Güncel Yazılar


Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

Açık, demokratik müzakere

Ülkemizde Kürt sorununun çözümünden söz açıldığı an ilk edilen sözlerde biri müzakeredir. Çatışma çözümü çalışanlar ise her defasında bunun zamanlamasına ve kapsamına dikkat çekerler. 

Taraflar arasında temasın, diyalogun ilk evresinde, üzerinde anlaşılmış barış programının oluşması ve silahların devre dışı çıkarılması çalışmaları kapalı devre yürütüldüğü; ancak anlaşılan programın uygulamaya geçildiğinde demokratik enstrümanlarla, kurum ve kuralların belli ve açık olan bir müzakere sürecinin zorunluğunu vurgularlar.

Türkiye'nin Kürt sorunu MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin 1 Ekim 2024 tarihinde TBMM'de ilk işaretini verdiği yeni süreç, PKK lideri Abdullah Öcalan'ın önümüzdeki günlerde yapacağı PKK'nin silahları bırakmasına yönelik açıklamayla başka bir boyut kazanacak. Bu aşama doğal olarak fazlasıyla kapalı yürütülüyor.

Yaklaşık on yıl sonra Kürt -Türk barışını siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel toplumsal, yasal, hukuksal, anayasal boyutlarını, iç ve dış politikalarıyla doğrudan veya dolaylı etkisini, bağı enine boyuna daha çok konuşulacak, tartışılacak.

Müzakerenin açık yürütülmesi istenecek. Denetimsizliğin, kuralsızlığın ve hukuksuzluğun hüküm sürdüğü ve demokratik mekanizmaları güçlü ve yaygın olmadığı bir rejimde, kapsamlı ve ağır bir sorunun çözüm sürecinde bu, bir yere kadar anlaşılır. 

Hükümet ve ortağı bundan hoşlanmasa da işin doğası budur. Dünyada daha muhataplarıyla açık müzakere edilmeden, toplumun geniş kesimlerinin rızası üretilmeden başarıyla sonuçlanmış barış süreci ve çözüme kavuşturulmuş silahlı ve silahsız çatışma örneği yok.

Düşük yoğunlukta küçük çatışmalarda, özellikle Afrika'da, müzakeresiz silahlı mücadeleyi bırakan silahlı yapılar olmuştur. Bunlar dış baskıyla, siyasal ve sosyal destek kaybı, sürdürülebilir bir strateji eksikliği veya yanlışlığının sonuçları olan örneklerdir.

Türkiye'de olanlar bir istisna gibi duruyor. İstisnanın kapsamı ve içeriği bilinmezlerle dolu. Böylesi süreçler de yani negatif barış süreçleri şiddetin azalmasına ve çatışmanın sona ermesine yol açabilse de, uzun vadeli başarı bu süreçte bunların derin nedenlerinin ele alınıp alınmadığına ve ilgili tarafların dönüşüm süreçlerine dahil edilip edilmediğine bağlıdır.

Türkiye örneğinde tarafların temsilcilerinin kamuoyuna yaptığı açıklamalarda bazı çıkarsamalar ve sonuçlar çıkarılabilir. Bunların da ne derece sağlıklı olduğu ciddi ölçüde tartışmalı.

Hatta çoğu kez bilinçli bir biçimde algı operasyonuna   yol açacak ifadeler kullandıkları gözlemleniyor. Bu türden davranışlar sonuca odaklanmayı zorlaştırıyor.

Her şeyde önce sürecin, içinde bulunduğumuz siyasi istikrasızlıktan, sarsıntılardan ve   krizden fazla etkilenmemesi için sürecin sağlam temellere oturtarak yürütülmesi gerekiyor.

Demokratik enstrümanların fazlasıyla zayıf yerlerde, bunun yolu hukukun, adaletin ve adil bir barışının önünü açacak yaklaşımlarla ve açık demokratik müzakereden geçer. 

Bütün dünya belirsizlikler çağında yaşıyor. Günümüz dünyasında savaş, savaşların teşvik edilmesi, planlanması ve hatta savunulması normalleştiriyor.  

Kitlesel göçler, insanlık dışı eylemler çoğalıyor. Adeta yaşamın değeri kayboluyor.  Son 35 yıldır dünyada silahlı çatışmalarda yaklaşık 3,7 milyon insan öldü. 

7 Ekim 2023 sonrası İsrail'in soykırımda yüz bine yakın Filistinli insan öldü. Suriye iç savaşında, toplum çürüdü, devlet çöktü, kentler, yerleşim yerleri harabeye döndü.

Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre son 35 yılda savaşların yarısı bir barış anlaşmasıyla müzakere süreçleriyle sona erdi. Yalnızca %15'i askeri zaferle sonuçlandı. BM’nin verileri dahi müzakere yönteminin en az maliyetli ve en hızla sonuca ulaşılacak yöntem olduğu göstermekte.


Alex Callinicos Tüm Yazıları

Vergi savaşları küresel gerilim hakkında ne söylüyor

Görünüşe göre Donald Trump şaka yapmıyormuş. Trump geçtiğimiz Cumartesi ABD’nin Kanada ve Meksika’dan yaptığı ithalatta yüzde 25’lik, Çin’den yapılan ithalatta da yüzde 10’luk bir vergiyi uygulamaya koydu. Ona Avrupa Birliği’nden (AB) gelen mallara da vergi getirmeyi düşünüp düşünmediği sorulduğunda, “kesinlikle getireceğim” yanıtını verdi.

Trump yemin töreninden bu yana bir şok ve dehşet saldırısı yürütüyor. Bu saldırı, ABD içinde bir yandan -büyük ihtimalle yasadışı bir şekilde- çeşitli yardım programlarına ödenek sağlanmasına kararname ile son verilmesini, diğer yandan göçmenlerin ve transların hedef alınmasını içeriyor. 

İç ve dış siyaset çok yakından bağlantılı. Büyük teknoloji şirketleri baronlarının liderliğindeki büyük sermaye, onun vaat ettiği ödüller nedeniyle hevesle Trump’ın etrafına toplandı. Bu ödüllerden biri, ilk başkanlık döneminde getirdiği zenginlere yönelik vergi kesintilerini sürekli hale getirmek. Trump, yeni vergilerden elde edilecek gelirlerin federal hükümetin şimdiden devasa boyutlara ulaşmış borçlanmasının genişlemesini engelleyebileceğini umuyor. 

Neden Kanada ve Meksika’ya daha yüksek vergiler getiriliyor? Yalnızca altı yıl önce Trump, ABD’nin komşusu olan bu iki devlet ile yeniden düzenlenmiş bir Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması yapmak için müzakereler yürüttü. İki ülke de ABD üretim ağlarına yoğun bir biçimde entegre durumda. Benim gördüğüm en iyi açıklama, Trump’ın hedeflerinden birinin Batı Yarımkürede ABD hakimiyetini güçlendirmek olduğu. Grönland’ı ve Panama Kanalı’nı ele geçirme tehditleri de aynı çabanın bir parçası. 

Çin, Kanada veya Meksika’dan çok daha zorlu bir rakip. Dünyadaki en büyük ikinci ekonomi ve DeepSeek’in yapay zekâ alanındaki başarısının da gösterdiği gibi giderek teknolojide de bir lider haline geliyor. Yeni vergi muhtemelen bir pazarlık taktiği. Bu, Trump’ın AB’den ithal mallara getirmeyi planladığı vergi için de geçerli olabilir. Gerçekten de Kuzey Amerika’da getirilen vergiler, Meksika ve Kanada hükümetlerinin sınırlarını sıkılaştıracaklarını taahhüt etmelerinin ardından durduruldu. 

Her halükârda, Trump’ın etkisi önde gelen kapitalist devletler arasındaki ilişkileri şu anda olduklarından çok daha parçalı ve rekabetçi bir hale getirecek. Joe Biden ana Batılı güçleri -sadece NATO’yu değil; Japonya, Güney Kore ve Avustralya gibi Asya-Pasifik devletlerini de- Rusya ve Çin’e karşı bir araya getirdi. Şimdi bütün bu ülkelerin nasıl tepki vereceklerini hesaplamaya çalıştığı bir kaos hakim. Zararı minimize etmenin en iyi yolunun, Trump’a yaltaklanmak olduğunu uman tek Batılı emperyalist lider Keir Starmer olamaz. 

Ancak Trump yönetimi bu dönüşümü memnuniyetle karşılıyor. Yeni Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Senato’ya şöyle dedi: “İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan küresel düzen, sadece modası geçmiş değil, bu düzen şimdi bize karşı kullanılan bir silah.” Rubio bu düzenin yerini “gezegenin farklı bölgelerinde birden çok büyük gücün bulunduğu, çok kutuplu bir dünyanın” almakta olduğunu söylüyor. 

Muhtemelen en büyük direniş Latin Amerika’dan gelecek. Eski şaka “Zavallı Meksika, Tanrıya fazla uzak, Birleşik Devletlere fazla yakın” bütün bölge için geçerli. Washington’ın askeri müdahaleleri ve acımasız askeri diktatörlüklere olan desteği yakıcı ve canlı bir hatıra olmayı sürdürüyor. 

Kolombiya Cumhurbaşkanı Gustavo Petro, vatandaşlarının ABD’den kelepçeli bir şekilde, askeri uçaklar kullanılarak sınır dışı edilmesini reddederken, uzun bir geçmişe sahip olan Yankee emperyalizmine olan nefreti harekete geçirdi. Trump vergi getirdiğinde, o da vergi getirerek tepki verdi. Ayrıca ABD’nin çeşitli suçlarını ayrıntılı olarak anlatıp, katledilen Şilili devlet başkanı Salvador Allende ve Kolombiyalı romancı Gabriel García Márquez gibi Latin Amerikan solunun kahramanlarını andığı, uzun ve şiirsel bir twit attı. BBC, ABD’nin Petro’nun daha sonra geri adım attığı iddiasını utanç verici bir şekilde tekrarladı. Ancak Kolombiyalı göçmenler şimdi geriye kelepçesiz olarak ve sivil uçuşlarla dönüyorlar.

Bu büyük oranda sembolik bir atışmaydı. Ama eğer Trump, Baba George Bush’un 1989’da başkanken yaptığını tekrarlar ve Panama’nın işgal edilmesi emrini verirse, işler ciddi biçimde kötüleşebilir. Çin, artık Güney Amerika’nın en önemli ticari ortağı ve kıtaya yatırım yağdırıyor. 

Bu, Latin Amerika devletlerinin, Soğuk Savaş sonrasındaki tartışmasız küresel ABD hegemonyası dönemine göre, manevra yapmak için daha fazla alana sahip oldukları anlamına geliyor. Rubio kısa süre önce Panama Şehri’ni ziyaret etti ve Çin’in Kanal üzerindeki sözde “etki ve kontrolü” konusunda “acil değişikliklerin yokluğunda” ABD’nin “kendi haklarını koruyacak önlemler alacağını” söyledi. Ama bu tarz zorbalıklar, devletleri Pekin’e doğru itebilir. 

Trump’ın bir tek kararlı Latin Amerikalı müttefiki var; Arjantin’in ultra neoliberal başkanı Javier Milei. Ama cumartesi günü Buenos Aires’te ve diğer Arjantin şehirlerinde faşizme ve Milei’nin cinsiyetçi ve homofobik politikalarına karşı çok büyük eylemler yapıldı. Her yerde bunun gibi eylemlerden daha fazla yapılmasına ihtiyacımız var.

Alex Callinicos

Çeviri: Onur Devrim


Can Irmak Özinanır Tüm Yazıları

Marksizm 101 - Günümüzde ulusal sorun

Rusya’nın otoriter liderler açısından adeta model alınan lideri Vladimir Putin, Ukrayna işgaline başlarken 1917 Ekim Devrimi’nin liderlerinden Vladimir Lenin’i eleştirip, Josef Stalin’i ise övdü. Bolşeviklerin iktidara gelişinden sonra Lenin öncülüğünde federatif bir devlet yapısı kurulmasına ateş püsküren Putin, Lenin’i “Ukrayna’ya toprak vermekle” suçladı. Putin’e göre bu “suçlara” Stalin de ortaktı ama onun asıl perspektifi daha merkezi bir Rusya kurmaktı. 

Putin’in söyledikleri elbette tesadüf değil ve Leninizm ile Stalinizm arasındaki derin farklılığı gösteriyor. Lenin, bir uluslar hapishanesi olan  Çarlık Rusya’sına ve  onun ideolojisi olan Büyük Rus milliyetçiliğine karşı mücadele ediyordu. Enternasyonalist bir devrimci olarak Lenin hep ulusların kendi kaderini tayin haklarını savundu.  Ezilen ulusların ayrılma hakkı da dahil her türlü tasarrufuna olanak sağlayan bu bakış açısı Putin’e göre “Devletin temeline bir atom bombası koymak” anlamına geliyordu. 

Kuşkusuz amansız bir ezen ulus milliyetçiliği ve devlet karşıtı olan Lenin’e bu laf keyif verirdi. Günümüzde de ulusların kendi kaderini tayin hakkı önemli bir turnusol kağıdı olmaya devam ediyor. 

Lenin’in düşüncesi 

Lenin’in ulusal sorun konusundaki düşüncesi Karl Marx’ın işçi sınıfını birleştirmek için İrlanda’nın Birleşik Krallık’tan bağımsız olmasını savunduğu yazılarından yola çıkar. Marx’a göre İrlanda’nın İngiltere tarafından sömürülüyor olması İngiliz işçiler ile İrlandalı işçiler arasına bariyerler örmektedir. Bu bariyerler kapitalist sınıfın iktidarını sürdürmesinin sırrıdır. 

Lenin, artık emperyalist bir aşamaya gelmiş dünya kapitalizmi altında Marx’ın bu tavrını genelleştirdi. Lenin için ezilen uluslar işçi sınıfının antiemperyalist mücadelesinde müttefikiydi. İşçi sınıfı hem milliyetçi fikirlerden kurtulmak hem de kendini özgürleştirebilmek için ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmalıydı. Bu ezilen ulusların ayrılma hakkını da benimsemek anlamına geliyordu. Ayrılık hakkını benimsemek mutlaka ayrılmak anlamına gelmiyordu, tersine işçi sınıfının birleşmesini sağlamak üzere atılan pratik bir adımdı. Lenin şöyle yazıyordu: “Neden, diğerlerine kıyasla en fazla sayıda ulusu ezen biz Büyük Ruslar, Polonya’nın, Ukrayna’nın ve Finlandiya’nın ayrılma hakkını inkâr edelim?”

Lenin’in bu düşüncesine Polonyalı bir enternasyonalist olan Rosa Luxemburg karşı çıkmıştı çünkü Luxemburg, Polonya Sosyalist Partisi içindeki burjuva milliyetçisi sağ kanatla çatışma içindeydi. Lenin, sosyalistlerin farklı ülkelerde farklı tutumlar almasını savundu. Ona göre sosyalistlerin yapması gereken Rusya’da ezilen ulusların ayrılma hakkına, Polonya gibi ülkelerde ise birleşme özgürlüğüne vurgu yapmaktı. Lenin ulusal kurtuluş mücadelelerini küçümseyenleriyse sert bir şekilde eleştiriyordu: 

“‘Saf’ bir toplumsal devrim bekleyenlerin ömrü, böylesi bir devrim görmeye yetmeyecektir.” 

Lenin, ölüm döşeğindeyken son mücadelesini de Stalin öncülüğünde gelişmekte olan bürokrasinin ulusal sorundaki şovenizmine karşı verdi. Stalin tarafından hazırlanan bir raporda Rusya Sovyet Sosyalist Federal Cumhuriyeti (RSSFC) ile Ukrayna, Beyaz Rusya, Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan’daki sovyet cumhuriyetlerinin birliği savunuluyordu ve RSSFC hükümetinin tüm bu devletlerin de hükümeti olması gerektiği savunuluyordu. Diğer ülkelerin parti merkez komiteleri gibi Lenin de bu rapora sert tepki gösterdi. Politbüroya gönderdiği bir notta Lenin şöyle diyordu: 

“Egemen ulusal şovenizme karşı ölümüne bir savaş ilan ediyorum. Birlik Merkez Yürütmesi kesinlikle Rus, Ukrayna, Gürcü vs. komiteleri tarafından rotasyonla oluşturulmalıdır.”

Günümüzde ulusal sorun 

Günümüzde Türkiye’de başta Kürt sorunu olmak üzere ulusal sorun üzerine pek çok tartışma yaşanıyor. Sosyalist İşçi gazetesinde Kürt sorunu odaklı olarak ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesine ilişkin pek çok yazı yayımlandı, yayımlanıyor. Ancak sadece Türkiye ve Kürt sorunu açısından değil, dünyanın pek çok yerinde bugün ulusal sorun tartışmasında Lenin’in çizdiği perspektiften bakmak büyük önem taşıyor. 

Bugün emperyalizmin düğümünün atıldığı yer olan Filistin’de ulusların kendi kaderini tayin hakkı günümüzün en hayati sorunu. Gerek Türkiye gerek dünya solunda Filistin direnişinin başını İslami bir örgüt Hamas çektiği için direnişe mesafe koyanlar var. Hatta Avrupalı çeşitli ülkelerdeki “sol” içinde “İsrail’in kendini savunma hakkı”nı savunarak açıkça İsrail destekçiline soyunanlar bile var. Ancak günümüzde bütün varlığıyla direnen Filistin halkı içinde Hamas’ın ciddi bir etki sahibi olduğu bir sır değil. 

Lenin’in “saf bir toplumsal devrim beklentisi” içinde olanları eleştirmesi gibi, saf bir ulusal kurtuluş hareketi arayanlar da boşuna arayacaklardır. Ezilen ulusların mücadelesi, pek çok toplumsal süreç içinde şekillenir. Bugün Filistin’deki soykırıma karşı dünyanın dört bir yanında mücadele edenler, direnişlerin liderliğinde hijyen arayamazlar. Ortada iki eşit gücün savaşı değil, ABD başta olmak üzere emperyalist devletlerin tam desteğine sahip bir ileri karakol olan İsrail ile varlıkları tamamen yok edilmek istenen ve sıkıştırıldıkları küçücük bölgede bile yaşaması engellenen Filistin halkı var. Filistinliler, ellerinde ne varsa onunla, hangi örgütü destekliyorlarsa onun bayrağı altında, hangi yolu seçerlerse o yolla direnme hakkına sahiptir. Bunu savunmadan ne egemen sınıf milliyetçiliğiyle ne de emperyalizmle hesaplaşma mümkün değildir. 

Eleştirel ama koşulsuz destek 

Sosyalistler, ezilen halkları desteklemek için koşul öne sürmezler. Ezilen halkların liderlikleri sosyalistlerden oluşabileceği gibi farklı burjuva akımlar içinden geliyor olabilirler. Bu da doğaldır çünkü ulusal sorun burjuva sınırlar içinde çözülebilir. 

Bunun anlamı bu hareketlerin eleştirilemeyeceği değildir. Elbette sosyalistler ile ulusal kurtuluş hareketleri arasında ciddi farklılıklar vardır ve her konuda aynı şekilde düşünmemiz mümkün değildir. Ancak sosyalistlerin temel derdi egemen sınıf milliyetçiliğiyle hesaplaşmak olduğu için ulusal kurtuluş hareketlerine dönük eleştirileri dostanedir, önce omuz omuza mücadele eder sonra eleştiririz, akıl değil omuz veririz. 

Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi bugünü anlamak ve değiştirmek için hâlâ son derece güncel. 


Dila Ak Tüm Yazıları

İş kazası değil ırkçı cinayet

Zonguldak’ta ruhsatsız bir şekilde, kaçak olarak işletilen bir madende, kayıtsız ve güvencesiz olarak çalıştırılan Afgan mülteci işçi Vezir Mohammad Nourtani’nin yakılmış cesedi, 10 Kasım 2023’te yoldan geçenler tarafından fark edilerek polise haber verilmişti. Bunun üzerine aralarında kaçak maden ocağının sahiplerinin de olduğu 6 kişiden 3’ünün tutuklu, 3’ünü ise tutuksuz yargılandığı ilk dava 29 Mayıs 2024’te Zonguldak 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlanmıştı.

Nourtani ailesi, Afganistan’daki zorlu yaşam koşulları ve savaş nedeniyle yıllar önce, önce İran’a oradan ise Türkiye’ye göç etmişlerdi. Oturma izni almak için üç kez müracaatta bulunan aile, Zonguldak İdare Mahkemesi tarafından her seferinde reddedilmişti.

Nourtani’nin cesedinin benzin dökülerek yakıldığı, kemiklerinde kırık ve iç organlarında kayıp olduğuna daha sonra Adli Tıp Kurumu’nun otopsi raporunda da yer verilmişti. 

Bir hukuk faciası daha

"İştirak halinde kasten öldürme" suçundan müebbet hapis cezası istemiyle açılan davaya ilişkin, savcı geçtiğimiz günlerde mütalaasını sundu. Mütalaada, Nourtani’nin vücudundaki kırıkların vagon çarpmasından dolayı yaşandığı ve hem sanıkların adli işlem kayıtları hem de maden ocağının kaçak olması sebebiyle yetkililere haber verilmediği belirtilirken, ölüm “iş kazası” olarak değerlendirildi. “Bilinçli taksirle ölüme neden olma” suçu ile sanıkların 3 ila 14 yıl arasında değişen hapis cezasıyla cezalandırılması istendi. Bilinçli taksir, sonucun fail tarafından öngörülmüş olmasına rağmen, suçun istenmeyerek gerçekleştirilmesini ifade eder. Nourtani ailesinin avukatına göre, sanıklar 2 yıl hapis cezası ardından tahliye edilebilirler. 

Nourtani göçmen ve dolayısıyla kimliksiz olması sebebiyle, kaçak çalışmak zorunda olan bir işçiydi. Kaçak olarak işletilen maden ocağının ve sahiplerinin başı belaya girmesin diye, sanık ifadelerinden de bildiğimiz üzere, cinayeti işleyenler tarafından “Hastaneye götürürsek başımız belaya girer. Kimliği yok, Afgan zaten, yakalım,” denilerek ormanlık alana götürülüp yakılmıştı.

Nourtani’nin hesabı sorulacak

Zaten kayıtsız ve güvencesiz bir şekilde çalıştırılan göçmen işçi Nourtani’nin hakkını kimsenin aramayacağı ve bu olayın açığa çıkmayacağı düşüncesinin verdiği cüretle işlenmiş bir cinayetin, böylesine bir ceza ile ödüllendirilmesi kabul edilemez. Nourtani davasının takipçisi olmak, göçmenlere yönelik bu zihniyetin ilerlemesini engellemek adına da oldukça önemli. 

Yerli ya da göçmen fark etmeksizin işçilerin hayatlarını, bir yandan kârlarını arttırırken, bir yandan yüksek maliyet gerektirdiği için iş güvenliği önlemlerini es geçen patronların eline bırakmayacağız. İşçilerin hayatını feda edilebilir gören zihniyetin işlediği ilk cinayet bu değil elbette, ancak süregelen bu durumu alaşağı etmek için davanın takipçisi olmak işçi hareketine olan borcumuzdur. 

Dila Ak


Volkan Akyıldırım Tüm Yazıları

İktidarın CHP'ye artan baskısı hangi amaçlarla uygulanıyor?

İktidar, yargı silahını kullanarak CHP'ye adeta savaş açtı.

İstanbul Esenyurt Belediyesi'ne kayyım atanması ve Beşiktaş belediye başkanının tutuklanması, CHP gençlik kolları başkanının gözaltına alınmasını İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında başlatılan iki yeni soruşturma izledi.

Öte yandan Özgür Özel'in yakın zamana dek izlediği AKP ile diyalog/müzakere politikası, sonraki başkanlık seçimlerine hangi adayla katılınacağı, bunun şimdiden tespit edilip edilmeyeceği başlıkları CHP'yi yoğun bir iç tartışmaya sürüklemiş durumda.

İstanbul yenilgisi

29 Haziran 2019'da yapılan yerel seçimlerde CHP'nin büyükşehir belediye başkanı adayı Ekrem İmamoğlu, rakibi AKP adayı Binali Yıldırım'ı az oy farkla mağlup ederek birinci olmuştu.

Fakat AKP bu kararı tanımadı. Oyların tekrar sayımı için Yüksek Seçim Kurulu'na (YSK) başvurdu. Tekrar sayımla geçen gerilimli günlerin sonunda YSK seçimi iptal etti.

Tekrar seçim 29 Haziran'da yapıldı. İmamoğlu, uğradığı haksızlık karşısında geniş kesimlerin tepkisini arkasına alarak 700 bin oydan fazla farkla tekrar kazandı.

Şimdi CHP'ye karşı ilan edilen savaşın temel sebeplerinden biri, 2019'da tekrar ettirilen seçimlerin sonunda AKP'nin tarihi yenilgisinin rövanşını alma arzudur.

Ahmak davası

Dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile Ekrem İmamoğlu arasında yaşanan polemik ise İmamoğlu ve CHP'nin başında sallanan bir kılıç haline geldi.

Soylu, Avrupa Parlamentosu'nda yaptığı konuşmada AKP iktidarının antidemokratik baskısını eleştiren İmamoğlu'na "ahmak" dedi. Ekrem İmamoğlu “31 Mart’ta seçimi iptal edenler ahmaktır” yanıtını verdi.

Bunun üzerine Ekrem İmamoğlu'na Yüksek Seçim Kurulu'ndaki hakimleri hedef alıp hakaret ettiği gerekçesi ile dava açıldı. Ve İmamoğlu'na 2 yıl 7 ay ceza verilerek siyasi yasak kararı çıktı. Dava istinaf mahkemesine taşınmış durumda. İstinaf, yerel mahkemenin kararını tanıdığı takdirde son kararı Yargıtay verecek.

Müteahhit kökenden gelen, kendini demokrat olarak tanımlayan fakat sağa yeşil ışık yakan bir merkez siyasetçi olarak karşımıza çıkan İmamoğlu, seçildiği günden beri CHP başkan adaylığına oynuyor. Fakat siyasi yasak geldiğinde seçim denklemi dışında kalabilir.

Esenyurt'a atanan kayyım

Geçen Ekim ayında Türkiye'nin en kalabalık ilçesi Esenyurt'u yöneten CHP'li Ahmet Özer, PKK üyeliğinden tutuklandı. İçişleri Bakanlığı, Özer'in yerine İstanbul vali yardımcısını kayyım atadı.

Bu baskıcı karar, iktidarın bir eşiği atlamasıydı. Daha önce de birkaç CHP'li belediye başkanı yolsuzluklarından dolayı tutuklanmıştı. Fakat bu kez İstanbul'da önemli bir belediyeye devlet el koydu.

AKP'nin kalelerinden olan Esenyurt'taki yerel seçimde CHP ile DEM Parti arasında kurulan "kent uzlaşısı" sonucu oyların yüzde 49,04'ünü alan Ahmet Özer belediye başkanı olmuştu.

Bu olayda iktidarın CHP’ye açtığı savaşın diğer amacı görülüyor: CHP ve DEM Parti arasında kurulan seçim ittifakının kriminalize edilerek bozulması. Keza yine iki partinin kent uzlaşısı ile seçilen DEM partili Mersin Akdeniz Belediyesi'ne de kayyım atandı. 

Bir yandan İmralı ile bir süreç başlatan ve yakın zamana kadar dışlanan DEM Parti'nin bu süreçte başlıca taraf olarak kabul edilmesi sürerken, aynı anda AKP-MHP ittifakı CHP'nin milliyetçi tabanına da hitap ederek ittifakı bozmak istiyor.

İmamoğlu'nun Erdoğan'dan önceki rakibi Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş. Yavaş, CHP'nin belediye başkanı olsa da eski bir MHP'li ve halen de ülkücü. Kürt meselesinde yeni diyalog sürecine karşı çıktığı gibi DEM Parti ile açık ittifaka karşı olduğu da biliniyor.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel ise sürece başta tam destek vermişti. Fakat CHP'li bazı çevreler bu sözleri yayınladı ve milliyetçi-ulusalcı seçmen kitlesi Özgür Özel'i adeta topa tuttu.

İktidar CHP'nin zayıf noktasını görüyor ve buradan yükleniyor.

Yeni davalar

Esenyurt'a kayyım atanmasının sıcaklığı sürerken bu kez Beşiktaş Belediyesi'ne operasyon yapıldı. Belediye başkanı Rıza Akpolat, 'suç örgütüne üye olmak', 'ihaleye fesat karıştırmak' ve 'haksız mal edinmekle' suçlanarak tutuklandı.

Bu davanın odağında AKP'ye yakın birine ait dev kamu ihaleleri alan şirket yer alıyor. Bu şirket, birçok belediyeden olduğu gibi Beşiktaş'tan da ihale almış. 

Aynı günlerde Özgür Özel'in yaptığı bir konuşmanın videosunu paylaşan CHP Gençlik Kolları Başkanı Cem Aydın evinden "kamu görevlisine hakaret" suçlamasıyla polis eşliğinde adliyeye görüldü.

Özel, söz konusu konuşmasında İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek'e "ayaklı giyotin” diyerek eleştiriyordu.

Kritik davalarda hakimlik yapan Gürlek, CHP eski il başkanı Canan Kaftancıoğlu'na siyasi yasak koyması, HDP lideri Selahattin Demirtaş'ın tutuklanması kararlarıyla tanınıyor. Aynı zamanda tutuklanan CHP milletvekili Enis Berberoğlu'na "hak ihlali" deyip yeniden yargılama hükmü veren Anayasa Mahkemesi kararını da tanımamıştı.

Tam da bu noktada Ekrem İmamoğlu'na iki yeni soruşturma daha açıldı.

Konuşmasında Akın Gürlek'i ve CHP davalarında bilirkişi olan birini eleştiren İmamoğlu, kürsüden inmeden soruşturulmaya başlandı. Ve hakkında hapisle siyasi yasak getiren bir ceza davası daha açıldı.

Söz konusu bilirkişi Esenyurt, Beşiktaş ve İmamoğlu’nun davalarında yer almış ve CHP aleyhine hazırladığı raporlar esas alınmış biri. İmamoğlu, bu kişinin ismini zikredip eleştirmesiyle sıradışı soruşturmalar devreye girdi.

Burada CHP'ye karşı taarruzun bir başka nedeni karşımıza çıkıyor. Bugüne kadar dokunulmaz olan CHP mevzilerine yargı ve kolluk marifetiyle dokunulmasıyla, muhalif seçmen kesimler korkutulmak, mücadeleden uzak tutulmak isteniyor. 

AKP güç kaybederken

31 Mart 2024 seçimlerinin ortaya koyduğu en önemli eğilim, başkanlık seçimlerini Erdoğan kazansa da AKP'nin eriyor oluşuydu.

