Güncel Yazılar


Tuna Emren Tüm Yazıları

Cannes’da kadın mücadelesi ve sola dönüş

Merve Dizdar’ın, Kuru Otlar Üstüne (Yön: Nuri Bilge Ceylan) filmindeki rolüyle “En İyi Kadın Oyuncu” ödülüne layık görüldüğü Cannes Film Festivali’nde bu yılın Altın Palmiye ödülü ise Justine Triet’in yönettiği Anatomy of a Fall’a gitti.

Triet, ödülü alırken yaptığı konuşmada Macron’un neoliberal politikalarını eleştirdi, kültürü ticarileştirdiklerini söyledi. Yönetmen, Fransa’daki direnişe dikkat çekerek, ülkesinde emeklilik reformuna karşı tarihi protestolar yaşandığını ancak eylemlerin “şoke edici bir biçimde” bastırıldığını da dile getirdi. Bu sözleri üzerine, tıpkı Türkiye’de Merve Dizdar’a yapılmış olduğu gibi, Macron yönetimi ve Kültür Bakanı Rima Abdul Malak tarafından hedef alındı, ülkesini suçlamakla eleştirildi. 

Jüri ödülünü Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismäki'nin Ukrayna'daki savaş haberlerinin radyodan dinlendiği sevgisiz bir iş dünyasında filizlenen aşkı anlattığı Fallen Leaves alırken Cannes'ın ikinci önemli ödülü olan Büyük Ödül ise Jonathan Glazer'ın Auschwitz'in bitişiğinde yaşayan Alman bir aileyi konu aldığı tüyler ürpertici Martin Amis uyarlaması The Zone of Interest’e gitti.

Festivalin politik tonu

1968’de, toplumsal meselelerin filmlerde yeterince tartışılmadığına ve Cannes’ın bir balonun içinde yaşamaya alışmış olduğuna dikkat çeken Jean-Luc Godard, "Ben size işçilerle ve öğrencilerle dayanışmadan bahsediyorum, siz bana çekimlerimden, yakın planlardan bahsediyorsunuz” diyordu; “Ahmaksınız!"

Bu yıl Cannes'ın gündeminde kadınlara yönelik şiddeti, gezegendeki ekolojik krizleri, Ukrayna savaşını ve kapitalizmin varlıklı azınlığını hedef alan pek çok tartışma vardı. Örneğin, festivalin açılış gösteriminde Maiwenn Le Besco'nun yönettiği, Johnny Depp'in başroldüne yer aldığı Jeanne du Barry filmiyle yapıldı ve filmin kendisinden çok, eski eşi Amber Heard'e aile içi şiddette bulunmuş olmakla suçlanan, üstüne bir de Heard’e karşı dava açan Depp tartışıldı. Ünlü oyuncu Jane Fonda ise Trier’e Altın Palmiye’yi vermek üzere sahneye çıktığında "İlk kez 1963'te gelmiştim," dedi; "Festival o zamanlar daha küçüktü. O zamanlar yarışan hiç kadın yönetmen yoktu ve bunda bir yanlışlık olduğu aklımıza bile gelmemişti. Uzun bir yol kat ettik ama daha gidecek çok yolumuz var."

Bu yılın yarışma dışı filminin (Killers Of The Flower Moon) yönetmeni Martin Scorsese ise Taxi Driver ile kazandığı Altın Palmiye'den 47 yıl sonra Cannes'a geri döndü ve Rusya'nın saldırısına uğrayan Ukrayna'ya desteğini dile getirdiği konuşmasında ifade özgürlüğünü de savundu. Aktörler Leonardo DiCaprio, Robert De Niro ve Lily Gladstone'un yanı sıra Scorsese'ye filmde konu alınan Osage halkının şefi Geoffrey Standing Bear da katıldı. Standing Bear, "Halkım büyük acılar çekti ve bugün bile bunun etkilerini yaşıyoruz" dedi; "Martin Scorsese ve ekibi güveni yeniden tesis etti ve biz bu güvene ihanet edilmeyeceğini biliyoruz." 

Merve Dizdar’a yöneltilen sözlü şiddet

Nuri Bilge Ceylan'ın Doğu Anadolu'da geçen filmi, genç bir kadın öğrencisi tarafından tacizle suçlanan Samet (Deniz Celiloğlu) ve kendisi gibi bir öğretmen olan arkadaşı Nuray’ın (Merve Dizdar) ilişkilerini konu alıyor. 

Dizdar, ödül töreninde yaptığı konuşmanın hedef gösterilmesinin ardından bir açıklama yaparak şunları söyledi; "Doğduğum ülke, buradaki kadınlar, hepimizin bir mücadelesi var, bu burada ve dünyanın her yerinde mevcut. Kadın olmanın ne kadar zor olduğunu biliyoruz ve ben de bunun hakkında bir konuşma yaptım."

Ödülünü alırken yaptığı konuşmasında ise şöyle diyordu Dizdar; "Filmde canlandırdığım Nuray karakteri inandığı şeyler ve varoluşu için mücadele veren ve bu uğurda bedeller ödemek zorunda bırakılmış bir kadın. Onu tanımak ve anlamak için uzun uzun çalışmak isterdim ama ne yazık ki yaşadığım coğrafyada bir kadın olmak Nuray’ın ve Nurayların duygusunu doğduğum günden beri ezbere bilmeyi gerektiriyor. Ödülü Nuray ve onun gibi kadınların mücadelesine güç verebilmek için, kendine layık görülenlere boyun eğmeyip eyleme geçen, bu uğurda her şeyi göze alan ve ne olursa olsun umut etmekten vazgeçmeyen tüm kız kardeşlerime ve Türkiye’de hak ettiği güzel günleri yaşamayı bekleyen tüm mücadeleci ruhlara armağan ediyorum."

Oyuncu, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkan Yardımcısı İbrahim Uslu’nun da aralarında yer aldığı bir grup tarafından hedef alındı; kadının güçlenmesinden korkan ve onu sadece anneliği üzerinden tanımlayan; şiddete, tacize ve her fırsatta istismara başvuran, “kadınları sahiplendirmek” isteyenleri meclise sokan kadın ve LGBTİ+ düşmanı AKP-MHP ve beraberindekiler tarafından sözlü şiddete maruz bırakıldı, ülkeyi “Batı’ya şikayet etmek”le suçlandı. 

Kadın cinayetlerini durduramayan, çocuk istismarını ve kadına şiddeti teşvik edenler tarafından hedef alınan Dizdar'a yönelik linç kampanyasını kınayan İnsanlık Hakları Derneği’nin (İHD) yaptığı açıklamada şu ifadeler yer aldı; "Bu linç kampanyasına katılanlara ve ülkeyi yönetenlere soruyoruz; gerçeklerin üzerini örterken kadın cinayetlerini çocuk istismarını meşrulaştırdığınızın, yen içinde bırakmaya çalıştığınızın kadınların ve çocukların hayatı olduğunun farkında mısınız?"


Volkan Akyıldırım Tüm Yazıları

Sendikal örgütlenme olmadan olmaz

Sandık kapandı. Birçok sendika aktivisti çıkan sonucu tartışıyor. Bazılarının canı sıkkın, bazıları mücadele çağrıları yapıyor.

Muhalif saflarda ise karamsarlıkla birlikte, bunca hayat pahalılığına ve deprem sonrası yaşananlara rağmen değişimin gelmemesi anlaşılmaz bir durum olarak ele alınıyor.

İşçiler, tek tek bireyler olarak seçim sürecini izledi ve oyunu kullandı. Seçimler öncesinde işçi hareketi geriye çekildi ve tüm güç odaklarının işaret ettiği sandığı bekledi. Birçok sendika yönetimi iktidarla uzlaşarak, mücadele seçeneğini bile isteye kullanmadı. İşçi mücadeleleri olmadan yaşanan, sağcılık yarışı ve sermaye yanlığıyla belirlenen seçim sürecinin sonunda çıkan bu sonuç akıldışılıkla açıklanamaz.

Kimsenin şikayet etmeye hakkı yok. Türkiye’de işçilerin çoğunluğu sendikasız olduğu sürece, ortak taleplerimizi öne çıkartacak kitle mücadelerini inşa etmek hep zor olacak.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Ocak 2023 verilerine göre Türkiye’de kayıtlı işçilerden yalnızca  yüzde 14,42’si sendikaya üye. Türkiye’de toplam kayıtlı işçi sayısı 16.163.549 iken sendika üyesi işçi sayısı 2.330.988 olarak kayıtlara geçti.

Sendikalı işçilerin çoğu Türk-İş’te örgütlü. 1 milyon 213 bin 439 ile en fazla üyeye sahip konfederasyon, esas olarak kamuda örgütlü. Özel sektörde ise metal işkolunda sendikal örgütlenmeler var: Türk Metal, Birleşik Metal, Öz Çelik-İş.

Memur statüsü altında çalışanların çoğu - müdürler ve tepe yöneticileri hariç işçidir. 2 buçuk milyondan fazla kamu emekçisinin yüzde 72,63’ü sendika üyesi.

Sendikal örgütlenmeler ve yerleşik toplu iş sözleşmesi süreçleri kamuda yoğunlaşırken, özel sektörde çalışan işçilerin ezici çoğunluğunun sendikası yok.

Sendikal örgütlenme işçi sınıfının bir azınlığının örgütlenmesi olarak dururken, buradaki sendika yöneticileri tutucu davranıyor. Patronların sendika düşmanlığının hüküm sürdüğü özel sektörde örgütlenmeye istekli değiller. 

Peki bu sorun nasıl aşılabilir? Tabanda gelişecek ve tepedeki sendika yöneticilerine basınç oluşturacak sendikalaşma mücadeleleriyle. Kapıyı açması gerekenler, Türkiye’nin son 40 yılında olduğu gibi sendikalarda örgütlü işçilerdir. Onlar mücadeleye atıldıkça, sendikasız işçi kitlelerinin katılmasını da mümkün kılarlar. Sendikaları özel sektörde örgütlenmeye zorlayacak olanlar, işyerlerine sendika getirmek isteyen işçi aktivistler ve onlara destek olacak sendika aktivistleridir.


Alex Callinicos Tüm Yazıları

G7 zirvesi Çin üzerindeki gerilimi ortaya koyuyor

Batılı güçlerin geçtiğimiz hafta, üstüne üstlük bir de Hiroşima’da gerçekleşen G7 zirvesi bir savaş zirvesiydi. Bunu söyleyebilmemizin iki sebebi var. Birincisi bu zirvenin, ABD’nin büyük kapitalist güçleri Çin’e karşı cepheleştirme çabalarının bir sonraki seviyesini temsil etmesi. Üstelik bu yalnızca İngiltere, Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Fransa ve Japonya gibi G7 üyesi devletlerle sınırlı değil; bu sefer Brezilya, Hindistan, Güney Kore ve Vietnam’ı da kapsıyor.

G7 zirvesinden, Politico internet sitesinin “Pekin’e yönelik sert mesajlar” diye yorumladığı bir bildirge çıktı. Çin’in “ekonomik zorlamaları” sert bir biçimde kınandı ve Çin ABD destekli Tayvan adasını sınırlarına katma yönünde herhangi bir çaba göstermesine karşı uyarıldı.

“Ekonomik zorlama” suçlaması gülünç derecede ikiyüzlü bir suçlama. Çin’in örneğin Avusturalya ve Güney Kore üzerinde piyasaya erişimlerini engelleme gibi taktikleri bir tür politik baskı yötemi olarak kullanmış olduğu doğru. Fakat bu taktik fena şekilde geri tepti ve Çin’le yakın ekonomik ilişkilerine rağmen bu iki devleti ABD ve müttefiklerine doğru itti.

Ancak daha önemlisi şu: neoliberal Washington Konsensüsünün borç içindeki Üçüncü Dünya devletlerine yönelik IMF ve Dünya Bankası eliyle yürütülen dayatmaları “ekonomik zorlama” değilse nedir? ABD tarafında artan şekilde kullanılan ve hedefi yalnız Rusya’yla sınırlı olmayan ambargo silahı “ekonomik zorlama” değil midir? Askeri gücünün azlığının bir sonucu olarak AB de “ekonomik zorlama” konusunda uzmanlaşmış durumda; geçtiğimiz on yıl içinde Yunanistan, İngiltere ve İsviçre üzerinde bu silahı kullanıyor. 

Yine de zirve muhtemelen ABD başkanı Joe Biden ve ev sahibi Japonya başbakanı Yukio Kishida için bir başarı olarak görülecek. Nomura bankası yönetiminden Christopher Wilcox, Çin ile girişilen çatışma hakkında, “Dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi olan, çok derin yatırım piyasalarına ve dünyanın en büyük şirketlerinin bazılarına ev sahipliği yapan Japonya için çok iyi bir şey. Uluslararası yatırımcıların, eğer Asya pazarına görünür olmak istiyorlarsa önümüzdeki on yıl için yatırım yapmayı seçecekleri yer bariz biçimde Japonya olacak.” diye konuştu.

Bu zirveyi bir savaş zirvesi olarak görmemizin ikinci sebebi ise elbette Ukrayna’ydı. Belki her şeyden çok, bu zirve, Ukrayna başkanı Zelenski için bir sahne alma fırsatıydı. Zirveye Arap Birliği’nin bir toplantısına seslendiği Suudi Arabistan üzerinden geldi. 

Zelenski’nin Hiroşima’daki birincil hedefi Hindistan başbakanı Narendra Modi’yi ve Brezilya başkanı Lula da Silva’yı köşeye sıkıştırmaktı. İki ülke de ABD’nin vekalet savaşını ve Batı’nın Rusya’ya yönelik ambargo uygulamasını desteklemeyi reddetmişti. Fakat yine de Zelenski’nin bu ülkeleri savaş destekçisi kampın içinde göstermeye çalışarak utandırma taktiği bir fiyaskoyla sonuçlanmış gibi duruyor. Lula’yla buluşmayı dahi başaramadı.  

Hindistan’ın ise Şubat 2022’deki işgalden sonra Rus petrolü ithal etmeye başlama kararı alması Vladimir Putin rejiminin suyun üzerinde kalmasında kritik bir rol oynadı. Uluslararası Enerji Ajansı’nın verilerine göre geçtiğimiz ay itibariyle Rus petrol ihracatı işgalden bu yana geldiği en yüksek seviyeye ulaşmış durumda.  Bunun yüzde sekseni ise Çin ve Hindistan’a gidiyor. Rus petrolü küresel fiyat kotalarının altında satılıyor.

Modi’nin, küresel bir enerji krizinin ortasında, Zelenski’den bir vaaz işitti diye ucuz Rus petrolünden vaz geçeceğini düşünen her kimse kendini kandırıyordur. Suudi Arabistan da ABD baskısını görmezden gelerek Rusya’ya yönelik ambargoya katılmak yerine OPEC+ petrol kartelinde Moskova’yla yakın ilişki içinde olmayı seçti. 

Burada çok daha genel bir nokta var. Financial Times’ın itiraf ettiği gibi, "Gün Küresel Güney’in günüdür…Pek çok batılı olmayan güç Batı’nın Ukrayna’ya tam gaz desteğini ikiyüzlü güçlerin bir kere daha kendi çıkarlarını sağlık ve iklim değişikliği gibi küresel meselelerin üstüne çıkarması olarak görüyorlar. Ayrıca burada iki büyük fırsat görüyorlar, ABD ve Çin’i birbiriyle kapıştırmak ve 1945 sonrası dünya düzeninin oldukça gecikmiş bir yeniden yazımının gerçekleşmesi."  

Güney devletlerinin daha güçlü olanları savaşın kendilerine getirdiği avantajlardan vazgeçmeyecekler. G7’nin buluşuğu sıralarda Çin Başkanı Xi Jinping de beş Orta Asya’lı eski Sovyet devletiyle, Çin’in Tang hanedanlığının (MS 618-907) başkenti Xi’an’da manidar bir karşı zirve düzenliyordu. Yani Çin Putin’i ekonomik olarak desteklemeye hazırlıklı olabilir, fakat şu anda Rusya savaş halindeyken, yakın komşularına borazan çalmakla meşgul. G7 dünya ekonomisinin gittikçe küçülmekte olan bir kısmını temsil ediyor. Geri kalanlarsa azar azar dişlerini göstermeye hazırlanıyor.


Volkan Akyıldırım Tüm Yazıları

Ekonomi büyüyor: Ucuz emek sömürüsü, gelir eşitsizliği

Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığı üçüncü dönemi, 'büyük ekonomik kriz geliyor' iddialarıyla başladı. Büyüğünden küçüğüne patron örgütleri ise sonuçtan gayet memnun.

Seçimlerin ertesi günü iki şey oldu:

► Borsa İstanbul'daki hisselerin neredeyse tamamımı yükselişe geçti. En fazla değer kazanan hisseler, sırasıyla bankacılık, sanayi ve gayrimenkul şirketlerine aitti.

► 1 dolar 20 TL'nin üzerine çıktı. TL'nin değer kaybı dalga dalga arttı. Uluslararası büyük bankalar ve finans piyasası uzmanları yıl sonuna kadar TL'nin üçte birlik değer kaybına uğrayabileceğini söylüyor. Seçimlerden bir hafta önce Merkez Bankası'nın döviz stokları eksiye geçmişti. Bazı bankaların 1 milyon dolar getirene peşin yüzde 30 faiz verdiği duyuldu.

Finans sermayesi, iktidara "faizleri yükselt" baskısı yaparken, ihracattta faaliyet gösteren şirketler (Bunların çoğu aynı zamanda ithalatçı) düşük faiz, değersiz TL politikasından memnun gözüküyor. Bazıları hızını alamayarak Erdoğan'a "TL'yi dolar karşında düşür" çağrısı yaptı. 

"TL düşecek, Türkiye kapitalistlerinin ürünleri uluslararası piyasalarda ucuzlayacak, böylece satışlar dolayısıyla üretim artacak, dış satım sonucu elde edilen döviz, Türkiye'nin dış borç ödemelerinde kullanılacak" - 2018'de patlak veren mali krizde Berat Albayrak'ın devreye soktuğu bu ekonomik politika ise çoktan iflas etti. 

İhracat, her zaman gibi ithalatın gerisinde kaldı. Cari açık büyümeye devam etti. Bir ekonomiste göre "dış finansman ihtiyacı Haziran 2023-Ekim 2023 döneminde ortalama aylık 3,3 milyar dolardan Kasım 2023-Şubat 2024 arasında 12,3 milyar dolara çıkacak."

TL'nin değersizleştirilmesi ve bir noktada sabit tutulması, kurun baskılanması için "arka kapıdan" piyasa döviz rezervlerinin satılmasıyla döndürülen tekerlek duracak mı?

Kriz, ekonomideki tanımıyla, üst üste iki dönem (üçer aylık periyodlarla) ekonomik büyümenin durmasıdır. Türkiye ekonomisi ise büyümeye devam ediyor. Şirket bilançolarına bakıldığında, kapitalistler mali kriz ve "sıcak para" sorunu ile geçen beş yılda kârlarını katlamış durumda. Buna karşılık, dış kredilere ve yatırımlara olan ihtiyaç akut bir şekilde yaşanıyor.

Alarm veren ekonomik göstergeler, günü birlik ekonomi politikaları ve keyifli kapitalistlerin penceresinin dışından  bakıldığında ise asıl kriz bölüşümde yaşanıyor.

► AKP'nin "ekonomik marifeti" ucuz işçiliğe, yaygın emek sömürüsüne, sendikal örgütlenmelerin bastırılmasına ve grevlerin yasaklanmasına dayanıyor. Toplam verginin üçte ikisini ödeyen emekçi sınıfların alınteriyle, bankalar ve şirketler destekleniyor. Kur Korumalı Mevduat adı verilen uygulamayla zenginlere servet transferi yapılıyor. Sosyal yardımlarla ayakta kalmaya çalışan 4 milyon insan, açlık sınırında bir hayata mahkum ediliyor.

►  2020 yılında nüfusun en düşük gelirli yüzde 20’si gelirden yüzde 6,1 pay alırken bu oran 2021’de yüzde 6’ya geriledi. Gelirden en yüksek payı alan nüfusun yüzde 20’si 2020’de gelirin yüzde 46,7’sine sahip olurken, 2022’de yüzde 48’ini aldı.

► Hanelerin en zengin yüzde 5’lik kesiminin gelirden aldığı pay ise yüzde 23,3'e çıktı. 

► Yüzde 1’lik azınlık toplam servetin yüzde 41’ine sahip durumda. İşçiler ve yoksullar ise yüksek enflasyon altında yaşamaya zorlanıyor.

İster faizleri artırsın (ki bunu arka planda zaten yapıyor) ister düşürsün kapitalistlerin partisi AKP ve lideri Erdoğan'ın ekonomik politikası, gelir adaletsizliğine, bölüşümdeki eşitsizliğe dayanıyor. Ve her zamanki gibi işi zor. Uygulanan politikaların en önemli sonucu yüksek enflasyon. Buna dair bir çözümleri yok

Mutfaktaki krize emekten yana bir çözümü, güçlü bir sendikal mücadeleyi nasıl var edeceğimizi konuşmanın tam sırası.


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Irkçıları yeneceğiz!

Seçimlerin ardından ırkçı Fatih Altaylı gibi isimlerin tetiklemesiyle göçmenleri suçlayan ağır bir salıdırı başladı. Kendi milliyetçiliklerinin seçim yenilgisindeki payını görmezden gelen ırkçılar, suçu Suriyeli göçmenlere, göçmenlerin oy vermesine ve oy veren her göçmenin Erdoğan’a verdiği yalanına attılar.

Veriler bu iddianın gerçek dışı olduğunu gösteriyor.   

Suriyeli reşit ve oy kullanma hakkına sahip olanların sayısı 130 bin 914 kişi. Sığınmacı mücadelesinin önde gelen aktivistlerinden Taha Elgazi iddiaları şöyle yorumluyor: “Suriyeli sığınmacıların tümü sandığa gitmedi. Çünkü bunların yarısı sandığa gitmekten korkuyorlardı, çekiniyorlardı. Ümit Özdağ kişiler yüzünden vatandaş olan Suriyeliler sandığa gitmekten korktu. Bize korkularını aktardılar.

Giyimlerinden, konuşmalarından Suriyeli oldukları belli olur ve bir saldırı, kötü muamele olur diye sandığa gitmekten korktuklarını anlattılar.

İkincisi, 130 bin kişiden sandığa gidenlerin hepsi AK Parti’ye oy vermek zorunda değillerdi. İçlerinde farklı siyasi bakışı, görüşü olanlar da var. Suriyeli sığınmacıları, mülteci statüsüne olsun, geçici kurma statüsü olsun ya da vatandaşta olsun, AK Parti’ye bağlama konusu bence mantıklı değil.”

Oy vermeye giden tüm Suriyeliler ve göçmenler Erdoğan’a oy verse bile iki aday arasındaki farkın kapanması imkansızken seçim mağlubiyetinin faturasını göçmenlere çıkartanlar toplumun tüm hücrelerine göçmen nefreti yaymaya çalışan sağcılar ve ırkçılardır.

Kaldı ki göçmenlere hızla vatandaşlık hakkı tanınmalıdır. Vatandaşlık hakkı elbette oy verme hakkını, seçme seçilme hakkını da içermelidir. 

Bizim AKP karşıtı öfkemizle ırkçıların AKP karşıtı öfkesi bir ve aynı şey değil.

Tüm kamuoyunu, tüm demokratik, ezilenden yana olan çevreleri hızla göçmenlerle dayanışmaya, ırkçılığa sokakta dur demeye davet ediyoruz. Tek bir göçmenin bile zarar görmesine, şiddete maruz kalmasına izin vermeyeceğiz. Kitlelerin göçmenlerle bir ve aynı sınıfın parçası olduğunu gösteren bir mücadeleyi birlikte inşa edelim. Bir kez daha ilan edelim ki kimi dışlıyorsanız hepimiz oyuz.

Şenol Karakaş

(Sosyalist İşçi)


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Kürt halkından özeleştiri istemek

Bazı ulusalcı yazarlar, Kılıçdaroğlu’nun 2. Turda seçimi kaybetmesini, HDP/YSP ile kurulan ittifakın milliyetçi oyları kaçırmasına bağlıyor. 

YSP üyeleri elbette kendilerini eleştirip parti olarak eksik yaptıkları işleri listeleyebilir ve bu sorunları çözmek için tartışmaya girebilirler. Fakat, önemli ölçüde yaşanan oy kaybından dolayı YSP’ye yönelik eleştiriler bir gerçeği atlıyor: YSP, her şeyden önce ve herkesten çok ezilen bir halkın partisi. Yıllardır önce devlet bu halkın tepesine bindi. Seçimden hemen önce başlayan Kürt gazeteciler, siyasiler, avukatlara yönelik tutuklama dalgası, binlerce Kürt siyasetçinin tutuklanmış olması, YSP’nin stantlarına sırasıyla devletin, faşistlerin, ırkçıların saldırması, Kürt gençler üzerinde devlet şiddeti yokmuş gibi davranıp, YSP’den özeleştiri bekleyenler önce kendileri özeleştiri vermek zorundalar.

Önce TİP’liler, baraj sorunu yoktur diyerek HDP’yle kurulan ittifakın ruhuna aykırı davranıp, üstelik de baraj sorununu Kürt halkının oylarının ortadan kaldırdığını gizleyerek çok önemli bir sorumsuzluk örneği sergilemiştir. TİP, HDP/YSP ile aynı ittifak içinde olmasa, bu seçimde aldığı oyları alması imkansız bir partidir.

Özeleştiri vermelidir. İttifak kurarak sayesinde meclise girdiği bir partiyle seçim yarışması rekabetine girmenin neresinde sosyalist bir sorumluluk var.

Özeleştiri vermesi gereken diğer kesimler, Kürt halkıya eş güçlerde olmamasına rağmen bir milletvekilliği tartışması sürecine giren sol güçlerdir. Kürtlerin her seçimde batıdan, bir kaç bin oy alamayacak sol güçlerin üyelerini meclise taşıması, bu partinin halk nezdindeki iddialarına aykırı bir tutumdur. Bunun yerine tüm mücadele alanlarında, tüm dışlananlar arasında öne çıkan aktivistlerin kazanılması hareketi bambaşka bir düzeye sıçratabilecektir.

Bir başka sorun ise varlığını Kürt özgürlük hareketinin eleştirisine adayanların sosyalistlerin saflarında hala yer buluyor olmasıdır. HDP ile YSP ile mesafelenmeyi vaz etmekten başka hiçbir söz söylemeyenlerin etkisine maruz kalan tüm sol çevreler bir özeleştiri vermelidir elbette.

Özeleştiri verilmesini elbette beklemiyoruz. Ama bizim eleştirmek zorunda olduğumuz asli güç ise devlettir. Devlet seçim sürecinde Kürtlere özel bir baskı uygulamıştır. Tıpkı merkez medyanın Kürt siyasileri dışlamış olması gibi.

Bu gerçekleri görmeden YSP’yi özeleştiriye davet eden bir Türk solcusu, aktivisti, gazetecisi ancak ve ancak içindeki milliyetçiyi dizginleyemediğini göstermiş olur. Bu seçim bir kez daha gösterdi ki Türkiye’de değişimin motoru, batıda tüm ezilenlerin taleplerini savunan bir işçi sınıfı hareketiyle Kürt halkının mücadele alanlarında kuracağı ittifaktır. Bu ittifak, Kürtlere mesafelenmeyle değil, mücadelenin her bir evresinde ezilen halkla dayanışma içinde inşa edilmelidir.


F. Levent Şensever Tüm Yazıları

Tükettiğiniz et ürünlerinin iklim krizine etkisinin farkında mısınız?

► FAO’nun endüstriyel hayvancılık sektörünün karbon ‘ayak izine’ ilişkin en son tahmini 6,19 milyar ton karbondioksite eşdeğer.

► Endüstriyel hayvan yetiştiricilik sektörü, gezegenin yaşanabilir toplam kara alanının yaklaşık yüzde 40’ını ve dünyadaki tüm tarım arazilerinin yüzde 75’ini kullanıyor.

► Bilim insanları endüstriyel hayvan yetiştiriciliğinin yol açtığı sera gazlarının, Paris İklim Anlaşması’nın küresel ısınmaya ilişkin belirlediği üst sınır olan 1,5°C’nin üzerine çıkmasına yol açabileceği konusunda uyarıda bulunuyor.

2006 yılında BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) kamuoyunun dikkatini endüstriyel hayvancılık sektörünün iklim değişikliğindeki rolüne çeken, “Hayvancılığın Uzun Gölgesi” adlı bir rapor yayımladı. Rapor, gezegenin insan faaliyetleri sonucu ısınmasına yol açan sera gazlarının atmosfere salımının sadece arabalar, uçaklar ve kömür santralleri gibi sanayi sektörleri tarafından gerçekleştirilmediği, bunda tükettiğimiz gıdaların da önemli ölçüde katkısı olduğunu ortaya koydu. FAO o dönemde et, süt ürünleri ve yumurta üretimi ve tüketiminin küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 18’ini oluşturduğunu tahmin etmekteydi.

FAO’nun tahminleri o zamandan bu yana birkaç kez güncellendi. Örgüt, geçtiğimiz ekim ayında 2015 yılı verileri baz alınarak hazırlanan endüstriyel hayvancılık sektörünün karbon ‘ayak izine’ ilişkin en son tahminini yayımladı. Bu son raporda, hayvancılığın toplam yıllık sera gazı emisyonlarındaki payı yaklaşık yüzde 11 düzeyinde olduğu belirtilmekteydi. Yani FAO, aradan geçen dokuz yılın ardından tahminlerini yüzde 7 gibi muazzam bir oranda revize etmişti. Bu son verilere göre, endüstriyel hayvansal tarımın küresel ısınmaya yol açan sera gazlarına katkısı 6,19 milyar ton karbondioksite eşdeğer düzeydeydi.

Sağlıklı veriler elde edilmesi konusu karmaşık bir mesele

FAO’nun bu verilerindeki muazzam düşüş oldukça şaşırtıcı, zira bizzat FAO verilerine göre, 2006 yılında tüketim için kesim yapılan dünya toplam kara hayvanı sayısı (deniz ürünleri dışındakiler) yaklaşık 55 milyar düzeyindeyken, 2021 yılında bu sayı 83 milyara çıkmıştı.

