her yalnız bırakılışımızda, her felakette yarattığımız dayanışma ruhu ile bunu defalarca kanıtladık. Biz birlikte güçlüyüz ve bunu onlar da çok iyi biliyor. 


F. Levent Şensever Tüm Yazıları

Dünyada Güncel Gelişmeler

Derleyen: F. Levent Şensever

ABD’de yasaklanan kitaplar ve sansür giderek artıyor

Sansür kurumu, kitapların ilk yayınlanmaya başladığı dönemler kadar eski. ABD’de eğitim kurumları ve kütüphanelerdeki kitapların yasaklanması ve sansürlenmesinin tarihi Birleşik Krallık tarafından Kuzey Amerika’da kolonilerin kurulduğu döneme kadar geriye gidiyor. Ancak son yıllarda bu tür girişimler hız kazanarak, yayılmaya başladı. 

19’uncu yüzyılın ilk yarısında ülkenin güneyindeki Konfederasyon katılımcısı eyaletlerde sansürün hedefi, o dönem yaygın olan kölecilikle ilgiliydi. Bu dönemde, söz konusu eyaletlerin birçoğunda kölecilik karşıtı içeriğe sahip kitaplar yasaklanırken, köle sahipleri tarafından düzenlenen toplu kitap yakma eylemleri yaygındı. 

Günümüzde ise okullar ve kütüphaneler, ırkçı ve ayrımcı ideoloji savunucularının sansür girişimlerini yürüttüğü çatışma alanlarına dönüştü. Bu çatışmanın merkezinde ise eğitim çağındaki çocuklar ve gençlerin ‘ilerlemesi’ ve ‘modernizasyonu’ için ne tür bilgilere erişip erişemeyeceğine dair ideolojik bir savaş yer alıyor. Çoğu kez ‘sorunlu ifadeler’ veya ‘cinsel’ ve ‘politik içerikler’ hedef gösterilirken, en çok yasaklanan veya sansürlenenler LGBTİ+ bireyleri veya siyahlar hakkında yazılan kitaplar oluyor. 

Oysa ABD anayasası, vatandaşların ifade ve düşünce özgürlüğünün savunulması bakımından en modern anayasalardan biri. Anayasanın Birinci Maddesi, Amerikan vatandaşlarının inanç, ifade, basın ve toplanma özgürlüğünü garanti altına alıyor. 

Buna rağmen özellikle son birkaç yıldır sansür girişimleri ve yasaklamaların boyutu hızla arttı. PEN Amerika örgütünün yayınladığı Temmuz 2021 ile Haziran 2022 tarihleri arasını kapsayan, “Yasaklanan Okul Kitapları Endeksine” göre tespit edilen toplam 2.532 kitap yasaklama vakasında, 1.261 yazara ait 1.648 farklı kitap yer alıyor. Bu yasaklar, 32 eyaletteki 138 eğitim bölgesinde yer alan 5.049 okulda, toplam 4 milyon öğrenciyi kapsıyor. 

Yasaklanan kitapların yüzde 41’i (674 kitap) LGBTİ+ konulu, yüzde 22’si (357 kitap) cinsel içerikli, yüzde 21’i (338 kitap) ‘ırk’ ve ırkçılık içerikli ve yüzde 40’ı (659 kitap) siyahlarla ilgili kitaplardan oluşuyor. PEN Amerika’nın tahminlerine göre,  yasaklanan kitapların yüzde 40’ı doğrudan tasarı halindeki veya yürürlüğe giren yasalar ya da öğretilmesi veya mevcudiyetinin kısıtlanması amacıyla devlet yetkilileri ve yasa koyuculara yönelik yapılan politik baskılar doğrultusunda gerçekleşti. 

PEN Amerika, tüm ülkede kitapların yasaklanması için kampanya yürüten en az 50 örgütün varlığını ve söz konusu grupların yüzde 73’ünün 2021 yılı ve sonrasında kurulduğunu tespit ettiğini belirtiyor. Grupların örgütsel taktikleri arasında, yasaklanması istenilen kitapların listelerinin aralarında paylaşılması, okul aile toplantılarını basmak, kütüphanelerin değerlendirme sistemlerinin değiştirilmesi çağrıları yapmak, “terbiye” ve “pornografi” gibi konularda kışkırtıcı söylemlere başvurmak ve okul görevlileri, öğretmenler ve kütüphanecilere yönelik suç duyurularında bulunmak gibi girişimler yer alıyor. 

Kitaplara yönelik sansür girişimlerinde Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarda olduğu eyaletler başı çekiyor. Örneğin, Teksas eyaleti Cumhuriyetçi Kongre temsilcisi Matt Krause, bölge eğitim yetkililerine 850 kitabı içeren bir liste yollayarak, bu kitapların araştırılarak hangilerinin bölgelerindeki okullar ve kütüphanelerde bulunduğunu raporlamalarını talep etti. Benzeri girişimler, Florida, Texas, Güney Carolina, Wisconsin ve Georgia eyaletleri başta olmak üzere birçok eyalette gerçekleşiyor.

Sansür konusunda bir başka dalga da yine Cumhuriyetçilerin başında olduğu güney eyaletlerinde yaygınlaşan, okullarda “eleştirel ırk teorisinin” (Critical Race Theory - CRT) okutulmasının yasaklanması oldu. En son 27 Ocak’ta Arkansas eyaletinin valisi olan Sarah Huckabee yayınladığı kanun hükmündeki kararnameyle, eyaletteki devlet okullarında söz konusu teorinin okutulmasını yasakladı. 

ABD’deki bu anti-demokratik uygulamalar ve insan hakları ihlalleri akıllara Biden yönetiminin 2021 yılı sonunda düzenlediği “Demokrasi Zirvesini” getiriyor. Bilindiği gibi, 110 ülkenin devlet başkanlarının davet edildiği zirveye, “anti-demokratik” ülkelerin liderleri davet edilmemişti. Ancak öyle görünüyor ki, Biden’ın dünya demokrasi liderliğine soyunmadan önce, bu konuda kendi ülkesinde yapacağı daha çok şey var. 

 

Kısa kısa

Kıyamet Saati

İlk atom silahlarının geliştirilmesine yardımcı olan Albert Einstein ve Chicago Üniversitesi bilim insanları tarafından 1945 yılında kurulan Atom Bilimleri Bülteni’nin oluşturduğu “kıyamet saati,” insanlığa ve gezegene yönelik tehditleri ve nihayetinde bir nükleer patlamayı simgeleştiren bir saat kadranından oluşuyor. Kıyamet saatinin nihai patlamaya ne kadar yaklaştığı, her yıl Bülten Bilim ve Güvenlik Kurulu tarafından Nobel ödülüne sahip 10 bilim insanından oluşan kurul ile istişare edilerek belirleniyor. Saat, insan yapımı teknolojilerin neden olduğu küresel felakete karşı dünyanın savunmasızlığının evrensel olarak kabul edilen bir göstergesi haline gelmiş durumda.

Saat bu yıl, patlamaya daha önce hiç olmadığı kadar yakın bir süreye ayarlandı; artık kadran gece yarısı son bulacak olan patlama saatine 90 saniye kaldığını gösteriyor. 

 

Ukrayna savaşı Amerikan silah şirketlerine yaradı

ABD ve Avrupalı ülkelerin savaşta destekleri Ukrayna’ya silah yardımlarının boyutu giderek artıyor. Daha önce ülkelerin yardım olarak göndermekten imtina ettiği ağır tanklar da devreye girerken, son gelen haberlerde, Fransa’nın Ukrayna’nın savaş uçağı gönderilmesi talebine sıcak baktığı ve ABD’de Ukrayna’ya F16’ların gönderilmesini savunan Kongre temsilcilerinin artmaya başladığı belirtiliyor. 

Silah yardımlarının giderek artması ve bunlara ağır silahların da eklenmesi, Rus yetkililerinin tepkilerine yol açıyor. Yapılan açıklamalarda Rus yetkililer, Batı’nın artık doğrudan savaşın tarafı olduğu vurgusu yapılıyor.

Amerikan yönetiminin Ukrayna’ya gönderdiği silah yardımları, ülkenin ulusal savunma bütçesinden sağlanıyor. ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon), Ukrayna’ya sağlanan askeri destek nedeniyle stoklarda yaşanan azalmayı telafi etmek üzere üretimi önümüzdeki iki yıl içinde yüzde 500 artırmayı planladığını ve bu amaçla topçu mühimmatlarının üretilmesi ve var olan tesislerin modernize edilmesi için gelecek 15 yıl boyunca, yıllık 1 milyar düzeyinde harcama yapılacağını açıkladı. 

Geçtiğimiz ay Amerikan Kongresi, Biden yönetiminin 2023 yılı için talep ettiği ulusal savunma bütçesini 45 milyar dolar artırarak, 858 milyar dolar olarak onaylamıştı. Böylece savunma harcamaları son iki yılda, yıllık bazda yüzde 4,3 düzeyinde artmış oldu. Bu doğrultuda ordunun 2023 yılı içinde yeni füze tedarikleri için ayrılan paranın yüzde 55 ve donanma için tedarik edilecek silahlar için harcanacak paranın yüzde 47 düzeyinde artırılması planlanıyor. 

Ukrayna savaşının yol açtığı silahlanma faaliyetlerindeki hızlı artış, en çok Amerikan silah şirketlerine yarıyor. Dışişleri Bakanlığı’nın açıkladığı resmi verilere göre, ABD’nin askeri teçhizat ihracatı 2022 yılında yüzde 49 artarak, toplam 205,6 milyar dolara ulaşırken, Amerikan silah şirketlerinin satışları da yüzde 48,6 düzeyinde artarak, 153,7 milyar dolara yükseldi. ABD’nin 2021 yılındaki askeri teçhizat ihracatı 138,2 milyar dolar düzeyindeydi.

Wall Street Journal’da yer alan bir habere göre, Locheed Martin ve Raytheon Technologies şirketleri, silahlanma furyasından en çok kar eden iki şirket oldu. Şu ana kadar Amerikan yönetiminin Ukrayna’ya sağlayacağı silah taahhütlerinin bedeli 27 milyar doları buldu. Bunun 6,6 milyar doları ise doğrudan silah şirketlerinin kasasına girdi. Bu gelişmeler, Lockheed Martin şirketinin son çeyrek satışlarının yüzde 3 artışla, 19 milyar dolara ulaşmasını sağladı. Şirketin bu çeyrekte elde ettiği kar da 1,91 milyar düzeyinde olurken, 2022 yılında alınan siparişlerin toplamı da 150 milyar dolar düzeyine çıktı. 

 

Toyota CEO’su görevi bırakıyor

Otomotiv devleri arasında elektrikli araçlara geçişe direnen tek şirket olan Toyota’nın CEO’su görevinden ayrıldı. Şirketin kurucusunun torunu olan ve küresel finans krizinden bu yana şirketin başındaki Akio Toyoda, sektördeki elektrikli araçlara dönüşüm nedeniyle şirket üzerinde giderek artan baskılar sonucu görevini bırakmak zorunda kaldı. 

Toyoda’nın sektördeki hızlı dönüşüme rağmen ‘hibrit araçlarda’ ısrar etmesi tepkileri üzerine çekiyordu. Şirket geçen yıl, küresel bir petrol şirketi olan ExxonMobil ile birlikte “Dünyanın En Yıkıcı Şirketleri” arasında gösterilmişti.  

 

Petrol şirketlerinin rekor düzeyde kar etmesi bekleniyor

Küresel petrol şirketleri son dönemde tepkileri üzerinde topluyor. Bu şirketlere yönelik yapılan son eleştirilerden biri de Petrolden Kar Etmeyi Durdurun (STOP) kampanyası sözcüsü Jamie Henn’in ifadesiyle, “Savaş vurgunculuğu” oldu. Bunun gerekçesi, yıllarca Rusya ile iş birliği yapan Chevron gibi petrol şirketlerinin, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle ortaya çıkan enerji krizini fırsat bilip, fiyatların aşırı yükselmesine yol açarak, muazzam miktarlarda kar etmeleri oldu. Chevron, 2022 yılının son çeyreğinde 6,4 milyar dolar kar bildirirken, aynı zamanda şirketin 75 milyar dolarlık hisselerini geri toplayacağını açıkladı. 

CNBC’nin verdiği bir başka habere göre, Exxon Mobil, Chevron, BP, Shell ve TotalEnergies gibi dev petrol şirketlerinin önümüzdeki günlerde toplam 190 milyar dolar düzeyinde kar açıklaması bekleniyor. Küresel petrol şirketleri, yükselen petrol ve doğal gaz fiyatları sayesinde karlarını muazzam oranlarda artırırken, aynı zamanda iklim değişikliği konusunda belirledikleri sera gazlarının azaltılması hedeflerini hiçe sayarak, fosil yakıtlara yatırımlarını artırıyor. 

Böylece bir yandan artan fiyatlar nedeniyle emekçilerin cebinden daha çok para fosil yakıt üreticilerinin kasasına girerken, emekçiler aynı zamanda, bu şirketlerin iklim değişikliğine olumsuz katkıları nedeniyle iki kere mağdur ediliyor. 

İklim adaleti aktivistleri Birleşmiş Milletler’i uyardı

Birleşik Arap Emirliği’nin bu yıl sonunda düzenlenecek olan COP28 zirvesinin örgütlenmesinin başına ülkenin ulusal fosil yakıt üreticisi şirketinin başkanını atamış olmasına tepkiler giderek artıyor.

Geçtiğimiz günlerde 450’den fazla iklim adaleti örgütünden oluşan küresel bir ağ, Birleşmiş Milletler’e (BM) çağrıda bulunarak, fosil yakıt endüstrisinin COP28’de süreci etkilemesi ve dikte etmesine izin verilmemesini talep etti. Yapılan çağrıda, buna izin verildiği takdirde, zirvenin bundan önceki zirvelerde olduğu gibi başarısızlıkla sonuçlanacağı uyarısında bulundu. 

Çağrıda, “bir petrol şirketi yöneticisini COP28’in başkanı olarak atamak, BM iklim süreci tarihinde bugüne kadar gerçekleşenlerden çok daha büyük bir küstahlıktır,” denilerek, “bir fosil yakıt yöneticisi tarafından denetlenen hiçbir COP zirvesi meşru olamaz,” uyarısında bulunuldu.

Geçtiğimiz kasım ayında düzenlenen COP27 zirvesindeki görüşmelere katılmak üzere 630’dan fazla fosil yakıt lobicisi kayıt yaptırmış ve BAE’nin ülke delegasyonunda, diğer tüm ülkelerden daha fazla fosil yakıt lobicisi yer almıştı. 

Atamaya sivil toplumun gösterdiği tepkiler ABD’de Kongre temsilcilerini de harekete geçirdi. Geçtiğimiz hafta içinde Amerikalı 27 Kongre temsilcisi, Başkanlık Özel İklim Temsilcisi John Kerry’e gönderdikleri bir mektupla, temsilcinin BAE’deki atamanın geri alınması için baskı yapmasını talep etti.

 

ABD’de 2 binin üzerinde üyesi bulunan bir neo-Nazi ağ teşhir oldu

Geçtiğimiz hafta ABD’de bir yandan sivil haklar lideri Martin Luther King’in ölüm yıldönümü nedeniyle geniş çaplı anma etkinlikleri düzenlenirken, bir yandan da ‘muhalif’ bir grup neo-Nazi’nin varlığı açığa çıkarıldı. Sosyal iletişim platformu Telegram’da örgütlenen grubun 2 bin 400 kadar üyesi olduğu ve grup üyelerinin platform üzerinden “Nazilik” eğitimi aldığı belirtiliyor.