Geçen 10 ay boyunca özellikle ücretli ve yoksul seçmenlerin AKP'den kopuşu devam ediyor.

Fakat AKP'den kopan kitleler CHP'ye topluca kaymıyor.

Muhalefet erken seçim istese de Erdoğan yaptığı son konuşmalarda seçim tarihi olarak normaldeki takvimi, yani 2028'i işaret etti. Ve partisinin seçim başarısızlığına dikkat çekerek yüzden 50'ya ulaşma hedefini duyurdu.

Tekrarlatılan İstanbul seçimlerinde Ekrem İmamoğlu'na uğradığı haksızlıktan dolayı oy çağrısı yapmıştık. Fakat CHP'ye birçok noktada kökten karşıyız. Bunların başında Suriyeli göçmenlere karşı ırkçı tutumu ve yönettiği belediyelerdeki taşeron düzeni geliyor.

Buna rağmen CHP'li seçilmiş siyasetçiler ve belediye başkanlarına yapılan baskıya karşı çıkmak gerekir.

Haksız hukuksuz yargılamalara, atanmışların seçilmişlere yaptığı müdahalelere ve kayyımlara karşı çıkmak bir zorunluluk. Antidemokratik, baskıcı politikalar halkı kutuplaştırdığı gibi işçileri bölüyor. Herkes için adaletten, demokratikleşmeden yanayız.

Volkan Akyıldırım


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Barışın kaybedeni olmaz

Bahçeli’nin çağrısıyla bir devlet politikası olarak da gündeme gelen yeni diyalog süreci ilerliyor. İmralı heyeti Öcalan’la ikinci görüşmesini gerçekleştirdi. Öcalan’ın bir açıklama yapmaya hazırlandığı iletiliyor. Bu adımlar atılırken de iktidar bir yandan saldırılarına devam ediyor. Kayyım atamaları belediyelerde hız kesmiyor. Kürt siyasilere yönelik olarak sürekli tepeden bakan, tehdit eden bir dil kullanılıyor. Devlet bir eliyle tokalaşmaya çalışırken diğer eliyle habire yumruk atıyor.

Öte yandan İmralı’dan yapılacak açıklama ve bu açıklamaya verilecek tepkilerle süreç bambaşka bir yöne doğru ilerleyebilir. 

Mevcut diyalog sürecinde kritik olan mesele ise Suriye.

Suriye’de neler olacağıdır.

Kürt hareketinin Suriye’deki eğilimleri, belirleyici olacak.

İmralı’nın yapacağı çağrıyı önemsizleştirme girişimlerinin iki odağı var. Birisi aşırı sağdan geliyor. Tüm ırkçılar, savaştan yana olanlar, nefret söylemi kullananlar süreci kötüleme yarışında.

İktidar karşıtlığını, Kürt düşmanlığı ve diyalog sürecinin dinamitlenmesine bağlı olarak sergileyenler var. İktidara saldırmak için milliyetçi hamaseti şişirmek bu türden muhalefetin kullanmayı bildiği tek çare. 

Yeni diyalog sürecinin bir başka tescilli aleyhtarlarıysa Kürtleri saf, kendilerini çok zeki sanan “daha sol” bir muhalefet. Bu muhalefet aynı anda hem İmralıyı hem de Kürt halkının her düzeydeki temsilcilerini aşağılıyor.

Bu kesimlere göre, yeni bir diyalog süreci başlamışsa sadece ve sadece Erdoğan’ı yeniden cumhurbaşkanı seçtirmek içindir. AKP-MHP’nin anayasa değişikliği için aradığı kanı Dem Parti’de bulması içindir.

Kürtlerin siyasal iradelerinden “bir şeyler” karşılığında taviz verdiklerini ima eden bu görüşler, ırkçıların Kürt ve diyalog süreci düşmanlığından çok daha zarar verici. 

Zarar verici çünkü bu sol gösterip sağ vuran bir yaklaşım.

Sanki diyalog sürecinden yanaymış gibi ortaya çıkan bir politik tepki bu.

Kürtlerin özgürlük mücadelesinden milim geri adım atmamış oldukları bu kesimlere defalarca anlatılmak zorunda değil.

Ama şunu anlatmak zorundayız: yeni diyalog süreci iç siyasal ihtiyaçlar nedeniyle değil, bölgede yaşanan gelişmeler nedeniyle gündeme geldi.

Ayrıca, bu sürecin hem de Bahçeli gibi bir isim tarafından gündeme getirilmesi Kürt halkının mücadele azminin açık bir kanıtıdır.

Böyle bir dönemde sosyalistlere düşen ise sürecin demokratik temellere oturması ve Kürt halkının barış umudunun hayata geçmesi için batıdan sesimizin yükseltilmesi, en önemlisi de işçi sınıfı içinde barış vurgusunun güçlenmesi için çaba gösterilmesidir.


Alex Callinicos Tüm Yazıları

Polis neden Filistin hareketine karşı saldırıya geçti?

Londra'da 18 Ocak'ta düzenlenen son Filistin dayanışma gösterisine yönelik polis saldırıları, baskı düzeyindeki keskin bir yükselişi temsil etmektedir. Yürüyüşümüz engellendi, 77 kişi tutuklandı ve önde gelen iki kişiye - sendika temsilcisi Chris Nineham ve Filistin Dayanışma Kampanyası başkanı Ben Jamal - ciddi suçlamalar yöneltildi.

Bu neden kitlesel dayanışma gösterileri başladıktan 16 ay sonra, şimdi gerçekleşiyor? Metropolitan Polisi, yürüyüşün durdurulması için çeşitli Siyonist örgütlerin baskısı altında olduklarını itiraf etti. Ancak bu tür gruplar Ekim 2023'ten bu yana bunu talep ediyor ve şimdiye kadar hiçbir başarı elde edemediler. İngiliz emperyalizminin çıkarlarının ters düştüğünde, Siyonist lobiciliğe çok fazla önem vermek genellikle bir hatadır.

Her şeyden önce, siyasi bağlam değişti. Gazze savaşının patlak verdiği dönemde  İçişleri Bakanı olan Muhafazakâr partiden Suella Braverman dayanışma gösterilerini "nefret yürüyüşleri" olarak kınadı. Ancak Met'i onları durdurmaya ikna edemedi. Polislerin kendi nedenleri vardı, buna geri döneceğim.

Braverman, seçim yenilgisine doğru sendeleyen ve nefret edilen Muhafazakâr hükümetin izole edilmiş ve sevilmeyen bir üyesiydi. Keir Starmer ve İşçi Partisi hükümeti anketlerde düşüşte olabilir. Ancak parlamentoda büyük bir çoğunluğa sahipler ve Ağustos 2029'a kadar bir genel seçimle karşı karşıya kalmaları gerekmiyor.

Mevcut hükümet Rishi Sunak'ınkinden çok daha güvenli olmakla kalmıyor, aynı zamanda İsrail'i çok daha fazla destekliyor. Dışişleri Bakanı David Lammy'nin Beşar Esad'ın devrilmesinden sonra İsrail'in Suriye'nin askeri yeteneklerini yok etmesini acınası bir şekilde savunmasına şahit olduk.

Genel olarak, birkaç istisna dışında, Batılı egemen sınıflar son birkaç ayda İsrail'e verdikleri desteği ikiye katladılar. Bu duruş kısmen İsrail'in Hizbullah ve İran'ı zayıflatmadaki başarısından, kısmen de Donald Trump'ın Beyaz Saray'a geri dönmesinden kaynaklandı. 

Bu, dünyanın geri kalanının ve hatta Batılı ülkelerin halklarının çoğunluğunun düşündükleriyle uyuşmuyor - demokrasi denen şeyin zayıfladığının bir başka işareti. İçişleri Bakanı Yvette Cooper, Filistin dayanışma yürüyüşünün sinagoglarında ibadet eden Yahudilere yönelik bir tehdit olduğu yalanını tekrarlayarak Met'i destekleyen bir tweet attı.

Met'in bu siyasi ipuçlarını yakaladığına şüphe yok. 2015-20 yılları arasında İşçi Partisi'ni etkin bir şekilde yöneten iki sol milletvekili Jeremy Corbyn ve John McDonnell'ı dikkatle sorgulamaları çok önemli. Starmer ve Cooper'dan yeşil ışık almadan bunun gerçekleşeceğine inanmıyorum.

Met, Braverman'ın 2023 sonbaharında yürüyüşleri durdurma baskısına kısmen pratik nedenlerle direndi. Gösteriler çok büyüktü. Onlara saldırmak ciddi ayaklanmalara neden olabilirdi. Filistin dayanışma hareketi hala çok büyük ve İngiliz toplumunda derin köklere sahip. Ancak Londra'daki gösterilerinin boyutları küçüldü. Bu da polislerin 18 Ocak'ta yaptıkları türden bir operasyon düzenlemesini kolaylaştırdı.

Polise son Muhafazakar hükümet tarafından çok daha büyük baskılama yetkileri verildi ve İşçi Partisi bunları kaldırmadı. İklim ve Filistin protestocuları ciddi hapis cezalarına çarptırılıyor. Filistin yürüyüşleri polislerin sokaklar üzerindeki kontrolüne bir meydan okumayı temsil ediyor. Dolayısıyla Met şimdi bunları  bastırmaya çalışıyor.

1930'larda Ulusal Hükümet döneminde Britanya'da hüküm süren duruma geri dönmek istiyorlar. Ülke liberal bir demokrasi olarak kaldı, ancak polis Ulusal İşsiz İşçiler Hareketi (NUWM) tarafından düzenlenen açlık yürüyüşlerine ve Oswald Mosley'in İngiliz Faşistler Birliği'ne karşı protestolara vahşice saldırdı. 1932'nin sonlarında yaşanan büyük sokak çatışmalarının ardından NUWM liderleri Wal Hannington üç ay ve Sid Elias ve iki yıl hapse mahkum edildi.

Bunun olmasına izin veremeyiz. Liberaller Donald Trump'ın temsil ettiği demokrasiye yönelik tehdit hakkında feryat ediyor ama İngiltere'de kendi burunlarının dibinde olanları görmezden geliyorlar. Filistin dayanışma hareketi, demokratik protesto hakkımızı savunmak ve liderleri Ben Jamal ve Chris Nineham'ın yargılanmalarını durdurmak için daha geniş bir kampanya yürütmelidir. Tüm özgürlüklerimiz kitlesel mücadelelerle kazanılmıştır ve aynı yollarla korunacaktır.


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Gezegen için en büyük tehdit: Trump

Trump’ın seçilmesinin gezegenin başına gelen en tehlikeli olaylardan birisi olduğu her geçen gün kesinleşiyor. Başkanlık koltuğuna oturur oturmaz milyonlarca yoksulun ve canlının hayatına kasteden iklim krizini önemsizleştirme adımı attı. ABD, Trump’ın kararnamesiyle Paris İklim Anlaşması’ndan çekildi.

Gazze’nin düşmanı

Bu çok tehlikeli bir gelişme ve iklim krizine karşı mücadeleye vurulmuş bir darbe.

İkinci olarak Trump, Gazze halkının önemli bir kesiminin Gazze dışında, Ürdün ya da Sina Çölü’ne, Mısır’a taşınması gerektiğini savundu.

Net bir şekilde tehciri savundu ve İsrail yetkilileri bu çıkışı ezber bozan bir yaklaşım olarak ayakta alkışladı.

Bir başka Trump kararnamesi ise göçmenlere yönelik saldırganlığı kapsıyor. Bariz bir ırkçı olan Trump göçmenleri suçla özdeşleştirip suça karşı mücadelenin bir yolu olarak göçmenlere yönelik saldırıya geçti. En az 14 milyon göçmen risk altında.

Trump elbette kendisinden beklendiği şekliyle LGBTİ+’ların kazanımlarına karşı da saldırıya geçti. Ailenin birliğini kutsadı ve imzaladığı kararnameyle federal hükümetin yalnızca biyolojik olarak erkek ve kadın olmak üzere iki cinsiyeti tanımasını zorunlu kıldı. Bu kararnameyle trans bireylerin federal kurumlarda düzenlenen kadın sporlarına katılması da yasaklandı.

Trump’ın vahim kararnamelerinden birisi de bir önceki seçimi kaybetmesinin ardından gerçekleştirdiği kışkırtma sonucu yaşanan Kongre baskını suçlularına getirdiği afla alakalı. Kongre baskınıyla ilgili 1600 kişiyi affetti. Artık ABD’de senatörleri, siyasileri öldürmek için silahla kongre baskını yapabilir ve hemen ardından affedilebilirsiniz.

Gerçekten de “Trump, büyük ölçüde hayali olan zenginliği ile böbürlense de onun siyasal başarısı bu zenginliği düzen karşıtı bir ajitasyonla birleştirmesinde yatıyor.”

Ama hem iç politikada hem de dünya çapında Trump’ın uygulayacağı politikalar sert çelişkileri de derinleştirecek. Açık olan şu: Trump şımarık zengin veletlerin şımarık zengin temsilcisi ve bu ekibin dünya umurunda değil. OECD'de ABD, milli gelirin  yüzde 21'inin en zengin yüzde 1'lik kesime gitmesiyle en eşitsiz ülke konumunda. ABD 2024 yılında milyarder sınıfında en büyük genişlemeyi gördü. İsviçre merkezli yatırım bankasının sayımına göre, 2023 yılında 751 olan Amerikalı milyarder sayısı 2024 yılında 835'e yükseldi.

Aşırı sağcı zenginlere karşı küresel direniş

İşte Trump, Musk, Meta, Amazon ve OpenAI gibi şirketlerin doğrudan sözcüsü durumunda. Bu iktidar, en aşırı sağcı yaklaşımlarla kapitalizmin ürettiği tüm reaksiyoner demokrasi düşmanlığına kapıyı sonuna kadar aralıyor. Bu atmosfer tüm dünyada da benzer bir etkiye sahip.

Bu yüzden tüm dünyada sol Trump ve özentilerine karşı mücadeleyi bir an bile savsaklamamalıdır. Trumpizm her yönden saldırı anlamına geliyor, tüm mücadele alanlarında dayanışan küresel bir karşı dalgaya ve direnişe ihtiyacımız var. Üstelik bu konuda Trump daha ikinci haftası dolmadan geri adım atmak zorunda kaldı. Trump gezegen üzerindeki olumlu her şeye ve ABD’de kazanılmış her türden demokratik hakka zarar verme kararlılığına sahip. Ama, canının her istediğini yapması mümkün değil. ABD’de sosyalistlerin söylediği gibi hemen yayınladığı kararnameler sadist ve yüzeysel olsa da 27 Ocak’ta imzaladığı sivil toplum kuruluşlarına yönelik hibeyi kısıtlama kararı ne vahim noktalardan birisiydi.

Bu krediler yaklaşık 3 trilyon dolarlık bir bütçe. Trumpçılar bu yardımları “Marksist eşitlik, transkimlikçilik ve sosyal mühendislik anlamına gelen yeşil yeni anlaşmanın kökünü kazımak için" öne sürdüklerini iddia ediyorlar.

Bu kararın ardından birçok kurum kaosa sürüklendi. Zira federal hibeler ve krediler evsizler için barınaklardan devlet ipotek desteğine ve tıbbi yardım sigortasına kadar çok geniş bir alanda hizmetlerin sürmesini garanti altına alıyor. Trump’ın kararı 50 eyalette hizmetleri kilitledi.

“Alexandria Ocasio-Cortez'in de belirttiği gibi, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki doğumların yüzde 40'ından fazlası Medicaid kapsamındadır. Kırmızı eyaletler de dahil olmak üzere ülke genelinde eyalet bütçeleri federal Medicaid ödemelerine bağımlı ve bu ödemeler aniden kesilirse felç olurlar.” Trump ve şürekâsı kaosun altında kaldıklarını görünce 29 Ocak’ta kötü kalpli bürokratları suçlayarak bu kararı iptal etti.

Trump her dediğini yapamayacak.

Üstelik henüz ABD’de dev işçi, öğrenci ve ırkçılık karşıtı eylemler nedeniyle değil kendisine oy veren yoksulların da yararlandığı kazanımları bozmak için attığı adımların sürdürülemez olması nedeniyle geri adım atmış vaziyette.

----

Kürt sorununda çözümden yana olmak

Bahçeli’nin çağrısıyla bir devlet politikası olarak da gündeme gelen yeni diyalog süreci ilerliyor. İmralı heyeti Öcalan’la ikinci görüşmesini gerçekleştirdi. Öcalan’ın bir açıklama yapmaya hazırlandığı iletiliyor. Bu adımlar atılırken de iktidar bir yandan saldırılarına devam ediyor. Kayyım atamaları belediyelerde hız kesmiyor. Kürt siyasilere yönelik olarak sürekli tepeden bakan, tehdit eden bir dil kullanılıyor. Devlet bir eliyle tokalaşmaya çalışırken diğer eliyle habire yumruk atıyor.

Bu yeni sürecin Türkiye’de iç siyasal ihtiyaçlardan çok egemen sınıfın özellikle Ortadoğu’da yaşanan ve yaşanması muhtemel olan gelişmelere karşı bir hazırlık olduğunun altını defalarca çizdik. Şimdi Suriye’de HTŞ ile YPG/SDG görüşmelerinin geliştiğini biliyoruz. Hatta Mazlum Kobani şöyle bir açıklama yaptı:

HTŞ yönetimiyle, Sayın Ahmed El Şara ile uzun görüşmeler yaptık. Üzerinde görüş birliğine vardığımız bazı noktalar var. Bu noktalar; Suriye’nin gelecekteki ordusu içinde SDG’nin durumu ve geleceği, Suriye’nin toprak bütünlüğü, parçalanmanın reddi, diyalogların aktifleştirilmesi ve siyasi çözüm konularıdır. Birlik halinde bir Suriye istiyoruz, ayrılıkçılık gibi bir niyetimiz yok. Birçok kişi, bizim Suriye’de iki ordu oluşturmak ve devlet içinde devlet için çalıştığımız propagandalarını yapıyor. Böyle bir niyetimiz hiçbir şekilde yoktur.  

Böyle bir dönemde sosyalistlere düşen sürecin demokratik temellere oturması ve Kürt halkının barış umudunun hayata geçmesi için batıdan sesimizin yükseltilmesi, en önemlisi de işçi sınıfı içinde barış vurgusunun güçlenmesi için çaba gösterilmesidir.

---

Tutuklamalar, hortlatılan Gezi davası ve “korku imparatorluğu”nun tuğlaları

Tutuklamalar ya da adli kontrol şartıyla veya ev hapsiyle serbest bırakmalar tabiri caizse seriye bağlandı. Gazeteciler tutuklanıyor, belediye başkanları tutuklanıyor, baro yöneticileri tutuklanıyor, Filistin eyleminde slogan atan bir kişi Erdoğan’a hakaretten tutuklanıyor.

Daha ilginci, menajerlik şirketi sahibi tutuklanıp çok ünlü oyuncular savcılığa ifade vermeye çağrılıyor.

Özellikle sektörde tekelleşme iddialarıyla hakkında soruşturma açılan Ayşe Barım, birdenbire Gezi davasına bağlanıp hükümeti yıkmaya teşebbüsten tutuklanıyor.

Bu tutuklamalar olduğu sırada Devlet Bahçeli’nin mecliste grup toplantısında yaptığı konuşmada, sokağa çıkma çağrılarının, sivil direniş kışkırtmalarının isyana davet, 15 Temmuz benzeri bir sürece davet olduğu yönündeki tehditkâr konuşması gözden kaçırılmamalı. İlk gerçek, tutuklamaların bir korku imparatorluğunu inşa etmek için yapıldığıdır. Özellikle bir menajerlik şirketi sahibinin Gezi direnişine, 12 yıl önceki eylemlere bağlanması, sokaklara çıkmak isteyen kitlelerin gözünü korkutma amacını taşımaktadır.

İkinci gerçek ise iktidarın pesimist muhalefetten daha kesin bir şekilde toplumda biriken öfkeyi görmekte olduğudur. Asgari ücret, açlık, yoksulluk sınırı, gıda fiyatlarında kira fiyatlarında aşırılık, büyük kentlerde yaşamanın aşırı zorlaşması, eğitim paralarının karşılanamaması, adaletsizlikler, iş kazaları, göstere göstere gelen felaketler ve ihmaller nedeniyle bu felaketlerin cinayete dönüşmesi. Tüm bunlar öfkeyi yayıyor. Kızgınlık derinlerde fokur fokur kaynıyor. İktidar bu öfkeni yayıldığının farkında ve sokağa dönük çağrıları şimdiden kriminalize etmek için Gezi’yi bir korku filmi sekansına çeviriyor. Çok açık ki Ayşe Barım meselesi bu nedenle sadece Ayşe Barım’ın tutuklanmasından daha öte anlamlar taşıyor.

Bu türden tutuklamalara karşı çıkmak ve sokakta hak aramanın demokrasinin vaz geçilmez öğesi olduğunu savunmak, Gezi direnişinin bir darbe girişimi değil demokratik bir halk hareketi olduğunu dile getirmek çok önemli.

Şenol Karakaş


Volkan Akyıldırım Tüm Yazıları

Bir derin devlet efsanesi olarak Kırmızı Kitap

Askeri vesayet yıllarında sıkça tartışılmış, gizliliği sebebiyle bir muamma olagelmiş Kırmızı Kitap, yani Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) güncellendi.

Milli Güvenlik Kurulu'ndan yapılan açıklamada 5 yıllık uygulama süresinin ardından yapılan güncellemenin ana hatları sıralandı. 

MGSB 2025'in duyurulan vurgularına bakmadan önce bu metnin tarihini ele almakta fayda var.

ABD'den örnek alındı

Kimilerine göre "devletin gizli anayasası" olan belge, iç ve dış tehditleri belirleyerek bunlara karşı çok yönlü karşı koyuşu tanımlıyor.

Kırmızı Kitap uygulaması Türkiye'nin 1952'de NATO'ya katılmasının ardından başladı. Asıl etkinliğini 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kazandı.

ABD'nin sadık müttefiki Türkiye’de uzun yıllar boyunca hakim güç generaller oldu. Tüm NATO üyesi ülkelerde olduğu gibi Milli Güvenlik Siyaset Belgeleri öncelikle "komünizmle mücadeleyi" konu edindi. Darbeler, sıkıyönetimler, olağanüstü hallerle geçen yıllarda bu belge tamamen ordu tarafından hazırlandı.

Özellikle 1960'ların sonunda kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri vb oluşumların bizzat askerlerin hakim olduğu MGK tarafından örgütlendiği ileri sürüldü. Kontrgerilla yapılanması, MGK ve Kırmızı Kitap ile birlikte görüldü.

Değişen tehdit algısı

1980'lerde komünizmin üstünde yeni bir tehdit tanımlandı: Bölücülük. PKK'nin başlattığı silahlı mücadele ve Kürt ulusal kurtuluş hareketinin büyümesi o günden bugüne devletin başlıca meselesi olarak kondu.

1990'larda ise bu kez irtica tehdidi tanımı belgeye eklendi. Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi'nin birçok belediyeyi kazanması ile birlikte Kemalist ideolojiye bağlı generaller İslami harekete savaş açtı. Bu savaşın doruk noktası 28 Şubat 1997 MGK muhtırasıyla iktidardaki Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi'nin devrilmesi ve ardından gelen baskı dönemi oldu. Üniversitelerde başörtüsü yasakları ve bir dizi tutuklama o dönem yaygın protestolarla karşılandı.

Fakat dönemin Kırmızı Kitabını yazan Kemalist generaller, bir tehdit olarak gördükleri İslami hareketi yok edemedi. Aksine Refah Partisi'nden kopan, daha merkeze yakın bir çizgiyi benimseyen AKP 2002 seçimlerinde hükümete geldi.

Erdoğanlı yılların başlangıcından itibaren MGK, askerle ve hükümet üyeleri arasında bir kapışma alanı haline geldi. Abdullah Gül’ün eşinin başörtülü olması sorun olarak ortaya konuldu.

Kitle desteğini görülmemiş seviyeye çıkaran AKP hükümetleri, 27 Nisan 2007 e-muhtırasının ardından kendisini devirmek isteyen askeri vesayetle çarpışmaya başladı.

Yıllar içinde sadece AKP değil geniş kesimlerin tepkisini çeken askeri vesayetin başlıca yönetme kurumu olan MGK'nın yapısı değişmiş, sivil üye sayısı artırılmış, hükümet üyeleri ve askerler ile güvenlik bürokrasisi üye sayısı arasında denge sağlanmıştır.

Fakat bu değişikliğe rağmen MGSB'deki tehdit tanımlamalarına bağlı olarak ordu ve güvenlik bürokrasisinin merkezi önemi ile etkinliği kendini devam ettirmektedir.

MSGB 2025 hakkında bilinenler

22 Ocak'ta yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısının ardından MGK sekreterliğinin yayınlandığı bildiriye göre MSGB'deki tehdit tanımlamaları şöyle sıralandı:

  • 5 yıl yürürlükte kalacak güncelleme de başlıca tehdit unsuru PKK/PYD/YPG yani Kürt silahlı hareketleri olarak belirleniyor. Fetullahçılar ve IŞİD de tehdit listesinin başına konuluyor.
  • Suriye'de Esad rejiminin devrilmesinin ardından, ülkedeki en büyük yabancı güç olan Türkiye'nin kurulacak yeni yönetime etkin destek vereceği belirtiyor.
  • Rojava bölgesinde hakim olan PKK/PYD/YPG'nin tasfiye edileceği vurgulanıyor.
  • Dış politik başlıklarda ise Gazze'de ateşkesin korunmasının aktif şekilde savunulması ve Türkiye'nin Afrika'daki ihtilaflara müdahil olacağı yazılmış.

Kamuoyuna açıklanan bu maddeler, önceki Kırmızı Kitaplardan pek de farklı değil.

Ancak Suriye'deki rejim değişikliği, Türkiye'de yeni bir diyalog sürecinin başlaması, Irak'taki askeri varlığın tahkim edilmesi ve iktidarla PKK'ye karşı işbirliği girişimleri ile birlikte Kürt meselesi yeni bir evreye girdi. 

MGK bildirisinden anlaşılıyor ki farklı isimler konulan yeni çözüm süreci Kolombiya'da devlet ve FARC arasındaki barış görüşmelerine benziyor. Sağcı Kolombiya hükümeti bir yandan FARC'a karşı operasyonlarını sürdürürken, aynı anda ateşkes görüşmelerini yapmıştı. Silah bırakma ve siyasal mücadele hattının kabul edilmesiyle bu süreç sona ermişti.

Bambaşka nedenlere ve aktörlere sahip Kürt sorununun çözümünde Kolombiya modelinin başarılı olup olmayacağı ise belirsizliğini koruyor. 

Koruyor çünkü birinci çözüm süreci çok ileri noktalara varmasına rağmen bıçak gibi kesilmişti. Ardından ağır bir baskı dönemi yaşanmıştı. Bu dönemde silahlı çatışmalar bir ölçüde devam etmişti. Öncelikli tehdit algısı ile güvensizlikler, benzer bir durum olasılığını şimdi de kenarda tutuyor.

Komplo teorilerine rağmen

Kırmızı Kitabın ismini ilk telaffuz edenin 27 Mayıs darbesinin liderlerinden ve MHP kurucusu albay Alpaslan Türkeş olduğu iddia edilir. Yıllar boyunca MSGB'nin gizliliği eleştirilmiş ve kamuoyuna açıklanması talebi seslendirilmiştir. 

Kurtlar Vadisi dizisinde popüler bir derin devlet efsanesi olarak canlandırılan Kırmızı Kitabın ne derece belirleyici olabileceği ise tartışmalıdır.

Örneğin "irtica ile mücadele", 28 Şubat darbesiyle hükümet devirdiği gibi AKP'nin yükselişi ile başarısız oldu. Üstüne üslük Fetulahçıların liderliğindeki bir askeri koalisyon 15 Temmuz 2016'da darbe yapmaya kalktı. 

Büyük Kürt siyasi hareketleri yıllar içinde ortaya çıktı ve toplumsal tabanlarını konsolide etti.

MSGB 2025'in uygulanmasının sonuçlarının öncekilerden pek de farklı olması beklenemez.

Volkan Akyıldırım


Özdeş Özbay Tüm Yazıları

Gazze ateşkesinde ikinci rehine takası

Gazzede 15 aylık soykırımcı işgalin sonunda İsrail hem ülke içerisinden gelen hem de uluslararası alanda gelen baskının bir sonucu olarak ateşkes imzalamak zorunda kaldı.

Ateşkesin ilk aşamasında 40 gün içerisinde 33 İsrailli rehineye karşılık 1.900 Filistinli serbest bırakılacak. Sonraki iki aşamanın çerçevesi belirlenmiş olmakla birlikte ilk aşama sırasında diğer aşamaların ayrıntıları müzakere edilecek.

İlk aşama 19 Ocakta 3 İsrailli rehineye karşılık 90 Filistinlinin serbest bırakılmasıyla başladı. 25 Ocakta ise Hamas 4 İsrailli rehineyi bıraktı ve karşılık olarak 200 Filistinli serbest bırakıldı. Bu 200 rehinenin 70i ömür boyu hapse çarptırılmış direniş örgütü üyelerinden oluşuyordu. İsrail tutsak direnişçileri Filistin Otoritesine değil Mısıra teslim ederek sınır dışı etmiş oldu. Bu grubun içerisinde Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, İslami Cihad, Hamas, El Fetih üyeleri de var.

Aylardır Gazzeye günde sadece birkaç on tane yardım TIR’ı girerken ateşkesle birlikte binin üzerinde yardım TIR’ı girmiş durumda.

Esir takasları sırasında yaşananlar ise İsraili zora sokmuş durumda. Rehinelerin etrafında disiplinli ve tepeden tırnağa silahlı onlarca Hamas militanının bulunması örgütün yok edilmediğini gösteriyor. Üstelik Hamas İsrailli rehineleri meydanlarda binlerce kişinin önünde coşkulu törenler düzenleyerek serbest bırakıyor.

İlk rehine takası sırasında zayıf bir meydan hazırlığı ve birkaç yüz kişilik düşük katılım varken ikinci takas sırasında Hamas tam anlamıyla bir gövde gösterisi yaptı. Üstelik de tamamen yıkılmış olan Gazze kentindeki Filistin meydanında. Büyük ve coşkulu bir kalabalığın önünde esirleri Kızılhaç’a teslim etti. Ardından saatlerce hem militanlar birbirleriyle kucaklaştı hem de halkla birlikte meydanda coşkulu kutlamalar yapıldı.