Öte yandan, bilim insanlarının yayımladığı birçok hakemli bilimsel araştırmanın sonucu, endüstriyel düzeyde yetiştiricilik yapılan çiftlik hayvanlarının dünya toplam tüketiminin küresel ısınmaya olan katkısının yüzde 14,5 ile 19,6 düzeyinde olduğunu ortaya koyuyor. FAO’nun hakemli olmayan son tahmini, bilimsel olarak yayımlanan araştırmalar arasında en düşük seviyede olanı.

Dolayısıyla akla ilk gelen soru, FAO’nun tahmininin neden bu kadar düşük olduğu. Bilim insanları arasında bu sorunun cevabı konusunda ortak bir görüş yok.

Özellikle hakemli araştırmaları yürüten bilim insanlarının çoğu endüstriyel hayvan yetiştiriciliğinin, Paris İklim Anlaşması’nın küresel ısınmaya ilişkin belirlediği üst sınır olan 1,5°C’nin üzerine çıkmasına yol açabileceği konusunda uyarıda bulunmaya devam ediyor.

Oxford Üniversitesi’nde gıda sürdürülebilirliği analitiği uzmanı ve hayvan besiciliği emisyonları üzerine 2018’de yapılan etkili bir çalışmanın eş yazarlarından olan Joseph Poore, “FAO’nun yeni verilerinin neden daha düşük olduğunu kendi belgelerine dayanarak söylemek zor” diyor.

FAO’nun raporundaki şeffaflık sorunu bir yana, Poore ve diğer bilim insanları, Küresel Isınma Potansiyeli (GWP 100) ölçütündeki değişikliklerin de dahil olmak üzere yeni tahminin düşürülmüş olmasında çeşitli faktörlerin rol oynayabileceğine işaret ediyor. GWP, iklim biliminde farklı sera gazlarının küresel ısınmaya yol açan etkilerini “karbondioksit eşdeğerlerine” dönüştürmekte kullanılan önemli bir ölçüt. Bu şekilde farklı ölçü birimleri birbiriyle kolayca karşılaştırılabiliyor.

Bir önceki Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nde, daha önce kabul edilen metan gazının 34 kat daha etkili olarak hesaplanmış karbondioksit eşdeğeri 27 kat olarak revize edilirken, endüstriyel hayvancılıkla yakından ilişkili bir başka sera gazı olan azot oksit, bir önceki 298 kat yerine, 273 kat daha etkili olarak revize edildi.

Endüstriyel düzeyde hayvancılık muazzam tahribatlara yol açıyor

FAO’nun tahminiyle ilgili olarak bazı bilim insanları tarafından dile getirilen daha ciddi bir endişe ise asıl olarak raporda belirtilen verilerin neleri içermediğine ilişkin. Örneğin, bir yandan büyükbaş hayvanların saldığı metan gazı gibi hayvancılık endüstrisinin doğrudan sorumlu olduğu emisyonlarla sınırlı veriler hesaba katılıyor. Ama buna karşılık, hale hazırda büyükbaş çiftlik hayvanları için ayrılan araziler veya bu amaçla yok edilen ormanlık alanların bir kısmının geri dönüşümünün sağlanması sayesinde, atmosferdeki sera gazlarını tutan ve depolayan potansiyellerin artışından elde edilebilecek önemli iklim kazanımları hesaba katılmıyor.

Bilim insanları bunu, endüstriyel hayvan yetiştiriciliğinde ‘arazi kullanımının fırsat maliyeti’ olarak adlandırıyor. Söz konusu bu fırsat maliyetinin boyutu olağanüstü büyük, zira endüstriyel hayvan yetiştiricilik sektörü, gezegenin yaşanabilir toplam kara alanının yaklaşık yüzde 40’ını ve dünyadaki tüm tarım arazilerinin yüzde 75’ini kullanıyor. FAO’nun verilerinde bu faktörün göz ardı ediliyor olması, endüstriyel hayvancılığın küresel ısınmaya olan etkisini oldukça sınırlı bir şekilde resmettiği anlamına geliyor.

Sonuçta et ve süt ürünlerinin küresel düzeyde üretiminin sonlandırılması ya da yerel düzeyde üretimle sınırlandırılması, endüstriyel hayvancılık sektörünün ele geçirdiği bu muazzam büyüklükteki arazilerin geri kazanımı ve dolayısıyla küresel ısınmaya yol açan sera gazlarının önemli ölçüde azaltılması anlamına gelecek. Bu aynı zamanda, sanayileşmiş ülkelerdeki nüfusun et tüketimi için yoksul ülkelerdeki tarım ve orman arazilerinin tahribatını önemli ölçüde azaltırken, yerel toplumların tükettiği gıda fiyatlarında önemli düşüşlere yol açacak.

Bunun yol açacağı dönüşüm gerek hayvansal ürünlerin gerekse tarımsal üretimin yerel düzeyde daha sürdürülebilir bir hale gelmesi anlamına gelecek. Bu şekilde, bir yandan yerel doğal kaynakların sömürüsü önemli ölçüde azaltılırken, aşırı et tüketiminin yerine yerel koşullara uygun ve daha sağlıklı olan bitki tabanlı besinlerin yetiştirilmesine ve bu şekilde söz konusu arazilere sahip ülkelerin kendi kendilerine yeterli olmalarına olanak sağlayacak.

F. Levent Şensever

Not: Yazının konusunun küresel ısınma ile sınırlı olması nedeniyle, hayvanları tüketilecek bir meta olarak gören anlayışa ve endüstriyel hayvancılık sektörünün ‘üretim’ metotlarındaki vahşi koşullara değinilmedi. Bunlar bir başka yazının konusu olacak.



F. Levent Şensever Tüm Yazıları

İklim değişikliği yoksul toplumları daha kırılgan yapıyor

Nature Sustainability dergisinde yayımlanan yeni bir araştırmaya göre mevcut iklim politikaları değişmediği takdirde, 2100 yılına kadar insanlığın beşte birinden fazlası tehlikeli sıcaklıklara maruz kalacak. Raporda, ülkelerin Paris İklim Anlaşması’yla küresel ısınmayı sanayi devrimi öncesi dönemin seviyelerine kıyasla 1,5°C’nin altında tutma taahhüdüne rağmen, mevcut politikaların sürmesi durumunda yüzyılın sonuna kadar 2,7°C ısınmaya yol açacağı öngörülüyor.

Exeter Üniversitesi’nin Küresel Sistemler Enstitüsü, Yeryüzü Komisyonu ve Nanjing Üniversitesi iş birliğiyle gerçekleştirilen araştırmaya göre, günümüzde yaklaşık 60 milyon insan ortalama 29°C veya üzeri düzeylerde seyreden tehlikeli sıcaklıklara maruz kalıyor. Araştırmacılar tarafından yüzyıl sonu için öngörülen sıcaklıkların gerçekleşmesi durumunda ise dünya nüfusunun yüzde 22’si, yani yaklaşık 2 milyar kişi söz konusu tehlikeli sıcaklıklara maruz kalacak. Raporda, ısı artışının 1,5°C ile sınırlandırılması durumunda, 2,7°C’lik artışa kıyasla dünya nüfusunun yüzde 5’lik bir kesimi, yani dünya toplam nüfusunun yaklaşık altıda biri tehlikeli sıcaklık riskinden kurtarılmış olacağı öngörülüyor.

Öte yandan, küresel ısınmanın 3,6° ile 4,4° C arasında artış olasılığının söz konusu olduğu “en kötü senaryolarda,” dünya nüfusunun yarısının araştırmacıların deyimiyle “varoluşsal bir risk” altında olması söz konusu olacak. Mevcut seviyelerin üzerindeki her 0,1°C’lik artış, yaklaşık 140 milyon insanın daha tehlikeli sıcaklıklara maruz kalması anlamına geliyor. Bu durum hem sorunun boyutunu hem de karbon emisyonlarının azaltılması için kararlı bir şekilde harekete geçilmesinin önemini açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Yoksul toplumlar daha fazla etkileniyor

Araştırmanın ortaya çıkardığı bir başka çarpıcı sonuç ise, gelecekte tehlikeli düzeylerde ısı artışına maruz kalacak insanların büyük bir kısmının yer aldığı bölgelerdeki iklim değişikliğine yol açan emisyonların, küresel düzeyde salınan emisyonların ortalamasının yaklaşık yarısı düzeyinde olması. İklim değişikliğinin en çok etkilediği ülkelerin birçoğunda dünyanın en yoksul topluluklarının yaşıyor olması, olası aşırı ısı artışları karşısında bu kesimleri çok daha kırılgan duruma iteceği ortada. Bu durum iklim krizinin adaletsizliğini gözler önüne seriyor. 

Küresel Sistemler Enstitüsü Direktörü, Profesör Tim Lenton “Küresel ısınmanın maliyeti genellikle finansal terimlerle ifade ediliyor, oysa bizim çalışmamız, iklim değişikliği konusundaki acil durumla mücadele etmemenin olağanüstü insani maliyetinin altını çizmektedir,” diyor.

Çalışmanın ortaya koyduğu bazı ürkütücü gerçekler ise şunlar:

  • 2070 yılı itibariyle dünya nüfusunun 9,5 milyara ulaşacağı varsayıldığında, yaklaşık 2 milyar insanın tehlikeli düzeyde iklim koşullarına maruz kalması söz konusu olacak.
  • Hindistan, 2,7°C’lik küresel ısı artışı durumunda ciddi iklim risklerine maruz kalacak en büyük kitleye, yaklaşık 600 milyon kişilik bir nüfusa sahip olacak. Küresel ısı artışının 1,5°C’de tutulması durumunda ise tehlikeli düzeylerdeki ısınma riskinin altında olacak olan nüfus çok daha düşük, yaklaşık 90 milyon kişi olacak.
  • Nijerya, 2,7°C’lik küresel ısı artışı gerçekleşmesi durumunda 300 milyondan fazla nüfusla tehlikeli düzeydeki ısılara maruz kalacak olan ikinci en büyük nüfusa sahip olacak. 1,5°C’lik bir ısı artışının gerçekleşmesi durumunda ise bu sayının 40 milyondan az olması bekleniyor.

Geçtiğimiz pazartesi günü Dünya Meteoroloji Örgütü tarafından açıklanan bir başka rapor, doğal afetlere ilişkin erken uyarı sistemlerinin giderek daha etkili olması ve dolayısıyla da ölümcül sonuçların görece azalmasına rağmen, bu tür felaketlerin yol açtığı tahribatların artmaya devam ettiğini ortaya koyuyor. Raporda, 1970 ile 2021 yılları arasında iklim ve su tabanlı 12 binden fazla aşırı doğa felaketinin yaşandığı ve bu olaylarda 2 milyondan fazla insanın yaşamını yitirdiği belirtiliyor.


Volkan Akyıldırım Tüm Yazıları

Seçimler ve sonrası ırkçılıkla zehirlendi: Tek çözüm birleşik mücadele

Savaştan ve açlıktan kaçan, ayakta kalmak için Türkiye'ye göçen milyonlarca insanın hayatı, sermaye partileri arasındaki hesaplaşmanın konusu haline getirildi. Sanmayın ki bu nefret sadece göçmenlerle sınırlı kalır.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 2. turu adeta bir kabusla başladı. Halka dayatılan bu kabusun sorumlusu ırkçılar kadar onlara taviz veren iktidar ve muhalefet partileridir.

- Sinan Oğan ve Ata İttifakı'nın aldığı yüzde 5,2 oy anahtar olarak gösterildi. Bir kaç tabela partisi ve esas olarak Özdağ'ın faşist partisinden oluşan bu ittifak uzun süredir "sığınmacılar kovulacak" diyerek ırkçı kampanyalar düzenliyordu. 

- Otoriter rejimin lideri Erdoğan'ın karşısına demokrat ve kapsayıcı bir isim olarak çıkan Kemal Kılıçdaroğlu, birden bire çizgi değiştirdi ve bambaşka bir yüzle karşımıza çıktı. Aylardır kendine karşı iftira ve karalama kampanyası yürüten, Memleket ve Zafer Partisi etrafında kümelenmiş azılı aşırı sağcıları aramaya başladı. Daha da kötüsü, 2. tur stratejisini açıkladığı 14 dakikalık konuşmasıydı. Ülkücülere benzer bir üslupla halka seslenen Kılıçdaroğlu, sadece göçmenleri bu ülkedeki her sorunun kaynağı olarak göstermekle kalmadı. Kürt sorunu hakkında şahince konuştu ve yeni çözüm süreçlerinin kapısını kapatır şeyler söyledi. Balyoz ve Ergenekon davalarında yargılanan kemalist darbecilere de selam çaktı. Sevgi dilinden devlet diline geçiş, genel siyasi havayı da kararttı.

- Siyasi geçmişi ve faşist fikirlerini daha önce yazdığımız Sinan Oğan ve arkasındaki yegane isim Ümit Özdağ, birden bire muteber isimler haline geldi. Bunlara sadece solcular değil, AKP'liler de "faşist" diyordu. Bu ithamlar ve ırkçıların işlediği insanlık suçları bir anda unutuldu. AKP de Millet İttifakı da bunların peşlerine düştü. Gizli görüşmeler, açık buluşmalar, pazarlıklar... Irkçılar kısıtlı seçim kampanyasının en değerli günlerinde hem muhalefeti hem de seçmenleri oyaladı. Kendilerini meşru siyasi aktörler olarak kabul ettirebildiler. 

- Sonuç Sinan Oğan'ın - bir bakanlık karşılığında - Cumhur İttifakı'na iltihak etmesi, Ümit Özdağ'ın ise ırkçı dayatmalarını Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı'na bir ölçüde kabul ettirmesi oldu. Ve Zafer Partisi, peşinden sürüklediği Kılıçdaroğlu'na destek verdi. Ümit Özdağ ile pazarlıklar sırasında, depremin yıktığı Hatay'a giden Kılıçdaroğlu, ciddi bir Arap nüfusu barındıran sınır şehrinden "Sığınmacıları en geç 2 yılda ülkelerine göndereceğiz" mesajını verdi. Kılıçdaroğlu'nun Zafer Partisi'nden farkı "bunu ırkçılıkla yapmayacağız" vurgusu oldu. Fakat ortak basın toplantısında konuşan Özdağ'da insan haklarına ve uluslararası sözleşmelere vurgu yaparak bu farkı kapattı.

- MHP'den kopan, Zafer Partisi'ni içinden çıkaran, ilk turun kritik günlerinde altılı masadan kalkıp oturan Akşener'in İYİP, Avrupa'daki aşırı sağcılardan ithal ettikleri göçmen karşıtı propagandayı hayata geçiren ilk isimdi. O da sessiz kalmadı. Türkiye'nin güneyinde yeterince asker yokmuş gibi, tek işi göçmenleri avlayacak ve "terörle mücadele" edecek yeni bir kolordu kuracaklarını ilan etti.

Gerçekte sayıları 85 milyonluk nüfus karşısında 5 milyona ulaşmayan mülteci ve göçmen sayısı, önce 10 milyona, ardından 13 milyona çıkartılmış oldu. Gerek Erdoğan'ı gerekse Kılıçdaroğlu'nu destekleyen  kitlelerin göçmen karşıtlığı, ana akım siyasetin meşru gündemi haline getirildi. Çoğunluk, korumasız bir azınlığa karşı bilendi. Sandıktan ne çıkarsa çıkasın, kim kazanırsa kazansın bir göçmen için tekinsiz bir yer olan Türkiye, çok daha berbat bir yere dönüştürülmüş oldu.

Bu sadece göçmenlerin meselesi midir?

Eğer Türkiye'deki tüm sorunların kaynağı, ırkçıların iddia ettiği gibi göçmenler olsaydı, "sorun hallolunmuştur" diyebilirlerdi. Irkçıların seçimlerin 2. turunda yaptığı atak, muhalefeti ırkçılık ve şovenizmle zehirlerken, otoriter rejimin bekçileri muarızlarıyla adeta dalga geçiyor. Aşırı sağcı iktidar, milliyetçiliğin, şovenizmin ve ırkçılığın kendi yelkenleri doldurmaya yarayacağını biliyor. Zaten yıllardır bu politikaları farklı tonlar ve özellikle Kürtlere karşı kullananlar aşırı sağcı Erdoğan ve faşist ortağı Bahçeli.   

Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı'nın rakibini yenmesi için aldığı oylar üzerine 2,5 milyon oy eklemesi gerekiyor. Bu ekstra oyun Özdağ etrafında toplanmış ırkçılardan geleceğini hesaplıyor. Bu çizginin Cumhur İttifakı seçmenlerinden destek kazanmak gibi bir derdi yok. Fakat Kılıçdaroğlu'nun kolayca ihmal edebildiği diğer şey, Türk şovenizminden ya da güvenlikçi denilen baskı politikalarından bıkmış Kürt seçmenlerin, kendisine destek olan sosyalist seçmenlerin, demokrat ve özgürlükçülerin oyları. Az da değil yüzde10, belki daha fazlası.

Kimin kazanacağını sayılı günler sonra göreceğiz. Fakat aşırı sağcılık ve ırkçılıkla zehirlenen bu havanın sadece göçmenlerle sınırlı kalacağı bir yanılsamadır. 

Her iki taraf da Kürt sorununun muhataplarıyla çözümüne yanaşmayacağını vaat ediyor. Oluşan ırkçı atmosferin Kürt seçmenlere baskı olarak döneceği çok açık. Sandık kapandıktan sonra HDP kapatma davası gündeme gelecek. Günlerdir çok sayıda Kürt aktivist ve gazeteci gözaltına alınıyor. tutuklanıyor. İktidar kayyumlarla HDP'li belediyelere el koymuşken, muhalefet "yasal kayyumculuğu" öneriyor!

Zehirli siyasal iklim, sosyalistlerin ve demokratların aleyhinedir. Özgürlükçü politikalar kadar işçilerin patronlara ve hükümete karşı birleşik mücadelelerinin önü de milliyetçilikle kesilebilir. 

Göçmenler hayatları konusunda derin  endişeler yaşarken, kadınlar ve LGBTİ+lar otoriter Erdoğan rejiminin devamına canhıraş bir şekilde karşı çıkıyor. Sonuna kadar haklılar!

Irkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, yabancı düşmanlığı, ırkçılığın bir türü olan İslamofobi egemen sınıfın kardeş yönetme ideolojileridir. Aşırı sağcılık ve ırkçılık, halkı birbirine düşürürken, arka planda Türkiye'nin bütün sorunlarının kaynağı olan kapitalistler kendi düzenlerini pekiştirebiliyor. Ne kadınların ne LGBTİ+'ların ne de göçmenlerin hayatından vazgeçebiliriz. 

Ama unutmayalım mevcut iktidar,  son aylarda 550 bin göçmeni Suriye'ye gönderen, işçilerin greve çıkartılmamasıyla övünen, kadınlara, LGBTİ+'lara hayatlarını karartan, Kürtlere zindanları layık gören bir iktidar.

Erdoğan gitse bile "her şey güzel" olmayacak.  Sadece mücadele biraz daha olanaklı hale gelecek. Sınıf hareketini öncüleri biraz daha moralli olacak. Başkanlık ile meclis çoğunluğu arasındaki çekişmeler, kurulu düzende çatlaklar yaratacak ve bunları büyütmek için bazı olanaklar olacak. 

İşçiler, kadınlar, göçmenler, Kürtler, LGBTİ+lar ve baskı altındaki herkes kol kola girmeli ve direnmeli. Geleceğin sigortası, aşağıdan yükselecek mücadelelerdir.

Volkan Akyıldırım


Tüm Yazarlar


Alex Callinicos Tüm Yazıları

G7 zirvesi Çin üzerindeki gerilimi ortaya koyuyor

Batılı güçlerin geçtiğimiz hafta, üstüne üstlük bir de Hiroşima’da gerçekleşen G7 zirvesi bir savaş zirvesiydi. Bunu söyleyebilmemizin iki sebebi var. Birincisi bu zirvenin, ABD’nin büyük kapitalist güçleri Çin’e karşı cepheleştirme çabalarının bir sonraki seviyesini temsil etmesi. Üstelik bu yalnızca İngiltere, Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Fransa ve Japonya gibi G7 üyesi devletlerle sınırlı değil; bu sefer Brezilya, Hindistan, Güney Kore ve Vietnam’ı da kapsıyor.

G7 zirvesinden, Politico internet sitesinin “Pekin’e yönelik sert mesajlar” diye yorumladığı bir bildirge çıktı. Çin’in “ekonomik zorlamaları” sert bir biçimde kınandı ve Çin ABD destekli Tayvan adasını sınırlarına katma yönünde herhangi bir çaba göstermesine karşı uyarıldı.

“Ekonomik zorlama” suçlaması gülünç derecede ikiyüzlü bir suçlama. Çin’in örneğin Avusturalya ve Güney Kore üzerinde piyasaya erişimlerini engelleme gibi taktikleri bir tür politik baskı yötemi olarak kullanmış olduğu doğru. Fakat bu taktik fena şekilde geri tepti ve Çin’le yakın ekonomik ilişkilerine rağmen bu iki devleti ABD ve müttefiklerine doğru itti.

Ancak daha önemlisi şu: neoliberal Washington Konsensüsünün borç içindeki Üçüncü Dünya devletlerine yönelik IMF ve Dünya Bankası eliyle yürütülen dayatmaları “ekonomik zorlama” değilse nedir? ABD tarafında artan şekilde kullanılan ve hedefi yalnız Rusya’yla sınırlı olmayan ambargo silahı “ekonomik zorlama” değil midir? Askeri gücünün azlığının bir sonucu olarak AB de “ekonomik zorlama” konusunda uzmanlaşmış durumda; geçtiğimiz on yıl içinde Yunanistan, İngiltere ve İsviçre üzerinde bu silahı kullanıyor. 

Yine de zirve muhtemelen ABD başkanı Joe Biden ve ev sahibi Japonya başbakanı Yukio Kishida için bir başarı olarak görülecek. Nomura bankası yönetiminden Christopher Wilcox, Çin ile girişilen çatışma hakkında, “Dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi olan, çok derin yatırım piyasalarına ve dünyanın en büyük şirketlerinin bazılarına ev sahipliği yapan Japonya için çok iyi bir şey. Uluslararası yatırımcıların, eğer Asya pazarına görünür olmak istiyorlarsa önümüzdeki on yıl için yatırım yapmayı seçecekleri yer bariz biçimde Japonya olacak.” diye konuştu.

Bu zirveyi bir savaş zirvesi olarak görmemizin ikinci sebebi ise elbette Ukrayna’ydı. Belki her şeyden çok, bu zirve, Ukrayna başkanı Zelenski için bir sahne alma fırsatıydı. Zirveye Arap Birliği’nin bir toplantısına seslendiği Suudi Arabistan üzerinden geldi. 

Zelenski’nin Hiroşima’daki birincil hedefi Hindistan başbakanı Narendra Modi’yi ve Brezilya başkanı Lula da Silva’yı köşeye sıkıştırmaktı. İki ülke de ABD’nin vekalet savaşını ve Batı’nın Rusya’ya yönelik ambargo uygulamasını desteklemeyi reddetmişti. Fakat yine de Zelenski’nin bu ülkeleri savaş destekçisi kampın içinde göstermeye çalışarak utandırma taktiği bir fiyaskoyla sonuçlanmış gibi duruyor. Lula’yla buluşmayı dahi başaramadı.  

Hindistan’ın ise Şubat 2022’deki işgalden sonra Rus petrolü ithal etmeye başlama kararı alması Vladimir Putin rejiminin suyun üzerinde kalmasında kritik bir rol oynadı. Uluslararası Enerji Ajansı’nın verilerine göre geçtiğimiz ay itibariyle Rus petrol ihracatı işgalden bu yana geldiği en yüksek seviyeye ulaşmış durumda.  Bunun yüzde sekseni ise Çin ve Hindistan’a gidiyor. Rus petrolü küresel fiyat kotalarının altında satılıyor.

Modi’nin, küresel bir enerji krizinin ortasında, Zelenski’den bir vaaz işitti diye ucuz Rus petrolünden vaz geçeceğini düşünen her kimse kendini kandırıyordur. Suudi Arabistan da ABD baskısını görmezden gelerek Rusya’ya yönelik ambargoya katılmak yerine OPEC+ petrol kartelinde Moskova’yla yakın ilişki içinde olmayı seçti. 

Burada çok daha genel bir nokta var. Financial Times’ın itiraf ettiği gibi, "Gün Küresel Güney’in günüdür…Pek çok batılı olmayan güç Batı’nın Ukrayna’ya tam gaz desteğini ikiyüzlü güçlerin bir kere daha kendi çıkarlarını sağlık ve iklim değişikliği gibi küresel meselelerin üstüne çıkarması olarak görüyorlar. Ayrıca burada iki büyük fırsat görüyorlar, ABD ve Çin’i birbiriyle kapıştırmak ve 1945 sonrası dünya düzeninin oldukça gecikmiş bir yeniden yazımının gerçekleşmesi."  

Güney devletlerinin daha güçlü olanları savaşın kendilerine getirdiği avantajlardan vazgeçmeyecekler. G7’nin buluşuğu sıralarda Çin Başkanı Xi Jinping de beş Orta Asya’lı eski Sovyet devletiyle, Çin’in Tang hanedanlığının (MS 618-907) başkenti Xi’an’da manidar bir karşı zirve düzenliyordu. Yani Çin Putin’i ekonomik olarak desteklemeye hazırlıklı olabilir, fakat şu anda Rusya savaş halindeyken, yakın komşularına borazan çalmakla meşgul. G7 dünya ekonomisinin gittikçe küçülmekte olan bir kısmını temsil ediyor. Geri kalanlarsa azar azar dişlerini göstermeye hazırlanıyor.


Arat Dink Tüm Yazıları

Terazinin tuhaflıkları

Bu yazının amacı davayla ilgili genel bir değerlendirme yapmaktan ziyade, son kararla ilgili olarak herkesin faydalanabileceği bir özet sunmak ve kararın kendi içindeki dengesizliklere bir miktar dikkat çekmek.

Gazetemizin kurucu genel yayın yönetmeni Hrant Dink’in, daha çok tercih ettiğim bir ifadeyle babamın öldürülmesiyle ilgili, ağırlıklı olarak kamu görevlilerinin yargılandığı davanın gerekçeli kararı 14 Temmuz’da açıklandı.

Zamanında kamuoyunda süren, “FETÖ mü öldürdü, Ergenekon mu?” düzeyindeki tartışmalar, bugün ‘15 Temmuz Darbe Girişimi’nin de etkisiyle tek sesli bir hâle gelmiş durumda. Oysa kararda birçok yöne işaret eden noktalar var. Sistemin muğlak ‘terör’ ve ‘terör örgütü’ tanımlarının da davayı incelerken dilimizi esir alması gerekmiyor. Yine de, kararda, bazı konularda farklı ama bazı konularda ortak düşünceler taşıyan, birer zihniyet dünyasına denk düşen, dolayısıyla toplumda bir karşılığı olan bu iki gruba mensup sanıklarla ilgili merakları giderebilecek ipuçları bulunabilir.

Bir diğer konu da, yargının güvenilirliğini iyice yitirdiği böyle bir dönemde çıkacak karara güvenin az olması. Dolayısıyla yargı, beklenti odağı olmaktan çıktıkça ilgi odağı olmaktan da uzaklaşıyor. Önümüzdeki karar, genel siyasi iklimin beklentilerine cevap veren bölümler içerirken, bu alanın dışına çıkan özellikler de taşıyor. Bu anlamda, siyasi olarak ‘kirlenmemiş’ görünen taraflarıyla olumlu ve ‘tarihî’ yönler de barındırıyor. ‘Tarihî’, çünkü devletin siyasi cinayetler geleneğinde, bu sayıda kamu görevlisinin yargılandığı ve ceza aldığı örnek bulmak pek kolay değil.

Bu yazının amacı davayla ilgili genel bir değerlendirme yapmaktan ziyade, son kararla ilgili olarak herkesin faydalanabileceği bir özet sunmak ve kararın kendi içindeki dengesizliklere bir miktar dikkat çekmek. 

Hemen belirtmek gerekir ki söz konusu karar kesinleşmiş değil. Müdahil taraf da, sanıklar da itiraz edecekler, ettiler ve kararın kesinleşmesi için epeyce bir vakit geçecek. Gördüğünüz karar tablosunda adları bulunan kişiler şu an için hükümlü değil, sanık durumundalar (varsa başka davalardan verilen hükümler hariç). Bugüne kadar olduğu gibi bugün de kişiler hakkında ‘suçlu’, ‘suçsuz’ gibi değerlendirmelerde bulunmaktan kaçınacağız. Elbette bu ilelebet sürmeyecek. Ağır aksak ilerleyen yargı sürecinin bitmesini beklemek de bu saatten sonra çok anlamlı değil. Ancak daha ileri yorumları şimdilik başka yazılara bırakalım ve kararı kendi mantığı içerisinde değerlendirmeye çalışalım.

Adaletin üç özelliği, simgeleriyle de vurgulanır: Kör olacak, terazisi hassas olacak ve kılıcı keskin olacak. Kılıcının kör ve kendisinin şaşı olmasını şimdilik bir kenara bırakırsak, şu terazi metaforu, kararı okumak için epey faydalı olabilir. Böylece, farklı kişilere verilen cezaları kendi özgül ağırlıklarıyla değil, kararın kendi tutarlılığı bağlamında, karşılaştırmalı, izafi ağırlıklarıyla okuyabiliriz.
Kararı özetleyebilmek üzere hazırlanan tabloyu bu sayfada görüyorsunuz. Üzerine konuşulabilecek bir resim ortaya çıkarıyor. Ayrıntılı bir irdelemeye geçmeden önce, tablodaki renklerin ve sayıların ne ifade ettiğinin daha iyi anlaşılması için hazırlanan iki cetveli de dikkatinize sunalım.

Öncelikle, sanıklar kurumsal olarak iki kalabalık grupta toplanıyorlar: Jandarma (37 kişi) ve Emniyet (23 kişi). Tabloda, kamu görevlilerinin adları, olabildiğince, rütbeleri dikkate alınarak alt alta sıralanmaya gayret edildi. Bu iki gruba da girmeyen istisnalar mevcut: Cinayetle ilgili idari soruşturmalarda görev alan müfettişler (2 kişi) ve daha çok Samsun’daki kutlama görüntüleri bağlamında anılan ‘gazeteci/yayıncı’ (3 kişi) diye anabileceğimiz grup.