2021 yılının ekim ayında kurulan grubun Nazi ideolojisini benimsediği ve beyazların üstünlüğünü savunduğu; beyaz çocukların başka herhangi bir ‘ırktan’ insanlarla oynamasına veya herhangi bir temas kurmasına izin verilmemesi çağrıları yaptığı belirtiliyor. Grup yöneticileri ve üyeler alenen ırkçı, homofobik ve anti-Semitik söylemleri yayarken, herkese açık platformda her gün Hitler ve diğer Nazi liderlerinden alıntılar yapıyor.

Grubun kurucusu Katja Lawrence, grubu kurmasının gerekçesini şu sözlerle açıklıyor: “Evde eğitim verdiğim çocuklarım için Naziler tarafından onaylanan eğitim materyalleri bulmakta zorlanıyordum. (…) Çocuğumuzun harika bir Nazi olmasını gönülden istiyoruz.”

ABD’de, Avrupa ülkelerindeki Nazi ideolojisi ve simgelerini yasaklayan yasal düzenlemelerin aksine, aşırı sağın ve neo-Nazilerin ideolojik söylemleri de ifade özgürlüğü kapsamında anayasanın koruması altında. Birçok Avrupa ülkesinde Nazi söylemleri “nefret söylemi” olarak kabul edilerek, yasaklanırken, ABD’de ifade özgürlüğünü kısıtlayacak olması kaygısından dolayı nefret söylemine ilişkin herhangi bir yasal düzenleme bulunmuyor.

 

BBC’nin Hindistan başbakanı Modi hakkındaki belgeseli

BBC tarafından Hindistan başbakanı Narendra Modi hakkında hazırlanan ve iki bölümden oluşan bir belgesel, Hindistan yetkililerini kızdırdı. 

“India: The Modi Question” (Hindistan: Modi Sorunu) adlı belgesel, 2002 yılında Müslüman azınlığın yoğun olduğu Gujarat eyaletinde gerçekleşen, aralarında 790 Müslüman vatandaşın olduğu binden fazla insanın ölümüyle sonuçlanan şiddet olaylarında, dönemin eyalet başkanı olan Modi’nin rolünü araştırıyor. Belgesel, Hindistan’da gösterime girmemesine rağmen ülke kamuoyunda tartışmalara yol açtı ve iktidar partisi, Hindu milliyetçisi Bharatiya Janata Partisi’nin (BJP) yetkililerini kızdırdı. Yetkililer belgesele erişimi engellerken, sosyal medya platformlarında paylaşımları da yasakladı. Ancak bu kısıtlamalar belgesele yönelik ilginin daha da artmasına yol açtı. Muhalif birçok kişi ve siyasetçi, belgeselin indirilebileceği linkleri paylaşmaya başladı.

 

Kanada’da yerli halkların çocuklarına ait yeni mezarlar bulundu

Kanada’nın British Columbia bölgesindeki eski bir yerleşim yerinde işaretsiz mezarları araştıran bir ekip, çocuklara ait olduğu düşünülen 66 mezar yeri tespit ettiğini belirterek, yatılı kilise okulu olarak hizmet vermiş St. Joseph Misyonu’na ait alanda çocuklara karşı işlenmiş insanlık dışı suçların kalıntılarına rastladıklarını açıkladı. Yapılan açıklamada, Katolik okulunun bahçesinde gerçekleştirdikleri araştırma sırasında elde edilen bulgulara ek olarak, hayatta kalanlarla yapılan görüşmelerin ve arşiv kayıtlarının, çocuklara yönelik cinsel saldırı sonucu doğan bebeklerin okul alanında ve dışında yakılarak yok edildiğini ortaya koyduğu belirtildi.

Kanada’da daha önce de bölgede ilk yerleşen yerli kabilelerden çocukların toplu mezarları ortaya çıkarılmıştı. 2021 yılının haziran ayında yapılan bir açıklamada, 1990'lara kadar faaliyet göstermiş olan Marieval Yatılı Kilise Okulu’nun bahçesinde resmi kayıtlarda olmayan 751 çocuk cesedi kalıntısının olduğu mezarlar bulunduğu belirtilmişti.

Geçen yıl ABD’de de yerli Amerikalıların çocuklarının zorla alıkonulduğu yatılı okullar hakkında ilk defa yapılan federal bir araştırmada, ülkede 50’nin üzerindeki yatılı okul alanında, yerli ailelerin çocuklarına ait olduğu düşünülen 500 mezar tespit edildiği açıklanmış ve bu sayının artabileceği ifade edilmişti.

 

Trump’a yönelik sosyal medya yasağı kalktı

Trump, 2 yıllık bir yasağın ardından sosyal medya platformlarına geri dönüyor. Twitter’ı satın alan Elon Musk’ın platformdaki Trump hesabını yeniden aktive etmesinin ardından, geçtiğimiz günlerde de Facebook, WhatsApp ve Instagram platformlarının sahibi konumundaki Meta şirketi, Trump’ın bloke edilmiş olan hesaplarına erişime izin verileceğini açıkladı.

Trump’ın 6 Ocak 2021’de aşırı sağcılar tarafından gerçekleştirilen Kongre baskınını teşvik ettiği gerekçesiyle Twitter ve Facebook gibi sosyal platformlardaki hesapları bloke edilmişti. Trump bunun üzerine “Truth Social” adlı kendi sosyal medya platformunu kurmuştu. 

Bu arada, Trump henüz başka hiçbir adayın açıklanmadığı 2024 başkanlık seçimleri için, Cumhuriyetçi Parti’nin aday adayı olduğunu açıkladı ve bu doğrultuda kampanyasını başlattı. Sosyal medya hesapları üzerindeki blokenin kalkmasıyla, seçim kampanyasına ilişkin sesini daha iyi duyurabilecek.


Faruk Sevim Tüm Yazıları

İktidardan hesap sormanın en garantili yolu, kitlesel eylemlerdir

Yunanistan’da çoğunluğu öğrenci 57 kişinin ölümüne yol açan tren faciasının ardından işçi sınıfı hesap sormak için büyük eylemler düzenledi.  

28 Şubat’ta meydana gelen olaydan sonra, işçi ve kamu çalışanları sendikaları sürekli grevler yapmaya başladı, sorumluların istifasını, özelleştirmelerin geri alınmasını ve sistemde kalıcı olarak iyileştirmeler yapılmasını talep etti. Sonuçta Ulaştırma Bakanı istifa etti. 

İşçiler bakanın istifasını yeterli bulmuyorlar, eylemlerine devam ediyorlar. Özellikle özelleştirme sonucu işletmeyi yönetmeye başlayan İtalyan firmanın güvenlik konusunda somut adımlar atmasını talep ediyorlar.

Türkiye’de de demiryolu faciaları oluyor, ama bir istifa bile olmuyor

Türkiye’de Demiryollarının, TCDD’nin özelleştirilmesi konusunda AKP hükümeti epeyce yol aldı. 2013 yılında çıkarılan bir kanun ile TCDD bölünerek şirketler topluluğu haline getirildi, amaç parça parça satmaktı. Personel sayısı yüzde 70 azaltıldı, 10 yıl önce 46 bin olan personel sayısı 13 bine indirildi. İktidar TCDD’nin özelleştirilmesi konusunu sürekli gündemde tutuyor.

TCDD’nin gündemimize gelmesinin diğer bir sebebi de sürekli olan kazalar. Son 20 yılda pek çok kaza yaşandı, en az 94 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Bunların en önemli ikisi halen hafızalarımızdadır. Birisi Pamukova’da olması gerekenden daha hızlı gitmesi talimatı verilen ve bu nedenle raydan çıkan “hızlı” trenin devrilmesi sonucu 41 kişinin ölmesi. Diğeri ise Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde, yolcu treninin devrilmesi sonucu 25 kişinin hayatını kaybetmesi.

Pamukova faciasından sonra iki tren makinistine 1’er yıl hapis cezası verildi. Çorlu faciası davası ise devam ediyor, davada tutuklu sanık yok. Ancak siyasetçiler ve üst düzey bürokratlar bu facialarla ilgili hiçbir ceza almadılar, üstelik istifa bile etmediler.

Yunanistan’da bakanın istifasına kadar giden ve halen devam eden hesap sorma süreci, işçilerin eylemleri sonucu ortaya çıkmıştır.

Türkiye’de de yapılması gereken bu: kitlesel eylemler. Bu eylemler ölümlerin sorumlusu olan iktidarlardan ezilenlerin hesap sorması için en önemli araçtır. 

İktidarın kurduğu korku rejimi ve emek örgütlerinin yöneticilerinin sağcılığı, işçileri ve ezilenleri eylemsizliğe sürüklüyor. Buna karşı mücadele etmeliyiz.

Faruk Sevim


Figen Dayıcık Fırat Tüm Yazıları

Üçüncü darbe!

Çocukluğum, gençliğim Adapazarı’nda geçti. 

Kasabalarında, köylerinde akrabalarım ve tanıdıklarım çok. 

Bu tanıdıklarımın içinde doğal olarak hiç Suriyeli yok çünkü o tarihlerde topraklarını bırakıp gelmek zorunda kalmamışlar. 

99 depreminde tanıdığım bir iki kişinin Migros’u yağmalama haberini almıştım.

Yine 99 depreminde yeni evlenen bir tanıdığım hasarlı binasını bırakıp ailesinin yerle bir olan apartman enkazının başına gittiğinde, evdeki tüm eşyalarının çalındığından habersizdi. 

Ve yine 99 depreminde enkazlardaki ziynet eşyalarının peşine düşenler vardı.

Yağmalama maalesef afet ortamlarında yaşanabiliyor.

Bu nedenle “yağma” sözcüğünün TDK’deki anlamlarını inceledim. Birinci anlamı zor kullanarak ele geçirilen malın alınıp kaçılması, ikinci anlamı ise “akıncılar”ın düşman topraklarına yaptıkları baskın, çapul olarak geçiyor. İkinci anlam konumuzun dışında ama yağmacılık Türklerin bir savaş geleneği aynı zamanda.

Yağma, kabul edilecek bir şey değil, yağma yapanlara kanunun ilgili maddesi uygulanmalı, suçlular adliyeye sevk edilmeli.

Jean Luc Godard’ın yıllar önce adliyede çektiği bir belgeselini izlemiştim. Savcı araba teybi çalan, marketten bir şey çalan ve genellikle bu tarzda adi suçlar işleyen insanların ifadelerini alıyor. Hepsi aynı sosyo-ekonomik düzeyde. Yönetmenin vurgulamak istediği adi suçları işleyenlerin arasında zengin bir gence rastlanmamasıydı. Zengin aile fertlerinin ya da çocuklarının adi suçlardan sorgulandığını, gözaltına alındığını duymayız. Yokluk suçu artıran bir durum. Nice fakir var yapmıyor diyenlerin sesini duyar gibiyim de dünyanın yüzde sekseninin fakir olduğu bir ortamda bu doğal. Övülen İskandinav ülkelerindeki suç oranlarına bakarsanız, yok denecek kadar az. O zaman sorun sistemde. Sistem bozuk olunca toplumun zayıf halkaları, en korunmasızları oluyor. 

Suriyeliler de son yıllarda Türkiye’nin en zayıf halkası.

6 Şubat depremi, insanları binaların altında yaralayıp öldürürken, bazı insanların da ”insanlığının olmadığını” bir kez daha hatırlattı.

Bunlardan biri de Ümit Özdağ. Her şeyi bırakmış, Suriyelilerle ilgili yalan haber yayma çabasında. Neyse ki vicdanlı insanlar, bu adamın gerçek yüzünü gözler önüne seriyor. Suriyeli diye hırsızlıkla suçladığı kişi, arama kurtarma ekibindeki Türkiyeli bir hafız çıktı. Fenerbahçe tırlarının yağmalanmasıyla ilgili haberini hem Fenerbahçe kulübü hem de kendi partisi yalanladı.

Bu adam gibi olan niceleri var: Halk TV’ye Maraş’tan bağlanan Zeki Çekici adlı bir avukat Suriyelilerle ilgili konuşmaya başlayınca televizyon kanalının sunucusu bu haksızlığa dayanamayıp avukatın yayınını sonlandırdı. Hatayspor Asbaşkanı Ethem Sunar da TV 1’de yağma yapıldığını söyledi. Bu adamın kimleri suçladığı malumumuz.

Sağduyulu TV programcıları ve vicdanlı insanlar, karnını doyurmak için makarna alan herhangi birinin yağmacı olarak hedef gösterilmesinin yanlışlığını dile getirdiler. 48 saat ulaşılamayan deprem bölgesinde aç olan herhangi birinin marketten bir şey almasının doğal olduğunu söylediler.

Yağmacılara kızalım da rahat koltuklarından ırkçılık yapanlar, yalan haber üretenler ne olacak? Yağmacıları sosyo-ekonomik nedenlerden dolayı anlayabilirim ama ırkçıları anlamam mümkün değil.

Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü sözcüsü Matthew Saltmarsh, salı günü Cenevre’de düzenlenen basın toplantısında, milyonlarcası depremden önce hayatta kalmak için insani yardıma muhtaç olan, yerinden edilmiş Suriyeliler için bu depremi “çekiç darbesi” olarak tanımladı.

Depremin etkilediği 10 ilde 15 milyonluk nüfusun 1,7 milyonunu Suriyeli mülteciler oluşturuyor. BM raporları, Antep, Urfa, Hatay'da her 4 ya da 5 kişiden birinin mülteci olduğunu belirtiyor. Onlar savaştan kaçtılar, depremde yaşamlarını yitirdiler. 

Suriyelilerin ırkçıların hedefinde olmaları da savaş ve deprem darbesinden sonra üçüncü darbe olsa gerek.

Sağduyu ve vicdan sahibi insanlar sayesinde bu üçüncü darbeden yara almamaları mümkün.

Figen Dayıcık Fırat



Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

Muhaliflerin seçimlere çoklu listeyle girmelerinin tehlikeli riski

Emek ve Özgürlük İttifakı’nın iki ayrı liste ile seçimlere girmesi ve Kürtlerin muhtemelen Mecliste 3-5 daha az milletvekiliyle temsil edilmeleri durumunda, bunun siyasal anlamının ve sonuçlarının ağırlığı çok daha kapsamlı ve derin olacaktır. 

Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi’ne geçilmesi ve Cumhurbaşkanı’nın ilk turda seçilmek için geçerli oyların en az yarısından bir fazlasını (%50+1) alması şartı nedeniyle iktidar partisi AK Parti seçimlerde ittifak sistemini geliştirdi. Esas gerekçe cumhurbaşkanı seçimlerinde aranan %50+1 oya ulaşmayı kolaylaştırmaktı. Aynı zamanda seçimi kazanan cumhurbaşkanının TBMM’de çoğunluk desteğini alabilmesini sağlamaktı.

Evdeki hesap çarşıya uymadı. 2018 seçimlerini, Yüksek Seçim Kurulu’nun yasa dışı olarak mühürsüz oyları geçerli sayması kararıyla kazanan Cumhur İttifakı, yaklaşmakta olan tehlikeyi fark ederek seçim yasasında yeni bir düzenleme yaptı.

TBMM’de 31 Mart 2022 tarihinde kabul edilen 7393 sayılı Milletvekili Seçimleri Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile ucube bir sistem icat etti.

Kanun değişikliğinin ilk maddesinde, 10 Haziran 1983 tarihinde %10 olarak konulan ve dünyada başka bir örneği olmayan milletvekilleri seçimlerindeki ülke barajı %7’ye indirildi.

Kanunla il, ilçe ve sandık kurullarının oluşumlarında seçim güvenliğinin tartışılmasına yol açan bir dizi düzenleme yapıldı.