Hamas’ın serbest bıraktığı rehinelerin sağlık durumunun çok iyi olduğu da görülebiliyordu bu meydan gösterilerinde. Gülümseyerek kalabalık Filistinli sivillere el sallıyorlar. Bunu yapmaya zorlanmış iseler dahi hem fiziksel hem de bilişsel olarak sağlıklı oldukları tartışmasız bir gerçek. Oysa serbest bırakılan Filistinliler öncelikle fiziksel olarak iyi görünmüyorlar. Birçoğunun ağır sinir bozuklukları yaşadığı da görülebiliyor. Bu da İsrailin tutsaklara kötü muamelede bulunduğunu ve Hamas’ın rehinelere iyi baktığını tüm dünyaya ilan etmiş oluyor. 

Ateşkes sayesinde onbinlerce kişi yıkıntılar halindeki evlerine dönüp enkaz altında kayıplarını arıyor. Gazze Şeridinde 436.000 konutun yıkıldığı ya da hasar aldığı ve bu enkazların altında da binlerce ceset olduğu tahmin ediliyor. Daha şimdiden ulaşılan ceset sayısı 200’ü bulmuş durumda ki Gazze kentine girişlere henüz izin vermedi İsrail. Gazzeye gitmek isteyenlerin üzerine ateş açtı.

Yıkımın en yoğun olduğu yer Gazze Şeridinin en büyük kenti olan kuzeydeki Gazze kenti. İnsanlar buraya ulaştıklarında muhtemelen şuan 47 bin olan ölü sayısı enkaz altından çıkarılanlarla birlikte büyük bir hızla aratacak.

Ateşkese dair soru işaretleri

Ateşkesin Netanyahu hükümetine olan bedeli çok ağır. Hükümet ortağı olan faşist Yahudi Gücü Partisi, ateşkesi yenilgi olarak ilan ederek hükümetten çekildi. Diğer aşırı sağcı koalisyon ortağı Dini Siyonizm Partisi de ateşkesi “çok büyük bir hata” olarak tanımladı ve eğer ateşkes hükümlerinin ikinci aşamasına geçilecek olursa hükümetten çekileceğini açıkladı.

120 milletvekilinin olduğu İsrail Meclisinde (Knesset) Dini Siyonizm Partisi de istifa ederse hükümet azınlık konumuna düşecek. Bu nedenle İsrailin muhalif gazetesi Haarezt, Netanyahunun üç aşamadan oluşan ateşkesi sabote edeceğini yazdı. Netanyahu'ya çok yakın bir uzman olan Amit Segalin bir televizyon programında söylediklerini öne çıkaran gazete, Netanyahu'nun Dini Siyonizm Partisi lideri ve aynı zamanda Maliye Bakanı olan Bezalel Smotrich'e verdiği sözü tutup savaşı tekrar başlatmadan önce Gazze'de bulunan 94 rehineden yalnızca 10 kadarının serbest bırakılmasını beklediğini söyledi.

Habere göre Netanyahu'nun savaşı yeniden başlatmak için iki muhtemel bahanesi var. Seçeneklerden biri, ilk aşamada serbest bırakılacak 33 rehinenin ardından ikinci aşamanın müzakerelerini yokuşa sürmek. İkinci seçenek ise Batı Şeria'da bir şiddet patlamasını kışkırtmak.

Ateşkes yürürlüğe girdiği ilk günden bu yana İsrail zaten Batı Şeriada sert saldırılar düzenlemeye başlamıştı. Daha ilk gün aşırı sağcı yerleşimler Filistinli yerleşimlerinde saldırıp çok sayıda evi ve arabayı ateş verdi. Ardından da İsrail ordusu Cenin mülteci kampına yönelik Demir Duvar” operasyonuna başladı.

İsrail ordusu Ceninde şu ana kadar 12 kişiyi öldürdü. İki hastaneyi kuşattı. Gazzede yaşananlara benzer şekilde hastanelerde teröristler” olduğunu söylüyor. Yüzlerce kişi Cenini terk etmek zorunda kaldı.

Oslo Barış Anlaşması’ndan bu yana Batı Şeriada Filistin Otoritesi gibi bir uluslararası tanınırlık altında yönetimi elinde bulunduran El Fetih örgütü de eş zamanlı olarak direniş gruplarına İsrail adına saldırılar düzenliyor. En son Cenindeki üçüncü bir hastaneyi de içeride İsrailin aradığı bir terörist” olduğu gerekçesiyle kendisi kuşattı. El Fetih lideri Mahmud Abbas daha önce de Gazzede yaşanan soykırımın sorumlusu olarak Hamas’ı ilan etmişti. Hamas ise Abbas’ın Batı Şeriada direnişçilere yönelik saldırılarına karşı Abbas’ı Filistinlilere ihanet etmekle suçladı. 

Siyonist Trumptan İsraile destek

Donald Trump 20 Ocakta ABD başkanlık koltuğuna oturdu ve Gazze'de ateşkesin sürdürüleceğinden emin olup olmadığına ilişkin bir soruya, "Emin değilim. Bu, bizim savaşımız değil. Bu, onların savaşı." diye yanıt verdi. Gazzenin sahil kıyısı, güzel bir yer olduğunu söyleyerek İsrailin orada çok güzel şeyler yapacağını da söyledi.

Trump’ın birinci hedefinin Çin olduğu ve ABDnin ekonomik gerileyişini durdurmak adına Ortadoğunun savaşlarına müdahil olmayıp askerlerini tamamen çekmeyi istediği biliniyor. Aynı zamanda bütün bölgeye silah satma konusunda da çok hevesli. İsraile hiçbir uluslararası hukuk ihlalini umursamaksızın silah satmaya hazır.

Öte yandan Trump geçtiğimiz günlerde ABDnin tüm dış yardımların durdurdu ama iki istisnayla. Trump, İsrail ve Mısır'a askeri yardımları bu yeni kararnamenin kapsamının dışında tuttu.

Trump’ın varlığı Netanyahuya daha fazla güven veriyor. Ancak İsrailde savaşmayı reddeden yedek askerlerin oranı yüzde 25e yükseldi. Rehine ailelerinin eylemlerinin sürmesi ve büyük destek topluyor olması Netanyahu için işlerin zorlaştığının kanıtları. Bunların yanında askeri başarısızlık ve ekonomik sorunlar da hükümeti şimdilik ateşkesi sürdürmek zorunda bırakıyor.

Özdeş Özbay


Tüm Yazarlar


Alex Callinicos Tüm Yazıları

Vergi savaşları küresel gerilim hakkında ne söylüyor

Görünüşe göre Donald Trump şaka yapmıyormuş. Trump geçtiğimiz Cumartesi ABD’nin Kanada ve Meksika’dan yaptığı ithalatta yüzde 25’lik, Çin’den yapılan ithalatta da yüzde 10’luk bir vergiyi uygulamaya koydu. Ona Avrupa Birliği’nden (AB) gelen mallara da vergi getirmeyi düşünüp düşünmediği sorulduğunda, “kesinlikle getireceğim” yanıtını verdi.

Trump yemin töreninden bu yana bir şok ve dehşet saldırısı yürütüyor. Bu saldırı, ABD içinde bir yandan -büyük ihtimalle yasadışı bir şekilde- çeşitli yardım programlarına ödenek sağlanmasına kararname ile son verilmesini, diğer yandan göçmenlerin ve transların hedef alınmasını içeriyor. 

İç ve dış siyaset çok yakından bağlantılı. Büyük teknoloji şirketleri baronlarının liderliğindeki büyük sermaye, onun vaat ettiği ödüller nedeniyle hevesle Trump’ın etrafına toplandı. Bu ödüllerden biri, ilk başkanlık döneminde getirdiği zenginlere yönelik vergi kesintilerini sürekli hale getirmek. Trump, yeni vergilerden elde edilecek gelirlerin federal hükümetin şimdiden devasa boyutlara ulaşmış borçlanmasının genişlemesini engelleyebileceğini umuyor. 

Neden Kanada ve Meksika’ya daha yüksek vergiler getiriliyor? Yalnızca altı yıl önce Trump, ABD’nin komşusu olan bu iki devlet ile yeniden düzenlenmiş bir Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması yapmak için müzakereler yürüttü. İki ülke de ABD üretim ağlarına yoğun bir biçimde entegre durumda. Benim gördüğüm en iyi açıklama, Trump’ın hedeflerinden birinin Batı Yarımkürede ABD hakimiyetini güçlendirmek olduğu. Grönland’ı ve Panama Kanalı’nı ele geçirme tehditleri de aynı çabanın bir parçası. 

Çin, Kanada veya Meksika’dan çok daha zorlu bir rakip. Dünyadaki en büyük ikinci ekonomi ve DeepSeek’in yapay zekâ alanındaki başarısının da gösterdiği gibi giderek teknolojide de bir lider haline geliyor. Yeni vergi muhtemelen bir pazarlık taktiği. Bu, Trump’ın AB’den ithal mallara getirmeyi planladığı vergi için de geçerli olabilir. Gerçekten de Kuzey Amerika’da getirilen vergiler, Meksika ve Kanada hükümetlerinin sınırlarını sıkılaştıracaklarını taahhüt etmelerinin ardından durduruldu. 

Her halükârda, Trump’ın etkisi önde gelen kapitalist devletler arasındaki ilişkileri şu anda olduklarından çok daha parçalı ve rekabetçi bir hale getirecek. Joe Biden ana Batılı güçleri -sadece NATO’yu değil; Japonya, Güney Kore ve Avustralya gibi Asya-Pasifik devletlerini de- Rusya ve Çin’e karşı bir araya getirdi. Şimdi bütün bu ülkelerin nasıl tepki vereceklerini hesaplamaya çalıştığı bir kaos hakim. Zararı minimize etmenin en iyi yolunun, Trump’a yaltaklanmak olduğunu uman tek Batılı emperyalist lider Keir Starmer olamaz. 

Ancak Trump yönetimi bu dönüşümü memnuniyetle karşılıyor. Yeni Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Senato’ya şöyle dedi: “İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan küresel düzen, sadece modası geçmiş değil, bu düzen şimdi bize karşı kullanılan bir silah.” Rubio bu düzenin yerini “gezegenin farklı bölgelerinde birden çok büyük gücün bulunduğu, çok kutuplu bir dünyanın” almakta olduğunu söylüyor. 

Muhtemelen en büyük direniş Latin Amerika’dan gelecek. Eski şaka “Zavallı Meksika, Tanrıya fazla uzak, Birleşik Devletlere fazla yakın” bütün bölge için geçerli. Washington’ın askeri müdahaleleri ve acımasız askeri diktatörlüklere olan desteği yakıcı ve canlı bir hatıra olmayı sürdürüyor. 

Kolombiya Cumhurbaşkanı Gustavo Petro, vatandaşlarının ABD’den kelepçeli bir şekilde, askeri uçaklar kullanılarak sınır dışı edilmesini reddederken, uzun bir geçmişe sahip olan Yankee emperyalizmine olan nefreti harekete geçirdi. Trump vergi getirdiğinde, o da vergi getirerek tepki verdi. Ayrıca ABD’nin çeşitli suçlarını ayrıntılı olarak anlatıp, katledilen Şilili devlet başkanı Salvador Allende ve Kolombiyalı romancı Gabriel García Márquez gibi Latin Amerikan solunun kahramanlarını andığı, uzun ve şiirsel bir twit attı. BBC, ABD’nin Petro’nun daha sonra geri adım attığı iddiasını utanç verici bir şekilde tekrarladı. Ancak Kolombiyalı göçmenler şimdi geriye kelepçesiz olarak ve sivil uçuşlarla dönüyorlar.

Bu büyük oranda sembolik bir atışmaydı. Ama eğer Trump, Baba George Bush’un 1989’da başkanken yaptığını tekrarlar ve Panama’nın işgal edilmesi emrini verirse, işler ciddi biçimde kötüleşebilir. Çin, artık Güney Amerika’nın en önemli ticari ortağı ve kıtaya yatırım yağdırıyor. 

Bu, Latin Amerika devletlerinin, Soğuk Savaş sonrasındaki tartışmasız küresel ABD hegemonyası dönemine göre, manevra yapmak için daha fazla alana sahip oldukları anlamına geliyor. Rubio kısa süre önce Panama Şehri’ni ziyaret etti ve Çin’in Kanal üzerindeki sözde “etki ve kontrolü” konusunda “acil değişikliklerin yokluğunda” ABD’nin “kendi haklarını koruyacak önlemler alacağını” söyledi. Ama bu tarz zorbalıklar, devletleri Pekin’e doğru itebilir. 

Trump’ın bir tek kararlı Latin Amerikalı müttefiki var; Arjantin’in ultra neoliberal başkanı Javier Milei. Ama cumartesi günü Buenos Aires’te ve diğer Arjantin şehirlerinde faşizme ve Milei’nin cinsiyetçi ve homofobik politikalarına karşı çok büyük eylemler yapıldı. Her yerde bunun gibi eylemlerden daha fazla yapılmasına ihtiyacımız var.

Alex Callinicos

Çeviri: Onur Devrim


Ali Morgül Tüm Yazıları

Kod Adı Hummingbird: Teknoloji, hız ve insan

Kod Adı Hummingbird, modern kapitalizmin hız ve teknolojiyi nasıl birer tahakküm aracına dönüştürdüğünü gözler önüne seren bir film. Senaryonun merkezinde, fiber optik kablo ağı döşeyerek mali piyasalarda avantajlı bir konum elde etmek için çabalayan iki kuzen bulunuyor. Kuzenler, bu proje ile saniyenin birkaç binde birinden daha hızlı veri akışı sağlayarak piyasalarda belirleyici olmayı amaçlıyor ve tabi ki bu da kapitalist sistem içerisindeki acımasız ve yıkıcı rekabet koşulları altında yapılıyor. 

Filmde yeni teknolojik gelişmeler ve olanaklar sadece bir yenilik ya da ilerleme göstergesi olarak değil, aynı zamanda egemen sınıfların iktidarının pekiştirilmesi için kullanılan etkili ve güçlü EİSA’lar, yani egemen sınıfın ideolojik aygıtları olarak karşımıza çıkıyor. Filmde çok açık bir şekilde görülüyor ki teknoloji kimin elindeyse ona hizmet ediyor. Bir başka ifadeyle, bilgi ve teknolojinin eşitsiz ve farklı hızlardaki dağılımı, kapitalist sistemin teknolojiyi toplum üzerinde nasıl bir tahakküm aracına dönüştürdüğünü, modern kapitalist sistemin teknoloji-hız ve insan ilişkisine nasıl yaklaştığını da gösteriyor. 

Salma Hayek’in canlandırdığı Eva Torres karakteri şahsında, önce bu yarışın altında sadece bireysel hırslar varmış gibi gösteriliyor ancak filmin sonlarında bu teknoloji-hız yarışının altında daha geniş anlamda kapitalist sistemin doymak bilmez kâr hırsı olduğu Afrikalı çiftçilerin hikayesi ile deşifre ediliyor: Teknoloji gibi hız da bir meta haline gelmiştir, lakin Afrikalı çiftçilerin bundan haberi yoktur. 

Filmdeki esas oğlanlar –iki kuzen Vincent ve Anton- hız ve teknoloji yoluyla piyasalardaki konumlarını güçlendirmeye çalışıyorlar. Bu çaba, kapitalizmin doğasında bulunan azami kâr eğiliminin bir yansıması. Filmde bir ekonomik kriz vesaire gündemde değil. Şirketler tıkır tıkır çalışmakta, para kazanmakta, fiber optik hat için milyonlarca dolar para harcanmakta. Lakin kapitalist sistem, daha fazla kâr elde etme güdüsüyle çalışan bir sistemdir, varlık amacı budur. Vincent ve Anton kuzenlerin fiber optik projesi, bu eğilimin somut bir örneğidir. Daha hızlı veri transferi, daha büyük kazançlar ve daha fazla güç-iktidar anlamına gelmektedir. Ancak bunun için (iki kuzen de dahil) emekçilerin hem fiziksel hem de zihinsel anlamda daha fazla sömürülmesi gerekmektedir. Anton ve Vincent bu projeye kendilerini adarken hem fiziksel hem de zihinsel anlamda sağlık sorunları yaşarlar: Anton’da simgeleşen psikolojik rahatsızlıklar ve Vincent’da simgeleşen ölümcül hastalık kanser.

Filmde kapitalizmin doğaya karşı savaşı da ele alınır. Projenin hayata geçirilmesi için tüneller açılır, araziler kazılır. Doğaya yönelik müdahaleler aynı zamanda insanın kendisine karşı bir savaşa dönüşür. Vincent’ın sağlığındaki bozulma, bu savaşın en açık göstergelerinden biri olarak ortaya çıkar. Anton ve Vincent, sistemin taleplerine bazen devletin baskı aygıtları ile bazen “rıza” ile boyun eğmek zorunda bırakılmıştır, kişisel ihtiyaçları ve değerleri geri plana itilmiştir. Örneğin filmin başlarında bir ırkçının Hispanik bir karaktere yaklaşımı ile bu dejenere olma hali daha projenin hemen başında kendisini gösterir. Esas oğlan Vincent bu ırkçı yaklaşımın üzerini örterek “işine bakar”, hiç hoşuna gitmeyen bir durum da olsa görmezden gelir. Yani benimsemediği ve doğru bulmadığı bu ırkçı yaklaşımı, para ile çözmeye çalışarak kendisine yabancılaşan bir tutum sergiler. Yabancılaşma, sadece iş ve üretim sürecinde yaşanmaz, aynı zamanda insan ilişkilerinde ve kişinin kendisiyle olan ilişkisinde de vardır. Film bu yabancılaşmayı, teknoloji ve hızın dayattığı baskılar üzerinden farklı sahnelerde derinlemesine işler.

Senaryodaki fiber optik kablo hattı projesi, aslında mali piyasaların bilgiye en hızlı erişenler tarafından nasıl manipüle edilebileceğini ve nasıl büyük sermayelere dönüştürülebildiğini de gözler önüne sermektedir. Fiber optik kablo hattı ile sağlanacak hızın ve teknolojik üstünlüğün toplumsal refahı artırmak için değil, bir sermaye kesiminin daha fazla kâr elde etmesi için kullanıldığı açık bir şekilde gösterilir. Her şey sermayedarlar içindir.  

Filmde yalnızca insan doğasına değil, aynı zamanda bizzat doğanın kendisine de nasıl zarar verildiği gösterilir. Projenin amacına ulaşabilmesi için doğa ile savaşılır, araziler tahrip edilir, kapitalist üretim süreçlerinin ekolojik sonuçları az da olsa filmde işlenir. Kapitalist sistemin doğal kaynakları hoyratça kullanımı, çevresel krizlerin temel sebeplerinden biridir. Film, teknolojik ilerlemenin yalnızca insanlar üzerindeki etkisini değil, aynı zamanda gezegen üzerindeki yıkıcı sonuçlarını da ortaya koyar. Teknoloji ve hız, ekolojik dengeyi bozan ve insanlığın geleceğini tehdit eden unsurlar haline gelir. 

Filmin bir sahnesinde bir topluluğunun kutsal addettikleri topraklardan bu teknolojik illetin geçmesine izin vermek istememesi, teknolojik gelişmeyi tinsel bir uğursuzluk olarak görmesi, toplumun bir kesiminin kendisini koruma güdüsü ile bir tür sekt-vari tutuma sürüklenişi de gösterilir. Doğa ile insan arasındaki ilişkinin kapitalist sistemle nasıl bozulduğu farklı yan karakterlerle filme yedirilmiştir. 

Kod Adı Hummingbird, modern kapitalist toplumlarda hızın bir baskı aygıtına dönüştürüldüğünü ve teknolojinin insanı bu hızın kölesi haline getirdiğini anlatır. Hız, teknolojik ilerleme, zaman ve insanın bunlarla olan ilişkisini derinlemesine sorgulama fırsatı sunar. Hızın ve teknolojinin hayatımızı ne kadar etki altına aldığını, kontrol ettiğini, insanın aslında zaman mefhumunu yitirdiğini gösterir. Ölümlü bir canlı türü olarak insanın sınırlı ve kısıtlı yaşam süresinin kapitalist sistem tarafından nasıl tüketildiğini, zamanın ne kadar kıymetli olduğunu sorgulamaya davet eder.


Atilla Dirim Tüm Yazıları

Güvercin tedirginliğinde yaşayanlar- Hrant Dink’i anmak

Agos gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink, 19 Ocak 2007 yılında sokak ortasında katledilmesinden kısa bir süre önce “Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Dink, Ermeni Soykırımı’yla yüzleşmenin kapısını aralayan yazılar yazdığı için devletin karanlık ellerini üzerinde hissediyor, bunu bir güvercin tedirginliği içinde olduğu şeklinde ifade ediyor ama yine de bu ülkenin insanlarının güvercinlere dokunmayacağını umut ediyordu. Ne yazık ki bu yazısından sadece dokuz gün sonra eline silah tutuşturulan bir tetikçi tarafından katledildi, vur diyenler ise aradan geçen 18 yılda bütün vaatlere rağmen ortaya çıkartılmadı.

Hrant Dink’in de mensubu olduğu Ermeni toplumu, uğradıkları pogrom ve katliamlarla nüfusları binlerle ifade edilecek kadar azalan Rumlar, Süryaniler, Yahudiler, çocuklarını okula gönderirken “Aman kendini açık etme!” diye uyarıda bulunmak zorunda hisseden Aleviler, her gün sayısız nefret söylemine ve suçuna maruz kalan Kürtler, aslında devletin kurucu ideolojisinin dışında kalan etnik ve dinsel azınlıklar güvercin tedirginliğinde yaşamaya devam ediyor.

Ama Türkiye’de güvercin tedirginliğinde yaşayan başkaları da var. Son yıllarda, özellikle İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasından sonra artan ve arka arkaya saldırılara, şiddete ve  baskıya uğrayan kadınlar bir güvercin tedirginliğinde yaşıyor. Bir kadının sokağa çıktığı anda bir erkeğin şiddetine uğrama riskiyle karşı karşıya. Sadece sokakta değil elbette; kendisini kadının sahibi gören erkekler, evin içinde ve dışında, akla gelebilecek her yerde kadınlara çeşitli bahanelerle şiddet uyguluyor, dövüyor, sövüyor, öldürüyor. Üstelik bunu yapanların ezici çoğunluğu aileden erkekler, yani babalar, abiler, amcalar, dayılar, mahallenin namus bekçileri vs… 

Türkiye’de LGBTİ+’lar da güvercin tedirginliğinde yaşıyor. Devletin her kademeden çeşitli sözcüleri gece gündüz demeden mevcut ağır kriz durumundan LGBTİ+’ları sorumlu tutuyor ve hedef tahtasına koyuyorlar. Bunun sonucu olarak da LGBTİ+’ların görünür olması, kendi varoluşlarını yaşamaları, iş bulmaları, iş bulsa da çalışmayı sürdürebilmeleri, barınma, sağlık, beslenme gibi en temel haklara erişmeleri bile giderek güçleşiyor. Onlar da dövülüyor, sövülüyor, öldürülüyor, hayatlarının her anı ayrımcılığa uğramakla geçiyor.

Türkiye’de göçmenler de güvercin tedirginliğinde yaşıyor. Savaşlardan ve korkunç yaşam koşullarından kaçarak Türkiye’ye gelen sayısız insan, hemen her gün nefret söylemlerine maruz kalıyor. Sadece söylem olmakla da kalmıyor, işlenen nefret suçları sonucunda yaralanan, ölen göçmenlerin haddi hesabı yok. Bir yandan iktidar tarafından Avrupa ülkelerine karşı birer rehine pozisyonunda tutulurken, öte yandan sağcı/faşist güçler tarafından her türlü yalanla mevcut krizin müsebbibi olarak hedef gösteriliyorlar. Bugüne de çeşitli şehirlerde yaşanan pogromlarda ve nefret cinayetlerinde çok sayıda göçmen hayatını kaybetti.

Türkiye’de hayvan hakları savunucuları da güvercin tedirginliğinde. Uzun zaman boyunca sanki insanlarla sokak hayvanları arasında bir savaş varmış gibi yapılan kara propagandanın ardından 30 Temmuz Salı sabahı AKP ve MHP milletvekillerinin oyları ile TBMM Genel Kurulu‘nda kabul edilen Hayvanları Koruma Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, yani bilinen adıyla “Katliam Yasası” yürürlüğe girdikten sonra sokakta yaşayan hayvanlar ülkenin dört bir yanında katledilmeye, barınak adı verilen ölüm kamplarına kapatılmaya başlandı. Her gün sokakta yaşayan hayvanların en korkunç şekillerde öldürüldüğü, işkence gördüğü haberleri geliyor.

Mücadeleler arasında köprüler kurmak

Hrant Dink’in kapısını araladığı yüzleşme, güvercin tedirginliği içinde yaşayan herkes için büyük bir öneme sahip, çünkü 1915 soykırımı ve sonrasında Ermenilere yönelik olarak yaşanan inkâr ve imha politikalarıyla yaratılan “iç ve dış düşmanlar”, “hainler”, “ajanlar” imgesi bugün bile antidemokratik atmosferi beslemeye devam ediyor. İşçi sınıfının pençesinde kıvranmakta olduğu derin sosyal ve ekonomik krizin sorumlusunun kapitalist sistem, patronlar ve onların adına yönetenler olduğu gerçeğinin üzerinin örtülmesi için bu imgelerin kullanılmadığı bir anın olmadığını biliyoruz. Daha fazla demokrasi, daha fazla hak ve özgürlük isteyip de “dış güçlerin ajanı” olmakla suçlanmayan kimse var mı ki?

Hrant Dink’in aradığı yüzleşmeyi gerçekleştirmek için şüphesiz daha demokratik bir atmosfer gerekir. Bu atmosferin yaratılması için ise hak ve özgürlük mücadelelerinin güçlenmesi, büyümesi, kazanım elde etmesi gerekir. Soykırım yüzleşmesi ile diğer hak ve özgürlük talepler arasındaki bu simbiyotik ilişki, mücadeleler arasında köprülerin ne kadar sağlam olduğuna bağlıdır. Her 19 Ocak, Hrant Dink’in ve mücadelesinin anıldığı her gün, bu köprülerin kurulması, desteklenmesi ve güçlendirilmesi için iyi bir fırsattır. Bu, Hrant Dink’in bize bıraktığı ve sahip çıkılması gereken bir mücadele mirasıdır. 

Atilla Dirim

(Sosyalist İşçi)


Ayşe Demirbilek Tüm Yazıları

Savaşın kazananı barışın kaybedeni olmaz, peki savaşın gerekçesi?

Kalbura emanet edilen su zayi olur...

                                                  Hariri

Birkaç gün önce savaş haberi ile uyandık. Haftalardır süren gergin bekleyiş ve belirsizlik savaş ile sonuçlandı. Yine gerekçeler, haklı ve haksız olan taraf kim? Ne olur? Kim ne adım atar? Piyasalara etkisi? Bunlar konuşuluyor, yazılıp çiziliyor, uzun bir zaman devam eder bu tartışmalar. Elbette konuşulsun, fırtınalı zamanlarda birçoğu da erkekler tarafından yapılan hararetli tartışmaları dinleyelim. Fırtınaların daha önce farkında olmadığımız fazlalık ve çöpleri de kaldırıp önümüze düşürmesi gibi, böyle zamanlarda da ummadık yerlerden ummadık cümleler önümüze dökülebiliyor. Hepimiz fırtınada bahçemize, evimize, sokağımıza dökülen çöpleri temizlemek isteyeceğimizden neyi niye temizlediğimizi de bilmiş oluruz. 

‘Kışkırtılmak’ çok kıyıda kenarda olmasa da bir süredir çok göz önünde olmayan çöplerden biriydi. Bu fırtınada, havada elden ele atılan en popüler argüman oldu. Demokrasi götürmek/özgürleştirmek/ hakkını almak/sınırlarını korumak/ulusal birlik gibi çöp olduğu kesin ve net olan ‘’gerekçe’’lerin yanına üstelik yanında yer almak istediği yeri temiz göstermek için üretilen mis gibi bir gerekçe olarak masaya kondu. 

Diğerleri gibi kışkırtılma da bizim için yeni bir argüman değil. Eli kanlı katillerin en çok kullandığı argüman bu. Biz kadınlar bunu bizi döven, tecavüz eden, taciz eden, hapsedip işkenceler yapan, yükseklerden atan, parçalayıp varillerde yakmaya çalışan sevgililerimiz, babalarımız, kardeşlerimiz ve hiçbir şeyimiz olmayan erkeklerden çok iyi biliriz. Biz bu katillerin, faillerin kışkırtmalarına sığınmayanlar, bugün de yaşanan, yaşanmış olan ve yaşanacak olan hiçbir savaş için ne kışkırtılma ne de başka bahanelere sığınılmasını kabul etmeyeceğiz. Bu bahanenin bir işgali bir savaşı gerekçelendirmek adına kullanılmasına da izin vermeyeceğiz. Bugün kendi düştükleri safları temiz göstermeye çalışanlar rahat rahat değişen saflarını ört bas edebilsinler diye milyonlarca insanın canı ile geleceği ile hayatı ile ödediği barış ve özgürlük mücadelesinin bulanıklaştırılmasına da izin vermeyeceğiz. 

Bugün ikirciksiz bir şekilde ‘’Savaş’a, Rusya’nın Ukrayna müdahalesine Hayır!” diyemeyen ve biz ezilenlerin, eşit görülmeyenlerin, yoksulların geleceği ve daha iyi bir yaşamı ile ilgilisi olmayan emperyalist müdahaleleri ve savaşları gerekçelendirenlerin her türlü özgürlük ve hak mücadelemizde de karşımızdakiler için gerekçe üretmeleri önünde birkaç fırtınalık engel olduğunu görmemiz gerekir. 

Şüphesiz ki Rusya toprakları, dünyanın birçok yerindeki başka topraklar gibi tarihsel deneyimlere şahitlik etti. Tüm o topraklar bugün bize başka bir dünyanın, eşit ve özgür bir toplumun mümkün olduğunu gösteren o gerçeği yaratanların o gün üzerine bastıkları toz ve çamurdan oluşan bir zeminden başka bir şey değildir. İşçilerin, kadınların ve tüm ezilenlerin dünyanın gördüğü en baskıcı rejimlerinden birini devirip yerine sınıfsız özgür toplumu kurması o toprakların coğrafi konumuna ya da minerallerine bağlı olmadığı gibi, milyonların canı ile kanı ile ödenen bu deneyim haritalara bakılarak yapılan bir romantizme de terk edilemez. 

Bugün o topraklarda da dünyanın herhangi bir yerinde de yüzyıl önce olduğu gibi sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir toplumu kuracak olanlar, dünyayı paylaşma savaşına girenler değil, St. Petersburg meydanında kendi ülkesinin işgal ve savaş politikasına karşı çıkan yüzbinler olacak. Bugün eşit, özgür, adil ve sınıfsız bir dünya isteyen ve bunun için mücadele edenlerin safları da St.Petersburg ve dünyanın dört bir yanındaki savaş karşıtlarının yanıdır. 

