Güncel Yazılar


Atilla Dirim Tüm Yazıları

Güvercin tedirginliğinde yaşayanlar- Hrant Dink’i anmak

Agos gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink, 19 Ocak 2007 yılında sokak ortasında katledilmesinden kısa bir süre önce “Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Dink, Ermeni Soykırımı’yla yüzleşmenin kapısını aralayan yazılar yazdığı için devletin karanlık ellerini üzerinde hissediyor, bunu bir güvercin tedirginliği içinde olduğu şeklinde ifade ediyor ama yine de bu ülkenin insanlarının güvercinlere dokunmayacağını umut ediyordu. Ne yazık ki bu yazısından sadece dokuz gün sonra eline silah tutuşturulan bir tetikçi tarafından katledildi, vur diyenler ise aradan geçen 18 yılda bütün vaatlere rağmen ortaya çıkartılmadı.

Hrant Dink’in de mensubu olduğu Ermeni toplumu, uğradıkları pogrom ve katliamlarla nüfusları binlerle ifade edilecek kadar azalan Rumlar, Süryaniler, Yahudiler, çocuklarını okula gönderirken “Aman kendini açık etme!” diye uyarıda bulunmak zorunda hisseden Aleviler, her gün sayısız nefret söylemine ve suçuna maruz kalan Kürtler, aslında devletin kurucu ideolojisinin dışında kalan etnik ve dinsel azınlıklar güvercin tedirginliğinde yaşamaya devam ediyor.

Ama Türkiye’de güvercin tedirginliğinde yaşayan başkaları da var. Son yıllarda, özellikle İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasından sonra artan ve arka arkaya saldırılara, şiddete ve  baskıya uğrayan kadınlar bir güvercin tedirginliğinde yaşıyor. Bir kadının sokağa çıktığı anda bir erkeğin şiddetine uğrama riskiyle karşı karşıya. Sadece sokakta değil elbette; kendisini kadının sahibi gören erkekler, evin içinde ve dışında, akla gelebilecek her yerde kadınlara çeşitli bahanelerle şiddet uyguluyor, dövüyor, sövüyor, öldürüyor. Üstelik bunu yapanların ezici çoğunluğu aileden erkekler, yani babalar, abiler, amcalar, dayılar, mahallenin namus bekçileri vs… 

Türkiye’de LGBTİ+’lar da güvercin tedirginliğinde yaşıyor. Devletin her kademeden çeşitli sözcüleri gece gündüz demeden mevcut ağır kriz durumundan LGBTİ+’ları sorumlu tutuyor ve hedef tahtasına koyuyorlar. Bunun sonucu olarak da LGBTİ+’ların görünür olması, kendi varoluşlarını yaşamaları, iş bulmaları, iş bulsa da çalışmayı sürdürebilmeleri, barınma, sağlık, beslenme gibi en temel haklara erişmeleri bile giderek güçleşiyor. Onlar da dövülüyor, sövülüyor, öldürülüyor, hayatlarının her anı ayrımcılığa uğramakla geçiyor.

Türkiye’de göçmenler de güvercin tedirginliğinde yaşıyor. Savaşlardan ve korkunç yaşam koşullarından kaçarak Türkiye’ye gelen sayısız insan, hemen her gün nefret söylemlerine maruz kalıyor. Sadece söylem olmakla da kalmıyor, işlenen nefret suçları sonucunda yaralanan, ölen göçmenlerin haddi hesabı yok. Bir yandan iktidar tarafından Avrupa ülkelerine karşı birer rehine pozisyonunda tutulurken, öte yandan sağcı/faşist güçler tarafından her türlü yalanla mevcut krizin müsebbibi olarak hedef gösteriliyorlar. Bugüne de çeşitli şehirlerde yaşanan pogromlarda ve nefret cinayetlerinde çok sayıda göçmen hayatını kaybetti.

Türkiye’de hayvan hakları savunucuları da güvercin tedirginliğinde. Uzun zaman boyunca sanki insanlarla sokak hayvanları arasında bir savaş varmış gibi yapılan kara propagandanın ardından 30 Temmuz Salı sabahı AKP ve MHP milletvekillerinin oyları ile TBMM Genel Kurulu‘nda kabul edilen Hayvanları Koruma Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, yani bilinen adıyla “Katliam Yasası” yürürlüğe girdikten sonra sokakta yaşayan hayvanlar ülkenin dört bir yanında katledilmeye, barınak adı verilen ölüm kamplarına kapatılmaya başlandı. Her gün sokakta yaşayan hayvanların en korkunç şekillerde öldürüldüğü, işkence gördüğü haberleri geliyor.

Mücadeleler arasında köprüler kurmak

Hrant Dink’in kapısını araladığı yüzleşme, güvercin tedirginliği içinde yaşayan herkes için büyük bir öneme sahip, çünkü 1915 soykırımı ve sonrasında Ermenilere yönelik olarak yaşanan inkâr ve imha politikalarıyla yaratılan “iç ve dış düşmanlar”, “hainler”, “ajanlar” imgesi bugün bile antidemokratik atmosferi beslemeye devam ediyor. İşçi sınıfının pençesinde kıvranmakta olduğu derin sosyal ve ekonomik krizin sorumlusunun kapitalist sistem, patronlar ve onların adına yönetenler olduğu gerçeğinin üzerinin örtülmesi için bu imgelerin kullanılmadığı bir anın olmadığını biliyoruz. Daha fazla demokrasi, daha fazla hak ve özgürlük isteyip de “dış güçlerin ajanı” olmakla suçlanmayan kimse var mı ki?

Hrant Dink’in aradığı yüzleşmeyi gerçekleştirmek için şüphesiz daha demokratik bir atmosfer gerekir. Bu atmosferin yaratılması için ise hak ve özgürlük mücadelelerinin güçlenmesi, büyümesi, kazanım elde etmesi gerekir. Soykırım yüzleşmesi ile diğer hak ve özgürlük talepler arasındaki bu simbiyotik ilişki, mücadeleler arasında köprülerin ne kadar sağlam olduğuna bağlıdır. Her 19 Ocak, Hrant Dink’in ve mücadelesinin anıldığı her gün, bu köprülerin kurulması, desteklenmesi ve güçlendirilmesi için iyi bir fırsattır. Bu, Hrant Dink’in bize bıraktığı ve sahip çıkılması gereken bir mücadele mirasıdır. 

Atilla Dirim

(Sosyalist İşçi)


Can Irmak Özinanır Tüm Yazıları

Le Pen öldü, kahrolsun yeni Le Pen!

Fransa’da faşizmin sembol figürlerinden Jean-Marie Le Pen, 96 yaşında öldü. Le Pen’in ölümü Fransa sokaklarında sevinç gösterileriyle kutlandı. Bir faşistin dünyadan ayrılması sevinç verici bir hadiseyse de 96 yaşında ve fikirleri yükselişteyken ölmesi de ironik. 

Adanmış bir ırkçı 

Bugün “baba” Le Pen olarak bilinen Jean-Marie, politikaya Paris’te hukuk okuduğu yıllarda başladı. İlk yıllarında Paris sokaklarında monarşist Action Française’in (Fransız Hareketi) gazetesini satıyordu. Daha sonra temel işlevi sokakta solcu militanlara saldırmak olan hukuk fakültesi öğrencilerinden oluşan sağcı bir birliğin başına geçti. Bir süre aşırı sağcı adayların seçim kampanyalarında yer alan Le Pen, 1956 yılında milletvekili oldu. Asker olarak Cezayir İşgali başta olmak üzere Fransa’nın işgallerinde de yer alan Le Pen, bir süre Nazi marşlarını yayımlayan bir müzik şirketi de yönetti. 

1972 yılında Ulusal Cephe Partisi’ni kurdu (Front National- FN). FN, iktidarı ele geçirmek üzere faşist bir kitle hareketine ihtiyacı olduğunu biliyordu ancak partinin kurulduğu yıllarda faşizm tüm dünyada kötü bir şöhrete sahipti. Le Pen ve arkadaşları, partinin ana akım siyasetten dışlanmamak için “faşist” yaftası yemesini engellemeleri gerektiğini biliyordu. Bunun için de bu dönemde “ikili söylem” dedikleri bir tarz geliştirdiler: Kamu otoriteleri tarafından kabul edilebilecek en uç şekilde; sağcı, ırkçı, kadın düşmanı ve homofobik retoriği kullanmak.  

Kamu önündeki resmî konuşmalarında kendilerini politik alanın meşru bir parçası olarak gösteriyorlar, parti içinde ve dışında demokrasiye saygılı olduklarını anlatıyorlardı. Ancak parti içinde gayrıresmî biçimde faşist çekirdeği güçlendirmek üzere kendi otoriter ve antidemokratik gündemlerinin altını çiziyorlardı. 

FN, ilk yıllarından itibaren göçmen karşıtlığını programının en önemli parçalarından biri kıldı. Le Pen’e göre Fransa’nın “arındırılması”, Galyalı ve Romalı Katolik kökenlerine dönmesi gerekiyordu. 1990’larda merkez sağın da göçmen karşıtı argümanlar kullanmaya başlaması Le Pen’e yıllardır aradığı fırsatı getirdi. Göçmen karşıtlığının ana gövdesi olarak kendini örgütleyen Le Pen ve FN, 2002 yılında politik kariyerinin en üst noktasına ulaştı. Irkçı, otoriter bir programla 5 milyona yakın oy alan Le Pen, faşist yükseliş karşısında Fransız toplumunun önemli bir kısmının merkez sağcı aday Jacques Chirac etrafında birleşmesi sonucu iktidarı ele geçiremedi. 

Le Pen’in faşist politikasının tek ayağı göçmen karşıtlığı değildi. Azınlıklara, kadınlara, LGBTİ+’lara güçlü bir düşmanlık besleyen Le Pen, II. Dünya Savaşı’nda Naziler tarafından soykırım için kurulan toplama kamplarının da “bir ayrıntıdan ibaret” olduğunu söylemişti. 1996’da yaptığı bir konuşmada FN gençliğini bir krize hazırlanmaları gerektiği konusunda uyarıyordu: “Kriz, tarihin muhteşem ebesidir”. 

Faşizm tehlikesi bitmedi

Le Pen, 2011 yılında FN liderliğini bıraktı. Yerine kızı Marine Le Pen seçilirken onursal başkan olan Jean-Marie, toplama kampları hakkındaki sözünü bir kez daha yinelemesi üzerine 2015 yılında partisinden ihraç edildi. Babasının imajından bir nebze olsun kurtulmak isteyen Marine Le Pen, partinin ismini Rasseblement National (Ulusal Birlik-RN) olarak değiştirdi. Fransa’da uzun süredir işçi sınıfına ağır bir neoliberal saldırı yürüten Emmanuel Macron’un politikalarıyla dünyadaki aşırı sağ yükselişi aynı momente denk geldi ve RN seçimlerde oy oranlarını ciddi bir şekilde arttırdı. 2024 Genel Seçimleri öncesi tüm kamuoyu yoklamaları RN’nin iktidara gelebileceğini gösteriyordu. Hatta Fransız burjuvazisinin önde gelen kesimleri RN’nin iktidara gelebilmesi ihtimali üzerine onlarla temasa geçmeye ve sermayenin bu geçişten sert bir şekilde etkilenmemesini garanti altına almaya çalıştı. 

Aslında Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belliydi. Genel seçimden bir ay önce yapılan 9 Haziran 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde RN belediyelerin yüzde 90’ında birinci parti olmuştu. Fransa solu bu yükselişi ciddiye almadı ancak Cumhurbaşkanı Macron parlamentonun fesh edildiğini ve kazanmaları hâlinde FN’ye hükümet kurma görevi vereceğini söyleyince solda alarm zilleri çalmaya başladı. 

Solun, FN’ye karşı son anda verdiği tepki kendisini 1930’larda kurulan Front Populaire’i (Halk Cephesi) kendine model almak ve Nouveau Front Populaire (Yeni Halk Cephesi-NFP) isimli sol partilerin birliğini kurmak oldu. NFP’nin ortaya çıkışı tabanda, Fransa’nın en büyük işçi konfederasyonu olan CGT tabanında, gençlik örgütlerinde ve LGBTİ+ hareketinde militan bir mobilizasyonu sağladı. Ancak NFP’nin “faşizme karşı” stratejisi, merkez sağ ve neoliberallerle ittifak kurmak oldu. Fransız sosyalist Denise Godard’ın yazdığı gibi: “NFP’nin seferberliğine rağmen, ilk turda RN anketlerin zirvesine çıktı ve neredeyse her seçim bölgesinde aday çıkardı. 11 milyon oyla, 2022 seçimlerindeki toplam oylarını ikiye katlayarak muhteşem bir ilerleme kaydetti. Sol, strateji değiştirmeye gerek görmedi. NFP’nin mantığı, en radikalinden en sağcısına kadar  tüm bileşenlerini merkez sağ ve Macron’u destekleyen partilerle fiili bir anlaşmaya dönük bir tartışmaya yöneltti. İlk turda üçüncü olan her NFP adayı, RN adaylarına karşı hükümeti ya da muhafazakar adayları desteklemek üzere çekildi. Bu durum NFP’nin, örneğin 2023’te emekli maaşlarına saldıran başbakan Elisabeth Borne’a ve son on yılların en ırkçı yasasının yaratıcısı olan içişleri bakanı Gérald Darmanin’e oy verilmesi çağrısında bulunmasına yol açtı.”

Faşizme karşı birleşik cephe

Kısacası NFP, RN’nin iktidara gelmesini engellemiş olsa da faşizme karşı oluşan militan ruh hâlinin sistem tarafından soğurulmasını temsil ediyor. Bu ise faşizmin yükselişini durdurmaktan çok uzakta. 

Fransa’da seçim öncesinde faşizme karşı sokağa çıkarak gücünü kanıtlamış olan taban hareketinin örgütlenebileceği kanalları yaratmak, her yerelde, işyerinde işçi sınıfının içinde örgütlenen birlikler yaratmak ve ırkçılığa karşı militan bir mücadele ile neoliberalizm karşıtı mücadeleyi omuz omuza vermek faşizmi durdurabilecek olan tek güç. 

Can Irmak Özinanır


Dila Ak Tüm Yazıları

Aile Yılı safsatası

Bildiğiniz üzere 2025 yılı, Aile Yılı ilan edildi. Bu kapsamda aile kurmayı teşvik edecek maddi destekler, danışmanlık hizmetleri, eğitimler ve konut desteği gibi uygulamalar hayata geçirilecek. Yeni evlenenlere kredi ve çocuk yardımı yapacaklarını da açıkladılar. 

Para veririm ama…

Tabii ki bu yardım, karşılıksız değil. Yeni evleneceklerin, 48 ay vadeli ve iki yıl geri ödemesiz ve faizsiz olacak 150 bin liralık bu kredi desteğini edinebilmenin bazı ilginç şartları var. Öncelikle, 18-29 yaş aralığını geçmemiş olması gereken çiftlerin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması gerekiyor. Başvuru şartlarında belirtilen ama burada uzun uzun değinmeyeceğim bazı suçlardan mahkûmiyet kararının bulunmaması, taşınmaz sahibi ya da hissedarı olmaması gerekiyor. Ayrıca çiftlerin son 6 aylık gelir ortalaması ile son aya ait gelir toplamının, asgari ücretin 2,3 katını geçmemesi şartı var. İşin daha da ilginç yanı, bu çiftlerin bakanlık tarafından sunulan evlilik öncesi eğitim ve danışmanlık hizmetinden yararlanacağının, evlilik sonrası sunacağı eğitim hizmetlerine ise 2 yıl içerisinde katılacağının taahhütünü vermesi ve katılması gerekliliği var. 

Hedef doğum hızında artış

Tüm bu yardımlarla doğurganlık hızının arttırılması hedefleniyor. Doğurganlık hızını arttırmaya çalışırken de bir yandan, esnek ve uzaktan çalışma imkanları ile kadınların ev ve iş hayatlarını rahatlatacak imkanlar oluşturulacağı belirtiliyor. 

Bu destek ve hizmetler duyurulurken, elbette lubunyalar es geçilmiyor ve “LGBT’nin cinsiyetsizleştirme politikalarının aileyi hedef aldığı” savunularak bu politikalara tepki gösterecekleri duyuruluyor. 

Kadın ev-iş sarmalına mahkum ediliyor

Aile Yılı’nın ne demek olduğu aslında bizler için aşikar. Sistemin en küçük kurumu olan aile demek, kadının ücretsiz emeğinin sömürülmesi demek. Ev içi emeğinin, yani ev işlerinin, hane içinden birisi tarafından, yani kadın tarafından, ücretsiz olarak yapılması sistemin sürdürülebilirliği için önem arz ediyor. Bu yüzden devamlılığı ve kadın tarafından yapılıyor olması normalleştirilmeli, meşrulaştırılmalı ve pekiştirilmeli. Özellikle esnek ve uzaktan çalışma imkanlarından bahsedilirken, “kadınların ev ve iş hayatlarını rahatlatacak” ifadesinin kullanılması bu duruma göz kırpan bir açıklama. 

Çalışma hayatında var olan kadının ev-iş sarmalından çıkamamasını ve hayatını ev içi rollere göre tasarlaması gerektiğini hatırlatıyor. Ev içi işleri sadece kadına bağlayarak ve erkeği bu denklemin içerisinden çıkararak, toplumsal cinsiyet rolleri pekiştirilmek isteniyor. Ayrıca ev işlerinin yanı sıra, çocuk veya hasta/yaşlı bakımı gibi işleri de kadının üzerine yükleyerek, bu hizmetlerin, herhangi bir kreş ya da bakım evi açmaya gerek kalmadan, ücretsiz olarak karşılanmasını sağlıyor. Bunu yaparken fedakarlık, dayanışma, annelik gibi söylemlerden yararlanıyor. Çocuk doğurmayı, yaptığı yardımlarla teşvik ediyor.

“Aile değerlerinin” gizledikleri

Aynı zamanda ekonomik krizin getirdiği enflasyon, alım gücünün düşmesi, barınamama sorunu, işsizlik, gelir adaletsizliği gibi tüm sorunları “aile değerleri” üzerinden arka plana atıyor, üzerini örtüyor ya da bu krizlerin/toplumsal sorunların çözümüne ilişkin adım atmaktansa, bu yükü aile üzerinden topluma bölüştürüyor. 

Örneğin işsizlik sorunu karşısında, kişilerin devlet yerine aileden destek almasını, aile değerlerini pekiştirerek ve yücelterek sağlıyor. İşsizlik sorununa çözüm getirmek yerine, bu maddi sıkıntıyı aile dayanışması vurgusu üzerinden, hane içerisinde işsiz yakınlara yardımı teşvik ederek gidermek istiyor. Toplumsal krizler, bireylerin kendi aralarında bireysel çözüm yolları üretmesine indirgeniyor. 

Aileyi değil kadınları ve LGBTİ+’ları savunuyoruz

Aile kurumu sürdürebilmek için çocuk yapabilecek kişilere ihtiyaç duyduğundan, aileyi sadece kadın ve erkek evliliğine dayandırıyor, bu tanımın dışında kalan lubunyaları düşmanlaştırıyor, ailelerin ve çocukların önünde bir tehdit olarak gösteriyor, aile dengesini korumak istiyor. Bu ötekileştirme, varoluş önünde bir tehdit olarak lubunyaların hayatını tehlikeye sokuyor, toplumdan dışlanmalarına neden oluyor.

Tüm bu “Aile Yılı” safsatası, kadınların ve lubunyaların hayatlarının etrafında bir set oluşturuyor, sıkıştırıyor, öldürüyor. Kadının özgürlüğü ve emeği önüne kapanlar yerleştiren bu söylemleri üretmek yerine aile içi rollerin dönüştürülmesi şart. Kadının özgürleştirilmesi ve ekonomik olarak bağımsızlığını sağlayacak koşulların önünün açılması ve kamusal hizmetlerin geliştirilmesi gerekli. 

Dila Ak

(Sosyalist İşçi)


Özdeş Özbay Tüm Yazıları

Derinleşen ekolojik kriz ve yeni mücadele dönemi

2024 yılı gezegenin en sıcak yılı oldu. Gezegen sanayi öncesi dönemdeki ortalama sıcaklıkların 1,6 derece üzerine çıktı. Bu gezegen açısından bir ilk çünkü 2015 yılında imzalanan Paris İklim Anlaşması’nın hedefleri arasında küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlı tutmak vardı. Bu sınır ilk kez ve tahmin edilenden çok daha önce aşılmış oldu.

Kapitalosen (Sermaye Çağı)

Antroposen (İnsan Çağı) kavramı insanlığın artık gezegenin jeomorfolojisinden iklimine ve biyoçeşitliliğine kadar her alanına geri dönüşü olmayan şekilde değiştirmesi sebebiyle kullanılan bir kavram. Ancak haklı olarak bu kavramın yerine kapitalosen (sermaye çağı) diyenler de var. Yani bu etki binlerce yıldır var olan insanlığın değil kapitalizmin bir sonucu. 

Kapitalizm ile ekolojik kriz arasındaki ilişkiye dair Sosyalist İşçi sayfalarında bugüne kadar çok sayıda yazı kaleme alındı. Marx’ın deyimiyle “üretim için üretim, birikim için birikim” sistemi olan kapitalizm altında kapitalistler kör bir rekabet ve kısa amaçlı kâr hırsı uğruna gezegeni yıkıma sürüklüyor. Marx kapitalistlerin “benden sonrası tufan” diyerek bu yıkıcı rekabeti ve umursamazlığı sürdürdüklerini söylüyordu. Son aylarda çıkan iki rapor kapitalizmin nasıl bir felaket olduğunu ve ekolojik krizi durdurmasının nasıl imkansız olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.