‘Kim kimdir?’ sorusuna ilk bakışta biraz daha kolay cevap bulunabilmesi için, Jandarma ve Emniyet gruplarını da kendi içlerinde, Trabzon ve İstanbul alt gruplarına ayırabiliyoruz. Bir de, yine ‘katil zanlısı’nın yakalanmasının ardından ortaya çıkan, bol bayraklı ve bol kahkahalı kutlama görüntüleri bağlamında yargılanan Samsun grubu var; Jandarma’dan 4 kişi, Emniyet’ten 3 kişi.

Terazideki ilk tuhaflık
Elbette Emniyet ve Jandarma gibi kurumlardan ve bu kurumların İstanbul ve Trabzon gibi iki ildeki sorumlularından bahsediyorsak, bir de genel merkezden bahsetmek gerekir. Emniyet kanadında ortada yer alan grup Emniyet Genel Müdürlüğü görevlileri. Jandarma kanadında ise böyle bir gruptan pek bahsedemiyoruz. Öyleyse Emniyet ve Jandarmayla ilgili kararları terazinin iki kefesine koyduğumuzda ilk tuhaflık göze çarpıyor: Jandarma kanadında bir ‘genel merkez’ eksikliği...

Bu eksiklik, gözün simetri arayışıyla ilgili değil. Askeriyede daha güçlü bir emir-komuta zinciri olduğu bilinir. Onun da ötesinde, davanın genel kapsamında Trabzon Jandarma Alay Komutanı Ali Öz’den yukarı gitmeye imkân tanıyan veriler mevcuttu.

Jandarma Bölge Komutanı Dursun Ali Karaduman, cinayet sonrası karartma işlemlerinin tamamında aktifti. Cinayetten birkaç ay sonra, işi Hrant Dink’i ‘vatan hainliği’yle suçlamaya kadar vardırmıştı.

Öte yandan Ali Öz’ün, cinayetten önceki, kabaca üç yıl süren hedef gösterme ve tehdit sürecinde aktif olarak yer alan Veli Küçük’le ilişkisi de basında yer almıştı. Veli Küçük’ün, eski Jandarma Bölge Komutanı olduğunu da ekleyelim.

Yeri gelmişken, hedef gösterme ve tehdit sürecinin Genelkurmay’ın bir bildirisiyle başladığını hatırlatmakta fayda var. Hrant Dink’in İstanbul Valiliği’nde MİT görevlileri ve Vali Yardımcısı tarafından tehdit edilmesinin de Genelkurmay’ın talebiyle olduğu, yine basına yansıyan ve dosyada bulunan bilgiler arasındaydı.

Mahkeme, görüşmede bulunan MİT görevlisi Özer Yılmaz’ın, sonradan olan olaylar o gün görüşmede olmuş gibi, açıkça yalan beyanda bulunmasına rağmen konuyu kapatmış, irdeleme gereği de duymamış. Bu görüşmede bulunan görevlilerin, Hrant Dink’i korumakla yükümlü İl Koruma Komisyonu’nun üyeleri olduklarını da hatırlatalım.

Yani cinayeti tüm yönleriyle aydınlatabilecek en önemli düğümlerden biri, Trabzon Jandarma Komutanlığı’nda, olduğu gibi bırakılmış denebilir.

Jandarma’daki terazi
Jandarma kanadına kendi içinde bakınca da bazı dengesizlikler hemen göze çarpıyor.

İstanbul grubunda, müebbet hapse mahkûm edilen iki jandarma görevlisi ile (biri iki kez müebbet cezasına çarptırılmış) Trabzon Jandarma Komutanı Ali Öz’ün aldığı cezaların dengesi, tartışılması gereken konulardan biri. 

Bir başka konu, Trabzon Jandarma grubunun kendi içinde verilen cezalar. Burada dikkat çeken iki konu var. İlki, dönemin Trabzon Jandarma İstihbarat Şube Müdürü Metin Yıldız’ın aldığı cezanın, astları ve üstlerinin aldığı cezalardan farklılaşması. Dosyadan takip edebildiğimiz kadarıyla, Metin Yıldız’ın ‘17/25 Aralık’tan sonra ‘Fettullahçı’ görevlilerin tasfiyesi için gösterdiği gayret mahkemenin kanaatini etkilemiş gibi görünüyor. Bu olsa olsa örgüt üyeliği (314. madde) ile ilgili bir kanaat olabilirdi. Oysa o grupta ‘FETÖ’ üyeliğinden ceza almış hiç kimse yok.

İkinci konu ise, Okan Şimşek ve Veysal Şahin’in aldıkları cezaların diğer görevlilerle karşılaştırılması. Bu iki jandarma görevlisi, başta üstlerinin emriyle karartıcı ifade vermekle birlikte daha sonra ifadelerini değiştirmiş ve yargılamanın derinleşmesinde rol oynamışlardı. Azmettirici Yasin Hayal’in eniştesiyle doğrudan irtibatları ve cinayetin işleneceği haberini kritik bir dönemde almış olmalarıyla dikkat çekiyorlar.

Trabzon Jandarma Komutanlığı’nda cinayetten sonra ciddi bir belge imhası başladığı için, netleşmemiş alanlar da var. Mahkeme heyetinde, HTS kayıtlarından hareketle bu iki jandarma görevlisinin, cinayetten önce Gazi Günay’la birlikte keşif yaptıkları ve cinayetin örgütlenmesine doğrudan katıldıkları kanaati oluşmuş. Zira cinayetten bir gün sonra bu görevlilerin hazırladığı bir ‘haber kayıt formu’ (toplanan istihbarat bilgilerinin rapor edildiği form) var. O belgeyi, üstlerinin emriyle, önceden aldıkları bilgileri cinayetten sonra almış gibi düzenlemişlerdi. Ancak en ilginç nokta, o notta yer alan bazı bilgileri nereden aldıklarının halen meçhul olması; bunu açıklayabilmiş değiller. Örneğin cinayet silahının “Ardeşen el yapımı” olduğu bilgisi, daha katil (ve dolayısıyla silah) yakalanmadan, bu bilgi notunda yer alıyordu.

Belirttiğimiz gibi, bu yazıda amaç yalnızca bazı konulara dikkat çekmek. Bir yargıda bulunmak değil. Ancak bu kesinleşmemiş kararın Trabzon Jandarma Alay Komutanlığı görevlileriyle ilgili kısmı, cinayete iştirakle ilgili önemli somut tespitler içeriyor ve özellikle bu yönüyle tarihî bir nitelik taşıyor. Diğer siyasi tartışmalar içinde kaybolmaması gereken bir nokta.

Mahkemenin anlatımından, Trabzon Jandarma görevlilerinin cinayete, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı görevlilerinden daha aktif bir katılımı olduğu çıkarılabilecekken, cezalarda durum tam tersine. Burada mahkemenin tümdengelimci bakış açısının etkileri belirginleşiyor.

Emniyet’teki terazi
Emniyet kanadında da büyük bir boşluk hemen gözünüze çarpacaktır; İstanbul. Bu grupta zaten sanık sayısı azdı ve yargılama daha başından, buraya odaklanmakta isteksiz görünüyordu. Kararda da ortaya çıkan tablo o ki İstanbul Emniyeti’nin cinayette hiçbir sorumluluğu yokmuş. Oysa Emniyet içindeki farklı grupları, dosyadaki delillerle birlikte terazinin iki kefesine koyacak olursak, kararda en çok ceza alan Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer’in sorumluluğu ile Ahmet İlhan Güler’in sorumluluğu en hafif deyimle yarışır görünmekteler. Dosyada bu cezasızlığın sebebine dair ikna edici bir açıklama bulamıyoruz.

Mahkeme, kararda kurgusunu neredeyse tamamen, İstanbul’a Hrant Dink’in öldürüleceği bilgisinin kasten ulaştırılmadığı üzerine kurmuş. Oysa bilgi paylaşılmıştı. Gelen yazıyı okuyan herkes bunun öldürmeyi kastettiğini anlayabilir. Bir “bombacı”nın Hrant Dink’e yönelik olarak yapacağı “ses getirici eylem”in ne olabileceğini siz düşünün. Celalettin Cerrah, burada kastedilenin “nümayiş” de olabileceğini söylemişti mesela. Mahkeme neredeyse Hrant Dink’in, Ahmet İlhan Güler’i yerinden etmek için hedef seçildiğini iddia etmeye kadar vardırıyor işi. Devlet içindeki, kırk yıldır bilinen ve takip edilen gruplar arasındaki kavgaya bu davanın alet edildiği iddiaları güçleniyor.

Tekrar belirtelim ki, bu yazıda kim suçlu kim suçsuz tartışması yapmıyoruz. Dosya kapsamında burada ayrıntılarıyla anlatılması zor olan bilgiler ile, verilen kararların kendi içinde tutarlı olup olmadığına bakıyoruz.

İstanbul konusundaki eksiklik, ceza almayan iki sanıkla sınırlı değil. Celalettin Cerrah da İl Emniyet Müdürü olarak İl Koruma Komisyonu’nun üyesi. Ahmet İlhan Güler, İstihbarat Şube Müdürü olarak, bu komisyona, kişilerin korunmasıyla ilgili bilgi vermekle yükümlü. Dosyada başka konularda nasıl koruma önlemleri alındığıyla ilgili örnek vakalar mevcut. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, ‘hedef gösterilme ve tehdit’ sürecinde yaşananların tamamı İstanbul Emniyeti’nin ve İstanbul Valiliği’nin gözü önünde cereyan etti. Hatta bazı Emniyet mensuplarının, Hrant Dink’in yazılarını savcılığa gönderip, yazılarda suç unsuru olup olmadığının incelenmesini istediği bile vaki.

Öte yandan Hrant Dink’in tüm yaptıklarının İstanbul Emniyeti İstihbarat Şube görevlileri tarafından gün gün takip edildiği de anlaşılıyor. Elbette ona karşı yapılanlar da gözlerinin ucuna takılmıştır. Gözlerinin önünde cereyan eden tüm gelişmelere rağmen, ellerine ulaşan, somut tehditler de içeren yazılar da mevcutken İstanbul’da hiçbir görevlinin kılını kıpırdatmamasının nedeni halen açıklığa kavuşturulmuş değil. Bir ucu Trabzon’da, diğer ucu İstanbul’da bırakılan düğümü çözecek bir yargılama henüz gerçekleşmedi.

Emniyet kanadında dikkat çeken bir başka konu, Trabzon grubu içindeki Engin Dinç’in hiç ceza almamış olması. Engin Dinç, yargılama sürecinin büyük bir bölümünde aktif görevde olması ve davaya veri sunması açısından tartışmalı bir isimdi.

Bir diğer dikkat çekecek konu da Reşat Altay’ın cezasızlığı. Cinayetten sonra görevden alınan ilk isimlerdendi. Trabzon İl Emniyet Müdürü’nün geçmişinden, basında çok söz edilmişti; Altay, Jandarma’nın ve Emniyet’in bunca kanunsuz eyleminin olduğu bir ilde, kilit noktadaki yöneticiydi.

Samsun’daki terazi
Kararda, Samsun’daki ‘olay’ tamamen cezasız kalmış görünüyor. Suç bulunamamış, bulunmuşsa da zaman aşımına uğramış. İki polis, dosyayla ilgisi olmayan bir nedenle, örgüt üyeliğinden ceza almış. Samsun’daki olay daha çok görüntülerin sızdırılmasıyla ilişkili olarak, FETÖ’nün ‘ulusal ve milliyetçi cephe’ aleyhine algı oluşturma çabaları çerçevesinde değerlendirilmiş. Bu, ilginç bir saptama. Sondan başa okunan, anakronik bir hâli var.

Görüntüler medyaya yansıdığında, daha çok “Jandarma mı, Emniyet mi?” gibi bir tartışmanın içine oturmuş ve sonradan, her iki kurumdan da görevlilerin bu kutlamada yer aldığı anlaşılmıştı. Görüntülerde yer alan kişilerden biri FETÖ üyesiyse, iş daha da garipleşiyor.

Bir gazeteci
Onca kamu görevlisi arasında ceza alan tek bir sivil var. Zaten yargılananlar da üç kişi idi. Tabloda ‘gazeteci/yayıncı’ diye adlandırılan bu kişilerin yargılamada yer almalarının sebebi, FETÖ’nün kumpası çerçevesinde Samsun’da ‘ortaya çıkan’ görüntülerle ilgili olarak yaptıkları yayınlar. İki kişide mahkeme de bir suç görmediğine göre, ceza alan tek kişi olan Ercan Gün hakkında konuşalım. O kadar dosya okudum, Ercan Gün’ün suçunun ne olduğunu hâlâ anlamış değilim. Yaptığı, bana gazetecilikmiş gibi geliyor. Bu da benim, aşırıya kaçan tek vicdani yorumum olarak mazur görülsün.

Garip çekim kuvvetleri
Babamdan bolca ‘Hrant Dink’ diye bahsettiğim, öldürülmesinden sorumlu olabilecek insanlarla ilgili olarak da sakin sakin kaleme aldığım bu yazının amacı, son gerekçeli karardaki bazı noktalara dikkat çekmekti. Az tartışılan yönler daha çok ele alınmaya çalışıldı. Tıpkı bundan önceki birbirinden kopuk yargı süreçleri gibi, bu yazının da, bu son davanın da, olay’ın bütününü ele almak gibi bir iddiası yok.

Hrant Dink, kabaca üç yıl süren bir hedef gösterme sürecinin sonunda, birçok kamu görevlisinin şu veya bu şekilde bilgisi ve katkısıyla öldürüldü ve cinayetten sonraki soruşturma ve kovuşturma aşamalarındaki seyir, şimdiye kadar bütünlüklü bir yargılamanın konusu olmadı. Bu son yargılama da konunun bir parçasına, kafasındaki başka bir büyük resimle birlikte bakarak cevap arıyor.

Özetlemek gerekirse, bu tarihî kararda adaletin terazisi, bildiğimiz yerçekimi kuralları dışında, başka bazı çekim kuvvetleriyle de çalışmış gibi görünüyor.



Ayşe Demirbilek Tüm Yazıları

Savaşın kazananı barışın kaybedeni olmaz, peki savaşın gerekçesi?

Kalbura emanet edilen su zayi olur...

                                                  Hariri

Birkaç gün önce savaş haberi ile uyandık. Haftalardır süren gergin bekleyiş ve belirsizlik savaş ile sonuçlandı. Yine gerekçeler, haklı ve haksız olan taraf kim? Ne olur? Kim ne adım atar? Piyasalara etkisi? Bunlar konuşuluyor, yazılıp çiziliyor, uzun bir zaman devam eder bu tartışmalar. Elbette konuşulsun, fırtınalı zamanlarda birçoğu da erkekler tarafından yapılan hararetli tartışmaları dinleyelim. Fırtınaların daha önce farkında olmadığımız fazlalık ve çöpleri de kaldırıp önümüze düşürmesi gibi, böyle zamanlarda da ummadık yerlerden ummadık cümleler önümüze dökülebiliyor. Hepimiz fırtınada bahçemize, evimize, sokağımıza dökülen çöpleri temizlemek isteyeceğimizden neyi niye temizlediğimizi de bilmiş oluruz. 

‘Kışkırtılmak’ çok kıyıda kenarda olmasa da bir süredir çok göz önünde olmayan çöplerden biriydi. Bu fırtınada, havada elden ele atılan en popüler argüman oldu. Demokrasi götürmek/özgürleştirmek/ hakkını almak/sınırlarını korumak/ulusal birlik gibi çöp olduğu kesin ve net olan ‘’gerekçe’’lerin yanına üstelik yanında yer almak istediği yeri temiz göstermek için üretilen mis gibi bir gerekçe olarak masaya kondu. 

Diğerleri gibi kışkırtılma da bizim için yeni bir argüman değil. Eli kanlı katillerin en çok kullandığı argüman bu. Biz kadınlar bunu bizi döven, tecavüz eden, taciz eden, hapsedip işkenceler yapan, yükseklerden atan, parçalayıp varillerde yakmaya çalışan sevgililerimiz, babalarımız, kardeşlerimiz ve hiçbir şeyimiz olmayan erkeklerden çok iyi biliriz. Biz bu katillerin, faillerin kışkırtmalarına sığınmayanlar, bugün de yaşanan, yaşanmış olan ve yaşanacak olan hiçbir savaş için ne kışkırtılma ne de başka bahanelere sığınılmasını kabul etmeyeceğiz. Bu bahanenin bir işgali bir savaşı gerekçelendirmek adına kullanılmasına da izin vermeyeceğiz. Bugün kendi düştükleri safları temiz göstermeye çalışanlar rahat rahat değişen saflarını ört bas edebilsinler diye milyonlarca insanın canı ile geleceği ile hayatı ile ödediği barış ve özgürlük mücadelesinin bulanıklaştırılmasına da izin vermeyeceğiz. 

Bugün ikirciksiz bir şekilde ‘’Savaş’a, Rusya’nın Ukrayna müdahalesine Hayır!” diyemeyen ve biz ezilenlerin, eşit görülmeyenlerin, yoksulların geleceği ve daha iyi bir yaşamı ile ilgilisi olmayan emperyalist müdahaleleri ve savaşları gerekçelendirenlerin her türlü özgürlük ve hak mücadelemizde de karşımızdakiler için gerekçe üretmeleri önünde birkaç fırtınalık engel olduğunu görmemiz gerekir. 

Şüphesiz ki Rusya toprakları, dünyanın birçok yerindeki başka topraklar gibi tarihsel deneyimlere şahitlik etti. Tüm o topraklar bugün bize başka bir dünyanın, eşit ve özgür bir toplumun mümkün olduğunu gösteren o gerçeği yaratanların o gün üzerine bastıkları toz ve çamurdan oluşan bir zeminden başka bir şey değildir. İşçilerin, kadınların ve tüm ezilenlerin dünyanın gördüğü en baskıcı rejimlerinden birini devirip yerine sınıfsız özgür toplumu kurması o toprakların coğrafi konumuna ya da minerallerine bağlı olmadığı gibi, milyonların canı ile kanı ile ödenen bu deneyim haritalara bakılarak yapılan bir romantizme de terk edilemez. 

Bugün o topraklarda da dünyanın herhangi bir yerinde de yüzyıl önce olduğu gibi sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir toplumu kuracak olanlar, dünyayı paylaşma savaşına girenler değil, St. Petersburg meydanında kendi ülkesinin işgal ve savaş politikasına karşı çıkan yüzbinler olacak. Bugün eşit, özgür, adil ve sınıfsız bir dünya isteyen ve bunun için mücadele edenlerin safları da St.Petersburg ve dünyanın dört bir yanındaki savaş karşıtlarının yanıdır. 

Rusya’da bugün ne sosyalist ne komünist ne de özgür, adil ve eşit bir yaşam biçimi söz konusudur. Söz konusu olsaydı, bunun yayılması için yapılacak olan, işçi sınıfının sınırları aşan dayanışmasını büyütmek ve kendi eylemi için mücadele etmek olmalıydı. Yüzyıllar önce yine aynı topraklarda deneyimlendiği gibi özgürlük ve eşitlik tanklarla götürülebilen bir şey değildir. İşçi sınıfının ve yığınların kendi eylemi ile kurulmadığı ve bugün artık çürümüş ve krizlerin içinde çırpınan kapitalizmi yeryüzünden kazımadığı sürece, biz milyonlar için huzurun olduğu bir dünya ve yaşam ne yazık ki çok zor görünmektedir. 

O gün gelene kadar bugünün somut koşullarında yapılacak şey, dünyanın her yerinde bomba ve mermi seslerine, savaş çığırtkanlığına karşı milyonlarca olduğunu bildiğimiz savaş karşıtlarının sesine katılmak, bu sesi yükseltmek, güçlendirmek bu sesleri işçi sınıfının üretimden gelen gücü ile buluşturmak için mücadele etmek. 

Savaşa Hayır 

Yaşasın Ezilenlerin Birliği! Yaşasın enternasyonalist dayanışma! 

Ayşe Demirbilek

 


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Irkçıları yeneceğiz!

Seçimlerin ardından ırkçı Fatih Altaylı gibi isimlerin tetiklemesiyle göçmenleri suçlayan ağır bir salıdırı başladı. Kendi milliyetçiliklerinin seçim yenilgisindeki payını görmezden gelen ırkçılar, suçu Suriyeli göçmenlere, göçmenlerin oy vermesine ve oy veren her göçmenin Erdoğan’a verdiği yalanına attılar.

Veriler bu iddianın gerçek dışı olduğunu gösteriyor.   

Suriyeli reşit ve oy kullanma hakkına sahip olanların sayısı 130 bin 914 kişi. Sığınmacı mücadelesinin önde gelen aktivistlerinden Taha Elgazi iddiaları şöyle yorumluyor: “Suriyeli sığınmacıların tümü sandığa gitmedi. Çünkü bunların yarısı sandığa gitmekten korkuyorlardı, çekiniyorlardı. Ümit Özdağ kişiler yüzünden vatandaş olan Suriyeliler sandığa gitmekten korktu. Bize korkularını aktardılar.

Giyimlerinden, konuşmalarından Suriyeli oldukları belli olur ve bir saldırı, kötü muamele olur diye sandığa gitmekten korktuklarını anlattılar.

İkincisi, 130 bin kişiden sandığa gidenlerin hepsi AK Parti’ye oy vermek zorunda değillerdi. İçlerinde farklı siyasi bakışı, görüşü olanlar da var. Suriyeli sığınmacıları, mülteci statüsüne olsun, geçici kurma statüsü olsun ya da vatandaşta olsun, AK Parti’ye bağlama konusu bence mantıklı değil.”

Oy vermeye giden tüm Suriyeliler ve göçmenler Erdoğan’a oy verse bile iki aday arasındaki farkın kapanması imkansızken seçim mağlubiyetinin faturasını göçmenlere çıkartanlar toplumun tüm hücrelerine göçmen nefreti yaymaya çalışan sağcılar ve ırkçılardır.

Kaldı ki göçmenlere hızla vatandaşlık hakkı tanınmalıdır. Vatandaşlık hakkı elbette oy verme hakkını, seçme seçilme hakkını da içermelidir. 

Bizim AKP karşıtı öfkemizle ırkçıların AKP karşıtı öfkesi bir ve aynı şey değil.

Tüm kamuoyunu, tüm demokratik, ezilenden yana olan çevreleri hızla göçmenlerle dayanışmaya, ırkçılığa sokakta dur demeye davet ediyoruz. Tek bir göçmenin bile zarar görmesine, şiddete maruz kalmasına izin vermeyeceğiz. Kitlelerin göçmenlerle bir ve aynı sınıfın parçası olduğunu gösteren bir mücadeleyi birlikte inşa edelim. Bir kez daha ilan edelim ki kimi dışlıyorsanız hepimiz oyuz.

Şenol Karakaş

(Sosyalist İşçi)


Özdeş Özbay Tüm Yazıları

Ülkeler ve ittifaklar: Otoriter yönetimler nasıl yenilir?

Türkiye seçim sürecine doğru yaklaştıkça dünyanın farklı ülkelerindeki seçimler ve buralarda otoriter hükümetlere karşı kurulan ittifaklar Türkiye kamuoyunda da tartışılıyor.

Bu tartışmaların en sonuncusu Macaristan seçimleri oldu. Ülkeyi 12 yıldır tek başına yöneten Orban hükümeti, kendisine karşı birleşen 6 partiden oluşan ittifakı yendi.  Slovenya’da geçtiğimiz haftalarda yapılan seçimi ülkenin otoriter lideri, “mini Trump”  Janez Jansa’ya karşı sadece 4 ay önce kurulan Özgürlük Hareketi Partisi galip gelmeyi başardı. 

Biraz daha geriye gidersek İsrail’de uzun yıllardır iktidarda bulunan Netanyahu yönetimi 8 partiden oluşan bir ittifaka karşı seçimi kaybetmişti. Şili’de ise genç sosyalist Gabriel Boric etrafında birleşen sol partiler ve sosyal hareketler seçimi kazanmayı başarmıştı.

Bu seçimlerin hepsi otoriter iktidarlara karşı kurulan farklı ittifakların kimi zaman kazandığı kimi zaman da kaybettiği deneyimler oldu. Bu seçimlerden Türkiye açısından önemli dersler çıkarmak son derece önemli. 

Macaristan’da ittifak yenilgisi, İsrail’de Netanyahu’nun geri dönme ihtimali

Macaristan’da gerçekleşen seçimlerde 12 yıldır iktidarda bulunan ve ülkeyi hızla otoriter bir rejim olmaya doğru götüren Victor Orban’ın Fidesz Partisi ile ittifak ortağı KDNP oyların %53’ünü alarak büyük farkla birinci oldu.

Orban’a karşı 6 muhalefet partisinin birleşek oluşturdukları Macaristan İçin Birleş hareketi, Péter Márki-Zay’i ortak aday göstermişti ancak anketlerin aksine Orban, %35 oy alan Zay’i büyük farkla  yendi. Bu yenilgi, Türkiye’deki 6’lı ittifakın da yaşayabileceği bir dizi seçim kampanyası sorununun ardından yaşandı. 

Öncelikle Orban yönetimi uzun süredir iktidarda olup, muhalif ve bağımsız medyayı tamamen kapatmış, ülkeyi Soros ve küresel güçlerin ele geçirmeye çalıştığına dair kutuplaştırıcı bir komplo teorisi yaymış, mülteci istilasına karşı ülke güvenliğini koruduğunu ilan etmiş, LGBTİ+’lara karşı sert bir kampanyaya girişmiş ve yüksek enflasyona karşı maaşları radikal ölçüde artırmıştı. Ukrayna savaşı konusunda ise tarafsız bir politika izleyerek muhalefetin Macaristan’ı Rusya ile savaşa sürükleyeceğine dair propaganda yapmıştı seçim boyunca.

Muhalefet ittifakı (Macaristan İçin Birleş) ise ortak bir seçim çalışması yapamayarak daha baştan dağınık bir görüntü verdi. İçerisinde faşist bir parti olan Jobbik, liberal sağ Momentum Hareketi, 3 ayrı merkez sol parti ve Macaristan’ın Yeşil Partisi’nin yer aldığı ittifak sadece Orban’dan kurtulmak gerektiğine dair bir seçim kampanyası yapabildi. Orban rejiminin olumsuzlukları ve yolsuzluk, hırsızlık iddiaları üzerine kurulu bir seçim kampanyası yapıldı. Çıkardıkları aday Márki-Zay ise eski bir Fidesz Partisi destekçisi yani muhafazakar bir sağcı adaydı. Yerel seçimlerde Fidesz’in güçlü olduğu küçük bir şehir olan Hódmezővásárhely’de ortak aday olarak belediye başkanlığını kazanmış olması nedeniyle Orban’ın tabanındaki muhafazakar oyları çekebileceği düşünülüyordu. 2018’deki yerel seçimlere kadar ülkede bilinmeyen bu yeni politikacının ülkedeki kutuplaşmayı aşarak Fidesz tabanından da oy alabilmesi muhalefeti aynı şeyin genel seçimlerde de başarılabileceği sonucuna götürmüştü. Ama öyle olmadı. 6’lı ittifak 2018 yılında aldıkları oy toplamının da altına düştü, parlamentodaki sandalye sayısı azaldı. 

Seçim süresince birçok kriz yaşadı ittifak cephesi. İttifakın en büyük partisi ülkenin Fidesz’den sonra en çok oy alan partisi faşist Jobbik seçim sırasında ittifak tartışmaları nedeniyle bölündü. Solcu partilerle koaliyon yapılması tabanında sorun yarattı ve Jobbik’ten ayrılan bir grup yeni bir parti kurarak seçimlere katıldı ve %5 oy almayı başardı. Jobbik’in güçlü olduğu birçok yerde ittifaka beklenen oy çıkmadı. 

Bir başka kriz ise ortak bir program çıkarılamaması sonucu her partinin iktidar alınırsa yapılacaklar konusunda farklı şeyler söylemesi oldu. Ortak aday Márki-Zay’in açıklamaları diğer partilerin açıklamalarıyla çelişti. İktidar bu ayrılığı çok iyi kullandı. Bu duruma karşı partiler Márki-Zay’in kampanyasına zarar vermemek için açıklama yapmama kararı aldı. Ama bu çelişkiler zaten ekonomik sıkıntı ve savaş riski yaşayan ülkede belirsizliğin hakim olacağı anlayışını kuvvetlendirdi ve bildikleri otoriter ama en azından ne yaptığını bilen tek parti iktidarına destek artmış oldu. 

Türkiye ile kıyaslanan bir başka ülke ise İsrail olmuştu. Orada da 12 yıldır iktidarda olan ve yine yolsuzluk iddiaları, ekonomik sorunlar ve sert savaş yanlısı uygulamalarıyla ülkeyi yöneten Benjamin Netanyahu yönetimi seçimi 8 partiden oluşan bir ittifaka karşı kaybetmişti.

Bu geniş ittifak içerisinde İsrailli Arapların partisi de vardı, sol ve sağ merkez partiler de. Netanyahu’nun Likud Partisi’nden Filistinlilere karşı yeteri kadar sert davranmadığı eleştirisiyle ayrılan siyasetçilerin kurduğu partiler de vardı.

İttifak özellikle Netahyahu’ya karşı süren yolsuzluk soruşturması sayesinde ve seçimlerin iki yılda 4 kez tekrarlanmasının verdiği yorgunlukla beraber kazanılabilmişti. Ancak mecliste sadece bir fazla sandalyeye sahip olarak çoğunluk olabilmişti. Birbiriyle tümüyle uyumsuz politikalara sahip bu 8 partili ittifakın iktidarda kalmayı başarıp başaramayacağı tartışılırken Ramazan boyunca yaşanan çatışmalar ve ölümler ittifak üyesi bir milletvekilinin istifasıyla çoğunluğun kaybedilmesine yol açtı.

Netanyahu bu dağınık koalisyonun yakın zamanda tamamen işlevsiz kalarak erken seçime gitmesini bekliyor. Böylece yolsuzluklar ve otoriterlik ile suçlanırken ittifakın ülkedeki ekonomik sorunlara da şiddet olaylarına da çözüm bulamamış olmasından yararlanarak bir kez daha güçlü bir iktidar kurarak geri dönmeyi hedefliyor.