Rusya’da bugün ne sosyalist ne komünist ne de özgür, adil ve eşit bir yaşam biçimi söz konusudur. Söz konusu olsaydı, bunun yayılması için yapılacak olan, işçi sınıfının sınırları aşan dayanışmasını büyütmek ve kendi eylemi için mücadele etmek olmalıydı. Yüzyıllar önce yine aynı topraklarda deneyimlendiği gibi özgürlük ve eşitlik tanklarla götürülebilen bir şey değildir. İşçi sınıfının ve yığınların kendi eylemi ile kurulmadığı ve bugün artık çürümüş ve krizlerin içinde çırpınan kapitalizmi yeryüzünden kazımadığı sürece, biz milyonlar için huzurun olduğu bir dünya ve yaşam ne yazık ki çok zor görünmektedir. 

O gün gelene kadar bugünün somut koşullarında yapılacak şey, dünyanın her yerinde bomba ve mermi seslerine, savaş çığırtkanlığına karşı milyonlarca olduğunu bildiğimiz savaş karşıtlarının sesine katılmak, bu sesi yükseltmek, güçlendirmek bu sesleri işçi sınıfının üretimden gelen gücü ile buluşturmak için mücadele etmek. 

Savaşa Hayır 

Yaşasın Ezilenlerin Birliği! Yaşasın enternasyonalist dayanışma! 

Ayşe Demirbilek

 


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Barışın kaybedeni olmaz

Bahçeli’nin çağrısıyla bir devlet politikası olarak da gündeme gelen yeni diyalog süreci ilerliyor. İmralı heyeti Öcalan’la ikinci görüşmesini gerçekleştirdi. Öcalan’ın bir açıklama yapmaya hazırlandığı iletiliyor. Bu adımlar atılırken de iktidar bir yandan saldırılarına devam ediyor. Kayyım atamaları belediyelerde hız kesmiyor. Kürt siyasilere yönelik olarak sürekli tepeden bakan, tehdit eden bir dil kullanılıyor. Devlet bir eliyle tokalaşmaya çalışırken diğer eliyle habire yumruk atıyor.

Öte yandan İmralı’dan yapılacak açıklama ve bu açıklamaya verilecek tepkilerle süreç bambaşka bir yöne doğru ilerleyebilir. 

Mevcut diyalog sürecinde kritik olan mesele ise Suriye.

Suriye’de neler olacağıdır.

Kürt hareketinin Suriye’deki eğilimleri, belirleyici olacak.

İmralı’nın yapacağı çağrıyı önemsizleştirme girişimlerinin iki odağı var. Birisi aşırı sağdan geliyor. Tüm ırkçılar, savaştan yana olanlar, nefret söylemi kullananlar süreci kötüleme yarışında.

İktidar karşıtlığını, Kürt düşmanlığı ve diyalog sürecinin dinamitlenmesine bağlı olarak sergileyenler var. İktidara saldırmak için milliyetçi hamaseti şişirmek bu türden muhalefetin kullanmayı bildiği tek çare. 

Yeni diyalog sürecinin bir başka tescilli aleyhtarlarıysa Kürtleri saf, kendilerini çok zeki sanan “daha sol” bir muhalefet. Bu muhalefet aynı anda hem İmralıyı hem de Kürt halkının her düzeydeki temsilcilerini aşağılıyor.

Bu kesimlere göre, yeni bir diyalog süreci başlamışsa sadece ve sadece Erdoğan’ı yeniden cumhurbaşkanı seçtirmek içindir. AKP-MHP’nin anayasa değişikliği için aradığı kanı Dem Parti’de bulması içindir.

Kürtlerin siyasal iradelerinden “bir şeyler” karşılığında taviz verdiklerini ima eden bu görüşler, ırkçıların Kürt ve diyalog süreci düşmanlığından çok daha zarar verici. 

Zarar verici çünkü bu sol gösterip sağ vuran bir yaklaşım.

Sanki diyalog sürecinden yanaymış gibi ortaya çıkan bir politik tepki bu.

Kürtlerin özgürlük mücadelesinden milim geri adım atmamış oldukları bu kesimlere defalarca anlatılmak zorunda değil.

Ama şunu anlatmak zorundayız: yeni diyalog süreci iç siyasal ihtiyaçlar nedeniyle değil, bölgede yaşanan gelişmeler nedeniyle gündeme geldi.

Ayrıca, bu sürecin hem de Bahçeli gibi bir isim tarafından gündeme getirilmesi Kürt halkının mücadele azminin açık bir kanıtıdır.

Böyle bir dönemde sosyalistlere düşen ise sürecin demokratik temellere oturması ve Kürt halkının barış umudunun hayata geçmesi için batıdan sesimizin yükseltilmesi, en önemlisi de işçi sınıfı içinde barış vurgusunun güçlenmesi için çaba gösterilmesidir.


Çağla Oflas Tüm Yazıları

Onların kârları bizim ölülerimiz

Maraş merkezli depremde on binlerce insanın ölümü karşısında, ülkeyi yönetenlerin vurdumduymazlığı ile meydana gelen vahim tablo karşısında büyük bir öfkeye kapıldık.  Oysa kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu iş yaşamında güvenlik tedbirlerinin alınmaması sonucunda da binlerce insan yaşamını kaybetmekte. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (İLO) göre dünyada 2 milyondan fazla insan çalışırken ölüyor.  Her gün 6 binden fazla insan patronların kar hırsı uğruna ölüyor. Türkiye, yılda 77 bin iş kazası ile Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada bulunuyor. İSİG raporlarına göre; 2023 yılının ilk 4 ayında 585 kişi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. AKP’nin iktidarda olduğu 2002 yılından bugüne iş cinayetlerinde yaşamını kaybeden işçilerin sayısı 31 bin 131’e ulaştı. Rapora göre bu rakam sadece basına yansıyabilenler. Çünkü son yıllarda artan baskılarla birlikte iş cinayetlerinin basına yansımasında da düşüş var.

İktidara sırtını dayamanın cüretkarlığı

Amasra katliamıyla ilgili Nisan ayında yapılan duruşmasında sanık İşletme Müdürü Selçuk Ekmekçi’nin avukatlığını yapan Avukat Çağla Dursun, kendisine tepki gösteren ailelere, “başınıza gelenleri hak etmişsiniz” sözlerini sarf etmişti ve bu sözler hafızalarımızda hala tazeliğini koruyor.  Dursun, 43 maden işçisinin hayatını kaybettiği bir faciadan sonra yakınlarını kaybeden ailelere çemkirme cüretini gösterebilmişti. Gazete Duvar tarafından yayınlanan haberde Dursun’un bu cüreti nereden bulduğuna ilişkin soruları da yanıtlayan, Yargıtay’dan başlayan devletin en üst kademelerine uzanan ilişkileri de kamuoyuyla paylaşılmıştı. Amasra dışında da, Soma’da, Ermenek’te, Ostim’de, Davutpaşa’da ve pek çok iş yerinde işçiler, görmezden gelinen işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri nedeniyle hayatlarını kaybettiler. Yaşanan insani kayıplarla ilgili yıllarca süren davada, göstermelik cezalar verildi, tazminatlar kuşa çevrildi. Tüm bu katliamlarda hem yapılan düzenlemeler hem de tedbirlerin alınmıyor olması açısından sorumluluğu olan AKP-MHP iktidarından tek bir kişi bile ceza almadı, istifa etmedi. O nedenle de onlarca işçi yaşamını kaybetmeye devam ediyor. 

Çocuklara ayrıcalık yok

İşçi sınıfı krizin faturasını sadece yoksullaşarak ödemiyor.  Kapitalistler arası rekabette avantaj sağlayan en fazla, en az maliyetle ve en kısa zaman içinde üretim koşulları da işçi sınıfının  yaşam hakkını gasp etmekte.  Çocuklar açısından ayrıcalıklı bir durum söz konusu değil. Çocuk işçi sayısı bir milyonu aşmış durumda. Herhangi bir ücret pazarlığı koşulları olmayan, patronların istediği gibi,  istediği koşullarda çalışan çocuk işçi kitlesi artan fakirleşmeyle birlikte  istihdamda giderek daha fazla yer alıyor.

Türkiye’de çocuk işçilik 4 ila 8 yaş aralığında başlıyor. 8 yaşından itibaren mevsimlik tarım işçisi ve sokakta çalışırken işçi sayısında ciddi bir artış yaşanıyor. 10-12 yaşlarda tekstil ve metalde çalışan çocuklar, 13-14 yaşlarından itibaren tarım, inşaat, sanayi ve hizmetlerde çalışan sayıları yüzbinlere ulaşıyor; 15-17 yaş grubunda ise tarım başta olmak üzere konaklama, ticaret, inşaat, metal, tekstil ve gıda gibi işkollarında çalışan milyonu aşkın çocuk işçi var. İSİG raporlarında son 10 yılda 611 çocuk iş cinayetleri sonucu yaşamını kaybetti, deniyor. Rapora göre, SGK her yıl 11 çocuk işçinin öldüğünü açıklarken, her yıl 50 çocuk işçinin ölümü gizlenmekte. Suriyeli on binlerce çocuk da tarım ve sanayide çalışıyor. Göçmen çocuk işçilerin tüm çocuk işçi ölümlerindeki oranı yüzde 10-12 aralığında. 

İş cinayetleri sınıfsaldır. Ve yanıtı da sınıfsal olmalıdır. Kapitalizmin işçi sınıfına dayattığı gayri insani çalışma koşulları meslek hastalıklarına ve ölümlere yol açmakta. Kapitalizmin işçi sınıfının başına açacağı belâların sonu olmadığı gibi, ona reva gördüğü berbat çalışma ve yaşam koşullarının da sonu yok. İşçi sınıfı, kendi can güvenliğinin yanı sıra çocuklarının geleceği ve güvenliğini de ancak ve ancak örgütlenerek koruyabilir. Her gün ve her an en temel haklarımızı gasp eden kapitalizme karşı birleşmek ayakta kalmamızın da tek yoludur. 


Can Irmak Özinanır Tüm Yazıları

Marksizm 101 - Günümüzde ulusal sorun

Rusya’nın otoriter liderler açısından adeta model alınan lideri Vladimir Putin, Ukrayna işgaline başlarken 1917 Ekim Devrimi’nin liderlerinden Vladimir Lenin’i eleştirip, Josef Stalin’i ise övdü. Bolşeviklerin iktidara gelişinden sonra Lenin öncülüğünde federatif bir devlet yapısı kurulmasına ateş püsküren Putin, Lenin’i “Ukrayna’ya toprak vermekle” suçladı. Putin’e göre bu “suçlara” Stalin de ortaktı ama onun asıl perspektifi daha merkezi bir Rusya kurmaktı. 

Putin’in söyledikleri elbette tesadüf değil ve Leninizm ile Stalinizm arasındaki derin farklılığı gösteriyor. Lenin, bir uluslar hapishanesi olan  Çarlık Rusya’sına ve  onun ideolojisi olan Büyük Rus milliyetçiliğine karşı mücadele ediyordu. Enternasyonalist bir devrimci olarak Lenin hep ulusların kendi kaderini tayin haklarını savundu.  Ezilen ulusların ayrılma hakkı da dahil her türlü tasarrufuna olanak sağlayan bu bakış açısı Putin’e göre “Devletin temeline bir atom bombası koymak” anlamına geliyordu. 

Kuşkusuz amansız bir ezen ulus milliyetçiliği ve devlet karşıtı olan Lenin’e bu laf keyif verirdi. Günümüzde de ulusların kendi kaderini tayin hakkı önemli bir turnusol kağıdı olmaya devam ediyor. 

Lenin’in düşüncesi 

Lenin’in ulusal sorun konusundaki düşüncesi Karl Marx’ın işçi sınıfını birleştirmek için İrlanda’nın Birleşik Krallık’tan bağımsız olmasını savunduğu yazılarından yola çıkar. Marx’a göre İrlanda’nın İngiltere tarafından sömürülüyor olması İngiliz işçiler ile İrlandalı işçiler arasına bariyerler örmektedir. Bu bariyerler kapitalist sınıfın iktidarını sürdürmesinin sırrıdır. 

Lenin, artık emperyalist bir aşamaya gelmiş dünya kapitalizmi altında Marx’ın bu tavrını genelleştirdi. Lenin için ezilen uluslar işçi sınıfının antiemperyalist mücadelesinde müttefikiydi. İşçi sınıfı hem milliyetçi fikirlerden kurtulmak hem de kendini özgürleştirebilmek için ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmalıydı. Bu ezilen ulusların ayrılma hakkını da benimsemek anlamına geliyordu. Ayrılık hakkını benimsemek mutlaka ayrılmak anlamına gelmiyordu, tersine işçi sınıfının birleşmesini sağlamak üzere atılan pratik bir adımdı. Lenin şöyle yazıyordu: “Neden, diğerlerine kıyasla en fazla sayıda ulusu ezen biz Büyük Ruslar, Polonya’nın, Ukrayna’nın ve Finlandiya’nın ayrılma hakkını inkâr edelim?”

Lenin’in bu düşüncesine Polonyalı bir enternasyonalist olan Rosa Luxemburg karşı çıkmıştı çünkü Luxemburg, Polonya Sosyalist Partisi içindeki burjuva milliyetçisi sağ kanatla çatışma içindeydi. Lenin, sosyalistlerin farklı ülkelerde farklı tutumlar almasını savundu. Ona göre sosyalistlerin yapması gereken Rusya’da ezilen ulusların ayrılma hakkına, Polonya gibi ülkelerde ise birleşme özgürlüğüne vurgu yapmaktı. Lenin ulusal kurtuluş mücadelelerini küçümseyenleriyse sert bir şekilde eleştiriyordu: 

“‘Saf’ bir toplumsal devrim bekleyenlerin ömrü, böylesi bir devrim görmeye yetmeyecektir.” 

Lenin, ölüm döşeğindeyken son mücadelesini de Stalin öncülüğünde gelişmekte olan bürokrasinin ulusal sorundaki şovenizmine karşı verdi. Stalin tarafından hazırlanan bir raporda Rusya Sovyet Sosyalist Federal Cumhuriyeti (RSSFC) ile Ukrayna, Beyaz Rusya, Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan’daki sovyet cumhuriyetlerinin birliği savunuluyordu ve RSSFC hükümetinin tüm bu devletlerin de hükümeti olması gerektiği savunuluyordu. Diğer ülkelerin parti merkez komiteleri gibi Lenin de bu rapora sert tepki gösterdi. Politbüroya gönderdiği bir notta Lenin şöyle diyordu: 

“Egemen ulusal şovenizme karşı ölümüne bir savaş ilan ediyorum. Birlik Merkez Yürütmesi kesinlikle Rus, Ukrayna, Gürcü vs. komiteleri tarafından rotasyonla oluşturulmalıdır.”

Günümüzde ulusal sorun 

Günümüzde Türkiye’de başta Kürt sorunu olmak üzere ulusal sorun üzerine pek çok tartışma yaşanıyor. Sosyalist İşçi gazetesinde Kürt sorunu odaklı olarak ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesine ilişkin pek çok yazı yayımlandı, yayımlanıyor. Ancak sadece Türkiye ve Kürt sorunu açısından değil, dünyanın pek çok yerinde bugün ulusal sorun tartışmasında Lenin’in çizdiği perspektiften bakmak büyük önem taşıyor. 

Bugün emperyalizmin düğümünün atıldığı yer olan Filistin’de ulusların kendi kaderini tayin hakkı günümüzün en hayati sorunu. Gerek Türkiye gerek dünya solunda Filistin direnişinin başını İslami bir örgüt Hamas çektiği için direnişe mesafe koyanlar var. Hatta Avrupalı çeşitli ülkelerdeki “sol” içinde “İsrail’in kendini savunma hakkı”nı savunarak açıkça İsrail destekçiline soyunanlar bile var. Ancak günümüzde bütün varlığıyla direnen Filistin halkı içinde Hamas’ın ciddi bir etki sahibi olduğu bir sır değil. 

Lenin’in “saf bir toplumsal devrim beklentisi” içinde olanları eleştirmesi gibi, saf bir ulusal kurtuluş hareketi arayanlar da boşuna arayacaklardır. Ezilen ulusların mücadelesi, pek çok toplumsal süreç içinde şekillenir. Bugün Filistin’deki soykırıma karşı dünyanın dört bir yanında mücadele edenler, direnişlerin liderliğinde hijyen arayamazlar. Ortada iki eşit gücün savaşı değil, ABD başta olmak üzere emperyalist devletlerin tam desteğine sahip bir ileri karakol olan İsrail ile varlıkları tamamen yok edilmek istenen ve sıkıştırıldıkları küçücük bölgede bile yaşaması engellenen Filistin halkı var. Filistinliler, ellerinde ne varsa onunla, hangi örgütü destekliyorlarsa onun bayrağı altında, hangi yolu seçerlerse o yolla direnme hakkına sahiptir. Bunu savunmadan ne egemen sınıf milliyetçiliğiyle ne de emperyalizmle hesaplaşma mümkün değildir. 

Eleştirel ama koşulsuz destek 

Sosyalistler, ezilen halkları desteklemek için koşul öne sürmezler. Ezilen halkların liderlikleri sosyalistlerden oluşabileceği gibi farklı burjuva akımlar içinden geliyor olabilirler. Bu da doğaldır çünkü ulusal sorun burjuva sınırlar içinde çözülebilir. 

Bunun anlamı bu hareketlerin eleştirilemeyeceği değildir. Elbette sosyalistler ile ulusal kurtuluş hareketleri arasında ciddi farklılıklar vardır ve her konuda aynı şekilde düşünmemiz mümkün değildir. Ancak sosyalistlerin temel derdi egemen sınıf milliyetçiliğiyle hesaplaşmak olduğu için ulusal kurtuluş hareketlerine dönük eleştirileri dostanedir, önce omuz omuza mücadele eder sonra eleştiririz, akıl değil omuz veririz. 

Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi bugünü anlamak ve değiştirmek için hâlâ son derece güncel. 


Deniz Güngören Tüm Yazıları

Yan yana, omuz omuza, kol kola ve iç içe

Bir tartışma alanının oluşmasının hepimizi ilerleteceği konusunda Can Irmak Özinanır’a katılıyorum. Bu yazının amacı da elbette bu tartışmayı ilerletmek, yanlış yorumlandığını düşündüğüm şeyleri teker teker düzeltmek değil. Fakat yanıtında kimi zaman benim yazımla değil de uzaklardaki bir sekter gelenekle tartıştığı izlenimine kapıldığımı söylemeliyim. Tabii yazının okumasını yanlış yaptığını iddia etmek oldukça kibirli olacağı için sorunu benim yazımın kusurlarında bulmayı seçeceğim. Dolayısıyla, söylemediğim halde benim iddialarım olarak yansıtılan şeylerin karşısına gerçekten düşündüklerimi daha net bir şekilde koyarak ilerleme ihtiyacı hissediyorum.

Tavuk ve yumurta

Öncelikle Irmak’ın bana Lenin’in 2. Enternasyonal’in çizgisinden kopuş sürecini hatırlatma gereği duymasından, Irmak ve Atilla’nın bu tarihe atıfta bulunarak mekanik sol dedikleri, bugüne ait bir eğilim ile, üzerinden bir dünya savaşı, bir devrim, bir de faşizm geçmiş bir gelenek arasında kesintisiz bir teorik çizgi olduğunun söylendiğini anlıyorum. 

Her şeyden önce Lenin’in teorik olarak kopuşu, Irmak’ın da doğru bir şekilde belirttiği gibi teorinin değil politikanın öncelediği bir olay, yani önce teorideki birtakım yanlışları saptamasından kaynaklanmıyor. Dolayısıyla, nasıl Sosyal Demokratların devrimi boğan bir rol üstlenmesinin teorilerindeki eksikliklerden kaynaklandığını söylemek abes olacaksa, bugün soldaki kimi eğilimlerin kaynağını teoride aramak da bizi aydınlatmayacak. Bununla beraber Türkiye’deki ekseri sol eğilime illa bir çatı isim bulmak zorundaysak, sol oportünizm en fazla grubu kapsayan tanım olacaktır bence. Oportünizm de teoriyi eylemine uydurmasıyla ünlüdür zaten.

Kendiliğindencilik meselesine dair de bir şeyi netleştirmek lazım. Atilla ve Irmak’ın bugünün koşullarını anlamlandırmak için kullanışlı olduğunu öne sürdükleri, 20. Yüzyıl başındaki Marksistlerin arasındaki kendiliğindencilik tartışması toplumsal hareketlerle ilgili değildi. Alman Sosyal Demokratları, işçilerin kendi kendine eyleme geçeceğini düşünmek bir yana dursun sınıfı dev bir parti haline getirmeye çalışıyorlardı. Burada kendiliğinden olup olmayacağı etrafında tartışılan şey devrimdi. Sırf bu bile bu paralelliğin oldukça zorlama olduğunu gösteriyor bence.

Yani kısacası, bugünün soluyla tartışmamızı Lenin’in savaşı destekleyen 2. Enternasyonal çizgisinden kopuşuna benzetmek iyi bir benzetme değil.

Bu benzetmenin her şeye rağmen kullanışlı olabileceği yerler var, örneğin Amerika’daki DSA ve Demokrat Parti ilişkisi bu tarihin dersleri üzerinden incelenmeye değer bir olgu. Fakat bu örnekte bile tarihin aynen tekerrür ettiği anlamına gelebilecek kestirme yorumlardan kaçınmak önemli. Türkiye’de ise şu anki durumda buna benzetilebilecek bir durum ben göremiyorum. Kautsky’ciliğin izlerini bulabileceğimiz popülist sol retorik var elbette ama bunlarla tarihin en büyük işçi sınıfı partisi arasında fikir benzerliği üzerinden karşılaştırma yapmak doğru olmayacaktır.

Kaldı ki Atilla’nın yazdığı ve Irmak’ın savunduğu yazıda, şu an büyüyen sol partilerin heyecanlandırdığı mücadeleci kuşakları kazanabilmek için bu genç aktivistlerin ortalama fikirlerine çok keskin çıkışlar yapmama yönünde bir tedbir seziyorum. Bunun da -illa benzeteceksek bile, 2. Enternasyonal örneğinde Lenin’in tarafına düşeceğini söylemek çok zor. 

Mekanik solun Stalinizm’den kaynaklandığı gibi bir iddia ise benim yazımda yer almamakta. Bugün solda Arap devrimlerini veya kimlik hareketlerini küçümseyen tutumu, mekanistik bakmalarıyla değil politik ve ideolojik bagajlarıyla açıklamanın daha doğru olacağı yönünde bir argüman var sadece.

Kesişimsellik

Kesişimselliğin önemli bir birikim sunduğu olgusu ise yazıda yer alıyor zaten. Bu yüzden bunun bana tekrarlanma ihtiyacının nereden kaynaklandığını anlayamadım.

Kesişimsellik, tarihsel olarak sosyalist feminist hareket içinde, işçi ve kadın olmasının haricinde ırkçılıkla da uğraşan kadınların dezavantajlarının görünmez olmasının önüne geçmek için ortaya atılmış bir kavram. Fakat bugün kesişimsellik, kapitalizmin ürettiği ezilme ilişkilerinin kökenine dair yaptığı tahlil bakımından marksizme rakip bir çizgiyi temsil ediyor.

Ezilenlerin deneyimini daha iyi anlamamızı sağlayan her gerece değer veririz elbette. Fakat kesişimselliğe böyle nötr bir kavramsal gereç olarak yaklaşmak doğru olmaz. Tüm ezilme ilişkilerinin temelinde ekonomik sömürünün yattığı analizini, işçilerin ezilişinin diğer ezilme biçimlerinden üstün olduğu anlamına geleceği sebebiyle reddeden bir çerçevedir bu sonuçta. Ve seçtiğimiz çerçevenin her zaman siyasi sonuçları vardır.

Ben Marksizm ve kesişimsellik arasında bir duvardan ziyade ciddi bir açı farkı olduğunu düşünüyorum. Yani ortak bir noktadan başlayıp ve farklı yerlere giden iki çizgidir bunlar. Kesişimsellik marksizmden pek çok kavram ödünç aldığı gibi, marksistler de kesişimsellikten pekâlâ bir sürü şey öğrenebilirler. Fakat ikisi, nihayetinde çok farklı iki politik projenin ürünleri olarak görülmeli.   

Kesişimselliğe dair hiçbir tartışma yürütmemek gerektiği anlamına gelebilecek herhangi bir ifadenin ise bir kere daha yazıda yer almadığını vurgulamalıyım. Bilakis, Atilla’nın tek bir kelimeyle bahsettiği kesişimselliği tartışmanın parçası haline getiren benim zaten.

Marx’ın yöntemi

Irmak Marx’ın yönteminin tane tane bir özetini vermiş. Fakat bu bağlamda Marx’ın yönteminin temelinin “herşeyin acımasız eleştirisine” dayandığına yapılan vurguyu -Benjamin’in “geleneği konformizmin elinden kurtarmaya” dair söylediklerinin yazının en tepesine konulmasıyla birlikte okuyunca- Irmak’ın benim yazımda eleştirilemez birtakım kutsalların ifade edildiğini ima ettiği sonucuna varıyorum. Oysa böyle bir şey yazıda yer almıyor.

Devam etmeden burada bir ufak vurgu daha yapmayı önemli buluyorum: yanlış bilmiyorsam konformizm kavramı konfordan (comfort) ziyade uyum sağlamak, boyun eğmek anlamına gelen “conform” kelimesiyle daha yakın bir akrabalık ilişkisine sahiptir. Amacım dipsiz bir etimoloji tartışmasına hepimizi birden sürüklemek değil, kavramlarla ilgili fikir birliği içinde olduğumuzdan emin bir şekilde ilerlemek elbette. Zira Benjamin’in de konformizm derken rahata alışmaktan ziyade baskın eğilime yenik düşmeye daha yakın bir şey kast ettiği görüşündeyim. Uyarı, bir konfor alanında alıştığımız şeyleri yapmaya değil, burjuva toplumunun mantığı içinde kaybolup egemen sınıfların aleti haline gelme tehlikesine dair bir uyarı sonuç olarak. Yani tersine çevirirsek, ne pahasına olursa olsun hareketlerin enerjisinden beslenmeyi bir taktik olarak benimsemek örneğin bir tür konformizm olarak tabir edilebilir.

Genç Marx’ın “her şeyin acımasız eleştirisi” cümlesi de pek çok zaman bağlamından koparılıp sloganlaştırılan bir cümle. Elbette Marx’ın her şeyin sırrını bulduğu, bizlere ise yalnızca bunu uygulamanın kaldığını savunan “mekanik solculara” her daim hatırlatılması gereken bir söz. Fakat öte yandan, Marx’ın esas projesinin dogmayla savaşmak olduğu anlamına gelebilecek vurgular da oldukça kaba bir indirgeme yapma riskini taşıyor. 

Sonuç olarak “herşeyin acımasız eleştirisine” yapılan vurgunun, bizi, teoriyi her gün tekrar eleştirip tekrar kendimize ıspatlamamız gerektiği sonucuna götürmemesi gerektir. Yani teorinin koşulları açıklamakta başarısız olduğu durumlarda gerekirse teoriyi didik didik etmekten çekinmeyeceğiz elbette. Fakat bu başarısızlığın faturasını teoriye kesmeden önce çuvaldızı epey kez kendimize batırmamız gerekir diye düşünüyorum.

Bir kere daha: “İçerisi, dışarısı, aşağısı, yukarısı”

Fakat tüm bunların yanında benim ifadelerim olarak bir yerde asılı kalmasına en fazla itirazım olan şey, devrimcilerin hareketlerle ilişki kurmaması gerektiğini söylediğim iddiası. Açıkçası bunun abesle iştigal olacağına tümüyle katıldığımı söylemek zorunda kalacağım bir duruma düşmeyi beklemiyordum. 

Buradaki sorunun ne olduğuysa benim için oldukça açık. Öznesi olmak, içinde yer almak ve ilişki kurmak gibi şeyler eş anlamlı kullanıldığı için bu kavram karmaşasını yaşıyoruz. 

Her şeyden önce ezilen kimliklerin eşitlik ve özgürlük mücadelesinin öznesi olmak -devrimci veya na-devrimci, bir kişinin öylece seçebileceği bir şey değil. Bu yüzden ilişki kurmayı doğrudan “öznesi olmak” olarak değerlendirmenin bizim karar verebileceğimiz bir şey olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla bunları ayrı şeyler olarak ele almak gerekiyor bence.

Burada yapıyor olduğumuz tartışma aslında teker teker devrimcilerin değil, partinin hareketlerin neresinde durduğu tartışması, en azından benim yapmaya çalıştığım bu. Burada da merceği aşırı genişletmek pahasına parti ve sınıf arasındaki ilişkiyi nasıl tarif ettiğimize geri dönmek tek sağlıklı yol olarak görünüyor bana. 

Devrimci parti, işçi sınıfının öz yönetim organları ile kendisi arasında yaptığı ayrımı sürekli kontrol etmek zorundadır; yani kendisini işçi hareketinin yerine ikame edemez. Ezilenlerin eşitlik mücadelesi içinde omuz omuza mücadele verirken de hareketin taleplerini kendi taleplerimiz olarak görmek ile hareketin doğal unsuru olmak arasında fark olduğunu unutmamanın aynı ölçüde önemli olduğunu düşünüyorum. İlişki kurmak, öznesi olmak, parçası olmak, içinde yer almak veya omuz omuza yürümek gibi şeyler arasında ayrım yapmamaya karar vermek, bu tedbirden uzaklaşma riskini de beraberinde getiriyor.

Hareketler ve mücadele: “Sütliman” 

Elbette kimi teorik meseleleri açıklığa kavuşturmamız önemli olmakla beraber, konumuz bugün nerede durduğumuz ve ne yapacağımızla ilgili. 

Burada “sütliman” derken, hatta “mücadele” ve “hareket” derken nelerden bahsettiğimizi netleştirmeye ihtiyacımız varmış gibi hissediyorum. Çünkü Irmak, ortalığın sütliman olduğuna karşı çıkar çıkmaz bir sonraki cümlede mücadele düzeyinin düşük olduğunu kendisi de söylüyor. Benim ortalık “sütliman” derken söylediğim bundan ibaret: mücadele düzeyi şu anda düşük, yüksek değil. Statlarda hükümet karşıtı sloganlar atılması belli bir öfkenin olduğunu gösterir ama ortada bir mücadele dalgası olduğunu göstermez. 