BM Çevre Programı (Unep) tarafından Ekim ayında yayınlanan bir rapor, dünyanın 3,1C'lik sıcaklık artışı yolunda olduğunu açıkladı. Rapora göre, emisyonları net sıfıra indirmek için gereken tahmini yatırım miktarı yılda 1-2 trilyon dolar, yani küresel ekonominin sadece yüzde 2’si. Ancak elbette devletler ve şirketler bu miktarda parayı iklim değişimiyle mücadeleye ayırmıyor.

Öte yandan Lancet’te çıkan bir başka rapor ise yeni fosil yakıtlara yapılan yatırımın 2023 yılında hala yeni enerji harcamalarının üçte birinden fazlasını oluşturduğunu ve dünya hükümetlerinin yüzde 84'ünün hala bu yakıtların kullanımını sübvanse ettiğini, yılda tahmini 1,4 trilyon dolar ödediğini ortaya koydu.

Gezegeni kurtarmak için harcanması gereken bütçeler tam aksi yönde fosil yakıt şirketlerine verilen sübvansiyonlara gidiyor anlamına geliyor bu iki rapor. Buna bir de Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü'nün (SIPRI) 2023 yılında küresel askeri harcamaların %6,8 artarak 2,4 trilyon dolara ulaşmış olduğunu eklediğimizde insanlığın ihtiyaçları ile kapitalizmin ihtiyaçları arasındaki çelişkiyi daha da netleşiyor.

2025 Mücadele yılı olacak

BM İklim Zirvesi COP29 (29. Taraflar Konferansı), 2024 yılının Kasım ayında bir petrol devleti olan Azerbaycan’da yapılmış ve beklendiği üzere zirve hiçbir gelişme olmadan sona ermişti. Hatta bir önceki yıl tarihte ilk kez bir BM zirvesinde “fosil yakıtlardan uzaklaşma” cümlesi karar metninde geçiyorken COP29’da bu cümle kaldırılarak bir adım geriye atılmış oldu.

Gözler şimdi Brezilya’da yapılacak COP30 zirvesinde. BM zirvelerinden bir şey beklemeyi terk edeli uzun zaman oldu. 2019 yılında küresel iklim hareketi milyonlarca kişiyle gösteriler düzenlerken “COP’a değil mücadeleye bak” sloganını atıyordu. Tek yol kitle mücadelesiyle şirketleri ve devletleri harekete geçmeye zorlamak deniyordu.

Fakat devletler de bir hamle yaparak İskoçya’daki iklim zirvesi COP26’nın ardından zirveleri arka arkaya Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Azerbaycan gibi diktatörlük rejimlerinin olduğu ülkelere verdiler. Böylece kitle eylemleri yapmak imkansızlaştı. 

2025 yılında ise uzun bir aradan sonra iklim zirvesi COP30 yeniden demokratik bir ülkede hem de Dünya Sosyal Forum’larının ilk kez örgütlendiği ülkede olan Brezilya’da yapılacak. O dönem olduğu gibi yine solcu Lula da Silva devlet başkanı. Zirvenin yerli halklardan ve sendikalardan büyük ilgi göreceği tahmin ediliyor. Dünya Sosyal Forumu, Irak işgali döneminde küresel savaş karşıtı hareketin de doğmasını sağlamıştı. Şimdi de savaş karşıtı bir harekete ihtiyaç olduğunu herkes görebiliyor. 

Brezilya’da yapılacak zirve kitlesel eylemlere ve yeni bir küresel iklim hareketiyle, bir savaş karşıtı hareketin doğmasına yol açabilir. Gezegeni kurtarabilecek tek güç geçmişte olduğu gibi yeniden merkezinde işçi sınıfının olduğu toplumsal hareketler inşa etmekten geçiyor ve COP30 tarihi bir yeni başlangıç olabilir.

Kaliforniya’da yangın yılı

ABD’nin en zengin eyaletlerinden biri olan Kaliforniya’nın Los Angeles kentinde kış mevsiminin ortasında günlerdir orman yangınları yaşanıyor. Yangınlar birçok mahalleye de sıçrayarak şuana kadar 24 kişinin ölümüne yol açtı, 12 binden fazla yapı kül oldu, 150 milyar dolar zararın oluştuğu tahmin ediliyor. Kentte acil durum ilan edildi.

Kaliforniya her yaz mevsiminde yaşanan orman yangınlarıyla bilinen bir eyalet. Ancak yangınlar bu sefer “yangın mevsimi” denilen dönemde değil kışın ortasında yaşandı çünkü bölgenin bu yıl alması gereken yağmurun sadece yüzde ikisini aldığı söyleniyor. Farklı noktalarda çıkan yangınlar rüzgarlarla hızla yayılarak bu felaketin yaşanmasına yol açtı. Yangınların kış mevsiminde de yaşanıyor olması nedeniyle Duke Üniversitesi’nden Toddi Steelman artık Kaliforniya’da “yangın mevsimi” kalmadığını ve “yangın yılı” yani yıl boyu yangınların yaşanmakta olduğunu söyledi.

Yangınlarla birlikte yaşananlar Naomi Klein’ın felaket kapitalizmi tanımının ne kadar haklı olduğunu gösteriyor. 186 dolar milyarderinin yaşadığı (bu konuda dünya birincisi) Kaliforniya eyaletinde lüks evleri ve alışveriş merkezlerini yangınlarda korumak için 100 civarı özel itfaiye teşkilatı kurulmuş. Los Angeles sokaklarında şu an bu lüks konutları ve AVM’leri korumak için boş boş bekleyen itfaiye araçları ve itfaiyeciler var! Öte yandan Los Angeles İtfaiye Şefi Kristin Crowley sadece bir ay önce itfaiye bütçesinden yaklaşık 18 milyon dolar kesilmesinin “Büyük yangınlara hazırlık ve müdahale yeteneğini azaltacağı” uyarısını yaptığı ortaya çıktı.

Yangınlar 150 bin kişinin tahliye edilmesine yol açmış durumda. 75 bin kadar sokakta yaşayan evsize ne olduğu ise bilinmiyor. Ancak bu felaket yine Naomi Klein’in kavramsallaştırdığı “şok doktrini” için muazzam örnekler barındırıyor. Son bir haftada Los Angeles’taki konut kiraları ortalama yüzde 50’inin üzerinde artış göstermiş. Evlerini boşaltan on binlerce kişi güvenli mahallelerde geçici konutları kiralıyor. 

Öte yandan yanan mahallerin yeniden imarı ise elbette inşaat şirketlerinin iştahını kabartıyor. ABD basınında bu konuda tartışmalar yaşanmaya devam ediyor. 

Özdeş Özbay

(Sosyalist İşçi)


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Değişim işçi sınıfının eyleminde

ŞENOL KARAKAŞ

Çok uzun bir süredir umut-umutsuzluk sol ve muhalif saflarda bir tartışma konusu. Bir aktivistin umutsuz olmak gibi lüksü olamaz oysa. 2021 yılında bir röportajında aktivist Greta Thunberg, “Geleceğin nasıl sonuçlanacağı konusunda oturup spekülasyon yapmıyorum, bunu yapmanın bir faydasını göremiyorum. Şimdi yapabileceğiniz her şeyi yaptığınız sürece, kendinizi depresif veya endişeli hale getiremezsiniz” demişti.

Umutsuz olmaya hakkımız yok. Mücadele umut etmeden, kazanma umudu olmadan, değiştirme umudu olmadan, yenme umudu olmadan sürdürülemez.

Umut, gökten zembille de inmez.

Mücadelelerin kritik önemi

Yakından bakılınca umutsuz görünen her durumun içinde hangi politik halkayı tutarsak ezilenler lehine bir gelişme olabileceğini gösteren umut kümesini görebiliriz. Bu açıdan umut bizzat mücadelenin kendisinden çıkar ve görülmesinin önünde sınıf mücadelesinin seyri başta gelmek üzere bir dizi etken vardır. Hareket içinde karamsarlığın asli tehlikesi, kazanmak için savunulması gereken politikaları ve örgütsel hamleleri görünmez kılması, anlamsızlaştırmasıdır. Karamsarlık, en küçük hareketin bile daha genel bir mücadelenin yaygınlaşması için sahip olduğu potansiyeli görünmez kılar.

Tüm mücadeleler içinde işçi sınıfının en küçük kıpırtısı ezilenlerin büyük çoğunluğunu etkileme şansına sahiptir. Bunun nedeni tek tek bireyler olarak iyi ya da kötü, daha gelişkin bakış açısına sahip ya da değil, cesur ya da ürkek, bencil ya da paylaşımcı olabilse de diğer tüm toplumsal gruplardan farklı bir özelliğe sahiptir: işçi sınıfı örgütsüz olduğunda atomize olur ama bir kere sınıf örgütlenmesi içine girdiğinde “sınıf özelliklerini ön plana çıkarır ve örgütlenmenin bir fonksiyonu olarak sınıf özellikleri, sınıf katılımı ölçeği büyüdükçe, salt bireysel tepkilerden giderek daha fazla öncelik kazanır. Daha sonra, bir geri besleme etkisiyle, sınıf tepkileri de bireysel tepkileri şekillendirip yeniden eğitebilir ve böylece sınıf bilinci gelişir.”

Tek devrimci sınıf

Hal Drapper’in özetlediği gibi, işçi sınıfının yaşam koşulları onu örgütlenmeye, gittikçe daha homojen bir hareket üretmeye yöneltmektedir. Sermaye tarafından örgütlenmiş bir grup olarak işçilerin çıkarları onları mücadeleye yönlendirir. İçinde yaşadığımız toplumda sadece işçi sınıfının örgütlü mücadelesi ısrarla burjuva kurumlarının ve fikirlerinin çerçevesinin dışına çıkma eğilimindedir. İşçi sınıfının varoluş koşulları onu sadece burjuva karşıtı mücadeleyi örgütlemeye yöneltmiş, ancak mücadelenin kritik aşamalarında ona özgü bir cesaret ve militanlığa itmiştir. İşçi sınıfı, toplumsal ağırlığı olan ve eski düzenin ortadan kaldırılmasını gerçekleştirme ve yeni bir düzen inşa etme, yeni bir toplumsal örgütlenme inşa etme gücüne sahip olan tek toplumsal güçtür.

Bu potansiyel güçle, gündelik yaşamdaki ve tek tek mücadelelerdeki pratik durum arasındaki büyük mesafe, karamsarlığı yaratan bir diğer etken.

Bir yandan işçi sınıfının mücadele, örgütlenme ve eyleminin yayılma potansiyellerini görmeyen, tekil alanlarda eylemler ve hareketlerin içine sıkışıp kalanlar bir moral bozukluğuna sahip. Öte yandan da işçi sınıfının her an devrimci patlamalar içinde olmamasına bakıp, sınıf hareketinin sonsuza kadar böyle süreceğini düşünenler başka bir açıdan moral bozukluğuna sahip. Bu durum, hem tek tek direnişlerin, grevlerin, basın açıklamalarının önemini görmezden gelmeye neden oluyor hem de bu tek tek eylemlerin içinde kazanan mücadelelerin tüm sınıf hareketine, sendikalara, işçi örgütlerine ilham vermesi için örgütlenmenin önüne engeller dikiyor. Polonez işçileri, metal işçileri, iki ay önce 100 bin kişiyle Ankara meydanlarını dolduran Türk-iş işçileri, KESK ve diğer memur sendikalarının kitleselleşmeye başlayan eylemleri, aile hekimlerinin inanması güç bir şekilde önce iki gün, ardından beş günlük grevleri…

İşçiden işçiden esmeye başladı yel. Acımasız bir ekonomik saldırı tüm ezilenleri öfkelendiriyor. Yoksullar mır mır mır konuşuyor. Şimdi her işçi eylemi her zamankinden çok daha önemli. Sosyalistler için ise daima tek bir görev var: sosyalizm fikrinin öncü işçilerin arasında kök salması için mücadele etmek. Bu mır mır konuşanların daha yüksek sesle konuşmasına yardımcı olacak. Bu bir süreç ve bunun kestirme bir yolu yok. Umutsuz olan arkadaşlarımızı da silkeleyecek olan daha büyük işçi mücadelelerine hazır olmalıyız.  

Şenol Karakaş

(Sosyalist İşçi)


Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

Sürecin ruhuyla çatışma haline son verilmeli

DEM Parti Heyeti'nin PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşmesi sonrasında yaşanan gelişmelere paralel geniş bir çevrede, hızla dil ve yaklaşım değişikliği dikkat çekiyor. Topluma temkinli bir beklenti hâkim oldu.

Aksi olması beklenirdi.  Birçok kesim, sürecin başarısızlıkla sonuçlanmasını bekliyor gibiydi. Oysa başarısızlık durumunda ortaya çıkacak olası büyük yıkımın ve kırılmanın derinliğinin farkında değiller.

Bu nedenle iktidar partisinde ve çevresinde olanlar kritik derecede önem taşıyor. Karşısındaki herkesi ve her kesimi hakir gören, sürecin rotasını tayin etmeye tek başlarına muktedirlermiş gibi konuşan siyasetçiler ve kalemşorlar piyasa yapmaya başladılar.

Hepsi değilse de, bir kaçının sürecin başarıya ulaşması durumunda konumlarını yitirecekleri kaygısıyla hareket ettikleri anlaşılıyor.

Hürriyet Gazetesi yazarı Abdulkadir Aksu çarşamba günkü yazısını, “ PKK silah bırakmadan hiçbir adım atılmayacak. PKK’nın silah bırakması Ankara’nın kırmızı çizgisi...“ cümlesiyle bitirdi. Bu noktada anlaşılmayan bir şey yok. Sürekli bu tekrar ediliyor. Ama yazılanlarda ve konuşulanlarda hedeflenenin bununla sınırlı olmadığını gösteren çok sayıda belirti de var.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın bu çerçevede bazı açıklamaları ve kullandığı dil dikkat çekici. Aynı zamanda düşündürücü.

En son çarşamba akşamı Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan'ın Tarafsız Bölge programında, CNN Türk'teki söyleşide, iktidar partisinin esas hedefinin PKK’nın silah bırakmasıyla ve 8 yıldır anlatılan sınır güvenliğiyle sınırlı olmadığını, derli toplu ve açıkça ifade etti. 

Anlattıklarından anladığım, Suriye'de HTŞ'nin liderliğinde Şam merkezli Türk tipi rejim oluşturmayı hedefliyorlar. Doğu ve Kuzey Suriye yönetiminin dağıtılmasını isterken, Kürt kazanımlarına karşı olmalarını 'anti emperyalist'  söylemle gerekçelendirmesi, yaklaşmakta olan tehlikenin büyüklüğünün işareti. Aynı zamanda Ankara'nın tekçi yeni bir Arap cumhuriyeti komşuya yatırım yaptığının işareti.

Sözünü ettiğim söyleşi, bilinçli ve hesaplı bir biçimde sınırları fazlaca zorlayan mahiyette.1 Ekim sonrası gelişen sürecin ruhuyla uyumlu değil. Bu bir korkunun telaşı mıdır, anlaşılmıyor.

Bu olsa olsa bölgemizin içinde bulunduğu yeni dönemde, değişik siyasal aktörlere, Kürt sorunu bağlamında verilen mesaj veya el yükseltmek olabilir. Bu bir yere kadar anlaşılabilir.

Kanaatimce, siyasi girdileri çıktıları hesap edilmiş, ama bunların olası sosyal, kültürel ve toplumsal negatif sonuçlarının boyutları dikkate alınmamış, kavranamamış veya önemsenmemiş, sürecin ruhuna uygun olmayan davranışlar gibi görünüyor. 

DEM Parti Heyetinin Abdullah Öcalan ile yaptığı görüşme sonrası yaşananlara dair oldukça geniş kesimlerdeki kafa karışıklığını ve temkinli bekleyişleri doğal olarak haklı çıkaran veya güçlendiren bir yaklaşım olduğu gerçeği atlanıyor.

Bu türden yaklaşımlar, iktidar partisinin MHP lideri Devlet Bahçeli'den daha geri bir pozisyon almakta olduğu algısıyla birlikte, başarısızlıkla sonuçlanacak bir sürecin taşlarının döşenmesi olarak algılanmasına da yol açıyor.

“İç Kürt sorunu çözdük, dış Kürt sorunu var” demek; sorunu teröre, koşulsuz, müzakeresiz silah bırakmaya indirgemek, sorunun yönetimsel ve demokratik muhtevasını tümden inkâr etmeye çabalamak “1915’teki hain işbirlikçi Ermeniler” söylemlerine benzer bir yaklaşımın tedavüle sokulmasıdır. 1915'in sonuçlarını hatırlatan acemice korkutma çırpınışları, zayıflığın göstergesidir. İnsanların aklıyla alay etmektir.


Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

Adı dahi konulmayan süreç

Öncelikle herkesin yeni yılı kutlu olsun. 2025 yılı ülkemizde ve tüm dünyada barışa/ huzura açılan bir pencere olsun.

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Meclis açılışında DEM Partililerle tokalaşmasını “dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” sözleriyle izah etmesi sonrasında yaşanan gelişmelerin adı bir türlü konulmak istenmiyor, tanımlanmak istenmiyor.

Bunun birkaç nedeni olduğu çok açık. Kutuplaştırılmış Türkiye’de, iktidar blokunda ve demokrat, sol muhalefet kesimlerinde göze çarpan iki farklı ortak tutum var. Barış hakkı gibi evrensel kazanımı örselemek.

İlki, 2013-2015 çözüm sürecinin çağrıştırdıkları ve geniş toplum kesimlerinin kendi tanımlarıyla “devletin terör örgütü karşısında acze düşmesi” biçiminde algılanmasının yarattığı sorunlar ve zorluklar.

Bu nedenle iktidardaki AK Parti ve ortağı MHP; seçmenlerine, Kürt siyasal hareketi karşıtlarına ve Türk milliyetçilerine “güçlü, büyük Türk devletine PKK ve destekçileri yenildiler” mesajı vermeyi tercih ediyor, gelişmelerin böyle algılanmasına hizmet eden bir dil kullanıyor.

İkincisi ise, ülke ve dünya deneyimlerinden bilinenlerden çok farklı bir süreç olması ve iktidarın yakın dönem siyasal bagajı ve pragmatik hedeflerinin yarattığı kaygılar, belirsizlikler ve güvensizlik. Hatta süreci, kapsamlı yeni bir savaşa hazırlık olarak görenler de az sayılmaz. Sürecin karakteri ve iktidar bloğunun üstenci, hükümran ve nefret dili ise bunların tuzu biberi oluyor.

Barış arayışının ve çatışma çözümünün; evrensel değerlere bağlı, ulusal ve uluslararası hukuka ve demokrasinin temel ilkelerine uyumlu, karşılıklı etkileşime dayanan diyalogla geliştirilecek yol ve yöntemlerle bireylerin ve grupların ihtiyaçlarına odaklanması gerekir.

Birinci çözüm sürecinde ve sonrasında yaşananlara baktığımızda bunların büyük bir bölümünün haklı olduğu görülmektedir. Diğer taraftan bu duruma ciddi ölçüde AK Parti’nin muhafazakâr milliyetçi kimliğine karşı düşmanca bakışın yol açtığı da görülmektedir.

Hâlbuki en küçük barışa kapı aralayan her türlü girişim, kimden gelirse gelsin değerlidir. Aksi, etik değerlerle dahi bağdaşmaz.

Bu nedenle bugünün Türkiye’sinde Kürt sorununun çözümünün zemini olabilecek bir sürecin gelişme ihtimaline karşı takınılan negatif, değersizleştiren ve küçümseyen yaklaşımlar ve tavırlar, evrensel değerlerin ve kavramların içinin boşaltılmasına yol açmaktadır.

Bunun tipik örneklerinden birisini MHP lideri Bahçeli yeni yıl mesajında sergiledi. “İmralı ile DEM Parti temsilcileri arasında 28 Aralık 2024 tarihinde gerçekleştirilen görüşme ve bu görüşmenin genel hatlarıyla medyaya yansıyan bazı bölümleri; demokrasiyi, Türk-Kürt kardeşliğine bağlanan umutları nispeten takviye etmekle kalmamış hayırlı bir başlangıcın ivmesi olmuştur” değerlendirmesi yaptı. Sıranın sözden, eylem safhasına geldiğini belirten Bahçeli, “ortada yeni bir çözüm veya açılım diye bir süreç hiç yoktur" ifadesini kullandı.

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Cumhurbaşkanı Hukuk Politikaları Kurulu Başkan Vekili Mehmet Uçum ise görüşmeyi “Türkiye Yüzyılı Türk- Kürt Kardeşliği Yüzyılı”  X paylaşımıyla karşıladı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yeni süreci, ilk başlarda “Cumhur İttifakı tarafından açılan tarihi fırsat penceresi” olarak tanımlamıştı.

Ezberlerimizi gözden geçirelim        

İnsan sormadan edemiyor, kafalar mı karışık, yoksa ortada ciddi bir takiyye mi var diye.

DEM Parti’nin İmralı’da Abdullah Öcalan ile görüşme yapan, 2013-2015 çözüm sürecinin deneyimine sahip, aynı zamanda kişisel olarak bedel ödemiş milletvekilleri Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder’in görüşme sonrası süre ilişkin açıklamaları yabana atılacak bir şey olmasa gerek.

Buldan ve Önder basına “Sürecin hassasiyeti nedeniyle, belli bir olgunluğa ulaşana kadar basına bilgilendirme yapamayacağız. Bu karar bir şeyleri saklamak anlamına gelmiyor; aksine yürüteceğimiz görüşmelere saygının bir gereği. "Ancak tek bir cümle kurmak gerekirse, önceki süreçlerden çok daha umutlu olduğumuzu söyleyebiliriz. Yeni senede heyet olarak kapsamlı bir açıklama yapacağız” açıklamasında bulundular.


Can Irmak Özinanır Tüm Yazıları

Dünyaya sıradan insanların gözlükleriyle bakmak

Suriye’de son yaşananlar üzerine çokça yazıldı çizildi. Beşar Esad’ın devrilmesinin emperyalizmin bir oyunu olduğundan, Suriye’de cihatçıların her şeyi ellerine geçirdiği yönünde pek çok analiz okuduk. Ancak bu analizlerin önemli bir kısmı, dünyanın dört bir yanında yaşayan Suriyelilerin heyecanını yansıtmıyor, hatta bu heyecanı küçümsüyordu. 