Ancak esas büyük hileye kanunun ikinci maddesinde başvuruldu. Kötülük iktidarı, kötülüklerine yenisini ekledi.

Seçim yasasına “İttifakın aldığı oy toplamı genel barajı geçtiği takdirde, seçim çevrelerinde milletvekili hesabı ve dağılımı, ittifak içerisinde yer alan her bir partinin o seçim çevresinde almış olduğu oy sayısı dikkate alınarak üçüncü fıkra hükümlerine göre yapılır” hükmünü ekledi.

Bunun anlamı şu: İttifaklar, seçimlere giren partilerin milletvekili seçimlerinde %7 ülke barajını aşmasına katkısı olacak, ancak milletvekili dağılımı hesaplanmasında katkısı olmayacak. İttifak yapan partilerin her birinin oyu bağımsız ve ayrı sayılacak. Bu durumda seçimlere ittifakla girmenin ülke barajını aşmak dışında bir anlamı olmayacak. Herhangi bir parti, illerde milletvekili çıkarabilecek kadar oy alabilirse, milletvekili kazanacak. Alamazsa, oyları ittifakın oy hanesine yazılmayacak, yani heba olacak. Bu durumda oylar o seçim bölgesinde birinci partinin fazladan milletvekili çıkarmasına yarayacak.

Buna göre üç ayrı (Emek ve Özgürlük, Millet ve Sosyalist Güç Birliği) ittifaktaki muhalefet partilerinin milletvekili seçimlerine ittifak şemsiyesi altında ancak kendi parti ve logolarıyla seçimlere girmelerine nasıl bir anlam atfedilebilir?

14 Mayıs 2023 seçimlerinin yüz yılın en kritik seçimleri olduğunun farkında olan ve bunu her fırsatta tekrarlayanların kendi partilerinin ihtiyaçlarını İttifakların asıl hedef ve amacının önüne geçirmiş olmasından başka bir anlam atfedebilmek mümkün değil.

İttifak partilerinin birden çok listeyle milletvekili seçimlerine girmeleri iki sonuca yol açacaktır.  İlki ittifak bileşenleri parti seçmenlerini ortaklaşılan cumhurbaşkanı adayına oy vermeye ikna etmekte ve ortak hedefe odaklanan seçim kampanyası yürütmekte, tek listeyle seçime girmeye göre zorlanacaklar.

Aynı zamanda iktidara, muhalefetin aleyhine kullanacağı bir koz vermiş olacaklar. Bu gibi konularda iktidar partisinin hâlâ marifetli olduğunu her zaman akılda tutmak gerek. Çoklu cumhurbaşkanı adayı olduğu seçim koşullarında ittifak partileri arası rekabetin öne çıkması, muhalefete zarar verici bir etken olabilir.

Muhalefet ittifaklarının çoklu listeyle milletvekili seçimlerine katılmaları hâlinde, Cumhur İttifakı partilerinin fazladan milletvekili çıkarmasına yol açılması sonucunda meclis aritmetiğinin AK Parti lehine değişmesine yol açma riski, siyaseten üstlenilebilecek bir risk olamaz. İktidarın kötülüklerinden kurtulmak isteyen seçmen bu konuda tolerans göstermez.

Seçimlere 45 gün, milletvekili listelerinin Yüksek Seçim Kurulu’na teslim edilmesine bir hafta kaldı. Muhalefet partilerinin oluşturduğu iki büyük ittifakın hâlâ durumlarını netleştirmemiş olmaları bir sorun. İktidar, muhalefetin enerjisini esas hedeften uzaklaştıran gereksiz ve anlamsız işlere aktarıyor olmasından oldukça memnun görünüyor. Büyük bir heyecanla sonuçlarını bekliyor.

Şu bilinmelidir ki, Cumhur İttifakı’nın ülkeyi biraz daha cehenneme çevirmesini kolaylaştıracak, kötülüklerine yol verecek hiçbir hatayı, yanlışı bu ülkenin demokratik muhalefeti affetmez.  Küçük hesapların, kaprislerin, çekişmelerin zamanının olmadığı konusunda bir an önce anlaşılmalı, ittifaklar mümkün olduğunca az çoklu listeyle seçimlere katılmalıdır.

İttifakların milletvekili seçimlerine çoklu listeyle katılmaları durumunda, Millet İttifakı’nda CHPnin, Emek ve Özgürlük İttifakı’nda HDPnin daha az sayıda milletvekiliyle temsili yüksek olasılık.

Sosyalist Güç Birliği’nin ise bugünkü koşullarda kendisini saydırmanın dışında seçimlere girmesinin makul, mantıklı ve sahici izahı olamaz.

Bu yazıyı yazmaya başladığımda Emek ve Özgürlük İttifakı içinde yer alan EMEP’in, ittifakın karma (Yeşil Sol Parti) listesinden seçime katılma kararı aldığı duyuruldu. Bu önemle alkışlanacak, değerli bir karar. TİP’in de hızla benzer bir karar alması barış, özgürlük ve eşitlik mücadelesi yürütenleri ve hedefleri “demokratik başka Türkiye” inşa etmek isteyenleri rahatlatacaktır.

EMEP’in kararında da belirtildiği gibi bu seçimlerden Emek ve Özgürlük İttifakı’nın mümkün olduğu kadar güçlü çıkması ve TBMM’de etkin temsil edilmesi önem arz ediyor. Kötülüklerin iktidarının yerine kurulacak yeni iktidarın ne derece iyiliklerin iktidarı olacağını belirleyecek olanlardan birinin de bu olduğu çok açıktır.

Emek ve Özgürlük İttifakı’nın iki ayrı liste ile seçimlere girmesi ve Kürtlerin muhtemelen Meclis’te 3- 5 daha az milletvekiliyle temsil edilmeleri durumunda, bunun siyasal anlamının ve sonuçlarının ağırlığı çok daha kapsamlı ve derin olacaktır.

Mevcut seçim sistemiyle Emek ve Özgürlük İttifakının çoklu listeyle seçimlerde “kazan kazan” veya “tek bir oyun dahi boşa gitmeyeceği” bir formülü üretebilmesi imkânsız. İttifak bileşenleri bu nedenle üzerlerine düşeni değil, daha fazlasını yaptıklarında anlamlı bir siyasal tutum takınmış olacaklardır.

Hakan Tahmaz



Melike Işık Tüm Yazıları

Sahipsiz köpeklere yönelik saldırılara son!

Sokak köpeklerinin konumunu ve fotoğraflarını yayımlayan web sitesi Havrita’nın son aylarda gerçekleşen köpek cinayetleriyle ilişkisi gündeme gelince toplumdan tepki yağdı. 

Uygulamada önce kendi halinde öylece yatan sahipsiz köpekler, ardından kimi sahipli köpekler ve hatta köpekleri besleyen insanlar sanki varlıkları birer suçmuş gibi ifşalanarak hedef gösterilmeye başlandı. 

Uygulamanın son aylarda artan köpek cinayetleriyle ilişkili olduğu ve uygulamada işaretlenen bölgelerdeki köpeklerin zehirleme gibi saldırılarla karşılaştığı belirtiliyor. Sosyal medyada bu işaretlemelerin gündem olmasıyla sitenin kapatılması için binlerce imza toplandı. Nihayetinde siteye ve sosyal medya hesaplarına erişim engellendi fakat sahipsiz köpeklere yönelik saldırılar devam ediyor.

Uygulamanın sahipleri her ne kadar uygulamanın “önlem ve bilgilendirme” amacı taşıdığını ve hatta hayvan refahını gözettiğini iddia etse de “başıboş köpek çeteleşmesi”, “köpek saldırısı” gibi başlıklarla daha en başından çözüm sunma amacından ziyade bir korku ve nefret aşılama amacı güttüğü anlaşılıyor. Üstelik Havrita, diğer pek çok köpek düşmanı sosyal medya hesabı tarafından destekleniyor. Tüm bu siteler ve sosyal medya hesapları, sokaktaki sahipsiz köpeklere yönelik bir nefretin örgütlenmesi ve yöntemi muğlak bir “başıboş köpeklerden kurtulma” gayesinde birleşiyor. 

Sokakların köpekler için güvenli bir yer olmadığı ve sahipsiz köpek nüfusunun kontrol edilmesinin hem hayvanlar hem insanlar için gerekli olduğu konusunda herkes hemfikirken yapılan bu “başıboş sokak hayvanlarından kurtulma” vurgusu, yöntemi ne olursa olsun başıboş köpeklerden kurtulmak için başvurulan her yöntemin meşru olduğu fikrini pekiştiriyor. 

Oysa medyada sokak hayvanlarını hedef göstererek sunulan saldırıların sorumlusu sokak köpekleri değil; hayvan hakları savunucularının yıllardır dile getirdiği güvenli kısırlaştırma seferberliğini yürütmeyenler, hayvanları birer silah olarak kullanan sahipler ve hayvanların barınma, beslenme gibi temel haklarını hiçe sayan yönetimlerdir. Gelgelelim hesap vermeye, sorumluluk almaya pek de niyeti olmayan tüm bu sorumlular, sahipsiz köpekleri toplamayı, zehirlemeyi ve hatta öldürmeyi bir çözümmüş gibi sunmaya cesaret edebiliyorlar.

Havrita gibi, hayvanların temel haklarını doğrudan tehdit eden uygulamalar tamamen kapatılmalı, bu uygulamalar aracılığıyla hayvanlara saldırılar düzenleyenler 5199 sayılı Hayvanların Korunması Kanunu’nu ihlalden cezalandırılmalı. 

Sokak köpeklerine yönelik saldırılar ve onları hedef alan söylemlere derhal son verilmeli. 

Melike Işık

(Sosyalist İşçi


Meltem Oral Tüm Yazıları

Türkiye-Ermenistan sınırı açılmalı

İkinci Karabağ Savaşı’nın üzerinden bir yıl geçti. 44 gün süren savaşta her iki ülkeden 6 binden fazla asker öldü, yüzlerce kişi kayıp, Azerbaycan hâlâ Ermenistanlı savaş esirlerini tutuyor. Savaş bitmiş gibi görünse de yaz ayları boyunca sınır çatışmaları, ölümler, Azerbaycan’ın geçiş yollarını kapamak gibi hamleleri devam etti. 

Geçen temmuz ayında AGİT Minsk Grubu eşbaşkanları tarafından iki ülkeye müzakerelere dönme çağrısı yapıldı. AGİT Minsk Grubu, 1992’de Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı tarafından kurulan ve Karabağ sorununun çözülmesi için, farklı çıkarlara sahip uluslararası ve bölgesel güç olan ülkelerin dahliyle çalışmalar yürüten bir oluşum. Grubun eşbaşkanları ABD, Rusya ve Fransa temsilcilerinden oluşuyor.  

Savaşın ardından başbakan Nikol Paşinyan’ın istifasıyla birlikte Ermenistan erken seçime gitti ve Sivil Sözleşme Partisi yüzde 53,9 oy aldı. Yeniden başbakan seçilen Nikol Paşinyan da barış görüşmelerine hazır olduklarını deklare etti. Paşinyan’ın müzakere çağrısından iki gün sonra CNN Türk’e röportaj veren Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ise Ermenistan’ın barış anlaşmasına hazır olmadığını hatta karşı olduğunu iddia ederek “pişman olacaklar” dedi. “Savaşı başlattık” itirafında bulunan Aliyev, konuyu Zengezur koridoruna getirdi. 

Son dönemde Türkiye’den hem Erdoğan’ın hem de İbrahim Kalın’ın demeçleriyle birlikte, Azerbaycan ve Ermenistan meselesine dair müzakere açıklamaları iyice hız kazandı. Ancak Türkiye’den yapılan normalleşme açıklamalarının merkezinde halklar arasındaki barıştan ziyade “ekonomik kalkınma ve bölgesel işbirliği” var. Zaten Karabağ’daki savaşın sona ermesinin hemen ardından, aralarında son günlerde adı Pandora belgeleriyle anılan Cengiz Holding’in de olduğu, inşaat, maden, enerji sektörlerinden 11 firma Azerbaycan devletiyle büyük anlaşmalar imzalamıştı. Anlaşmalar Karabağ’da Azerbaycan’ın kontrol etmeye başladığı bölgelerde yol yapımı, inşaat, madencilik gibi faaliyetleri kapsıyor. 

Ambargo

Geçen haftalarda normalleşme meselesine dair “diplomasi başlarsa bir şeylerin alınıp verilmesi lazım” diyen Erdoğan tıpkı Aliyev gibi, Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki gerilimin Zengezur koridorunun açılmasıyla hallolacağını söylemişti. İki liderin de barışın inşasından anladığı, Azerbaycan ve Nahcivan arasında kara ve demiryolu inşa edilmesi gibi görünüyor. Yine iki lider için de Ermenistan’ın barıştan yana olup olmadığının göstergesi, koridorun açılmasını kabul edip etmeyeceği belli ki. İbrahim Kalın da aynı günlerde katıldığı bir televizyon programında normalleşmeye dair bakışını “Bakın Ermenistan fakir bir ülke. Azerbaycan, Türkiye ekonomileri var. Bundan faydalanabilir” sözleriyle açıklamıştı. 

İbrahim Kalın’ın dem vurduğu Ermenistan ekonomisini olumsuz etkileyen en önemli faktörlerden birisi Türkiye’nin Ermenistan sınırlarını kapalı tutarak uyguladığı ambargo. Azerbaycan ve Türkiye tarafından normalleşme görüşmelerinin adeta bir koşulu olarak konulan Zengezur koridoru, Azerbaycan ve Türkiye arasında Ermenistan ve Nahcivan’dan geçerek birleşmesi planlanan kara ve demiryolu hattı. Hattın Ermenistan kısmı 43 kilometre. Türkiye devletinin tek taraflı olarak kapattığı sınır ise 325 kilometre. Türkiye devleti iki ülke arasındaki normalleşme müzakerelerinde bölgesel güç olarak kendi çıkarlarını dayatmak yerine, hızla kapalı tuttuğu Ermenistan sınırını açmalı.

---

‘Kardeşlik’ sözlerinin gizledikleri

İktidar tarafından halka, Azeriler ve Ermeniler arasındaki mücadelenin tarihsel bir kavga olduğu anlatılıyor. ‘Kardeş Azerbaycan’ı desteklememiz gerektiği söyleniyor. Türkiye’yi yönetenler neden bu propagandayı yapıyor?

Karabağ’daki savaşın ardından, Azerbaycan’ın kontrol etmeye başladığı bölgelerde inşaat, maden, mühendislik faaliyetleri için Türkiye’den ondan fazla firmayla milyon dolarlık sözleşmeler imzalandı. Olağan şüpheliler Cengiz Holding, Kalyon Grup, Kolin İnşaat, Özgün Yapı bu firmalardan bazıları. Anlaşmaların en büyüğü Cengiz Holding’e ait Eti Bakır ve Azerbaycan Ekonomi Bakanlığı arasında imzalandı. Eti Bakır ayrıca bir madenin 30 yıllık arama ve işletme ruhsatını aldı. Cengiz ve Kalyon’un ortak şirketi Artvin Maden’e ruhsatlar verildi. Birkaç gün önce Cengiz Holding, ikisi Karabağ’da olmak üzere 3 yeni bölgede maden arayacağını duyurdu. Kolin İnşaat ve Özgün Yapı tarafından, Azerbaycan’dan Şuşa’ya giden ve Aliyev’in zafer yolu dediği yol yapılıyor. Bunların dışında çok sayıda altyapı, yol, inşaat anlaşmaları yapıldı. Her savaşta olduğu gibi bu savaşın merkezinde de en zengin aileler ve yükselen holdinglerin çıkarları duruyor.