Şu anda kendine futbol maçı gibi çeşitli yerlerde ifade bulan bu öfke ise ne yazık ki büyük ölçüde seçimlere endeksli bir öfke, bu endekslenmede ise şu anda kitleselleşmeye çalışan sol siyasetin büyük etkisi var, benim temel eleştirim bu. Bu yüzden de bu siyasetlerle aramızdaki farkı sıkı bir denetime tabi tutmaktan vazgeçmemenin sekterlik olduğunu düşünmüyorum. Konformizm olduğunu ise hiç düşünmüyorum. Bunların hareketlendirdiği akıntıda yüzmek bizim içinde olduğumuzu düşündüğüm durumdan çok daha “konforlu” olurdu bence. 

Seçime endeksli demek bu öfkenin içinde ekonomik çöküşle ve depremle keskinleşen bir sınıf öfkesi olmadığı anlamına gelmiyor tabii. Bu öfkenin kendine sınıfsal bir kanal bulup seçim hesaplarını aşan bir ufukla hareket etmeye başlamasından ürken siyasi aktörlerin egemen olduğu bir dönemden geçtiğimizi ve ortaya çıkan bir öfke ifadesini potansiyel bir toplumsal hareket olarak yorumlamadan önce bu bağlamı ıskalamadığımızdan emin olmamız gerektiğini söylemeye çalışıyorum sadece. Hegemonya tartışacaksak da buradan başlamak gerekir bence.

Futbola değinmişken, Amedspor’a yönelik linç girişimine Türkiye’nin en büyük hareketi olan Kürt hareketinin sokaktan cevap veremez olduğu gerçeğine değinmeden, maçta slogan atılmasını ortalığın taştığı şeklinde yorumlamak ise Irmak, Atilla ve benim hiç şüphesiz paylaştığımız, bir değişim dalgası görme arzusunun tahlilde aceleciliğe itiyor oluşunun sonucu gibi geliyor bana. Burada seçim sonuçlarına göre durulacak öfke ile durulmayacak öfke arasında bir ayrım yapmanın faydalı olabileceği görüşündeyim. Zira “AKP İstifa” sloganı, göçmenler veya çözüm süreci konusunda taban tabana zıt kutuplara düşeceğimiz kimi siyasi çizginin de rahatlıkla sahiplenebileceği bir slogan. Biz ise bu eğilimlerin AKP karşıtlığı etrafında birbirine karışmasını değil ayrışmasını savunduk bugüne kadar.  

Aynı şekilde tarihin en büyük deprem felaketinde, tek tük eylemler dışında bir sokak hareketliliği, hatta bir miting dahi olamamasını azımsamak da hata olacaktır.

Bize, gözümüze görünmeyen hareket nasıl olabilir onu ise içtenlikle anlamıyorum ben. Hareket göze, kulağa, kola, bacağa değdiğinde harekettir, bundan önce hareketlerin potansiyeli üzerine akıl yürütmekten ötesine geçebileceğimizi ben düşünmem. 

Kayığı şimdiden inşa etmenin gerekliliği konusunda ise bir fikir ayrılığımız yok. Fakat Atilla ve Irmak’ın fırtına çağrısında seçimlerden sonra demokrasinin coşacağı ve hayatın normalleşeceği yönündeki hâkim duyguya eleştirel bakmayı ihmal eden bir tutum var bence. Bu tutum da fırtınanın çoktan içine girmişiz gibi bir resim çizmelerine ve bunun sonucunda partinin tarihsel rolüne yapılan vurguları yük olarak görmelerine sebep oluyor diye düşünüyorum.  

Nerede, kiminle, nasıl?

Partiyi nerede inşa edeceğimiz meselesine gelirsek; devrimci parti her yerde, işyerinde, sokakta, markette, statta ve eğer içindeysek bulunduğumuz kimlik örgütünde inşa edilir elbette. 

Ancak parti teorisinin, güncel koşullara uygulanabilirliğini ispatlayabildiğimiz zaman işe yarar bir şey olduğu gerçeği ile “devrimci parti biz ne olmasını istiyorsak odur” demek arasında bir fark var. Irmak ve Atilla’nın bugünkü görevlerimizi tarif ederken kurduğu çerçeve ise kimi zaman bu ayrımı yapmayı ihmal ediyor diye düşünüyorum. Oysa yapacağımız tartışma tam da bugünkü tarihsel koşullarda bu farkı nasıl hep beraber eylemimizle ortaya koyacağımız tartışması olmalı bence. 

Bu noktada, Türkiye’de tümüyle sağ bir zeminde ve işçi sınıfının hiçbir talebinin öne çıkma şansı bulamadığı bir ortamda gerçekleşecek bir iktidar değişikliğinin tek başına yaratacağı değişimi farklı öngörüyoruz diye düşünüyorum. Yılların baskı birikiminin altından bir çırpıda özgürlük çığlığı çıkmayabilir. Tam da bu sebeple bizim işçi sınıfının merkeziliği, göçmenler, ve Kürt sorununda özel bir pozisyonumuz olduğunu unutmamamız gerekiyor. Unutmamak için ise bu pozisyonumuzu soldaki baskın eğilimle daha barışçıl bir hale getirmenin tam aksine, sağın palazlanmış olduğu günümüzde bir kere daha nasıl ön plana çıkaracağımızın planlarını şimdiden yapmak elzem. 

Kim bağırıyorsa biz de orada olacağız elbette. Ama parlayan hareketlerin enerjisinden sebeplenmeyi ön plana koyup işçi sınıfı bu koşulda nerede duruyor diye düşünmeyi ertelemek, her şeyden önce kazanmanın önünde bir engel teşkil eder. Bizim bu noktada işçi sınıfının merkezi rolüne işaret eden bir perspektifi nasıl hegemonik kılacağımız sorusunu Atilla ve Irmak’ın çizdiği çerçevede gördüğümden çok daha fazla ciddiye almamız gerektiğini düşünüyorum. Zira hareketlerin içindeki insanların kaçınılmaz olarak işçi olduğu gerçeğini vurgulamak bana bu anlamda yeterli gelmiyor. Ayrıca bu ısrarda sol içinde bir kere daha oldukça yalnız kalma ihtimalimiz de oldukça yüksek bence. Bu yüzden de bu sorunun, potansiyel hareketlere dair bir telaşın gölgesinde kalmaması gerektiğini devamlı birbirimize hatırlatmamız gerekiyor diye düşünüyorum.  

Belki hepsinden önemlisi, savaş, salgın, ekonomik kriz, iklim değişikliği gibi pek çok şeyin küresel bir analizi erteleyerek siyaset yapmayı her zamankinden daha zor kıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu dönemde kitleler, özellikle sağın bu derece baskın olduğu ülkelerde, küresel antikapitalist bir perspektifi fazla keskin ve yarına hizmet etmeyen bir perspektif olarak görebilirler. Biz ne pahasına olursa olsun esas hedefimizin kapitalizmi yıkmak olması gerektiğini anlatmaktan vazgeçmemek ve bu perspektifi nasıl yaygınlaştırırız diye düşünmek, bunun eylemini kurgulamak zorundayız. Anlattıklarımız birlikte yürüdüğümüz insanlarda hemen yankı bulmayınca fikirlerimizi daha kolay sindirilir hale getirmek ise bizi güçlendirmez. 

Devrimci parti denilen şey, bu fikirlerin yaşayan öznesi ve cismi olabildiği ölçüde bu ismi hak edebilir. Burada etiyle buduyla harekete benzeyen bir şeyin henüz olmadığını söylemek ise umudumuzu kıracak bir şey olarak görülmemeli. Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da yönetenleri titreten işçilere bakmalı ve onların mücadelesiyle buradaki potansiyel hareketler arasında nasıl köprüler kuracağımızı konuşmalıyız. Hareketlerin içinde erimek ise bizi bu hedeften ve bu netlikten uzaklaştırma tehlikesini barındırıyor.   


Dila Ak Tüm Yazıları

İş kazası değil ırkçı cinayet

Zonguldak’ta ruhsatsız bir şekilde, kaçak olarak işletilen bir madende, kayıtsız ve güvencesiz olarak çalıştırılan Afgan mülteci işçi Vezir Mohammad Nourtani’nin yakılmış cesedi, 10 Kasım 2023’te yoldan geçenler tarafından fark edilerek polise haber verilmişti. Bunun üzerine aralarında kaçak maden ocağının sahiplerinin de olduğu 6 kişiden 3’ünün tutuklu, 3’ünü ise tutuksuz yargılandığı ilk dava 29 Mayıs 2024’te Zonguldak 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlanmıştı.

Nourtani ailesi, Afganistan’daki zorlu yaşam koşulları ve savaş nedeniyle yıllar önce, önce İran’a oradan ise Türkiye’ye göç etmişlerdi. Oturma izni almak için üç kez müracaatta bulunan aile, Zonguldak İdare Mahkemesi tarafından her seferinde reddedilmişti.

Nourtani’nin cesedinin benzin dökülerek yakıldığı, kemiklerinde kırık ve iç organlarında kayıp olduğuna daha sonra Adli Tıp Kurumu’nun otopsi raporunda da yer verilmişti. 

Bir hukuk faciası daha

"İştirak halinde kasten öldürme" suçundan müebbet hapis cezası istemiyle açılan davaya ilişkin, savcı geçtiğimiz günlerde mütalaasını sundu. Mütalaada, Nourtani’nin vücudundaki kırıkların vagon çarpmasından dolayı yaşandığı ve hem sanıkların adli işlem kayıtları hem de maden ocağının kaçak olması sebebiyle yetkililere haber verilmediği belirtilirken, ölüm “iş kazası” olarak değerlendirildi. “Bilinçli taksirle ölüme neden olma” suçu ile sanıkların 3 ila 14 yıl arasında değişen hapis cezasıyla cezalandırılması istendi. Bilinçli taksir, sonucun fail tarafından öngörülmüş olmasına rağmen, suçun istenmeyerek gerçekleştirilmesini ifade eder. Nourtani ailesinin avukatına göre, sanıklar 2 yıl hapis cezası ardından tahliye edilebilirler. 

Nourtani göçmen ve dolayısıyla kimliksiz olması sebebiyle, kaçak çalışmak zorunda olan bir işçiydi. Kaçak olarak işletilen maden ocağının ve sahiplerinin başı belaya girmesin diye, sanık ifadelerinden de bildiğimiz üzere, cinayeti işleyenler tarafından “Hastaneye götürürsek başımız belaya girer. Kimliği yok, Afgan zaten, yakalım,” denilerek ormanlık alana götürülüp yakılmıştı.

Nourtani’nin hesabı sorulacak

Zaten kayıtsız ve güvencesiz bir şekilde çalıştırılan göçmen işçi Nourtani’nin hakkını kimsenin aramayacağı ve bu olayın açığa çıkmayacağı düşüncesinin verdiği cüretle işlenmiş bir cinayetin, böylesine bir ceza ile ödüllendirilmesi kabul edilemez. Nourtani davasının takipçisi olmak, göçmenlere yönelik bu zihniyetin ilerlemesini engellemek adına da oldukça önemli. 

Yerli ya da göçmen fark etmeksizin işçilerin hayatlarını, bir yandan kârlarını arttırırken, bir yandan yüksek maliyet gerektirdiği için iş güvenliği önlemlerini es geçen patronların eline bırakmayacağız. İşçilerin hayatını feda edilebilir gören zihniyetin işlediği ilk cinayet bu değil elbette, ancak süregelen bu durumu alaşağı etmek için davanın takipçisi olmak işçi hareketine olan borcumuzdur. 

Dila Ak


F. Levent Şensever Tüm Yazıları

Amerika’da yeni oligarşik düzen

Donald Trump, 5 Kasım günü gerçekleşen Amerikan Başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti adayı Kamala Haris’i hezimete uğratarak, büyük bir farkla yeniden başkan seçilmişti. Amerikan seçim sistemine göre, kasım ayı başında seçilen başkanlar, göreve haftalar sonra, bir sonraki yıl 20 Ocak’ta başlıyor. Bu geçen süre içinde, eski başkanlar tam yetkiyle görevlerine devam ediyor.  

20 Ocak günü yemin ederek göreve başlayacak olan Trump, bu süreyi boş geçirmedi. Kabinesi’ne ve devletin üst düzey organlarına atayacağı isimlerin büyük bir kısmını belirledi. Bugüne kadar açıklamış olduğu adaylara göz attığımızda, Trump’ın yeni dönemine ilişkin felaket senaryolarını andıran bazı yorumları haklı çıkaracak gibi görünüyor. 

Saldırgan bir otoriter

Trump bu dönemi sadece atayacağı adayları belirlemekle geçirmedi. Bir yandan da iktidarı döneminde gerçekleştirmek istediği siyasi ve ekonomik hedeflerine dair açıklamalarda bulundu. Açıkladığı bazı görüşleri, seçimlerin ardından “bundan sonra dünyanın Trump öncesi ve sonrası olarak iki döneme ayrılacağını” iddia eden siyaset yorumcularını doğrular nitelikte oldu. 

Örneğin, 1900’lerin başında Amerikan finansmanıyla inşa edilen ve 20 yıl boyunca ABD tarafından işletilen Panama Kanalı’nın ABD’ye “geri verilmesi gerektiğini” ilan etti. Kanada’nın Amerika’nın bir eyaleti olması gerektiğine dair iddialarda bulundu. Kanada Başkanı Justin Trudeau’nun “bir Amerikan valisi” olduğu şeklinde alaycı ifadelerde bulundu. Danimarka’ya ait olan Grönland’ın ABD’ye verilmesi gerektiğini ileri sürdü. Bu ürkütücü iddialar ve taleplerinin yanı sıra, daha da ileri adımlar da attı.

Aşırı sağcı bir kabine

Kabinesinde yer vereceğini açıkladığı isimler, Amerikan tarihinde görülmemiş ölçüde aşırı sağcı ve milyarderlerden oluşuyor. Öyle ki, birçok yorumcu Amerika’da yeni bir oligarşik düzenin kurulmakta olduğunu ileri sürmeye başladı.

Örneğin, Demokrat Parti’nin sol kanadının liderlerinden Bernie Sanders, ABD’nin hızla kendilerini daha da zenginleştirme peşinde olan milyarderler tarafından yönetilen oligarşik bir devlete dönüştüğünü belirtiyor. Sanders bu konuda şöyle diyor: “Hızla oligarşik bir toplum biçimine doğru ilerliyoruz...” Dünyayı dolaşarak, 

“Rusya'da Putin'in oligarşisi var” diyemeyiz. İyi de “bizim de burada oligarşimiz var.”

Trump’ın seçilmesi bazı kesimlerde şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaratsa da başta Wall Street devleri olmak üzere, petrol, teknoloji ve silah şirketleri gibi büyük kapitalist işletmeler bu durumdan oldukça memnun görüyor.

Kapitalistlerin Trump’ın kazanmasına sevinmelerinin ne kadar haklı çıktığını şimdiden görebiliyoruz. Nitekim, Trump’ın seçilmesinin ardından New York borsası haftayı yükselişle kapattı. Amerikan elektrikli otomotiv devi Tesla’nın değeri 1 trilyon doları aştı. Trump’ın seçim kampanyasına aktif destek veren ve dünyanın en zengin insanı olan Elon Musk’ın serveti 300 milyar doları aştı.

Trump’ın Kabinesinde yer alacak veya yönetimde üst düzeylere atanacak adayların çoğu, Trump’ı seçimlerde bağışlarıyla destekleyen milyarderlerden oluşuyor. Sanders’in belirttiğine göre, 2024 yılından Amerikalı 150 milyarder seçimlerde adayları “satın almak için” 2 milyar dolar harcadı. Elon Musk’ın seçimlerde Trump’ı desteklemek üzere kurduğu süper PAC platformu tek başına 200 milyon dolardan fazla para harcadı. Amazon’un sahibi olan ve dünyanın en zenginleri arasında yer alan Jeff Bezos ise açıktan para bağışı yapmasa da sahibi olduğu etkili yayın organı Washington Post’un Yayın Kurulu’nun gazetede Harris’i desteklediklerini açıklamalarını engelleyerek, pasif olarak Trump’ı destekledi.

Bunun karşılığında Trump, kendisini seçimlerde destekleyen milyarderleri devletin üst düzey görevlerinde atayarak ödüllendiriyor.

Servet yoğunlaşması

Amerika’da perde arkasında politikaları etkileyen ve hatta belirleyen çok sayıda uluslararası şirketin olduğu bilinen bir gerçek. Yeni olan ise, son yıllarda küresel düzeyde gerçekleşen pandemi, iklim değişikliği ve ekonomik krizler gibi bir dizi krizle birlikte milyarlarca insan yoksullaşırken, milyarderlerin servetlerine servet katmakta olduğu. Nitekim Amerika’da bu durum çok daha ileri düzeyde gerçekleşiyor. Örneğin, bu yılın aralık ayı başında Amerika’daki en zengin 12 milyarderin serveti 2 trilyon doları aştı. Bu, Türkiye’nin 2024 yılında elde etmesi beklenilen ulusal gelirinin yaklaşık yüzde 65 üstünde bir miktar. Amerika’da bir avuç elitin elinde toplanan bu muazzam boyuttaki servet birikimi, aynı zamanda bu milyarderlerin ulusal düzeyde kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarını dayatma gücünü de sağlıyor.

Trump’ın faşizan dünyası

Trump milyarderleri etrafında toplamakla da yetinmiyor, kendisine muhalif olanları cezalandırmak üzere başına dünyanın en zengin kişisi olan Elan Musk’ı atadığı ve görevi “devlet dairelerini düzenlemek” olacak yeni resmi bir kurum kuracağını açıkladı. Bu kurumun hükümetten bağımsız devlet daireleri ile Trump karşıtı görünen ya da kendisini desteklemeyen özel şirketlere sağlanacak finansmanlar konusunda baskılar yapması hiç de şaşırtıcı olmayacak. Trump bunun sinyallerini seçim kampanyaları sırasında, birçok kez rakiplerini yargılatacağını ve cezalandıracağını belirterek vermişti. 

Bütün bu gelişmeler bize, İngiltere merkezli Economist dergisinin seçim haftası sayısının kapağını hatırlatıyor: “Trump’ın Dünyasına Hoş Geldiniz.”

Kısacası, Trump uzun bir süredir sinyallerini verdiği, faşizan ve otoriter ideolojisi doğrultusunda yeni bir Amerikan rejiminin inşası yönünde kararlı adımlar atmaya daha şimdiden başladı diyebiliriz.

Yukarıdaki veriler göz önünde bulundurulduğunda, Trump’ın ülke içinde atmakta olduğu adımlarının, ülkenin siyasi, toplumsal ve ekonomik yapısını kapsayacak şekilde yeni, oligarşik bir rejim yönünde ilerlediği pek kuşku götürecek gibi değil. Bu ilerlemeyi durduracak olan Trump’ın bir önceki dönemde yenilmesini sağlayan ABD’deki milyonlarca ezilenin yığınsal mücadelesidir.



Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

Açık, demokratik müzakere

Ülkemizde Kürt sorununun çözümünden söz açıldığı an ilk edilen sözlerde biri müzakeredir. Çatışma çözümü çalışanlar ise her defasında bunun zamanlamasına ve kapsamına dikkat çekerler. 

Taraflar arasında temasın, diyalogun ilk evresinde, üzerinde anlaşılmış barış programının oluşması ve silahların devre dışı çıkarılması çalışmaları kapalı devre yürütüldüğü; ancak anlaşılan programın uygulamaya geçildiğinde demokratik enstrümanlarla, kurum ve kuralların belli ve açık olan bir müzakere sürecinin zorunluğunu vurgularlar.

Türkiye'nin Kürt sorunu MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin 1 Ekim 2024 tarihinde TBMM'de ilk işaretini verdiği yeni süreç, PKK lideri Abdullah Öcalan'ın önümüzdeki günlerde yapacağı PKK'nin silahları bırakmasına yönelik açıklamayla başka bir boyut kazanacak. Bu aşama doğal olarak fazlasıyla kapalı yürütülüyor.

Yaklaşık on yıl sonra Kürt -Türk barışını siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel toplumsal, yasal, hukuksal, anayasal boyutlarını, iç ve dış politikalarıyla doğrudan veya dolaylı etkisini, bağı enine boyuna daha çok konuşulacak, tartışılacak.

Müzakerenin açık yürütülmesi istenecek. Denetimsizliğin, kuralsızlığın ve hukuksuzluğun hüküm sürdüğü ve demokratik mekanizmaları güçlü ve yaygın olmadığı bir rejimde, kapsamlı ve ağır bir sorunun çözüm sürecinde bu, bir yere kadar anlaşılır. 

Hükümet ve ortağı bundan hoşlanmasa da işin doğası budur. Dünyada daha muhataplarıyla açık müzakere edilmeden, toplumun geniş kesimlerinin rızası üretilmeden başarıyla sonuçlanmış barış süreci ve çözüme kavuşturulmuş silahlı ve silahsız çatışma örneği yok.

Düşük yoğunlukta küçük çatışmalarda, özellikle Afrika'da, müzakeresiz silahlı mücadeleyi bırakan silahlı yapılar olmuştur. Bunlar dış baskıyla, siyasal ve sosyal destek kaybı, sürdürülebilir bir strateji eksikliği veya yanlışlığının sonuçları olan örneklerdir.

Türkiye'de olanlar bir istisna gibi duruyor. İstisnanın kapsamı ve içeriği bilinmezlerle dolu. Böylesi süreçler de yani negatif barış süreçleri şiddetin azalmasına ve çatışmanın sona ermesine yol açabilse de, uzun vadeli başarı bu süreçte bunların derin nedenlerinin ele alınıp alınmadığına ve ilgili tarafların dönüşüm süreçlerine dahil edilip edilmediğine bağlıdır.

Türkiye örneğinde tarafların temsilcilerinin kamuoyuna yaptığı açıklamalarda bazı çıkarsamalar ve sonuçlar çıkarılabilir. Bunların da ne derece sağlıklı olduğu ciddi ölçüde tartışmalı.

Hatta çoğu kez bilinçli bir biçimde algı operasyonuna   yol açacak ifadeler kullandıkları gözlemleniyor. Bu türden davranışlar sonuca odaklanmayı zorlaştırıyor.

Her şeyde önce sürecin, içinde bulunduğumuz siyasi istikrasızlıktan, sarsıntılardan ve   krizden fazla etkilenmemesi için sürecin sağlam temellere oturtarak yürütülmesi gerekiyor.

Demokratik enstrümanların fazlasıyla zayıf yerlerde, bunun yolu hukukun, adaletin ve adil bir barışının önünü açacak yaklaşımlarla ve açık demokratik müzakereden geçer. 

Bütün dünya belirsizlikler çağında yaşıyor. Günümüz dünyasında savaş, savaşların teşvik edilmesi, planlanması ve hatta savunulması normalleştiriyor.  

Kitlesel göçler, insanlık dışı eylemler çoğalıyor. Adeta yaşamın değeri kayboluyor.  Son 35 yıldır dünyada silahlı çatışmalarda yaklaşık 3,7 milyon insan öldü. 

7 Ekim 2023 sonrası İsrail'in soykırımda yüz bine yakın Filistinli insan öldü. Suriye iç savaşında, toplum çürüdü, devlet çöktü, kentler, yerleşim yerleri harabeye döndü.

Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre son 35 yılda savaşların yarısı bir barış anlaşmasıyla müzakere süreçleriyle sona erdi. Yalnızca %15'i askeri zaferle sonuçlandı. BM’nin verileri dahi müzakere yönteminin en az maliyetli ve en hızla sonuca ulaşılacak yöntem olduğu göstermekte.



Melike Işık Tüm Yazıları

Sahipsiz köpeklere yönelik saldırılara son!

Sokak köpeklerinin konumunu ve fotoğraflarını yayımlayan web sitesi Havrita’nın son aylarda gerçekleşen köpek cinayetleriyle ilişkisi gündeme gelince toplumdan tepki yağdı. 

Uygulamada önce kendi halinde öylece yatan sahipsiz köpekler, ardından kimi sahipli köpekler ve hatta köpekleri besleyen insanlar sanki varlıkları birer suçmuş gibi ifşalanarak hedef gösterilmeye başlandı. 

Uygulamanın son aylarda artan köpek cinayetleriyle ilişkili olduğu ve uygulamada işaretlenen bölgelerdeki köpeklerin zehirleme gibi saldırılarla karşılaştığı belirtiliyor. Sosyal medyada bu işaretlemelerin gündem olmasıyla sitenin kapatılması için binlerce imza toplandı. Nihayetinde siteye ve sosyal medya hesaplarına erişim engellendi fakat sahipsiz köpeklere yönelik saldırılar devam ediyor.

Uygulamanın sahipleri her ne kadar uygulamanın “önlem ve bilgilendirme” amacı taşıdığını ve hatta hayvan refahını gözettiğini iddia etse de “başıboş köpek çeteleşmesi”, “köpek saldırısı” gibi başlıklarla daha en başından çözüm sunma amacından ziyade bir korku ve nefret aşılama amacı güttüğü anlaşılıyor. Üstelik Havrita, diğer pek çok köpek düşmanı sosyal medya hesabı tarafından destekleniyor. Tüm bu siteler ve sosyal medya hesapları, sokaktaki sahipsiz köpeklere yönelik bir nefretin örgütlenmesi ve yöntemi muğlak bir “başıboş köpeklerden kurtulma” gayesinde birleşiyor. 

Sokakların köpekler için güvenli bir yer olmadığı ve sahipsiz köpek nüfusunun kontrol edilmesinin hem hayvanlar hem insanlar için gerekli olduğu konusunda herkes hemfikirken yapılan bu “başıboş sokak hayvanlarından kurtulma” vurgusu, yöntemi ne olursa olsun başıboş köpeklerden kurtulmak için başvurulan her yöntemin meşru olduğu fikrini pekiştiriyor. 

Oysa medyada sokak hayvanlarını hedef göstererek sunulan saldırıların sorumlusu sokak köpekleri değil; hayvan hakları savunucularının yıllardır dile getirdiği güvenli kısırlaştırma seferberliğini yürütmeyenler, hayvanları birer silah olarak kullanan sahipler ve hayvanların barınma, beslenme gibi temel haklarını hiçe sayan yönetimlerdir. Gelgelelim hesap vermeye, sorumluluk almaya pek de niyeti olmayan tüm bu sorumlular, sahipsiz köpekleri toplamayı, zehirlemeyi ve hatta öldürmeyi bir çözümmüş gibi sunmaya cesaret edebiliyorlar.

Havrita gibi, hayvanların temel haklarını doğrudan tehdit eden uygulamalar tamamen kapatılmalı, bu uygulamalar aracılığıyla hayvanlara saldırılar düzenleyenler 5199 sayılı Hayvanların Korunması Kanunu’nu ihlalden cezalandırılmalı. 

Sokak köpeklerine yönelik saldırılar ve onları hedef alan söylemlere derhal son verilmeli. 

Melike Işık

(Sosyalist İşçi


Meltem Oral Tüm Yazıları

Zorlu boykotu için harekete geçelim

Siyonist işgalci İsrail, Gazze’yi Filistinsizleştirmeye giriştiğinden beri “Biz bu soykırımı durdurabiliriz”, “Biz bu işgali durdurabiliriz” diyoruz. Nasıl yapabiliriz? Sokaklara dökülmenin yanı sıra işgalin ve soykırımın sürmesini mümkün kılan koşulları yok ederek durdurabiliriz.  

İsrail’in soykırımı sürdürüyor olabilmesinin en önemli nedenlerinden biri, kendisini meşru gören iktidarlardan ve sermaye gruplarından, dolaylı ya da doğrudan aldığı ekonomik, askeri, lojistik destek. Dolayısıyla soyut bir İsrail karşıtlığının ötesinde, bu savaş makinesini işlemez kılmak için ekonomisine, askeri sanayisine zarar verecek küresel boykot eylemleri, yaptırımlar, devletleri ilişkileri kesmeye zorlamak, şirketleri yatırımlarına son vermek zorunda bırakmak önemli. Çünkü tam da süren bu ilişkiler sayesinde İsrail’in işgalciliği-sömürgeciliği olağanlaştırılıyor. Soykırımcı İsrail’i askeri-ekonomik-kültürel birçok alanda tecrit etmek ve onun lojistik kaynaklarını kurutmak Filistin halkının özgürlük mücadelesiyle doğrudan ilişkili. 

Erdoğan her ne kadar yüksek perdeden İsrail’i kınasa da Türkiye de İsrail’e lojistik destek veren ve soykırım suçuna dolaylı da olsa ortak olan ülkelerden biri. Savaş makinesini besleyen esas kaynaklar ABD ve AB emperyalizmleri ama Türkiye’nin de iktidarın kimi zaman sessizliğine kimi zaman inkarına rağmen devam eden ilişkileri var. Türkiye İsrail’le hiçbir askeri anlaşmasını iptal etmedi, hatta İsrail’i koruyan Amerikan savaş gemileriyle Akdeniz’de ortak tatbikatlar güncel olarak yapılıyor. 

Hollanda’nın İsrail’e silah taşıyan gemileri, Bandırma limanına demir atıyor. İsrail’i koruyan savaş gemileri İzmir limanında ağırlanıyor. 

Nisan ayında Erdoğan, ekimden nisana 6 ay sonra, binlerce Gazzeli katledildikten sonra anca, o da hem Türkiye’de hem tüm dünyada Filistin için mücadele edenlerin basıncıyla, “O iş bitti” demişti. “O iş”ten kastı İsrail’le ticaretti. Ancak iktidarın inkarına rağmen İzmir limanından her hafta İsrail’e gaz, beton, inşaat malzemesi taşıyan gemiler kalkmaya devam ediyor. 

Türkiye’nin en büyük sermaye gruplarından biri olan Zorlu Holding’in İsrail’le iş birliği dosyası da epey kabarık. Zorlu’nun İsrail’de 1 milyar dolara varan yatırımları var. Doğrudan yatırımları, ortaklıkları veya iştirakleri hakkında BDS Türkiye’nin web sitesinde detaylı bir çalışma var. Bu iki günlük bir ilişki değil, 2005-2006’da bile Vestel’in İsrail’e yazılım ihraç ettiği kendi faaliyet raporlarında yer alıyor. Zorlu grubu İsrail’le iş birliğinde o kadar tutkulu ki 2017’de “İsrail’deki en büyük Türk yatırımcı” ödülüne layık görülmüş. 

Bugün de dünya halkları nezdinde soykırımcı olarak zihinlere kazınan İsrail’in suçlarına ortak olmaya devam ediyor. Zorlu grubu 2003’ten beri Dorad Doğalgaz Santrali’nin ortaklarından biri. Yüzde 25’lik hisse sahibi. İsrail’in elektriğinin yüzde 5 ila 8’i bu santralden sağlanıyor. Ve bu santralden işgal ordusunun üslerine elektrik gidiyor.