13 yıl önce diktatörlerine başkaldırmış, sokaklarda katliama maruz bırakılmış halkların açıklamalarına gözlerini kapamak sosyalistlerin kesinlikle uzak durması gereken bir tavır. Esad’ın devrilmesinin üstünden birkaç saat geçmişken Facebook’ta Suriyeli sosyalist aktivist Ghayath Naisse’nin gönderisini okudum: “Yıllar süren sürgünden sonra, artık eve dönme zamanı”. Ghayath’ın ve Suriyeli pek çok yoldaşın hissiyatı benzerdi. 

Emperyalizm analizi komplo teorilerine yaslanarak yapılamaz 

Marksizm, dünyayı açıklamak ve değiştirmek için bir kılavuz niteliğinde. 20. Yüzyılın başlarında Vladimir Lenin, Nikolay Buharin, Rosa Luxemburg gibi devrimcilerce ortaya konan Markist emperyalizm teorisi ise bu kılavuzun ayrılmaz parçalarından biri. Peki, Esad’ın devrilmesinin “emperyalizmin oyunu” olduğunu söyleyenler gerçekten Marksist bir analiz mi yapıyor? Sıradan insanların denkleme dahil olmadığı bir analiz gerçekten Marksist olabilir mi? 

Emperyalizm teorisi bize kapitalistler arası rekabetin giderek ülkeler arası bir rekabete dönüştüğünü ve dünyayı paylaşma konusunda birbirlerine giren devletlerin sistemi devasa savaşlara sürüklediğini anlatır. Ancak sosyalistler dünyayı basitçe bir takım güç blokları arasındaki mücadelenin belirlediğini düşünmezler: Eğer emperyalist savaş, kapitalizmden kaynaklanıyorsa bunu durdurabilecek olan güç de kapitalizmde tüm zenginliği üreten sınıf yani işçi sınıfıdır. Kitlelerin politikaya dahil olmadığı hiçbir değerlendirme Marksist emperyalizm analizini kullanmamaktadır çünkü Marksizm dünyaya ilk önce sıradan insanların, üretenlerin, ezilenlerin, direnenlerin gözlüğüyle bakar. 

1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı sırasında Lenin ve Bolşevikler de böyle yapmıştı. Bu yüzden propagandalarını temelde sıradan insanlara, işçi sınıfına yöneltmiş ve asıl düşmanın içeride olduğu, tüm dünyada işçilerin kendi egemen sınıflarına karşı hareketinin savaşı durdurabileceğini anlatmıştı. 

Egemen sınıf kibri 

Suriye halkları sadece bir dikatörle değil, ABD’den Rusya’ya kadar büyük emperyalist güçlerin, Türkiye’den İran’a daha küçük bölgesel güçlerini yaymaya çalışan ülkelerin askeri müdahaleleriyle de mücadele etmek zorunda kaldı. Üstelik rejim düştüğü andan itibaren, şu anda Gazze’de soykırım yürüten İsrail yeniden Suriye topraklarına saldırmaya başladı. Sıradan insanların dünyayı değiştirebileceğini düşünenler tüm dış güçlerin derhal ve koşulsuz şekilde Suriye’den geri çekilmesini savunmalılar. 

Öte yandan Esad’ı deviren süreç “bazı emperyalistlerin” (ABD, İsrail vb.), “başka emperyalistlere” (Rusya, Çin vb.) karşı zaferi değil. Elbette emperyalistler tüm dünyada çatışmalardan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmaya çalışırlar ama tabloyu bundan ibaret görmek, Suriyelilerin 12 yıl önce başlayan ayaklanmasını tamamen yok saymak veya daha kötüsü bu ayaklanmaya karşı çıkmak anlamına gelir. 

Emin olmak gerekir ki, Suriyeli devrimciler Esad’ın katil olduğunu bildikleri kadar HTŞ’nin özgürlük düşmanı bir güç olduğunu da biliyor. “Büyük resmi gören” bir takım analizcilerin akıl vermesine değil, dünyanın dört bir yanında göçmen karşıtlığıyla mücadele eden kitle hareketlerine, işgalci güçlerin Suriye topraklarından çekilmesi için mücadele eden enternasyonalistlere ihtiyaçları var. 

Tam da bu yüzden Suriye’deki Devrimci Sol Akım gibi partilerde örgütlenen devrimciler ülkeye geri dönmenin yollarını arıyor, umutlarını yeni örgütlenme kanalları yaratmak için kullanıyor, kadınların önünü çektiği bir faaliyet örgütlüyorlar. Sosyalistlere düşen bu yoldaşlara akıl değil omuz vermektir. Gerisi sosyalizm değil, sol saflara sızan egemen sınıf kibridir. 


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Filistin İçin Direnişe Ara Verilemez - V

Son yazıda Siyonizm’in özel tür bir ırkçılık olduğunu ve soykırımcı bir devlet politikasının temel harcı olduğunu ele almaya çalıştım. Bu yazıda, hem Siyonist ırkçıların üzerinde sörf yaptığı İslamofobi açısından hem de Gazze direnişiyle arasına mesafe koymak için yapmadığını bırakmayanlar açısından Hamas konusuna değinip, sonra da nasıl bir Filistin dayanışması örmemiz gerektiğine işaret ederek bu seriyi bitireceğim.

Hamas’a yönelik ABD nefreti

Hamas’ın 2006 yılında seçimleri kazanması, demokrasiye en saygısız ülke olan ABD’nin özel nefretini topladı. Mahmut Abbas aracılığıyla, seçim sonuçlarını tanımayanlar düpedüz bir darbe planlandı. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condolize Rice’ın ısrarcı olduğu darbe girişimi Hamas’ın karşı müdahalesiyle püskürtüldü. Doğrudan emperyalizmle işbirliği içinde girişilen bu süreç Hamas’ın bugünkü etkinliğini de Abbas’ın yalnızlığını da açıklayan etkenlerden birisi. ABD, Hamas nefretiyle, kontrolü dışında bir siyasal gücün kendi iki devletli çözüm anlayışını zedeleme ihtimaline karşı kapıların kapanmasını istiyor.

Hamas kuşkusuz bir dizi tartışmayı tetikledi. Hamas’ı anlamak için Oslo süreci tartışmalarına bakmak gerekiyor. Öncelikle görülmesi gereken, Oslo süreci hakkında yaratılan tüm efsanelerin de İsrail işgalini meşrulaştırmak için geliştirilen ABD-İsrail stratejisinin bir parçası olduğudur. Ilan Pappe’nin net bir şekilde aktardığı gibi, Oslo’da önerilen iki devletli çözüm, İsrail’in hem ne kadar toprağı Filistinlilere verme hem de geride bıraktığı topraklarda ne olacağını tayin etme yetkisine sahip olması anlamına gelen bölücü bir teklifti:

İki devletli çözüm, daha önce de belirtildiği üzere, bir çemberi tamamlamak amacıyla ortaya atılmış bir İsrail icadıdır. Batı Şeria’nın orada yaşayan nüfusu içine almadan nasıl İsrail kontrolü altında tutulabileceği sorusuna cevap vermektedir. Böylece Batı Şeria’nın bir kısmının özerk, yarı-devlet olması önerildi. Bunun karşılığında Filistinlilerin geri dönüş, İsrail’deki Filistinlilerin eşit haklara sahip olması, Kudüs’ün kaderi ve anavatanlarında insan olarak normal bir yaşam sürme umutlarından vazgeçmeleri gerekecekti.

Oslo Barış Süreci’nin sonucunda imzalanan antlaşmayla hem Batı Şeria bölünmüş hem de Gazze Şeridi “Yahudi” ve “Filistin” bölgeleri olarak ayrılmış, ama ayrıca Filistin bölgeleri bir de küçük kantonlara bölünmüştü. 

Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını kapsamayan Oslo ve Camp David süreçleri mülteci sorunu ve İsrail içindeki Filistinli azınlığın dışlanması, “Filistin halkının” demografik olarak Filistin ulusunun yarısından daha azına indirgenmesi anlamına geldi. Tüm bu müzakere süreci İsrail ve ABD tarafından yönetiliyordu ve Filistinlilerin geri dönüş hakkının mutlak ve kategorik olarak reddini de içeren belgeyi Filistinlilere kabul ettirmekten başka bir amaca sahip değildi. 

Nasıl ki bugün tanık olduğumuz acımasız ve soykırımcı şiddetin sorumlusu El Aksa Tufanı değilse, iki devletli çözüm projesinin Filistinliler tarafından kabul edilmemesinin ve intifadanın başlamasının nedeni de Filistin liderliği ve Yaser Arafat’ın terör kışkırtıcılığı değildi. Arafat, Camp David’e Filistinliler için elle tutulabilir kazanımlar elde etmeye gelmişti. İsrail genelkurmayının ise bir süre sonra iyice netleşecek bir şekilde işgali sonsuza kadar sürdürecek ve Lübnan’da Hizbullah karşısında aldığı utanç verici yenilgiyi unutturacak bir girişime ihtiyacı vardı. 

İntifada, bu sürecin tetikleyicisi olan Şaron adındaki ırkçının Harem-üş Şerif’i (Bölgedeki Müslümanlar ve Yahudiler açısından kutsal olan bir mekan) yüzlerce korumasıyla adeta basar gibi ziyaret etmesi sonucunda, Filistinlilerin öfkesinin patlamasıyla başladı. İkinci İntifada yaklaşık iki yıl sürdü.

Stalinizm’in etkisi

Hem İsrail’le iki devletli çözüm konusundaki uzlaşır tutum hem de Filistin solunun Hamas ve SSCB’ye yaklaşımı Hamas’ın yükselişindeki önemli etkenlerdi. Stalin dönemi Rusya İsrail devletinin kuruluşuna diplomatik olarak tam destek verdi. Buna rağmen Filistin solu, SSCB’yi önemli bir odak olarak gördü. Bu odak olma hali ile gerilla mücadelelerinden etkilenmenin arasında doğrudan bir bağlantı var: “FHKC’nin kadrolarından ve Eylül 1970 hava korsanlarından biri olan Leila Khaled, otobiyografisinde Guevara’nın devrimcilerin görevlerine ilişkin ünlü sözlerini yineledi; ‘Kitlelere ilham vermek ve karşı-devrim çağında devrimci ayaklanmayı tetiklemek için devrimciler olarak hareket ediyoruz.’” 

Filistin solunun bu teorik ve siyasi kökenleri, solda daha sonra yaşanan gerilemeyi ve Hamas gibi örgütlerin öne çıkmasını açıklamak için de kilit role sahip. Çünkü bu kökenler, özellikle 1987’de patlayan Birinci İntifadaya Filistin solunun yanlış bakışının da nedenleri arasında. 

“Filistinliler, İsrail işgaline karşı yanındaki sıradan insanları büyüleyen taban örgütlenmeleriyle direndi. Kendi kendini örgütleyen komiteler protestoları, grevleri ve İsrail işgal güçlerine karşı fiziksel direnişi harekete geçirmenin yanı sıra gizli sağlık ve eğitim sistemleri de kurdu.”

Arafat’ın bu alternatifle bütünleşme yerine kendi örgütsel varlığına yönelik bir tehdit olarak algılaması, İsrail ve ABD ile uzlaşma görüşmelerinin hızlanmasına neden oldu. Bu uzlaşmacı tutumla kitle isyanlarına arkasına dönen liderliğin yanı sıra “İsrail yerleşimci sömürgeciliğinin Filistin işçi sınıfını tarihsel olarak parçalaması ve milyonlarca Filistinliyi yerinden etmesi” de Birinci İntifadanın çok daha etkin bir kazanım elde etmesini engelledi. 

İsrail devletini parçalayamayan hareket, Oslo sürecinin bir parçası olarak kurulan Filistin Yönetimi’nin uzlaşmacılığı ve bürokratik çürümesinin basıncına maruz kaldığında Filistin halkının öfkesine seslenmek üzere, sahnede Hamas vardı.

İsrail sözcüleri, Hamas’ın yükselişi ve Gazze’de oyların büyük çoğunluğunu kazanarak iktidar olmasından sonra Gazze ablukasını bir şiddet aygıtı olarak kullanmaya başladı ve bugün artık hepimize çok tanıdık gelen şu sözlerle konumlarını meşrulaştırmaya çalıştılar: “Başka çaremiz yok, çünkü Hamas İsrail’in var olma hakkını tanımayan köktendinci bir örgüttür.”

Hamas eleştirisinin sınırları

Hamas’a yönelik olarak İsrail sözcülerinin kullandığı dille bazı seküler “solcuların” kullandığı dil arasında farklılık olmaması, hele İsrail devletinin köktendinci bir devlet olduğunu düşündüğümüzde çok ilginç bir durumdur. Herhangi bir Filistinlinin İsrail’in var olma hakkını tanımasını beklemek zaten çok saçma. Fakat Hamas, sanılanın aksine İsrail’i ve Batı Şeria ile Doğu Kudüs’teki yerleşimleri kaldırması koşuluyla İsrail’in 1967 sınırlarını tanımıştır.

Hamas, laik ve sol milliyetçilerin Filistin’de girdiği krize camilerde ve üniversitelerde muhafazakar öğrenciler arasında güçlü bir kitle tabanı inşa ederek yanıt vermeye başlamıştı. Birinci İntifada ile Filistin milliyetçiliği krizinin çözümünü “İslam”da gören bir alternatif öneriyordu. Hamas, Oslo barış görüşmelerine başından beri karşı çıkmış ve bu görüşmelerin İsrail’e verilen bir tavizler silsilesi olması nedeniyle “Filistinlilerin tarihi Filistin topraklarının tamamı üzerindeki hak iddiasında ve mültecilerin geri dönüş hakkı konusunda ısrar” etmesiyle Arafat’ın uzlaşmacı pozisyonundan mesafelenmişti. 

Oslo süreci çöktü ve ardından 2000 yılında patlayan yeni isyan dalgasıyla Hamas bu kez kitleler açısından eylem içinde haklı görülmeye başladı.

Hamas konusundaki önyargı, bu hareketin İsrail’e direnen kitleler nezdinde –daha da özetle söylemek gerekirse özellikle Gazze halkının bağrında— bu kadar prestijli kılan unsur onun İslami bir hareket olması değil, koşulsuz bir şekilde direnişten yana olması. Bunu görmek, solun atacağı adımların netleşmesi açısından da önemli. 

Artık iyice sıkıcı hâle geldi ki Türkiye’den Filistin’de süren direnişi bölmeye çalışanlar ne derse desin, Filistin’de direniş, “Direniş Odası”nda ortaklaşmış durumda. Türkiye’deki eylemlerde, Filistin’de mücadele eden örgütlerden kime yakın olduğuna göre farklı sloganlar atan gruplar da var; “Yaşasın Filistin Halk Kurtuluş cephesi” ve “Hamas” sloganları ayrı ayrı, rekabet ve farklılığı vurguluyor. 

Bu elbette gelişmelere AKP prizmasından bakmakla da ilgili. Filistin’de direnişin liderliğini kimin yaptığını tayin eden, kimin uzlaşmadığı, çürümediği, yozlaşmadığı sorusuna verilen yanıta bağlı. Yoksa, Hamas, Filistin işçilerinin aşağıdan mücadelesinin ve özyönetim organlarının, İsrail saldırganlığına verilmesi gereken esas yanıt olduğunu düşünmüyor elbette. Ama aynı Hamas İsrail ya da ABD’ye, diplomatik sürece dahil edilmesi karşılığında bekledikleri tavizi vermediği için, Gazze’deki etkisini koruyor.

2025’te tek dileğimiz özgür Filistin

Bugün, birincisi Filistin halkının direnişi, ikincisi küresel bir karakter kazanan İntifada hareketinin dünya çapında yarattığı basınç ve üçüncüsü ise hiç beklenmedik kurumların bu basınç ve hareket nedeniyle İsrail devletini paçavraya çevirecek kararlar almış olmasının sonucu olarak, Siyonizm’in tarihi bir iflas içinde olduğunu görmek lazım. 

Bu yüzden, Filistin halkının nasıl direnmesi gerektiği konusunda ahkam kesmeden, bu direnişin kazanması için yığınsal mücadele örgütlemek, örgütlediğimiz mücadeleleri büyütmek zorundayız.

Öte yandan her ülkede işçi sınıflarının kendi iktidarları üzerinde baskı yapması ve İsrail’e tam çaplı bir boykot uygulanmasını da her düzeyde sağlamalıyız. 

Gazze’nin, her ülkede, örgütlü işçi sınıfının işyerlerinde ses çıkartacağı bir mücadeleye dönüşmesi için, her işyerinde her işçinin Gazzeliymiş gibi mücadele etmesini sağlayacak birleşik, merkezi, aynı zamanda yerel ve her türden yaratıcı fikre açık bir kampanyanın, uzun soluklu bir dayanışma ağının inşa edilmesi gerekiyor. 

Netanyahu ve katil bakanının çok sayıda ülkede, oralara ayak bastığı takdirde savaş suçları nedeniyle tutuklanması yönünde alınan karar, Siyonizm’in çöküşünün ve direnenlerin zaferinin en net göstergesidir. 

Şimdi, “Nehirden denize özgür Filistin” diyen hareketin aralıksız mücadelesine ihtiyacımız var.


Atilla Dirim Tüm Yazıları

Hormona erişim kısıtlaması kaldırılmalıdır!

Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu, tam da 20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma Günü’nde yayınladığı bildirge ile transların geçiş/uyum süreci için büyük önem taşıyan bazı testesteron ve östrojen arttırıcı enjeksiyon, jel ve oral kontraseptiflere e-reçete zorunluluğu getirdi. Zaten fiyatlardaki sürekli tırmanış ve derinleşen ekonomik kriz nedeniyle hormon ilaçlarına erişmekte zorlanan transların durumu, getirilen reçete zorunluluğu nedeniyle daha da zorlaşacak.

Küresel kapitalizmin 2008 yılında girdiği ve giderek derinleşen krizinin etkileri, yine küresel olarak sağcılaşma ve kazanılmış hakların geri alınması olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle Rusya, Macaristan, Polonya ve Türkiye gibi ülkelerde otoriter rejimlerin iktidara gelmesi ya da mevcut iktidarların otoriterleşmesi, LGBTİ+ haklarına yönelik kapsamlı bir saldırıyı da beraberinde getirdi. Polonya’da “LGBTİ+’lardan arındırılmış bölgeler” kuruldu. Rusya, LGBTİ+ varoluşunu terörizm sayan yasaları kabul etti. ABD’de iktidara gelen Trump, “transseksüellik çılgınlığına” son vereceğini açıkla ilan etti.

Türkiye’de de giderek otoriterleşen AKP-MHP hükümeti, derinleşen krizin etkisiyle homurdanmaya başlayan kesimlere gözdağı vermek ve dikkatleri yarattığı hayali düşmanların üzerine çekmek için ailenin korunması adı altında LGBTİ+’lar üzerindeki baskıları giderek artırmaya başladı. Onur Yürüyüşleri yasaklandı, LGBTİ+’ların çay partisi vermesi dahi engellendi, LGBTİ+ varoluşu kriminalize edildi, şimdi de transların geçiş/uyum sürecini sabote edecek şekilde hormon ilaçlarına erişim kısıtlaması getirildi.

Cinsiyeti ve/veya cinsiyet kimliği, doğumda atanan ve varsayılan cinsiyetle uyumlu olmayan translar, bundan kaynaklı olarak cinsiyet hoşnutsuzluğu ya da disforisi olarak tanımlanan duygusal bir bozukluk deneyimleyebiliyorlar. Bu durum, çoğunlukla stres, kaygı ve depresyon olarak kendisini gösteriyor.

Bazı translar, bu disforinin sonucu olarak kendilerini ait hissettikleri bedenle uyumlanmaya başlıyorlar. Bu uyumlanma sürecinde hem cinsiyet hoşnutsuzluğu halinin ortadan kaldırılması hem de yaşam kalitelerinin artması için gizleyiciler, tırnak, saç, lazer epilasyon gibi bazı ihtiyaçları olabiliyor. Hormon ilaçları da bu ihtiyaçların arasında önemli bir yer tutuyor.

Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu’nun yayınladığı bildirge ile artık bu hormon ilaçlarına erişim sadece e-reçete ile mümkün olabilecek. Her türlü ilacın hekim gözetiminde kullanılması gerektiği anlayışı çerçevesinde ilk bakışta anlamlı gibi görünen bu uygulama, translar için hormona erişime çok büyük zorluklar yaşama, hatta erişememe anlamına geliyor.

Anayasaya göre transların geçiş/uyum sürecine resmi olarak başlayabilmeleri için bir eğitim ve araştırma hastanesinden “transseksüel yapıda olduklarına” dair rapor almaları gerekiyor. Bu raporu almak, bazen yıllar süren bir dizi bürokratik işlemi gerektiriyor. Zaten çok az sayıda hastane bu işlemleri yapma yetkisine sahip ve psikiyatr randevusu alabilmek için bile aylarca beklemek gerekebiliyor. Buna bağlı olarak birçok trans pek çok coğrafi bölgede hormona hiçbir şekilde erişemeyecek, yaşadıkları stres, kaygı ve depresyon daha da derinleşecek.

Translar, devlet eliyle körüklenen transfobi nedeniyle halen hayatın her alanında ayrımcılığa ve ötekileştirmeye maruz bırakılıyorlar. Aileleri tarafından bile dışlanabiliyor, eğitim, barınma, çalışma haklarına erişmeye çalışırken nefretle karşı karşıya kalabiliyor, temel hak ve özgürlükleri ayaklar altında çiğnenebiliyor. Şimdi de hormon ilaçlarına erişim kısıtlaması ile zaten ulaşmakta büyük zorluk çektikleri sağlık hakkına erişmek daha da zorlaşacak. Sağlığa erişim hakkı, temel bir insan hakkıdır. Daha güzel bir dünyada yaşamak isteyen herkesin temel hak ve özgürlükler çerçevesinde transların hormon ilaçlarına ve geçiş/uyum sürecine erişim hakkını savunması gerekir.