Nevzat Onaran Tüm Yazıları

Mustafa Suphi, Ankara’nın tuzağına düştü

Mustafa Suphi, yoldaşlarıyla ne büyük umutla kar kış demeden yola çıkmıştı. Davet sahibi TBMM Reisi Mustafa Kemal’di. Kabul eden de Suphi liderliğindeki Türkiye Komünist Fırkası’ydı (TKF). Kars’ta Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’in konuğu olarak üç haftaya yakın kalmalarından şüphelendiler mi? Bilemiyoruz. 22 Ocak’ta Erzurum’a geldikten sonra artık geç kalınmıştı. Çünkü, Ankara-Kars-Erzurum üçgeninde belirlenen plan yürürlükteydi. Büyük olasılıkla Erzurum’da esir alındılar ve Trabzon yolculuğu böyle başladı; 28 Ocak 1921 gecesi Karadeniz sularında bitti. Erzurum ve Trabzon Kuvayı Milliyecileri görev başındaydı. Suphi ve yoldaşlarının katli, siyasal cinayet zincirinin 1921’deki halkasıydı. Öncesinde 1915’te Ermeni mebuslar Krikor Zohrab’la Vartkes ve sonrasında 1948’de Sabahattin Ali, 1979’de Abdi İpekçi, 1980’de Kemal Türkler, 1991’de Vedat Aydın, 1992’de Musa Anter, 1993’te Uğur Mumcu ve 2007’de Hrant Dink… Hiç şüphesiz onlarca isim sayabiliriz. Onlarca fiil, ama fail yok; ne tesadüf?

Suphi’ye resmi davet

TBMM Reisi Mustafa Kemal ile TKF Merkez Heyeti Reisi Mustafa Suphi arasında doğrudan ve dolaylı ilişki kuruldu. Mustafa Suphi, Mustafa Kemal’le ve Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’le hem yazıştı hem de parti görevlileri görüştü. Süleyman Sami, “BMM Reisi M. Kemal Paşa Hazretlerine” hitabıyla başlayan 15 Haziran 1920 tarihli mektupla Ankara’ya gitti. Sonra 2 Ağustos’ta [Ermenileri imha edenlerden eski Zor Mutasarrıfı] Salih Zeki, Karabekir’le görüştü ve Karabekir’in mektubuyla[1] Trabzon üzerinden Ankara’ya ulaştı. Kâzım Paşa'nın sırf memleketin yararı için komünist ve Bolşevik göründüğünü[2] belirten Mustafa Kemal, Salih Zeki’den de bir mektup aldı. Mektupta komünist teşkilatın amacı açıklanıyordu. Mustafa Suphi’ye, Mustafa Kemal yazılı ve Kâzım Karabekir şifahi cevap verdi. Mustafa Kemal’in “Mustafa Suphi Yoldaş” hitabıyla başlayan 13 Eylül 1920 tarihli mektubunda, halk hükümeti ve idarenin esas olarak seçimle belirlendiği gibi şuralara atıf yapıldı. Aynı hedefe yüründüğü için TBMM’ye yetkili bir delegenin gönderilmesini isteyen Mustafa Kemal’in ikili görüşmede önemle üzerinde durduğu bir konu da Sovyetlerden gelen yardımdır.[3]

Yardımların başladığı bir dönemde Sovyet Rusya’yla ilişkiye önem veren Mustafa Kemal ve diğer muhatapların Suphi’ye yazılı veya şifahi verdiği ortak mesaj, tek yetkili makam TBMM’dir. Suphi de sonraki iki mektubunda bu düşüncede olduğunu beyan edecektir.

Mustafa Kemal’in 14 Eylül’de Garp Cephesi Kumandanı Ali Fuat’a (Cebesoy) gönderdiği şifresinde konu, Mustafa Suphi ve komünizmdir. Mustafa Kemal, “Mustafa Suphi Yoldaşa da yazdığım veçhile ne yapılacak ise hükümet vasıtasıyla” yapılmasını ve alenen komünizm ve Bolşevizm aleyhtarlığını uygun bulmadığını yazdı. Mustafa Kemal, Ali Fuat’a 26 ve 31 Ekim tarihlerinde de gönderdiği iki şifredeyse, “hükümetin malûmatı tahtında” 18 Ekim’de resmen TKF’nin kurulduğunu ve “maksadı millimizin kahramanı arkadaşlarımız[ın] bu teşkilâtta” bulunacaklarını bildirdi.[4]

Suphi, Kasım 1920’de ikinci mektubunu Mustafa Kemal’e cevaben yazdı, yedi maddeydi. Karabekir’in Ermenistan harekâtı ve gönderilen ‘Türk Kızıl Alayı’ hakkında değerlendirme yapılan mektupta, temel talep, Türkiye’de kendiliğinden doğan komünist teşkilatların kanuni bir şekle sokulmasıydı.[5]

M. Kemal’in Suphi’ye yazdıktan sonra resmi TKF’yi kurdurması, gerçekte neyi amaçladığını anlaşır kılmaktaydı. İki tane TKF olamayacağına göre öncelikle tasfiye edilecek olan Suphi’nin partisiydi. Suphi ve yoldaşlarının imhası, hiç kuşkusuz bu yönde bir icraattır ve devamında komünizme yasak dili resmileştirildi.

M.Kemal-M. Suphi yazışması ve ilgililer arasındaki ikili görüşmeler ortaya koymaktadır ki, resmen Suphi şahsında TKF heyeti davet edilmiştir. Bu genel kabule rağmen, Yavuz Aslan “gönüllü davet” olmadığı iddiasındadır. M. Suphi de davete icabet edecek tavrındadır.[6] Suphi’ye davet Meclis’te de müzakere edildi; hem de Suphi ve yoldaşlarının Erzurum’a geldiği 22 Ocak 1921’de. Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni’nin TKF ile ilişki kurmak ve mektuplaşmakla ilgili ağır ithamına cevaben net konuştu: “Mustafa Suphi ile ilk temasta bulunduğu[m] zaman yalnız muhabere etmedim. Benim nezdimde ademi mahsus göndermişti. Hakikaten Eskişehir’de bulunduğum sırada Mustafa Suphi’nin ve daha bir adamın [Azadan Mehmet Emin] imzasıyla bir vesikayı ve bir [15 Haziran 1920 tarihli] mektubu hamilen bir zat [Süleyman Sami] bana mülaki oldu (ulaştı). Mustafa Suphi bana müracaat ediyor ve diyor ki, bizim hariçte maksadı teşekkülümüz dâhildeki maksadı millimizi teshil (kolaylaştırmaktan) ve teminden (sağlamaktan) ibarettir […] Bu adam [Mustafa Suphi] Lenin’in yegâne adamıdır. Lenin, Türkiye hakkında bir iş yapmadan evvel mutlaka Suphi ile [görüşmektedir.] […] Ben doğrudan doğruya Mustafa Suphi’nin mektubuna cevaben [13 Eylül 1920 tarihli mektubu] yazdım […] Asıl mektubu getirip de mahrem tebligatta bulunan, söylediğim şeylerin hepsi hakkında müspet, müeyyid delaili (doğrulayan deliller) kafiye (yeterince) mevcuttur. Tekrar delile hacet yoktur.”[7]

Mustafa Kemal'den plana onay

Suphi ve yoldaşları Kars’a gelmeden çalışmaya başlandı. Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir, 25 Aralık 1920’de Müdafaa-i Milliye Vekâleti’ne yazdı. Önerisi, Suphi’nin refakat eşliğinde Ankara’ya gönderilmesiydi. Telgraf, TBMM Reisi Mustafa Kemal dâhil ilgililere aktarıldı. Bunun üzerine Mustafa Kemal’in Karabekir’e gönderdiği 29 Aralık tarihli şifresinde, Suphi’nin komünizm cereyanlarını körüklemesinin mahzurlu olduğu belirtildi.[8] Bu, Ankara-Kars hattında ne yapılacağını belirlenmenin yazışmasıydı.

Suphi liderliğindeki TKF heyeti ancak 28 Aralık’ta Kars’a gelebildi ve üç haftaya yakın burada tutuldu. Neden beklendi veya bekletildi? 2 Ocak 1921’de Suphi, Moskova’ya giden ekipten Moskova Sefiri Ali Fuat, Maarif Vekili Rıza Nur’la görüştü[9] ve elbette buradan notlar Ankara’ya aktarıldı. Hem bu görüşme notları hem de Mustafa Kemal’in 29 Aralık tarihli şifresinde belirtildiği gibi, Kâzım Karabekir’in Suphi’yle görüşmesinden ne yazdığıyla ilgili bilgi, anıları saymazsak gün yüzüne çıkmadı.

Mustafa Kemal’in, Suphi’nin Kasım 1920 tarihli mektubuna cevap verip vermediği bilinmiyor. Kars’ta bulunan Suphi, 2 Ocak’ta TBMM Riyaseti’ne bir mektup daha yazdı.[10] Resmi TKF’nin kurulmasının memnuniyetle karşılandığı belirtilen mektupta, “Emelimiz memleketin müdafaa cephesini zayıf düşürmek değil […] hükümete yardımcı olmaktır. Bu gayeyi kanunların veregeldiği müsaadeler dâhilinde gereken kolaylığın gösterilmesini rica […] ve sizlere katılmakla onur duyacağımızı arz ederiz” denildi. Mektupta hükümetin 4 Ocak’ta okunduğu notunun varlığı çok önemlidir.

Suphi, sonunda bu iyi niyetinin kurbanı oldu. Zaten TKF’nin dönemsel politik analizi Ankara’dan ayrıksı değildir. TKF’nin 8 Kasım 1920’de aldığı kararda ve sonraki değerlendirmelerinde[11] Anadolu [Türk] millî kuvvetlerine, Hıristiyan milletlere ve Sevr’e bakışında Ankara ile paralellik vardır. Paralellik sonrasında daha da derinleşti. 1986’da TKP MK ve 1988’de TBKP MK Üyesi Ahmet Kardam’a göre, TKP, Ermeni soykırımını göremedi ve “Kürt isyanlarını gerici feodal isyanlar olarak” değerlendirdi.[12]

Mustafa Kemal’in vurguladığı gibi hükümetin Kâzım Karabekir’e verdiği talimat[13] ve Ankara-Kars hattında belirlenen plan, Erzurum Valiliği’ne Ankara emri olarak bildirildi. 2 Ocak’ta Kâzım Karabekir, Erzurum Valisi Hamit’e Suphi ve heyetinin Ankara’ya gönderilmemesinin Ankara emri olduğunu yazdı. Valinin yaptığı hazırlıkta öne çıkan teşkilat, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Heyeti’nin istifa etmesiyle 15 Ocak’ta kurulan Erzurum Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. Anlıyoruz ki, cemiyet, 1960’lardaki Komünizme Mücadele Derneği’nin 1920’ler versiyonudur. Mete Tunçay’a göre, bu cemiyetin Erzurum’daki kışkırtmalarının arkasında Erzurum Valisi ‘Deli’ namıyla tanınan Hamit (Kapanlı) ve Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir vardır. 16 Ocak’ta vali, Mustafa Kemal’e gönderdiği telgrafında hem yeni kurulan cemiyeti hem de Kâzım Karabekir’le alınan kararı aktardı. Buna göre, Suphi ve TKF heyeti halkın galeyanından korunacak ve hudut haricine sevk etmek amacıyla Trabzon’a gönderilecektir.[14]

Erzurum’da Suphi ve yoldaşlarına ne yapılacağı, 3/4 Ocak’ta Kâzım Karabekir-Vali Hamit yazışmasına göre netleştirildi. 11 Ocak’ta Kâzım Karabekir, plan hakkında hem Ankara’yı bilgilendirdi hem de valiye cevaben onaylandığını yazdı. Aynı gün Kâzım Karabekir, Mustafa Suphi ve Ethem Nejat’la görüştü[15] ve onlara hükümeti haberdar ettiğini bildirdi. Üç gün sonra Karabekir, validen, saldırının olmaması için tedbir almasını istedi. 16 Ocak’ta valilikten Mustafa Kemal’e plan bilgisi aktarıldı ve 18 Ocak’ta Ankara’dan cevaben “Tedabiri âliyeleri musiptir (isabetlidir)” denildi.[16] Böylece valilik, ‘onay’ bilgisini Kâzım Karabekir’in bildirmesine rağmen, Ankara’dan ikinci kez aldı.

İmhadan üç gün önce 25 Ocak’ta Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Mustafa Durak ve Elcezire Cephesi Kumandanı Nihat Paşa’ya Suphi ve yoldaşlarına yapılacakları, o güne kadar yapılanları yedi maddede özetledi. 22 Ocak’ta gizli celsedeki müzakere, birinci maddede “Komünizm sorunu, Meclis’te gizli toplantıda konuşuldu. Meclis ve hükümet komünizmin ülkede uygulanmayacağı hakkındaki kanısını kesin ve heyecanlı bir surette açıkladı” diye aktarıldı. Doğrudan plan, icrası ve onay hakkında olan beşinci maddede, “Erzurum’da Mustafa Suphi hakkında ulusal tepkilerin planını, daha önce Kâzım Karabekir Paşa’nın ve sonra [vali] Hamit Beyin yazılarıyla öğrenmiş ve uygun bulmuştum. Herhalde doğrudan gelecek yıkıcı herhangi bir akıma karşı Erzurum ve Trabzon’un ve bütün ülkenin bir demir duvar durumunda bulunacağına güveniyorum” denildi. Diğer maddelerde, hükümetin komünizme karşı gerekli önlemi aldığı, Rusya ile dostça ilişkilerin bozulmayacağı, Erzurum’daki cemiyetin önemli görev icra ettiği ve ayrıca Karabekir’e yazıldığı da ifade edildi.[17]

“Teçhizat ve para yardımı yapan Sovyetler gücendirilmeyecek” koşuluyla Ankara-Kars-Erzurum üçgeninde belirlenen ve Ankara’nın onayladığı plan şöyledir: 1- Heyet [Suphi ve yoldaşları] Erzurum’a vardığında halk kışkırtılmalıdır. 2- Heyette, Ankara’ya gidemeyecekleri ve kalamayacakları izlenimi uyandırılmalıdır. 3- Heyet Trabzon’a yönlendirilmelidir. 4- Trabzon’da da halk heyete karşı kışkırtılmalıdır. Yazılmayan 5’inci maddeyse, komünistlerin Karadeniz’de imhasıydı.

18 Ocak’ta Suphi ve yoldaşları, imha planından habersiz ve başlarına ne geleceğini bilmeden Kars’tan Erzurum’a trenle hareket etmiştir.

Ferman TBMM tutanağında

Suphi ve yoldaşlarının Kars’a gelişinden imhasına, Yahya Kâhya’nın[18] ve Trabzon Mebusu Ali Şükrü’yle Topal Osman’ın öldürülmesi bir bütün olarak dikkate alındığında, Erzurum üzerinde karar/onay mercii Ankara’dır. 22 Ocak 1921 tarihli TBMM gizli celse zaptı[19] da İsmail Hakkı’nın (Tekçe) itirafı öncesinde konumu itibariyle Mustafa Kemal’in rolünü anlaşılır kılmaktadır. Tutanak aslında “komünistlerin katli vaciptir” fermanıdır.