Bu iki seçim ve ittifak deneyimleri Türkiye açısından iki önemli ders içeriyor. Birincisi Macaristan örneğinde olduğu gibi sandık matematiğinin işlememe ihtimali ve Erdoğan’ın da muhalefetin çelişkilerinden yararlanarak istikrar ve güvenlik söylemi ile iktidarını koruması. İkincisi de İsrail örneğinde olduğu gibi dağınık bir ittifakın seçimleri kazansa da kısa sürede içine düşeceği bir yönetim krizinin ardından tekrar istikrar sağlayıcı bir “kurtarıcı” olarak geri dönme ihtimali.

Gerçek ittifak: Şili’de radikal solun zaferi ve Slovenya’da yeni partinin başarısı

Sol açısından örnek alınabilecek başka ittifak deneyimleri de var dünyada. En son gerçekleşen Slovenya seçimleri ilginç bir örnek. Slovenya’da da Yugoslavya döneminde “komünist” bir bürokrat olan ve Alman basınının "mini Trump" lakabını taktığı sağcı başbakan Janez Jansa hükümeti, ülkede demokrasiyi geriletmek ve basın özgürlüğünü sınırlamakla suçlanıyordu. Orban’a yakın bir siyasetçi olan Jansa, yine Orban gibi giderek otoriterleşmiş, muhalif basını sindirmişti. Jansa daha önce de üç kez başbakanlık yapmış ve 2013’te yolsuzluktan iki yıl hapis cezası da almıştı. Son iktidarında ise aşırı sağa doğru yönelerek ülke demokrasisinin altını oymakla itham ediliyordu. 

Jansa alternatifsizmiş gibi görünürken seçimlere 4 ay kala kurulan merkez sol Özgürlük Hareketi Partisi seçimlerden %34,5 oy alarak galip ayrıldı. Jansa’ya karşı kurulan merkez sol ve yeşil bir parti olan Özgürlük Hareketi’nin liderliğini ise ilginç bir şekilde bir iş insanı olan Robert Golob yapıyor. Golob’un, mecliste 12 sandalye kazanan diğer küçük sol partilerle ittifak kurarak bir koalisyon hükümeti kurması bekleniyor. Jansa’nın uygulamalarına karşı demokratik özgürlükleri güçlendirmesi bekleniyor. Yeşil ve sosyal demokrat bir program uygulaması bekleniyor.   

Slovenya’dan ayrı olarak esas büyük başarı ise Şili’de yaşnmıştı. 2021 sonunda gerçekleşen seçimleri Gabriel Boriç’in liderliğindeki sol ittifak kazanmıştı. 

2017’de Geniş Cephe isimli sol partiler ittifakı kurulmuş ve Boric bu hareketin lideri olmuştu. 2019’da ülke çapına yayılan kitle eylemleri sonrası sağcı iktidar yeni bir anayasa için kurucu meclis oluşturmayı kabul etmek zorunda kalmıştı. Ülkeyi saran işçi, kadın ve gençlik hareketleri neoliberalizmin dünyada ilk uygulandığı ülke olan Şili’de neoliberalizme son vereceklerini haykırıyordu.

Kitle eylemleri sonucu Geniş Cephe ile Komünist Parti ve toplumsal hareketlerin aktivistleri yeni bir ittifak kurdular: Haysiyeti Tanıyın (Apruebo Dignidad) hareketi. Bu ittifak neoliberal politikalar altında Şili emekçilerinin haysiteyini yitirdiğini ve onu yeniden ayağa kaldırmayı amaçlayan radikal bir sol program etrafında birleşti. Yapılan ön seçimde eski öğrenci hareketi lideri Boriç %60 oy alarak hareketin devlet başkanı adayı olarak seçildi.

Bu geniş ve radikal sol ittifak milyonlarca kişiyi değişimin mümkün olduğu konusunda heyecanlandırdı ve harekete geçirdi. Bu büyük umut ve değişim hareketi seçimlerde %56 oy alarak sağcı adayı mağlup etmeyi başardı ve Salvador Allende’den sonra ülke başkanlığına seçilen ikinci sosyalist lider oldu.

Şili örneği sol bir ittifak projesinin nasıl gerçekleştirilebileceğinin iyi bir örneği. Anket ve sandık sonuçlarına dayanarak kurulan ittifaklar evdeki hesabın çarşıya uymaması sorunlarıyla karşılaşırken birleşen hareketlerin kurduğu mücadele ittifakları sadece kendi ülkeleri için değil tüm insanlık için de umut olabiliyor.

Türkiye’de de bu yılın ilk aylarında 200’den fazla grev yaşanmış, binlerce kadın İstanbul Sözleşmesi için sokaklara inmiş, tüm yasaklara ve baskılara rağmen LGBT+’lar yine sokaklarda mücadele etmeyi sürdürmüş, çevre ve kent hareketleri birçok eylem gerçekleştirmiş ve Kürt hareketi bütün baskılara rağmen Newroz’da gücünü koruduğunu göstermişti. Bu hareketlerin oluşturacağı radikal bir sol program milyonları seçim kampanyasında heyecanlandırarak harekete geçirebilir ve AKP’ye karşı gerçek bir sol seçenek yaratabilir. Bu Şili’deki gibi yeni bir ittifak platformu şeklinde ya da Slovenya’daki gibi yeni bir sol parti şeklinde de olabilir ama bu olmadığı zaman Türkiye’yi bekleyen olsaı sonuçlar Macaristan veya İsrail örnekleri gibi duruyor.


Çağla Oflas Tüm Yazıları

Onların kârları bizim ölülerimiz

Maraş merkezli depremde on binlerce insanın ölümü karşısında, ülkeyi yönetenlerin vurdumduymazlığı ile meydana gelen vahim tablo karşısında büyük bir öfkeye kapıldık.  Oysa kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu iş yaşamında güvenlik tedbirlerinin alınmaması sonucunda da binlerce insan yaşamını kaybetmekte. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (İLO) göre dünyada 2 milyondan fazla insan çalışırken ölüyor.  Her gün 6 binden fazla insan patronların kar hırsı uğruna ölüyor. Türkiye, yılda 77 bin iş kazası ile Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada bulunuyor. İSİG raporlarına göre; 2023 yılının ilk 4 ayında 585 kişi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. AKP’nin iktidarda olduğu 2002 yılından bugüne iş cinayetlerinde yaşamını kaybeden işçilerin sayısı 31 bin 131’e ulaştı. Rapora göre bu rakam sadece basına yansıyabilenler. Çünkü son yıllarda artan baskılarla birlikte iş cinayetlerinin basına yansımasında da düşüş var.

İktidara sırtını dayamanın cüretkarlığı

Amasra katliamıyla ilgili Nisan ayında yapılan duruşmasında sanık İşletme Müdürü Selçuk Ekmekçi’nin avukatlığını yapan Avukat Çağla Dursun, kendisine tepki gösteren ailelere, “başınıza gelenleri hak etmişsiniz” sözlerini sarf etmişti ve bu sözler hafızalarımızda hala tazeliğini koruyor.  Dursun, 43 maden işçisinin hayatını kaybettiği bir faciadan sonra yakınlarını kaybeden ailelere çemkirme cüretini gösterebilmişti. Gazete Duvar tarafından yayınlanan haberde Dursun’un bu cüreti nereden bulduğuna ilişkin soruları da yanıtlayan, Yargıtay’dan başlayan devletin en üst kademelerine uzanan ilişkileri de kamuoyuyla paylaşılmıştı. Amasra dışında da, Soma’da, Ermenek’te, Ostim’de, Davutpaşa’da ve pek çok iş yerinde işçiler, görmezden gelinen işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri nedeniyle hayatlarını kaybettiler. Yaşanan insani kayıplarla ilgili yıllarca süren davada, göstermelik cezalar verildi, tazminatlar kuşa çevrildi. Tüm bu katliamlarda hem yapılan düzenlemeler hem de tedbirlerin alınmıyor olması açısından sorumluluğu olan AKP-MHP iktidarından tek bir kişi bile ceza almadı, istifa etmedi. O nedenle de onlarca işçi yaşamını kaybetmeye devam ediyor. 

Çocuklara ayrıcalık yok

İşçi sınıfı krizin faturasını sadece yoksullaşarak ödemiyor.  Kapitalistler arası rekabette avantaj sağlayan en fazla, en az maliyetle ve en kısa zaman içinde üretim koşulları da işçi sınıfının  yaşam hakkını gasp etmekte.  Çocuklar açısından ayrıcalıklı bir durum söz konusu değil. Çocuk işçi sayısı bir milyonu aşmış durumda. Herhangi bir ücret pazarlığı koşulları olmayan, patronların istediği gibi,  istediği koşullarda çalışan çocuk işçi kitlesi artan fakirleşmeyle birlikte  istihdamda giderek daha fazla yer alıyor.

Türkiye’de çocuk işçilik 4 ila 8 yaş aralığında başlıyor. 8 yaşından itibaren mevsimlik tarım işçisi ve sokakta çalışırken işçi sayısında ciddi bir artış yaşanıyor. 10-12 yaşlarda tekstil ve metalde çalışan çocuklar, 13-14 yaşlarından itibaren tarım, inşaat, sanayi ve hizmetlerde çalışan sayıları yüzbinlere ulaşıyor; 15-17 yaş grubunda ise tarım başta olmak üzere konaklama, ticaret, inşaat, metal, tekstil ve gıda gibi işkollarında çalışan milyonu aşkın çocuk işçi var. İSİG raporlarında son 10 yılda 611 çocuk iş cinayetleri sonucu yaşamını kaybetti, deniyor. Rapora göre, SGK her yıl 11 çocuk işçinin öldüğünü açıklarken, her yıl 50 çocuk işçinin ölümü gizlenmekte. Suriyeli on binlerce çocuk da tarım ve sanayide çalışıyor. Göçmen çocuk işçilerin tüm çocuk işçi ölümlerindeki oranı yüzde 10-12 aralığında. 

İş cinayetleri sınıfsaldır. Ve yanıtı da sınıfsal olmalıdır. Kapitalizmin işçi sınıfına dayattığı gayri insani çalışma koşulları meslek hastalıklarına ve ölümlere yol açmakta. Kapitalizmin işçi sınıfının başına açacağı belâların sonu olmadığı gibi, ona reva gördüğü berbat çalışma ve yaşam koşullarının da sonu yok. İşçi sınıfı, kendi can güvenliğinin yanı sıra çocuklarının geleceği ve güvenliğini de ancak ve ancak örgütlenerek koruyabilir. Her gün ve her an en temel haklarımızı gasp eden kapitalizme karşı birleşmek ayakta kalmamızın da tek yoludur. 


Can Irmak Özinanır Tüm Yazıları

Medya ve yüzleşme

İngiltere’de The Guardian gazetesi kendi kurucularının denizaşırı pamuk ticareti üzerinden köleciliğe ortak olduğunu açığa çıkararak, özür diledi. Scott Vakfı tarafından 1821’de kurulan gazetenin kurucusu John Edward Taylor, gazeteciliğin yanısıra Manchester’da bir pamuk taciriydi. İşçi sınıfının ağır sömürü koşulları altında yaşadığı 1800’ler Manchester’ında sömürgelerde köleler tarafından toplanan pamuk, denizaşırı ticaret yoluyla İngiltere’ye getiriliyordu ve tekstil Manchester’ın en önemli sektörlerinden biriydi. Dolayısıyla Kuzey, Güney Amerika’daki ve sömürgelerdeki kölelik sistemi ile Manchester işçi sınıfının sömürüsü arasında güçlü bir bağ vardı. Kölelik ve sömürü sayesinde zenginleşen burjuvazi, kuşaklar boyunca bu konumunu sürdürdü. Gazetenin kurucu sermayesini veren on bir kişiden dokuzu kölelik sisteminden besleniyordu. The Guardian gazetesinin bu insanlık suçunu ortaya çıkarması büyük bir anlam taşıyor. “Pamuk Sermayesi” (Cotton Capital) isimli bir dosya ile ortaya çıkan The Guardian’da sadece gazetenin kölelikle olan ilişkisi değil, bir bütün olarak İngiltere’nin kölelik ile olan tarihiyle de hesaplaşılıyor. 

Peki, medya gerçekten yüzleşmenin alanı olabilir mi? Bu soruya hem evet hem de hayır yanıtını vermek mümkün. Kuşkusuz The Guardian’ın bugün attığı adım son derece önemli ancak bunu tek başına gazetenin başarısı olarak görmek doğru olmaz. Kuşkusuz, 2020’de devasa boyutlara gelen Black Lives Matter (Siyah Hayatları Önemlidir-BLM) hareketi bugünkü hesaplaşmanın arka planını oluşturuyor. Gazete de bunu itiraf ediyor, 2020 yılında başlayan bir akademik araştırmadan yola çıkarak dosyayı oluşturduklarını söyleyen The Guardian, BLM eylemleri sırasında Bristol’de köleci Edward Colston’un heykelinin yıkılmasının kölelikle olan yüzleşmenin fitilini ateşlediğini söylüyor. 

Medya, güç ilişkileri ve hegemonya 

Medya, kapitalizm altındaki bütün endüstrilerde olduğu gibi çelişkili bir yapıdır. Üstelik medyanın daha çelişkili bir yapı gösterdiğini söylemek mümkün. Çünkü medya hem meta üretiminde hem de kültürel anlamların, ideolojilerin üretiminde rol oynar. Gramsci’nin basım endüstrisi için söylediği gibi bu alan hem altyapının hem de üstyapının parçasıdır. Daha da somut söyleyecek olursak medya, kapitalizmdeki en önemli hegemonik aygıtlardan birisidir:

“Gerçekte, bazı teknik araç biçimleri ikili bir fenomenolojiye sahiptirler: Onlar hem yapı hem de üstyapıdırlar. Bu özelliğe sahip ‘teknik araç’ sektöründe eşi benzeri görülmemiş bir önem edinen basım endüstrisi bu ikili doğayı andırır. Hem mülkiyetin, dolayısıyla sınıf bölünmesi ve mücadelesinin konusudur, hem de ideolojik faaliyetin veya çeşitli ideolojik faaliyetlerin ayrılmaz bir unsurudur” (Antonio Gramsci) 

Burada medyadan bahsederken sadece haber medyasından değil, gazetelerden televizyonlara, eğlence endüstrisine, kültürel ürünlere kadar geniş bir alanı anlamamız gerektiğinin altını çizmem gerekiyor. Medya endüstrisi, toplumdaki güç ve iktidar ilişkileriyle iç içe geçmiştir. Dolayısıyla doğası gereği bağımsız veya tarafsız medya yoktur. En temelde egemen sınıfın hegemonyasının toplumun kılcal damarlarına kadar yayılmasını sağlamaya dönük bir pratik içinde olsa da medya, hegemonyayı üretmeye her zaman muktedir değildir. Bunun sebebi medyanın yukarıda bahsedilen ikili doğasıdır. Her alan sınıf mücadelesinin alanıdır, bir endüstri olarak medya da içinde işçileri barındırdığı için sınıf mücadelesinin bir alanı olarak tanımlanmalıdır. Ancak medyanın rolü salt bu da değildir, BLM ve The Guardian hikâyesinde görüldüğü gibi toplumsal mücadeleler medyayı etkileme potansiyeline sahiptir. Devasa bir hareket, bazı medya organlarını kendi geçmişleriyle ve daha geniş bir anlamda devletin geçmişiyle yüzleşmeye zorlayabilir. 

Türkiye’de yüzleşme ve medya 

Peki, Türkiye medyası bu yüzleşmenin neresinde? Türkiye medyasının Ermeni soykırımıyla, Kürtlere yapılanlarla, Dersim katliamıyla kısacası bu ülkenin geçmişiyle yüzleşmesini bekleyebilir miyiz? 

Türkiye medyası da yukarıdaki çerçevede, ulus devletin kuruluş ilkelerine yaslanarak şekillendi. 1908 devriminin hemen sonrasında en özgür dönemini yaşayan basın, hemen bir yıl sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) tarafından zapturapt altına alınmaya çalışıldı. 1913’te İTC iktidarı ele geçirince bu süreç tamamlandı. Ancak bu dönemi de bir mücadele dönemi olarak düşünmek gerekiyor. 1908 sonrası bir yandan sosyalizm de dâhil pek çok fikir dolaşıma girerken, bir yandan milliyetçilik de basın aracılığıyla (da) yayılıyordu.

Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber, CHP diktatörlüğü tarafından basın çok daha net bir biçimde yeni devletin ideolojisinin yani Kemalizmin yayılması için kullanıldı. Ulus gazetesi zaten CHP’nin resmî yayın organıydı ancak bununla sınırlı kalınmadı. Örneğin, Yunus Nadi’nin Cumhuriyet gazetesinin matbaası, 1915’teki soykırım sebebiyle Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmış Vahan Matosyan’a aitti. Dolayısıyla Cumhuriyet’in geçmişi de The Guardian gibi ırkçılık ve soykırımla lekelenmiş durumda. 

Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki medya büyük oranda devletle el ele şekillendi. O kadar ki Mustafa Kemal Atatürk, dönemin gazetecilerinden Ahmet Emin Yalman’a gazeteciliği bıraktırmıştı, ta ki yeniden Atatürk tarafından gazeteciliğe devam edebileceği kararı alınana kadar. 

Ancak medyanın rolü bununla sınırlı kalmadı. 6-7 Eylül 1955’te yine gazetelerin pogrom örgütlemenin bir aracı olarak kullanıldığını biliyoruz. Burada Türkiye medya tarihini yazmak elbette mümkün değil ancak medyanın devletin bir uzantısı gibi işlediği, zaman zaman doğrudan zaman zamansa dolaylı olarak Türk-Sünni-Müslüman-erkek hegemonyasına katkıda bulunduğu çok açık. 

Bunun tek sebebi ideoloji değil elbette, giderek holdinglerle iç içe geçen medyanın çıkarları da soykırımın inkarını, devletin çıkarlarını savunmayı gerekli kılıyordu. Türkiye’de bir zamanlar medyanın “amiral gemisi” sayılan Hürriyet’in sloganının “Türkiye Türklerindir” olması bir tesadüf değildi. 

Ancak bütün bunlar bir yüzleşmenin mümkün olmadığı anlamına gelmiyor. Anaakım medyanın parçası olmasa da Agos gazetesi bu milliyetçi hegemonyada önemli bir yıpranma yarattı veya Özgür Gündem geleneğinden gelen medya devasa bir harekete yaslandığı için bütün baskılara rağmen hâlâ ayakta. Ancak medyada hegemonyanın delinebildiği anlar bunlarla sınırlı değil. 2007’de Hrant Dink öldürüldüğünde “Hepimiz Ermeniyiz” diye yürüyen on binleri anaakım medya da görmezden gelemedi. Gezi günlerinde sokaktaki kitleler NTV’nin kapısına dayanınca, kanal normal yayın akışını kesip canlı yayında eylemcileri göstermek durumunda kaldı. Bugün Türkiye’de medyada bir yüzleşme istiyorsak, hem kültürel alanda bir hegemonya mücadelesini yürütmek hem ırkçılığa karşı büyük bir hareketi inşa etmek durumundayız. Bu ise medyanın içinden ve dışından mücadele ile mümkün. 


Deniz Güngören Tüm Yazıları

Yan yana, omuz omuza, kol kola ve iç içe

Bir tartışma alanının oluşmasının hepimizi ilerleteceği konusunda Can Irmak Özinanır’a katılıyorum. Bu yazının amacı da elbette bu tartışmayı ilerletmek, yanlış yorumlandığını düşündüğüm şeyleri teker teker düzeltmek değil. Fakat yanıtında kimi zaman benim yazımla değil de uzaklardaki bir sekter gelenekle tartıştığı izlenimine kapıldığımı söylemeliyim. Tabii yazının okumasını yanlış yaptığını iddia etmek oldukça kibirli olacağı için sorunu benim yazımın kusurlarında bulmayı seçeceğim. Dolayısıyla, söylemediğim halde benim iddialarım olarak yansıtılan şeylerin karşısına gerçekten düşündüklerimi daha net bir şekilde koyarak ilerleme ihtiyacı hissediyorum.

Tavuk ve yumurta

Öncelikle Irmak’ın bana Lenin’in 2. Enternasyonal’in çizgisinden kopuş sürecini hatırlatma gereği duymasından, Irmak ve Atilla’nın bu tarihe atıfta bulunarak mekanik sol dedikleri, bugüne ait bir eğilim ile, üzerinden bir dünya savaşı, bir devrim, bir de faşizm geçmiş bir gelenek arasında kesintisiz bir teorik çizgi olduğunun söylendiğini anlıyorum. 

Her şeyden önce Lenin’in teorik olarak kopuşu, Irmak’ın da doğru bir şekilde belirttiği gibi teorinin değil politikanın öncelediği bir olay, yani önce teorideki birtakım yanlışları saptamasından kaynaklanmıyor. Dolayısıyla, nasıl Sosyal Demokratların devrimi boğan bir rol üstlenmesinin teorilerindeki eksikliklerden kaynaklandığını söylemek abes olacaksa, bugün soldaki kimi eğilimlerin kaynağını teoride aramak da bizi aydınlatmayacak. Bununla beraber Türkiye’deki ekseri sol eğilime illa bir çatı isim bulmak zorundaysak, sol oportünizm en fazla grubu kapsayan tanım olacaktır bence. Oportünizm de teoriyi eylemine uydurmasıyla ünlüdür zaten.

Kendiliğindencilik meselesine dair de bir şeyi netleştirmek lazım. Atilla ve Irmak’ın bugünün koşullarını anlamlandırmak için kullanışlı olduğunu öne sürdükleri, 20. Yüzyıl başındaki Marksistlerin arasındaki kendiliğindencilik tartışması toplumsal hareketlerle ilgili değildi. Alman Sosyal Demokratları, işçilerin kendi kendine eyleme geçeceğini düşünmek bir yana dursun sınıfı dev bir parti haline getirmeye çalışıyorlardı. Burada kendiliğinden olup olmayacağı etrafında tartışılan şey devrimdi. Sırf bu bile bu paralelliğin oldukça zorlama olduğunu gösteriyor bence.

Yani kısacası, bugünün soluyla tartışmamızı Lenin’in savaşı destekleyen 2. Enternasyonal çizgisinden kopuşuna benzetmek iyi bir benzetme değil.

Bu benzetmenin her şeye rağmen kullanışlı olabileceği yerler var, örneğin Amerika’daki DSA ve Demokrat Parti ilişkisi bu tarihin dersleri üzerinden incelenmeye değer bir olgu. Fakat bu örnekte bile tarihin aynen tekerrür ettiği anlamına gelebilecek kestirme yorumlardan kaçınmak önemli. Türkiye’de ise şu anki durumda buna benzetilebilecek bir durum ben göremiyorum. Kautsky’ciliğin izlerini bulabileceğimiz popülist sol retorik var elbette ama bunlarla tarihin en büyük işçi sınıfı partisi arasında fikir benzerliği üzerinden karşılaştırma yapmak doğru olmayacaktır.

Kaldı ki Atilla’nın yazdığı ve Irmak’ın savunduğu yazıda, şu an büyüyen sol partilerin heyecanlandırdığı mücadeleci kuşakları kazanabilmek için bu genç aktivistlerin ortalama fikirlerine çok keskin çıkışlar yapmama yönünde bir tedbir seziyorum. Bunun da -illa benzeteceksek bile, 2. Enternasyonal örneğinde Lenin’in tarafına düşeceğini söylemek çok zor. 

Mekanik solun Stalinizm’den kaynaklandığı gibi bir iddia ise benim yazımda yer almamakta. Bugün solda Arap devrimlerini veya kimlik hareketlerini küçümseyen tutumu, mekanistik bakmalarıyla değil politik ve ideolojik bagajlarıyla açıklamanın daha doğru olacağı yönünde bir argüman var sadece.

Kesişimsellik

Kesişimselliğin önemli bir birikim sunduğu olgusu ise yazıda yer alıyor zaten. Bu yüzden bunun bana tekrarlanma ihtiyacının nereden kaynaklandığını anlayamadım.

Kesişimsellik, tarihsel olarak sosyalist feminist hareket içinde, işçi ve kadın olmasının haricinde ırkçılıkla da uğraşan kadınların dezavantajlarının görünmez olmasının önüne geçmek için ortaya atılmış bir kavram. Fakat bugün kesişimsellik, kapitalizmin ürettiği ezilme ilişkilerinin kökenine dair yaptığı tahlil bakımından marksizme rakip bir çizgiyi temsil ediyor.

Ezilenlerin deneyimini daha iyi anlamamızı sağlayan her gerece değer veririz elbette. Fakat kesişimselliğe böyle nötr bir kavramsal gereç olarak yaklaşmak doğru olmaz. Tüm ezilme ilişkilerinin temelinde ekonomik sömürünün yattığı analizini, işçilerin ezilişinin diğer ezilme biçimlerinden üstün olduğu anlamına geleceği sebebiyle reddeden bir çerçevedir bu sonuçta. Ve seçtiğimiz çerçevenin her zaman siyasi sonuçları vardır.

Ben Marksizm ve kesişimsellik arasında bir duvardan ziyade ciddi bir açı farkı olduğunu düşünüyorum. Yani ortak bir noktadan başlayıp ve farklı yerlere giden iki çizgidir bunlar. Kesişimsellik marksizmden pek çok kavram ödünç aldığı gibi, marksistler de kesişimsellikten pekâlâ bir sürü şey öğrenebilirler. Fakat ikisi, nihayetinde çok farklı iki politik projenin ürünleri olarak görülmeli.   

Kesişimselliğe dair hiçbir tartışma yürütmemek gerektiği anlamına gelebilecek herhangi bir ifadenin ise bir kere daha yazıda yer almadığını vurgulamalıyım. Bilakis, Atilla’nın tek bir kelimeyle bahsettiği kesişimselliği tartışmanın parçası haline getiren benim zaten.

Marx’ın yöntemi

Irmak Marx’ın yönteminin tane tane bir özetini vermiş. Fakat bu bağlamda Marx’ın yönteminin temelinin “herşeyin acımasız eleştirisine” dayandığına yapılan vurguyu -Benjamin’in “geleneği konformizmin elinden kurtarmaya” dair söylediklerinin yazının en tepesine konulmasıyla birlikte okuyunca- Irmak’ın benim yazımda eleştirilemez birtakım kutsalların ifade edildiğini ima ettiği sonucuna varıyorum. Oysa böyle bir şey yazıda yer almıyor.

Devam etmeden burada bir ufak vurgu daha yapmayı önemli buluyorum: yanlış bilmiyorsam konformizm kavramı konfordan (comfort) ziyade uyum sağlamak, boyun eğmek anlamına gelen “conform” kelimesiyle daha yakın bir akrabalık ilişkisine sahiptir. Amacım dipsiz bir etimoloji tartışmasına hepimizi birden sürüklemek değil, kavramlarla ilgili fikir birliği içinde olduğumuzdan emin bir şekilde ilerlemek elbette. Zira Benjamin’in de konformizm derken rahata alışmaktan ziyade baskın eğilime yenik düşmeye daha yakın bir şey kast ettiği görüşündeyim. Uyarı, bir konfor alanında alıştığımız şeyleri yapmaya değil, burjuva toplumunun mantığı içinde kaybolup egemen sınıfların aleti haline gelme tehlikesine dair bir uyarı sonuç olarak. Yani tersine çevirirsek, ne pahasına olursa olsun hareketlerin enerjisinden beslenmeyi bir taktik olarak benimsemek örneğin bir tür konformizm olarak tabir edilebilir.

Genç Marx’ın “her şeyin acımasız eleştirisi” cümlesi de pek çok zaman bağlamından koparılıp sloganlaştırılan bir cümle. Elbette Marx’ın her şeyin sırrını bulduğu, bizlere ise yalnızca bunu uygulamanın kaldığını savunan “mekanik solculara” her daim hatırlatılması gereken bir söz. Fakat öte yandan, Marx’ın esas projesinin dogmayla savaşmak olduğu anlamına gelebilecek vurgular da oldukça kaba bir indirgeme yapma riskini taşıyor. 

Sonuç olarak “herşeyin acımasız eleştirisine” yapılan vurgunun, bizi, teoriyi her gün tekrar eleştirip tekrar kendimize ıspatlamamız gerektiği sonucuna götürmemesi gerektir. Yani teorinin koşulları açıklamakta başarısız olduğu durumlarda gerekirse teoriyi didik didik etmekten çekinmeyeceğiz elbette. Fakat bu başarısızlığın faturasını teoriye kesmeden önce çuvaldızı epey kez kendimize batırmamız gerekir diye düşünüyorum.

Bir kere daha: “İçerisi, dışarısı, aşağısı, yukarısı”

Fakat tüm bunların yanında benim ifadelerim olarak bir yerde asılı kalmasına en fazla itirazım olan şey, devrimcilerin hareketlerle ilişki kurmaması gerektiğini söylediğim iddiası. Açıkçası bunun abesle iştigal olacağına tümüyle katıldığımı söylemek zorunda kalacağım bir duruma düşmeyi beklemiyordum. 

Buradaki sorunun ne olduğuysa benim için oldukça açık. Öznesi olmak, içinde yer almak ve ilişki kurmak gibi şeyler eş anlamlı kullanıldığı için bu kavram karmaşasını yaşıyoruz. 

Her şeyden önce ezilen kimliklerin eşitlik ve özgürlük mücadelesinin öznesi olmak -devrimci veya na-devrimci, bir kişinin öylece seçebileceği bir şey değil. Bu yüzden ilişki kurmayı doğrudan “öznesi olmak” olarak değerlendirmenin bizim karar verebileceğimiz bir şey olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla bunları ayrı şeyler olarak ele almak gerekiyor bence.

Burada yapıyor olduğumuz tartışma aslında teker teker devrimcilerin değil, partinin hareketlerin neresinde durduğu tartışması, en azından benim yapmaya çalıştığım bu. Burada da merceği aşırı genişletmek pahasına parti ve sınıf arasındaki ilişkiyi nasıl tarif ettiğimize geri dönmek tek sağlıklı yol olarak görünüyor bana. 