Zorlu’nun İsrail’le ilişkisi 7 Ekim’den bu yana çokça teşhir edildi. Pek çok kez protesto edildi. Hem bu eylemler hem de küresel BDS hareketinin basıncı sayesinde Zorlu yatırımlarını çekeceğini açıklamak zorunda kaldı. Ancak hala bu ilişkiyi tamamen kesmiş değil.   

Dolayısıyla zorlu üzerindeki basıncı yükselterek sürdürmek ve Zorlu’yu kamuoyu nezdinde soykırım suçunun ortağı olarak damgalamak gerekiyor. Bunun için yakın zamanda, BDS Türkiye’nin girişimiyle ve Filistin’in özgürlüğünü savunan çeşitli kurumların bir araya gelmesiyle “Zorlu’ya Boykot” kampanyası oluşturuldu. Filistin’e Özgürlük Platformu’nun da parçası olduğu bu kampanyada Zorlu Holding’in, tüm askeri ve ekonomik ilişkisini kesinceye dek, başta Vestel ve Zorlu Performans Sanatları Merkezi olmak üzere tüm kuruluşlarıyla boykot edilmesini, teşhir edilmesini hedefliyoruz. 

28 Eylül Cumartesi günü Zorlu Holding önünde bir eylem gerçekleştireceğiz. İlerleyen süreçlerde de hem Vestel’in hem de Zorlu’nun kendini aklama merkezi olan Zorlu PSM’nin teşhir edilmesine dönük çalışmalarımız olacak. BDS hareketinin baskısıyla Zorlu PSM’de konser verecek birçok sanatçı/grup programlarını iptal etti. Bu baskıyı genişletmek ve yerli sanatçılar nezdinde de yaygınlaştırmak önemli. Tüm sanatçıların etkinliklerini iptal etmesine, teklifleri reddetmesine dönük çabaları büyüteceğiz. 

Biz bu soykırımı durdurabiliriz. Savaşa akan kaynakları keserek durdurabiliriz. Elektrik gitmemesini, gaz gitmemesini sağlayarak durdurabiliriz. Lojistik kaynaklarının, kendini aklama zeminlerinin kurutulmasıyla durdurabiliriz.


Nevzat Onaran Tüm Yazıları

Mustafa Suphi, Ankara’nın tuzağına düştü

Mustafa Suphi, yoldaşlarıyla ne büyük umutla kar kış demeden yola çıkmıştı. Davet sahibi TBMM Reisi Mustafa Kemal’di. Kabul eden de Suphi liderliğindeki Türkiye Komünist Fırkası’ydı (TKF). Kars’ta Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’in konuğu olarak üç haftaya yakın kalmalarından şüphelendiler mi? Bilemiyoruz. 22 Ocak’ta Erzurum’a geldikten sonra artık geç kalınmıştı. Çünkü, Ankara-Kars-Erzurum üçgeninde belirlenen plan yürürlükteydi. Büyük olasılıkla Erzurum’da esir alındılar ve Trabzon yolculuğu böyle başladı; 28 Ocak 1921 gecesi Karadeniz sularında bitti. Erzurum ve Trabzon Kuvayı Milliyecileri görev başındaydı. Suphi ve yoldaşlarının katli, siyasal cinayet zincirinin 1921’deki halkasıydı. Öncesinde 1915’te Ermeni mebuslar Krikor Zohrab’la Vartkes ve sonrasında 1948’de Sabahattin Ali, 1979’de Abdi İpekçi, 1980’de Kemal Türkler, 1991’de Vedat Aydın, 1992’de Musa Anter, 1993’te Uğur Mumcu ve 2007’de Hrant Dink… Hiç şüphesiz onlarca isim sayabiliriz. Onlarca fiil, ama fail yok; ne tesadüf?

Suphi’ye resmi davet

TBMM Reisi Mustafa Kemal ile TKF Merkez Heyeti Reisi Mustafa Suphi arasında doğrudan ve dolaylı ilişki kuruldu. Mustafa Suphi, Mustafa Kemal’le ve Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’le hem yazıştı hem de parti görevlileri görüştü. Süleyman Sami, “BMM Reisi M. Kemal Paşa Hazretlerine” hitabıyla başlayan 15 Haziran 1920 tarihli mektupla Ankara’ya gitti. Sonra 2 Ağustos’ta [Ermenileri imha edenlerden eski Zor Mutasarrıfı] Salih Zeki, Karabekir’le görüştü ve Karabekir’in mektubuyla[1] Trabzon üzerinden Ankara’ya ulaştı. Kâzım Paşa'nın sırf memleketin yararı için komünist ve Bolşevik göründüğünü[2] belirten Mustafa Kemal, Salih Zeki’den de bir mektup aldı. Mektupta komünist teşkilatın amacı açıklanıyordu. Mustafa Suphi’ye, Mustafa Kemal yazılı ve Kâzım Karabekir şifahi cevap verdi. Mustafa Kemal’in “Mustafa Suphi Yoldaş” hitabıyla başlayan 13 Eylül 1920 tarihli mektubunda, halk hükümeti ve idarenin esas olarak seçimle belirlendiği gibi şuralara atıf yapıldı. Aynı hedefe yüründüğü için TBMM’ye yetkili bir delegenin gönderilmesini isteyen Mustafa Kemal’in ikili görüşmede önemle üzerinde durduğu bir konu da Sovyetlerden gelen yardımdır.[3]

Yardımların başladığı bir dönemde Sovyet Rusya’yla ilişkiye önem veren Mustafa Kemal ve diğer muhatapların Suphi’ye yazılı veya şifahi verdiği ortak mesaj, tek yetkili makam TBMM’dir. Suphi de sonraki iki mektubunda bu düşüncede olduğunu beyan edecektir.

Mustafa Kemal’in 14 Eylül’de Garp Cephesi Kumandanı Ali Fuat’a (Cebesoy) gönderdiği şifresinde konu, Mustafa Suphi ve komünizmdir. Mustafa Kemal, “Mustafa Suphi Yoldaşa da yazdığım veçhile ne yapılacak ise hükümet vasıtasıyla” yapılmasını ve alenen komünizm ve Bolşevizm aleyhtarlığını uygun bulmadığını yazdı. Mustafa Kemal, Ali Fuat’a 26 ve 31 Ekim tarihlerinde de gönderdiği iki şifredeyse, “hükümetin malûmatı tahtında” 18 Ekim’de resmen TKF’nin kurulduğunu ve “maksadı millimizin kahramanı arkadaşlarımız[ın] bu teşkilâtta” bulunacaklarını bildirdi.[4]

Suphi, Kasım 1920’de ikinci mektubunu Mustafa Kemal’e cevaben yazdı, yedi maddeydi. Karabekir’in Ermenistan harekâtı ve gönderilen ‘Türk Kızıl Alayı’ hakkında değerlendirme yapılan mektupta, temel talep, Türkiye’de kendiliğinden doğan komünist teşkilatların kanuni bir şekle sokulmasıydı.[5]

M. Kemal’in Suphi’ye yazdıktan sonra resmi TKF’yi kurdurması, gerçekte neyi amaçladığını anlaşır kılmaktaydı. İki tane TKF olamayacağına göre öncelikle tasfiye edilecek olan Suphi’nin partisiydi. Suphi ve yoldaşlarının imhası, hiç kuşkusuz bu yönde bir icraattır ve devamında komünizme yasak dili resmileştirildi.

M.Kemal-M. Suphi yazışması ve ilgililer arasındaki ikili görüşmeler ortaya koymaktadır ki, resmen Suphi şahsında TKF heyeti davet edilmiştir. Bu genel kabule rağmen, Yavuz Aslan “gönüllü davet” olmadığı iddiasındadır. M. Suphi de davete icabet edecek tavrındadır.[6] Suphi’ye davet Meclis’te de müzakere edildi; hem de Suphi ve yoldaşlarının Erzurum’a geldiği 22 Ocak 1921’de. Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni’nin TKF ile ilişki kurmak ve mektuplaşmakla ilgili ağır ithamına cevaben net konuştu: “Mustafa Suphi ile ilk temasta bulunduğu[m] zaman yalnız muhabere etmedim. Benim nezdimde ademi mahsus göndermişti. Hakikaten Eskişehir’de bulunduğum sırada Mustafa Suphi’nin ve daha bir adamın [Azadan Mehmet Emin] imzasıyla bir vesikayı ve bir [15 Haziran 1920 tarihli] mektubu hamilen bir zat [Süleyman Sami] bana mülaki oldu (ulaştı). Mustafa Suphi bana müracaat ediyor ve diyor ki, bizim hariçte maksadı teşekkülümüz dâhildeki maksadı millimizi teshil (kolaylaştırmaktan) ve teminden (sağlamaktan) ibarettir […] Bu adam [Mustafa Suphi] Lenin’in yegâne adamıdır. Lenin, Türkiye hakkında bir iş yapmadan evvel mutlaka Suphi ile [görüşmektedir.] […] Ben doğrudan doğruya Mustafa Suphi’nin mektubuna cevaben [13 Eylül 1920 tarihli mektubu] yazdım […] Asıl mektubu getirip de mahrem tebligatta bulunan, söylediğim şeylerin hepsi hakkında müspet, müeyyid delaili (doğrulayan deliller) kafiye (yeterince) mevcuttur. Tekrar delile hacet yoktur.”[7]

Mustafa Kemal'den plana onay

Suphi ve yoldaşları Kars’a gelmeden çalışmaya başlandı. Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir, 25 Aralık 1920’de Müdafaa-i Milliye Vekâleti’ne yazdı. Önerisi, Suphi’nin refakat eşliğinde Ankara’ya gönderilmesiydi. Telgraf, TBMM Reisi Mustafa Kemal dâhil ilgililere aktarıldı. Bunun üzerine Mustafa Kemal’in Karabekir’e gönderdiği 29 Aralık tarihli şifresinde, Suphi’nin komünizm cereyanlarını körüklemesinin mahzurlu olduğu belirtildi.[8] Bu, Ankara-Kars hattında ne yapılacağını belirlenmenin yazışmasıydı.

Suphi liderliğindeki TKF heyeti ancak 28 Aralık’ta Kars’a gelebildi ve üç haftaya yakın burada tutuldu. Neden beklendi veya bekletildi? 2 Ocak 1921’de Suphi, Moskova’ya giden ekipten Moskova Sefiri Ali Fuat, Maarif Vekili Rıza Nur’la görüştü[9] ve elbette buradan notlar Ankara’ya aktarıldı. Hem bu görüşme notları hem de Mustafa Kemal’in 29 Aralık tarihli şifresinde belirtildiği gibi, Kâzım Karabekir’in Suphi’yle görüşmesinden ne yazdığıyla ilgili bilgi, anıları saymazsak gün yüzüne çıkmadı.

Mustafa Kemal’in, Suphi’nin Kasım 1920 tarihli mektubuna cevap verip vermediği bilinmiyor. Kars’ta bulunan Suphi, 2 Ocak’ta TBMM Riyaseti’ne bir mektup daha yazdı.[10] Resmi TKF’nin kurulmasının memnuniyetle karşılandığı belirtilen mektupta, “Emelimiz memleketin müdafaa cephesini zayıf düşürmek değil […] hükümete yardımcı olmaktır. Bu gayeyi kanunların veregeldiği müsaadeler dâhilinde gereken kolaylığın gösterilmesini rica […] ve sizlere katılmakla onur duyacağımızı arz ederiz” denildi. Mektupta hükümetin 4 Ocak’ta okunduğu notunun varlığı çok önemlidir.

Suphi, sonunda bu iyi niyetinin kurbanı oldu. Zaten TKF’nin dönemsel politik analizi Ankara’dan ayrıksı değildir. TKF’nin 8 Kasım 1920’de aldığı kararda ve sonraki değerlendirmelerinde[11] Anadolu [Türk] millî kuvvetlerine, Hıristiyan milletlere ve Sevr’e bakışında Ankara ile paralellik vardır. Paralellik sonrasında daha da derinleşti. 1986’da TKP MK ve 1988’de TBKP MK Üyesi Ahmet Kardam’a göre, TKP, Ermeni soykırımını göremedi ve “Kürt isyanlarını gerici feodal isyanlar olarak” değerlendirdi.[12]

Mustafa Kemal’in vurguladığı gibi hükümetin Kâzım Karabekir’e verdiği talimat[13] ve Ankara-Kars hattında belirlenen plan, Erzurum Valiliği’ne Ankara emri olarak bildirildi. 2 Ocak’ta Kâzım Karabekir, Erzurum Valisi Hamit’e Suphi ve heyetinin Ankara’ya gönderilmemesinin Ankara emri olduğunu yazdı. Valinin yaptığı hazırlıkta öne çıkan teşkilat, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Heyeti’nin istifa etmesiyle 15 Ocak’ta kurulan Erzurum Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. Anlıyoruz ki, cemiyet, 1960’lardaki Komünizme Mücadele Derneği’nin 1920’ler versiyonudur. Mete Tunçay’a göre, bu cemiyetin Erzurum’daki kışkırtmalarının arkasında Erzurum Valisi ‘Deli’ namıyla tanınan Hamit (Kapanlı) ve Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir vardır. 16 Ocak’ta vali, Mustafa Kemal’e gönderdiği telgrafında hem yeni kurulan cemiyeti hem de Kâzım Karabekir’le alınan kararı aktardı. Buna göre, Suphi ve TKF heyeti halkın galeyanından korunacak ve hudut haricine sevk etmek amacıyla Trabzon’a gönderilecektir.[14]

Erzurum’da Suphi ve yoldaşlarına ne yapılacağı, 3/4 Ocak’ta Kâzım Karabekir-Vali Hamit yazışmasına göre netleştirildi. 11 Ocak’ta Kâzım Karabekir, plan hakkında hem Ankara’yı bilgilendirdi hem de valiye cevaben onaylandığını yazdı. Aynı gün Kâzım Karabekir, Mustafa Suphi ve Ethem Nejat’la görüştü[15] ve onlara hükümeti haberdar ettiğini bildirdi. Üç gün sonra Karabekir, validen, saldırının olmaması için tedbir almasını istedi. 16 Ocak’ta valilikten Mustafa Kemal’e plan bilgisi aktarıldı ve 18 Ocak’ta Ankara’dan cevaben “Tedabiri âliyeleri musiptir (isabetlidir)” denildi.[16] Böylece valilik, ‘onay’ bilgisini Kâzım Karabekir’in bildirmesine rağmen, Ankara’dan ikinci kez aldı.

İmhadan üç gün önce 25 Ocak’ta Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Mustafa Durak ve Elcezire Cephesi Kumandanı Nihat Paşa’ya Suphi ve yoldaşlarına yapılacakları, o güne kadar yapılanları yedi maddede özetledi. 22 Ocak’ta gizli celsedeki müzakere, birinci maddede “Komünizm sorunu, Meclis’te gizli toplantıda konuşuldu. Meclis ve hükümet komünizmin ülkede uygulanmayacağı hakkındaki kanısını kesin ve heyecanlı bir surette açıkladı” diye aktarıldı. Doğrudan plan, icrası ve onay hakkında olan beşinci maddede, “Erzurum’da Mustafa Suphi hakkında ulusal tepkilerin planını, daha önce Kâzım Karabekir Paşa’nın ve sonra [vali] Hamit Beyin yazılarıyla öğrenmiş ve uygun bulmuştum. Herhalde doğrudan gelecek yıkıcı herhangi bir akıma karşı Erzurum ve Trabzon’un ve bütün ülkenin bir demir duvar durumunda bulunacağına güveniyorum” denildi. Diğer maddelerde, hükümetin komünizme karşı gerekli önlemi aldığı, Rusya ile dostça ilişkilerin bozulmayacağı, Erzurum’daki cemiyetin önemli görev icra ettiği ve ayrıca Karabekir’e yazıldığı da ifade edildi.[17]

“Teçhizat ve para yardımı yapan Sovyetler gücendirilmeyecek” koşuluyla Ankara-Kars-Erzurum üçgeninde belirlenen ve Ankara’nın onayladığı plan şöyledir: 1- Heyet [Suphi ve yoldaşları] Erzurum’a vardığında halk kışkırtılmalıdır. 2- Heyette, Ankara’ya gidemeyecekleri ve kalamayacakları izlenimi uyandırılmalıdır. 3- Heyet Trabzon’a yönlendirilmelidir. 4- Trabzon’da da halk heyete karşı kışkırtılmalıdır. Yazılmayan 5’inci maddeyse, komünistlerin Karadeniz’de imhasıydı.

18 Ocak’ta Suphi ve yoldaşları, imha planından habersiz ve başlarına ne geleceğini bilmeden Kars’tan Erzurum’a trenle hareket etmiştir.

Ferman TBMM tutanağında

Suphi ve yoldaşlarının Kars’a gelişinden imhasına, Yahya Kâhya’nın[18] ve Trabzon Mebusu Ali Şükrü’yle Topal Osman’ın öldürülmesi bir bütün olarak dikkate alındığında, Erzurum üzerinde karar/onay mercii Ankara’dır. 22 Ocak 1921 tarihli TBMM gizli celse zaptı[19] da İsmail Hakkı’nın (Tekçe) itirafı öncesinde konumu itibariyle Mustafa Kemal’in rolünü anlaşılır kılmaktadır. Tutanak aslında “komünistlerin katli vaciptir” fermanıdır.

22 Ocak’ta Mustafa Kemal, Hüseyin Avni’nin bazı konularda bilgilendiğini kabul ederek, “Kâzım Karabekir Paşaya Heyeti Vekile’den verilen talimata vakıf mısınız?” diye sordu. Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir’i takdir ediyor ve onay makamının hükümet olduğunu hatırlatıyordu! Sonraki aylarda TBMM’de Mustafa Kemal’in I. Grubu’na karşı oluşacak II. Grup lideri Hüseyin Avni’nin, yaptığı konuşmanın dört mesajı vardı: 1- Mustafa Suphi’ye millet ve hükümet namına mektup yazılmış ve söz verilmiştir. Bununla Kâzım Karabekir ve Mustafa Kemal, ismi verilmeden suçlanmıştır. 2- Mustafa Suphi’yle ilişki kuran ve heyeti davet eden cezalandırılmalıdır. 3- Mustafa Suphi, şarkta yalnız başına değildir. Bir heyet gönderilmeli ve tetkik edilmelidir. 4- Ankara’da kurulan [resmi] TKF’ye para aktarılması usulsüzdür.

TBMM Reisi Mustafa Kemal de Hüseyin Avni’yi yanıtladı: 1- Komünizm “memleketimiz, milletimiz ve dinimiz” adına kabul edilemez. 2- Resmi TKF, Mustafa Suphi’nin TKF’sine karşı özel izinle kuruldu ve gerektiğinde kendileri dağılacaktır. 3- Evet, Mustafa Suphi ile ilişki kuruldu ve mektuplar yazıldı. 4- Bundan sonra Mustafa Suphi ile görüşülmeyecek ve mektup yazılmayacaktır. 5- Mustafa Suphi’yi şarkta karşılayan Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’dir. 6- Mustafa Suphi’yi ve heyettekileri “sınır dışına tard” etme yani Ankara’ya gelmesini engelleme planını hazırlayan Kâzım Karabekir’dir. 7- Suphi ve yoldaşlarıyla ilgili [imha] planın gereği yapılacaktır.

Anlıyoruz ki, Mustafa Kemal ve Hüseyin Avni anti-komünizmde yarışıyor. Tutanak ortadadır, Mustafa Kemal net konuşmuştur: Anti-komünizm ötesinde Suphi ve partisini TKF’yi bitirecek plan icra edilecektir! Plan gereği 22 Ocak’ta Erzurum’dan kovalanan Suphi ve 13 yoldaşı, 28 Ocak’ta gece Trabzon’a sokulmadan Batum’a gönderilmek gerekçesiyle motorlara bindirildi ve Karadeniz’de imha edildi. Böylece Ankara’nın Türk millî güçleri, Türk komünistlerini, Yunan işgalci askerinden önce denize döktü!

Komünistlerin imhası

Plan icrasının ilk adımı teşkilatlanmaktır. 15 Ocak’ta Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu ve Ankara’yla temasa geçti. Mustafa Kemal, 22 Ocak’ta gizli celsede cemiyetin okunan telgrafına cevabını 25 Ocak’ta gönderdi. 22 Ocak’ta heyecanlı görüşme yapıldığı ve milletin komünizmi kabul etmeyeceği belirtilen cevapta, “Hükümetin, bu görüşe uygun olarak hareket edeceği tabii bulunmakla, Erzurum’un sayın ahalisini, milli birliğimizi daima yenileyip güçlendirici olan sağlam durumlarını iç rahatlığıyla” sürdüreceği vurgulandı.[20]

Suphi ve yoldaşları, Erzurum Valisi’nin Bayburt kaymakamına ve Ankara’ya yazdığı gün, 22 Ocak’ta Erzurum’a geldi. Mustafa Kemal, planın Erzurum’daki icrası hakkında tekrar bilgilendirildi. Buna göre, cemiyetin faaliyetiyle, Suphi ve yoldaşları kovuldu, onlar da Trabzon’a kaçtı ve halk yiyecekle yatacak yer vermedi. Trabzon’a kovalanan Suphi ve yoldaşları için 24 Ocak’ta Kâzım Karabekir, Bayburt kaymakamını ve 12. Fırka Kumandanlığını uyardı: TKF mensupları kabul edilmeyecekti.[21]

TKF heyeti öncelikle Erzurum’dan, ardından Bayburt, Gümüşhane ve Torul güzergâhında Trabzon’a kadar kovalandı. Heyet ancak 28 Ocak’ta gece Trabzon’a vardı. 2/3 Şubat’ta, Trabzon’a sokulmayan Suphi dâhil 14 kişinin motorla sahilden uzaklaştırıldığını Genelkurmay’a bildiren Kâzım Karabekir, ölümden bahsetmedi. Heyet 19 kişi olup beş kişi alıkondu. Bunlardan biri de Suphi’nin karısı Mariya (Meryem) Suphi’dir. Trabzon’da imhayı organize eden Yahya Kâhya, Mariya Suphi’yi “kendisine kapatma yapmış” ve heyetin maddi imkanlarına da el koymuştur.[22]

TKF’ye göre 16 partili öldürüldü.[23] Canını kurtaranlardan biri de Süleyman Sami’dir ve 3. Fırka Kumandanı Rüşdü’nün 20.7.1921 tarihli raporuna[24] göre, heyette Ankara’yla temaslı kişidir. TKF’de de bu yönde tartışma[25] olmuştur, ama o sıra bitirilememiştir.

TKF, aylar sonra yoldaşlarına ne olduğunu gündemine alabildi. Merkez Komitesi, Suphi ve yoldaşlarının katledilmesini 3 Mart 1921’de ilk kez görüştü ve ancak bir ay sonra 2 Nisan’da Moskova’ya bildirdi.[26] Bu arada 16 Mart’ta Sovyetlerle antlaşma imzalandı. Peki TKF teşkilat merkezi, katliamı Bolşeviklere bildirmekte neyi bekledi?

Sovyetlerle ilişkinin bozulmasının istenmediği koşullarda, Suphi ve yoldaşlarının katli hemen o anda akla gelmiş ve uygulanmış olamazdı. Nitekim ilgili yazışma ve görüşmeler, heyetle ilgili Ankara-Kars-Erzurum hattının işletildiğini, imhanın kararlaştırıldığını ve M. Kemal’den onay alındığını göstermektedir. Anadolu’daki varlığından bahsedilen komünist-Bolşevik hareket de o denli zayıftır ki, Suphi ve yoldaşlarını karşılamada ve katliam sonrasında bir varlık gösteremedi.

‘Öldürün’ diyen bellidir

Ankara hükümeti, Sovyet Dışişleri’ne M. Suphi ve yoldaşlarının ölümünün bir deniz kazası olduğunu yazdı. Yahya Kâhya’ya kimin emir verdiği bilinmiyor[muş]! Mete Tunçay, “Yahya’ya Suphi grubunun ortadan kaldırılması için kimin emir verdiği kesinlikle belli değildir. Bu buyruğun Karabekir’den çıkmış olması muhtemeldir. Ankara’nın ise, önceden haberinin olup olmadığını kestirmek güçtür” ve “eğer günün birinde M. Suphilerin öldürülmesinin onun [M. Kemal] emrettiği kanıtlanırsa, çok şaşacağım!” değerlendirmesini yaptı.[27] Ayrıca Yahya’ya emri verenin ya İttihatçılar[28] ya da doğrudan Ankara veya Ankara insiyatifiyle Kâzım Karabekir-vali Hamit ikilisi olabileceği[29] de öne sürüldü. Kâzım Karabekir[30] ise, Mustafa Suphi’nin İttihatçı aleyhtarlığı yüzünden öldürülmüş olacağını belirtti ve Enver Paşa’nın Sovyetlerle mücadelesinden dolayı Bolşeviklerin de Yahya Kâhya’yı öldürtebileceğini iddia etti.

Yahya’nın tutuklanması, beraat etmesi ve ardından 3 Temmuz 1922’de öldürülüp susturulması, iç çekişme ve saireyle gerekçelendirilirse de dönemin ‘özel muhafızı’ ve sonra Çankaya Muhafız Alay Komutanı İsmail Hakkı’nın (Tekçe), Topal Osman’ın iki fedaisiyle Yahya Kâhya’yı (300 kurşunla)[31] öldürdüğünü açıkladığı 4 Aralık 1977’de, düğüm çözüldü. Çünkü İsmail Hakkı Tekçe, Mustafa Kemal’e rağmen Trabzon’a gitmiş olamazdı. TBMM heyeti, zaten bu adrese ulaşmıştı; Yahya’yı öldürenler Ankara’dan gelen Topal Osman’ın adamlarıydı; bu kadar! İstihbarat Müdürü’yken Trabzon’da soruşturma yapan Feridun Kandemir’e göre, suikastın faili Yahya da “Yalnız değildim” tehdidini savurmuştu.[32] İsmail Hakkı Tekçe, bu fiiliyle ilgili beyanı öncesinde 16 Kasım 1968’de de Trabzon Mebusu Ali Şükrü’nün öldürülmesini organize eden Topal Osman’ın 2 Nisan 1923’te kendisinin yer aldığı ekip tarafından öldürüldüğünü açıklamıştı.[33] Bitmedi İsmail Hakkı Tekçe, Çankaya Muhafız Alay Komutanı Albay olarak 1937 yılı Nisan-Eylül döneminde, Dersim’de de görevlidir.[34] İcrasıyla İsmail Hakkı Tekçe, kelimenin tam anlamıyla Çankaya’nın özel fedaisidir.

Ankara’da Suphi ve yoldaşlarının 28 Ocak 1921’de katlinden ve 16 Mart’ta Sovyetlerle antlaşmanın imzalanması sonrasında komünizme karşı taktikte yeni aşamaya geçildi. Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1921 tarihli mektubunda, komünizme müsamahanın bittiğini yazdı.[35] Artık resmî TKF’ye de gerek kalmayacaktır. Ve zamanla anti-komünizm, Türk devletinin ideolojik konumlanmasında içselleştirdiği bir unsuru olacaktır!

Buraya kadarki tüm yazışmalardan/anlatımdan çıkardığım yalın gerçek şudur:

1- Mustafa Suphi ve yoldaşları resmen Ankara’ya davet edilmiştir.

2- TBMM Reisi Mustafa Kemal’le Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir yazışmasıyla belirlenen plan, TKF heyetinin Erzurum-Trabzon hattında kovalanması ve Karadeniz’de imhasıdır. Bunun için Erzurum ve Trabzon Kuvayı Milliyecileri seferber edildi.

3- Planı onaylayan BMM Reisi Mustafa Kemal’dir.

4- Planın sahada teşkilatlandırılmasını yapan kumandan Kâzım Karabekir’dir

5- Trabzon’da imhayı yapacak görevli Yahya Kâhya’dır.

6- Plan icrası sonrasında Yahya Kâhya, ardından mebus Ali Şükrü ve Topal Osman öldürüldü. Çankaya fedaisi İsmail Hakkı Tekçe’nin beyanlarıyla sabittir ki, Çankaya, cinayet zincirinin ortasındadır!

1915’lerden, 1921’e ve bugüne, faili meçhul siyasal cinayet zincirinin herhangi bir halkasını kopartacak hukuki sistem oluşturulamadığı için yeni halkalar eklendi, ekleniyor. Zincirin kopartılması, hiç kuşkusuz siyasal cinayetleri var eden Türkçü-Sünni İslamcı ekonomik politiğin ilgasıyla mümkün olacaktır!

NOTLAR

[1] Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul-1960, s. 831-832, 834.

[2] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 335-336.

[3] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-1 (1908-1925), BDS Yayınları, İstanbul-2000, s. 100-101 ve Belgeler-s. 338-339; Yavuz Aslan, Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, Türk Tarih Kurumu, Ankara-1997, s. 269-280; Dönüş Belgeleri-1, TKP MK 1920-1921, çeviren: Yücel Demirel, TÜSTAV, İstanbul-2004, s. 49-50, 112-117.

[4] Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hâtıraları, Temel Yayınları, İstanbul-2000, s. 515-518, 551-554; Mete Tunçay, age, s. 151.

[5] Dr. Samih Çoruhlu’dan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 339-340.

[6] Mete Tunçay, age, s. 102 ve Belgeler-s. 354; Yavuz Aslan, age, s. 288-291; Hamit Erdem, Mustafa Suphi, 3. Baskı, Sel Yayıncılık, İstanbul-2010, s. 200-202; Dönüş Belgeleri-1, s. 72-78, 123, 160, 238, 271.

[7] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 336.

[8] ATASE’den aktaran Yavuz Aslan, age, s. 299-301.

[9] Mete Tunçay, age, 102, 152; Yavuz Aslan, age. S. 301-303; Hamit Erdem, age, s. 225-229.

[10] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 341, 345.

[11] Dönüş Belgeleri-1, s. 152-155 (8 Kasım 1920), 323, 331; Dönüş Belgeleri-2, TKP MK 1920-1921, çeviren: Yücel Demirel, TÜSTAV, İstanbul-2004, s.79.

[12] Birikim, Eylül 2020, sayı: 377, s. 43.

[13] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 337

[14] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 351; Yavuz Aslan, age, s. 306-307, 312-314.

[15] Kâzım Karabekir, age, s. 909-910.

[16] Mete Tunçay, age, s. 152 ve Belgeler-s. 351, 353; Yavuz Aslan, age, s. 307-315; Hamit Erdem, age, s. 230-237.

[17] Cihat Akçakayalıoğlu’ndan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 246.

[18] Yahya Kâhya olarak bilindi, ama hakkındaki çalışmada adı Kâhya Yahya’dır (Uğur Üçüncü, Kâhya Yahya, Serander Yayınları, Trabzon-2015).