22 Ocak’ta Mustafa Kemal, Hüseyin Avni’nin bazı konularda bilgilendiğini kabul ederek, “Kâzım Karabekir Paşaya Heyeti Vekile’den verilen talimata vakıf mısınız?” diye sordu. Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir’i takdir ediyor ve onay makamının hükümet olduğunu hatırlatıyordu! Sonraki aylarda TBMM’de Mustafa Kemal’in I. Grubu’na karşı oluşacak II. Grup lideri Hüseyin Avni’nin, yaptığı konuşmanın dört mesajı vardı: 1- Mustafa Suphi’ye millet ve hükümet namına mektup yazılmış ve söz verilmiştir. Bununla Kâzım Karabekir ve Mustafa Kemal, ismi verilmeden suçlanmıştır. 2- Mustafa Suphi’yle ilişki kuran ve heyeti davet eden cezalandırılmalıdır. 3- Mustafa Suphi, şarkta yalnız başına değildir. Bir heyet gönderilmeli ve tetkik edilmelidir. 4- Ankara’da kurulan [resmi] TKF’ye para aktarılması usulsüzdür.

TBMM Reisi Mustafa Kemal de Hüseyin Avni’yi yanıtladı: 1- Komünizm “memleketimiz, milletimiz ve dinimiz” adına kabul edilemez. 2- Resmi TKF, Mustafa Suphi’nin TKF’sine karşı özel izinle kuruldu ve gerektiğinde kendileri dağılacaktır. 3- Evet, Mustafa Suphi ile ilişki kuruldu ve mektuplar yazıldı. 4- Bundan sonra Mustafa Suphi ile görüşülmeyecek ve mektup yazılmayacaktır. 5- Mustafa Suphi’yi şarkta karşılayan Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’dir. 6- Mustafa Suphi’yi ve heyettekileri “sınır dışına tard” etme yani Ankara’ya gelmesini engelleme planını hazırlayan Kâzım Karabekir’dir. 7- Suphi ve yoldaşlarıyla ilgili [imha] planın gereği yapılacaktır.

Anlıyoruz ki, Mustafa Kemal ve Hüseyin Avni anti-komünizmde yarışıyor. Tutanak ortadadır, Mustafa Kemal net konuşmuştur: Anti-komünizm ötesinde Suphi ve partisini TKF’yi bitirecek plan icra edilecektir! Plan gereği 22 Ocak’ta Erzurum’dan kovalanan Suphi ve 13 yoldaşı, 28 Ocak’ta gece Trabzon’a sokulmadan Batum’a gönderilmek gerekçesiyle motorlara bindirildi ve Karadeniz’de imha edildi. Böylece Ankara’nın Türk millî güçleri, Türk komünistlerini, Yunan işgalci askerinden önce denize döktü!

Komünistlerin imhası

Plan icrasının ilk adımı teşkilatlanmaktır. 15 Ocak’ta Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu ve Ankara’yla temasa geçti. Mustafa Kemal, 22 Ocak’ta gizli celsede cemiyetin okunan telgrafına cevabını 25 Ocak’ta gönderdi. 22 Ocak’ta heyecanlı görüşme yapıldığı ve milletin komünizmi kabul etmeyeceği belirtilen cevapta, “Hükümetin, bu görüşe uygun olarak hareket edeceği tabii bulunmakla, Erzurum’un sayın ahalisini, milli birliğimizi daima yenileyip güçlendirici olan sağlam durumlarını iç rahatlığıyla” sürdüreceği vurgulandı.[20]

Suphi ve yoldaşları, Erzurum Valisi’nin Bayburt kaymakamına ve Ankara’ya yazdığı gün, 22 Ocak’ta Erzurum’a geldi. Mustafa Kemal, planın Erzurum’daki icrası hakkında tekrar bilgilendirildi. Buna göre, cemiyetin faaliyetiyle, Suphi ve yoldaşları kovuldu, onlar da Trabzon’a kaçtı ve halk yiyecekle yatacak yer vermedi. Trabzon’a kovalanan Suphi ve yoldaşları için 24 Ocak’ta Kâzım Karabekir, Bayburt kaymakamını ve 12. Fırka Kumandanlığını uyardı: TKF mensupları kabul edilmeyecekti.[21]

TKF heyeti öncelikle Erzurum’dan, ardından Bayburt, Gümüşhane ve Torul güzergâhında Trabzon’a kadar kovalandı. Heyet ancak 28 Ocak’ta gece Trabzon’a vardı. 2/3 Şubat’ta, Trabzon’a sokulmayan Suphi dâhil 14 kişinin motorla sahilden uzaklaştırıldığını Genelkurmay’a bildiren Kâzım Karabekir, ölümden bahsetmedi. Heyet 19 kişi olup beş kişi alıkondu. Bunlardan biri de Suphi’nin karısı Mariya (Meryem) Suphi’dir. Trabzon’da imhayı organize eden Yahya Kâhya, Mariya Suphi’yi “kendisine kapatma yapmış” ve heyetin maddi imkanlarına da el koymuştur.[22]

TKF’ye göre 16 partili öldürüldü.[23] Canını kurtaranlardan biri de Süleyman Sami’dir ve 3. Fırka Kumandanı Rüşdü’nün 20.7.1921 tarihli raporuna[24] göre, heyette Ankara’yla temaslı kişidir. TKF’de de bu yönde tartışma[25] olmuştur, ama o sıra bitirilememiştir.

TKF, aylar sonra yoldaşlarına ne olduğunu gündemine alabildi. Merkez Komitesi, Suphi ve yoldaşlarının katledilmesini 3 Mart 1921’de ilk kez görüştü ve ancak bir ay sonra 2 Nisan’da Moskova’ya bildirdi.[26] Bu arada 16 Mart’ta Sovyetlerle antlaşma imzalandı. Peki TKF teşkilat merkezi, katliamı Bolşeviklere bildirmekte neyi bekledi?

Sovyetlerle ilişkinin bozulmasının istenmediği koşullarda, Suphi ve yoldaşlarının katli hemen o anda akla gelmiş ve uygulanmış olamazdı. Nitekim ilgili yazışma ve görüşmeler, heyetle ilgili Ankara-Kars-Erzurum hattının işletildiğini, imhanın kararlaştırıldığını ve M. Kemal’den onay alındığını göstermektedir. Anadolu’daki varlığından bahsedilen komünist-Bolşevik hareket de o denli zayıftır ki, Suphi ve yoldaşlarını karşılamada ve katliam sonrasında bir varlık gösteremedi.

‘Öldürün’ diyen bellidir

Ankara hükümeti, Sovyet Dışişleri’ne M. Suphi ve yoldaşlarının ölümünün bir deniz kazası olduğunu yazdı. Yahya Kâhya’ya kimin emir verdiği bilinmiyor[muş]! Mete Tunçay, “Yahya’ya Suphi grubunun ortadan kaldırılması için kimin emir verdiği kesinlikle belli değildir. Bu buyruğun Karabekir’den çıkmış olması muhtemeldir. Ankara’nın ise, önceden haberinin olup olmadığını kestirmek güçtür” ve “eğer günün birinde M. Suphilerin öldürülmesinin onun [M. Kemal] emrettiği kanıtlanırsa, çok şaşacağım!” değerlendirmesini yaptı.[27] Ayrıca Yahya’ya emri verenin ya İttihatçılar[28] ya da doğrudan Ankara veya Ankara insiyatifiyle Kâzım Karabekir-vali Hamit ikilisi olabileceği[29] de öne sürüldü. Kâzım Karabekir[30] ise, Mustafa Suphi’nin İttihatçı aleyhtarlığı yüzünden öldürülmüş olacağını belirtti ve Enver Paşa’nın Sovyetlerle mücadelesinden dolayı Bolşeviklerin de Yahya Kâhya’yı öldürtebileceğini iddia etti.

Yahya’nın tutuklanması, beraat etmesi ve ardından 3 Temmuz 1922’de öldürülüp susturulması, iç çekişme ve saireyle gerekçelendirilirse de dönemin ‘özel muhafızı’ ve sonra Çankaya Muhafız Alay Komutanı İsmail Hakkı’nın (Tekçe), Topal Osman’ın iki fedaisiyle Yahya Kâhya’yı (300 kurşunla)[31] öldürdüğünü açıkladığı 4 Aralık 1977’de, düğüm çözüldü. Çünkü İsmail Hakkı Tekçe, Mustafa Kemal’e rağmen Trabzon’a gitmiş olamazdı. TBMM heyeti, zaten bu adrese ulaşmıştı; Yahya’yı öldürenler Ankara’dan gelen Topal Osman’ın adamlarıydı; bu kadar! İstihbarat Müdürü’yken Trabzon’da soruşturma yapan Feridun Kandemir’e göre, suikastın faili Yahya da “Yalnız değildim” tehdidini savurmuştu.[32] İsmail Hakkı Tekçe, bu fiiliyle ilgili beyanı öncesinde 16 Kasım 1968’de de Trabzon Mebusu Ali Şükrü’nün öldürülmesini organize eden Topal Osman’ın 2 Nisan 1923’te kendisinin yer aldığı ekip tarafından öldürüldüğünü açıklamıştı.[33] Bitmedi İsmail Hakkı Tekçe, Çankaya Muhafız Alay Komutanı Albay olarak 1937 yılı Nisan-Eylül döneminde, Dersim’de de görevlidir.[34] İcrasıyla İsmail Hakkı Tekçe, kelimenin tam anlamıyla Çankaya’nın özel fedaisidir.

Ankara’da Suphi ve yoldaşlarının 28 Ocak 1921’de katlinden ve 16 Mart’ta Sovyetlerle antlaşmanın imzalanması sonrasında komünizme karşı taktikte yeni aşamaya geçildi. Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1921 tarihli mektubunda, komünizme müsamahanın bittiğini yazdı.[35] Artık resmî TKF’ye de gerek kalmayacaktır. Ve zamanla anti-komünizm, Türk devletinin ideolojik konumlanmasında içselleştirdiği bir unsuru olacaktır!

Buraya kadarki tüm yazışmalardan/anlatımdan çıkardığım yalın gerçek şudur:

1- Mustafa Suphi ve yoldaşları resmen Ankara’ya davet edilmiştir.

2- TBMM Reisi Mustafa Kemal’le Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir yazışmasıyla belirlenen plan, TKF heyetinin Erzurum-Trabzon hattında kovalanması ve Karadeniz’de imhasıdır. Bunun için Erzurum ve Trabzon Kuvayı Milliyecileri seferber edildi.

3- Planı onaylayan BMM Reisi Mustafa Kemal’dir.

4- Planın sahada teşkilatlandırılmasını yapan kumandan Kâzım Karabekir’dir

5- Trabzon’da imhayı yapacak görevli Yahya Kâhya’dır.

6- Plan icrası sonrasında Yahya Kâhya, ardından mebus Ali Şükrü ve Topal Osman öldürüldü. Çankaya fedaisi İsmail Hakkı Tekçe’nin beyanlarıyla sabittir ki, Çankaya, cinayet zincirinin ortasındadır!

1915’lerden, 1921’e ve bugüne, faili meçhul siyasal cinayet zincirinin herhangi bir halkasını kopartacak hukuki sistem oluşturulamadığı için yeni halkalar eklendi, ekleniyor. Zincirin kopartılması, hiç kuşkusuz siyasal cinayetleri var eden Türkçü-Sünni İslamcı ekonomik politiğin ilgasıyla mümkün olacaktır!

NOTLAR

[1] Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul-1960, s. 831-832, 834.

[2] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 335-336.

[3] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-1 (1908-1925), BDS Yayınları, İstanbul-2000, s. 100-101 ve Belgeler-s. 338-339; Yavuz Aslan, Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, Türk Tarih Kurumu, Ankara-1997, s. 269-280; Dönüş Belgeleri-1, TKP MK 1920-1921, çeviren: Yücel Demirel, TÜSTAV, İstanbul-2004, s. 49-50, 112-117.

[4] Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hâtıraları, Temel Yayınları, İstanbul-2000, s. 515-518, 551-554; Mete Tunçay, age, s. 151.

[5] Dr. Samih Çoruhlu’dan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 339-340.

[6] Mete Tunçay, age, s. 102 ve Belgeler-s. 354; Yavuz Aslan, age, s. 288-291; Hamit Erdem, Mustafa Suphi, 3. Baskı, Sel Yayıncılık, İstanbul-2010, s. 200-202; Dönüş Belgeleri-1, s. 72-78, 123, 160, 238, 271.

[7] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 336.

[8] ATASE’den aktaran Yavuz Aslan, age, s. 299-301.

[9] Mete Tunçay, age, 102, 152; Yavuz Aslan, age. S. 301-303; Hamit Erdem, age, s. 225-229.

[10] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 341, 345.

[11] Dönüş Belgeleri-1, s. 152-155 (8 Kasım 1920), 323, 331; Dönüş Belgeleri-2, TKP MK 1920-1921, çeviren: Yücel Demirel, TÜSTAV, İstanbul-2004, s.79.

[12] Birikim, Eylül 2020, sayı: 377, s. 43.

[13] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 337

[14] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 351; Yavuz Aslan, age, s. 306-307, 312-314.

[15] Kâzım Karabekir, age, s. 909-910.

[16] Mete Tunçay, age, s. 152 ve Belgeler-s. 351, 353; Yavuz Aslan, age, s. 307-315; Hamit Erdem, age, s. 230-237.

[17] Cihat Akçakayalıoğlu’ndan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 246.

[18] Yahya Kâhya olarak bilindi, ama hakkındaki çalışmada adı Kâhya Yahya’dır (Uğur Üçüncü, Kâhya Yahya, Serander Yayınları, Trabzon-2015).

[19] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 326-337.

[20] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 326; Cihat Akçakayalıoğlu’ndan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 245-246.

[21] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 352-353; Yavuz Aslan, age, s. 316-320.

[22] Mete Tunçay, age, s. 102, 153 ve Belgeler-s. 356; Yavuz Aslan, age, s. 321, 331-332. Türkiye Komünist Gençler Birliği azası Abdülkadir’in 1 Ekim 1921 tarihli anlatımı, Dönüş Belgeleri-2, s. 157-169.

[23] Dönüş Belgeleri-2, s. 151-153

[24] ATASE’den aktaran Yavuz Aslan, age, s. 271-273.

[25] Dönüş Belgeleri-2, s. 131-136, 141-142.

[26] Dönüş Belgeleri-2, s. 115-121, 128-130.

[27] Mete Tunçay, age, s. 153-154 ve Belgeler-s. 356.

[28] Yavuz Aslan, age, s. 353-359.

[29] Hamit Erdem, age, s. 267.

[30] Kâzım Karabekir, age, s. 1147-1148.

[31] Lazistan Mebusu Ziya Hurşid açıkladı (TBMM ZC, devre: 1, cilt: 28, 29 Mart 1923, s. 231).

[32] Mete Tunçay, age, s. 154 ve Belgeler-s. 355; Yavuz Aslan, age, s. 339-342, 353-354; Feridun Kandemir, Atatürk’ün Kurduğu Türkiye Komünist Partisi ve Sonrası, Yakın Tarihimiz Yayınları, İstanbul-1965, s. 184-186.

[33] TBMM ZC, devre: I, cilt: 28, 29 ve 31 Mart 1923, s. 226-233 ve 243-244 ile 2.Nisan 1923, s. 304-308; Cemal Şener, Topal Osman Olayı, Ant Yayınları, 3. baskı. İstanbul-1998, s. 101.

[34] Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyeti'nde Ayaklanmalar (1924-1938), Genelkurmay Basımevi, Ankara-1972, s. 399-401; BCA-F: 030.10/K: 110, D: 745, S: 19; BCA-F: 030.10/K: 111, D: 745, S: 18; BCA-F: 030.10/K: 111, D: 745, S: 19; BCA-F:490.01/K: 1137, D: 146, S: 4.

[35] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 246-247.