Tüm Yazarlar


Alex Callinicos Tüm Yazıları

Esad’ın düşüşünün ardında ne yatıyor?

Beşar Esad rejiminin ani düşüşüne soldan iki farklı tepki geldi. Bunlardan baskın olanı yazar ve aktivist Tarık Ali tarafından çok iyi ifade edildiği şekliyle şöyledir; “Bugün Suriye’de tanık olduğumuz şey büyük bir yenilgidir... Jeostratejik açıdan bakıldığında ise bu durum Washington ve İsrail için bir zafer olmuştur.” Karşısına ise Suriyeli sosyalist Joseph Daher’in ifade ettiği azınlık görüşü geliyor: “Bu olaylarda ne ABD’nin ne de İsrail’in parmağı var.” 

Her ikisi de yanılıyor.

Yaşadığımız dönem, büyük emperyalist güçlerin, Orta Doğu özelinde ise bölgesel güçler arasındaki rekabetin giderek yoğunlaştığı bir zaman dilimidir. Bu nedenle siyasi krizler genellikle hem iç hem de jeopolitik boyutlar içeriyor.

Bunlar bazı durumlarda aynı yönde ilerler. Örneğin, Güney Kore Devlet Başkanı Yoon Suk Yeol’un kitle baskısı sonucunda görevden alınması hem halk hareketi ve sol için bir zafer, hem de Çin’i kuşatma çabalarındaki ABD için bir yenilgidir. Bazı örneklerde ise bir boyut diğerinin önüne geçer. Nitekim ABD’nin jeopolitik olarak, Ukrayna’yı Rusya’ya karşı bir vekalet savaşı yürütmek için kullanması Ukrayna ulusal mücadelesini yutarak yok etti.

Suriye örneğinde jeopolitika ile iç koşullar arasındaki ilişki oldukça karmaşık. Uluslararası Sosyalist Akım’ın bir açıklamasında belirtildiği gibi, Esad’ın düşüşü “kesişen iç ve dış faktörlerin” bir sonucudur. İçeride rejim, baskı ve yolsuzlukla öylesine çürümüştü ki İslamcı hareket Hey’et Tahrir el-Şam’ın (HTŞ) tek bir hamlesiyle yıkıldı.

Şam’ın yeni HTŞ valisi Muhammed Gazal geçen hafta Reuters’e verdiği demeçte “Bu çökmüş bir devlet. Harabeler, yıkıntılar, harabeler,” diyor. Esad ve yandaşları 2011 Devrimi ile devrilip gitmek yerine Suriye’yi yok etmeyi tercih ettiler. Ekonominin hacmi 2011’den bu yana geçen on yılda yarı yarıya küçüldü. Memurların maaşı ayda 25 dolara kadar düştü ve bu da ülkedeki yolsuzlukların yaygınlaşmasına yol açtı. 

Rejim için ölmeyi göze almaktansa, askerler HTŞ’nin ilerleyişi karşısında görev yerlerini terk etti. Bu arada Esad da onları terk etti. Başbakanına bile haber vermeden, ailesiyle birlikte Moskova’ya kaçtı. Suriye devlet fonlarının 250 milyon dolarını da Rus bankalarına yatırarak yanında götürmüş oldu.

Esad, iktidara tutunabilmek adına sürekli olarak jeopolitik unsurlara bel bağlamıştı. İç savaşı da Rusya, İran ve Lübnanlı Şii İslamcı hareket Hizbullah’ın askeri desteği sayesinde kazandı. Ancak şimdi tutunduğu o jeopolitik unsurlar aleyhine işliyor. Rusya da Ukrayna’daki savaşla meşgul. Esad yardım istemek için Moskova’ya uçtuğunda Vladimir Putin onu yüzüstü bıraktı.

Daher’in söylediğinin aksine, ABD ve İsrail’in rolü burada önem kazanıyor. Güçten düşmüş bir Esad’ı yerinde tutmayı tercih ederlerdi muhtemelen, bu açıdan doğrudur. Nitekim böylece, bölgesel kargaşanın ortasında bir öngörülebilirlik sağlanabilirdi. Ancak İsrail’in Lübnan’a saldırısı ve bununla bağlantılı olarak İran’a yönelik saldırıları –hepsi de Biden yönetimi tarafından güçlü bir şekilde desteklendi– Esad’ın devrilmesine katkıda bulundu. Hizbullah büyük ölçüde zayıfladı ve İran daha fazla çatışmaya girmekten kaçınmaya başladı. Öyle anlaşılıyor ki Esad Esad bu ülkelerden yardım talep etmeye bile denememiş.

Dahası, ABD ve İsrail şimdi Esad’ın devrilmesinden faydalanmaya da çalışıyor. Netanyahu, İsrail ordusuna derhal Golan Tepeleri’nin kontrolünü sağlamlaştırma, yeni Suriye topraklarını ele geçirme ve Esad rejiminin askeri altyapısını yok etme emri verdi. Bu arada ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken ise Washington’un Orta Doğu’yu “yeniden düzenleme” planlarını hayata geçirebilmek için görüşmelere başladı.

İsrail dışında kalan bölgedeki en önemli aktör ise HTŞ’nin saldırılarına izin veren Türkiye. Türkiye ve müttefiki Katar’ın istihbarat şefleri Esad’ın devrilmesinden sonra Şam’ı ilk ziyaret eden isimler arasındaydı.

Bununla birlikte, tüm bu yırtıcıların arasında Suriyeli kitlelerin kendilerini savunabilecekleri bir alan oluştu. IŞİD ve El Kaide kökenli HTŞ kendisini ulusal bir güç olarak yansıtmaya çalışsa da toplumsal tabanı oldukça zayıf ve tüm diğer siyasi güçlerle bir denge kurmakta zorlanacak gibi duruyor. 

Kuzey Suriye’nin büyük bölümünü kontrol eden Kürt hareketleri ise önemli oyuncular durumundalar. Dolayısıyla Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da giderek artan nüfuzunu onları bastırmak için kullanmaya çalışacaktır.

Sonuç olarak, Suriye halkının vermekte olduğu mücadele sonlanmış değildir. Bununla birlikte, diktatörlüğün çöküşü, Suriye’de mücadele veren kitleler için, örgütlenebilecekleri bir soluklanma alanı açmış oluyor.

Alex Callinicos

Socialist Worker’dan çeviren: Ayça


Ali Morgül Tüm Yazıları

Kod Adı Hummingbird: Teknoloji, hız ve insan

Kod Adı Hummingbird, modern kapitalizmin hız ve teknolojiyi nasıl birer tahakküm aracına dönüştürdüğünü gözler önüne seren bir film. Senaryonun merkezinde, fiber optik kablo ağı döşeyerek mali piyasalarda avantajlı bir konum elde etmek için çabalayan iki kuzen bulunuyor. Kuzenler, bu proje ile saniyenin birkaç binde birinden daha hızlı veri akışı sağlayarak piyasalarda belirleyici olmayı amaçlıyor ve tabi ki bu da kapitalist sistem içerisindeki acımasız ve yıkıcı rekabet koşulları altında yapılıyor. 

Filmde yeni teknolojik gelişmeler ve olanaklar sadece bir yenilik ya da ilerleme göstergesi olarak değil, aynı zamanda egemen sınıfların iktidarının pekiştirilmesi için kullanılan etkili ve güçlü EİSA’lar, yani egemen sınıfın ideolojik aygıtları olarak karşımıza çıkıyor. Filmde çok açık bir şekilde görülüyor ki teknoloji kimin elindeyse ona hizmet ediyor. Bir başka ifadeyle, bilgi ve teknolojinin eşitsiz ve farklı hızlardaki dağılımı, kapitalist sistemin teknolojiyi toplum üzerinde nasıl bir tahakküm aracına dönüştürdüğünü, modern kapitalist sistemin teknoloji-hız ve insan ilişkisine nasıl yaklaştığını da gösteriyor. 

Salma Hayek’in canlandırdığı Eva Torres karakteri şahsında, önce bu yarışın altında sadece bireysel hırslar varmış gibi gösteriliyor ancak filmin sonlarında bu teknoloji-hız yarışının altında daha geniş anlamda kapitalist sistemin doymak bilmez kâr hırsı olduğu Afrikalı çiftçilerin hikayesi ile deşifre ediliyor: Teknoloji gibi hız da bir meta haline gelmiştir, lakin Afrikalı çiftçilerin bundan haberi yoktur. 

Filmdeki esas oğlanlar –iki kuzen Vincent ve Anton- hız ve teknoloji yoluyla piyasalardaki konumlarını güçlendirmeye çalışıyorlar. Bu çaba, kapitalizmin doğasında bulunan azami kâr eğiliminin bir yansıması. Filmde bir ekonomik kriz vesaire gündemde değil. Şirketler tıkır tıkır çalışmakta, para kazanmakta, fiber optik hat için milyonlarca dolar para harcanmakta. Lakin kapitalist sistem, daha fazla kâr elde etme güdüsüyle çalışan bir sistemdir, varlık amacı budur. Vincent ve Anton kuzenlerin fiber optik projesi, bu eğilimin somut bir örneğidir. Daha hızlı veri transferi, daha büyük kazançlar ve daha fazla güç-iktidar anlamına gelmektedir. Ancak bunun için (iki kuzen de dahil) emekçilerin hem fiziksel hem de zihinsel anlamda daha fazla sömürülmesi gerekmektedir. Anton ve Vincent bu projeye kendilerini adarken hem fiziksel hem de zihinsel anlamda sağlık sorunları yaşarlar: Anton’da simgeleşen psikolojik rahatsızlıklar ve Vincent’da simgeleşen ölümcül hastalık kanser.

Filmde kapitalizmin doğaya karşı savaşı da ele alınır. Projenin hayata geçirilmesi için tüneller açılır, araziler kazılır. Doğaya yönelik müdahaleler aynı zamanda insanın kendisine karşı bir savaşa dönüşür. Vincent’ın sağlığındaki bozulma, bu savaşın en açık göstergelerinden biri olarak ortaya çıkar. Anton ve Vincent, sistemin taleplerine bazen devletin baskı aygıtları ile bazen “rıza” ile boyun eğmek zorunda bırakılmıştır, kişisel ihtiyaçları ve değerleri geri plana itilmiştir. Örneğin filmin başlarında bir ırkçının Hispanik bir karaktere yaklaşımı ile bu dejenere olma hali daha projenin hemen başında kendisini gösterir. Esas oğlan Vincent bu ırkçı yaklaşımın üzerini örterek “işine bakar”, hiç hoşuna gitmeyen bir durum da olsa görmezden gelir. Yani benimsemediği ve doğru bulmadığı bu ırkçı yaklaşımı, para ile çözmeye çalışarak kendisine yabancılaşan bir tutum sergiler. Yabancılaşma, sadece iş ve üretim sürecinde yaşanmaz, aynı zamanda insan ilişkilerinde ve kişinin kendisiyle olan ilişkisinde de vardır. Film bu yabancılaşmayı, teknoloji ve hızın dayattığı baskılar üzerinden farklı sahnelerde derinlemesine işler.

Senaryodaki fiber optik kablo hattı projesi, aslında mali piyasaların bilgiye en hızlı erişenler tarafından nasıl manipüle edilebileceğini ve nasıl büyük sermayelere dönüştürülebildiğini de gözler önüne sermektedir. Fiber optik kablo hattı ile sağlanacak hızın ve teknolojik üstünlüğün toplumsal refahı artırmak için değil, bir sermaye kesiminin daha fazla kâr elde etmesi için kullanıldığı açık bir şekilde gösterilir. Her şey sermayedarlar içindir.  

Filmde yalnızca insan doğasına değil, aynı zamanda bizzat doğanın kendisine de nasıl zarar verildiği gösterilir. Projenin amacına ulaşabilmesi için doğa ile savaşılır, araziler tahrip edilir, kapitalist üretim süreçlerinin ekolojik sonuçları az da olsa filmde işlenir. Kapitalist sistemin doğal kaynakları hoyratça kullanımı, çevresel krizlerin temel sebeplerinden biridir. Film, teknolojik ilerlemenin yalnızca insanlar üzerindeki etkisini değil, aynı zamanda gezegen üzerindeki yıkıcı sonuçlarını da ortaya koyar. Teknoloji ve hız, ekolojik dengeyi bozan ve insanlığın geleceğini tehdit eden unsurlar haline gelir. 

Filmin bir sahnesinde bir topluluğunun kutsal addettikleri topraklardan bu teknolojik illetin geçmesine izin vermek istememesi, teknolojik gelişmeyi tinsel bir uğursuzluk olarak görmesi, toplumun bir kesiminin kendisini koruma güdüsü ile bir tür sekt-vari tutuma sürüklenişi de gösterilir. Doğa ile insan arasındaki ilişkinin kapitalist sistemle nasıl bozulduğu farklı yan karakterlerle filme yedirilmiştir. 

Kod Adı Hummingbird, modern kapitalist toplumlarda hızın bir baskı aygıtına dönüştürüldüğünü ve teknolojinin insanı bu hızın kölesi haline getirdiğini anlatır. Hız, teknolojik ilerleme, zaman ve insanın bunlarla olan ilişkisini derinlemesine sorgulama fırsatı sunar. Hızın ve teknolojinin hayatımızı ne kadar etki altına aldığını, kontrol ettiğini, insanın aslında zaman mefhumunu yitirdiğini gösterir. Ölümlü bir canlı türü olarak insanın sınırlı ve kısıtlı yaşam süresinin kapitalist sistem tarafından nasıl tüketildiğini, zamanın ne kadar kıymetli olduğunu sorgulamaya davet eder.


Atilla Dirim Tüm Yazıları

Güvercin tedirginliğinde yaşayanlar- Hrant Dink’i anmak

Agos gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink, 19 Ocak 2007 yılında sokak ortasında katledilmesinden kısa bir süre önce “Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Dink, Ermeni Soykırımı’yla yüzleşmenin kapısını aralayan yazılar yazdığı için devletin karanlık ellerini üzerinde hissediyor, bunu bir güvercin tedirginliği içinde olduğu şeklinde ifade ediyor ama yine de bu ülkenin insanlarının güvercinlere dokunmayacağını umut ediyordu. Ne yazık ki bu yazısından sadece dokuz gün sonra eline silah tutuşturulan bir tetikçi tarafından katledildi, vur diyenler ise aradan geçen 18 yılda bütün vaatlere rağmen ortaya çıkartılmadı.

Hrant Dink’in de mensubu olduğu Ermeni toplumu, uğradıkları pogrom ve katliamlarla nüfusları binlerle ifade edilecek kadar azalan Rumlar, Süryaniler, Yahudiler, çocuklarını okula gönderirken “Aman kendini açık etme!” diye uyarıda bulunmak zorunda hisseden Aleviler, her gün sayısız nefret söylemine ve suçuna maruz kalan Kürtler, aslında devletin kurucu ideolojisinin dışında kalan etnik ve dinsel azınlıklar güvercin tedirginliğinde yaşamaya devam ediyor.

Ama Türkiye’de güvercin tedirginliğinde yaşayan başkaları da var. Son yıllarda, özellikle İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasından sonra artan ve arka arkaya saldırılara, şiddete ve  baskıya uğrayan kadınlar bir güvercin tedirginliğinde yaşıyor. Bir kadının sokağa çıktığı anda bir erkeğin şiddetine uğrama riskiyle karşı karşıya. Sadece sokakta değil elbette; kendisini kadının sahibi gören erkekler, evin içinde ve dışında, akla gelebilecek her yerde kadınlara çeşitli bahanelerle şiddet uyguluyor, dövüyor, sövüyor, öldürüyor. Üstelik bunu yapanların ezici çoğunluğu aileden erkekler, yani babalar, abiler, amcalar, dayılar, mahallenin namus bekçileri vs… 

Türkiye’de LGBTİ+’lar da güvercin tedirginliğinde yaşıyor. Devletin her kademeden çeşitli sözcüleri gece gündüz demeden mevcut ağır kriz durumundan LGBTİ+’ları sorumlu tutuyor ve hedef tahtasına koyuyorlar. Bunun sonucu olarak da LGBTİ+’ların görünür olması, kendi varoluşlarını yaşamaları, iş bulmaları, iş bulsa da çalışmayı sürdürebilmeleri, barınma, sağlık, beslenme gibi en temel haklara erişmeleri bile giderek güçleşiyor. Onlar da dövülüyor, sövülüyor, öldürülüyor, hayatlarının her anı ayrımcılığa uğramakla geçiyor.

Türkiye’de göçmenler de güvercin tedirginliğinde yaşıyor. Savaşlardan ve korkunç yaşam koşullarından kaçarak Türkiye’ye gelen sayısız insan, hemen her gün nefret söylemlerine maruz kalıyor. Sadece söylem olmakla da kalmıyor, işlenen nefret suçları sonucunda yaralanan, ölen göçmenlerin haddi hesabı yok. Bir yandan iktidar tarafından Avrupa ülkelerine karşı birer rehine pozisyonunda tutulurken, öte yandan sağcı/faşist güçler tarafından her türlü yalanla mevcut krizin müsebbibi olarak hedef gösteriliyorlar. Bugüne de çeşitli şehirlerde yaşanan pogromlarda ve nefret cinayetlerinde çok sayıda göçmen hayatını kaybetti.

Türkiye’de hayvan hakları savunucuları da güvercin tedirginliğinde. Uzun zaman boyunca sanki insanlarla sokak hayvanları arasında bir savaş varmış gibi yapılan kara propagandanın ardından 30 Temmuz Salı sabahı AKP ve MHP milletvekillerinin oyları ile TBMM Genel Kurulu‘nda kabul edilen Hayvanları Koruma Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, yani bilinen adıyla “Katliam Yasası” yürürlüğe girdikten sonra sokakta yaşayan hayvanlar ülkenin dört bir yanında katledilmeye, barınak adı verilen ölüm kamplarına kapatılmaya başlandı. Her gün sokakta yaşayan hayvanların en korkunç şekillerde öldürüldüğü, işkence gördüğü haberleri geliyor.

Mücadeleler arasında köprüler kurmak

Hrant Dink’in kapısını araladığı yüzleşme, güvercin tedirginliği içinde yaşayan herkes için büyük bir öneme sahip, çünkü 1915 soykırımı ve sonrasında Ermenilere yönelik olarak yaşanan inkâr ve imha politikalarıyla yaratılan “iç ve dış düşmanlar”, “hainler”, “ajanlar” imgesi bugün bile antidemokratik atmosferi beslemeye devam ediyor. İşçi sınıfının pençesinde kıvranmakta olduğu derin sosyal ve ekonomik krizin sorumlusunun kapitalist sistem, patronlar ve onların adına yönetenler olduğu gerçeğinin üzerinin örtülmesi için bu imgelerin kullanılmadığı bir anın olmadığını biliyoruz. Daha fazla demokrasi, daha fazla hak ve özgürlük isteyip de “dış güçlerin ajanı” olmakla suçlanmayan kimse var mı ki?

Hrant Dink’in aradığı yüzleşmeyi gerçekleştirmek için şüphesiz daha demokratik bir atmosfer gerekir. Bu atmosferin yaratılması için ise hak ve özgürlük mücadelelerinin güçlenmesi, büyümesi, kazanım elde etmesi gerekir. Soykırım yüzleşmesi ile diğer hak ve özgürlük talepler arasındaki bu simbiyotik ilişki, mücadeleler arasında köprülerin ne kadar sağlam olduğuna bağlıdır. Her 19 Ocak, Hrant Dink’in ve mücadelesinin anıldığı her gün, bu köprülerin kurulması, desteklenmesi ve güçlendirilmesi için iyi bir fırsattır. Bu, Hrant Dink’in bize bıraktığı ve sahip çıkılması gereken bir mücadele mirasıdır. 

Atilla Dirim

(Sosyalist İşçi)


Ayşe Demirbilek Tüm Yazıları

Savaşın kazananı barışın kaybedeni olmaz, peki savaşın gerekçesi?

Kalbura emanet edilen su zayi olur...

                                                  Hariri

Birkaç gün önce savaş haberi ile uyandık. Haftalardır süren gergin bekleyiş ve belirsizlik savaş ile sonuçlandı. Yine gerekçeler, haklı ve haksız olan taraf kim? Ne olur? Kim ne adım atar? Piyasalara etkisi? Bunlar konuşuluyor, yazılıp çiziliyor, uzun bir zaman devam eder bu tartışmalar. Elbette konuşulsun, fırtınalı zamanlarda birçoğu da erkekler tarafından yapılan hararetli tartışmaları dinleyelim. Fırtınaların daha önce farkında olmadığımız fazlalık ve çöpleri de kaldırıp önümüze düşürmesi gibi, böyle zamanlarda da ummadık yerlerden ummadık cümleler önümüze dökülebiliyor. Hepimiz fırtınada bahçemize, evimize, sokağımıza dökülen çöpleri temizlemek isteyeceğimizden neyi niye temizlediğimizi de bilmiş oluruz. 

‘Kışkırtılmak’ çok kıyıda kenarda olmasa da bir süredir çok göz önünde olmayan çöplerden biriydi. Bu fırtınada, havada elden ele atılan en popüler argüman oldu. Demokrasi götürmek/özgürleştirmek/ hakkını almak/sınırlarını korumak/ulusal birlik gibi çöp olduğu kesin ve net olan ‘’gerekçe’’lerin yanına üstelik yanında yer almak istediği yeri temiz göstermek için üretilen mis gibi bir gerekçe olarak masaya kondu. 