[19] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 326-337.

[20] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 326; Cihat Akçakayalıoğlu’ndan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 245-246.

[21] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 352-353; Yavuz Aslan, age, s. 316-320.

[22] Mete Tunçay, age, s. 102, 153 ve Belgeler-s. 356; Yavuz Aslan, age, s. 321, 331-332. Türkiye Komünist Gençler Birliği azası Abdülkadir’in 1 Ekim 1921 tarihli anlatımı, Dönüş Belgeleri-2, s. 157-169.

[23] Dönüş Belgeleri-2, s. 151-153

[24] ATASE’den aktaran Yavuz Aslan, age, s. 271-273.

[25] Dönüş Belgeleri-2, s. 131-136, 141-142.

[26] Dönüş Belgeleri-2, s. 115-121, 128-130.

[27] Mete Tunçay, age, s. 153-154 ve Belgeler-s. 356.

[28] Yavuz Aslan, age, s. 353-359.

[29] Hamit Erdem, age, s. 267.

[30] Kâzım Karabekir, age, s. 1147-1148.

[31] Lazistan Mebusu Ziya Hurşid açıkladı (TBMM ZC, devre: 1, cilt: 28, 29 Mart 1923, s. 231).

[32] Mete Tunçay, age, s. 154 ve Belgeler-s. 355; Yavuz Aslan, age, s. 339-342, 353-354; Feridun Kandemir, Atatürk’ün Kurduğu Türkiye Komünist Partisi ve Sonrası, Yakın Tarihimiz Yayınları, İstanbul-1965, s. 184-186.

[33] TBMM ZC, devre: I, cilt: 28, 29 ve 31 Mart 1923, s. 226-233 ve 243-244 ile 2.Nisan 1923, s. 304-308; Cemal Şener, Topal Osman Olayı, Ant Yayınları, 3. baskı. İstanbul-1998, s. 101.

[34] Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyeti'nde Ayaklanmalar (1924-1938), Genelkurmay Basımevi, Ankara-1972, s. 399-401; BCA-F: 030.10/K: 110, D: 745, S: 19; BCA-F: 030.10/K: 111, D: 745, S: 18; BCA-F: 030.10/K: 111, D: 745, S: 19; BCA-F:490.01/K: 1137, D: 146, S: 4.

[35] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 246-247.


Nuran Yüce Tüm Yazıları

Sezgin Tanrıkulu yalnız değildir

CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, katıldığı bir canlı yayın programında şu sözleri dile getirdi: 

“TSK’nın yaptığı her şey, eleştiriden azade değil. Biz milletvekiliyiz bunları sorgularız. TSK değil mi 12 Eylül’de darbe yapan? Bu ordu değil mi 15 Temmuz’da darbe girişimi yapan, köyleri yakan... Benim takip ettiğim davalar var. 15 köylüyü helikopterden atan TSK değil mi? AİHM kararıyla sabit hale gelen... Biz eleştirel yaklaşırız. Soru sorarız, doğru olup olmadığını sorarız, TSK üzerinden bu tür şaibelerin kalkması amacıyla bunu sorarız. 40 yılda her şeyi doğru yapsaydı Türkiye bu durumda olmazdı. AİHM kararı orada, 15 tane köylüyü kim attı? Bu kadar köyü kim yaktı? Daha yeni Roboski Uludere oldu... Sizler de eleştirel yaklaşamadığınız için Türkiye bu noktaya geldi.” 

Bu sözlerinin ardından da iktidar, TSK ve kendi partisi tarafından hedef haline getirildi.  Ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı bir tatil gününde alelacele Sezgin Tanrıkulu hakkında “Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin Kurum ve Organlarını Aşağılama ve Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik veya Aşağılama” suçlamalarından soruşturma açtı. Tanrıkulu’nun dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin fezleke de TBMM’ye iletilmek üzere Cumhurbaşkanlığına gönderildi.

Tanrıkulu’nun televizyondaki sözleri kendi yargıları değil belgelerle, görgü tanıklarıyla, ifadelerle kanıtlanmış ve AİHM’in de Türkiye’yi mahkum ettiği davalara ilişkindi. 

1990’lı yılarda yakınları kaybedilmiş insanların yıllara yayılan, her türlü hukuksuzluğa mahkum bırakılan zorlu mücadelelerinin sonrasında açılan davalar ile sabitlenmiş suçlara ilişkindi. 

Tanrıkulu’nun ifade ettiği, Diyarbakır Kulp’ta kaybettirilen 11 kişi için AİHM’de açılan dava dosyasının başlığı “Mehmet Salih Akdeniz ve diğerleri vs Türkiye”. 

97-98 yıllarında iki kere Türkiye’ye gelen üç hukukçunun yaptığı incelemeler sonucu, 99 yılında yayınlanan raporda TSK’nın bölgede yaptığı operasyon sırasında gözaltına alındıkları ama hiçbir resmi gözaltı işlemi yapılmayan 11 kişinin en son helikoptere bindirilirken görüldüğü ve bir daha kendilerinden haber alınamadığı söyleniyor. 

2001 yılında AİHM bu davada Türkiye’yi, kaybolan 11 kişinin ailesine toplamda 311 bin sterlin ödemeye mahkum etti. 2003 yılında ise aynı bölgede köylüler tarafından bulunan kemik ve eşyalar için bölgeye savcının gelmesi talep edildi. Savcı güvenlik gerekçesi ile gelmeyi reddedince köylüler kemikler ve diğer eşyaları çuvallara doldurup savcıya götürdüler. Adli Tıp Kurumu tarafından verilen raporda kemiklerin en az dokuz kişiye ait olduğu ve bunlardan ikisinin Mehmet Salih Akdeniz ile Behçet Tutuş’a ait olabileceği (yüzde 99.99 oranında) söylendi.

Sezgin Tanrıkulu yıllardan beri hak, adalet ve eşitlik mücadelelerinin içinde yer alıyor. 

Kendisine karşı başlatılan, başta AKP milletvekilleri, yöneticileri olmak üzere İYİ Partiden MHP’sine dek uzanan tepkiler ve tabiî ki kendi partisinden de yapılan “milletimizin gözbebeği Türk Silahlı Kuvvetleri’ni töhmet altında bırakan ifadeleri kabul edilemez” açıklamasına karşı hakikatlerin şimdiki siyasi atmosfere göre eğilip bükülemeyeceğini dile getirerek gerçekleri söylemeye devam ediyor.

Bu gerçekleri ifade eden kişilerin yanında, amasız fakatsız durmak, bugünkü karanlık ortamı aşmanın tek koşuludur. 

Sezgin Tanrıkulu’nun yanındayız.


Onur Korkmaz Tüm Yazıları

İğneada’ya nükleer santral tasarıları kabul edilemez!

Türkiye'nin enerji politikaları ve özellikle nükleer enerji kullanımı hakkındaki tartışmalar son yıllarda büyük bir önem kazandı. Hükümetin Akkuyu ve Sinop'tan sonra İğneada'ya da bir nükleer santral kurma girişimleri, çevresel ve güvenlikle ilgili endişeleri de beraberinde getiriyor. 

Nükleer santrallerin potansiyel sızıntılar ve çekirdek erimeleri gibi felaketlere yol açabileceği bilinse de Enerji Bakanlığı bu sorunları görmezden gelerek iklim krizini nükleer enerji için bir fırsata dönüştürme çabası içinde. Hükümet, nükleersiz bir dönüşüm ile karbon nötr olmanın ancak 2050’lerden sonra sağlanabileceğini iddia ediyor.

Bahaneler ve Gerçekler

‘Karbon nötrleşme’ yolundaymış gibi anlatılsa da Türkiye fosil varlıkları yakıt olarak kullanmaya devam etmede ısrarlı gözüküyor. 

Hükümet dünyanın en verimsiz kömürü ve bir o kadar verimsiz termik santralleri için Akbelen’i her türlü tepkiye rağmen yok ederken, bir yandan da nükleer santral inşa ederek karbon salımlarını düşüreceğini söylüyor. 

Görünen köy kılavuz istemiyor ama burada çelişkili olan sadece durumun kendisi değil aynı zamanda bakanlığın “nükleersiz karbon nötr olamayız” söylemleri. 

Nükleer enerjinin yatırım süresi uzun ve maliyetlidir. Ayrıca anlatıldığı gibi yüksek kapasiteli falan da olmaz. Bunu görebilmek için Akkuyu Nükleer Güç Santrali ile Karatay Güneş Enerjisi Santralinin verilerine bakmak yeter:

  • Neredeyse 11 milyon dönümlük bir araziye inşa edilen Akkuyu NGS’nin kapasitesi 4,8 GW, kurulum maliyeti 20 milyar dolar ve inşaat süresi 10 yıl. 
  • 1 GW kapasiteli Karatay GES 20 bin dönümlük arazi üzerine yalnızca 2 yılda kuruldu ve inşası 1,3 milyar dolara mal oldu. 

Akkuyu’nun aldığı güneşin daha fazla olacağı gerçeği de görmezden gelindi. Oysa Akkuyu’ya kurulacak 4,8 GW’lık bir fotovoltaik GES santrali, nükleer santralin 10’da biri kadar bir araziye, 3’te 1’inden ucuza ve 5’te 1’i kadar bir sürede yapılabilirdi. 

Dahası, işletme maliyetlerini göz önünde bulundurunca nükleerin yanında 8’de 1 seviyelerinde kalacağı da anlaşılıyor. Benzer bir hesabı Sinop’ta rüzgâr enerjisiyle de yapmak mümkün.

Acaba benim 10 dakikalık bir araştırmayla yaptığım bu hesaplamayı Enerji Bakanlığında yapabilen kimse yok mudur? 

İğneada’ya çivi dahi çakamazsınız: Bu, gezegene ihanettir

Nükleer santral başlı başına bir sıkıntı iken bir de bu santrali İğneada’ya yapma planı var ki bu da başka bir savsata. 

Kırklareli’ne bağlı Karadeniz sahilindeki İğneada, 3155 hektarlık eşsiz bir Longoz ormanına sahip. Amazon ve Afrika Kongosu longozları ile birlikte dünyadaki üç longoz ormanından biridir. 

Türkiye’de biyoçeşitliliğin en zengin olduğu bu bölgeye bir enerji santrali yapılmasının akla gelmesi bile korkunç! 

Longoz’a en ufak zarar verecek hareket, dünya tarihindeki en büyük ihanetlerden biri olur. Bu eşsiz doğal alanın korunması ve gelecek nesillere bırakılması gerekiyor.

Tüm nükleer santral planlarından acilen vazgeçin! 

Türkiye’nin güneş ve rüzgâr potansiyeli yüksek bir coğrafyada, enerji ihtiyaçlarını karşılamak için nükleer kullanması ne akla ne de mantığa sığar. 

Nükleer santrallerin çevresel ve güvenlik risklerini göze alamayız. 

“Karbon emisyonlarını azaltmak için vaktimiz yok” gibi kılıfların arkasına sığınmadan hemen tüm nükleer inşaat ve projelerini durdurun! 

Karbon salımlarına hemen son vermek için bir yol haritası çıkarın, yıllardır beklediğimiz iklim acil durumu ilan edin! 

Dönüşümün maliyetini kamu kaynaklarından değil, sorumlusu olan fosil yakıt şirketlerinden karşılayın. 

Dönüşüm sırasında, kapanan santral ve maden işçileri için göç etmek zorunda kalmayacakları, aynı kalifiyede ve ücretteki işlere kavuşabilecekleri programlar oluşturun.

Hem Adil hem de Acil bir geçiş istiyoruz!

Onur Korkmaz

(Sosyalist İşçi)



Ozan Tekin Tüm Yazıları

Agresif dış politika çöktü

Milliyetçiliğe göre tarih farklı ulusların arasındaki rekabet ve güç hiyerarşisi tarafından belirlenir. Deprem ise asıl olanın farklı uluslardan sıradan insanların bu yaşamdaki ortak çıkarları olduğunu gösterdi.

6 Şubat günü sabaha karşı 04:17’de olan deprem Türkiye’de 10 milyondan fazla insanın yaşadığı 10 şehri sarstı. Depremden hemen bir saat sonra 4. seviye alarm ilan edildi. Bu, uluslararası yardım çağrısını da kapsıyordu. Ve hemen bunun ardından onlarca ülkeden Türkiye’de yardım seferberliği başladı. İnsani yardımlar, arama ve kurtarma çalışmaları, sahra hastanesi kurma gibi birçok alanda çalışan 80’den fazla ülke 7 binden fazla personelle çalışmalara sahada katkı verdi.

Türkiye’nin son birkaç yıldır izlediği agresif dış politika, “yerli milli” söylemler, “Mavi Vatan” tezleriyle komşuların düşman ilan edilmesi gibi birçok gelişmeye rağmen, deprem sonrası gösterilen uluslararası destek muazzamdı. İlk yardıma koşanlar arasında, AKP-MHP iktidarının düşman olarak kodladığı Ermenistan’dan ve Yunanistan’dan gelen ekipler vardı. Hükümet sık sık “Atina’ya füze atarız” tehditleri savururken, “bir gece ansızın gelebiliriz” derken, Yunanistan’dan sınıf kardeşlerimiz Türkiye’deki farklı halklardan depremzedelerin yardımına koştular ve olanca güçleriyle hayat kurtarmak için uğraştılar. Benzer şekilde Ermenistan’dan gelen ekipler de, Türkiye defalarca Azerbaycan-Ermenistan geriliminde taraf olmuşken ve savaşa bizzat müdahale etmişken, insanlığın temel bir gereğini yerine getirerek Türkiye’deki yoksulların acısını kendi acıları olarak görüp yardıma koştular.

Oysa faşist MHP’nin de bir parçası olduğu iktidar bloku, yıllardır Mavi Vatan tezleriyle etrafımızdaki herkesin bize düşman olduğunu anlatıyor. Yunanistan’a karşı Doğu Akdeniz’deki gaz arama çalışmaları ve adaların konumu üzerinden saldırganlık gitgide tırmandırılıyor. Libya’nın yalnızca yarısını kontrol edebilen bir hükümetle bölgedeki hiçbir ülkenin tanımadığı anlaşmalar imzalanıyor. Bütün bunların hepsi “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı”, dolayısıyla güç yoluyla “çıkarlarımızın” korunması gerektiği söylenerek yapılıyor. Benzer şekilde Ermenistan’la bundan 15 yıl önce esen daha ılımlı rüzgarların yerine düşmanlık politikası esas alınıyor. Suriye’nin kuzeyindeki Kürtler sürekli askeri operasyon arayışında bulunulması gereken “milli güvenliğe tehdit” unsurları olarak görülüyor.

Depremde ise hem Türkiye’nin farklı kimliklerden halkları, Türkler Kürtler, mülteciler el ele vererek hayatlarını kurtarmak için ortak bir mücadele veriyorlar. Buna dış ülkelerden gelen yardım ekipleri de katılıyor. Milliyetçiliğin çizdiği yapay sınırlar ve ayrımlar unutuluyor, sıradan insanların, emekçilerin dayanışması öne çıkıyor.

Üstelik bu, asıl olarak devletler arası diplomasiye dayanan sınırlı bir dayanışma. Bir de farklı coğrafyalarda işlerin kontrolünün işçi sınıfına geçtiğini, aşağıdan inisiyatiflerin belirleyici olduğunu düşünelim. Burada tüm halkların yaralarını sarmak için çok daha muazzam bir enerji ve seferberlik ortaya çıkacaktır. Sosyalizm mücadelesi bu yüzden enternasyonalisttir, farklı uluslardan ve ülkelerden işçilerin çıkarlarının farklı uluslardan ve ülkelerden patronlara, sermaye sahiplerine karşı ortak olduğunu savunuruz.

Devletlerin bütün milliyetçi kışkırtmalarına rağmen, halkların dayanışması böyle zor dönemlerde esas oluyor. Nasıl ki bundan birkaç yıl önce Yunanistan’da yaşanan yangınlara karşı Türkiye işçi sınıfı, sendikalar ve tüm demokratik kurumlar dayanışma için elinden geleni ortaya koyduysa, şimdi de bir benzeri komşu ülkelerdeki sınıf kardeşlerimiz tarafından yapılıyor. Öyle ki, Ermenistan’la 30 yıldır kapalı olan sınır kapısından insani yardım geçiriliyor. 

Depremden çıkarmamız gereken sonuçlardan biri de Türk milliyetçiliğinin bölücü argümanlarına karşı enternasyonalizmin işçi sınıfını birleştiren ruhunu baskın hâle getirmenin ne kadar önemli olduğu. Bunun pratikteki karşılığı ise iktidardaki aşırı sağcılığın içe kapalı savaşçı anlayışını geriletmek, Doğu Akdeniz’den Suriye’ye savaş politikalarının terk edilmesine yönelik bir basınç oluşturmak, Yunanistan’dan Ermenistan’a, Suriye de dahil tüm komşu ülkelerle diyalog ve diplomasiye dayalı barışıl bir dış politikanın hayata geçirilmesini savunmak.




Roni Margulies Tüm Yazıları

Mutlu bitmiş bir göç öyküsü

Başta Kılıçdaroğlu ve CHP olmak üzere tüm muhalefetin milliyetçiliğe, ırkçılığa, Kürt düşmanlığına ve en önemlisi göçmen düşmanlığına kapılması, teslim olması, ödün vermesi ve hatta dört elle sarılması ne sonuç verdi?

Basit. Ortalık zafer çığlıkları atan, oylarını yükseltmiş, beklenmedik başarılar kazanmış faşistler ve milliyetçilerle doldu. Sağın politika ve söylemlerini kullanarak sağdan oy kapmak mümkün değildir, böyle yapıldığında siyaset sahnesi tümüyle sağa kayar ve bundan yine sağcılar kârlı çıkar, bir kez daha kanıtlanmış oldu.

Yabancı/Arap/Suriyeli/Rus/sığınmacı/göçmen düşmanlığına kendini kaptırmayanlar için bir göç öyküsü anlatmak istiyorum. İnsanların keyif veya eğlence olsun diye göç etmediğinin, yerlerini yurtlarını, doğup büyüdükleri mekânları, atalarının yaşayıp öldüğü toprakları şımarıklıktan değil ancak mecburiyetten terk ettiklerinin bir örneğini vermek için.

Benim baba tarafım Polonya’dan gelmiştir. Dedem 1897’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir vatandaşı olarak Krakow’da doğmuş, Birinci Dünya Savaşı’nda çarpıştıktan sonra Viyana Üniversitesi’nde okumuş, Berlin’de mühendis olarak ilk işine girmiş ve 1925 Nisan’ında evlendikten hemen sonra Türkiye’ye göçmüş. Kalıcı olmasını düşünmüyorlarmış bu göçün, bir yıl çalıştıktan sonra geri döneceklermiş, ama iş uzamış ve Naziler’in Polonya’yı işgal etmesiyle beraber geri dönülecek yer kalmamış, göç mecburen kalıcılaşmış.

Anlatacağım göç dedeminki değil ama. Kardeşininki.

Frederik Margulies’e Krakow’daki gençliğinde Fredek derlermiş. Keman çalan ve hayatta tek isteği hep ve daha iyi keman çalmak olan Fredek zengin bir ailenin kızına aşık olmuş 1920’lerde. Kızın ailesi evliliklerine izin vermenin koşulu olarak Fredek’in kemancılıktan vaz geçip ailenin tekstil işinin başına geçmesini dayatmış. Margulieslerin tarihinde bildiğim tek yüz kızartıcı olaydır: Fredek bir kadın için sanatı terk etmeyi kabul etmiş! Evlenmişler. Çocukları olmuş. Bilebildiğim kadarıyla mutluymuşlar.

Alman ordusu 1 Eylül 1939’da Polonya’ya girdiğinde, Fredek eşi ve iki küçük çocuğuyla birlikte Fransa’da tatildeymiş. Kemanı bırakıp zengin bir kadınla evlenmenin bazı yararları da var kuşkusuz: Maddî durumları iyi olduğu için, Polonya’ya dönme olanağı ortadan kalkınca Fransa’da kalmaya karar vermişler. Uzun sürmemiş ama; 1940 Mayıs’ında Nazi orduları Paris’e doğru harekete geçince Fredek’le ailesi de önce Fransa’nın güneyine, oradan da zor bela İspanya’ya kaçmış. Artık Avrupa’da barınamayacaklarına ikna olduktan sonra, vize almak için Amerikan elçiliğine gitmişler. Vize bir yana dursun, içeri bile alınmamışlar. Çaresizlik ve korku içinde, tüm Güney Amerika elçiliklerinin kapılarını aşındırmaya başlamış, hepsinden geri çevrilmişler.

Bir gün Fredek ilk kez geçtiği bir yolda yürürken yüksek bir duvarın ardındaki büyük bir bahçe içinde süslü, elçilik olması muhtemel bir bina görmüş. Yaklaşmış, duvarda “Dominik Cumhuriyeti Büyükelçiliği” tabelasını okuyup dalmış içeri. Varlığından bile haberdar değilmiş böyle bir ülkenin, adını bile duymamış; ama ne önemi var, Avrupa’dan, faşizmden uzak bir yer olduğunu tahmin edebiliyormuş. İçerde uyuklayan iki memura vize istediğini söylemiş, herhalde ilk kez böyle bir taleple karşılaşan memurlar pasaportları damgalayıp uyuklamaya devam etmiş.

Dominik Cumhuriyeti, Karayiplerde, Küba’nın yanı başında yatay ve ince uzun Hispanyola adasının doğu yarısını kaplıyor; adanın geri kalanı Haiti. Göçmenlerden çok çekmiş Hispanyola. Kristof Kolomb Avrupalıların ilk yerleşimini burada kurmuş, adını La İsabela koymuş; yerli Taíno halkı ise Avrupalıların getirdiği virüsler nedeniyle kısa süre sonra grip ve çiçek hastalığından tümüyle telef olmuş. İspanyolların altın şehir Eldorado peşinde“Amerika” adını verdikleri kıtaya göçü ve burada yüzlerce yıl sürecek egemenlikleri La İsabela’yla başlamış.

Fredek daha sonra, California’da yaşlı bir adam olarak hayatının zengin coğrafyasını hüzünlü bir hayretle incelerken belki de bunları okuyup öğrenmiştir, ama 1940’ta uzun bir vapuryolculuğundan sonra Santa Domingo limanına ayak bastığında bilmiyordu herhalde. Günümüzün turist broşürleri, Kolomb’unoğlu Diego ile eşi Doña María de Toledo’nun şimdi müze olan evinin muhakkak görülmesi gerektiğini yazıyor. O zaman da müze miydi, bilmem, ama öyle de olsa, herhalde Fredek’in çokfazla ilgisini çekmemiştir. Dominik Cumhuriyeti’nde bir hayat kurmayı hiç düşünmemiş çünkü, amaç kapağı Amerika’ya atmakmış. Küba’nın ‘göç kotası’ olduğunu öğrenmiş. O yıllarda, Amerika güçmen göndermek üzere çeşitli ülkelere belli kotalar verirmiş. Fredek ve ailesi önce Küba’ya geçmeyi, sonra da Amerika’ya göçmeyi becermiş. Nasıl becermiş, neler yaşamışlar, nasıl olmuş, bilemiyorum. Krakow’dan Los Angeles’e uzanan, yaklaşık iki yıl süren bu öykü ne korkular, eziyetler, umutsuzluklar, mutsuzluklar içermiştir, kim bilir? Bildiklerim, yukarıdaki dört paragraftan ibaret işte.

Hiç olmazsa ama, Fredek’in öyküsünün mutlu bittiğini biliyorum. Amerika’ya girişte, memur “Margulies ismi burada zor okunur, zor anlaşılır” deyince, Marr soyadını almış aile. Ve benim bugün Amerika’nın çok çeşitli yerlerinde Bill Marr, Bob Marr gibi isimler taşıyan, tanışmadığım uzak akrabalarım var.

Böyle mutlu biten göç öyküsü çok nadirdir. Göç, “gitmek” değil “kaçmak” anlamına gelir: Nazilerden, savaştan, yoksulluktan, işsizlikten, açlıktan kaçmak.

Kaçarak hayata tutunmaya çalışan insanlara nefret ve düşmanlıkla bakanlara ömrüm boyunca nefret ve düşmanlıkla baktım. Ve hep öyle bakacağım.

Roni Margulies

(Bu yazı ilk kez 30 Mayıs 2023 günü Serbestiyet’te yayınlanmıştır.)


Sibel Erduman Tüm Yazıları

Müteahhitlere ve binaların yapılmasına izin verenlere değil mültecilere saldıranlar

Antep’in Şahinbey ilçesi, depremzedelerin yoğun yaşadığı yerlerden birisi, ayrıca mültecileri de barındırıyor. Kendilerine ‘sen Suriyelisin, sana çadır yok” denildiği için kendi yaptıkları çadırlarda kalıyorlar. Depremin ikinci gününde battaniye ve kıyafet gibi ihtiyaçlar dağıtılmış ama mülteciler yararlanamamış, daha doğrusu onlara verilmemiş. Pek çok mülteci ise parklarda hiçbir şeyleri olmadan bekler haldeler. Genel olarak zaten herkesin perişan olduğu bir deprem bölgesinde mülteciler ayrıca dışlanabiliyor. 

Durum buyken, Ümit Özdağ gibi Suriyelilere ve genel olarak mültecilere yönelik ırkçı tutumu olan bir adam, kalkmış bile bile yalan haber yayarak mültecilerin ‘talan’ yaptığını söylüyor. Buna da bir dolu insan teşne oluyor. Ve ilginç bir şekilde AKP ne zaman dara düşse Ümit Özdağ ve mülteci düşmanları hükümetin önüne siper oluyorlar. Orman yangınları sırasında da bu adam ‘ormanları Suriyeliler yakıyor’ demişti. 

Bu tür ırkçı saldırılara karşı net olmak ve şunu söylemek lazım;

Bize ev diye tabut satanlar, onlara imar izni verenler, depremden sonra askerin, madencilerin ve yardım ekiplerinin müdahalesini geciktirenler, en fazla ihtiyaç duyduğumuz anda sosyal medyayı kapatanlar mülteciler değil. Öfkenin yönünü değiştir.

Talan denilen şey de aç ve susuz kalan insanların bir iki dükkâna girip karınlarını doyurmaya çalışmalarından ibarettir sonuçta. Bu kadar vahim bir deprem sonrasında, inanılmaz derecede organize olmayan bir devlet aygıtıyla karşı karşıyız. Devlet organize olup müdahale edemediği gibi bir de yardım götüren insanları ve grupları engelliyor ya da onların yardımlarına el koyup kendisi dağıtıyor. AFAD gibi doğru dürüst hiçbir eğitim almamış gönüllüler ve belki çok az profesyonelle çalışan bir merkezi örgütün bu işi yapamamasından dolayı birçok insan ölmüşken, öfkeyi mültecilere yönlendirmek bilerek yapılan ve devletin beceriksizliğinin üstünü örten bir eylemdir.

Ama görebildiğim kadarıyla bu ırkçı yalanlar pek rağbet görmüyor, en azından sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla. Ama yine de bu ırkçı yalanlardan dolayı saldırıya uğrayan mülteciler oluyor ve canlarıyla ödüyorlar. 

Hiçbir zaman bu tür saldırılarda tarafımızı unutmayalım.

Sibel Erduman


Sibel Erduman Tüm Yazıları

‘Yasadışı’ geçişten 52 yıl hapis cezası

Geçen yıl 27 Şubat'ta Reuters haber ajansının geçtiği haberde, ismi açıklanmayan üst düzey bir Türkiyeli yetkili, Türkiye'deki Suriyeli mültecilerin artık karadan ve denizden Avrupa'ya ulaşmalarının durdurulmaması kararını aldıklarını söylemişti. Yetkili aynı zamanda sahil güvenliğe ve sınır polisine mültecileri engellememe emri verildiğini de sözlerine eklemişti.

Bu haberin ardından Türkiye'deki mülteciler Türkiye-Yunanistan sınır kapısı Pazarkule'ye doğru gitmeye başladılar. Ertesi gün açıklama yapan Erdoğan, “Biz bu kapıları bundan sonraki süreçte de kapatmayacağız ve bu devam edecek. Neden? AB’nin sözünde durması lazım. Biz bu kadar mülteciye bakmak, onları beslemek durumunda değiliz” ifadelerini kullanmıştı.

Zor şartlarda sınır kapısında bekleyen mülteciler için Edirne halkı ve Hepimiz Göçmeniz başta olmak üzere çeşitli sivil toplum kuruluşları mültecilerin yiyecek, su, battaniye gibi temel ihtiyaçlarını sağlamak ve konuyu haberleştirmek için seferber oldu, sınır kapısında bekleyen mültecilerin yanına gitti. Kendileriyle konuşulan mülteciler Yunanistan’a geçme kararlılıklarını vurguluyorlardı.

Bu süreç içerisinde Yunanistan, pek çok kez Ege denizi üzerinden geçmeye çalışan mültecilerin botlarını batırdığı iddiasıyla gündeme geldi. Hatta Report Mainz, Lighthouse Reports ve Alman Der Spiegel'in ortak araştırmalarına dayandırdıkları bir haberde, geçtiğimiz yılın Mayıs ayında, Yunan sahil güvenlik gemisinin bir grup mülteciyi şişme bir cankurtaran salıyla Türk karasularına doğru çektiği ve sığınmacıları açık denizde kaderlerine terk ettiği anlatılıyordu.

Bir tarafta Türkiye’nin mülteciler için yeteri kadar para ödemediğini söylediği Avrupa Birliği’ne, sınırları açınca neler olabileceğini gösterme girişimi, diğer tarafta Avrupa Birliği’nin kendi yasalarına uymayarak mültecileri Türkiye’de ‘bekleme odasında’ bekletmesi, geçen yıl Yunanistan-Türkiye sınır kapısında yaşanılan trajediye neden oldu. Bu arada bir kısım insan Yunanistan’a geçebildi.

İşte şimdi Yunanistan’a ailesiyle birlikte geçenlerden Suriyeli bir kişi (adı verilmiyor), Yunan mahkemesi tarafından ‘yasadışı’ olarak ülkeye girmekten 52 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yunanistan, Avrupa Birliği üyesi bir ülke olarak topraklarına giren ve mültecilik başvurusu yapanları kabul etmek ve durumunu değerlendirmek durumundadır. Böyle diyoruz ama Yunanistan’ın böyle bir cezayı neye göre verebildiğini bilmiyoruz. Bu yazının amacı da kanunlara uyulup uyulmadığını ortaya çıkarmak değil. Çünkü Avrupa Birliği zaten Suriye savaşından itibaren kendi yasalarına uymuyor. Dolayısıyla yasalar ‘askıda’. 