Devrimci parti, işçi sınıfının öz yönetim organları ile kendisi arasında yaptığı ayrımı sürekli kontrol etmek zorundadır; yani kendisini işçi hareketinin yerine ikame edemez. Ezilenlerin eşitlik mücadelesi içinde omuz omuza mücadele verirken de hareketin taleplerini kendi taleplerimiz olarak görmek ile hareketin doğal unsuru olmak arasında fark olduğunu unutmamanın aynı ölçüde önemli olduğunu düşünüyorum. İlişki kurmak, öznesi olmak, parçası olmak, içinde yer almak veya omuz omuza yürümek gibi şeyler arasında ayrım yapmamaya karar vermek, bu tedbirden uzaklaşma riskini de beraberinde getiriyor.

Hareketler ve mücadele: “Sütliman” 

Elbette kimi teorik meseleleri açıklığa kavuşturmamız önemli olmakla beraber, konumuz bugün nerede durduğumuz ve ne yapacağımızla ilgili. 

Burada “sütliman” derken, hatta “mücadele” ve “hareket” derken nelerden bahsettiğimizi netleştirmeye ihtiyacımız varmış gibi hissediyorum. Çünkü Irmak, ortalığın sütliman olduğuna karşı çıkar çıkmaz bir sonraki cümlede mücadele düzeyinin düşük olduğunu kendisi de söylüyor. Benim ortalık “sütliman” derken söylediğim bundan ibaret: mücadele düzeyi şu anda düşük, yüksek değil. Statlarda hükümet karşıtı sloganlar atılması belli bir öfkenin olduğunu gösterir ama ortada bir mücadele dalgası olduğunu göstermez. 

Şu anda kendine futbol maçı gibi çeşitli yerlerde ifade bulan bu öfke ise ne yazık ki büyük ölçüde seçimlere endeksli bir öfke, bu endekslenmede ise şu anda kitleselleşmeye çalışan sol siyasetin büyük etkisi var, benim temel eleştirim bu. Bu yüzden de bu siyasetlerle aramızdaki farkı sıkı bir denetime tabi tutmaktan vazgeçmemenin sekterlik olduğunu düşünmüyorum. Konformizm olduğunu ise hiç düşünmüyorum. Bunların hareketlendirdiği akıntıda yüzmek bizim içinde olduğumuzu düşündüğüm durumdan çok daha “konforlu” olurdu bence. 

Seçime endeksli demek bu öfkenin içinde ekonomik çöküşle ve depremle keskinleşen bir sınıf öfkesi olmadığı anlamına gelmiyor tabii. Bu öfkenin kendine sınıfsal bir kanal bulup seçim hesaplarını aşan bir ufukla hareket etmeye başlamasından ürken siyasi aktörlerin egemen olduğu bir dönemden geçtiğimizi ve ortaya çıkan bir öfke ifadesini potansiyel bir toplumsal hareket olarak yorumlamadan önce bu bağlamı ıskalamadığımızdan emin olmamız gerektiğini söylemeye çalışıyorum sadece. Hegemonya tartışacaksak da buradan başlamak gerekir bence.

Futbola değinmişken, Amedspor’a yönelik linç girişimine Türkiye’nin en büyük hareketi olan Kürt hareketinin sokaktan cevap veremez olduğu gerçeğine değinmeden, maçta slogan atılmasını ortalığın taştığı şeklinde yorumlamak ise Irmak, Atilla ve benim hiç şüphesiz paylaştığımız, bir değişim dalgası görme arzusunun tahlilde aceleciliğe itiyor oluşunun sonucu gibi geliyor bana. Burada seçim sonuçlarına göre durulacak öfke ile durulmayacak öfke arasında bir ayrım yapmanın faydalı olabileceği görüşündeyim. Zira “AKP İstifa” sloganı, göçmenler veya çözüm süreci konusunda taban tabana zıt kutuplara düşeceğimiz kimi siyasi çizginin de rahatlıkla sahiplenebileceği bir slogan. Biz ise bu eğilimlerin AKP karşıtlığı etrafında birbirine karışmasını değil ayrışmasını savunduk bugüne kadar.  

Aynı şekilde tarihin en büyük deprem felaketinde, tek tük eylemler dışında bir sokak hareketliliği, hatta bir miting dahi olamamasını azımsamak da hata olacaktır.

Bize, gözümüze görünmeyen hareket nasıl olabilir onu ise içtenlikle anlamıyorum ben. Hareket göze, kulağa, kola, bacağa değdiğinde harekettir, bundan önce hareketlerin potansiyeli üzerine akıl yürütmekten ötesine geçebileceğimizi ben düşünmem. 

Kayığı şimdiden inşa etmenin gerekliliği konusunda ise bir fikir ayrılığımız yok. Fakat Atilla ve Irmak’ın fırtına çağrısında seçimlerden sonra demokrasinin coşacağı ve hayatın normalleşeceği yönündeki hâkim duyguya eleştirel bakmayı ihmal eden bir tutum var bence. Bu tutum da fırtınanın çoktan içine girmişiz gibi bir resim çizmelerine ve bunun sonucunda partinin tarihsel rolüne yapılan vurguları yük olarak görmelerine sebep oluyor diye düşünüyorum.  

Nerede, kiminle, nasıl?

Partiyi nerede inşa edeceğimiz meselesine gelirsek; devrimci parti her yerde, işyerinde, sokakta, markette, statta ve eğer içindeysek bulunduğumuz kimlik örgütünde inşa edilir elbette. 

Ancak parti teorisinin, güncel koşullara uygulanabilirliğini ispatlayabildiğimiz zaman işe yarar bir şey olduğu gerçeği ile “devrimci parti biz ne olmasını istiyorsak odur” demek arasında bir fark var. Irmak ve Atilla’nın bugünkü görevlerimizi tarif ederken kurduğu çerçeve ise kimi zaman bu ayrımı yapmayı ihmal ediyor diye düşünüyorum. Oysa yapacağımız tartışma tam da bugünkü tarihsel koşullarda bu farkı nasıl hep beraber eylemimizle ortaya koyacağımız tartışması olmalı bence. 

Bu noktada, Türkiye’de tümüyle sağ bir zeminde ve işçi sınıfının hiçbir talebinin öne çıkma şansı bulamadığı bir ortamda gerçekleşecek bir iktidar değişikliğinin tek başına yaratacağı değişimi farklı öngörüyoruz diye düşünüyorum. Yılların baskı birikiminin altından bir çırpıda özgürlük çığlığı çıkmayabilir. Tam da bu sebeple bizim işçi sınıfının merkeziliği, göçmenler, ve Kürt sorununda özel bir pozisyonumuz olduğunu unutmamamız gerekiyor. Unutmamak için ise bu pozisyonumuzu soldaki baskın eğilimle daha barışçıl bir hale getirmenin tam aksine, sağın palazlanmış olduğu günümüzde bir kere daha nasıl ön plana çıkaracağımızın planlarını şimdiden yapmak elzem. 

Kim bağırıyorsa biz de orada olacağız elbette. Ama parlayan hareketlerin enerjisinden sebeplenmeyi ön plana koyup işçi sınıfı bu koşulda nerede duruyor diye düşünmeyi ertelemek, her şeyden önce kazanmanın önünde bir engel teşkil eder. Bizim bu noktada işçi sınıfının merkezi rolüne işaret eden bir perspektifi nasıl hegemonik kılacağımız sorusunu Atilla ve Irmak’ın çizdiği çerçevede gördüğümden çok daha fazla ciddiye almamız gerektiğini düşünüyorum. Zira hareketlerin içindeki insanların kaçınılmaz olarak işçi olduğu gerçeğini vurgulamak bana bu anlamda yeterli gelmiyor. Ayrıca bu ısrarda sol içinde bir kere daha oldukça yalnız kalma ihtimalimiz de oldukça yüksek bence. Bu yüzden de bu sorunun, potansiyel hareketlere dair bir telaşın gölgesinde kalmaması gerektiğini devamlı birbirimize hatırlatmamız gerekiyor diye düşünüyorum.  

Belki hepsinden önemlisi, savaş, salgın, ekonomik kriz, iklim değişikliği gibi pek çok şeyin küresel bir analizi erteleyerek siyaset yapmayı her zamankinden daha zor kıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu dönemde kitleler, özellikle sağın bu derece baskın olduğu ülkelerde, küresel antikapitalist bir perspektifi fazla keskin ve yarına hizmet etmeyen bir perspektif olarak görebilirler. Biz ne pahasına olursa olsun esas hedefimizin kapitalizmi yıkmak olması gerektiğini anlatmaktan vazgeçmemek ve bu perspektifi nasıl yaygınlaştırırız diye düşünmek, bunun eylemini kurgulamak zorundayız. Anlattıklarımız birlikte yürüdüğümüz insanlarda hemen yankı bulmayınca fikirlerimizi daha kolay sindirilir hale getirmek ise bizi güçlendirmez. 

Devrimci parti denilen şey, bu fikirlerin yaşayan öznesi ve cismi olabildiği ölçüde bu ismi hak edebilir. Burada etiyle buduyla harekete benzeyen bir şeyin henüz olmadığını söylemek ise umudumuzu kıracak bir şey olarak görülmemeli. Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da yönetenleri titreten işçilere bakmalı ve onların mücadelesiyle buradaki potansiyel hareketler arasında nasıl köprüler kuracağımızı konuşmalıyız. Hareketlerin içinde erimek ise bizi bu hedeften ve bu netlikten uzaklaştırma tehlikesini barındırıyor.   


Dila Ak Tüm Yazıları

Marksizm 2023: Kapitalizme meydan okumanın platformu

Her mevsimin yeri bende ayrıdır, pek tabii ki her biri farklı bir özelliğiyle öne çıkar. İçerisinde bulunduğumuz bahar ayları da hep bir tazelik habercisi olarak tasvir edilir, yenilikle, hayatla, aşkla, umutla, büyüme ile özdeşleştirilir. 

Dünyanın pek çok yerinde krizler yaşanırken, aynı zamanda pek çok yerde milyonlarca insan sokağa çıkarak, greve giderek bu krizlerle mücadele ediyor. Türkiye’de yaşayan bizler de gerek küresel çapta olsun, gerek bu topraklara özgü olsun, pek çok krizle mücadele ediyoruz. Şubat ayında 11 ili vuran depremler binlerce insanın ölmesine, binlerce insanın evinden olmasına ve yaşadığı yerden göç etmesine sebep oldu. Hâlâ pek çok insan çadırlarda hayatta kalmaya çalışıyor. Depremin sonrasında ortaya çıkan atmosfer pek çok insanda büyük bir öfke birikmesine sebep oldu. 

14 Mayıs’ta ise hepimizi Cumhurbaşkanlığı ve 28. Dönem Milletvekili Seçimleri bekliyor. 7’sinden 77’sine pek çok insan günlerdir bu seçimlere kitlenmiş durumda; her sohbet ortamında seçimlerin konuşulduğu bir an mutlaka oluyor. Seçimlerin sonucu ne olur hep beraber göreceğiz ama toplumun büyük bir kesiminin büyük bir umutla 15 Mayıs’ta bir tazelik, yenilik beklediğini söylemek mümkün. 

Daha önce de duyurusunu yaptığımız gibi, seçimler öncesinde, 5-7 Mayıs’ta Cezayir Toplantı Salonu’nda, hem küresel hem de Türkiye sınırları içerisindeki krizleri anlamak, açıklamak, tartışmak, örgütlenmek ve değiştirmeye yönelik neler yapmamız gerektiğini konuşmak için çeşitli konuşmacıların olacağı 11 toplantıda bir araya geleceğiz. Tartışılacak konular arasında solun milliyetçilikle imtihanından, cumhuriyetin öteki tarihine; faşizmden, kadınlar ve LGBTİ+’ların direnişine; iklim adaletinden, medya ve yüzleşmeye; Arap Baharı’ndan başlayarak Fransa 2023’e ve göçmenlere yönelik ırkçılığa; savaşlardan yoksulluğa; felaketlerden isyanlara kadar pek çok konuyu birlikte tartışacağız. 

Elbette seçimler de özel bir başlık olarak Marksizm gündemlerinden birisi olacak. 2022’de kabul edilen yeni seçim yasası ile birlikte ittifakların baraj geçirmek dışında bir artısı kalmadı. Milletvekili seçimlerinde ittifak içi ya da ittifak dışındaki tüm partiler birbirleriyle rekabet halinde olacak. Dezavantajlı konumdaki küçük partiler için en rasyonel olan durum, ittifakında bulunan büyük partilerle ortak liste çıkarmak olarak karşımıza çıkıyor. Ortak liste ya da milletvekili adayları listesinde göze çarpanlardan birisi de kadın temsiliyetinin yetersizliği. Siyasi partilerin 2020 kadın milletvekili oranlarına göre meclis içerisinde en çok kadın vekil oranını %40 ile HDP elinde tutuyor. Önümüzdeki seçimler içinse Yeşil Sol Parti, 270 kadın aday ve %45 oran ile en üst sırada ve 34 bölgede kadın adayları 1.sırada yer alıyor. Bu oran diğer partilerin kadın milletvekili oranlarına kıyasla iyi olmakla birlikte, meclisin tamamında kadın vekil oranı şu an %17, elbette yeterli değil ve kabul edilemez. Bu durumun en az %50-%50 temsiliyete getirilmesi çok önemli.

Dila Ak

---


F. Levent Şensever Tüm Yazıları

Tükettiğiniz et ürünlerinin iklim krizine etkisinin farkında mısınız?

► FAO’nun endüstriyel hayvancılık sektörünün karbon ‘ayak izine’ ilişkin en son tahmini 6,19 milyar ton karbondioksite eşdeğer.

► Endüstriyel hayvan yetiştiricilik sektörü, gezegenin yaşanabilir toplam kara alanının yaklaşık yüzde 40’ını ve dünyadaki tüm tarım arazilerinin yüzde 75’ini kullanıyor.

► Bilim insanları endüstriyel hayvan yetiştiriciliğinin yol açtığı sera gazlarının, Paris İklim Anlaşması’nın küresel ısınmaya ilişkin belirlediği üst sınır olan 1,5°C’nin üzerine çıkmasına yol açabileceği konusunda uyarıda bulunuyor.

2006 yılında BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) kamuoyunun dikkatini endüstriyel hayvancılık sektörünün iklim değişikliğindeki rolüne çeken, “Hayvancılığın Uzun Gölgesi” adlı bir rapor yayımladı. Rapor, gezegenin insan faaliyetleri sonucu ısınmasına yol açan sera gazlarının atmosfere salımının sadece arabalar, uçaklar ve kömür santralleri gibi sanayi sektörleri tarafından gerçekleştirilmediği, bunda tükettiğimiz gıdaların da önemli ölçüde katkısı olduğunu ortaya koydu. FAO o dönemde et, süt ürünleri ve yumurta üretimi ve tüketiminin küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 18’ini oluşturduğunu tahmin etmekteydi.

FAO’nun tahminleri o zamandan bu yana birkaç kez güncellendi. Örgüt, geçtiğimiz ekim ayında 2015 yılı verileri baz alınarak hazırlanan endüstriyel hayvancılık sektörünün karbon ‘ayak izine’ ilişkin en son tahminini yayımladı. Bu son raporda, hayvancılığın toplam yıllık sera gazı emisyonlarındaki payı yaklaşık yüzde 11 düzeyinde olduğu belirtilmekteydi. Yani FAO, aradan geçen dokuz yılın ardından tahminlerini yüzde 7 gibi muazzam bir oranda revize etmişti. Bu son verilere göre, endüstriyel hayvansal tarımın küresel ısınmaya yol açan sera gazlarına katkısı 6,19 milyar ton karbondioksite eşdeğer düzeydeydi.

Sağlıklı veriler elde edilmesi konusu karmaşık bir mesele

FAO’nun bu verilerindeki muazzam düşüş oldukça şaşırtıcı, zira bizzat FAO verilerine göre, 2006 yılında tüketim için kesim yapılan dünya toplam kara hayvanı sayısı (deniz ürünleri dışındakiler) yaklaşık 55 milyar düzeyindeyken, 2021 yılında bu sayı 83 milyara çıkmıştı.

Öte yandan, bilim insanlarının yayımladığı birçok hakemli bilimsel araştırmanın sonucu, endüstriyel düzeyde yetiştiricilik yapılan çiftlik hayvanlarının dünya toplam tüketiminin küresel ısınmaya olan katkısının yüzde 14,5 ile 19,6 düzeyinde olduğunu ortaya koyuyor. FAO’nun hakemli olmayan son tahmini, bilimsel olarak yayımlanan araştırmalar arasında en düşük seviyede olanı.

Dolayısıyla akla ilk gelen soru, FAO’nun tahmininin neden bu kadar düşük olduğu. Bilim insanları arasında bu sorunun cevabı konusunda ortak bir görüş yok.

Özellikle hakemli araştırmaları yürüten bilim insanlarının çoğu endüstriyel hayvan yetiştiriciliğinin, Paris İklim Anlaşması’nın küresel ısınmaya ilişkin belirlediği üst sınır olan 1,5°C’nin üzerine çıkmasına yol açabileceği konusunda uyarıda bulunmaya devam ediyor.

Oxford Üniversitesi’nde gıda sürdürülebilirliği analitiği uzmanı ve hayvan besiciliği emisyonları üzerine 2018’de yapılan etkili bir çalışmanın eş yazarlarından olan Joseph Poore, “FAO’nun yeni verilerinin neden daha düşük olduğunu kendi belgelerine dayanarak söylemek zor” diyor.

FAO’nun raporundaki şeffaflık sorunu bir yana, Poore ve diğer bilim insanları, Küresel Isınma Potansiyeli (GWP 100) ölçütündeki değişikliklerin de dahil olmak üzere yeni tahminin düşürülmüş olmasında çeşitli faktörlerin rol oynayabileceğine işaret ediyor. GWP, iklim biliminde farklı sera gazlarının küresel ısınmaya yol açan etkilerini “karbondioksit eşdeğerlerine” dönüştürmekte kullanılan önemli bir ölçüt. Bu şekilde farklı ölçü birimleri birbiriyle kolayca karşılaştırılabiliyor.

Bir önceki Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nde, daha önce kabul edilen metan gazının 34 kat daha etkili olarak hesaplanmış karbondioksit eşdeğeri 27 kat olarak revize edilirken, endüstriyel hayvancılıkla yakından ilişkili bir başka sera gazı olan azot oksit, bir önceki 298 kat yerine, 273 kat daha etkili olarak revize edildi.

Endüstriyel düzeyde hayvancılık muazzam tahribatlara yol açıyor

FAO’nun tahminiyle ilgili olarak bazı bilim insanları tarafından dile getirilen daha ciddi bir endişe ise asıl olarak raporda belirtilen verilerin neleri içermediğine ilişkin. Örneğin, bir yandan büyükbaş hayvanların saldığı metan gazı gibi hayvancılık endüstrisinin doğrudan sorumlu olduğu emisyonlarla sınırlı veriler hesaba katılıyor. Ama buna karşılık, hale hazırda büyükbaş çiftlik hayvanları için ayrılan araziler veya bu amaçla yok edilen ormanlık alanların bir kısmının geri dönüşümünün sağlanması sayesinde, atmosferdeki sera gazlarını tutan ve depolayan potansiyellerin artışından elde edilebilecek önemli iklim kazanımları hesaba katılmıyor.

Bilim insanları bunu, endüstriyel hayvan yetiştiriciliğinde ‘arazi kullanımının fırsat maliyeti’ olarak adlandırıyor. Söz konusu bu fırsat maliyetinin boyutu olağanüstü büyük, zira endüstriyel hayvan yetiştiricilik sektörü, gezegenin yaşanabilir toplam kara alanının yaklaşık yüzde 40’ını ve dünyadaki tüm tarım arazilerinin yüzde 75’ini kullanıyor. FAO’nun verilerinde bu faktörün göz ardı ediliyor olması, endüstriyel hayvancılığın küresel ısınmaya olan etkisini oldukça sınırlı bir şekilde resmettiği anlamına geliyor.

Sonuçta et ve süt ürünlerinin küresel düzeyde üretiminin sonlandırılması ya da yerel düzeyde üretimle sınırlandırılması, endüstriyel hayvancılık sektörünün ele geçirdiği bu muazzam büyüklükteki arazilerin geri kazanımı ve dolayısıyla küresel ısınmaya yol açan sera gazlarının önemli ölçüde azaltılması anlamına gelecek. Bu aynı zamanda, sanayileşmiş ülkelerdeki nüfusun et tüketimi için yoksul ülkelerdeki tarım ve orman arazilerinin tahribatını önemli ölçüde azaltırken, yerel toplumların tükettiği gıda fiyatlarında önemli düşüşlere yol açacak.

Bunun yol açacağı dönüşüm gerek hayvansal ürünlerin gerekse tarımsal üretimin yerel düzeyde daha sürdürülebilir bir hale gelmesi anlamına gelecek. Bu şekilde, bir yandan yerel doğal kaynakların sömürüsü önemli ölçüde azaltılırken, aşırı et tüketiminin yerine yerel koşullara uygun ve daha sağlıklı olan bitki tabanlı besinlerin yetiştirilmesine ve bu şekilde söz konusu arazilere sahip ülkelerin kendi kendilerine yeterli olmalarına olanak sağlayacak.

F. Levent Şensever

Not: Yazının konusunun küresel ısınma ile sınırlı olması nedeniyle, hayvanları tüketilecek bir meta olarak gören anlayışa ve endüstriyel hayvancılık sektörünün ‘üretim’ metotlarındaki vahşi koşullara değinilmedi. Bunlar bir başka yazının konusu olacak.


Faruk Sevim Tüm Yazıları

İktidardan hesap sormanın en garantili yolu, kitlesel eylemlerdir

Yunanistan’da çoğunluğu öğrenci 57 kişinin ölümüne yol açan tren faciasının ardından işçi sınıfı hesap sormak için büyük eylemler düzenledi.  

28 Şubat’ta meydana gelen olaydan sonra, işçi ve kamu çalışanları sendikaları sürekli grevler yapmaya başladı, sorumluların istifasını, özelleştirmelerin geri alınmasını ve sistemde kalıcı olarak iyileştirmeler yapılmasını talep etti. Sonuçta Ulaştırma Bakanı istifa etti. 

İşçiler bakanın istifasını yeterli bulmuyorlar, eylemlerine devam ediyorlar. Özellikle özelleştirme sonucu işletmeyi yönetmeye başlayan İtalyan firmanın güvenlik konusunda somut adımlar atmasını talep ediyorlar.

Türkiye’de de demiryolu faciaları oluyor, ama bir istifa bile olmuyor

Türkiye’de Demiryollarının, TCDD’nin özelleştirilmesi konusunda AKP hükümeti epeyce yol aldı. 2013 yılında çıkarılan bir kanun ile TCDD bölünerek şirketler topluluğu haline getirildi, amaç parça parça satmaktı. Personel sayısı yüzde 70 azaltıldı, 10 yıl önce 46 bin olan personel sayısı 13 bine indirildi. İktidar TCDD’nin özelleştirilmesi konusunu sürekli gündemde tutuyor.

TCDD’nin gündemimize gelmesinin diğer bir sebebi de sürekli olan kazalar. Son 20 yılda pek çok kaza yaşandı, en az 94 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Bunların en önemli ikisi halen hafızalarımızdadır. Birisi Pamukova’da olması gerekenden daha hızlı gitmesi talimatı verilen ve bu nedenle raydan çıkan “hızlı” trenin devrilmesi sonucu 41 kişinin ölmesi. Diğeri ise Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde, yolcu treninin devrilmesi sonucu 25 kişinin hayatını kaybetmesi.

Pamukova faciasından sonra iki tren makinistine 1’er yıl hapis cezası verildi. Çorlu faciası davası ise devam ediyor, davada tutuklu sanık yok. Ancak siyasetçiler ve üst düzey bürokratlar bu facialarla ilgili hiçbir ceza almadılar, üstelik istifa bile etmediler.

Yunanistan’da bakanın istifasına kadar giden ve halen devam eden hesap sorma süreci, işçilerin eylemleri sonucu ortaya çıkmıştır.

Türkiye’de de yapılması gereken bu: kitlesel eylemler. Bu eylemler ölümlerin sorumlusu olan iktidarlardan ezilenlerin hesap sorması için en önemli araçtır. 

İktidarın kurduğu korku rejimi ve emek örgütlerinin yöneticilerinin sağcılığı, işçileri ve ezilenleri eylemsizliğe sürüklüyor. Buna karşı mücadele etmeliyiz.

Faruk Sevim


Figen Dayıcık Fırat Tüm Yazıları

Üçüncü darbe!

Çocukluğum, gençliğim Adapazarı’nda geçti. 

Kasabalarında, köylerinde akrabalarım ve tanıdıklarım çok. 

Bu tanıdıklarımın içinde doğal olarak hiç Suriyeli yok çünkü o tarihlerde topraklarını bırakıp gelmek zorunda kalmamışlar. 

99 depreminde tanıdığım bir iki kişinin Migros’u yağmalama haberini almıştım.

Yine 99 depreminde yeni evlenen bir tanıdığım hasarlı binasını bırakıp ailesinin yerle bir olan apartman enkazının başına gittiğinde, evdeki tüm eşyalarının çalındığından habersizdi. 

Ve yine 99 depreminde enkazlardaki ziynet eşyalarının peşine düşenler vardı.

Yağmalama maalesef afet ortamlarında yaşanabiliyor.

Bu nedenle “yağma” sözcüğünün TDK’deki anlamlarını inceledim. Birinci anlamı zor kullanarak ele geçirilen malın alınıp kaçılması, ikinci anlamı ise “akıncılar”ın düşman topraklarına yaptıkları baskın, çapul olarak geçiyor. İkinci anlam konumuzun dışında ama yağmacılık Türklerin bir savaş geleneği aynı zamanda.

Yağma, kabul edilecek bir şey değil, yağma yapanlara kanunun ilgili maddesi uygulanmalı, suçlular adliyeye sevk edilmeli.

Jean Luc Godard’ın yıllar önce adliyede çektiği bir belgeselini izlemiştim. Savcı araba teybi çalan, marketten bir şey çalan ve genellikle bu tarzda adi suçlar işleyen insanların ifadelerini alıyor. Hepsi aynı sosyo-ekonomik düzeyde. Yönetmenin vurgulamak istediği adi suçları işleyenlerin arasında zengin bir gence rastlanmamasıydı. Zengin aile fertlerinin ya da çocuklarının adi suçlardan sorgulandığını, gözaltına alındığını duymayız. Yokluk suçu artıran bir durum. Nice fakir var yapmıyor diyenlerin sesini duyar gibiyim de dünyanın yüzde sekseninin fakir olduğu bir ortamda bu doğal. Övülen İskandinav ülkelerindeki suç oranlarına bakarsanız, yok denecek kadar az. O zaman sorun sistemde. Sistem bozuk olunca toplumun zayıf halkaları, en korunmasızları oluyor. 

Suriyeliler de son yıllarda Türkiye’nin en zayıf halkası.

6 Şubat depremi, insanları binaların altında yaralayıp öldürürken, bazı insanların da ”insanlığının olmadığını” bir kez daha hatırlattı.

Bunlardan biri de Ümit Özdağ. Her şeyi bırakmış, Suriyelilerle ilgili yalan haber yayma çabasında. Neyse ki vicdanlı insanlar, bu adamın gerçek yüzünü gözler önüne seriyor. Suriyeli diye hırsızlıkla suçladığı kişi, arama kurtarma ekibindeki Türkiyeli bir hafız çıktı. Fenerbahçe tırlarının yağmalanmasıyla ilgili haberini hem Fenerbahçe kulübü hem de kendi partisi yalanladı.

Bu adam gibi olan niceleri var: Halk TV’ye Maraş’tan bağlanan Zeki Çekici adlı bir avukat Suriyelilerle ilgili konuşmaya başlayınca televizyon kanalının sunucusu bu haksızlığa dayanamayıp avukatın yayınını sonlandırdı. Hatayspor Asbaşkanı Ethem Sunar da TV 1’de yağma yapıldığını söyledi. Bu adamın kimleri suçladığı malumumuz.

Sağduyulu TV programcıları ve vicdanlı insanlar, karnını doyurmak için makarna alan herhangi birinin yağmacı olarak hedef gösterilmesinin yanlışlığını dile getirdiler. 48 saat ulaşılamayan deprem bölgesinde aç olan herhangi birinin marketten bir şey almasının doğal olduğunu söylediler.

Yağmacılara kızalım da rahat koltuklarından ırkçılık yapanlar, yalan haber üretenler ne olacak? Yağmacıları sosyo-ekonomik nedenlerden dolayı anlayabilirim ama ırkçıları anlamam mümkün değil.

Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü sözcüsü Matthew Saltmarsh, salı günü Cenevre’de düzenlenen basın toplantısında, milyonlarcası depremden önce hayatta kalmak için insani yardıma muhtaç olan, yerinden edilmiş Suriyeliler için bu depremi “çekiç darbesi” olarak tanımladı.

Depremin etkilediği 10 ilde 15 milyonluk nüfusun 1,7 milyonunu Suriyeli mülteciler oluşturuyor. BM raporları, Antep, Urfa, Hatay'da her 4 ya da 5 kişiden birinin mülteci olduğunu belirtiyor. Onlar savaştan kaçtılar, depremde yaşamlarını yitirdiler. 

Suriyelilerin ırkçıların hedefinde olmaları da savaş ve deprem darbesinden sonra üçüncü darbe olsa gerek.

Sağduyu ve vicdan sahibi insanlar sayesinde bu üçüncü darbeden yara almamaları mümkün.

Figen Dayıcık Fırat



Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

Türk siyasetinin mayınlı tarlası

14 Mayıs seçimleri sonrası oluşacak parlamento aritmetiği veya Millet İttifakı’nın toplam oyu ile Kemal Kılıçdaroğlu’nun oyu arasındaki fark toplumsal beklentinin ve Millet İttifakı partilerinin hareket kabiliyetini gözler önüne serecektir. Bu farkın Türk siyasetinin mayınlı tarlasının temizliğini dayatır boyutta olacağına hiç kuşkunuz olmasın.

Son seçim virajı alınırken hiç bir şeye şaşırmıyoruz. Beklediğimiz gibi 21 yıldır iktidarda olan AK Parti ve Cumhur İttifakı ortakları seçimleri kazanmak için hukuk dışı, ahlak dışı, siyasi etikten yoksun bir şekilde, ellerinden gelen, akıllarının erdiği her şeyi yapıyorlar.