Diğerleri gibi kışkırtılma da bizim için yeni bir argüman değil. Eli kanlı katillerin en çok kullandığı argüman bu. Biz kadınlar bunu bizi döven, tecavüz eden, taciz eden, hapsedip işkenceler yapan, yükseklerden atan, parçalayıp varillerde yakmaya çalışan sevgililerimiz, babalarımız, kardeşlerimiz ve hiçbir şeyimiz olmayan erkeklerden çok iyi biliriz. Biz bu katillerin, faillerin kışkırtmalarına sığınmayanlar, bugün de yaşanan, yaşanmış olan ve yaşanacak olan hiçbir savaş için ne kışkırtılma ne de başka bahanelere sığınılmasını kabul etmeyeceğiz. Bu bahanenin bir işgali bir savaşı gerekçelendirmek adına kullanılmasına da izin vermeyeceğiz. Bugün kendi düştükleri safları temiz göstermeye çalışanlar rahat rahat değişen saflarını ört bas edebilsinler diye milyonlarca insanın canı ile geleceği ile hayatı ile ödediği barış ve özgürlük mücadelesinin bulanıklaştırılmasına da izin vermeyeceğiz. 

Bugün ikirciksiz bir şekilde ‘’Savaş’a, Rusya’nın Ukrayna müdahalesine Hayır!” diyemeyen ve biz ezilenlerin, eşit görülmeyenlerin, yoksulların geleceği ve daha iyi bir yaşamı ile ilgilisi olmayan emperyalist müdahaleleri ve savaşları gerekçelendirenlerin her türlü özgürlük ve hak mücadelemizde de karşımızdakiler için gerekçe üretmeleri önünde birkaç fırtınalık engel olduğunu görmemiz gerekir. 

Şüphesiz ki Rusya toprakları, dünyanın birçok yerindeki başka topraklar gibi tarihsel deneyimlere şahitlik etti. Tüm o topraklar bugün bize başka bir dünyanın, eşit ve özgür bir toplumun mümkün olduğunu gösteren o gerçeği yaratanların o gün üzerine bastıkları toz ve çamurdan oluşan bir zeminden başka bir şey değildir. İşçilerin, kadınların ve tüm ezilenlerin dünyanın gördüğü en baskıcı rejimlerinden birini devirip yerine sınıfsız özgür toplumu kurması o toprakların coğrafi konumuna ya da minerallerine bağlı olmadığı gibi, milyonların canı ile kanı ile ödenen bu deneyim haritalara bakılarak yapılan bir romantizme de terk edilemez. 

Bugün o topraklarda da dünyanın herhangi bir yerinde de yüzyıl önce olduğu gibi sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir toplumu kuracak olanlar, dünyayı paylaşma savaşına girenler değil, St. Petersburg meydanında kendi ülkesinin işgal ve savaş politikasına karşı çıkan yüzbinler olacak. Bugün eşit, özgür, adil ve sınıfsız bir dünya isteyen ve bunun için mücadele edenlerin safları da St.Petersburg ve dünyanın dört bir yanındaki savaş karşıtlarının yanıdır. 

Rusya’da bugün ne sosyalist ne komünist ne de özgür, adil ve eşit bir yaşam biçimi söz konusudur. Söz konusu olsaydı, bunun yayılması için yapılacak olan, işçi sınıfının sınırları aşan dayanışmasını büyütmek ve kendi eylemi için mücadele etmek olmalıydı. Yüzyıllar önce yine aynı topraklarda deneyimlendiği gibi özgürlük ve eşitlik tanklarla götürülebilen bir şey değildir. İşçi sınıfının ve yığınların kendi eylemi ile kurulmadığı ve bugün artık çürümüş ve krizlerin içinde çırpınan kapitalizmi yeryüzünden kazımadığı sürece, biz milyonlar için huzurun olduğu bir dünya ve yaşam ne yazık ki çok zor görünmektedir. 

O gün gelene kadar bugünün somut koşullarında yapılacak şey, dünyanın her yerinde bomba ve mermi seslerine, savaş çığırtkanlığına karşı milyonlarca olduğunu bildiğimiz savaş karşıtlarının sesine katılmak, bu sesi yükseltmek, güçlendirmek bu sesleri işçi sınıfının üretimden gelen gücü ile buluşturmak için mücadele etmek. 

Savaşa Hayır 

Yaşasın Ezilenlerin Birliği! Yaşasın enternasyonalist dayanışma! 

Ayşe Demirbilek

 


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Değişim işçi sınıfının eyleminde

ŞENOL KARAKAŞ

Çok uzun bir süredir umut-umutsuzluk sol ve muhalif saflarda bir tartışma konusu. Bir aktivistin umutsuz olmak gibi lüksü olamaz oysa. 2021 yılında bir röportajında aktivist Greta Thunberg, “Geleceğin nasıl sonuçlanacağı konusunda oturup spekülasyon yapmıyorum, bunu yapmanın bir faydasını göremiyorum. Şimdi yapabileceğiniz her şeyi yaptığınız sürece, kendinizi depresif veya endişeli hale getiremezsiniz” demişti.

Umutsuz olmaya hakkımız yok. Mücadele umut etmeden, kazanma umudu olmadan, değiştirme umudu olmadan, yenme umudu olmadan sürdürülemez.

Umut, gökten zembille de inmez.

Mücadelelerin kritik önemi

Yakından bakılınca umutsuz görünen her durumun içinde hangi politik halkayı tutarsak ezilenler lehine bir gelişme olabileceğini gösteren umut kümesini görebiliriz. Bu açıdan umut bizzat mücadelenin kendisinden çıkar ve görülmesinin önünde sınıf mücadelesinin seyri başta gelmek üzere bir dizi etken vardır. Hareket içinde karamsarlığın asli tehlikesi, kazanmak için savunulması gereken politikaları ve örgütsel hamleleri görünmez kılması, anlamsızlaştırmasıdır. Karamsarlık, en küçük hareketin bile daha genel bir mücadelenin yaygınlaşması için sahip olduğu potansiyeli görünmez kılar.

Tüm mücadeleler içinde işçi sınıfının en küçük kıpırtısı ezilenlerin büyük çoğunluğunu etkileme şansına sahiptir. Bunun nedeni tek tek bireyler olarak iyi ya da kötü, daha gelişkin bakış açısına sahip ya da değil, cesur ya da ürkek, bencil ya da paylaşımcı olabilse de diğer tüm toplumsal gruplardan farklı bir özelliğe sahiptir: işçi sınıfı örgütsüz olduğunda atomize olur ama bir kere sınıf örgütlenmesi içine girdiğinde “sınıf özelliklerini ön plana çıkarır ve örgütlenmenin bir fonksiyonu olarak sınıf özellikleri, sınıf katılımı ölçeği büyüdükçe, salt bireysel tepkilerden giderek daha fazla öncelik kazanır. Daha sonra, bir geri besleme etkisiyle, sınıf tepkileri de bireysel tepkileri şekillendirip yeniden eğitebilir ve böylece sınıf bilinci gelişir.”

Tek devrimci sınıf

Hal Drapper’in özetlediği gibi, işçi sınıfının yaşam koşulları onu örgütlenmeye, gittikçe daha homojen bir hareket üretmeye yöneltmektedir. Sermaye tarafından örgütlenmiş bir grup olarak işçilerin çıkarları onları mücadeleye yönlendirir. İçinde yaşadığımız toplumda sadece işçi sınıfının örgütlü mücadelesi ısrarla burjuva kurumlarının ve fikirlerinin çerçevesinin dışına çıkma eğilimindedir. İşçi sınıfının varoluş koşulları onu sadece burjuva karşıtı mücadeleyi örgütlemeye yöneltmiş, ancak mücadelenin kritik aşamalarında ona özgü bir cesaret ve militanlığa itmiştir. İşçi sınıfı, toplumsal ağırlığı olan ve eski düzenin ortadan kaldırılmasını gerçekleştirme ve yeni bir düzen inşa etme, yeni bir toplumsal örgütlenme inşa etme gücüne sahip olan tek toplumsal güçtür.

Bu potansiyel güçle, gündelik yaşamdaki ve tek tek mücadelelerdeki pratik durum arasındaki büyük mesafe, karamsarlığı yaratan bir diğer etken.

Bir yandan işçi sınıfının mücadele, örgütlenme ve eyleminin yayılma potansiyellerini görmeyen, tekil alanlarda eylemler ve hareketlerin içine sıkışıp kalanlar bir moral bozukluğuna sahip. Öte yandan da işçi sınıfının her an devrimci patlamalar içinde olmamasına bakıp, sınıf hareketinin sonsuza kadar böyle süreceğini düşünenler başka bir açıdan moral bozukluğuna sahip. Bu durum, hem tek tek direnişlerin, grevlerin, basın açıklamalarının önemini görmezden gelmeye neden oluyor hem de bu tek tek eylemlerin içinde kazanan mücadelelerin tüm sınıf hareketine, sendikalara, işçi örgütlerine ilham vermesi için örgütlenmenin önüne engeller dikiyor. Polonez işçileri, metal işçileri, iki ay önce 100 bin kişiyle Ankara meydanlarını dolduran Türk-iş işçileri, KESK ve diğer memur sendikalarının kitleselleşmeye başlayan eylemleri, aile hekimlerinin inanması güç bir şekilde önce iki gün, ardından beş günlük grevleri…

İşçiden işçiden esmeye başladı yel. Acımasız bir ekonomik saldırı tüm ezilenleri öfkelendiriyor. Yoksullar mır mır mır konuşuyor. Şimdi her işçi eylemi her zamankinden çok daha önemli. Sosyalistler için ise daima tek bir görev var: sosyalizm fikrinin öncü işçilerin arasında kök salması için mücadele etmek. Bu mır mır konuşanların daha yüksek sesle konuşmasına yardımcı olacak. Bu bir süreç ve bunun kestirme bir yolu yok. Umutsuz olan arkadaşlarımızı da silkeleyecek olan daha büyük işçi mücadelelerine hazır olmalıyız.  

Şenol Karakaş

(Sosyalist İşçi)


Çağla Oflas Tüm Yazıları

Onların kârları bizim ölülerimiz

Maraş merkezli depremde on binlerce insanın ölümü karşısında, ülkeyi yönetenlerin vurdumduymazlığı ile meydana gelen vahim tablo karşısında büyük bir öfkeye kapıldık.  Oysa kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu iş yaşamında güvenlik tedbirlerinin alınmaması sonucunda da binlerce insan yaşamını kaybetmekte. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (İLO) göre dünyada 2 milyondan fazla insan çalışırken ölüyor.  Her gün 6 binden fazla insan patronların kar hırsı uğruna ölüyor. Türkiye, yılda 77 bin iş kazası ile Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada bulunuyor. İSİG raporlarına göre; 2023 yılının ilk 4 ayında 585 kişi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. AKP’nin iktidarda olduğu 2002 yılından bugüne iş cinayetlerinde yaşamını kaybeden işçilerin sayısı 31 bin 131’e ulaştı. Rapora göre bu rakam sadece basına yansıyabilenler. Çünkü son yıllarda artan baskılarla birlikte iş cinayetlerinin basına yansımasında da düşüş var.

İktidara sırtını dayamanın cüretkarlığı

Amasra katliamıyla ilgili Nisan ayında yapılan duruşmasında sanık İşletme Müdürü Selçuk Ekmekçi’nin avukatlığını yapan Avukat Çağla Dursun, kendisine tepki gösteren ailelere, “başınıza gelenleri hak etmişsiniz” sözlerini sarf etmişti ve bu sözler hafızalarımızda hala tazeliğini koruyor.  Dursun, 43 maden işçisinin hayatını kaybettiği bir faciadan sonra yakınlarını kaybeden ailelere çemkirme cüretini gösterebilmişti. Gazete Duvar tarafından yayınlanan haberde Dursun’un bu cüreti nereden bulduğuna ilişkin soruları da yanıtlayan, Yargıtay’dan başlayan devletin en üst kademelerine uzanan ilişkileri de kamuoyuyla paylaşılmıştı. Amasra dışında da, Soma’da, Ermenek’te, Ostim’de, Davutpaşa’da ve pek çok iş yerinde işçiler, görmezden gelinen işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri nedeniyle hayatlarını kaybettiler. Yaşanan insani kayıplarla ilgili yıllarca süren davada, göstermelik cezalar verildi, tazminatlar kuşa çevrildi. Tüm bu katliamlarda hem yapılan düzenlemeler hem de tedbirlerin alınmıyor olması açısından sorumluluğu olan AKP-MHP iktidarından tek bir kişi bile ceza almadı, istifa etmedi. O nedenle de onlarca işçi yaşamını kaybetmeye devam ediyor. 

Çocuklara ayrıcalık yok

İşçi sınıfı krizin faturasını sadece yoksullaşarak ödemiyor.  Kapitalistler arası rekabette avantaj sağlayan en fazla, en az maliyetle ve en kısa zaman içinde üretim koşulları da işçi sınıfının  yaşam hakkını gasp etmekte.  Çocuklar açısından ayrıcalıklı bir durum söz konusu değil. Çocuk işçi sayısı bir milyonu aşmış durumda. Herhangi bir ücret pazarlığı koşulları olmayan, patronların istediği gibi,  istediği koşullarda çalışan çocuk işçi kitlesi artan fakirleşmeyle birlikte  istihdamda giderek daha fazla yer alıyor.

Türkiye’de çocuk işçilik 4 ila 8 yaş aralığında başlıyor. 8 yaşından itibaren mevsimlik tarım işçisi ve sokakta çalışırken işçi sayısında ciddi bir artış yaşanıyor. 10-12 yaşlarda tekstil ve metalde çalışan çocuklar, 13-14 yaşlarından itibaren tarım, inşaat, sanayi ve hizmetlerde çalışan sayıları yüzbinlere ulaşıyor; 15-17 yaş grubunda ise tarım başta olmak üzere konaklama, ticaret, inşaat, metal, tekstil ve gıda gibi işkollarında çalışan milyonu aşkın çocuk işçi var. İSİG raporlarında son 10 yılda 611 çocuk iş cinayetleri sonucu yaşamını kaybetti, deniyor. Rapora göre, SGK her yıl 11 çocuk işçinin öldüğünü açıklarken, her yıl 50 çocuk işçinin ölümü gizlenmekte. Suriyeli on binlerce çocuk da tarım ve sanayide çalışıyor. Göçmen çocuk işçilerin tüm çocuk işçi ölümlerindeki oranı yüzde 10-12 aralığında. 

İş cinayetleri sınıfsaldır. Ve yanıtı da sınıfsal olmalıdır. Kapitalizmin işçi sınıfına dayattığı gayri insani çalışma koşulları meslek hastalıklarına ve ölümlere yol açmakta. Kapitalizmin işçi sınıfının başına açacağı belâların sonu olmadığı gibi, ona reva gördüğü berbat çalışma ve yaşam koşullarının da sonu yok. İşçi sınıfı, kendi can güvenliğinin yanı sıra çocuklarının geleceği ve güvenliğini de ancak ve ancak örgütlenerek koruyabilir. Her gün ve her an en temel haklarımızı gasp eden kapitalizme karşı birleşmek ayakta kalmamızın da tek yoludur. 


Can Irmak Özinanır Tüm Yazıları

Le Pen öldü, kahrolsun yeni Le Pen!

Fransa’da faşizmin sembol figürlerinden Jean-Marie Le Pen, 96 yaşında öldü. Le Pen’in ölümü Fransa sokaklarında sevinç gösterileriyle kutlandı. Bir faşistin dünyadan ayrılması sevinç verici bir hadiseyse de 96 yaşında ve fikirleri yükselişteyken ölmesi de ironik. 

Adanmış bir ırkçı 

Bugün “baba” Le Pen olarak bilinen Jean-Marie, politikaya Paris’te hukuk okuduğu yıllarda başladı. İlk yıllarında Paris sokaklarında monarşist Action Française’in (Fransız Hareketi) gazetesini satıyordu. Daha sonra temel işlevi sokakta solcu militanlara saldırmak olan hukuk fakültesi öğrencilerinden oluşan sağcı bir birliğin başına geçti. Bir süre aşırı sağcı adayların seçim kampanyalarında yer alan Le Pen, 1956 yılında milletvekili oldu. Asker olarak Cezayir İşgali başta olmak üzere Fransa’nın işgallerinde de yer alan Le Pen, bir süre Nazi marşlarını yayımlayan bir müzik şirketi de yönetti. 

1972 yılında Ulusal Cephe Partisi’ni kurdu (Front National- FN). FN, iktidarı ele geçirmek üzere faşist bir kitle hareketine ihtiyacı olduğunu biliyordu ancak partinin kurulduğu yıllarda faşizm tüm dünyada kötü bir şöhrete sahipti. Le Pen ve arkadaşları, partinin ana akım siyasetten dışlanmamak için “faşist” yaftası yemesini engellemeleri gerektiğini biliyordu. Bunun için de bu dönemde “ikili söylem” dedikleri bir tarz geliştirdiler: Kamu otoriteleri tarafından kabul edilebilecek en uç şekilde; sağcı, ırkçı, kadın düşmanı ve homofobik retoriği kullanmak.  

Kamu önündeki resmî konuşmalarında kendilerini politik alanın meşru bir parçası olarak gösteriyorlar, parti içinde ve dışında demokrasiye saygılı olduklarını anlatıyorlardı. Ancak parti içinde gayrıresmî biçimde faşist çekirdeği güçlendirmek üzere kendi otoriter ve antidemokratik gündemlerinin altını çiziyorlardı. 

FN, ilk yıllarından itibaren göçmen karşıtlığını programının en önemli parçalarından biri kıldı. Le Pen’e göre Fransa’nın “arındırılması”, Galyalı ve Romalı Katolik kökenlerine dönmesi gerekiyordu. 1990’larda merkez sağın da göçmen karşıtı argümanlar kullanmaya başlaması Le Pen’e yıllardır aradığı fırsatı getirdi. Göçmen karşıtlığının ana gövdesi olarak kendini örgütleyen Le Pen ve FN, 2002 yılında politik kariyerinin en üst noktasına ulaştı. Irkçı, otoriter bir programla 5 milyona yakın oy alan Le Pen, faşist yükseliş karşısında Fransız toplumunun önemli bir kısmının merkez sağcı aday Jacques Chirac etrafında birleşmesi sonucu iktidarı ele geçiremedi. 

Le Pen’in faşist politikasının tek ayağı göçmen karşıtlığı değildi. Azınlıklara, kadınlara, LGBTİ+’lara güçlü bir düşmanlık besleyen Le Pen, II. Dünya Savaşı’nda Naziler tarafından soykırım için kurulan toplama kamplarının da “bir ayrıntıdan ibaret” olduğunu söylemişti. 1996’da yaptığı bir konuşmada FN gençliğini bir krize hazırlanmaları gerektiği konusunda uyarıyordu: “Kriz, tarihin muhteşem ebesidir”. 

Faşizm tehlikesi bitmedi

Le Pen, 2011 yılında FN liderliğini bıraktı. Yerine kızı Marine Le Pen seçilirken onursal başkan olan Jean-Marie, toplama kampları hakkındaki sözünü bir kez daha yinelemesi üzerine 2015 yılında partisinden ihraç edildi. Babasının imajından bir nebze olsun kurtulmak isteyen Marine Le Pen, partinin ismini Rasseblement National (Ulusal Birlik-RN) olarak değiştirdi. Fransa’da uzun süredir işçi sınıfına ağır bir neoliberal saldırı yürüten Emmanuel Macron’un politikalarıyla dünyadaki aşırı sağ yükselişi aynı momente denk geldi ve RN seçimlerde oy oranlarını ciddi bir şekilde arttırdı. 2024 Genel Seçimleri öncesi tüm kamuoyu yoklamaları RN’nin iktidara gelebileceğini gösteriyordu. Hatta Fransız burjuvazisinin önde gelen kesimleri RN’nin iktidara gelebilmesi ihtimali üzerine onlarla temasa geçmeye ve sermayenin bu geçişten sert bir şekilde etkilenmemesini garanti altına almaya çalıştı. 

Aslında Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belliydi. Genel seçimden bir ay önce yapılan 9 Haziran 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde RN belediyelerin yüzde 90’ında birinci parti olmuştu. Fransa solu bu yükselişi ciddiye almadı ancak Cumhurbaşkanı Macron parlamentonun fesh edildiğini ve kazanmaları hâlinde FN’ye hükümet kurma görevi vereceğini söyleyince solda alarm zilleri çalmaya başladı. 

Solun, FN’ye karşı son anda verdiği tepki kendisini 1930’larda kurulan Front Populaire’i (Halk Cephesi) kendine model almak ve Nouveau Front Populaire (Yeni Halk Cephesi-NFP) isimli sol partilerin birliğini kurmak oldu. NFP’nin ortaya çıkışı tabanda, Fransa’nın en büyük işçi konfederasyonu olan CGT tabanında, gençlik örgütlerinde ve LGBTİ+ hareketinde militan bir mobilizasyonu sağladı. Ancak NFP’nin “faşizme karşı” stratejisi, merkez sağ ve neoliberallerle ittifak kurmak oldu. Fransız sosyalist Denise Godard’ın yazdığı gibi: “NFP’nin seferberliğine rağmen, ilk turda RN anketlerin zirvesine çıktı ve neredeyse her seçim bölgesinde aday çıkardı. 11 milyon oyla, 2022 seçimlerindeki toplam oylarını ikiye katlayarak muhteşem bir ilerleme kaydetti. Sol, strateji değiştirmeye gerek görmedi. NFP’nin mantığı, en radikalinden en sağcısına kadar  tüm bileşenlerini merkez sağ ve Macron’u destekleyen partilerle fiili bir anlaşmaya dönük bir tartışmaya yöneltti. İlk turda üçüncü olan her NFP adayı, RN adaylarına karşı hükümeti ya da muhafazakar adayları desteklemek üzere çekildi. Bu durum NFP’nin, örneğin 2023’te emekli maaşlarına saldıran başbakan Elisabeth Borne’a ve son on yılların en ırkçı yasasının yaratıcısı olan içişleri bakanı Gérald Darmanin’e oy verilmesi çağrısında bulunmasına yol açtı.”