Mülteciler pandemi öncesi de bir krizin cisimleşmiş haliydi. Avrupa’nın ‘mülteci’ krizi (Türkiye’yi de dâhil edebiliriz) sınıra dayanan mülteci sayısından doğmuş gibi gözüküyor. Ama aslında mesele gelenlerin gitgide artması değil; mülteciler daha önce kriz olmayan yere kriz taşımadılar. Daha ziyade gittikleri ülkede kurucu mahiyette ama gizli, bastırılmış, görünmeyen bazı sorunları şiddetlendirip görünür hale getirdiler. Yani hiçbir yerde olmayan ırkçılığın ‘binlerce insanın akın etmesiyle’ baş göstermesi söz konusu değil. Türkiye için de böyle bir durum söz konusu. 

Hükümet mülteci meselesinde Türk kültürünün yardımsever, misafirsever olduğuna dair söylemlerine yaslanıyor. Ancak, geçen seneki olayda insanları bir deneme tahtası gibi sınıra sürmeleri ve pazarlık konusu yapmalarında görüldü ki, Suriyeli ve diğer sığınmacıların Türkiye’de zorunlu olarak kalmasıyla ortaya çıkan bu sözde misafirperverliğin altı boş. 

Aslında zaten hiçbir zaman misafirperverlik söz konusu olmadı. 1941 yılı Aralık ayında Hitler’den kaçıp gelen bir gemi dolusu Yahudi’yi kabul etmeyip denizin ortasında açlık ve susuzluktan ölmeye bırakmalarını düşünün.

Muhalefet partilerine gelince, şimdiye kadar bir şekilde genel bir milliyetçiliği elden bırakmadılar (Türkiyelilerin bir de ırkçı olmadığı söylenir hep). Suriyeliler ile birlikte ırkçı söylemleri gayet açık ve net bir şekilde söylemekte bir beis görmediler ve görmüyorlar. Türk milliyetçiliğinin ırkçı olmaması diye bir şey hiçbir zaman söz konusu değildi zaten. Türkiye’de yaşayan ‘Türk’ olmayanlar, ama Türk vatandaşlığına sahip olanlar, her zaman hedef tahtası oldular ve katledildiler. Dolayısıyla mültecilerin doğurduğu bir kriz olmaksızın bir ‘mülteci krizi’ yaşanıyor, gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de. 

Aslında mülteciliğe ve içinde bulunduğumuz pandemi koşullarında yaşadığımız sorunlara herhangi bir siyasi çözümün yokluğu, gerçek anlamda siyasetin yokluğu anlamına geliyor, bizler buna tanık oluyoruz. Mültecilerle cisimleşen sorunun hukuki bir çözümü yoktur (konu başlığında da görüldüğü gibi). Bu insanların korunmaya ihtiyacı olduğunu pekâlâ herkes biliyor ama bilmiyormuş gibi davranıyor. Sorun siyasidir.

Sibel Erduman



Tuna Emren Tüm Yazıları

Filistin direnişi kazanacak

Filistin halkının direnişi Siyonizmi tüm dünyada teşhir etti. 

Siyonizm Yahudilerin kendilerine binlerce yıl önce “vadedilmiş" olan topraklara geri dönüp orada yaşamaları gerektiğini vazeden bir ideoloji olarak şekillenmişti fakat bu fikirleri Yahudi toplumuna öyle kolayca satamadılar: “1880-1929 arasında 4 milyona yakın Yahudi yaşadıkları ülkeleri terk ederek göçtü. Bunların ezici bir çoğunluğu (3 milyon 250 bini) Rusya ve Avusturya Macaristan imparatorluğundan ABD ve diğer Amerika kıtası ülkelerine göç ettiler. Sadece 120 bin Yahudi Filistin'e, ‘vaat edilmiş topraklara’ gitti. Yahudiler Siyonizme uzak duruyorlardı.”

Doğu Avrupa'dan kaçarak İngiltere, Fransa ve Almanya'ya göç eden Yahudiler gittikleri her ülkede ırkçılığa maruz kalıyorlardı. Fransa'da Yahudi düşmanlığının yükseltildiği yıllarda (Dreyfus Davası) gelişmeleri takip eden gazeteci Theodor Herzl 1896'da yazdığı bir kitapta Yahudiler için yegâne çözümün kendi devletlerini kurmak olduğunu anlatıyordu ve Herzl'in kitabı Siyonist hareketin başlangıcı oldu. 

Tahmin edilebileceği gibi, Siyonizm en büyük desteğini, Yahudileri topraklarından göndermek isteyen ırkçılardan aldı. Tarihteki tüm yerleşimci sömürgecilerin toprak temellükünü meşrulaştırmaya çalışırken ırkçılığı yükselterek bundan beslenmeye çalışmaları bir tesadüf olmasa gerek.

Siyonizm ve Yahudilik bir ve aynı şey değildir, yani tüm Yahudiler Siyonist değildir. Pek çok Yahudi’nin reddettiği Siyonizm, hiçbir zaman Yahudiler için bir sığınak arayışına dönüşmedi. Zaten en başından beri Yahudilerin çoğunlukta olduğu bir devlet yaratmaya yönelik sömürgeci bir proje olarak planlanmıştı. Böyle bir projenin başarısı ise orada yaşayan halkın (Filistinlilerin) kendi topraklarından sürülmesine bağlıydı.

Siyonistler, bu ideolojiye karşı çıkan herkesi antisemit ilan ettiler ve halen de ediyorlar. Oysa antisemitizm ‘Yahudi düşmanlığı’ anlamına geliyor. Diğer bir deyişle, Yahudilere yönelik ırkçı tutumlar sergilemiyorsanız antisemit ilan edilemezsiniz. Özetle, bir insan hem Siyonizme hem de antisemitizme karşı olabilir ki olması gereken de budur zaten.  

İsrail'i kendileri için vaat edilmiş topraklar olarak gören Siyonistlerin Filistin’de 1948’den bu yana sürdürdükleri sistematik yıkıma karşı çıkmak, tüm Yahudi toplumunu Siyonist olmakla itham ederek Yahudi düşmanlığı sergilemeyi hiçbir zamanda ve koşulda haklı çıkarmaz. İkincisi düpedüz ırkçılıktır ve en az Siyonizmin kendisi kadar tehlikelidir. Kaldı ki Siyonizm de bu ırkçılıktan besleniyor, olmadığı koşullarda yoktan var ediyor, bizatihi teşvik edip yaratıyor. Geçmişte Irak’ta bir arada ve barış içinde yaşayan Yahudiler ile Araplara yapılan da buydu. 1950'lerde Siyonistler, Orta Doğu’nun farklı ülkelerinde yaşamakta olan Yahudileri İsrail'e döndürmeye çalıştı ki o ülkelerden biri de iki halkın neredeyse 2 bin yıldır barış içinde yaşadığı Irak oldu. Buradaki barış ortamını bozmak için ırkçılık tohumları ekildi, Iraklı Yahudiler arasında panik yaratmaya çalışıldı. Siyonistler Bağdat'taki bir sinagoga bomba yerleştirdi, ırkçı gruplar harekete geçirildi.

Nakba: 1948’den bu yana süren kırım

Filistin’in ilk bölünme planı 1937’de Peel Komisyonu aracılığı ile önerildi. Arap Yüksek Komitesi bu öneriyi tümden reddederken Filistin topraklarının satışının ve Filistin’e Yahudi göçünün engellenmesini talep ediyordu ancak 29 Kasım 1947’de, henüz yeni kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda, Filistin topraklarının bölünmesi kabul edildi. 

14 Mayıs 1948’te İsrail'in kuruluş bildirgesi imzalandı, BM’de, Filistin'in yüzde 55'inin Siyonist yerleşimcilere verileceği belirtilen bir deklarasyon onaylandı. 

Siyonistler, Filistinlileri Filistin topraklarından ‘gönüllü sürgün’ edeceklerine dair açıklamalar yaparken – elbette ‘gönüllü sürgün’ diye bir şey olamaz; adına ne denirse densin kastedilen şey her zaman zorla yerinden edilmedir— Orta Doğu, petrol kaynakları nedeniyle, emperyalistlerin kontrol altında tutmak istedikleri bir bölgeye dönüştü. Filistin toprakları üzerinde kontrol sahibi olan İngiltere’nin gücü savaşta zayıflayıp ABD’ninki arttı, Orta Doğu petrolü ABD için önemli olmaya başladı. Bunu da bir fırsata çevirmek isteyen Siyonistler ırkçılardan beslenmeyi bir kenara bırakıp bu kez de ABD emperyalizmini kullanmaya karar verdiler. 

Neticede BM planında Yahudi bölgesine ayrılan ekonomik ve tarımsal alanların Filistin bölgesine ayrılanlara kıyasla çok daha avantajlı durumda olması nedeniyle Filistinliler bu planı tümden reddetti ve işgalci İsrail’in gaspa, şiddete dayalı zorla göç ettirme politikaları devreye girdi (Nakba).

Siyonistler 70’ten fazla katliamda 15 binin üzerinde Filistinliyi öldürdü, en az 850 bin Filistinli evlerinden edildi, yaklaşık 500 köy zorla göç ettirildi ve Filistinliler, tarih boyunca yaşadıkları Filistin topraklarında, günden güne küçülen bir alana hapsoldular.

1948'den önce Filistin'de sadece 600.000 Yahudi yerleşimci yaşıyordu. Nakba'yı takip eden üç yıl içinde bu sayı ikiye katlandı. 

Emperyalizm ve Siyonizm

1948'de İsrail'i bir devlet olarak tanıyan ilk ülke, İsrail'in en büyük emperyalist müttefiki olan ABD’ydi.

Nakba'dan sonraki birkaç yıl içinde İsrail kendi nüfusunu ikiye katlarken Yeşil Hat içinde kalan Filistin topraklarının yüzde 93'üne el koydu. 

Esasında o günden bu yana sürdürülmekte olan Nakba 7 Ekim 2023’te hepimizin gözlerinin önünde açık bir soykırıma dönüştürüldü ki bu da stratejik, planlı bir ‘çökme’ politikasıydı. 

Siyonistler de tıpkı tarihteki tüm diğer yerleşimci sömürgeciler gibi kapitalizmin kâr odaklı dişlilerini arkalarına alıp Filistin halkının dayanıklılık ilişkilerini yok ederken en başından bu yana toprak talep etti, yüz binlerce Filistinliyi topraklarından kovdu. 

İsrail, 7 Ekim itibarıyla artık Filistin’de bir tane bile Filistinli bırakmayacağını açıkça gösterecek kadar inanılmaz bir kırıma girişirken yine başta ABD olmak üzere, kendisini her koşulda destekleyeceklerini bildiği emperyalistlere güveniyordu.

İsrail Gazze'de taş üstünde taş bırakmayarak okullara, hastanelere, güvenli bölge olarak belirlenen yerlere sığınan Filistinlilere bomba yağdırmaya devam ederken ABD bu soykırımın her adımında onun yanında yer aldı. Geçtiğimiz günlerde soykırımcıya 20 milyar dolarlık bir silah sevkiyatını daha onayladı. Bu sevkiyatta yine savaş uçakları var, füzeler var. Ve bunu da İsrail’in kendini savunma hakkına verilen destek olarak sunuyor.

ABD başta olmak üzere Batı emperyalizminin bir soykırımı dahi destekliyor olmasının asıl sebebi, devletler arası rekabete dayalı küresel emperyalizmin Filistin halkını zerre kadar umursamıyor oluşu. Kendi çıkarlarını destekleyen İsrail ile, soykırımın ortakları olacak şekilde el ele veriyorlar çünkü ele geçirdikleri gücü diğer emperyalistlere kaptırmak istemiyorlar. El ele verip bir soykırım gerçekleştiriyor ve bunu yaparken de en büyük rakiplerini (Çin) otoriterlikle suçlamaya devam ediyorlar.

Hamas

Hamas, Birinci İntifadanın patlak verdiği 1987 yılında ve bir direniş gücü olarak kuruldu. 

Birinci İntifada 1993’te sona erdiğinde ABD ve Avrupa Birliği'nin aracılık ettiği, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile İsrail tarafından destek bulan bir anlaşmaya imza atıldı. Oslo Anlaşmaları olarak bilinen bu süreçte, İsrail'in tanınması karşılığında FKÖ ve diğer direniş gruplarına Gazze ve Batı Şeria üzerinde sınırlı bir kontrol imkânı sunulmuştu. Ne var ki Doğu Kudüs'ün statüsü ve Filistinlilerin evlerine dönme hakkı gibi önemli başlıklar ileri bir tarihte tartışılmak üzere ertelendi. Bu nedenle anlaşmayı reddeden Hamas (ki o yıllarda İsrail devletini resmen tanımayı reddediyordu) üç yıl sonra Filistin Yönetimi için yapılacak seçimlere de katılmayınca ondan boşalan yeri El Fetih partisi doldurdu ve bu parti parlamentoda çoğunluğu kazandı.

İsrail böylesi gelişmelerin ortasında bile Filistin topraklarına el koymaya devam etti, ABD ise Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak gördüğünü gösteren adımlar attı.

2000’de İkinci İntifada yaşandı ve Hamas bir kez daha merkezde yer aldı. 2006’da ise seçimleri kazanarak yönetime geçti. Ancak hemen ardından İsrail ile ABD tarafından desteklenen El Fetih’in gerçekleştirdiği bir darbe girişimi yaşandı. Siyonistler ve emperyalistlerin bu girişimi Hamas’ın müdahalesiyle başarısızlığa uğratıldı. Ardından gerçekleştirilen müzakerelerde Hamas İsrail’i bir devlet olarak tanıyacağını gösterecek şekilde iki devletli çözümü kabul etmiş oldu. 

Filistin için içeride ve dışarıda verilen mücadelelerin dinamikleri bu hamle ile farklılaşmış görünse de neticede hiçbirimiz Filistin halkının içeride verdiği mücadelenin dinamiklerini eleştirebilecek konumda değiliz. İçeride iki devletli çözüme yönelim gösterilmesi, bizlerin dışarıda verdiğimiz mücadelede Nehirden Denize Özgür Filistin talebini yükseltmemize engel teşkil etmez. Fakat bu talebin arkasında birleşirken de bir halkın on yıllardır verdiği haklı mücadelesinde neyi nasıl yapmaları gerektiğine dair diskur çekme hakkımız yoktur.

Uluslararası Sosyalist Akım’ın (IST) Ekim 2023’te yaptığı açıklamada şöyle diyorduk: “Hamas ve diğer direniş örgütlerinin 7 Ekim'de başlattığı saldırılar, Filistin sorunu çözülmeden Orta Doğu'da barışın olamayacağına dair bir uyarı niteliğindedir.” Nitekim 7 Ekim saldırıları Filistinlilerin daha fazla göz ardı edilemeyeceğini en acı şekilde gösterirken İsrail’in ve Batı emperyalistlerinin gerçek yüzünü de ortaya serdi. 

Gazze’ye verilen sahte destek

7 Ekim’den sonra Türkiye’de birçok kurum, vakıf, Filistin halkı için sokaklara çıktı. İsrail’in öfkeli sloganlarla protesto edildiği bu eylemler bir süre sonra sönümlendi. 

Sönümlenmesinin nedeni, bu eylemleri düzenleyen kurumların Türkiye’de iktidar şemsiyesi altında olmalarıydı. 

İsrail’in saldırıları o kadar şiddetliydi ki eylemler tüm dünyada hızla İsrail’in dünya politika sahnesinde yalnızlaştırılmasına odaklandı. Bu, her ülkede örgütlenen Filistin’le dayanışma eylemlerinde o ülkenin İsrail’le ilişkilerinin teşhir edilmesi anlamına geldi. 

Türkiye’de Filistin’e Özgürlük Platformu olarak bizler, ilk eylemimizden itibaren Erdoğan iktidarının İsrail’le ikili anlaşmaları ve ticareti sona erdirmesini talep ediyorduk. İsrail’in yarattığı yıkım, bu talebin milyonlarca insanın öfkeli talebi olmasıyla sonuçlandı. 

Filistin halkıyla dayanışma içinde olan hiçbir çevre, iktidarın İsrail’le kirli ilişkisini açığa sermeden eylem yapamazdı artık. Bu yüzden, iktidarın teşhirini yapmaktan imtina edenler, Filistin’le dayanışma eylemlerinden geri çekilmek zorunda kaldılar ve derin bir sessizliğe büründüler. 

İktidarın kendisi ve doğrudan iktidar çevreleri de en başta Gazze için mitingler örgütleseler de kısa sürede buna bir son verildi çünkü iktidarın İsrail’le ilişkilerini eleştirmeden sahte Filistin eylemleri düzenlemek artık gerçekten imkânsız hale gelmişti.

AKP’nin Filistin yalanları

AKP iktidarı Filistin konusunda en başından beri yalan söylüyor. Seçim ve miting meydanlarında İsrail aleyhinde en sert konuşmaları yapan iktidar sözcüleri bir gerçeğin halktan sürekli olarak gizlenmesi için mücadele ettiler. Bu, Türkiye ile İsrail arasındaki ticaretin boyutlarının sürekli arttığı gerçeğiydi. 

İktidar bu gerçeği gizlese de devlet kurumlarının verileri ticaretin boyutlarını gözler önüne serdi. 

Bazı bakanlar, yüzleri kızarmadan, bu ticaretten kârlı çıkanın Türkiye olduğunu bile söyleyebildi. Bazı sözcüler ise ticari anlaşmaların 7 Ekim’den önce imzalandığını ve Türkiye’nin anlaşmalara uymazsa yaptırımlara maruz kalabileceğini iddia etti. 

Ortada bir soykırım varken bu soykırımın faili olan devletle ikili anlaşmaları iptal eden ülkeye hiçbir yaptırım uygulanamaz. 

Bu yaptırımları hiç kimse, hiçbir uluslararası kuruluş ciddiye almaz. 

Sorunun uluslararası bağlayıcılığı olan ticaret kuralları değil, Türkiye’de iktidarın ve bazı şirketlerin gözünü para bürümüş olması olduğu çok nettir. 

Bilhassa da daha yakın zamanda Azerbaycan’dan gelen petrolün Türkiye üzerinden İsrail’e taşındığının açığa çıkması büyük bir skandaldı. Azerbaycan şirketi Socar’ın yöneticileri Türkiye’de Filistin için mücadele eden aktivistleri açıktan tehdit edebildiler ve bunun da nedeni iktidarın İsrail’in kanlı paralarından vazgeçememesidir.

Filistin için direnmeye ara vermeyeceğiz.


Volkan Akyıldırım Tüm Yazıları

İktidarın CHP'ye artan baskısı hangi amaçlarla uygulanıyor?

İktidar, yargı silahını kullanarak CHP'ye adeta savaş açtı.

İstanbul Esenyurt Belediyesi'ne kayyım atanması ve Beşiktaş belediye başkanının tutuklanması, CHP gençlik kolları başkanının gözaltına alınmasını İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında başlatılan iki yeni soruşturma izledi.

Öte yandan Özgür Özel'in yakın zamana dek izlediği AKP ile diyalog/müzakere politikası, sonraki başkanlık seçimlerine hangi adayla katılınacağı, bunun şimdiden tespit edilip edilmeyeceği başlıkları CHP'yi yoğun bir iç tartışmaya sürüklemiş durumda.

İstanbul yenilgisi

29 Haziran 2019'da yapılan yerel seçimlerde CHP'nin büyükşehir belediye başkanı adayı Ekrem İmamoğlu, rakibi AKP adayı Binali Yıldırım'ı az oy farkla mağlup ederek birinci olmuştu.

Fakat AKP bu kararı tanımadı. Oyların tekrar sayımı için Yüksek Seçim Kurulu'na (YSK) başvurdu. Tekrar sayımla geçen gerilimli günlerin sonunda YSK seçimi iptal etti.

Tekrar seçim 29 Haziran'da yapıldı. İmamoğlu, uğradığı haksızlık karşısında geniş kesimlerin tepkisini arkasına alarak 700 bin oydan fazla farkla tekrar kazandı.

Şimdi CHP'ye karşı ilan edilen savaşın temel sebeplerinden biri, 2019'da tekrar ettirilen seçimlerin sonunda AKP'nin tarihi yenilgisinin rövanşını alma arzudur.

Ahmak davası

Dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile Ekrem İmamoğlu arasında yaşanan polemik ise İmamoğlu ve CHP'nin başında sallanan bir kılıç haline geldi.

Soylu, Avrupa Parlamentosu'nda yaptığı konuşmada AKP iktidarının antidemokratik baskısını eleştiren İmamoğlu'na "ahmak" dedi. Ekrem İmamoğlu “31 Mart’ta seçimi iptal edenler ahmaktır” yanıtını verdi.

Bunun üzerine Ekrem İmamoğlu'na Yüksek Seçim Kurulu'ndaki hakimleri hedef alıp hakaret ettiği gerekçesi ile dava açıldı. Ve İmamoğlu'na 2 yıl 7 ay ceza verilerek siyasi yasak kararı çıktı. Dava istinaf mahkemesine taşınmış durumda. İstinaf, yerel mahkemenin kararını tanıdığı takdirde son kararı Yargıtay verecek.

Müteahhit kökenden gelen, kendini demokrat olarak tanımlayan fakat sağa yeşil ışık yakan bir merkez siyasetçi olarak karşımıza çıkan İmamoğlu, seçildiği günden beri CHP başkan adaylığına oynuyor. Fakat siyasi yasak geldiğinde seçim denklemi dışında kalabilir.

Esenyurt'a atanan kayyım

Geçen Ekim ayında Türkiye'nin en kalabalık ilçesi Esenyurt'u yöneten CHP'li Ahmet Özer, PKK üyeliğinden tutuklandı. İçişleri Bakanlığı, Özer'in yerine İstanbul vali yardımcısını kayyım atadı.

Bu baskıcı karar, iktidarın bir eşiği atlamasıydı. Daha önce de birkaç CHP'li belediye başkanı yolsuzluklarından dolayı tutuklanmıştı. Fakat bu kez İstanbul'da önemli bir belediyeye devlet el koydu.

AKP'nin kalelerinden olan Esenyurt'taki yerel seçimde CHP ile DEM Parti arasında kurulan "kent uzlaşısı" sonucu oyların yüzde 49,04'ünü alan Ahmet Özer belediye başkanı olmuştu.

Bu olayda iktidarın CHP’ye açtığı savaşın diğer amacı görülüyor: CHP ve DEM Parti arasında kurulan seçim ittifakının kriminalize edilerek bozulması. Keza yine iki partinin kent uzlaşısı ile seçilen DEM partili Mersin Akdeniz Belediyesi'ne de kayyım atandı. 

Bir yandan İmralı ile bir süreç başlatan ve yakın zamana kadar dışlanan DEM Parti'nin bu süreçte başlıca taraf olarak kabul edilmesi sürerken, aynı anda AKP-MHP ittifakı CHP'nin milliyetçi tabanına da hitap ederek ittifakı bozmak istiyor.

İmamoğlu'nun Erdoğan'dan önceki rakibi Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş. Yavaş, CHP'nin belediye başkanı olsa da eski bir MHP'li ve halen de ülkücü. Kürt meselesinde yeni diyalog sürecine karşı çıktığı gibi DEM Parti ile açık ittifaka karşı olduğu da biliniyor.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel ise sürece başta tam destek vermişti. Fakat CHP'li bazı çevreler bu sözleri yayınladı ve milliyetçi-ulusalcı seçmen kitlesi Özgür Özel'i adeta topa tuttu.

İktidar CHP'nin zayıf noktasını görüyor ve buradan yükleniyor.

Yeni davalar

Esenyurt'a kayyım atanmasının sıcaklığı sürerken bu kez Beşiktaş Belediyesi'ne operasyon yapıldı. Belediye başkanı Rıza Akpolat, 'suç örgütüne üye olmak', 'ihaleye fesat karıştırmak' ve 'haksız mal edinmekle' suçlanarak tutuklandı.

Bu davanın odağında AKP'ye yakın birine ait dev kamu ihaleleri alan şirket yer alıyor. Bu şirket, birçok belediyeden olduğu gibi Beşiktaş'tan da ihale almış. 

Aynı günlerde Özgür Özel'in yaptığı bir konuşmanın videosunu paylaşan CHP Gençlik Kolları Başkanı Cem Aydın evinden "kamu görevlisine hakaret" suçlamasıyla polis eşliğinde adliyeye görüldü.

Özel, söz konusu konuşmasında İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek'e "ayaklı giyotin” diyerek eleştiriyordu.

Kritik davalarda hakimlik yapan Gürlek, CHP eski il başkanı Canan Kaftancıoğlu'na siyasi yasak koyması, HDP lideri Selahattin Demirtaş'ın tutuklanması kararlarıyla tanınıyor. Aynı zamanda tutuklanan CHP milletvekili Enis Berberoğlu'na "hak ihlali" deyip yeniden yargılama hükmü veren Anayasa Mahkemesi kararını da tanımamıştı.

Tam da bu noktada Ekrem İmamoğlu'na iki yeni soruşturma daha açıldı.

Konuşmasında Akın Gürlek'i ve CHP davalarında bilirkişi olan birini eleştiren İmamoğlu, kürsüden inmeden soruşturulmaya başlandı. Ve hakkında hapisle siyasi yasak getiren bir ceza davası daha açıldı.

Söz konusu bilirkişi Esenyurt, Beşiktaş ve İmamoğlu’nun davalarında yer almış ve CHP aleyhine hazırladığı raporlar esas alınmış biri. İmamoğlu, bu kişinin ismini zikredip eleştirmesiyle sıradışı soruşturmalar devreye girdi.

Burada CHP'ye karşı taarruzun bir başka nedeni karşımıza çıkıyor. Bugüne kadar dokunulmaz olan CHP mevzilerine yargı ve kolluk marifetiyle dokunulmasıyla, muhalif seçmen kesimler korkutulmak, mücadeleden uzak tutulmak isteniyor. 

AKP güç kaybederken

31 Mart 2024 seçimlerinin ortaya koyduğu en önemli eğilim, başkanlık seçimlerini Erdoğan kazansa da AKP'nin eriyor oluşuydu.

Geçen 10 ay boyunca özellikle ücretli ve yoksul seçmenlerin AKP'den kopuşu devam ediyor.

Fakat AKP'den kopan kitleler CHP'ye topluca kaymıyor.

Muhalefet erken seçim istese de Erdoğan yaptığı son konuşmalarda seçim tarihi olarak normaldeki takvimi, yani 2028'i işaret etti. Ve partisinin seçim başarısızlığına dikkat çekerek yüzden 50'ya ulaşma hedefini duyurdu.

Tekrarlatılan İstanbul seçimlerinde Ekrem İmamoğlu'na uğradığı haksızlıktan dolayı oy çağrısı yapmıştık. Fakat CHP'ye birçok noktada kökten karşıyız. Bunların başında Suriyeli göçmenlere karşı ırkçı tutumu ve yönettiği belediyelerdeki taşeron düzeni geliyor.

Buna rağmen CHP'li seçilmiş siyasetçiler ve belediye başkanlarına yapılan baskıya karşı çıkmak gerekir.

Haksız hukuksuz yargılamalara, atanmışların seçilmişlere yaptığı müdahalelere ve kayyımlara karşı çıkmak bir zorunluluk. Antidemokratik, baskıcı politikalar halkı kutuplaştırdığı gibi işçileri bölüyor. Herkes için adaletten, demokratikleşmeden yanayız.

Volkan Akyıldırım




Zilan Akbulut Tüm Yazıları

Yasal, güvenilir ve erişilebilir kürtaj haktır!

Kadın bedeni ya da kadınları ilgilendiren pek çok konuda olduğu gibi kürtaj da oldukça tartışmalı ve kadınlara atfedilen soyun devamı için çocuk doğurma rolünü üstlenmiş işlevler üzerinden varlığını sürdüren bir konu. Gebeliğin devam edip etmemesi, kürtajın ücretsiz olup olmaması ya da hangi yöntemlerle veya ne zaman sonlandırılacağına yönelik dönen tartışmalar bu odağın ekseninde şekillendiği gibi yıllardır kadın mücadelesinin önemli bir ayağını oluşturmuş ve bu konuda oldukça önemli kazanımlar elde edilmiştir. 

Kadınlara yüklenen bu üreme rolü “kutsal annelik” kisvesi adı altında kadınlar haricinde herkesin konuşabileceği “iyi niyetli tavsiyelerin” havada uçuştuğu bir nitelik kazanmış ve kadını yalnızca bu role indirgemiştir. Kapitalizm ve ailenin kurumsallaşmasıyla birlikte kadının işgücünü yeniden üretme göreviyle baş başa kalması kadın bedenin nüfus politikalarının aracı haline gelmesine neden olmuştur. Hal böyleyken kürtaj gibi kadın bedenini doğrudan ilgilendiren bir mesele hala dünyada birbirinden farklı kısıtlamalarla sunulan ya da yasaklanan bir işlem olmuştur. Kimi zaman doğrudan bir yasak konulmasa bile maddi ve manevi türlü engellerle birlikte üstü kapalı bir yasak halinde sunulmaya devam etmektedir. 

Türkiye’de ise kürtaj, 10. gebelik haftasının sonuna kadar yasal olmasına rağmen uygulamada böyle bir yasanın pek bir karşılığı yok. Kadınlar hastanelerde kadının evli veya bekar oluşuna ilişkin prosedürlerin farklılaşmasından tutun da böyle bir uygulamanın yasak olduğunu söylemeye kadar pek çok sistematik engellere maruz kalır. Ancak kürtajı kısıtlayan ve kısıtlamayan ülkelerdeki kürtaj oranları birbirine çok yakın olmasından da anlaşılacağı gibi kürtaj yasaklamakla ya da maddi ve manevi bir dizi engelle son bulmuyor. Kadınlar kürtaja ulaşamadığı hallerde gebeliği sonlandırmak için ağırlık kaldırmak, yüksek bir yerden atlamak, düşüğe neden olacağına inandıkları ilaçları içmek, vajinalarına sivri cisimler sokmak gibi tehlikeli, sağlıksız veya geleneksel yöntemlerle bedenlerine zarar verebiliyor. Dolayısıyla kürtajın yasal ve ulaşılabilir olmamasının pratikteki karşılığı kadınların bedensel ve ruhsal sağlığından vazgeçmesine neden oluyor.

Bedenlerimizin, cinselliğimizin ve hayatlarımızın nüfus politikalarına alet edilmesine; kocalar, babalar, sevgililer tarafından denetlenmesine izin vermeyeceğiz. Biliyoruz ki kürtaj değil, kürtajın yasaklanması ya da kürtaj olmak isteyen kadınlara zorluk çıkarılması cinayettir. Bedenlerimiz bizim, kararlar da yine bizim olacaktır!

Zilan Akbulut