Aylar önce muhalefet saflarında körüklemeyi başardıkları “ seçilecek başkan adayı” krizi Millet İttifakı’nın 6 Mart 2023 tarihindeki toplantısında aşıldı. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu Millet İttifakı’nın 13. Cumhurbaşkanı adayı ilan edildi. Kılıçdaroğlu kısa sürede seçmenden beklenenin çok ötesinde büyük bir teveccüh gördü, bütün muhalif kesimlerin adayı olmayı başardı.

Son bir aylık seçim süreci iktidar partisinin ezberini bozan, stratejik ve taktik hesaplarını altüst eden bir süreç olarak gelişti.  Son bir ayda Cumhurbaşkanı seçimlerinin ikinci tura kalma olasılığı zayıflamaya başlayınca, beklendiği gibi “Türk siyasetinin mayınlı tarlası” devreye sokuldu.

Türk siyasetinin mayınlı tarlası üç başlıktan oluşuyor.  Birincisi Batı, dış güçler. İkincisi cinsiyetçi, ırkçı, göçmen karşıtı, farklı toplumsal kesimleri dışlayan, düşmanlaştıran nefret söylemi. Üçüncüsü PKK, Kandil, İmralı, terör ve Kürt sorunu/karşıtlığı konuları.

AK Parti sözcülerinin ve seçim ittifakı ortaklarının bu konularla ilgili değişik biçim ve yöntemleri devreye sokarak sokağı kızıştırmaya, toplumsal gerilimi tırmandırmaya ve seçmen iradesini etkilemeye çalıştıklarına tanıklık ediyoruz.

Hiç kuşkusuz bunlar seçim sathında ilk kez rastladığımız ve gördüğümüz şeyler değil. 90’lı yıllardan itibaren Kürt illerinde, Kürt sorunu bağlamında veya Kürt seçmenlere yönelik farklı biçimlerde, birçok seçim sürecinde iktidar veya muhalefet partilerinin bu yöntemlere başvurduğuna tanıklık ettik.

1 Kasım 2015 seçimlerinde Türkiye’nin metropol illerinin sokaklarındaki Kürt karşıtlığı konusunda, 2017 referandumunda, 2018 seçimlerinde, Kürt bölgelerinde OHAL koşullarının uygulanmasında ve özel seçim düzenlemeleri yapılmasında Türkiye siyasetinin milli mutabakatı vardı. Bütün bunlar hafızalarda canlılığını korkuyor.

Düne kadar Kürt muhalefetine yapılanlar şimdi bütün muhalefete uygulanıyor. Dün Kürtler terör bahanesiyle dışlanıyordu, engelleniyordu, bugün bütün muhalefet aynı veya benzer bahanelerle engelleniyor, bastırılıyor.

Türkiye demokrasisi büyük bir kötülükler ittifakıyla karşı karşıya. Saçtıkları zehir, toplumu köklerinden sarsıyor. İyilikten, güzellikten, insanlıktan yana ne varsa kemiriyor.

Hafta sonunda Erzurum’da Ekrem İmamoğlu’nun şahsında muhalefete yönelik taşlı saldırı ve engelleme, Türkiye siyasetinin mayınlı tarlasının ulaştığı boyutları ve tehlikenin büyüklüğünü göstermektedir.

Başka bir ifadeyle hafife alınabilecek, geçici, seçimlerle sınırlı bir sorunun çok ötesinde, derin bir sorunla karşı karşıya olduğumuz açık.

Cumhur İttifakı’nın, muhalefetin son bir ayda elde ettiği psikolojik üstünlüğü tersine çevirebilecek artık ne zamanı ne de hüneri kalmamıştır. Sokağı kışkırtarak sonlarını hazırladılar.  Zamanlarını doldurdular.

Ancak kimi Millet İttifakı lider ve sözcüleri iktidarın sergilediği oyunun sahasına girmeyi marifet sanıyorlar. Ya da bunun yaratacağı sonuçları yeterince dikkate almıyorlar. Son iki haftadır, tevatürlerle Öcalan üzerinden yapılan tartışmalarda kullanılan dil, sergilenen yaklaşım buna işaret ediyor.

Seçimleri kazanmaktan daha büyük ve derin bir sorunumuz olduğu gerçeği ile hareket etmek zorundayız. ‘Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme Geçiş Programı’nı sağlıklı ve sağlam temellerde ilerletebilmek için “Türk siyasetinin mayınlı tarlasını” demokratik normlarla temizlemek, bezemek gerekiyor.

Geçiş sürecinde muhalefetin çok parçalı yapısı nedeniyle zorlu olacaktır. Bu temizlik yapılmadan yeni demokratik bir toplum, Türkiye  inşa edilemez. Aksine  seçimler sonrası muhalefet yeni  kriz yaşayacaktır. Muhalefet saflarında farklılıklar gerilim, çatışmalara yol açacak, tıkaç faktörü işlevi görecektir.

Kötülük kaybedecek bu netleşti de iyilik, özgür, demokratik bir Türkiye umudu ne ölçüde kazanacak en azında şimdilik çok belirgin görülmüyor. Yeni mücadele dönemi başlayacak.

Bu temizlik yapılmadan değişime gitmeden yeni bir toplum inşa edilemez. Aksi halde seçimler sonrası muhalefet yeni krizlerle yüz yüze gelecektir.

Başka bir Türkiye arzusu içinde olanlar, 15 Mayıs sonrasında  “güvenlikçi, milliyetçi, devletçi dil yerine, özgürlükçü, eşitlikçi, insan ve hak merkezli dil ve yaklaşımlarla” ilerleyebilirler.

13.Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun sloganı olan “Sana Söz Veriyorum, Bay Kemal Sözünden Dönmez” sözünün gereğini, önce değişimin ön saflarında yer alanlar yapmak durumundalar.

Kendi siyasal bagajlarını sorgulamaya cesaret edemeyenler, ona teslim olmak zorunda kalırlar. Değişim için değişmek şart.

14 Mayıs seçimleri sonrası oluşacak parlamento aritmetiği veya Millet İttifakı’nın toplam oyu ile Kemal Kılıçdaroğlu’nun oyu arasındaki fark toplumsal beklentinin ve Millet İttifakı partilerinin hareket kabiliyetini gözler önüne serecektir. Bu farkın Türk siyasetinin mayınlı tarlasının temizliğini dayatır boyutta olacağına hiç kuşkunuz olmasın.



Melike Işık Tüm Yazıları

Sahipsiz köpeklere yönelik saldırılara son!

Sokak köpeklerinin konumunu ve fotoğraflarını yayımlayan web sitesi Havrita’nın son aylarda gerçekleşen köpek cinayetleriyle ilişkisi gündeme gelince toplumdan tepki yağdı. 

Uygulamada önce kendi halinde öylece yatan sahipsiz köpekler, ardından kimi sahipli köpekler ve hatta köpekleri besleyen insanlar sanki varlıkları birer suçmuş gibi ifşalanarak hedef gösterilmeye başlandı. 

Uygulamanın son aylarda artan köpek cinayetleriyle ilişkili olduğu ve uygulamada işaretlenen bölgelerdeki köpeklerin zehirleme gibi saldırılarla karşılaştığı belirtiliyor. Sosyal medyada bu işaretlemelerin gündem olmasıyla sitenin kapatılması için binlerce imza toplandı. Nihayetinde siteye ve sosyal medya hesaplarına erişim engellendi fakat sahipsiz köpeklere yönelik saldırılar devam ediyor.

Uygulamanın sahipleri her ne kadar uygulamanın “önlem ve bilgilendirme” amacı taşıdığını ve hatta hayvan refahını gözettiğini iddia etse de “başıboş köpek çeteleşmesi”, “köpek saldırısı” gibi başlıklarla daha en başından çözüm sunma amacından ziyade bir korku ve nefret aşılama amacı güttüğü anlaşılıyor. Üstelik Havrita, diğer pek çok köpek düşmanı sosyal medya hesabı tarafından destekleniyor. Tüm bu siteler ve sosyal medya hesapları, sokaktaki sahipsiz köpeklere yönelik bir nefretin örgütlenmesi ve yöntemi muğlak bir “başıboş köpeklerden kurtulma” gayesinde birleşiyor. 

Sokakların köpekler için güvenli bir yer olmadığı ve sahipsiz köpek nüfusunun kontrol edilmesinin hem hayvanlar hem insanlar için gerekli olduğu konusunda herkes hemfikirken yapılan bu “başıboş sokak hayvanlarından kurtulma” vurgusu, yöntemi ne olursa olsun başıboş köpeklerden kurtulmak için başvurulan her yöntemin meşru olduğu fikrini pekiştiriyor. 

Oysa medyada sokak hayvanlarını hedef göstererek sunulan saldırıların sorumlusu sokak köpekleri değil; hayvan hakları savunucularının yıllardır dile getirdiği güvenli kısırlaştırma seferberliğini yürütmeyenler, hayvanları birer silah olarak kullanan sahipler ve hayvanların barınma, beslenme gibi temel haklarını hiçe sayan yönetimlerdir. Gelgelelim hesap vermeye, sorumluluk almaya pek de niyeti olmayan tüm bu sorumlular, sahipsiz köpekleri toplamayı, zehirlemeyi ve hatta öldürmeyi bir çözümmüş gibi sunmaya cesaret edebiliyorlar.

Havrita gibi, hayvanların temel haklarını doğrudan tehdit eden uygulamalar tamamen kapatılmalı, bu uygulamalar aracılığıyla hayvanlara saldırılar düzenleyenler 5199 sayılı Hayvanların Korunması Kanunu’nu ihlalden cezalandırılmalı. 

Sokak köpeklerine yönelik saldırılar ve onları hedef alan söylemlere derhal son verilmeli. 

Melike Işık

(Sosyalist İşçi


Meltem Oral Tüm Yazıları

Türkiye-Ermenistan sınırı açılmalı

İkinci Karabağ Savaşı’nın üzerinden bir yıl geçti. 44 gün süren savaşta her iki ülkeden 6 binden fazla asker öldü, yüzlerce kişi kayıp, Azerbaycan hâlâ Ermenistanlı savaş esirlerini tutuyor. Savaş bitmiş gibi görünse de yaz ayları boyunca sınır çatışmaları, ölümler, Azerbaycan’ın geçiş yollarını kapamak gibi hamleleri devam etti. 

Geçen temmuz ayında AGİT Minsk Grubu eşbaşkanları tarafından iki ülkeye müzakerelere dönme çağrısı yapıldı. AGİT Minsk Grubu, 1992’de Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı tarafından kurulan ve Karabağ sorununun çözülmesi için, farklı çıkarlara sahip uluslararası ve bölgesel güç olan ülkelerin dahliyle çalışmalar yürüten bir oluşum. Grubun eşbaşkanları ABD, Rusya ve Fransa temsilcilerinden oluşuyor.  

Savaşın ardından başbakan Nikol Paşinyan’ın istifasıyla birlikte Ermenistan erken seçime gitti ve Sivil Sözleşme Partisi yüzde 53,9 oy aldı. Yeniden başbakan seçilen Nikol Paşinyan da barış görüşmelerine hazır olduklarını deklare etti. Paşinyan’ın müzakere çağrısından iki gün sonra CNN Türk’e röportaj veren Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ise Ermenistan’ın barış anlaşmasına hazır olmadığını hatta karşı olduğunu iddia ederek “pişman olacaklar” dedi. “Savaşı başlattık” itirafında bulunan Aliyev, konuyu Zengezur koridoruna getirdi. 

Son dönemde Türkiye’den hem Erdoğan’ın hem de İbrahim Kalın’ın demeçleriyle birlikte, Azerbaycan ve Ermenistan meselesine dair müzakere açıklamaları iyice hız kazandı. Ancak Türkiye’den yapılan normalleşme açıklamalarının merkezinde halklar arasındaki barıştan ziyade “ekonomik kalkınma ve bölgesel işbirliği” var. Zaten Karabağ’daki savaşın sona ermesinin hemen ardından, aralarında son günlerde adı Pandora belgeleriyle anılan Cengiz Holding’in de olduğu, inşaat, maden, enerji sektörlerinden 11 firma Azerbaycan devletiyle büyük anlaşmalar imzalamıştı. Anlaşmalar Karabağ’da Azerbaycan’ın kontrol etmeye başladığı bölgelerde yol yapımı, inşaat, madencilik gibi faaliyetleri kapsıyor. 

Ambargo

Geçen haftalarda normalleşme meselesine dair “diplomasi başlarsa bir şeylerin alınıp verilmesi lazım” diyen Erdoğan tıpkı Aliyev gibi, Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki gerilimin Zengezur koridorunun açılmasıyla hallolacağını söylemişti. İki liderin de barışın inşasından anladığı, Azerbaycan ve Nahcivan arasında kara ve demiryolu inşa edilmesi gibi görünüyor. Yine iki lider için de Ermenistan’ın barıştan yana olup olmadığının göstergesi, koridorun açılmasını kabul edip etmeyeceği belli ki. İbrahim Kalın da aynı günlerde katıldığı bir televizyon programında normalleşmeye dair bakışını “Bakın Ermenistan fakir bir ülke. Azerbaycan, Türkiye ekonomileri var. Bundan faydalanabilir” sözleriyle açıklamıştı. 

İbrahim Kalın’ın dem vurduğu Ermenistan ekonomisini olumsuz etkileyen en önemli faktörlerden birisi Türkiye’nin Ermenistan sınırlarını kapalı tutarak uyguladığı ambargo. Azerbaycan ve Türkiye tarafından normalleşme görüşmelerinin adeta bir koşulu olarak konulan Zengezur koridoru, Azerbaycan ve Türkiye arasında Ermenistan ve Nahcivan’dan geçerek birleşmesi planlanan kara ve demiryolu hattı. Hattın Ermenistan kısmı 43 kilometre. Türkiye devletinin tek taraflı olarak kapattığı sınır ise 325 kilometre. Türkiye devleti iki ülke arasındaki normalleşme müzakerelerinde bölgesel güç olarak kendi çıkarlarını dayatmak yerine, hızla kapalı tuttuğu Ermenistan sınırını açmalı.

---

‘Kardeşlik’ sözlerinin gizledikleri

İktidar tarafından halka, Azeriler ve Ermeniler arasındaki mücadelenin tarihsel bir kavga olduğu anlatılıyor. ‘Kardeş Azerbaycan’ı desteklememiz gerektiği söyleniyor. Türkiye’yi yönetenler neden bu propagandayı yapıyor?

Karabağ’daki savaşın ardından, Azerbaycan’ın kontrol etmeye başladığı bölgelerde inşaat, maden, mühendislik faaliyetleri için Türkiye’den ondan fazla firmayla milyon dolarlık sözleşmeler imzalandı. Olağan şüpheliler Cengiz Holding, Kalyon Grup, Kolin İnşaat, Özgün Yapı bu firmalardan bazıları. Anlaşmaların en büyüğü Cengiz Holding’e ait Eti Bakır ve Azerbaycan Ekonomi Bakanlığı arasında imzalandı. Eti Bakır ayrıca bir madenin 30 yıllık arama ve işletme ruhsatını aldı. Cengiz ve Kalyon’un ortak şirketi Artvin Maden’e ruhsatlar verildi. Birkaç gün önce Cengiz Holding, ikisi Karabağ’da olmak üzere 3 yeni bölgede maden arayacağını duyurdu. Kolin İnşaat ve Özgün Yapı tarafından, Azerbaycan’dan Şuşa’ya giden ve Aliyev’in zafer yolu dediği yol yapılıyor. Bunların dışında çok sayıda altyapı, yol, inşaat anlaşmaları yapıldı. Her savaşta olduğu gibi bu savaşın merkezinde de en zengin aileler ve yükselen holdinglerin çıkarları duruyor.


Nevzat Onaran Tüm Yazıları

Mustafa Suphi, Ankara’nın tuzağına düştü

Mustafa Suphi, yoldaşlarıyla ne büyük umutla kar kış demeden yola çıkmıştı. Davet sahibi TBMM Reisi Mustafa Kemal’di. Kabul eden de Suphi liderliğindeki Türkiye Komünist Fırkası’ydı (TKF). Kars’ta Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’in konuğu olarak üç haftaya yakın kalmalarından şüphelendiler mi? Bilemiyoruz. 22 Ocak’ta Erzurum’a geldikten sonra artık geç kalınmıştı. Çünkü, Ankara-Kars-Erzurum üçgeninde belirlenen plan yürürlükteydi. Büyük olasılıkla Erzurum’da esir alındılar ve Trabzon yolculuğu böyle başladı; 28 Ocak 1921 gecesi Karadeniz sularında bitti. Erzurum ve Trabzon Kuvayı Milliyecileri görev başındaydı. Suphi ve yoldaşlarının katli, siyasal cinayet zincirinin 1921’deki halkasıydı. Öncesinde 1915’te Ermeni mebuslar Krikor Zohrab’la Vartkes ve sonrasında 1948’de Sabahattin Ali, 1979’de Abdi İpekçi, 1980’de Kemal Türkler, 1991’de Vedat Aydın, 1992’de Musa Anter, 1993’te Uğur Mumcu ve 2007’de Hrant Dink… Hiç şüphesiz onlarca isim sayabiliriz. Onlarca fiil, ama fail yok; ne tesadüf?

Suphi’ye resmi davet

TBMM Reisi Mustafa Kemal ile TKF Merkez Heyeti Reisi Mustafa Suphi arasında doğrudan ve dolaylı ilişki kuruldu. Mustafa Suphi, Mustafa Kemal’le ve Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’le hem yazıştı hem de parti görevlileri görüştü. Süleyman Sami, “BMM Reisi M. Kemal Paşa Hazretlerine” hitabıyla başlayan 15 Haziran 1920 tarihli mektupla Ankara’ya gitti. Sonra 2 Ağustos’ta [Ermenileri imha edenlerden eski Zor Mutasarrıfı] Salih Zeki, Karabekir’le görüştü ve Karabekir’in mektubuyla[1] Trabzon üzerinden Ankara’ya ulaştı. Kâzım Paşa'nın sırf memleketin yararı için komünist ve Bolşevik göründüğünü[2] belirten Mustafa Kemal, Salih Zeki’den de bir mektup aldı. Mektupta komünist teşkilatın amacı açıklanıyordu. Mustafa Suphi’ye, Mustafa Kemal yazılı ve Kâzım Karabekir şifahi cevap verdi. Mustafa Kemal’in “Mustafa Suphi Yoldaş” hitabıyla başlayan 13 Eylül 1920 tarihli mektubunda, halk hükümeti ve idarenin esas olarak seçimle belirlendiği gibi şuralara atıf yapıldı. Aynı hedefe yüründüğü için TBMM’ye yetkili bir delegenin gönderilmesini isteyen Mustafa Kemal’in ikili görüşmede önemle üzerinde durduğu bir konu da Sovyetlerden gelen yardımdır.[3]

Yardımların başladığı bir dönemde Sovyet Rusya’yla ilişkiye önem veren Mustafa Kemal ve diğer muhatapların Suphi’ye yazılı veya şifahi verdiği ortak mesaj, tek yetkili makam TBMM’dir. Suphi de sonraki iki mektubunda bu düşüncede olduğunu beyan edecektir.

Mustafa Kemal’in 14 Eylül’de Garp Cephesi Kumandanı Ali Fuat’a (Cebesoy) gönderdiği şifresinde konu, Mustafa Suphi ve komünizmdir. Mustafa Kemal, “Mustafa Suphi Yoldaşa da yazdığım veçhile ne yapılacak ise hükümet vasıtasıyla” yapılmasını ve alenen komünizm ve Bolşevizm aleyhtarlığını uygun bulmadığını yazdı. Mustafa Kemal, Ali Fuat’a 26 ve 31 Ekim tarihlerinde de gönderdiği iki şifredeyse, “hükümetin malûmatı tahtında” 18 Ekim’de resmen TKF’nin kurulduğunu ve “maksadı millimizin kahramanı arkadaşlarımız[ın] bu teşkilâtta” bulunacaklarını bildirdi.[4]

Suphi, Kasım 1920’de ikinci mektubunu Mustafa Kemal’e cevaben yazdı, yedi maddeydi. Karabekir’in Ermenistan harekâtı ve gönderilen ‘Türk Kızıl Alayı’ hakkında değerlendirme yapılan mektupta, temel talep, Türkiye’de kendiliğinden doğan komünist teşkilatların kanuni bir şekle sokulmasıydı.[5]

M. Kemal’in Suphi’ye yazdıktan sonra resmi TKF’yi kurdurması, gerçekte neyi amaçladığını anlaşır kılmaktaydı. İki tane TKF olamayacağına göre öncelikle tasfiye edilecek olan Suphi’nin partisiydi. Suphi ve yoldaşlarının imhası, hiç kuşkusuz bu yönde bir icraattır ve devamında komünizme yasak dili resmileştirildi.

M.Kemal-M. Suphi yazışması ve ilgililer arasındaki ikili görüşmeler ortaya koymaktadır ki, resmen Suphi şahsında TKF heyeti davet edilmiştir. Bu genel kabule rağmen, Yavuz Aslan “gönüllü davet” olmadığı iddiasındadır. M. Suphi de davete icabet edecek tavrındadır.[6] Suphi’ye davet Meclis’te de müzakere edildi; hem de Suphi ve yoldaşlarının Erzurum’a geldiği 22 Ocak 1921’de. Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni’nin TKF ile ilişki kurmak ve mektuplaşmakla ilgili ağır ithamına cevaben net konuştu: “Mustafa Suphi ile ilk temasta bulunduğu[m] zaman yalnız muhabere etmedim. Benim nezdimde ademi mahsus göndermişti. Hakikaten Eskişehir’de bulunduğum sırada Mustafa Suphi’nin ve daha bir adamın [Azadan Mehmet Emin] imzasıyla bir vesikayı ve bir [15 Haziran 1920 tarihli] mektubu hamilen bir zat [Süleyman Sami] bana mülaki oldu (ulaştı). Mustafa Suphi bana müracaat ediyor ve diyor ki, bizim hariçte maksadı teşekkülümüz dâhildeki maksadı millimizi teshil (kolaylaştırmaktan) ve teminden (sağlamaktan) ibarettir […] Bu adam [Mustafa Suphi] Lenin’in yegâne adamıdır. Lenin, Türkiye hakkında bir iş yapmadan evvel mutlaka Suphi ile [görüşmektedir.] […] Ben doğrudan doğruya Mustafa Suphi’nin mektubuna cevaben [13 Eylül 1920 tarihli mektubu] yazdım […] Asıl mektubu getirip de mahrem tebligatta bulunan, söylediğim şeylerin hepsi hakkında müspet, müeyyid delaili (doğrulayan deliller) kafiye (yeterince) mevcuttur. Tekrar delile hacet yoktur.”[7]

Mustafa Kemal'den plana onay

Suphi ve yoldaşları Kars’a gelmeden çalışmaya başlandı. Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir, 25 Aralık 1920’de Müdafaa-i Milliye Vekâleti’ne yazdı. Önerisi, Suphi’nin refakat eşliğinde Ankara’ya gönderilmesiydi. Telgraf, TBMM Reisi Mustafa Kemal dâhil ilgililere aktarıldı. Bunun üzerine Mustafa Kemal’in Karabekir’e gönderdiği 29 Aralık tarihli şifresinde, Suphi’nin komünizm cereyanlarını körüklemesinin mahzurlu olduğu belirtildi.[8] Bu, Ankara-Kars hattında ne yapılacağını belirlenmenin yazışmasıydı.

Suphi liderliğindeki TKF heyeti ancak 28 Aralık’ta Kars’a gelebildi ve üç haftaya yakın burada tutuldu. Neden beklendi veya bekletildi? 2 Ocak 1921’de Suphi, Moskova’ya giden ekipten Moskova Sefiri Ali Fuat, Maarif Vekili Rıza Nur’la görüştü[9] ve elbette buradan notlar Ankara’ya aktarıldı. Hem bu görüşme notları hem de Mustafa Kemal’in 29 Aralık tarihli şifresinde belirtildiği gibi, Kâzım Karabekir’in Suphi’yle görüşmesinden ne yazdığıyla ilgili bilgi, anıları saymazsak gün yüzüne çıkmadı.

Mustafa Kemal’in, Suphi’nin Kasım 1920 tarihli mektubuna cevap verip vermediği bilinmiyor. Kars’ta bulunan Suphi, 2 Ocak’ta TBMM Riyaseti’ne bir mektup daha yazdı.[10] Resmi TKF’nin kurulmasının memnuniyetle karşılandığı belirtilen mektupta, “Emelimiz memleketin müdafaa cephesini zayıf düşürmek değil […] hükümete yardımcı olmaktır. Bu gayeyi kanunların veregeldiği müsaadeler dâhilinde gereken kolaylığın gösterilmesini rica […] ve sizlere katılmakla onur duyacağımızı arz ederiz” denildi. Mektupta hükümetin 4 Ocak’ta okunduğu notunun varlığı çok önemlidir.

Suphi, sonunda bu iyi niyetinin kurbanı oldu. Zaten TKF’nin dönemsel politik analizi Ankara’dan ayrıksı değildir. TKF’nin 8 Kasım 1920’de aldığı kararda ve sonraki değerlendirmelerinde[11] Anadolu [Türk] millî kuvvetlerine, Hıristiyan milletlere ve Sevr’e bakışında Ankara ile paralellik vardır. Paralellik sonrasında daha da derinleşti. 1986’da TKP MK ve 1988’de TBKP MK Üyesi Ahmet Kardam’a göre, TKP, Ermeni soykırımını göremedi ve “Kürt isyanlarını gerici feodal isyanlar olarak” değerlendirdi.[12]

Mustafa Kemal’in vurguladığı gibi hükümetin Kâzım Karabekir’e verdiği talimat[13] ve Ankara-Kars hattında belirlenen plan, Erzurum Valiliği’ne Ankara emri olarak bildirildi. 2 Ocak’ta Kâzım Karabekir, Erzurum Valisi Hamit’e Suphi ve heyetinin Ankara’ya gönderilmemesinin Ankara emri olduğunu yazdı. Valinin yaptığı hazırlıkta öne çıkan teşkilat, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Heyeti’nin istifa etmesiyle 15 Ocak’ta kurulan Erzurum Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. Anlıyoruz ki, cemiyet, 1960’lardaki Komünizme Mücadele Derneği’nin 1920’ler versiyonudur. Mete Tunçay’a göre, bu cemiyetin Erzurum’daki kışkırtmalarının arkasında Erzurum Valisi ‘Deli’ namıyla tanınan Hamit (Kapanlı) ve Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir vardır. 16 Ocak’ta vali, Mustafa Kemal’e gönderdiği telgrafında hem yeni kurulan cemiyeti hem de Kâzım Karabekir’le alınan kararı aktardı. Buna göre, Suphi ve TKF heyeti halkın galeyanından korunacak ve hudut haricine sevk etmek amacıyla Trabzon’a gönderilecektir.[14]

Erzurum’da Suphi ve yoldaşlarına ne yapılacağı, 3/4 Ocak’ta Kâzım Karabekir-Vali Hamit yazışmasına göre netleştirildi. 11 Ocak’ta Kâzım Karabekir, plan hakkında hem Ankara’yı bilgilendirdi hem de valiye cevaben onaylandığını yazdı. Aynı gün Kâzım Karabekir, Mustafa Suphi ve Ethem Nejat’la görüştü[15] ve onlara hükümeti haberdar ettiğini bildirdi. Üç gün sonra Karabekir, validen, saldırının olmaması için tedbir almasını istedi. 16 Ocak’ta valilikten Mustafa Kemal’e plan bilgisi aktarıldı ve 18 Ocak’ta Ankara’dan cevaben “Tedabiri âliyeleri musiptir (isabetlidir)” denildi.[16] Böylece valilik, ‘onay’ bilgisini Kâzım Karabekir’in bildirmesine rağmen, Ankara’dan ikinci kez aldı.

İmhadan üç gün önce 25 Ocak’ta Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Mustafa Durak ve Elcezire Cephesi Kumandanı Nihat Paşa’ya Suphi ve yoldaşlarına yapılacakları, o güne kadar yapılanları yedi maddede özetledi. 22 Ocak’ta gizli celsedeki müzakere, birinci maddede “Komünizm sorunu, Meclis’te gizli toplantıda konuşuldu. Meclis ve hükümet komünizmin ülkede uygulanmayacağı hakkındaki kanısını kesin ve heyecanlı bir surette açıkladı” diye aktarıldı. Doğrudan plan, icrası ve onay hakkında olan beşinci maddede, “Erzurum’da Mustafa Suphi hakkında ulusal tepkilerin planını, daha önce Kâzım Karabekir Paşa’nın ve sonra [vali] Hamit Beyin yazılarıyla öğrenmiş ve uygun bulmuştum. Herhalde doğrudan gelecek yıkıcı herhangi bir akıma karşı Erzurum ve Trabzon’un ve bütün ülkenin bir demir duvar durumunda bulunacağına güveniyorum” denildi. Diğer maddelerde, hükümetin komünizme karşı gerekli önlemi aldığı, Rusya ile dostça ilişkilerin bozulmayacağı, Erzurum’daki cemiyetin önemli görev icra ettiği ve ayrıca Karabekir’e yazıldığı da ifade edildi.[17]

“Teçhizat ve para yardımı yapan Sovyetler gücendirilmeyecek” koşuluyla Ankara-Kars-Erzurum üçgeninde belirlenen ve Ankara’nın onayladığı plan şöyledir: 1- Heyet [Suphi ve yoldaşları] Erzurum’a vardığında halk kışkırtılmalıdır. 2- Heyette, Ankara’ya gidemeyecekleri ve kalamayacakları izlenimi uyandırılmalıdır. 3- Heyet Trabzon’a yönlendirilmelidir. 4- Trabzon’da da halk heyete karşı kışkırtılmalıdır. Yazılmayan 5’inci maddeyse, komünistlerin Karadeniz’de imhasıydı.

18 Ocak’ta Suphi ve yoldaşları, imha planından habersiz ve başlarına ne geleceğini bilmeden Kars’tan Erzurum’a trenle hareket etmiştir.

Ferman TBMM tutanağında

Suphi ve yoldaşlarının Kars’a gelişinden imhasına, Yahya Kâhya’nın[18] ve Trabzon Mebusu Ali Şükrü’yle Topal Osman’ın öldürülmesi bir bütün olarak dikkate alındığında, Erzurum üzerinde karar/onay mercii Ankara’dır. 22 Ocak 1921 tarihli TBMM gizli celse zaptı[19] da İsmail Hakkı’nın (Tekçe) itirafı öncesinde konumu itibariyle Mustafa Kemal’in rolünü anlaşılır kılmaktadır. Tutanak aslında “komünistlerin katli vaciptir” fermanıdır.