Faşizme karşı birleşik cephe

Kısacası NFP, RN’nin iktidara gelmesini engellemiş olsa da faşizme karşı oluşan militan ruh hâlinin sistem tarafından soğurulmasını temsil ediyor. Bu ise faşizmin yükselişini durdurmaktan çok uzakta. 

Fransa’da seçim öncesinde faşizme karşı sokağa çıkarak gücünü kanıtlamış olan taban hareketinin örgütlenebileceği kanalları yaratmak, her yerelde, işyerinde işçi sınıfının içinde örgütlenen birlikler yaratmak ve ırkçılığa karşı militan bir mücadele ile neoliberalizm karşıtı mücadeleyi omuz omuza vermek faşizmi durdurabilecek olan tek güç. 

Can Irmak Özinanır


Deniz Güngören Tüm Yazıları

Yan yana, omuz omuza, kol kola ve iç içe

Bir tartışma alanının oluşmasının hepimizi ilerleteceği konusunda Can Irmak Özinanır’a katılıyorum. Bu yazının amacı da elbette bu tartışmayı ilerletmek, yanlış yorumlandığını düşündüğüm şeyleri teker teker düzeltmek değil. Fakat yanıtında kimi zaman benim yazımla değil de uzaklardaki bir sekter gelenekle tartıştığı izlenimine kapıldığımı söylemeliyim. Tabii yazının okumasını yanlış yaptığını iddia etmek oldukça kibirli olacağı için sorunu benim yazımın kusurlarında bulmayı seçeceğim. Dolayısıyla, söylemediğim halde benim iddialarım olarak yansıtılan şeylerin karşısına gerçekten düşündüklerimi daha net bir şekilde koyarak ilerleme ihtiyacı hissediyorum.

Tavuk ve yumurta

Öncelikle Irmak’ın bana Lenin’in 2. Enternasyonal’in çizgisinden kopuş sürecini hatırlatma gereği duymasından, Irmak ve Atilla’nın bu tarihe atıfta bulunarak mekanik sol dedikleri, bugüne ait bir eğilim ile, üzerinden bir dünya savaşı, bir devrim, bir de faşizm geçmiş bir gelenek arasında kesintisiz bir teorik çizgi olduğunun söylendiğini anlıyorum. 

Her şeyden önce Lenin’in teorik olarak kopuşu, Irmak’ın da doğru bir şekilde belirttiği gibi teorinin değil politikanın öncelediği bir olay, yani önce teorideki birtakım yanlışları saptamasından kaynaklanmıyor. Dolayısıyla, nasıl Sosyal Demokratların devrimi boğan bir rol üstlenmesinin teorilerindeki eksikliklerden kaynaklandığını söylemek abes olacaksa, bugün soldaki kimi eğilimlerin kaynağını teoride aramak da bizi aydınlatmayacak. Bununla beraber Türkiye’deki ekseri sol eğilime illa bir çatı isim bulmak zorundaysak, sol oportünizm en fazla grubu kapsayan tanım olacaktır bence. Oportünizm de teoriyi eylemine uydurmasıyla ünlüdür zaten.

Kendiliğindencilik meselesine dair de bir şeyi netleştirmek lazım. Atilla ve Irmak’ın bugünün koşullarını anlamlandırmak için kullanışlı olduğunu öne sürdükleri, 20. Yüzyıl başındaki Marksistlerin arasındaki kendiliğindencilik tartışması toplumsal hareketlerle ilgili değildi. Alman Sosyal Demokratları, işçilerin kendi kendine eyleme geçeceğini düşünmek bir yana dursun sınıfı dev bir parti haline getirmeye çalışıyorlardı. Burada kendiliğinden olup olmayacağı etrafında tartışılan şey devrimdi. Sırf bu bile bu paralelliğin oldukça zorlama olduğunu gösteriyor bence.

Yani kısacası, bugünün soluyla tartışmamızı Lenin’in savaşı destekleyen 2. Enternasyonal çizgisinden kopuşuna benzetmek iyi bir benzetme değil.

Bu benzetmenin her şeye rağmen kullanışlı olabileceği yerler var, örneğin Amerika’daki DSA ve Demokrat Parti ilişkisi bu tarihin dersleri üzerinden incelenmeye değer bir olgu. Fakat bu örnekte bile tarihin aynen tekerrür ettiği anlamına gelebilecek kestirme yorumlardan kaçınmak önemli. Türkiye’de ise şu anki durumda buna benzetilebilecek bir durum ben göremiyorum. Kautsky’ciliğin izlerini bulabileceğimiz popülist sol retorik var elbette ama bunlarla tarihin en büyük işçi sınıfı partisi arasında fikir benzerliği üzerinden karşılaştırma yapmak doğru olmayacaktır.

Kaldı ki Atilla’nın yazdığı ve Irmak’ın savunduğu yazıda, şu an büyüyen sol partilerin heyecanlandırdığı mücadeleci kuşakları kazanabilmek için bu genç aktivistlerin ortalama fikirlerine çok keskin çıkışlar yapmama yönünde bir tedbir seziyorum. Bunun da -illa benzeteceksek bile, 2. Enternasyonal örneğinde Lenin’in tarafına düşeceğini söylemek çok zor. 

Mekanik solun Stalinizm’den kaynaklandığı gibi bir iddia ise benim yazımda yer almamakta. Bugün solda Arap devrimlerini veya kimlik hareketlerini küçümseyen tutumu, mekanistik bakmalarıyla değil politik ve ideolojik bagajlarıyla açıklamanın daha doğru olacağı yönünde bir argüman var sadece.

Kesişimsellik

Kesişimselliğin önemli bir birikim sunduğu olgusu ise yazıda yer alıyor zaten. Bu yüzden bunun bana tekrarlanma ihtiyacının nereden kaynaklandığını anlayamadım.

Kesişimsellik, tarihsel olarak sosyalist feminist hareket içinde, işçi ve kadın olmasının haricinde ırkçılıkla da uğraşan kadınların dezavantajlarının görünmez olmasının önüne geçmek için ortaya atılmış bir kavram. Fakat bugün kesişimsellik, kapitalizmin ürettiği ezilme ilişkilerinin kökenine dair yaptığı tahlil bakımından marksizme rakip bir çizgiyi temsil ediyor.

Ezilenlerin deneyimini daha iyi anlamamızı sağlayan her gerece değer veririz elbette. Fakat kesişimselliğe böyle nötr bir kavramsal gereç olarak yaklaşmak doğru olmaz. Tüm ezilme ilişkilerinin temelinde ekonomik sömürünün yattığı analizini, işçilerin ezilişinin diğer ezilme biçimlerinden üstün olduğu anlamına geleceği sebebiyle reddeden bir çerçevedir bu sonuçta. Ve seçtiğimiz çerçevenin her zaman siyasi sonuçları vardır.

Ben Marksizm ve kesişimsellik arasında bir duvardan ziyade ciddi bir açı farkı olduğunu düşünüyorum. Yani ortak bir noktadan başlayıp ve farklı yerlere giden iki çizgidir bunlar. Kesişimsellik marksizmden pek çok kavram ödünç aldığı gibi, marksistler de kesişimsellikten pekâlâ bir sürü şey öğrenebilirler. Fakat ikisi, nihayetinde çok farklı iki politik projenin ürünleri olarak görülmeli.   

Kesişimselliğe dair hiçbir tartışma yürütmemek gerektiği anlamına gelebilecek herhangi bir ifadenin ise bir kere daha yazıda yer almadığını vurgulamalıyım. Bilakis, Atilla’nın tek bir kelimeyle bahsettiği kesişimselliği tartışmanın parçası haline getiren benim zaten.

Marx’ın yöntemi

Irmak Marx’ın yönteminin tane tane bir özetini vermiş. Fakat bu bağlamda Marx’ın yönteminin temelinin “herşeyin acımasız eleştirisine” dayandığına yapılan vurguyu -Benjamin’in “geleneği konformizmin elinden kurtarmaya” dair söylediklerinin yazının en tepesine konulmasıyla birlikte okuyunca- Irmak’ın benim yazımda eleştirilemez birtakım kutsalların ifade edildiğini ima ettiği sonucuna varıyorum. Oysa böyle bir şey yazıda yer almıyor.

Devam etmeden burada bir ufak vurgu daha yapmayı önemli buluyorum: yanlış bilmiyorsam konformizm kavramı konfordan (comfort) ziyade uyum sağlamak, boyun eğmek anlamına gelen “conform” kelimesiyle daha yakın bir akrabalık ilişkisine sahiptir. Amacım dipsiz bir etimoloji tartışmasına hepimizi birden sürüklemek değil, kavramlarla ilgili fikir birliği içinde olduğumuzdan emin bir şekilde ilerlemek elbette. Zira Benjamin’in de konformizm derken rahata alışmaktan ziyade baskın eğilime yenik düşmeye daha yakın bir şey kast ettiği görüşündeyim. Uyarı, bir konfor alanında alıştığımız şeyleri yapmaya değil, burjuva toplumunun mantığı içinde kaybolup egemen sınıfların aleti haline gelme tehlikesine dair bir uyarı sonuç olarak. Yani tersine çevirirsek, ne pahasına olursa olsun hareketlerin enerjisinden beslenmeyi bir taktik olarak benimsemek örneğin bir tür konformizm olarak tabir edilebilir.

Genç Marx’ın “her şeyin acımasız eleştirisi” cümlesi de pek çok zaman bağlamından koparılıp sloganlaştırılan bir cümle. Elbette Marx’ın her şeyin sırrını bulduğu, bizlere ise yalnızca bunu uygulamanın kaldığını savunan “mekanik solculara” her daim hatırlatılması gereken bir söz. Fakat öte yandan, Marx’ın esas projesinin dogmayla savaşmak olduğu anlamına gelebilecek vurgular da oldukça kaba bir indirgeme yapma riskini taşıyor. 

Sonuç olarak “herşeyin acımasız eleştirisine” yapılan vurgunun, bizi, teoriyi her gün tekrar eleştirip tekrar kendimize ıspatlamamız gerektiği sonucuna götürmemesi gerektir. Yani teorinin koşulları açıklamakta başarısız olduğu durumlarda gerekirse teoriyi didik didik etmekten çekinmeyeceğiz elbette. Fakat bu başarısızlığın faturasını teoriye kesmeden önce çuvaldızı epey kez kendimize batırmamız gerekir diye düşünüyorum.

Bir kere daha: “İçerisi, dışarısı, aşağısı, yukarısı”

Fakat tüm bunların yanında benim ifadelerim olarak bir yerde asılı kalmasına en fazla itirazım olan şey, devrimcilerin hareketlerle ilişki kurmaması gerektiğini söylediğim iddiası. Açıkçası bunun abesle iştigal olacağına tümüyle katıldığımı söylemek zorunda kalacağım bir duruma düşmeyi beklemiyordum. 

Buradaki sorunun ne olduğuysa benim için oldukça açık. Öznesi olmak, içinde yer almak ve ilişki kurmak gibi şeyler eş anlamlı kullanıldığı için bu kavram karmaşasını yaşıyoruz. 

Her şeyden önce ezilen kimliklerin eşitlik ve özgürlük mücadelesinin öznesi olmak -devrimci veya na-devrimci, bir kişinin öylece seçebileceği bir şey değil. Bu yüzden ilişki kurmayı doğrudan “öznesi olmak” olarak değerlendirmenin bizim karar verebileceğimiz bir şey olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla bunları ayrı şeyler olarak ele almak gerekiyor bence.

Burada yapıyor olduğumuz tartışma aslında teker teker devrimcilerin değil, partinin hareketlerin neresinde durduğu tartışması, en azından benim yapmaya çalıştığım bu. Burada da merceği aşırı genişletmek pahasına parti ve sınıf arasındaki ilişkiyi nasıl tarif ettiğimize geri dönmek tek sağlıklı yol olarak görünüyor bana. 

Devrimci parti, işçi sınıfının öz yönetim organları ile kendisi arasında yaptığı ayrımı sürekli kontrol etmek zorundadır; yani kendisini işçi hareketinin yerine ikame edemez. Ezilenlerin eşitlik mücadelesi içinde omuz omuza mücadele verirken de hareketin taleplerini kendi taleplerimiz olarak görmek ile hareketin doğal unsuru olmak arasında fark olduğunu unutmamanın aynı ölçüde önemli olduğunu düşünüyorum. İlişki kurmak, öznesi olmak, parçası olmak, içinde yer almak veya omuz omuza yürümek gibi şeyler arasında ayrım yapmamaya karar vermek, bu tedbirden uzaklaşma riskini de beraberinde getiriyor.

Hareketler ve mücadele: “Sütliman” 

Elbette kimi teorik meseleleri açıklığa kavuşturmamız önemli olmakla beraber, konumuz bugün nerede durduğumuz ve ne yapacağımızla ilgili. 

Burada “sütliman” derken, hatta “mücadele” ve “hareket” derken nelerden bahsettiğimizi netleştirmeye ihtiyacımız varmış gibi hissediyorum. Çünkü Irmak, ortalığın sütliman olduğuna karşı çıkar çıkmaz bir sonraki cümlede mücadele düzeyinin düşük olduğunu kendisi de söylüyor. Benim ortalık “sütliman” derken söylediğim bundan ibaret: mücadele düzeyi şu anda düşük, yüksek değil. Statlarda hükümet karşıtı sloganlar atılması belli bir öfkenin olduğunu gösterir ama ortada bir mücadele dalgası olduğunu göstermez. 

Şu anda kendine futbol maçı gibi çeşitli yerlerde ifade bulan bu öfke ise ne yazık ki büyük ölçüde seçimlere endeksli bir öfke, bu endekslenmede ise şu anda kitleselleşmeye çalışan sol siyasetin büyük etkisi var, benim temel eleştirim bu. Bu yüzden de bu siyasetlerle aramızdaki farkı sıkı bir denetime tabi tutmaktan vazgeçmemenin sekterlik olduğunu düşünmüyorum. Konformizm olduğunu ise hiç düşünmüyorum. Bunların hareketlendirdiği akıntıda yüzmek bizim içinde olduğumuzu düşündüğüm durumdan çok daha “konforlu” olurdu bence. 

Seçime endeksli demek bu öfkenin içinde ekonomik çöküşle ve depremle keskinleşen bir sınıf öfkesi olmadığı anlamına gelmiyor tabii. Bu öfkenin kendine sınıfsal bir kanal bulup seçim hesaplarını aşan bir ufukla hareket etmeye başlamasından ürken siyasi aktörlerin egemen olduğu bir dönemden geçtiğimizi ve ortaya çıkan bir öfke ifadesini potansiyel bir toplumsal hareket olarak yorumlamadan önce bu bağlamı ıskalamadığımızdan emin olmamız gerektiğini söylemeye çalışıyorum sadece. Hegemonya tartışacaksak da buradan başlamak gerekir bence.

Futbola değinmişken, Amedspor’a yönelik linç girişimine Türkiye’nin en büyük hareketi olan Kürt hareketinin sokaktan cevap veremez olduğu gerçeğine değinmeden, maçta slogan atılmasını ortalığın taştığı şeklinde yorumlamak ise Irmak, Atilla ve benim hiç şüphesiz paylaştığımız, bir değişim dalgası görme arzusunun tahlilde aceleciliğe itiyor oluşunun sonucu gibi geliyor bana. Burada seçim sonuçlarına göre durulacak öfke ile durulmayacak öfke arasında bir ayrım yapmanın faydalı olabileceği görüşündeyim. Zira “AKP İstifa” sloganı, göçmenler veya çözüm süreci konusunda taban tabana zıt kutuplara düşeceğimiz kimi siyasi çizginin de rahatlıkla sahiplenebileceği bir slogan. Biz ise bu eğilimlerin AKP karşıtlığı etrafında birbirine karışmasını değil ayrışmasını savunduk bugüne kadar.  

Aynı şekilde tarihin en büyük deprem felaketinde, tek tük eylemler dışında bir sokak hareketliliği, hatta bir miting dahi olamamasını azımsamak da hata olacaktır.

Bize, gözümüze görünmeyen hareket nasıl olabilir onu ise içtenlikle anlamıyorum ben. Hareket göze, kulağa, kola, bacağa değdiğinde harekettir, bundan önce hareketlerin potansiyeli üzerine akıl yürütmekten ötesine geçebileceğimizi ben düşünmem. 

Kayığı şimdiden inşa etmenin gerekliliği konusunda ise bir fikir ayrılığımız yok. Fakat Atilla ve Irmak’ın fırtına çağrısında seçimlerden sonra demokrasinin coşacağı ve hayatın normalleşeceği yönündeki hâkim duyguya eleştirel bakmayı ihmal eden bir tutum var bence. Bu tutum da fırtınanın çoktan içine girmişiz gibi bir resim çizmelerine ve bunun sonucunda partinin tarihsel rolüne yapılan vurguları yük olarak görmelerine sebep oluyor diye düşünüyorum.  

Nerede, kiminle, nasıl?

Partiyi nerede inşa edeceğimiz meselesine gelirsek; devrimci parti her yerde, işyerinde, sokakta, markette, statta ve eğer içindeysek bulunduğumuz kimlik örgütünde inşa edilir elbette. 

Ancak parti teorisinin, güncel koşullara uygulanabilirliğini ispatlayabildiğimiz zaman işe yarar bir şey olduğu gerçeği ile “devrimci parti biz ne olmasını istiyorsak odur” demek arasında bir fark var. Irmak ve Atilla’nın bugünkü görevlerimizi tarif ederken kurduğu çerçeve ise kimi zaman bu ayrımı yapmayı ihmal ediyor diye düşünüyorum. Oysa yapacağımız tartışma tam da bugünkü tarihsel koşullarda bu farkı nasıl hep beraber eylemimizle ortaya koyacağımız tartışması olmalı bence. 

Bu noktada, Türkiye’de tümüyle sağ bir zeminde ve işçi sınıfının hiçbir talebinin öne çıkma şansı bulamadığı bir ortamda gerçekleşecek bir iktidar değişikliğinin tek başına yaratacağı değişimi farklı öngörüyoruz diye düşünüyorum. Yılların baskı birikiminin altından bir çırpıda özgürlük çığlığı çıkmayabilir. Tam da bu sebeple bizim işçi sınıfının merkeziliği, göçmenler, ve Kürt sorununda özel bir pozisyonumuz olduğunu unutmamamız gerekiyor. Unutmamak için ise bu pozisyonumuzu soldaki baskın eğilimle daha barışçıl bir hale getirmenin tam aksine, sağın palazlanmış olduğu günümüzde bir kere daha nasıl ön plana çıkaracağımızın planlarını şimdiden yapmak elzem. 

Kim bağırıyorsa biz de orada olacağız elbette. Ama parlayan hareketlerin enerjisinden sebeplenmeyi ön plana koyup işçi sınıfı bu koşulda nerede duruyor diye düşünmeyi ertelemek, her şeyden önce kazanmanın önünde bir engel teşkil eder. Bizim bu noktada işçi sınıfının merkezi rolüne işaret eden bir perspektifi nasıl hegemonik kılacağımız sorusunu Atilla ve Irmak’ın çizdiği çerçevede gördüğümden çok daha fazla ciddiye almamız gerektiğini düşünüyorum. Zira hareketlerin içindeki insanların kaçınılmaz olarak işçi olduğu gerçeğini vurgulamak bana bu anlamda yeterli gelmiyor. Ayrıca bu ısrarda sol içinde bir kere daha oldukça yalnız kalma ihtimalimiz de oldukça yüksek bence. Bu yüzden de bu sorunun, potansiyel hareketlere dair bir telaşın gölgesinde kalmaması gerektiğini devamlı birbirimize hatırlatmamız gerekiyor diye düşünüyorum.  

Belki hepsinden önemlisi, savaş, salgın, ekonomik kriz, iklim değişikliği gibi pek çok şeyin küresel bir analizi erteleyerek siyaset yapmayı her zamankinden daha zor kıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu dönemde kitleler, özellikle sağın bu derece baskın olduğu ülkelerde, küresel antikapitalist bir perspektifi fazla keskin ve yarına hizmet etmeyen bir perspektif olarak görebilirler. Biz ne pahasına olursa olsun esas hedefimizin kapitalizmi yıkmak olması gerektiğini anlatmaktan vazgeçmemek ve bu perspektifi nasıl yaygınlaştırırız diye düşünmek, bunun eylemini kurgulamak zorundayız. Anlattıklarımız birlikte yürüdüğümüz insanlarda hemen yankı bulmayınca fikirlerimizi daha kolay sindirilir hale getirmek ise bizi güçlendirmez. 

Devrimci parti denilen şey, bu fikirlerin yaşayan öznesi ve cismi olabildiği ölçüde bu ismi hak edebilir. Burada etiyle buduyla harekete benzeyen bir şeyin henüz olmadığını söylemek ise umudumuzu kıracak bir şey olarak görülmemeli. Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da yönetenleri titreten işçilere bakmalı ve onların mücadelesiyle buradaki potansiyel hareketler arasında nasıl köprüler kuracağımızı konuşmalıyız. Hareketlerin içinde erimek ise bizi bu hedeften ve bu netlikten uzaklaştırma tehlikesini barındırıyor.   


Dila Ak Tüm Yazıları

Aile Yılı safsatası

Bildiğiniz üzere 2025 yılı, Aile Yılı ilan edildi. Bu kapsamda aile kurmayı teşvik edecek maddi destekler, danışmanlık hizmetleri, eğitimler ve konut desteği gibi uygulamalar hayata geçirilecek. Yeni evlenenlere kredi ve çocuk yardımı yapacaklarını da açıkladılar. 