Nuran Yüce Tüm Yazıları

Kuraklık artıyor

Kuraklığın depremi bile aratacağını söylemek hepimize çok ağır gelecektir. Yaşadığımız deprem felaketinden ve de cinayetinden daha kötüsünün olabileceğini duymak bile istemeyiz. Oysa deprem meselesinde de yıllardan beri bilim insanlarının çok net uyarıları ve öngörüleri vardı. Türkiye’de hangi fay hatlarının aktif olduğu, bunların kaç şiddetinde depremlere yol açacağı ve hangi bölgelerin etkileneceğine ilişkin sayısız rapor yayınladılar. Sonuç, beklenen doğal afetler gerçekleşti, bu uyarıları dikkate almayan hükümet asrın felaketinin asrın cinayetine dönüşmesine yol açtı. 

Meteorolojik ve tarımsal kuralık

Bilim insanları tarafından iklim krizi bağlamında aynı uyarılar yapılmakta. İklim krizinden en fazla etkilenecek Türkiye için yapılan uyarılar arasında da kuraklık yer almakta. Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün (MGM) hazırladığı üç ve altı aylık, bir yıllık ve geriye doğru giden kuraklık haritalarından anlaşılan dönemsel bir kuraklık yaşanmadığı bunun bir eğilim haline geldiği. 

Son üç ve altı aylık kuraklık haritalarını yorumlayan bilim insanları şu an ciddi bir meteorolojik kuraklığın içinde olduğumuzu ifade ediyorlar. Bir bölgenin üç ay boyunca yağış almaması ya da az yağış alması ile başlayan meteorolojik kuraklık altı ay ve sonrasında toprağın neminin azalması ile birlikte tarımsal kuraklığa dönüşüyor. Yağışların bir yıldan daha uzun süre gerçekleşmemesi ile de akarsuların debisinde, barajların doluluk oranlarında düşüşler, göllerin kuruması, yer altı su varlıklarının azalması olarak tanımlanan hidrolojik kuraklığa dönüşüyor.

Sonbahar yağışlarında azalma

MGM’nin verilerine göre: Türkiye geneli sonbahar mevsimi yağış normali (1991-2020 ortalaması) 132,7 milimetreyken 2021'de 105,6 milimetre, 2022'de ise 96,3 milimetre olarak gerçekleşmiş. Yani sonbahar yağışları (1991-2020 ortalaması) normale kıyasla yüzde 27, 2021'in aynı mevsimine kıyasla da yüzde 9 azalmış. 2022'de normaline göre en fazla azalma ise yüzde 54 ile Marmara Bölgesi'nde olmuş. Sonbahar yağışları son 40 yıllık süreçte en düşük seviyede gerçekleşmiş. Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş tüm bu verileri yorumlarken bu kuraklığın dönemsel olmadığı, Türkiye’nin batı ve güney yarısında 1970’lerden başlayan bir azalma eğilimi olduğunu belirtiyor  ve hemen devamında “Son üç yılı düşündüğümüzde toprak nemini ve terleme-buharlaşmayı dikkate aldığımızda Türkiye’de yeniden Marmara Denizi’nin çevresinde, İç Anadolu’nun neredeyse tamamında, Orta ve Doğu Akdeniz’de, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun büyük bir bölümünde tarımsal kuraklığın etkili olduğunu söylemek mümkün” diyor. 

Hatay’ın su ihtiyacı acildir

Gündelik ihtiyaçlarımızı karşılamak için, ürünleri sulamak için suyun olmadığı bir hayatın zorluklarını bugünden gözümüzde canlandırmak zor olabilir fakat depremden etkilenenler şu an bizzat bu zorlukları yaşıyorlar. Hatay’dan en son yükselen çığlıklar içme ve temizlik için bölgeye su gönderilmesi içindi. Yine STK’lar, sendikalar, odalar, vatandaşlar seferber oldu ve Hatay’a su gönderildi. Depremde ölmek bir kader olmadığı gibi kuraklık da kaderimiz değil. Bahsettiğimiz kuraklık uyarıları ne yerel ne de kısa süreli bir tehdit. Bu tehdidin oluşmasına neden olan tüm politikalara; iklimi değiştiren fosil yakıtlara dayalı kapitalist sisteme, fosil yakıt şirketlerine; su varlıklarını kirleten, kullanan, doğayı yıkıma uğratan maden ve taş ocaklarına;  ormanları, sulak alanları, şehirleri betona boğan, rant kapısı gören ve hayatlarımızı hiçe sayan hükümet politikalarına karşı bir mücadeleyi zorunlu kılıyor.


Onur Korkmaz Tüm Yazıları

Nükleer silahlar neden yasaklanmalı?

Ukrayna’nın Rusya tarafından işgal edilmesi nükleer silahlanma caydırıcılığı tartışmasını da yeniden gündeme getirdi. Hatta geçtiğimiz günlerde New York Times’da yayımlanan bir makaleye şu başlık atıldı: “Ukrayna 30 yıl önce nükleer silahlarını teslim etti, şimdi pişmanlık içinde.” 

Makalede Ukrayna’nın soğuk savaş döneminin sona ermesinin ardından 1994’teki Lizbon Protokolü ile elindeki nükleer başlıkları Rusya’ya teslim ettiği hatırlatılıyordu. Eski Savunma Bakanı tarafından söylenen şu sözler aktarılıyordu: “[Nükleer] kapasitemizi bir hiç uğruna verdik.”

Her ne kadar makale bir pişmanlıktan bahsetse de tarihi deneyimler sayesinde biliyoruz ki nükleer barış getirmez ve bombaların üzerine barış inşa edilemez. Emperyalist rekabet ve nükleer silahlanma yarışı sadece ölüm ve sefalet getirir. 

Hatırla: 1945’te ne olmuştu?

İnsanlık tarihinin en büyük kıyımlarından biri 1945’de gerçekleşti. 6 Ağustos’ta ABD bugünkü nükleer silahların etkisin yanında oldukça küçük kalacak 12-13 kilotonluk bir bombayla Hiroşima’yı, 3 gün sonra da 20 kilotonluk bir bombayla Nagazaki’yi vurdu. Amerikalı gazeteci John Hersey Hiroşima adlı kitabında bu iki kentte yaşananı şöyle anlatmıştı: 

“Bu iki kentte önce gözleri kör eden bir ışık, eşyaların, insan derisini tutuşturan bir sıcaklık, sonra korkunç bir gürültü ile yapıları yerle bir eden sesten hızlı hareket eden bir şok dalgası ve arkadan da ağaçları söken, eşyaları, insanları uçuran kasırgalar, küçük ve ilkel iki atom bombasının hissedilen ilk belirtileri oluyordu.”

Hiroşima'daki atom bombası saldırısından dolayı yaklaşık 140 bin, Nagazaki'de ise 80 bin insan çoğunluğu o anda olmak üzere bir yıl içerisinde öldü.  Beş yıl içinde ölenlerin sayısının ise Hiroşima’da 200-250 bine, Nagazaki’de 150 bine ulaştığı tahmin ediliyor. Etkileri de hala sürüyor; başta kan kanseri olmak üzere çeşitli kanser türlerinde önemli artışlar görülüyor. Gelecek kuşaklardaki etkisi ise henüz hala tam olarak tahmin edilemiyor.  

1945’den ders çıkarmamak

Bu felaketin ardından soğuk savaş ve nükleer silahlanma yarışı başladı. 1945-1980 yılları arasında yapılan nükleer denemeler sebebiyle yaklaşık 2.4 milyon insanın hayatını kaybedeceğini öngörmek mümkün. Nükleer santraller bugüne kadar yüzlerce insanın ölümüne yol açtı. Milyonlar ise sızıntı ve serpintiden etkilendi. Fukuşima Nükleer Felaketi sonrasında radyasyon Avrupa’ya kadar ulaştı.

Emperyalist silahlanma yarışı 

Bugün doğrudan nükleer silah sahibi dokuz ülke var. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu beş NATO paylaşım ülkesini sayarsak bu sayı 14’e çıkıyor. 58 megaton güce varan nükleer silahlardan söz ediyoruz. Bu büyüklüğü şöyle daha iyi ifade edebiliriz: 25 megatonluk tek bir bomba, içerisinde yaşayan 18 milyon insan ile birlikte İstanbul gibi bir metropolü komple yok etmeye yetebilir. 

Bugün dünyada 19 bine yakın nükleer başlığın üzerinde yaşıyoruz.  Bunların yarısı bile dünyadaki canlı hayatını yok edebilecek, yüzde 1’i ise tarım alanlarının yok edebilecek ve kıtlık başlatabilecek güçte. 2 binden fazlası da yarın ateşlenecekmişçesine hazırda bekliyor. Dünya barışını da gezegeni de tehdit etmeye devam ediyor. 

Bedelini kim ödüyor?

Bu emperyalist güçler sadece silahları ellerinde bulundurmak için yılda 105 milyar dolar harcıyor. Sadece ABD’nin 10 yıllık nükleer silah bulundurma maliyeti 634 milyar dolar. 

Bu bütçeler başka halklar üzerinde kurulan sömürüden ve yurttaşların eğitim sağlık gibi harcamalarından kesiliyor. (Bu paranın boyutunu şöyle düşünebilirsiniz; pandemi döneminde Dünya Sağlık Örgütü’nün yıllık bütçesi 2,5 milyar dolardı.) 

Ne yapmalı?

Biz başta kendi yurttaşı olduğumuz ülkelerin savaşına, emperyalist müdahale ve söylemlerine, nükleer ve silahlanma bütçelerine karşı birleşmeli ve mücadele etmeliyiz. 

Barışı ancak sıradan insanlar olarak bizler kalıcı şekilde inşa edebiliriz.

Onur Korkmaz



Ozan Tekin Tüm Yazıları

Agresif dış politika çöktü

Milliyetçiliğe göre tarih farklı ulusların arasındaki rekabet ve güç hiyerarşisi tarafından belirlenir. Deprem ise asıl olanın farklı uluslardan sıradan insanların bu yaşamdaki ortak çıkarları olduğunu gösterdi.

6 Şubat günü sabaha karşı 04:17’de olan deprem Türkiye’de 10 milyondan fazla insanın yaşadığı 10 şehri sarstı. Depremden hemen bir saat sonra 4. seviye alarm ilan edildi. Bu, uluslararası yardım çağrısını da kapsıyordu. Ve hemen bunun ardından onlarca ülkeden Türkiye’de yardım seferberliği başladı. İnsani yardımlar, arama ve kurtarma çalışmaları, sahra hastanesi kurma gibi birçok alanda çalışan 80’den fazla ülke 7 binden fazla personelle çalışmalara sahada katkı verdi.

Türkiye’nin son birkaç yıldır izlediği agresif dış politika, “yerli milli” söylemler, “Mavi Vatan” tezleriyle komşuların düşman ilan edilmesi gibi birçok gelişmeye rağmen, deprem sonrası gösterilen uluslararası destek muazzamdı. İlk yardıma koşanlar arasında, AKP-MHP iktidarının düşman olarak kodladığı Ermenistan’dan ve Yunanistan’dan gelen ekipler vardı. Hükümet sık sık “Atina’ya füze atarız” tehditleri savururken, “bir gece ansızın gelebiliriz” derken, Yunanistan’dan sınıf kardeşlerimiz Türkiye’deki farklı halklardan depremzedelerin yardımına koştular ve olanca güçleriyle hayat kurtarmak için uğraştılar. Benzer şekilde Ermenistan’dan gelen ekipler de, Türkiye defalarca Azerbaycan-Ermenistan geriliminde taraf olmuşken ve savaşa bizzat müdahale etmişken, insanlığın temel bir gereğini yerine getirerek Türkiye’deki yoksulların acısını kendi acıları olarak görüp yardıma koştular.

Oysa faşist MHP’nin de bir parçası olduğu iktidar bloku, yıllardır Mavi Vatan tezleriyle etrafımızdaki herkesin bize düşman olduğunu anlatıyor. Yunanistan’a karşı Doğu Akdeniz’deki gaz arama çalışmaları ve adaların konumu üzerinden saldırganlık gitgide tırmandırılıyor. Libya’nın yalnızca yarısını kontrol edebilen bir hükümetle bölgedeki hiçbir ülkenin tanımadığı anlaşmalar imzalanıyor. Bütün bunların hepsi “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı”, dolayısıyla güç yoluyla “çıkarlarımızın” korunması gerektiği söylenerek yapılıyor. Benzer şekilde Ermenistan’la bundan 15 yıl önce esen daha ılımlı rüzgarların yerine düşmanlık politikası esas alınıyor. Suriye’nin kuzeyindeki Kürtler sürekli askeri operasyon arayışında bulunulması gereken “milli güvenliğe tehdit” unsurları olarak görülüyor.

Depremde ise hem Türkiye’nin farklı kimliklerden halkları, Türkler Kürtler, mülteciler el ele vererek hayatlarını kurtarmak için ortak bir mücadele veriyorlar. Buna dış ülkelerden gelen yardım ekipleri de katılıyor. Milliyetçiliğin çizdiği yapay sınırlar ve ayrımlar unutuluyor, sıradan insanların, emekçilerin dayanışması öne çıkıyor.

Üstelik bu, asıl olarak devletler arası diplomasiye dayanan sınırlı bir dayanışma. Bir de farklı coğrafyalarda işlerin kontrolünün işçi sınıfına geçtiğini, aşağıdan inisiyatiflerin belirleyici olduğunu düşünelim. Burada tüm halkların yaralarını sarmak için çok daha muazzam bir enerji ve seferberlik ortaya çıkacaktır. Sosyalizm mücadelesi bu yüzden enternasyonalisttir, farklı uluslardan ve ülkelerden işçilerin çıkarlarının farklı uluslardan ve ülkelerden patronlara, sermaye sahiplerine karşı ortak olduğunu savunuruz.

Devletlerin bütün milliyetçi kışkırtmalarına rağmen, halkların dayanışması böyle zor dönemlerde esas oluyor. Nasıl ki bundan birkaç yıl önce Yunanistan’da yaşanan yangınlara karşı Türkiye işçi sınıfı, sendikalar ve tüm demokratik kurumlar dayanışma için elinden geleni ortaya koyduysa, şimdi de bir benzeri komşu ülkelerdeki sınıf kardeşlerimiz tarafından yapılıyor. Öyle ki, Ermenistan’la 30 yıldır kapalı olan sınır kapısından insani yardım geçiriliyor. 

Depremden çıkarmamız gereken sonuçlardan biri de Türk milliyetçiliğinin bölücü argümanlarına karşı enternasyonalizmin işçi sınıfını birleştiren ruhunu baskın hâle getirmenin ne kadar önemli olduğu. Bunun pratikteki karşılığı ise iktidardaki aşırı sağcılığın içe kapalı savaşçı anlayışını geriletmek, Doğu Akdeniz’den Suriye’ye savaş politikalarının terk edilmesine yönelik bir basınç oluşturmak, Yunanistan’dan Ermenistan’a, Suriye de dahil tüm komşu ülkelerle diyalog ve diplomasiye dayalı barışıl bir dış politikanın hayata geçirilmesini savunmak.




Roni Margulies Tüm Yazıları

Irak ve Amerika, Ukrayna ve Rusya

Amerika’nın Irak saldırısının üzerinden yirmi yıl geçti.

Ve yüzyılımız başladığı gibi devam ediyor: Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı Irak’ta yaşananlarla birçok açıdan aynı.

Her iki saldırı da günümüzde emperyalizmin ne anlama geldiğini iyi özetliyor.

Amerika’nın Irak’ta, Rusya’nın Ukrayna’da yaptıklarına dev bir yalan kampanyası eşlik etti.