22 Ocak’ta Mustafa Kemal, Hüseyin Avni’nin bazı konularda bilgilendiğini kabul ederek, “Kâzım Karabekir Paşaya Heyeti Vekile’den verilen talimata vakıf mısınız?” diye sordu. Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir’i takdir ediyor ve onay makamının hükümet olduğunu hatırlatıyordu! Sonraki aylarda TBMM’de Mustafa Kemal’in I. Grubu’na karşı oluşacak II. Grup lideri Hüseyin Avni’nin, yaptığı konuşmanın dört mesajı vardı: 1- Mustafa Suphi’ye millet ve hükümet namına mektup yazılmış ve söz verilmiştir. Bununla Kâzım Karabekir ve Mustafa Kemal, ismi verilmeden suçlanmıştır. 2- Mustafa Suphi’yle ilişki kuran ve heyeti davet eden cezalandırılmalıdır. 3- Mustafa Suphi, şarkta yalnız başına değildir. Bir heyet gönderilmeli ve tetkik edilmelidir. 4- Ankara’da kurulan [resmi] TKF’ye para aktarılması usulsüzdür.

TBMM Reisi Mustafa Kemal de Hüseyin Avni’yi yanıtladı: 1- Komünizm “memleketimiz, milletimiz ve dinimiz” adına kabul edilemez. 2- Resmi TKF, Mustafa Suphi’nin TKF’sine karşı özel izinle kuruldu ve gerektiğinde kendileri dağılacaktır. 3- Evet, Mustafa Suphi ile ilişki kuruldu ve mektuplar yazıldı. 4- Bundan sonra Mustafa Suphi ile görüşülmeyecek ve mektup yazılmayacaktır. 5- Mustafa Suphi’yi şarkta karşılayan Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’dir. 6- Mustafa Suphi’yi ve heyettekileri “sınır dışına tard” etme yani Ankara’ya gelmesini engelleme planını hazırlayan Kâzım Karabekir’dir. 7- Suphi ve yoldaşlarıyla ilgili [imha] planın gereği yapılacaktır.

Anlıyoruz ki, Mustafa Kemal ve Hüseyin Avni anti-komünizmde yarışıyor. Tutanak ortadadır, Mustafa Kemal net konuşmuştur: Anti-komünizm ötesinde Suphi ve partisini TKF’yi bitirecek plan icra edilecektir! Plan gereği 22 Ocak’ta Erzurum’dan kovalanan Suphi ve 13 yoldaşı, 28 Ocak’ta gece Trabzon’a sokulmadan Batum’a gönderilmek gerekçesiyle motorlara bindirildi ve Karadeniz’de imha edildi. Böylece Ankara’nın Türk millî güçleri, Türk komünistlerini, Yunan işgalci askerinden önce denize döktü!

Komünistlerin imhası

Plan icrasının ilk adımı teşkilatlanmaktır. 15 Ocak’ta Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu ve Ankara’yla temasa geçti. Mustafa Kemal, 22 Ocak’ta gizli celsede cemiyetin okunan telgrafına cevabını 25 Ocak’ta gönderdi. 22 Ocak’ta heyecanlı görüşme yapıldığı ve milletin komünizmi kabul etmeyeceği belirtilen cevapta, “Hükümetin, bu görüşe uygun olarak hareket edeceği tabii bulunmakla, Erzurum’un sayın ahalisini, milli birliğimizi daima yenileyip güçlendirici olan sağlam durumlarını iç rahatlığıyla” sürdüreceği vurgulandı.[20]

Suphi ve yoldaşları, Erzurum Valisi’nin Bayburt kaymakamına ve Ankara’ya yazdığı gün, 22 Ocak’ta Erzurum’a geldi. Mustafa Kemal, planın Erzurum’daki icrası hakkında tekrar bilgilendirildi. Buna göre, cemiyetin faaliyetiyle, Suphi ve yoldaşları kovuldu, onlar da Trabzon’a kaçtı ve halk yiyecekle yatacak yer vermedi. Trabzon’a kovalanan Suphi ve yoldaşları için 24 Ocak’ta Kâzım Karabekir, Bayburt kaymakamını ve 12. Fırka Kumandanlığını uyardı: TKF mensupları kabul edilmeyecekti.[21]

TKF heyeti öncelikle Erzurum’dan, ardından Bayburt, Gümüşhane ve Torul güzergâhında Trabzon’a kadar kovalandı. Heyet ancak 28 Ocak’ta gece Trabzon’a vardı. 2/3 Şubat’ta, Trabzon’a sokulmayan Suphi dâhil 14 kişinin motorla sahilden uzaklaştırıldığını Genelkurmay’a bildiren Kâzım Karabekir, ölümden bahsetmedi. Heyet 19 kişi olup beş kişi alıkondu. Bunlardan biri de Suphi’nin karısı Mariya (Meryem) Suphi’dir. Trabzon’da imhayı organize eden Yahya Kâhya, Mariya Suphi’yi “kendisine kapatma yapmış” ve heyetin maddi imkanlarına da el koymuştur.[22]

TKF’ye göre 16 partili öldürüldü.[23] Canını kurtaranlardan biri de Süleyman Sami’dir ve 3. Fırka Kumandanı Rüşdü’nün 20.7.1921 tarihli raporuna[24] göre, heyette Ankara’yla temaslı kişidir. TKF’de de bu yönde tartışma[25] olmuştur, ama o sıra bitirilememiştir.

TKF, aylar sonra yoldaşlarına ne olduğunu gündemine alabildi. Merkez Komitesi, Suphi ve yoldaşlarının katledilmesini 3 Mart 1921’de ilk kez görüştü ve ancak bir ay sonra 2 Nisan’da Moskova’ya bildirdi.[26] Bu arada 16 Mart’ta Sovyetlerle antlaşma imzalandı. Peki TKF teşkilat merkezi, katliamı Bolşeviklere bildirmekte neyi bekledi?

Sovyetlerle ilişkinin bozulmasının istenmediği koşullarda, Suphi ve yoldaşlarının katli hemen o anda akla gelmiş ve uygulanmış olamazdı. Nitekim ilgili yazışma ve görüşmeler, heyetle ilgili Ankara-Kars-Erzurum hattının işletildiğini, imhanın kararlaştırıldığını ve M. Kemal’den onay alındığını göstermektedir. Anadolu’daki varlığından bahsedilen komünist-Bolşevik hareket de o denli zayıftır ki, Suphi ve yoldaşlarını karşılamada ve katliam sonrasında bir varlık gösteremedi.

‘Öldürün’ diyen bellidir

Ankara hükümeti, Sovyet Dışişleri’ne M. Suphi ve yoldaşlarının ölümünün bir deniz kazası olduğunu yazdı. Yahya Kâhya’ya kimin emir verdiği bilinmiyor[muş]! Mete Tunçay, “Yahya’ya Suphi grubunun ortadan kaldırılması için kimin emir verdiği kesinlikle belli değildir. Bu buyruğun Karabekir’den çıkmış olması muhtemeldir. Ankara’nın ise, önceden haberinin olup olmadığını kestirmek güçtür” ve “eğer günün birinde M. Suphilerin öldürülmesinin onun [M. Kemal] emrettiği kanıtlanırsa, çok şaşacağım!” değerlendirmesini yaptı.[27] Ayrıca Yahya’ya emri verenin ya İttihatçılar[28] ya da doğrudan Ankara veya Ankara insiyatifiyle Kâzım Karabekir-vali Hamit ikilisi olabileceği[29] de öne sürüldü. Kâzım Karabekir[30] ise, Mustafa Suphi’nin İttihatçı aleyhtarlığı yüzünden öldürülmüş olacağını belirtti ve Enver Paşa’nın Sovyetlerle mücadelesinden dolayı Bolşeviklerin de Yahya Kâhya’yı öldürtebileceğini iddia etti.

Yahya’nın tutuklanması, beraat etmesi ve ardından 3 Temmuz 1922’de öldürülüp susturulması, iç çekişme ve saireyle gerekçelendirilirse de dönemin ‘özel muhafızı’ ve sonra Çankaya Muhafız Alay Komutanı İsmail Hakkı’nın (Tekçe), Topal Osman’ın iki fedaisiyle Yahya Kâhya’yı (300 kurşunla)[31] öldürdüğünü açıkladığı 4 Aralık 1977’de, düğüm çözüldü. Çünkü İsmail Hakkı Tekçe, Mustafa Kemal’e rağmen Trabzon’a gitmiş olamazdı. TBMM heyeti, zaten bu adrese ulaşmıştı; Yahya’yı öldürenler Ankara’dan gelen Topal Osman’ın adamlarıydı; bu kadar! İstihbarat Müdürü’yken Trabzon’da soruşturma yapan Feridun Kandemir’e göre, suikastın faili Yahya da “Yalnız değildim” tehdidini savurmuştu.[32] İsmail Hakkı Tekçe, bu fiiliyle ilgili beyanı öncesinde 16 Kasım 1968’de de Trabzon Mebusu Ali Şükrü’nün öldürülmesini organize eden Topal Osman’ın 2 Nisan 1923’te kendisinin yer aldığı ekip tarafından öldürüldüğünü açıklamıştı.[33] Bitmedi İsmail Hakkı Tekçe, Çankaya Muhafız Alay Komutanı Albay olarak 1937 yılı Nisan-Eylül döneminde, Dersim’de de görevlidir.[34] İcrasıyla İsmail Hakkı Tekçe, kelimenin tam anlamıyla Çankaya’nın özel fedaisidir.

Ankara’da Suphi ve yoldaşlarının 28 Ocak 1921’de katlinden ve 16 Mart’ta Sovyetlerle antlaşmanın imzalanması sonrasında komünizme karşı taktikte yeni aşamaya geçildi. Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1921 tarihli mektubunda, komünizme müsamahanın bittiğini yazdı.[35] Artık resmî TKF’ye de gerek kalmayacaktır. Ve zamanla anti-komünizm, Türk devletinin ideolojik konumlanmasında içselleştirdiği bir unsuru olacaktır!

Buraya kadarki tüm yazışmalardan/anlatımdan çıkardığım yalın gerçek şudur:

1- Mustafa Suphi ve yoldaşları resmen Ankara’ya davet edilmiştir.

2- TBMM Reisi Mustafa Kemal’le Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir yazışmasıyla belirlenen plan, TKF heyetinin Erzurum-Trabzon hattında kovalanması ve Karadeniz’de imhasıdır. Bunun için Erzurum ve Trabzon Kuvayı Milliyecileri seferber edildi.

3- Planı onaylayan BMM Reisi Mustafa Kemal’dir.

4- Planın sahada teşkilatlandırılmasını yapan kumandan Kâzım Karabekir’dir

5- Trabzon’da imhayı yapacak görevli Yahya Kâhya’dır.

6- Plan icrası sonrasında Yahya Kâhya, ardından mebus Ali Şükrü ve Topal Osman öldürüldü. Çankaya fedaisi İsmail Hakkı Tekçe’nin beyanlarıyla sabittir ki, Çankaya, cinayet zincirinin ortasındadır!

1915’lerden, 1921’e ve bugüne, faili meçhul siyasal cinayet zincirinin herhangi bir halkasını kopartacak hukuki sistem oluşturulamadığı için yeni halkalar eklendi, ekleniyor. Zincirin kopartılması, hiç kuşkusuz siyasal cinayetleri var eden Türkçü-Sünni İslamcı ekonomik politiğin ilgasıyla mümkün olacaktır!

NOTLAR

[1] Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul-1960, s. 831-832, 834.

[2] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 335-336.

[3] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-1 (1908-1925), BDS Yayınları, İstanbul-2000, s. 100-101 ve Belgeler-s. 338-339; Yavuz Aslan, Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, Türk Tarih Kurumu, Ankara-1997, s. 269-280; Dönüş Belgeleri-1, TKP MK 1920-1921, çeviren: Yücel Demirel, TÜSTAV, İstanbul-2004, s. 49-50, 112-117.

[4] Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hâtıraları, Temel Yayınları, İstanbul-2000, s. 515-518, 551-554; Mete Tunçay, age, s. 151.

[5] Dr. Samih Çoruhlu’dan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 339-340.

[6] Mete Tunçay, age, s. 102 ve Belgeler-s. 354; Yavuz Aslan, age, s. 288-291; Hamit Erdem, Mustafa Suphi, 3. Baskı, Sel Yayıncılık, İstanbul-2010, s. 200-202; Dönüş Belgeleri-1, s. 72-78, 123, 160, 238, 271.

[7] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 336.

[8] ATASE’den aktaran Yavuz Aslan, age, s. 299-301.

[9] Mete Tunçay, age, 102, 152; Yavuz Aslan, age. S. 301-303; Hamit Erdem, age, s. 225-229.

[10] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 341, 345.

[11] Dönüş Belgeleri-1, s. 152-155 (8 Kasım 1920), 323, 331; Dönüş Belgeleri-2, TKP MK 1920-1921, çeviren: Yücel Demirel, TÜSTAV, İstanbul-2004, s.79.

[12] Birikim, Eylül 2020, sayı: 377, s. 43.

[13] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 337

[14] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 351; Yavuz Aslan, age, s. 306-307, 312-314.

[15] Kâzım Karabekir, age, s. 909-910.

[16] Mete Tunçay, age, s. 152 ve Belgeler-s. 351, 353; Yavuz Aslan, age, s. 307-315; Hamit Erdem, age, s. 230-237.

[17] Cihat Akçakayalıoğlu’ndan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 246.

[18] Yahya Kâhya olarak bilindi, ama hakkındaki çalışmada adı Kâhya Yahya’dır (Uğur Üçüncü, Kâhya Yahya, Serander Yayınları, Trabzon-2015).

[19] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 326-337.

[20] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 326; Cihat Akçakayalıoğlu’ndan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 245-246.

[21] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 352-353; Yavuz Aslan, age, s. 316-320.

[22] Mete Tunçay, age, s. 102, 153 ve Belgeler-s. 356; Yavuz Aslan, age, s. 321, 331-332. Türkiye Komünist Gençler Birliği azası Abdülkadir’in 1 Ekim 1921 tarihli anlatımı, Dönüş Belgeleri-2, s. 157-169.

[23] Dönüş Belgeleri-2, s. 151-153

[24] ATASE’den aktaran Yavuz Aslan, age, s. 271-273.

[25] Dönüş Belgeleri-2, s. 131-136, 141-142.

[26] Dönüş Belgeleri-2, s. 115-121, 128-130.

[27] Mete Tunçay, age, s. 153-154 ve Belgeler-s. 356.

[28] Yavuz Aslan, age, s. 353-359.

[29] Hamit Erdem, age, s. 267.

[30] Kâzım Karabekir, age, s. 1147-1148.

[31] Lazistan Mebusu Ziya Hurşid açıkladı (TBMM ZC, devre: 1, cilt: 28, 29 Mart 1923, s. 231).

[32] Mete Tunçay, age, s. 154 ve Belgeler-s. 355; Yavuz Aslan, age, s. 339-342, 353-354; Feridun Kandemir, Atatürk’ün Kurduğu Türkiye Komünist Partisi ve Sonrası, Yakın Tarihimiz Yayınları, İstanbul-1965, s. 184-186.

[33] TBMM ZC, devre: I, cilt: 28, 29 ve 31 Mart 1923, s. 226-233 ve 243-244 ile 2.Nisan 1923, s. 304-308; Cemal Şener, Topal Osman Olayı, Ant Yayınları, 3. baskı. İstanbul-1998, s. 101.

[34] Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyeti'nde Ayaklanmalar (1924-1938), Genelkurmay Basımevi, Ankara-1972, s. 399-401; BCA-F: 030.10/K: 110, D: 745, S: 19; BCA-F: 030.10/K: 111, D: 745, S: 18; BCA-F: 030.10/K: 111, D: 745, S: 19; BCA-F:490.01/K: 1137, D: 146, S: 4.

[35] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 246-247.


Nuran Yüce Tüm Yazıları

Kuraklık artıyor

Kuraklığın depremi bile aratacağını söylemek hepimize çok ağır gelecektir. Yaşadığımız deprem felaketinden ve de cinayetinden daha kötüsünün olabileceğini duymak bile istemeyiz. Oysa deprem meselesinde de yıllardan beri bilim insanlarının çok net uyarıları ve öngörüleri vardı. Türkiye’de hangi fay hatlarının aktif olduğu, bunların kaç şiddetinde depremlere yol açacağı ve hangi bölgelerin etkileneceğine ilişkin sayısız rapor yayınladılar. Sonuç, beklenen doğal afetler gerçekleşti, bu uyarıları dikkate almayan hükümet asrın felaketinin asrın cinayetine dönüşmesine yol açtı. 

Meteorolojik ve tarımsal kuralık

Bilim insanları tarafından iklim krizi bağlamında aynı uyarılar yapılmakta. İklim krizinden en fazla etkilenecek Türkiye için yapılan uyarılar arasında da kuraklık yer almakta. Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün (MGM) hazırladığı üç ve altı aylık, bir yıllık ve geriye doğru giden kuraklık haritalarından anlaşılan dönemsel bir kuraklık yaşanmadığı bunun bir eğilim haline geldiği. 

Son üç ve altı aylık kuraklık haritalarını yorumlayan bilim insanları şu an ciddi bir meteorolojik kuraklığın içinde olduğumuzu ifade ediyorlar. Bir bölgenin üç ay boyunca yağış almaması ya da az yağış alması ile başlayan meteorolojik kuraklık altı ay ve sonrasında toprağın neminin azalması ile birlikte tarımsal kuraklığa dönüşüyor. Yağışların bir yıldan daha uzun süre gerçekleşmemesi ile de akarsuların debisinde, barajların doluluk oranlarında düşüşler, göllerin kuruması, yer altı su varlıklarının azalması olarak tanımlanan hidrolojik kuraklığa dönüşüyor.

Sonbahar yağışlarında azalma

MGM’nin verilerine göre: Türkiye geneli sonbahar mevsimi yağış normali (1991-2020 ortalaması) 132,7 milimetreyken 2021'de 105,6 milimetre, 2022'de ise 96,3 milimetre olarak gerçekleşmiş. Yani sonbahar yağışları (1991-2020 ortalaması) normale kıyasla yüzde 27, 2021'in aynı mevsimine kıyasla da yüzde 9 azalmış. 2022'de normaline göre en fazla azalma ise yüzde 54 ile Marmara Bölgesi'nde olmuş. Sonbahar yağışları son 40 yıllık süreçte en düşük seviyede gerçekleşmiş. Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş tüm bu verileri yorumlarken bu kuraklığın dönemsel olmadığı, Türkiye’nin batı ve güney yarısında 1970’lerden başlayan bir azalma eğilimi olduğunu belirtiyor  ve hemen devamında “Son üç yılı düşündüğümüzde toprak nemini ve terleme-buharlaşmayı dikkate aldığımızda Türkiye’de yeniden Marmara Denizi’nin çevresinde, İç Anadolu’nun neredeyse tamamında, Orta ve Doğu Akdeniz’de, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun büyük bir bölümünde tarımsal kuraklığın etkili olduğunu söylemek mümkün” diyor. 

Hatay’ın su ihtiyacı acildir

Gündelik ihtiyaçlarımızı karşılamak için, ürünleri sulamak için suyun olmadığı bir hayatın zorluklarını bugünden gözümüzde canlandırmak zor olabilir fakat depremden etkilenenler şu an bizzat bu zorlukları yaşıyorlar. Hatay’dan en son yükselen çığlıklar içme ve temizlik için bölgeye su gönderilmesi içindi. Yine STK’lar, sendikalar, odalar, vatandaşlar seferber oldu ve Hatay’a su gönderildi. Depremde ölmek bir kader olmadığı gibi kuraklık da kaderimiz değil. Bahsettiğimiz kuraklık uyarıları ne yerel ne de kısa süreli bir tehdit. Bu tehdidin oluşmasına neden olan tüm politikalara; iklimi değiştiren fosil yakıtlara dayalı kapitalist sisteme, fosil yakıt şirketlerine; su varlıklarını kirleten, kullanan, doğayı yıkıma uğratan maden ve taş ocaklarına;  ormanları, sulak alanları, şehirleri betona boğan, rant kapısı gören ve hayatlarımızı hiçe sayan hükümet politikalarına karşı bir mücadeleyi zorunlu kılıyor.


Onur Korkmaz Tüm Yazıları

Nükleer silahlar neden yasaklanmalı?

Ukrayna’nın Rusya tarafından işgal edilmesi nükleer silahlanma caydırıcılığı tartışmasını da yeniden gündeme getirdi. Hatta geçtiğimiz günlerde New York Times’da yayımlanan bir makaleye şu başlık atıldı: “Ukrayna 30 yıl önce nükleer silahlarını teslim etti, şimdi pişmanlık içinde.” 

Makalede Ukrayna’nın soğuk savaş döneminin sona ermesinin ardından 1994’teki Lizbon Protokolü ile elindeki nükleer başlıkları Rusya’ya teslim ettiği hatırlatılıyordu. Eski Savunma Bakanı tarafından söylenen şu sözler aktarılıyordu: “[Nükleer] kapasitemizi bir hiç uğruna verdik.”

Her ne kadar makale bir pişmanlıktan bahsetse de tarihi deneyimler sayesinde biliyoruz ki nükleer barış getirmez ve bombaların üzerine barış inşa edilemez. Emperyalist rekabet ve nükleer silahlanma yarışı sadece ölüm ve sefalet getirir. 

Hatırla: 1945’te ne olmuştu?

İnsanlık tarihinin en büyük kıyımlarından biri 1945’de gerçekleşti. 6 Ağustos’ta ABD bugünkü nükleer silahların etkisin yanında oldukça küçük kalacak 12-13 kilotonluk bir bombayla Hiroşima’yı, 3 gün sonra da 20 kilotonluk bir bombayla Nagazaki’yi vurdu. Amerikalı gazeteci John Hersey Hiroşima adlı kitabında bu iki kentte yaşananı şöyle anlatmıştı: 

“Bu iki kentte önce gözleri kör eden bir ışık, eşyaların, insan derisini tutuşturan bir sıcaklık, sonra korkunç bir gürültü ile yapıları yerle bir eden sesten hızlı hareket eden bir şok dalgası ve arkadan da ağaçları söken, eşyaları, insanları uçuran kasırgalar, küçük ve ilkel iki atom bombasının hissedilen ilk belirtileri oluyordu.”

Hiroşima'daki atom bombası saldırısından dolayı yaklaşık 140 bin, Nagazaki'de ise 80 bin insan çoğunluğu o anda olmak üzere bir yıl içerisinde öldü.  Beş yıl içinde ölenlerin sayısının ise Hiroşima’da 200-250 bine, Nagazaki’de 150 bine ulaştığı tahmin ediliyor. Etkileri de hala sürüyor; başta kan kanseri olmak üzere çeşitli kanser türlerinde önemli artışlar görülüyor. Gelecek kuşaklardaki etkisi ise henüz hala tam olarak tahmin edilemiyor.  

1945’den ders çıkarmamak

Bu felaketin ardından soğuk savaş ve nükleer silahlanma yarışı başladı. 1945-1980 yılları arasında yapılan nükleer denemeler sebebiyle yaklaşık 2.4 milyon insanın hayatını kaybedeceğini öngörmek mümkün. Nükleer santraller bugüne kadar yüzlerce insanın ölümüne yol açtı. Milyonlar ise sızıntı ve serpintiden etkilendi. Fukuşima Nükleer Felaketi sonrasında radyasyon Avrupa’ya kadar ulaştı.

Emperyalist silahlanma yarışı 

Bugün doğrudan nükleer silah sahibi dokuz ülke var. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu beş NATO paylaşım ülkesini sayarsak bu sayı 14’e çıkıyor. 58 megaton güce varan nükleer silahlardan söz ediyoruz. Bu büyüklüğü şöyle daha iyi ifade edebiliriz: 25 megatonluk tek bir bomba, içerisinde yaşayan 18 milyon insan ile birlikte İstanbul gibi bir metropolü komple yok etmeye yetebilir. 

Bugün dünyada 19 bine yakın nükleer başlığın üzerinde yaşıyoruz.  Bunların yarısı bile dünyadaki canlı hayatını yok edebilecek, yüzde 1’i ise tarım alanlarının yok edebilecek ve kıtlık başlatabilecek güçte. 2 binden fazlası da yarın ateşlenecekmişçesine hazırda bekliyor. Dünya barışını da gezegeni de tehdit etmeye devam ediyor. 

Bedelini kim ödüyor?

Bu emperyalist güçler sadece silahları ellerinde bulundurmak için yılda 105 milyar dolar harcıyor. Sadece ABD’nin 10 yıllık nükleer silah bulundurma maliyeti 634 milyar dolar. 

Bu bütçeler başka halklar üzerinde kurulan sömürüden ve yurttaşların eğitim sağlık gibi harcamalarından kesiliyor. (Bu paranın boyutunu şöyle düşünebilirsiniz; pandemi döneminde Dünya Sağlık Örgütü’nün yıllık bütçesi 2,5 milyar dolardı.) 

Ne yapmalı?

Biz başta kendi yurttaşı olduğumuz ülkelerin savaşına, emperyalist müdahale ve söylemlerine, nükleer ve silahlanma bütçelerine karşı birleşmeli ve mücadele etmeliyiz. 

Barışı ancak sıradan insanlar olarak bizler kalıcı şekilde inşa edebiliriz.

Onur Korkmaz



Ozan Tekin Tüm Yazıları

Agresif dış politika çöktü

Milliyetçiliğe göre tarih farklı ulusların arasındaki rekabet ve güç hiyerarşisi tarafından belirlenir. Deprem ise asıl olanın farklı uluslardan sıradan insanların bu yaşamdaki ortak çıkarları olduğunu gösterdi.

6 Şubat günü sabaha karşı 04:17’de olan deprem Türkiye’de 10 milyondan fazla insanın yaşadığı 10 şehri sarstı. Depremden hemen bir saat sonra 4. seviye alarm ilan edildi. Bu, uluslararası yardım çağrısını da kapsıyordu. Ve hemen bunun ardından onlarca ülkeden Türkiye’de yardım seferberliği başladı. İnsani yardımlar, arama ve kurtarma çalışmaları, sahra hastanesi kurma gibi birçok alanda çalışan 80’den fazla ülke 7 binden fazla personelle çalışmalara sahada katkı verdi.

Türkiye’nin son birkaç yıldır izlediği agresif dış politika, “yerli milli” söylemler, “Mavi Vatan” tezleriyle komşuların düşman ilan edilmesi gibi birçok gelişmeye rağmen, deprem sonrası gösterilen uluslararası destek muazzamdı. İlk yardıma koşanlar arasında, AKP-MHP iktidarının düşman olarak kodladığı Ermenistan’dan ve Yunanistan’dan gelen ekipler vardı. Hükümet sık sık “Atina’ya füze atarız” tehditleri savururken, “bir gece ansızın gelebiliriz” derken, Yunanistan’dan sınıf kardeşlerimiz Türkiye’deki farklı halklardan depremzedelerin yardımına koştular ve olanca güçleriyle hayat kurtarmak için uğraştılar. Benzer şekilde Ermenistan’dan gelen ekipler de, Türkiye defalarca Azerbaycan-Ermenistan geriliminde taraf olmuşken ve savaşa bizzat müdahale etmişken, insanlığın temel bir gereğini yerine getirerek Türkiye’deki yoksulların acısını kendi acıları olarak görüp yardıma koştular.

Oysa faşist MHP’nin de bir parçası olduğu iktidar bloku, yıllardır Mavi Vatan tezleriyle etrafımızdaki herkesin bize düşman olduğunu anlatıyor. Yunanistan’a karşı Doğu Akdeniz’deki gaz arama çalışmaları ve adaların konumu üzerinden saldırganlık gitgide tırmandırılıyor. Libya’nın yalnızca yarısını kontrol edebilen bir hükümetle bölgedeki hiçbir ülkenin tanımadığı anlaşmalar imzalanıyor. Bütün bunların hepsi “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı”, dolayısıyla güç yoluyla “çıkarlarımızın” korunması gerektiği söylenerek yapılıyor. Benzer şekilde Ermenistan’la bundan 15 yıl önce esen daha ılımlı rüzgarların yerine düşmanlık politikası esas alınıyor. Suriye’nin kuzeyindeki Kürtler sürekli askeri operasyon arayışında bulunulması gereken “milli güvenliğe tehdit” unsurları olarak görülüyor.

Depremde ise hem Türkiye’nin farklı kimliklerden halkları, Türkler Kürtler, mülteciler el ele vererek hayatlarını kurtarmak için ortak bir mücadele veriyorlar. Buna dış ülkelerden gelen yardım ekipleri de katılıyor. Milliyetçiliğin çizdiği yapay sınırlar ve ayrımlar unutuluyor, sıradan insanların, emekçilerin dayanışması öne çıkıyor.

Üstelik bu, asıl olarak devletler arası diplomasiye dayanan sınırlı bir dayanışma. Bir de farklı coğrafyalarda işlerin kontrolünün işçi sınıfına geçtiğini, aşağıdan inisiyatiflerin belirleyici olduğunu düşünelim. Burada tüm halkların yaralarını sarmak için çok daha muazzam bir enerji ve seferberlik ortaya çıkacaktır. Sosyalizm mücadelesi bu yüzden enternasyonalisttir, farklı uluslardan ve ülkelerden işçilerin çıkarlarının farklı uluslardan ve ülkelerden patronlara, sermaye sahiplerine karşı ortak olduğunu savunuruz.

Devletlerin bütün milliyetçi kışkırtmalarına rağmen, halkların dayanışması böyle zor dönemlerde esas oluyor. Nasıl ki bundan birkaç yıl önce Yunanistan’da yaşanan yangınlara karşı Türkiye işçi sınıfı, sendikalar ve tüm demokratik kurumlar dayanışma için elinden geleni ortaya koyduysa, şimdi de bir benzeri komşu ülkelerdeki sınıf kardeşlerimiz tarafından yapılıyor. Öyle ki, Ermenistan’la 30 yıldır kapalı olan sınır kapısından insani yardım geçiriliyor. 