Para veririm ama…

Tabii ki bu yardım, karşılıksız değil. Yeni evleneceklerin, 48 ay vadeli ve iki yıl geri ödemesiz ve faizsiz olacak 150 bin liralık bu kredi desteğini edinebilmenin bazı ilginç şartları var. Öncelikle, 18-29 yaş aralığını geçmemiş olması gereken çiftlerin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması gerekiyor. Başvuru şartlarında belirtilen ama burada uzun uzun değinmeyeceğim bazı suçlardan mahkûmiyet kararının bulunmaması, taşınmaz sahibi ya da hissedarı olmaması gerekiyor. Ayrıca çiftlerin son 6 aylık gelir ortalaması ile son aya ait gelir toplamının, asgari ücretin 2,3 katını geçmemesi şartı var. İşin daha da ilginç yanı, bu çiftlerin bakanlık tarafından sunulan evlilik öncesi eğitim ve danışmanlık hizmetinden yararlanacağının, evlilik sonrası sunacağı eğitim hizmetlerine ise 2 yıl içerisinde katılacağının taahhütünü vermesi ve katılması gerekliliği var. 

Hedef doğum hızında artış

Tüm bu yardımlarla doğurganlık hızının arttırılması hedefleniyor. Doğurganlık hızını arttırmaya çalışırken de bir yandan, esnek ve uzaktan çalışma imkanları ile kadınların ev ve iş hayatlarını rahatlatacak imkanlar oluşturulacağı belirtiliyor. 

Bu destek ve hizmetler duyurulurken, elbette lubunyalar es geçilmiyor ve “LGBT’nin cinsiyetsizleştirme politikalarının aileyi hedef aldığı” savunularak bu politikalara tepki gösterecekleri duyuruluyor. 

Kadın ev-iş sarmalına mahkum ediliyor

Aile Yılı’nın ne demek olduğu aslında bizler için aşikar. Sistemin en küçük kurumu olan aile demek, kadının ücretsiz emeğinin sömürülmesi demek. Ev içi emeğinin, yani ev işlerinin, hane içinden birisi tarafından, yani kadın tarafından, ücretsiz olarak yapılması sistemin sürdürülebilirliği için önem arz ediyor. Bu yüzden devamlılığı ve kadın tarafından yapılıyor olması normalleştirilmeli, meşrulaştırılmalı ve pekiştirilmeli. Özellikle esnek ve uzaktan çalışma imkanlarından bahsedilirken, “kadınların ev ve iş hayatlarını rahatlatacak” ifadesinin kullanılması bu duruma göz kırpan bir açıklama. 

Çalışma hayatında var olan kadının ev-iş sarmalından çıkamamasını ve hayatını ev içi rollere göre tasarlaması gerektiğini hatırlatıyor. Ev içi işleri sadece kadına bağlayarak ve erkeği bu denklemin içerisinden çıkararak, toplumsal cinsiyet rolleri pekiştirilmek isteniyor. Ayrıca ev işlerinin yanı sıra, çocuk veya hasta/yaşlı bakımı gibi işleri de kadının üzerine yükleyerek, bu hizmetlerin, herhangi bir kreş ya da bakım evi açmaya gerek kalmadan, ücretsiz olarak karşılanmasını sağlıyor. Bunu yaparken fedakarlık, dayanışma, annelik gibi söylemlerden yararlanıyor. Çocuk doğurmayı, yaptığı yardımlarla teşvik ediyor.

“Aile değerlerinin” gizledikleri

Aynı zamanda ekonomik krizin getirdiği enflasyon, alım gücünün düşmesi, barınamama sorunu, işsizlik, gelir adaletsizliği gibi tüm sorunları “aile değerleri” üzerinden arka plana atıyor, üzerini örtüyor ya da bu krizlerin/toplumsal sorunların çözümüne ilişkin adım atmaktansa, bu yükü aile üzerinden topluma bölüştürüyor. 

Örneğin işsizlik sorunu karşısında, kişilerin devlet yerine aileden destek almasını, aile değerlerini pekiştirerek ve yücelterek sağlıyor. İşsizlik sorununa çözüm getirmek yerine, bu maddi sıkıntıyı aile dayanışması vurgusu üzerinden, hane içerisinde işsiz yakınlara yardımı teşvik ederek gidermek istiyor. Toplumsal krizler, bireylerin kendi aralarında bireysel çözüm yolları üretmesine indirgeniyor. 

Aileyi değil kadınları ve LGBTİ+’ları savunuyoruz

Aile kurumu sürdürebilmek için çocuk yapabilecek kişilere ihtiyaç duyduğundan, aileyi sadece kadın ve erkek evliliğine dayandırıyor, bu tanımın dışında kalan lubunyaları düşmanlaştırıyor, ailelerin ve çocukların önünde bir tehdit olarak gösteriyor, aile dengesini korumak istiyor. Bu ötekileştirme, varoluş önünde bir tehdit olarak lubunyaların hayatını tehlikeye sokuyor, toplumdan dışlanmalarına neden oluyor.

Tüm bu “Aile Yılı” safsatası, kadınların ve lubunyaların hayatlarının etrafında bir set oluşturuyor, sıkıştırıyor, öldürüyor. Kadının özgürlüğü ve emeği önüne kapanlar yerleştiren bu söylemleri üretmek yerine aile içi rollerin dönüştürülmesi şart. Kadının özgürleştirilmesi ve ekonomik olarak bağımsızlığını sağlayacak koşulların önünün açılması ve kamusal hizmetlerin geliştirilmesi gerekli. 

Dila Ak

(Sosyalist İşçi)


F. Levent Şensever Tüm Yazıları

Amerika’da yeni oligarşik düzen

Donald Trump, 5 Kasım günü gerçekleşen Amerikan Başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti adayı Kamala Haris’i hezimete uğratarak, büyük bir farkla yeniden başkan seçilmişti. Amerikan seçim sistemine göre, kasım ayı başında seçilen başkanlar, göreve haftalar sonra, bir sonraki yıl 20 Ocak’ta başlıyor. Bu geçen süre içinde, eski başkanlar tam yetkiyle görevlerine devam ediyor.  

20 Ocak günü yemin ederek göreve başlayacak olan Trump, bu süreyi boş geçirmedi. Kabinesi’ne ve devletin üst düzey organlarına atayacağı isimlerin büyük bir kısmını belirledi. Bugüne kadar açıklamış olduğu adaylara göz attığımızda, Trump’ın yeni dönemine ilişkin felaket senaryolarını andıran bazı yorumları haklı çıkaracak gibi görünüyor. 

Saldırgan bir otoriter

Trump bu dönemi sadece atayacağı adayları belirlemekle geçirmedi. Bir yandan da iktidarı döneminde gerçekleştirmek istediği siyasi ve ekonomik hedeflerine dair açıklamalarda bulundu. Açıkladığı bazı görüşleri, seçimlerin ardından “bundan sonra dünyanın Trump öncesi ve sonrası olarak iki döneme ayrılacağını” iddia eden siyaset yorumcularını doğrular nitelikte oldu. 

Örneğin, 1900’lerin başında Amerikan finansmanıyla inşa edilen ve 20 yıl boyunca ABD tarafından işletilen Panama Kanalı’nın ABD’ye “geri verilmesi gerektiğini” ilan etti. Kanada’nın Amerika’nın bir eyaleti olması gerektiğine dair iddialarda bulundu. Kanada Başkanı Justin Trudeau’nun “bir Amerikan valisi” olduğu şeklinde alaycı ifadelerde bulundu. Danimarka’ya ait olan Grönland’ın ABD’ye verilmesi gerektiğini ileri sürdü. Bu ürkütücü iddialar ve taleplerinin yanı sıra, daha da ileri adımlar da attı.

Aşırı sağcı bir kabine

Kabinesinde yer vereceğini açıkladığı isimler, Amerikan tarihinde görülmemiş ölçüde aşırı sağcı ve milyarderlerden oluşuyor. Öyle ki, birçok yorumcu Amerika’da yeni bir oligarşik düzenin kurulmakta olduğunu ileri sürmeye başladı.

Örneğin, Demokrat Parti’nin sol kanadının liderlerinden Bernie Sanders, ABD’nin hızla kendilerini daha da zenginleştirme peşinde olan milyarderler tarafından yönetilen oligarşik bir devlete dönüştüğünü belirtiyor. Sanders bu konuda şöyle diyor: “Hızla oligarşik bir toplum biçimine doğru ilerliyoruz...” Dünyayı dolaşarak, 

“Rusya'da Putin'in oligarşisi var” diyemeyiz. İyi de “bizim de burada oligarşimiz var.”

Trump’ın seçilmesi bazı kesimlerde şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaratsa da başta Wall Street devleri olmak üzere, petrol, teknoloji ve silah şirketleri gibi büyük kapitalist işletmeler bu durumdan oldukça memnun görüyor.

Kapitalistlerin Trump’ın kazanmasına sevinmelerinin ne kadar haklı çıktığını şimdiden görebiliyoruz. Nitekim, Trump’ın seçilmesinin ardından New York borsası haftayı yükselişle kapattı. Amerikan elektrikli otomotiv devi Tesla’nın değeri 1 trilyon doları aştı. Trump’ın seçim kampanyasına aktif destek veren ve dünyanın en zengin insanı olan Elon Musk’ın serveti 300 milyar doları aştı.

Trump’ın Kabinesinde yer alacak veya yönetimde üst düzeylere atanacak adayların çoğu, Trump’ı seçimlerde bağışlarıyla destekleyen milyarderlerden oluşuyor. Sanders’in belirttiğine göre, 2024 yılından Amerikalı 150 milyarder seçimlerde adayları “satın almak için” 2 milyar dolar harcadı. Elon Musk’ın seçimlerde Trump’ı desteklemek üzere kurduğu süper PAC platformu tek başına 200 milyon dolardan fazla para harcadı. Amazon’un sahibi olan ve dünyanın en zenginleri arasında yer alan Jeff Bezos ise açıktan para bağışı yapmasa da sahibi olduğu etkili yayın organı Washington Post’un Yayın Kurulu’nun gazetede Harris’i desteklediklerini açıklamalarını engelleyerek, pasif olarak Trump’ı destekledi.

Bunun karşılığında Trump, kendisini seçimlerde destekleyen milyarderleri devletin üst düzey görevlerinde atayarak ödüllendiriyor.

Servet yoğunlaşması

Amerika’da perde arkasında politikaları etkileyen ve hatta belirleyen çok sayıda uluslararası şirketin olduğu bilinen bir gerçek. Yeni olan ise, son yıllarda küresel düzeyde gerçekleşen pandemi, iklim değişikliği ve ekonomik krizler gibi bir dizi krizle birlikte milyarlarca insan yoksullaşırken, milyarderlerin servetlerine servet katmakta olduğu. Nitekim Amerika’da bu durum çok daha ileri düzeyde gerçekleşiyor. Örneğin, bu yılın aralık ayı başında Amerika’daki en zengin 12 milyarderin serveti 2 trilyon doları aştı. Bu, Türkiye’nin 2024 yılında elde etmesi beklenilen ulusal gelirinin yaklaşık yüzde 65 üstünde bir miktar. Amerika’da bir avuç elitin elinde toplanan bu muazzam boyuttaki servet birikimi, aynı zamanda bu milyarderlerin ulusal düzeyde kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarını dayatma gücünü de sağlıyor.

Trump’ın faşizan dünyası

Trump milyarderleri etrafında toplamakla da yetinmiyor, kendisine muhalif olanları cezalandırmak üzere başına dünyanın en zengin kişisi olan Elan Musk’ı atadığı ve görevi “devlet dairelerini düzenlemek” olacak yeni resmi bir kurum kuracağını açıkladı. Bu kurumun hükümetten bağımsız devlet daireleri ile Trump karşıtı görünen ya da kendisini desteklemeyen özel şirketlere sağlanacak finansmanlar konusunda baskılar yapması hiç de şaşırtıcı olmayacak. Trump bunun sinyallerini seçim kampanyaları sırasında, birçok kez rakiplerini yargılatacağını ve cezalandıracağını belirterek vermişti. 

Bütün bu gelişmeler bize, İngiltere merkezli Economist dergisinin seçim haftası sayısının kapağını hatırlatıyor: “Trump’ın Dünyasına Hoş Geldiniz.”

Kısacası, Trump uzun bir süredir sinyallerini verdiği, faşizan ve otoriter ideolojisi doğrultusunda yeni bir Amerikan rejiminin inşası yönünde kararlı adımlar atmaya daha şimdiden başladı diyebiliriz.

Yukarıdaki veriler göz önünde bulundurulduğunda, Trump’ın ülke içinde atmakta olduğu adımlarının, ülkenin siyasi, toplumsal ve ekonomik yapısını kapsayacak şekilde yeni, oligarşik bir rejim yönünde ilerlediği pek kuşku götürecek gibi değil. Bu ilerlemeyi durduracak olan Trump’ın bir önceki dönemde yenilmesini sağlayan ABD’deki milyonlarca ezilenin yığınsal mücadelesidir.



Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

Sürecin ruhuyla çatışma haline son verilmeli

DEM Parti Heyeti'nin PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşmesi sonrasında yaşanan gelişmelere paralel geniş bir çevrede, hızla dil ve yaklaşım değişikliği dikkat çekiyor. Topluma temkinli bir beklenti hâkim oldu.

Aksi olması beklenirdi.  Birçok kesim, sürecin başarısızlıkla sonuçlanmasını bekliyor gibiydi. Oysa başarısızlık durumunda ortaya çıkacak olası büyük yıkımın ve kırılmanın derinliğinin farkında değiller.

Bu nedenle iktidar partisinde ve çevresinde olanlar kritik derecede önem taşıyor. Karşısındaki herkesi ve her kesimi hakir gören, sürecin rotasını tayin etmeye tek başlarına muktedirlermiş gibi konuşan siyasetçiler ve kalemşorlar piyasa yapmaya başladılar.

Hepsi değilse de, bir kaçının sürecin başarıya ulaşması durumunda konumlarını yitirecekleri kaygısıyla hareket ettikleri anlaşılıyor.

Hürriyet Gazetesi yazarı Abdulkadir Aksu çarşamba günkü yazısını, “ PKK silah bırakmadan hiçbir adım atılmayacak. PKK’nın silah bırakması Ankara’nın kırmızı çizgisi...“ cümlesiyle bitirdi. Bu noktada anlaşılmayan bir şey yok. Sürekli bu tekrar ediliyor. Ama yazılanlarda ve konuşulanlarda hedeflenenin bununla sınırlı olmadığını gösteren çok sayıda belirti de var.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın bu çerçevede bazı açıklamaları ve kullandığı dil dikkat çekici. Aynı zamanda düşündürücü.

En son çarşamba akşamı Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan'ın Tarafsız Bölge programında, CNN Türk'teki söyleşide, iktidar partisinin esas hedefinin PKK’nın silah bırakmasıyla ve 8 yıldır anlatılan sınır güvenliğiyle sınırlı olmadığını, derli toplu ve açıkça ifade etti. 

Anlattıklarından anladığım, Suriye'de HTŞ'nin liderliğinde Şam merkezli Türk tipi rejim oluşturmayı hedefliyorlar. Doğu ve Kuzey Suriye yönetiminin dağıtılmasını isterken, Kürt kazanımlarına karşı olmalarını 'anti emperyalist'  söylemle gerekçelendirmesi, yaklaşmakta olan tehlikenin büyüklüğünün işareti. Aynı zamanda Ankara'nın tekçi yeni bir Arap cumhuriyeti komşuya yatırım yaptığının işareti.

Sözünü ettiğim söyleşi, bilinçli ve hesaplı bir biçimde sınırları fazlaca zorlayan mahiyette.1 Ekim sonrası gelişen sürecin ruhuyla uyumlu değil. Bu bir korkunun telaşı mıdır, anlaşılmıyor.

Bu olsa olsa bölgemizin içinde bulunduğu yeni dönemde, değişik siyasal aktörlere, Kürt sorunu bağlamında verilen mesaj veya el yükseltmek olabilir. Bu bir yere kadar anlaşılabilir.

Kanaatimce, siyasi girdileri çıktıları hesap edilmiş, ama bunların olası sosyal, kültürel ve toplumsal negatif sonuçlarının boyutları dikkate alınmamış, kavranamamış veya önemsenmemiş, sürecin ruhuna uygun olmayan davranışlar gibi görünüyor. 

DEM Parti Heyetinin Abdullah Öcalan ile yaptığı görüşme sonrası yaşananlara dair oldukça geniş kesimlerdeki kafa karışıklığını ve temkinli bekleyişleri doğal olarak haklı çıkaran veya güçlendiren bir yaklaşım olduğu gerçeği atlanıyor.

Bu türden yaklaşımlar, iktidar partisinin MHP lideri Devlet Bahçeli'den daha geri bir pozisyon almakta olduğu algısıyla birlikte, başarısızlıkla sonuçlanacak bir sürecin taşlarının döşenmesi olarak algılanmasına da yol açıyor.

“İç Kürt sorunu çözdük, dış Kürt sorunu var” demek; sorunu teröre, koşulsuz, müzakeresiz silah bırakmaya indirgemek, sorunun yönetimsel ve demokratik muhtevasını tümden inkâr etmeye çabalamak “1915’teki hain işbirlikçi Ermeniler” söylemlerine benzer bir yaklaşımın tedavüle sokulmasıdır. 1915'in sonuçlarını hatırlatan acemice korkutma çırpınışları, zayıflığın göstergesidir. İnsanların aklıyla alay etmektir.



Melike Işık Tüm Yazıları

Sahipsiz köpeklere yönelik saldırılara son!

Sokak köpeklerinin konumunu ve fotoğraflarını yayımlayan web sitesi Havrita’nın son aylarda gerçekleşen köpek cinayetleriyle ilişkisi gündeme gelince toplumdan tepki yağdı. 

Uygulamada önce kendi halinde öylece yatan sahipsiz köpekler, ardından kimi sahipli köpekler ve hatta köpekleri besleyen insanlar sanki varlıkları birer suçmuş gibi ifşalanarak hedef gösterilmeye başlandı. 

Uygulamanın son aylarda artan köpek cinayetleriyle ilişkili olduğu ve uygulamada işaretlenen bölgelerdeki köpeklerin zehirleme gibi saldırılarla karşılaştığı belirtiliyor. Sosyal medyada bu işaretlemelerin gündem olmasıyla sitenin kapatılması için binlerce imza toplandı. Nihayetinde siteye ve sosyal medya hesaplarına erişim engellendi fakat sahipsiz köpeklere yönelik saldırılar devam ediyor.

Uygulamanın sahipleri her ne kadar uygulamanın “önlem ve bilgilendirme” amacı taşıdığını ve hatta hayvan refahını gözettiğini iddia etse de “başıboş köpek çeteleşmesi”, “köpek saldırısı” gibi başlıklarla daha en başından çözüm sunma amacından ziyade bir korku ve nefret aşılama amacı güttüğü anlaşılıyor. Üstelik Havrita, diğer pek çok köpek düşmanı sosyal medya hesabı tarafından destekleniyor. Tüm bu siteler ve sosyal medya hesapları, sokaktaki sahipsiz köpeklere yönelik bir nefretin örgütlenmesi ve yöntemi muğlak bir “başıboş köpeklerden kurtulma” gayesinde birleşiyor. 

Sokakların köpekler için güvenli bir yer olmadığı ve sahipsiz köpek nüfusunun kontrol edilmesinin hem hayvanlar hem insanlar için gerekli olduğu konusunda herkes hemfikirken yapılan bu “başıboş sokak hayvanlarından kurtulma” vurgusu, yöntemi ne olursa olsun başıboş köpeklerden kurtulmak için başvurulan her yöntemin meşru olduğu fikrini pekiştiriyor. 

Oysa medyada sokak hayvanlarını hedef göstererek sunulan saldırıların sorumlusu sokak köpekleri değil; hayvan hakları savunucularının yıllardır dile getirdiği güvenli kısırlaştırma seferberliğini yürütmeyenler, hayvanları birer silah olarak kullanan sahipler ve hayvanların barınma, beslenme gibi temel haklarını hiçe sayan yönetimlerdir. Gelgelelim hesap vermeye, sorumluluk almaya pek de niyeti olmayan tüm bu sorumlular, sahipsiz köpekleri toplamayı, zehirlemeyi ve hatta öldürmeyi bir çözümmüş gibi sunmaya cesaret edebiliyorlar.

Havrita gibi, hayvanların temel haklarını doğrudan tehdit eden uygulamalar tamamen kapatılmalı, bu uygulamalar aracılığıyla hayvanlara saldırılar düzenleyenler 5199 sayılı Hayvanların Korunması Kanunu’nu ihlalden cezalandırılmalı. 

Sokak köpeklerine yönelik saldırılar ve onları hedef alan söylemlere derhal son verilmeli. 

Melike Işık

(Sosyalist İşçi


Meltem Oral Tüm Yazıları

Zorlu boykotu için harekete geçelim

Siyonist işgalci İsrail, Gazze’yi Filistinsizleştirmeye giriştiğinden beri “Biz bu soykırımı durdurabiliriz”, “Biz bu işgali durdurabiliriz” diyoruz. Nasıl yapabiliriz? Sokaklara dökülmenin yanı sıra işgalin ve soykırımın sürmesini mümkün kılan koşulları yok ederek durdurabiliriz.  

İsrail’in soykırımı sürdürüyor olabilmesinin en önemli nedenlerinden biri, kendisini meşru gören iktidarlardan ve sermaye gruplarından, dolaylı ya da doğrudan aldığı ekonomik, askeri, lojistik destek. Dolayısıyla soyut bir İsrail karşıtlığının ötesinde, bu savaş makinesini işlemez kılmak için ekonomisine, askeri sanayisine zarar verecek küresel boykot eylemleri, yaptırımlar, devletleri ilişkileri kesmeye zorlamak, şirketleri yatırımlarına son vermek zorunda bırakmak önemli. Çünkü tam da süren bu ilişkiler sayesinde İsrail’in işgalciliği-sömürgeciliği olağanlaştırılıyor. Soykırımcı İsrail’i askeri-ekonomik-kültürel birçok alanda tecrit etmek ve onun lojistik kaynaklarını kurutmak Filistin halkının özgürlük mücadelesiyle doğrudan ilişkili. 