Amerika saldırısını Irak’ta “kitle imha silahları” olduğu iddiasına dayandırıyordu. Birleşmiş Milletler görevlisi Hans Blix ve ekibi bir yıl boyunca Irak’ta bu silahları aradı, bulamadı. İşgalden sonra Amerikan görevlileri de tek bir silahın varlığını kanıtlayamadı. Hayalî silahlara ek olarak, Amerika Irak halkını diktatör Saddam’dan kurtaracağını, özgürleştireceğini iddia ediyordu.

Rusya, saldırısını Ukrayna’daki “faşist rejimi temizleme” amacına dayandırdı. Ne ilginçtir ki, faşistlerin elinde olduğu iddia edilen memleketin cumhurbaşkanı Yahudi! Dahası, bir önceki başbakanın döneminde Ukrayna hem başbakanı hem cumhurbaşkanı Yahudi olan dünyadaki sadece iki ülkeden biriydi!

Ders 1: Büyük emperyalist ülkeler bir yere saldırdığı zaman, söylediklerine inanmamak gerekir.

Amerika’nın Irak halkını “özgürleştirmesinin” maliyeti ne oldu? Doğrudan şiddet sonucu yaklaşık 300.000 Iraklının öldüğü tahmin ediliyor. Ama savaş ve işgalin tüm etkileri hesaba katıldığında toplam ölü sayısı bir milyon civarında.

Ayrıca, yaklaşık üç milyon kişinin ülke içinde göç etmek zorunda kaldığı tahmin ediliyor. Yani nüfusun onda biri yerinden yurdundan olmuş.

Rusya’nın Ukrayna’yı “faşistlerden temizleme girişiminin” maliyeti ne oldu? Savaş tüm barbarlığıyla devam ettiği için rakam bulmak zor, ama iki tarafta da on binlerce asker ve sivil öldüğü çok açık. Rusya, yeni askere alınmış, eğitimsiz askerleri cepheye sürdüğü için kayıplarının özellikle yüksek olduğu tahmin ediliyor.

Ayrıca, yaklaşık 8 milyon Ukraynalının ülke dışına kaçmak zorunda kaldığı, bir o kadarının da ülke içinde göç ettiği tahmin ediliyor. Yani nüfusun dörtte biri evini barkını terk etmiş durumda.

Ders 2: Büyük emperyalist ülkeler bir yere saldırdığı zaman, sonuç halk için yıkım, felaket ve ölüm oluyor.

Amerika’nın Irak’ta, Rusya’nın Ukrayna’da pek bir ekonomik çıkarı yok. (Amerika çoktandır Ortadoğu petrollerine muhtaç değil). Her ikisi de sadece ekonomik nedenlerle değil, dosta düşmana gövde gösterisi yapmak, dünya hegemonyası mücadelesinde avantaj kazanmak (veya avantaj kaybını engellemek) için savaşa girdi. 

Ders 3: Emperyalist ülkeler arasındaki ekonomik ve jeopolitik hegemonya mücadelesinde taraf olunmaz. Tutulacak tek taraf saldırıya uğrayan ülkenin halkıdır.



Sibel Erduman Tüm Yazıları

‘Yasadışı’ geçişten 52 yıl hapis cezası

Geçen yıl 27 Şubat'ta Reuters haber ajansının geçtiği haberde, ismi açıklanmayan üst düzey bir Türkiyeli yetkili, Türkiye'deki Suriyeli mültecilerin artık karadan ve denizden Avrupa'ya ulaşmalarının durdurulmaması kararını aldıklarını söylemişti. Yetkili aynı zamanda sahil güvenliğe ve sınır polisine mültecileri engellememe emri verildiğini de sözlerine eklemişti.

Bu haberin ardından Türkiye'deki mülteciler Türkiye-Yunanistan sınır kapısı Pazarkule'ye doğru gitmeye başladılar. Ertesi gün açıklama yapan Erdoğan, “Biz bu kapıları bundan sonraki süreçte de kapatmayacağız ve bu devam edecek. Neden? AB’nin sözünde durması lazım. Biz bu kadar mülteciye bakmak, onları beslemek durumunda değiliz” ifadelerini kullanmıştı.

Zor şartlarda sınır kapısında bekleyen mülteciler için Edirne halkı ve Hepimiz Göçmeniz başta olmak üzere çeşitli sivil toplum kuruluşları mültecilerin yiyecek, su, battaniye gibi temel ihtiyaçlarını sağlamak ve konuyu haberleştirmek için seferber oldu, sınır kapısında bekleyen mültecilerin yanına gitti. Kendileriyle konuşulan mülteciler Yunanistan’a geçme kararlılıklarını vurguluyorlardı.

Bu süreç içerisinde Yunanistan, pek çok kez Ege denizi üzerinden geçmeye çalışan mültecilerin botlarını batırdığı iddiasıyla gündeme geldi. Hatta Report Mainz, Lighthouse Reports ve Alman Der Spiegel'in ortak araştırmalarına dayandırdıkları bir haberde, geçtiğimiz yılın Mayıs ayında, Yunan sahil güvenlik gemisinin bir grup mülteciyi şişme bir cankurtaran salıyla Türk karasularına doğru çektiği ve sığınmacıları açık denizde kaderlerine terk ettiği anlatılıyordu.

Bir tarafta Türkiye’nin mülteciler için yeteri kadar para ödemediğini söylediği Avrupa Birliği’ne, sınırları açınca neler olabileceğini gösterme girişimi, diğer tarafta Avrupa Birliği’nin kendi yasalarına uymayarak mültecileri Türkiye’de ‘bekleme odasında’ bekletmesi, geçen yıl Yunanistan-Türkiye sınır kapısında yaşanılan trajediye neden oldu. Bu arada bir kısım insan Yunanistan’a geçebildi.

İşte şimdi Yunanistan’a ailesiyle birlikte geçenlerden Suriyeli bir kişi (adı verilmiyor), Yunan mahkemesi tarafından ‘yasadışı’ olarak ülkeye girmekten 52 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yunanistan, Avrupa Birliği üyesi bir ülke olarak topraklarına giren ve mültecilik başvurusu yapanları kabul etmek ve durumunu değerlendirmek durumundadır. Böyle diyoruz ama Yunanistan’ın böyle bir cezayı neye göre verebildiğini bilmiyoruz. Bu yazının amacı da kanunlara uyulup uyulmadığını ortaya çıkarmak değil. Çünkü Avrupa Birliği zaten Suriye savaşından itibaren kendi yasalarına uymuyor. Dolayısıyla yasalar ‘askıda’. 

Mülteciler pandemi öncesi de bir krizin cisimleşmiş haliydi. Avrupa’nın ‘mülteci’ krizi (Türkiye’yi de dâhil edebiliriz) sınıra dayanan mülteci sayısından doğmuş gibi gözüküyor. Ama aslında mesele gelenlerin gitgide artması değil; mülteciler daha önce kriz olmayan yere kriz taşımadılar. Daha ziyade gittikleri ülkede kurucu mahiyette ama gizli, bastırılmış, görünmeyen bazı sorunları şiddetlendirip görünür hale getirdiler. Yani hiçbir yerde olmayan ırkçılığın ‘binlerce insanın akın etmesiyle’ baş göstermesi söz konusu değil. Türkiye için de böyle bir durum söz konusu. 

Hükümet mülteci meselesinde Türk kültürünün yardımsever, misafirsever olduğuna dair söylemlerine yaslanıyor. Ancak, geçen seneki olayda insanları bir deneme tahtası gibi sınıra sürmeleri ve pazarlık konusu yapmalarında görüldü ki, Suriyeli ve diğer sığınmacıların Türkiye’de zorunlu olarak kalmasıyla ortaya çıkan bu sözde misafirperverliğin altı boş. 

Aslında zaten hiçbir zaman misafirperverlik söz konusu olmadı. 1941 yılı Aralık ayında Hitler’den kaçıp gelen bir gemi dolusu Yahudi’yi kabul etmeyip denizin ortasında açlık ve susuzluktan ölmeye bırakmalarını düşünün.

Muhalefet partilerine gelince, şimdiye kadar bir şekilde genel bir milliyetçiliği elden bırakmadılar (Türkiyelilerin bir de ırkçı olmadığı söylenir hep). Suriyeliler ile birlikte ırkçı söylemleri gayet açık ve net bir şekilde söylemekte bir beis görmediler ve görmüyorlar. Türk milliyetçiliğinin ırkçı olmaması diye bir şey hiçbir zaman söz konusu değildi zaten. Türkiye’de yaşayan ‘Türk’ olmayanlar, ama Türk vatandaşlığına sahip olanlar, her zaman hedef tahtası oldular ve katledildiler. Dolayısıyla mültecilerin doğurduğu bir kriz olmaksızın bir ‘mülteci krizi’ yaşanıyor, gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de. 

Aslında mülteciliğe ve içinde bulunduğumuz pandemi koşullarında yaşadığımız sorunlara herhangi bir siyasi çözümün yokluğu, gerçek anlamda siyasetin yokluğu anlamına geliyor, bizler buna tanık oluyoruz. Mültecilerle cisimleşen sorunun hukuki bir çözümü yoktur (konu başlığında da görüldüğü gibi). Bu insanların korunmaya ihtiyacı olduğunu pekâlâ herkes biliyor ama bilmiyormuş gibi davranıyor. Sorun siyasidir.

Sibel Erduman


Sibel Erduman Tüm Yazıları

Müteahhitlere ve binaların yapılmasına izin verenlere değil mültecilere saldıranlar

Antep’in Şahinbey ilçesi, depremzedelerin yoğun yaşadığı yerlerden birisi, ayrıca mültecileri de barındırıyor. Kendilerine ‘sen Suriyelisin, sana çadır yok” denildiği için kendi yaptıkları çadırlarda kalıyorlar. Depremin ikinci gününde battaniye ve kıyafet gibi ihtiyaçlar dağıtılmış ama mülteciler yararlanamamış, daha doğrusu onlara verilmemiş. Pek çok mülteci ise parklarda hiçbir şeyleri olmadan bekler haldeler. Genel olarak zaten herkesin perişan olduğu bir deprem bölgesinde mülteciler ayrıca dışlanabiliyor. 

Durum buyken, Ümit Özdağ gibi Suriyelilere ve genel olarak mültecilere yönelik ırkçı tutumu olan bir adam, kalkmış bile bile yalan haber yayarak mültecilerin ‘talan’ yaptığını söylüyor. Buna da bir dolu insan teşne oluyor. Ve ilginç bir şekilde AKP ne zaman dara düşse Ümit Özdağ ve mülteci düşmanları hükümetin önüne siper oluyorlar. Orman yangınları sırasında da bu adam ‘ormanları Suriyeliler yakıyor’ demişti. 

Bu tür ırkçı saldırılara karşı net olmak ve şunu söylemek lazım;

Bize ev diye tabut satanlar, onlara imar izni verenler, depremden sonra askerin, madencilerin ve yardım ekiplerinin müdahalesini geciktirenler, en fazla ihtiyaç duyduğumuz anda sosyal medyayı kapatanlar mülteciler değil. Öfkenin yönünü değiştir.

Talan denilen şey de aç ve susuz kalan insanların bir iki dükkâna girip karınlarını doyurmaya çalışmalarından ibarettir sonuçta. Bu kadar vahim bir deprem sonrasında, inanılmaz derecede organize olmayan bir devlet aygıtıyla karşı karşıyız. Devlet organize olup müdahale edemediği gibi bir de yardım götüren insanları ve grupları engelliyor ya da onların yardımlarına el koyup kendisi dağıtıyor. AFAD gibi doğru dürüst hiçbir eğitim almamış gönüllüler ve belki çok az profesyonelle çalışan bir merkezi örgütün bu işi yapamamasından dolayı birçok insan ölmüşken, öfkeyi mültecilere yönlendirmek bilerek yapılan ve devletin beceriksizliğinin üstünü örten bir eylemdir.

Ama görebildiğim kadarıyla bu ırkçı yalanlar pek rağbet görmüyor, en azından sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla. Ama yine de bu ırkçı yalanlardan dolayı saldırıya uğrayan mülteciler oluyor ve canlarıyla ödüyorlar. 

Hiçbir zaman bu tür saldırılarda tarafımızı unutmayalım.

Sibel Erduman


Tuna Emren Tüm Yazıları

İklim mücadelesi ertelenemez

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin, (IPCC) Altıncı Değerlendirme Döngüsü kapsamında sunulan sentez raporu, ısınmanın 2C’yi geçeceğini söylüyor. Rapor, erken ölümlerden göçlere, çölleşmeden gıda ve su krizlerine dek tüm insani krizlerin de şiddetlendiğini açığa serdi: “Tarihsel olarak iklim değişikliğine en az katkıda bulunmuş olan hassas topluluklar orantısız bir şekilde etkileniyor. Yaklaşık 3,3-3,6 milyar insan iklim değişikliğine karşı yüksek derecede kırılgan bir yaşam sürüyor.”

“Sıcaklıklar arttıkça ekosistemler zarar görüyor, karada ve okyanusta türlerin toplu ölümlerine neden oluyor. Bazı ekosistemler, buzulların geri çekilmesi ve arktik permafrostun çözülmesi gibi etkilerin neden olduğu geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaştı.”

İklim krizi tüm krizleri daha da büyüttü, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve tüm sosyal eşitsizlikleri günden güne derinleştirdi. 

Emisyon azaltımına yönelik politikalarını erteleyen siyasi iktidarlar yüzünden, ısınmayı ‘aşılmaması gereken kırmızı çizgi’ olarak belirlenmiş 1,5C’de sınırlama şansımızı da kaybettik. Hatta 2C’de tutabileceğimizin bile bir garantisi yok. 2020 sonuna kadar uygulanan politikaların 2030 yılı hedeflerinin çok üzerinde küresel emisyonlarına yol açacağını işaret eden raporda şöyle deniyor; “Böyle gidersek, 2100 yılına kadar 3,2C’lik bir küresel ısınma ile karşı karşıya kalabiliriz.”

Yıkıcı ve geri döndürülemez

İklim krizini durdurmak istemiyorlar. İstediklerini söylüyor, göstermelik adımlar atıyor, iklim zirvelerini dahi boşa harcıyor, bu esnada krizi büyüten politikalarını sürdürüyorlar.

Emisyonlar azalmadı; artıyor. Bu krizi, kapitalist piyasa kurallarına diz çökmeye son vermeden sonlandırmak mümkün olsaydı herhalde çoktan o yola girmiş, emisyon yoğunluğunun azalmaya başladığına ya da en azından aynı seviyede sabitlendiğine tanıklık etmiş olurduk. 

Neoliberallerin dayattığı ‘piyasaya itaat’ kuralını biraz sorgulamış olan herkesin bildiği üzere, kanla beslenen bu sistem sürdükçe ihtiyaç duyduğumuz değişimin gerçekleşmesi mümkün değil. İklim krizi, geleceği kurtarma girişimi olarak özetleyebileceğimiz çok büyük ve kapsamlı bir sosyal dönüşüm programını yürürlüğe koymayı gerektiriyor ve böyle muazzam bir dönüşüm muazzam miktarlarda yatırım gerektirir. Yani bedeli birileri tarafından ödenmek zorundadır. Fakat rekabetçi bir ekonomide, krizlerden beslenme seçeneği orada duruyorken hiç kimse bu bedeli ödemeye yanaşmaz.