Depremden çıkarmamız gereken sonuçlardan biri de Türk milliyetçiliğinin bölücü argümanlarına karşı enternasyonalizmin işçi sınıfını birleştiren ruhunu baskın hâle getirmenin ne kadar önemli olduğu. Bunun pratikteki karşılığı ise iktidardaki aşırı sağcılığın içe kapalı savaşçı anlayışını geriletmek, Doğu Akdeniz’den Suriye’ye savaş politikalarının terk edilmesine yönelik bir basınç oluşturmak, Yunanistan’dan Ermenistan’a, Suriye de dahil tüm komşu ülkelerle diyalog ve diplomasiye dayalı barışıl bir dış politikanın hayata geçirilmesini savunmak.




Roni Margulies Tüm Yazıları

999 milyon dolarla geçinmek!

Dev petrol ve gaz şirketi BP bu yılın ilk çeyreği için kârlarını açıkladı.

Üç değil, dört değil, tam beş milyar dolar!

Yaklaşık 100 milyar Türk Lirası!

Bir yanlışlık olmasın, yıllık değil, üç aylık kâr!

Üstelik burada söz konusu olan herhangi bir üç aylık dönem değil. İki temel özelliği var bu dönemin.

Birincisi, bir yıldır Ukrayna’da sürmekte olan savaş ve bu savaşın enerji piyasalarını darmadağın etmiş olması. Petrol ve doğal gaz fiyatları savaşın ilk aylarında Avrupa’nın Rusya’ya ambargo uygulaması ve Rusya’nın karşı önlemler alması nedeniyle rekor yüksekliklere fırlamıştı. Savaş, ambargo, ölüm, yoksulluk... Bunların kimin işine yaradığını BP’nin kâr oranları açıkça gösteriyor.

İkincisi, fırlayan enerji fiyatları Türkiye’de de olduğu gibi bütün Avrupa’da evlerini ısıtmaya çalışan halkın faturalarına yansıtılmış ve herkes bir anda hem yoksullaşmış hem de pek çok durumda faturalarını ödeyemez hâle gelmişti. Örneğin, İngiltere’de “eat or heat” ifadesi bu dönemde kullanıma girdi. Yani “ya yemek ya ısı”; ikisini birden karşılayacak paramız yok.

Şirketlerin bu olağanüstü kârlarından çok yüksek oranda vergi alınması ve bu vergilerle tüm ailelerin enerji faturalarının karşılanması ne kadar basit ve makul bir çözüm, değil mi?

Bu talebi İngiltere’de dile getiren Sendikalar Konfederasyonu’nun Başkanı Paul Nowak, BP’nin kârları hakkında şöyle demiş: “Bu inanılmaz kâr oranları, ödenmesi imkânsız faturalarla cebelleşen milyonlarca işçi ailesine edilmiş bir hakaret. Ve hükümet BP gibilerinden doğru dürüst vergi almayı hâlâ reddediyor.”

Şirketlerle zenginlerin vergilendirilmesi konusu Amerika’da da gündeme geliyor.

Bu hafta bir TV kanalında yaptığı söyleşide, bağımsız sosyalist senatör Bernie Sanders zenginlerin gelirinin 1 milyar dolardan fazla olan kısmına yüzde 100 vergi uygulamak gerektiğini söyledi. “Milyarder” diye bir şey olmaması gerektiğini savundu.

Televizyoncu şaşırdı. “Yani kimsenin 999 milyon dolardan fazla geliri olmamasını, bunun üstündeki gelire devletin el koymasını mı savunuyorsunuz?” diye sordu. “Evet,” dedi Sanders, “insanlar 999 milyon dolarla geçinebilir bence! Hayatta kalabilirler.”

BP ve benzerlerinden, Amerikalı milyarderlerden vergi almaya bir türlü kıyamayan hükümetler, başka konularda gayet cevval ve saldırgan olmaktan hiç çekinmiyorlar. Örneğin, Fransa’da emeklilik yaşını 62’den 64’e yükselterek milyonlarca çalışanı mağdur etmek Macron hükümetinin seve seve yaptığı bir şey.

Bu berbat, eşitsiz düzene karşı ne yapmak gerektiğini de Fransız işçileri gösteriyor zaten bize.



Sibel Erduman Tüm Yazıları

‘Yasadışı’ geçişten 52 yıl hapis cezası

Geçen yıl 27 Şubat'ta Reuters haber ajansının geçtiği haberde, ismi açıklanmayan üst düzey bir Türkiyeli yetkili, Türkiye'deki Suriyeli mültecilerin artık karadan ve denizden Avrupa'ya ulaşmalarının durdurulmaması kararını aldıklarını söylemişti. Yetkili aynı zamanda sahil güvenliğe ve sınır polisine mültecileri engellememe emri verildiğini de sözlerine eklemişti.

Bu haberin ardından Türkiye'deki mülteciler Türkiye-Yunanistan sınır kapısı Pazarkule'ye doğru gitmeye başladılar. Ertesi gün açıklama yapan Erdoğan, “Biz bu kapıları bundan sonraki süreçte de kapatmayacağız ve bu devam edecek. Neden? AB’nin sözünde durması lazım. Biz bu kadar mülteciye bakmak, onları beslemek durumunda değiliz” ifadelerini kullanmıştı.

Zor şartlarda sınır kapısında bekleyen mülteciler için Edirne halkı ve Hepimiz Göçmeniz başta olmak üzere çeşitli sivil toplum kuruluşları mültecilerin yiyecek, su, battaniye gibi temel ihtiyaçlarını sağlamak ve konuyu haberleştirmek için seferber oldu, sınır kapısında bekleyen mültecilerin yanına gitti. Kendileriyle konuşulan mülteciler Yunanistan’a geçme kararlılıklarını vurguluyorlardı.

Bu süreç içerisinde Yunanistan, pek çok kez Ege denizi üzerinden geçmeye çalışan mültecilerin botlarını batırdığı iddiasıyla gündeme geldi. Hatta Report Mainz, Lighthouse Reports ve Alman Der Spiegel'in ortak araştırmalarına dayandırdıkları bir haberde, geçtiğimiz yılın Mayıs ayında, Yunan sahil güvenlik gemisinin bir grup mülteciyi şişme bir cankurtaran salıyla Türk karasularına doğru çektiği ve sığınmacıları açık denizde kaderlerine terk ettiği anlatılıyordu.

Bir tarafta Türkiye’nin mülteciler için yeteri kadar para ödemediğini söylediği Avrupa Birliği’ne, sınırları açınca neler olabileceğini gösterme girişimi, diğer tarafta Avrupa Birliği’nin kendi yasalarına uymayarak mültecileri Türkiye’de ‘bekleme odasında’ bekletmesi, geçen yıl Yunanistan-Türkiye sınır kapısında yaşanılan trajediye neden oldu. Bu arada bir kısım insan Yunanistan’a geçebildi.

İşte şimdi Yunanistan’a ailesiyle birlikte geçenlerden Suriyeli bir kişi (adı verilmiyor), Yunan mahkemesi tarafından ‘yasadışı’ olarak ülkeye girmekten 52 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yunanistan, Avrupa Birliği üyesi bir ülke olarak topraklarına giren ve mültecilik başvurusu yapanları kabul etmek ve durumunu değerlendirmek durumundadır. Böyle diyoruz ama Yunanistan’ın böyle bir cezayı neye göre verebildiğini bilmiyoruz. Bu yazının amacı da kanunlara uyulup uyulmadığını ortaya çıkarmak değil. Çünkü Avrupa Birliği zaten Suriye savaşından itibaren kendi yasalarına uymuyor. Dolayısıyla yasalar ‘askıda’. 

Mülteciler pandemi öncesi de bir krizin cisimleşmiş haliydi. Avrupa’nın ‘mülteci’ krizi (Türkiye’yi de dâhil edebiliriz) sınıra dayanan mülteci sayısından doğmuş gibi gözüküyor. Ama aslında mesele gelenlerin gitgide artması değil; mülteciler daha önce kriz olmayan yere kriz taşımadılar. Daha ziyade gittikleri ülkede kurucu mahiyette ama gizli, bastırılmış, görünmeyen bazı sorunları şiddetlendirip görünür hale getirdiler. Yani hiçbir yerde olmayan ırkçılığın ‘binlerce insanın akın etmesiyle’ baş göstermesi söz konusu değil. Türkiye için de böyle bir durum söz konusu. 

Hükümet mülteci meselesinde Türk kültürünün yardımsever, misafirsever olduğuna dair söylemlerine yaslanıyor. Ancak, geçen seneki olayda insanları bir deneme tahtası gibi sınıra sürmeleri ve pazarlık konusu yapmalarında görüldü ki, Suriyeli ve diğer sığınmacıların Türkiye’de zorunlu olarak kalmasıyla ortaya çıkan bu sözde misafirperverliğin altı boş. 

Aslında zaten hiçbir zaman misafirperverlik söz konusu olmadı. 1941 yılı Aralık ayında Hitler’den kaçıp gelen bir gemi dolusu Yahudi’yi kabul etmeyip denizin ortasında açlık ve susuzluktan ölmeye bırakmalarını düşünün.

Muhalefet partilerine gelince, şimdiye kadar bir şekilde genel bir milliyetçiliği elden bırakmadılar (Türkiyelilerin bir de ırkçı olmadığı söylenir hep). Suriyeliler ile birlikte ırkçı söylemleri gayet açık ve net bir şekilde söylemekte bir beis görmediler ve görmüyorlar. Türk milliyetçiliğinin ırkçı olmaması diye bir şey hiçbir zaman söz konusu değildi zaten. Türkiye’de yaşayan ‘Türk’ olmayanlar, ama Türk vatandaşlığına sahip olanlar, her zaman hedef tahtası oldular ve katledildiler. Dolayısıyla mültecilerin doğurduğu bir kriz olmaksızın bir ‘mülteci krizi’ yaşanıyor, gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de. 

Aslında mülteciliğe ve içinde bulunduğumuz pandemi koşullarında yaşadığımız sorunlara herhangi bir siyasi çözümün yokluğu, gerçek anlamda siyasetin yokluğu anlamına geliyor, bizler buna tanık oluyoruz. Mültecilerle cisimleşen sorunun hukuki bir çözümü yoktur (konu başlığında da görüldüğü gibi). Bu insanların korunmaya ihtiyacı olduğunu pekâlâ herkes biliyor ama bilmiyormuş gibi davranıyor. Sorun siyasidir.

Sibel Erduman


Sibel Erduman Tüm Yazıları

Müteahhitlere ve binaların yapılmasına izin verenlere değil mültecilere saldıranlar

Antep’in Şahinbey ilçesi, depremzedelerin yoğun yaşadığı yerlerden birisi, ayrıca mültecileri de barındırıyor. Kendilerine ‘sen Suriyelisin, sana çadır yok” denildiği için kendi yaptıkları çadırlarda kalıyorlar. Depremin ikinci gününde battaniye ve kıyafet gibi ihtiyaçlar dağıtılmış ama mülteciler yararlanamamış, daha doğrusu onlara verilmemiş. Pek çok mülteci ise parklarda hiçbir şeyleri olmadan bekler haldeler. Genel olarak zaten herkesin perişan olduğu bir deprem bölgesinde mülteciler ayrıca dışlanabiliyor. 

Durum buyken, Ümit Özdağ gibi Suriyelilere ve genel olarak mültecilere yönelik ırkçı tutumu olan bir adam, kalkmış bile bile yalan haber yayarak mültecilerin ‘talan’ yaptığını söylüyor. Buna da bir dolu insan teşne oluyor. Ve ilginç bir şekilde AKP ne zaman dara düşse Ümit Özdağ ve mülteci düşmanları hükümetin önüne siper oluyorlar. Orman yangınları sırasında da bu adam ‘ormanları Suriyeliler yakıyor’ demişti. 

Bu tür ırkçı saldırılara karşı net olmak ve şunu söylemek lazım;

Bize ev diye tabut satanlar, onlara imar izni verenler, depremden sonra askerin, madencilerin ve yardım ekiplerinin müdahalesini geciktirenler, en fazla ihtiyaç duyduğumuz anda sosyal medyayı kapatanlar mülteciler değil. Öfkenin yönünü değiştir.

Talan denilen şey de aç ve susuz kalan insanların bir iki dükkâna girip karınlarını doyurmaya çalışmalarından ibarettir sonuçta. Bu kadar vahim bir deprem sonrasında, inanılmaz derecede organize olmayan bir devlet aygıtıyla karşı karşıyız. Devlet organize olup müdahale edemediği gibi bir de yardım götüren insanları ve grupları engelliyor ya da onların yardımlarına el koyup kendisi dağıtıyor. AFAD gibi doğru dürüst hiçbir eğitim almamış gönüllüler ve belki çok az profesyonelle çalışan bir merkezi örgütün bu işi yapamamasından dolayı birçok insan ölmüşken, öfkeyi mültecilere yönlendirmek bilerek yapılan ve devletin beceriksizliğinin üstünü örten bir eylemdir.

Ama görebildiğim kadarıyla bu ırkçı yalanlar pek rağbet görmüyor, en azından sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla. Ama yine de bu ırkçı yalanlardan dolayı saldırıya uğrayan mülteciler oluyor ve canlarıyla ödüyorlar. 

Hiçbir zaman bu tür saldırılarda tarafımızı unutmayalım.

Sibel Erduman


Tuna Emren Tüm Yazıları

Cannes’da kadın mücadelesi ve sola dönüş

Merve Dizdar’ın, Kuru Otlar Üstüne (Yön: Nuri Bilge Ceylan) filmindeki rolüyle “En İyi Kadın Oyuncu” ödülüne layık görüldüğü Cannes Film Festivali’nde bu yılın Altın Palmiye ödülü ise Justine Triet’in yönettiği Anatomy of a Fall’a gitti.

Triet, ödülü alırken yaptığı konuşmada Macron’un neoliberal politikalarını eleştirdi, kültürü ticarileştirdiklerini söyledi. Yönetmen, Fransa’daki direnişe dikkat çekerek, ülkesinde emeklilik reformuna karşı tarihi protestolar yaşandığını ancak eylemlerin “şoke edici bir biçimde” bastırıldığını da dile getirdi. Bu sözleri üzerine, tıpkı Türkiye’de Merve Dizdar’a yapılmış olduğu gibi, Macron yönetimi ve Kültür Bakanı Rima Abdul Malak tarafından hedef alındı, ülkesini suçlamakla eleştirildi. 

Jüri ödülünü Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismäki'nin Ukrayna'daki savaş haberlerinin radyodan dinlendiği sevgisiz bir iş dünyasında filizlenen aşkı anlattığı Fallen Leaves alırken Cannes'ın ikinci önemli ödülü olan Büyük Ödül ise Jonathan Glazer'ın Auschwitz'in bitişiğinde yaşayan Alman bir aileyi konu aldığı tüyler ürpertici Martin Amis uyarlaması The Zone of Interest’e gitti.

Festivalin politik tonu

1968’de, toplumsal meselelerin filmlerde yeterince tartışılmadığına ve Cannes’ın bir balonun içinde yaşamaya alışmış olduğuna dikkat çeken Jean-Luc Godard, "Ben size işçilerle ve öğrencilerle dayanışmadan bahsediyorum, siz bana çekimlerimden, yakın planlardan bahsediyorsunuz” diyordu; “Ahmaksınız!"

Bu yıl Cannes'ın gündeminde kadınlara yönelik şiddeti, gezegendeki ekolojik krizleri, Ukrayna savaşını ve kapitalizmin varlıklı azınlığını hedef alan pek çok tartışma vardı. Örneğin, festivalin açılış gösteriminde Maiwenn Le Besco'nun yönettiği, Johnny Depp'in başroldüne yer aldığı Jeanne du Barry filmiyle yapıldı ve filmin kendisinden çok, eski eşi Amber Heard'e aile içi şiddette bulunmuş olmakla suçlanan, üstüne bir de Heard’e karşı dava açan Depp tartışıldı. Ünlü oyuncu Jane Fonda ise Trier’e Altın Palmiye’yi vermek üzere sahneye çıktığında "İlk kez 1963'te gelmiştim," dedi; "Festival o zamanlar daha küçüktü. O zamanlar yarışan hiç kadın yönetmen yoktu ve bunda bir yanlışlık olduğu aklımıza bile gelmemişti. Uzun bir yol kat ettik ama daha gidecek çok yolumuz var."

Bu yılın yarışma dışı filminin (Killers Of The Flower Moon) yönetmeni Martin Scorsese ise Taxi Driver ile kazandığı Altın Palmiye'den 47 yıl sonra Cannes'a geri döndü ve Rusya'nın saldırısına uğrayan Ukrayna'ya desteğini dile getirdiği konuşmasında ifade özgürlüğünü de savundu. Aktörler Leonardo DiCaprio, Robert De Niro ve Lily Gladstone'un yanı sıra Scorsese'ye filmde konu alınan Osage halkının şefi Geoffrey Standing Bear da katıldı. Standing Bear, "Halkım büyük acılar çekti ve bugün bile bunun etkilerini yaşıyoruz" dedi; "Martin Scorsese ve ekibi güveni yeniden tesis etti ve biz bu güvene ihanet edilmeyeceğini biliyoruz." 

Merve Dizdar’a yöneltilen sözlü şiddet

Nuri Bilge Ceylan'ın Doğu Anadolu'da geçen filmi, genç bir kadın öğrencisi tarafından tacizle suçlanan Samet (Deniz Celiloğlu) ve kendisi gibi bir öğretmen olan arkadaşı Nuray’ın (Merve Dizdar) ilişkilerini konu alıyor. 

Dizdar, ödül töreninde yaptığı konuşmanın hedef gösterilmesinin ardından bir açıklama yaparak şunları söyledi; "Doğduğum ülke, buradaki kadınlar, hepimizin bir mücadelesi var, bu burada ve dünyanın her yerinde mevcut. Kadın olmanın ne kadar zor olduğunu biliyoruz ve ben de bunun hakkında bir konuşma yaptım."

Ödülünü alırken yaptığı konuşmasında ise şöyle diyordu Dizdar; "Filmde canlandırdığım Nuray karakteri inandığı şeyler ve varoluşu için mücadele veren ve bu uğurda bedeller ödemek zorunda bırakılmış bir kadın. Onu tanımak ve anlamak için uzun uzun çalışmak isterdim ama ne yazık ki yaşadığım coğrafyada bir kadın olmak Nuray’ın ve Nurayların duygusunu doğduğum günden beri ezbere bilmeyi gerektiriyor. Ödülü Nuray ve onun gibi kadınların mücadelesine güç verebilmek için, kendine layık görülenlere boyun eğmeyip eyleme geçen, bu uğurda her şeyi göze alan ve ne olursa olsun umut etmekten vazgeçmeyen tüm kız kardeşlerime ve Türkiye’de hak ettiği güzel günleri yaşamayı bekleyen tüm mücadeleci ruhlara armağan ediyorum."

Oyuncu, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkan Yardımcısı İbrahim Uslu’nun da aralarında yer aldığı bir grup tarafından hedef alındı; kadının güçlenmesinden korkan ve onu sadece anneliği üzerinden tanımlayan; şiddete, tacize ve her fırsatta istismara başvuran, “kadınları sahiplendirmek” isteyenleri meclise sokan kadın ve LGBTİ+ düşmanı AKP-MHP ve beraberindekiler tarafından sözlü şiddete maruz bırakıldı, ülkeyi “Batı’ya şikayet etmek”le suçlandı. 

Kadın cinayetlerini durduramayan, çocuk istismarını ve kadına şiddeti teşvik edenler tarafından hedef alınan Dizdar'a yönelik linç kampanyasını kınayan İnsanlık Hakları Derneği’nin (İHD) yaptığı açıklamada şu ifadeler yer aldı; "Bu linç kampanyasına katılanlara ve ülkeyi yönetenlere soruyoruz; gerçeklerin üzerini örterken kadın cinayetlerini çocuk istismarını meşrulaştırdığınızın, yen içinde bırakmaya çalıştığınızın kadınların ve çocukların hayatı olduğunun farkında mısınız?"


Volkan Akyıldırım Tüm Yazıları

Sendikal örgütlenme olmadan olmaz

Sandık kapandı. Birçok sendika aktivisti çıkan sonucu tartışıyor. Bazılarının canı sıkkın, bazıları mücadele çağrıları yapıyor.

Muhalif saflarda ise karamsarlıkla birlikte, bunca hayat pahalılığına ve deprem sonrası yaşananlara rağmen değişimin gelmemesi anlaşılmaz bir durum olarak ele alınıyor.

İşçiler, tek tek bireyler olarak seçim sürecini izledi ve oyunu kullandı. Seçimler öncesinde işçi hareketi geriye çekildi ve tüm güç odaklarının işaret ettiği sandığı bekledi. Birçok sendika yönetimi iktidarla uzlaşarak, mücadele seçeneğini bile isteye kullanmadı. İşçi mücadeleleri olmadan yaşanan, sağcılık yarışı ve sermaye yanlığıyla belirlenen seçim sürecinin sonunda çıkan bu sonuç akıldışılıkla açıklanamaz.

Kimsenin şikayet etmeye hakkı yok. Türkiye’de işçilerin çoğunluğu sendikasız olduğu sürece, ortak taleplerimizi öne çıkartacak kitle mücadelerini inşa etmek hep zor olacak.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Ocak 2023 verilerine göre Türkiye’de kayıtlı işçilerden yalnızca  yüzde 14,42’si sendikaya üye. Türkiye’de toplam kayıtlı işçi sayısı 16.163.549 iken sendika üyesi işçi sayısı 2.330.988 olarak kayıtlara geçti.

Sendikalı işçilerin çoğu Türk-İş’te örgütlü. 1 milyon 213 bin 439 ile en fazla üyeye sahip konfederasyon, esas olarak kamuda örgütlü. Özel sektörde ise metal işkolunda sendikal örgütlenmeler var: Türk Metal, Birleşik Metal, Öz Çelik-İş.

Memur statüsü altında çalışanların çoğu - müdürler ve tepe yöneticileri hariç işçidir. 2 buçuk milyondan fazla kamu emekçisinin yüzde 72,63’ü sendika üyesi.

Sendikal örgütlenmeler ve yerleşik toplu iş sözleşmesi süreçleri kamuda yoğunlaşırken, özel sektörde çalışan işçilerin ezici çoğunluğunun sendikası yok.

Sendikal örgütlenme işçi sınıfının bir azınlığının örgütlenmesi olarak dururken, buradaki sendika yöneticileri tutucu davranıyor. Patronların sendika düşmanlığının hüküm sürdüğü özel sektörde örgütlenmeye istekli değiller. 

Peki bu sorun nasıl aşılabilir? Tabanda gelişecek ve tepedeki sendika yöneticilerine basınç oluşturacak sendikalaşma mücadeleleriyle. Kapıyı açması gerekenler, Türkiye’nin son 40 yılında olduğu gibi sendikalarda örgütlü işçilerdir. Onlar mücadeleye atıldıkça, sendikasız işçi kitlelerinin katılmasını da mümkün kılarlar. Sendikaları özel sektörde örgütlenmeye zorlayacak olanlar, işyerlerine sendika getirmek isteyen işçi aktivistler ve onlara destek olacak sendika aktivistleridir.



Yıldız Önen Tüm Yazıları

Yağmacıları vurmak mı?

Faşistlerin ortak bir özelliği vardır. Bir kriz anında egemen sınıfı ve devletin kadim güçlerini kendi iktidarlarına ikna etmek için toplumun en zayıf olduğu düşünülen kesimlerine yönelik ısrarlı bir düşmanlaştırma kampanyası yaparlar. 

Bu kampanya linç talebi, öldürme talebi, imha edilmeleri talebi, sürgü edilmeleri talebi gibi bastıramadıkları arzularını yüksek sesle dile getirmeleriyle, sık sık tekrarladıkları için sıradanlaştıracakları ırkçı inançlarıyla el ele ilerler.

Holokost’un nedeni, 1920’lerin başından itibaren Yahudileri imha etmeyi savunan fikirlerin hoyratça dile getirilmesiydi. 

Şimdi ırkçılar ve faşistler Türkiye’de devrede. 

Üstelik deprem gibi bir felaket yaşanmışken, zaten çok ağır havayı daha da zehirliyorlar.

Ekranlara yansıyan “yağma” görüntülerini fırsat bilen bir göçmen düşmanı, yağmacılar için vur emri çıkartılmasını talep etti. Eş zamanlı bir şekilde bazı sosyal medya hesapları da Suriyeli göçmenleri hedef gösteren paylaşımlarla, nefret tohumları ekmeye devam etti.

Bir deprem anında, devlet enkazda kalanlara, karakışta çaresiz kalan insanlara hiçbir yardım elini uzatmadığında bu insanların birkaç mağazaya girip temel ihtiyaçlarını almalarına yağma değil, hak denir.

Vurma değil ama haklarında hukuki soruşturma yapılacak insanlar depremi ve her türden felaketi fırsata çeviren esnaflar, emlakçılar, market sahipleri ve sırtını iktidara yaslayan müteahhitlerdir. 

Öte yandan aynı anda Suriyelileri de ve Suriye’yi de vuran bu depremi göçmen düşmanlığı yapmak için kullananlar, işte bu türden insanlar ırkçı bir kitlesel linç girişiminin örgütlenmesi için depremin yarattığı koşulları kullanıyorlar. 

Oysa sınırın her iki tarafında çok sayıda göçmen hayatını kaybetti. Sığınmacı hakları aktivisti Taha Elgazi’nin söylediği gibi, “Antakya, özellikle Cumhuriyet Mahallesi, Narlıca Mahallesi, Akevler Mahallesi gibi fakirlerin ve göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı yerlerde yüzlerce insan yıkılmış evlerin altında.”

Göçmenlerle dayanışan STK’lara gelen bilgilere göre yaklaşık 3 bin Suriyeli depremde hayatını kaybetmiş durumda.

Rojava ve Suriye’nin çeşitli bölgelerinde ise ölenlerin sayısı 2 bin 530’a, yaralananların sayısı ise 4 bin 645’e yükseldi. Bu bölgelere Suriye rejiminden, uluslararası yardım kuruluşlarından ve Türkiye’den giden yardımın yetersizliği ortada. Halk Türkiye’de olduğu gibi çıplak elleriyle sevdiklerini çıkarmaya çalışıyor.

Deprem sınır dinlemiyor.

Dayanışma da sınır dinlememeli.

Suriye Büyükelçisi Bassam Sabbah, yardımların Esat hükümeti üzerinden verilmesi gerektiğini söylüyor. Hükümet kontrolünde olmayan bölgelere yardım ulaşması bu nedenle zorlaştırılıyor.

Bir yandan Türkiye’de ırkçılara yüksek sesle karşı çıkmamız ve göçmenlerle dayanışmayı örmemiz lazım, öte yandan sınır ötesi askeri harekatlara devam eden iktidarı, operasyonlara son vermeye çağırmalı ve Suriye’de depremin vurduğu insanlarla hızla insani dayanışmanın örgütlenmesi için çağrıda bulunmalıyız.

Irkçılık ve göçmen düşmanlığı, depremin etkilerini daha da artıran felaketlerdir.



Zilan Akbulut Tüm Yazıları

Yasal, güvenilir ve erişilebilir kürtaj haktır!

Kadın bedeni ya da kadınları ilgilendiren pek çok konuda olduğu gibi kürtaj da oldukça tartışmalı ve kadınlara atfedilen soyun devamı için çocuk doğurma rolünü üstlenmiş işlevler üzerinden varlığını sürdüren bir konu. Gebeliğin devam edip etmemesi, kürtajın ücretsiz olup olmaması ya da hangi yöntemlerle veya ne zaman sonlandırılacağına yönelik dönen tartışmalar bu odağın ekseninde şekillendiği gibi yıllardır kadın mücadelesinin önemli bir ayağını oluşturmuş ve bu konuda oldukça önemli kazanımlar elde edilmiştir. 

Kadınlara yüklenen bu üreme rolü “kutsal annelik” kisvesi adı altında kadınlar haricinde herkesin konuşabileceği “iyi niyetli tavsiyelerin” havada uçuştuğu bir nitelik kazanmış ve kadını yalnızca bu role indirgemiştir. Kapitalizm ve ailenin kurumsallaşmasıyla birlikte kadının işgücünü yeniden üretme göreviyle baş başa kalması kadın bedenin nüfus politikalarının aracı haline gelmesine neden olmuştur. Hal böyleyken kürtaj gibi kadın bedenini doğrudan ilgilendiren bir mesele hala dünyada birbirinden farklı kısıtlamalarla sunulan ya da yasaklanan bir işlem olmuştur. Kimi zaman doğrudan bir yasak konulmasa bile maddi ve manevi türlü engellerle birlikte üstü kapalı bir yasak halinde sunulmaya devam etmektedir. 

Türkiye’de ise kürtaj, 10. gebelik haftasının sonuna kadar yasal olmasına rağmen uygulamada böyle bir yasanın pek bir karşılığı yok. Kadınlar hastanelerde kadının evli veya bekar oluşuna ilişkin prosedürlerin farklılaşmasından tutun da böyle bir uygulamanın yasak olduğunu söylemeye kadar pek çok sistematik engellere maruz kalır. Ancak kürtajı kısıtlayan ve kısıtlamayan ülkelerdeki kürtaj oranları birbirine çok yakın olmasından da anlaşılacağı gibi kürtaj yasaklamakla ya da maddi ve manevi bir dizi engelle son bulmuyor. Kadınlar kürtaja ulaşamadığı hallerde gebeliği sonlandırmak için ağırlık kaldırmak, yüksek bir yerden atlamak, düşüğe neden olacağına inandıkları ilaçları içmek, vajinalarına sivri cisimler sokmak gibi tehlikeli, sağlıksız veya geleneksel yöntemlerle bedenlerine zarar verebiliyor. Dolayısıyla kürtajın yasal ve ulaşılabilir olmamasının pratikteki karşılığı kadınların bedensel ve ruhsal sağlığından vazgeçmesine neden oluyor.

Bedenlerimizin, cinselliğimizin ve hayatlarımızın nüfus politikalarına alet edilmesine; kocalar, babalar, sevgililer tarafından denetlenmesine izin vermeyeceğiz. Biliyoruz ki kürtaj değil, kürtajın yasaklanması ya da kürtaj olmak isteyen kadınlara zorluk çıkarılması cinayettir. Bedenlerimiz bizim, kararlar da yine bizim olacaktır!

Zilan Akbulut