Bu, yıkıcı ve geri döndürülemez bir kriz. Geçtiğimiz yıl Avrupa’da aşırı sıcaklar yüzünden can verenleri; aynı nedenle başlayıp büyüyen yangınlarda yalnızca bir yıl içinde kaybedilen milyonlarca dönümlük orman arazisiyle birlikte küresel ısınmayı yavaşlatabilmemiz için gereken karbon yutaklarını da kaybettiğimizi; Bangladeş’i yıkan, Pakistan’da ülkenin üçte birini yerle bir eden sel felaketlerini; neoliberalizmin maşası olarak Amazonlara uzanıp yağmur ormanlarının canına okumuş olan Bolsonaro’yu; Sudan ve Somali’deki benzersiz kuraklığı, çığ gibi katlanarak büyüyen açlığı; kömürden çıkış planlarını yürürlüğe koyacaklarına inşaat çetelerinin servetini büyütmeye adanıp deprem bölgelerine ilk sarsıntıda yerle bir olacak ölüm projeleri inşa edilmesinin önünü açan, bizleri öyle ya da böyle öldürmeye ant içmiş AKP-MHP iktidarının bir türlü sonlanmayan açgözlülüğünü; aynı siyasi iktidarın COP27’de bir iklim cehennemi yaratma taahhüdü niteliğindeki emisyon artırma hedeflerini; gıda ve enerji milyarderleri son iki yılda 453 milyar dolar zenginleşirken hepimizin gıda, enerji ve su krizlerine itilip günden güne yoksullaştırıldığımızı; BP, Shell, Total, Exxon ve Chevron her bir saniyede 2.600 dolarlık birleşik kâr elde ediyor, son beş yılın en yüksek seviyesini görebiliyorken Etiyopya, Pakistan, Bangladeş, Somali, Kenya ve Güney Sudan'da 50 milyondan fazla insanın en başta gıdaya ama beraberinde her türlü insani yardıma muhtaç duruma getirildiğini, tüm bunları görmezden mi gelelim?

6 Şubat’ta bu ülkede on binler (hatta belki de yüz binler) göz göre göre ölüme itildi. Bölgenin bilinen deprem riskine rağmen denetimden yoksun binaların yapılmasına onay verdiler, yıkım yoluyla, ölümler yoluyla zenginleştiler.

Krizlerin her biri yıkıcı elbette ama art arda dizilerek geldiklerinde ortada başka bir sorun daha olduğunu görmek gerekiyor. Sermaye her bir krizden beslenip büyüyerek çıkarken geri kalanlarımız için hayatta kalabilmek bile bir lüks haline gelmedi mi? Bu krizleri durdurmak istiyorlarsa nasıl oluyor da enerji devleri, inşaatçılar, hafriyatçılar, gıda ve silah üreticileri servetlerine servet katarken bizler bu derece yoksullaşmış, dört bir yandan ölümle kuşatılmış halde yaşamaya çalışırken buluyoruz kendimizi? Krizlerden beslenmiyor olsalardı bu musibetlerin hepsi art arda gelmeye, üst üste binmeye, tüm toplumsal eşitsizlikleri derinleştirerek büyümeye devam eder miydi?

Felaketlerden beslenen bu sistemi değiştirmek zorundayız, aksi halde onların yaratıp büyüttükleri krizlerin bedelini hayatlarımızla ödeyeceğimizi bile bile bunu dahi sineye çekmiş oluyoruz. Gerçek değişimin sokakta büyüyen gücümüzle geleceğini de unutmayalım. Artık, sistem biz olmalıyız. Depremde bir kez daha gördük ki bizi kurtarabilecek bir güç varsa o da dayanışmadır. 

Her geçen gün yoksullaşanlar, kadınlar, LGBTİ+’lar, göçmenler, iklim aktivistleri, işçiler, emek örgütleri, hak mücadelesinden vazgeçmeyenler, yani özgürce yaşamak isteyen bizler sokakta, yaşanabilir bir dünya için İklim Adaleti talebinin arkasında birleşip yan yana yürüyeceğiz.


Volkan Akyıldırım Tüm Yazıları

İktidar felaketin hesabını vermeli

Maraş ve Hatay'da meydana gelen büyük depremlerin üzerinden 1 ay geçti. Can kaybı rakamları artarken, geçen zamana ve verilen sözlere rağmen milyonlarca depremzedenin acil ihtiyaçları giderilebilmiş değil.

Sosyalist İşçi yayına hazırlandığı sırada, 10 ilde hayatını kaybedenlerin sayısı 46 bini geçmişti. Can kaybının beş binden fazlası Suriye göçmenleri. Hemen herkes gerçek rakamın çok daha fazla olduğu konusunda hem fikir. 

Hasar tespit çalışması tamamlanan 105 bin 794 binadaki 384 bin 545 bağımsız birimin acil yıkılması gereken, ağır hasarlı ve yıkık olduğu tespit edildi. Artçı depremler sebebiyle bu rakamın artması bekleniyor.

Enkaz başlarında ya da çadır kentlerde kış koşullarında ayakta kalmaya çalışan yüz binlerce depremzedenin çadır talepleri tamamen karşılanabilmiş değil. Karşılandığı yerlerde ise konteyner evler talebi yükseliyor. Temiz su ve tuvalet bulmak hâlâ birer sorun. İHA'lar, SİHA'larla, inşaat hamleleriyle övünen AKP iktidarı ise bu talepleri yerine getirebilmiş değil.

Bilim insanlarının uyarılarına rağmen hızla devreye sokulan yeni yerleşim birimlerinin inşası, büyük ihaleler ile inşaat şirketlerine veriliyor. Herkesin bir an önce, güvenli bir evde yaşaması milyonlarca kişinin talebi. Buna karşılık, bu konutların yapılması iki yıl sürecek. Yani 10 ilde depremin vurduğu yüz binlerce kişi bu süre zarfında büyük sıkıntı çekecek.

Yıkılan şehirlerden çevre illere büyük bir göç dalgası yaşanıyor. Depremzedeler gittikleri illerde fahiş kiralarla karşılaşıyor. Ankara gibi büyük kentlerde ev sahipleri arasında depremzedelere kiralamama eğiliminden söz ediliyor. Emlakları bir yatırım aracı olarak kullanmanın geldiği yer ister çadır, ister konteyner ister betonarme olsun her düzeyde konut sorununun büyümesi.  İstanbul'da 900 binden fazla konut boş ve satışa çıkarılmış durumda. Bu konutlara depremzedeler yerleştirilmiyor. Eziyet çekmelerine göz yumuluyor.

Erdoğan yönetimi, Türkiye ekonomisini dünyada ilk 10'a sokacaklarını iddia ediyordu. İşsizliğin azalacağını, enflasyonun tek haneye düşürüleceğini savunuyorlardı. Depremden etkilenen iller, Türkiye kapitalizmin yüzde 10-15'lik payını oluşturuyordu. Sanayi, imalat ve tarım/gıda sektörlerinin yer aldığı şehirlerdeki yıkım, işyerlerinin kapanmasına, işten çıkarmalara, can kaybı ya da zorunlu göç nedeniyle vasıflı iş gücünün yok olmasına neden oldu. Bu durum ülke çapında işsizliği büyütecek. Bu illerdeki üretim eksilmesi sonucu ekonomik küçülme yaşanacak. Yeni yoksullaşma dalgalarıyla geçim sıkıntısı daha artarken bir dizi temel ürünün üretimi azalacak. Bu da - özellikle gıdada - fiyatların tırmanmasına yol açacak.

Seçimlere giden iktidarın en büyük propaganda silahının, deprem bölgesinin yeniden inşası ve konut hamlesi olacağını bizzat Erdoğan duyurdu. Kapitalizm, her yıkımı bir kazanç kapısı olarak görür. Çimento, demir, beton üreten dev şirketler ve iktidarın kayırdığı inşaat şirketleri yani müteahhitler ellerini ovuşturuyor. Onları ev eşyası üreticisi büyük şirketler izliyor. AKP iktidarı 23 yıl boyunca inşaatı ekonominin motor gücü olarak kullandı. Fakat inşaatın ekonomik çarkları döndüremediği, 2018'den bu yana süren kaynak kriziyle birlikte anlaşıldı. Bu hamle, yüz binlerce inşaat işçisi için ekmek kapısı olacak. Sendikal örgütlenmeden yoksun inşaat işçilerini, insanca ücret, sağlıklı yemekler ve iyi barınma koşulları için mücadeleler bekliyor.

Depremin kritik ilk üç gününde buharlaşan devleti yönetenlerin yarattıkları felaket sonucu yenilip yenilmeyecekleri, sadece deprem günahlarıyla değil geçim sıkıntısından adaletsizliğe, eşitsizliklerden özgürlüksüzlüğe uzanan bir dizi konuda sosyal muhalefetin sesini yükseltmesine ve acil talepleri kazanmak için harekete geçmesine bağlı.



Yıldız Önen Tüm Yazıları

Yağmacıları vurmak mı?

Faşistlerin ortak bir özelliği vardır. Bir kriz anında egemen sınıfı ve devletin kadim güçlerini kendi iktidarlarına ikna etmek için toplumun en zayıf olduğu düşünülen kesimlerine yönelik ısrarlı bir düşmanlaştırma kampanyası yaparlar. 

Bu kampanya linç talebi, öldürme talebi, imha edilmeleri talebi, sürgü edilmeleri talebi gibi bastıramadıkları arzularını yüksek sesle dile getirmeleriyle, sık sık tekrarladıkları için sıradanlaştıracakları ırkçı inançlarıyla el ele ilerler.

Holokost’un nedeni, 1920’lerin başından itibaren Yahudileri imha etmeyi savunan fikirlerin hoyratça dile getirilmesiydi. 

Şimdi ırkçılar ve faşistler Türkiye’de devrede. 

Üstelik deprem gibi bir felaket yaşanmışken, zaten çok ağır havayı daha da zehirliyorlar.

Ekranlara yansıyan “yağma” görüntülerini fırsat bilen bir göçmen düşmanı, yağmacılar için vur emri çıkartılmasını talep etti. Eş zamanlı bir şekilde bazı sosyal medya hesapları da Suriyeli göçmenleri hedef gösteren paylaşımlarla, nefret tohumları ekmeye devam etti.

Bir deprem anında, devlet enkazda kalanlara, karakışta çaresiz kalan insanlara hiçbir yardım elini uzatmadığında bu insanların birkaç mağazaya girip temel ihtiyaçlarını almalarına yağma değil, hak denir.

Vurma değil ama haklarında hukuki soruşturma yapılacak insanlar depremi ve her türden felaketi fırsata çeviren esnaflar, emlakçılar, market sahipleri ve sırtını iktidara yaslayan müteahhitlerdir. 

Öte yandan aynı anda Suriyelileri de ve Suriye’yi de vuran bu depremi göçmen düşmanlığı yapmak için kullananlar, işte bu türden insanlar ırkçı bir kitlesel linç girişiminin örgütlenmesi için depremin yarattığı koşulları kullanıyorlar. 

Oysa sınırın her iki tarafında çok sayıda göçmen hayatını kaybetti. Sığınmacı hakları aktivisti Taha Elgazi’nin söylediği gibi, “Antakya, özellikle Cumhuriyet Mahallesi, Narlıca Mahallesi, Akevler Mahallesi gibi fakirlerin ve göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı yerlerde yüzlerce insan yıkılmış evlerin altında.”

Göçmenlerle dayanışan STK’lara gelen bilgilere göre yaklaşık 3 bin Suriyeli depremde hayatını kaybetmiş durumda.

Rojava ve Suriye’nin çeşitli bölgelerinde ise ölenlerin sayısı 2 bin 530’a, yaralananların sayısı ise 4 bin 645’e yükseldi. Bu bölgelere Suriye rejiminden, uluslararası yardım kuruluşlarından ve Türkiye’den giden yardımın yetersizliği ortada. Halk Türkiye’de olduğu gibi çıplak elleriyle sevdiklerini çıkarmaya çalışıyor.

Deprem sınır dinlemiyor.

Dayanışma da sınır dinlememeli.

Suriye Büyükelçisi Bassam Sabbah, yardımların Esat hükümeti üzerinden verilmesi gerektiğini söylüyor. Hükümet kontrolünde olmayan bölgelere yardım ulaşması bu nedenle zorlaştırılıyor.

Bir yandan Türkiye’de ırkçılara yüksek sesle karşı çıkmamız ve göçmenlerle dayanışmayı örmemiz lazım, öte yandan sınır ötesi askeri harekatlara devam eden iktidarı, operasyonlara son vermeye çağırmalı ve Suriye’de depremin vurduğu insanlarla hızla insani dayanışmanın örgütlenmesi için çağrıda bulunmalıyız.

Irkçılık ve göçmen düşmanlığı, depremin etkilerini daha da artıran felaketlerdir.



Zilan Akbulut Tüm Yazıları

Yasal, güvenilir ve erişilebilir kürtaj haktır!

Kadın bedeni ya da kadınları ilgilendiren pek çok konuda olduğu gibi kürtaj da oldukça tartışmalı ve kadınlara atfedilen soyun devamı için çocuk doğurma rolünü üstlenmiş işlevler üzerinden varlığını sürdüren bir konu. Gebeliğin devam edip etmemesi, kürtajın ücretsiz olup olmaması ya da hangi yöntemlerle veya ne zaman sonlandırılacağına yönelik dönen tartışmalar bu odağın ekseninde şekillendiği gibi yıllardır kadın mücadelesinin önemli bir ayağını oluşturmuş ve bu konuda oldukça önemli kazanımlar elde edilmiştir. 

Kadınlara yüklenen bu üreme rolü “kutsal annelik” kisvesi adı altında kadınlar haricinde herkesin konuşabileceği “iyi niyetli tavsiyelerin” havada uçuştuğu bir nitelik kazanmış ve kadını yalnızca bu role indirgemiştir. Kapitalizm ve ailenin kurumsallaşmasıyla birlikte kadının işgücünü yeniden üretme göreviyle baş başa kalması kadın bedenin nüfus politikalarının aracı haline gelmesine neden olmuştur. Hal böyleyken kürtaj gibi kadın bedenini doğrudan ilgilendiren bir mesele hala dünyada birbirinden farklı kısıtlamalarla sunulan ya da yasaklanan bir işlem olmuştur. Kimi zaman doğrudan bir yasak konulmasa bile maddi ve manevi türlü engellerle birlikte üstü kapalı bir yasak halinde sunulmaya devam etmektedir. 

Türkiye’de ise kürtaj, 10. gebelik haftasının sonuna kadar yasal olmasına rağmen uygulamada böyle bir yasanın pek bir karşılığı yok. Kadınlar hastanelerde kadının evli veya bekar oluşuna ilişkin prosedürlerin farklılaşmasından tutun da böyle bir uygulamanın yasak olduğunu söylemeye kadar pek çok sistematik engellere maruz kalır. Ancak kürtajı kısıtlayan ve kısıtlamayan ülkelerdeki kürtaj oranları birbirine çok yakın olmasından da anlaşılacağı gibi kürtaj yasaklamakla ya da maddi ve manevi bir dizi engelle son bulmuyor. Kadınlar kürtaja ulaşamadığı hallerde gebeliği sonlandırmak için ağırlık kaldırmak, yüksek bir yerden atlamak, düşüğe neden olacağına inandıkları ilaçları içmek, vajinalarına sivri cisimler sokmak gibi tehlikeli, sağlıksız veya geleneksel yöntemlerle bedenlerine zarar verebiliyor. Dolayısıyla kürtajın yasal ve ulaşılabilir olmamasının pratikteki karşılığı kadınların bedensel ve ruhsal sağlığından vazgeçmesine neden oluyor.

Bedenlerimizin, cinselliğimizin ve hayatlarımızın nüfus politikalarına alet edilmesine; kocalar, babalar, sevgililer tarafından denetlenmesine izin vermeyeceğiz. Biliyoruz ki kürtaj değil, kürtajın yasaklanması ya da kürtaj olmak isteyen kadınlara zorluk çıkarılması cinayettir. Bedenlerimiz bizim, kararlar da yine bizim olacaktır!

Zilan Akbulut