Erdoğan her ne kadar yüksek perdeden İsrail’i kınasa da Türkiye de İsrail’e lojistik destek veren ve soykırım suçuna dolaylı da olsa ortak olan ülkelerden biri. Savaş makinesini besleyen esas kaynaklar ABD ve AB emperyalizmleri ama Türkiye’nin de iktidarın kimi zaman sessizliğine kimi zaman inkarına rağmen devam eden ilişkileri var. Türkiye İsrail’le hiçbir askeri anlaşmasını iptal etmedi, hatta İsrail’i koruyan Amerikan savaş gemileriyle Akdeniz’de ortak tatbikatlar güncel olarak yapılıyor. 

Hollanda’nın İsrail’e silah taşıyan gemileri, Bandırma limanına demir atıyor. İsrail’i koruyan savaş gemileri İzmir limanında ağırlanıyor. 

Nisan ayında Erdoğan, ekimden nisana 6 ay sonra, binlerce Gazzeli katledildikten sonra anca, o da hem Türkiye’de hem tüm dünyada Filistin için mücadele edenlerin basıncıyla, “O iş bitti” demişti. “O iş”ten kastı İsrail’le ticaretti. Ancak iktidarın inkarına rağmen İzmir limanından her hafta İsrail’e gaz, beton, inşaat malzemesi taşıyan gemiler kalkmaya devam ediyor. 

Türkiye’nin en büyük sermaye gruplarından biri olan Zorlu Holding’in İsrail’le iş birliği dosyası da epey kabarık. Zorlu’nun İsrail’de 1 milyar dolara varan yatırımları var. Doğrudan yatırımları, ortaklıkları veya iştirakleri hakkında BDS Türkiye’nin web sitesinde detaylı bir çalışma var. Bu iki günlük bir ilişki değil, 2005-2006’da bile Vestel’in İsrail’e yazılım ihraç ettiği kendi faaliyet raporlarında yer alıyor. Zorlu grubu İsrail’le iş birliğinde o kadar tutkulu ki 2017’de “İsrail’deki en büyük Türk yatırımcı” ödülüne layık görülmüş. 

Bugün de dünya halkları nezdinde soykırımcı olarak zihinlere kazınan İsrail’in suçlarına ortak olmaya devam ediyor. Zorlu grubu 2003’ten beri Dorad Doğalgaz Santrali’nin ortaklarından biri. Yüzde 25’lik hisse sahibi. İsrail’in elektriğinin yüzde 5 ila 8’i bu santralden sağlanıyor. Ve bu santralden işgal ordusunun üslerine elektrik gidiyor.

Zorlu’nun İsrail’le ilişkisi 7 Ekim’den bu yana çokça teşhir edildi. Pek çok kez protesto edildi. Hem bu eylemler hem de küresel BDS hareketinin basıncı sayesinde Zorlu yatırımlarını çekeceğini açıklamak zorunda kaldı. Ancak hala bu ilişkiyi tamamen kesmiş değil.   

Dolayısıyla zorlu üzerindeki basıncı yükselterek sürdürmek ve Zorlu’yu kamuoyu nezdinde soykırım suçunun ortağı olarak damgalamak gerekiyor. Bunun için yakın zamanda, BDS Türkiye’nin girişimiyle ve Filistin’in özgürlüğünü savunan çeşitli kurumların bir araya gelmesiyle “Zorlu’ya Boykot” kampanyası oluşturuldu. Filistin’e Özgürlük Platformu’nun da parçası olduğu bu kampanyada Zorlu Holding’in, tüm askeri ve ekonomik ilişkisini kesinceye dek, başta Vestel ve Zorlu Performans Sanatları Merkezi olmak üzere tüm kuruluşlarıyla boykot edilmesini, teşhir edilmesini hedefliyoruz. 

28 Eylül Cumartesi günü Zorlu Holding önünde bir eylem gerçekleştireceğiz. İlerleyen süreçlerde de hem Vestel’in hem de Zorlu’nun kendini aklama merkezi olan Zorlu PSM’nin teşhir edilmesine dönük çalışmalarımız olacak. BDS hareketinin baskısıyla Zorlu PSM’de konser verecek birçok sanatçı/grup programlarını iptal etti. Bu baskıyı genişletmek ve yerli sanatçılar nezdinde de yaygınlaştırmak önemli. Tüm sanatçıların etkinliklerini iptal etmesine, teklifleri reddetmesine dönük çabaları büyüteceğiz. 

Biz bu soykırımı durdurabiliriz. Savaşa akan kaynakları keserek durdurabiliriz. Elektrik gitmemesini, gaz gitmemesini sağlayarak durdurabiliriz. Lojistik kaynaklarının, kendini aklama zeminlerinin kurutulmasıyla durdurabiliriz.


Nevzat Onaran Tüm Yazıları

Mustafa Suphi, Ankara’nın tuzağına düştü

Mustafa Suphi, yoldaşlarıyla ne büyük umutla kar kış demeden yola çıkmıştı. Davet sahibi TBMM Reisi Mustafa Kemal’di. Kabul eden de Suphi liderliğindeki Türkiye Komünist Fırkası’ydı (TKF). Kars’ta Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’in konuğu olarak üç haftaya yakın kalmalarından şüphelendiler mi? Bilemiyoruz. 22 Ocak’ta Erzurum’a geldikten sonra artık geç kalınmıştı. Çünkü, Ankara-Kars-Erzurum üçgeninde belirlenen plan yürürlükteydi. Büyük olasılıkla Erzurum’da esir alındılar ve Trabzon yolculuğu böyle başladı; 28 Ocak 1921 gecesi Karadeniz sularında bitti. Erzurum ve Trabzon Kuvayı Milliyecileri görev başındaydı. Suphi ve yoldaşlarının katli, siyasal cinayet zincirinin 1921’deki halkasıydı. Öncesinde 1915’te Ermeni mebuslar Krikor Zohrab’la Vartkes ve sonrasında 1948’de Sabahattin Ali, 1979’de Abdi İpekçi, 1980’de Kemal Türkler, 1991’de Vedat Aydın, 1992’de Musa Anter, 1993’te Uğur Mumcu ve 2007’de Hrant Dink… Hiç şüphesiz onlarca isim sayabiliriz. Onlarca fiil, ama fail yok; ne tesadüf?

Suphi’ye resmi davet

TBMM Reisi Mustafa Kemal ile TKF Merkez Heyeti Reisi Mustafa Suphi arasında doğrudan ve dolaylı ilişki kuruldu. Mustafa Suphi, Mustafa Kemal’le ve Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’le hem yazıştı hem de parti görevlileri görüştü. Süleyman Sami, “BMM Reisi M. Kemal Paşa Hazretlerine” hitabıyla başlayan 15 Haziran 1920 tarihli mektupla Ankara’ya gitti. Sonra 2 Ağustos’ta [Ermenileri imha edenlerden eski Zor Mutasarrıfı] Salih Zeki, Karabekir’le görüştü ve Karabekir’in mektubuyla[1] Trabzon üzerinden Ankara’ya ulaştı. Kâzım Paşa'nın sırf memleketin yararı için komünist ve Bolşevik göründüğünü[2] belirten Mustafa Kemal, Salih Zeki’den de bir mektup aldı. Mektupta komünist teşkilatın amacı açıklanıyordu. Mustafa Suphi’ye, Mustafa Kemal yazılı ve Kâzım Karabekir şifahi cevap verdi. Mustafa Kemal’in “Mustafa Suphi Yoldaş” hitabıyla başlayan 13 Eylül 1920 tarihli mektubunda, halk hükümeti ve idarenin esas olarak seçimle belirlendiği gibi şuralara atıf yapıldı. Aynı hedefe yüründüğü için TBMM’ye yetkili bir delegenin gönderilmesini isteyen Mustafa Kemal’in ikili görüşmede önemle üzerinde durduğu bir konu da Sovyetlerden gelen yardımdır.[3]

Yardımların başladığı bir dönemde Sovyet Rusya’yla ilişkiye önem veren Mustafa Kemal ve diğer muhatapların Suphi’ye yazılı veya şifahi verdiği ortak mesaj, tek yetkili makam TBMM’dir. Suphi de sonraki iki mektubunda bu düşüncede olduğunu beyan edecektir.

Mustafa Kemal’in 14 Eylül’de Garp Cephesi Kumandanı Ali Fuat’a (Cebesoy) gönderdiği şifresinde konu, Mustafa Suphi ve komünizmdir. Mustafa Kemal, “Mustafa Suphi Yoldaşa da yazdığım veçhile ne yapılacak ise hükümet vasıtasıyla” yapılmasını ve alenen komünizm ve Bolşevizm aleyhtarlığını uygun bulmadığını yazdı. Mustafa Kemal, Ali Fuat’a 26 ve 31 Ekim tarihlerinde de gönderdiği iki şifredeyse, “hükümetin malûmatı tahtında” 18 Ekim’de resmen TKF’nin kurulduğunu ve “maksadı millimizin kahramanı arkadaşlarımız[ın] bu teşkilâtta” bulunacaklarını bildirdi.[4]

Suphi, Kasım 1920’de ikinci mektubunu Mustafa Kemal’e cevaben yazdı, yedi maddeydi. Karabekir’in Ermenistan harekâtı ve gönderilen ‘Türk Kızıl Alayı’ hakkında değerlendirme yapılan mektupta, temel talep, Türkiye’de kendiliğinden doğan komünist teşkilatların kanuni bir şekle sokulmasıydı.[5]

M. Kemal’in Suphi’ye yazdıktan sonra resmi TKF’yi kurdurması, gerçekte neyi amaçladığını anlaşır kılmaktaydı. İki tane TKF olamayacağına göre öncelikle tasfiye edilecek olan Suphi’nin partisiydi. Suphi ve yoldaşlarının imhası, hiç kuşkusuz bu yönde bir icraattır ve devamında komünizme yasak dili resmileştirildi.

M.Kemal-M. Suphi yazışması ve ilgililer arasındaki ikili görüşmeler ortaya koymaktadır ki, resmen Suphi şahsında TKF heyeti davet edilmiştir. Bu genel kabule rağmen, Yavuz Aslan “gönüllü davet” olmadığı iddiasındadır. M. Suphi de davete icabet edecek tavrındadır.[6] Suphi’ye davet Meclis’te de müzakere edildi; hem de Suphi ve yoldaşlarının Erzurum’a geldiği 22 Ocak 1921’de. Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni’nin TKF ile ilişki kurmak ve mektuplaşmakla ilgili ağır ithamına cevaben net konuştu: “Mustafa Suphi ile ilk temasta bulunduğu[m] zaman yalnız muhabere etmedim. Benim nezdimde ademi mahsus göndermişti. Hakikaten Eskişehir’de bulunduğum sırada Mustafa Suphi’nin ve daha bir adamın [Azadan Mehmet Emin] imzasıyla bir vesikayı ve bir [15 Haziran 1920 tarihli] mektubu hamilen bir zat [Süleyman Sami] bana mülaki oldu (ulaştı). Mustafa Suphi bana müracaat ediyor ve diyor ki, bizim hariçte maksadı teşekkülümüz dâhildeki maksadı millimizi teshil (kolaylaştırmaktan) ve teminden (sağlamaktan) ibarettir […] Bu adam [Mustafa Suphi] Lenin’in yegâne adamıdır. Lenin, Türkiye hakkında bir iş yapmadan evvel mutlaka Suphi ile [görüşmektedir.] […] Ben doğrudan doğruya Mustafa Suphi’nin mektubuna cevaben [13 Eylül 1920 tarihli mektubu] yazdım […] Asıl mektubu getirip de mahrem tebligatta bulunan, söylediğim şeylerin hepsi hakkında müspet, müeyyid delaili (doğrulayan deliller) kafiye (yeterince) mevcuttur. Tekrar delile hacet yoktur.”[7]

Mustafa Kemal'den plana onay

Suphi ve yoldaşları Kars’a gelmeden çalışmaya başlandı. Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir, 25 Aralık 1920’de Müdafaa-i Milliye Vekâleti’ne yazdı. Önerisi, Suphi’nin refakat eşliğinde Ankara’ya gönderilmesiydi. Telgraf, TBMM Reisi Mustafa Kemal dâhil ilgililere aktarıldı. Bunun üzerine Mustafa Kemal’in Karabekir’e gönderdiği 29 Aralık tarihli şifresinde, Suphi’nin komünizm cereyanlarını körüklemesinin mahzurlu olduğu belirtildi.[8] Bu, Ankara-Kars hattında ne yapılacağını belirlenmenin yazışmasıydı.

Suphi liderliğindeki TKF heyeti ancak 28 Aralık’ta Kars’a gelebildi ve üç haftaya yakın burada tutuldu. Neden beklendi veya bekletildi? 2 Ocak 1921’de Suphi, Moskova’ya giden ekipten Moskova Sefiri Ali Fuat, Maarif Vekili Rıza Nur’la görüştü[9] ve elbette buradan notlar Ankara’ya aktarıldı. Hem bu görüşme notları hem de Mustafa Kemal’in 29 Aralık tarihli şifresinde belirtildiği gibi, Kâzım Karabekir’in Suphi’yle görüşmesinden ne yazdığıyla ilgili bilgi, anıları saymazsak gün yüzüne çıkmadı.

Mustafa Kemal’in, Suphi’nin Kasım 1920 tarihli mektubuna cevap verip vermediği bilinmiyor. Kars’ta bulunan Suphi, 2 Ocak’ta TBMM Riyaseti’ne bir mektup daha yazdı.[10] Resmi TKF’nin kurulmasının memnuniyetle karşılandığı belirtilen mektupta, “Emelimiz memleketin müdafaa cephesini zayıf düşürmek değil […] hükümete yardımcı olmaktır. Bu gayeyi kanunların veregeldiği müsaadeler dâhilinde gereken kolaylığın gösterilmesini rica […] ve sizlere katılmakla onur duyacağımızı arz ederiz” denildi. Mektupta hükümetin 4 Ocak’ta okunduğu notunun varlığı çok önemlidir.

Suphi, sonunda bu iyi niyetinin kurbanı oldu. Zaten TKF’nin dönemsel politik analizi Ankara’dan ayrıksı değildir. TKF’nin 8 Kasım 1920’de aldığı kararda ve sonraki değerlendirmelerinde[11] Anadolu [Türk] millî kuvvetlerine, Hıristiyan milletlere ve Sevr’e bakışında Ankara ile paralellik vardır. Paralellik sonrasında daha da derinleşti. 1986’da TKP MK ve 1988’de TBKP MK Üyesi Ahmet Kardam’a göre, TKP, Ermeni soykırımını göremedi ve “Kürt isyanlarını gerici feodal isyanlar olarak” değerlendirdi.[12]

Mustafa Kemal’in vurguladığı gibi hükümetin Kâzım Karabekir’e verdiği talimat[13] ve Ankara-Kars hattında belirlenen plan, Erzurum Valiliği’ne Ankara emri olarak bildirildi. 2 Ocak’ta Kâzım Karabekir, Erzurum Valisi Hamit’e Suphi ve heyetinin Ankara’ya gönderilmemesinin Ankara emri olduğunu yazdı. Valinin yaptığı hazırlıkta öne çıkan teşkilat, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Heyeti’nin istifa etmesiyle 15 Ocak’ta kurulan Erzurum Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. Anlıyoruz ki, cemiyet, 1960’lardaki Komünizme Mücadele Derneği’nin 1920’ler versiyonudur. Mete Tunçay’a göre, bu cemiyetin Erzurum’daki kışkırtmalarının arkasında Erzurum Valisi ‘Deli’ namıyla tanınan Hamit (Kapanlı) ve Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir vardır. 16 Ocak’ta vali, Mustafa Kemal’e gönderdiği telgrafında hem yeni kurulan cemiyeti hem de Kâzım Karabekir’le alınan kararı aktardı. Buna göre, Suphi ve TKF heyeti halkın galeyanından korunacak ve hudut haricine sevk etmek amacıyla Trabzon’a gönderilecektir.[14]

Erzurum’da Suphi ve yoldaşlarına ne yapılacağı, 3/4 Ocak’ta Kâzım Karabekir-Vali Hamit yazışmasına göre netleştirildi. 11 Ocak’ta Kâzım Karabekir, plan hakkında hem Ankara’yı bilgilendirdi hem de valiye cevaben onaylandığını yazdı. Aynı gün Kâzım Karabekir, Mustafa Suphi ve Ethem Nejat’la görüştü[15] ve onlara hükümeti haberdar ettiğini bildirdi. Üç gün sonra Karabekir, validen, saldırının olmaması için tedbir almasını istedi. 16 Ocak’ta valilikten Mustafa Kemal’e plan bilgisi aktarıldı ve 18 Ocak’ta Ankara’dan cevaben “Tedabiri âliyeleri musiptir (isabetlidir)” denildi.[16] Böylece valilik, ‘onay’ bilgisini Kâzım Karabekir’in bildirmesine rağmen, Ankara’dan ikinci kez aldı.

İmhadan üç gün önce 25 Ocak’ta Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Mustafa Durak ve Elcezire Cephesi Kumandanı Nihat Paşa’ya Suphi ve yoldaşlarına yapılacakları, o güne kadar yapılanları yedi maddede özetledi. 22 Ocak’ta gizli celsedeki müzakere, birinci maddede “Komünizm sorunu, Meclis’te gizli toplantıda konuşuldu. Meclis ve hükümet komünizmin ülkede uygulanmayacağı hakkındaki kanısını kesin ve heyecanlı bir surette açıkladı” diye aktarıldı. Doğrudan plan, icrası ve onay hakkında olan beşinci maddede, “Erzurum’da Mustafa Suphi hakkında ulusal tepkilerin planını, daha önce Kâzım Karabekir Paşa’nın ve sonra [vali] Hamit Beyin yazılarıyla öğrenmiş ve uygun bulmuştum. Herhalde doğrudan gelecek yıkıcı herhangi bir akıma karşı Erzurum ve Trabzon’un ve bütün ülkenin bir demir duvar durumunda bulunacağına güveniyorum” denildi. Diğer maddelerde, hükümetin komünizme karşı gerekli önlemi aldığı, Rusya ile dostça ilişkilerin bozulmayacağı, Erzurum’daki cemiyetin önemli görev icra ettiği ve ayrıca Karabekir’e yazıldığı da ifade edildi.[17]

“Teçhizat ve para yardımı yapan Sovyetler gücendirilmeyecek” koşuluyla Ankara-Kars-Erzurum üçgeninde belirlenen ve Ankara’nın onayladığı plan şöyledir: 1- Heyet [Suphi ve yoldaşları] Erzurum’a vardığında halk kışkırtılmalıdır. 2- Heyette, Ankara’ya gidemeyecekleri ve kalamayacakları izlenimi uyandırılmalıdır. 3- Heyet Trabzon’a yönlendirilmelidir. 4- Trabzon’da da halk heyete karşı kışkırtılmalıdır. Yazılmayan 5’inci maddeyse, komünistlerin Karadeniz’de imhasıydı.

18 Ocak’ta Suphi ve yoldaşları, imha planından habersiz ve başlarına ne geleceğini bilmeden Kars’tan Erzurum’a trenle hareket etmiştir.

Ferman TBMM tutanağında

Suphi ve yoldaşlarının Kars’a gelişinden imhasına, Yahya Kâhya’nın[18] ve Trabzon Mebusu Ali Şükrü’yle Topal Osman’ın öldürülmesi bir bütün olarak dikkate alındığında, Erzurum üzerinde karar/onay mercii Ankara’dır. 22 Ocak 1921 tarihli TBMM gizli celse zaptı[19] da İsmail Hakkı’nın (Tekçe) itirafı öncesinde konumu itibariyle Mustafa Kemal’in rolünü anlaşılır kılmaktadır. Tutanak aslında “komünistlerin katli vaciptir” fermanıdır.

22 Ocak’ta Mustafa Kemal, Hüseyin Avni’nin bazı konularda bilgilendiğini kabul ederek, “Kâzım Karabekir Paşaya Heyeti Vekile’den verilen talimata vakıf mısınız?” diye sordu. Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir’i takdir ediyor ve onay makamının hükümet olduğunu hatırlatıyordu! Sonraki aylarda TBMM’de Mustafa Kemal’in I. Grubu’na karşı oluşacak II. Grup lideri Hüseyin Avni’nin, yaptığı konuşmanın dört mesajı vardı: 1- Mustafa Suphi’ye millet ve hükümet namına mektup yazılmış ve söz verilmiştir. Bununla Kâzım Karabekir ve Mustafa Kemal, ismi verilmeden suçlanmıştır. 2- Mustafa Suphi’yle ilişki kuran ve heyeti davet eden cezalandırılmalıdır. 3- Mustafa Suphi, şarkta yalnız başına değildir. Bir heyet gönderilmeli ve tetkik edilmelidir. 4- Ankara’da kurulan [resmi] TKF’ye para aktarılması usulsüzdür.

TBMM Reisi Mustafa Kemal de Hüseyin Avni’yi yanıtladı: 1- Komünizm “memleketimiz, milletimiz ve dinimiz” adına kabul edilemez. 2- Resmi TKF, Mustafa Suphi’nin TKF’sine karşı özel izinle kuruldu ve gerektiğinde kendileri dağılacaktır. 3- Evet, Mustafa Suphi ile ilişki kuruldu ve mektuplar yazıldı. 4- Bundan sonra Mustafa Suphi ile görüşülmeyecek ve mektup yazılmayacaktır. 5- Mustafa Suphi’yi şarkta karşılayan Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’dir. 6- Mustafa Suphi’yi ve heyettekileri “sınır dışına tard” etme yani Ankara’ya gelmesini engelleme planını hazırlayan Kâzım Karabekir’dir. 7- Suphi ve yoldaşlarıyla ilgili [imha] planın gereği yapılacaktır.

Anlıyoruz ki, Mustafa Kemal ve Hüseyin Avni anti-komünizmde yarışıyor. Tutanak ortadadır, Mustafa Kemal net konuşmuştur: Anti-komünizm ötesinde Suphi ve partisini TKF’yi bitirecek plan icra edilecektir! Plan gereği 22 Ocak’ta Erzurum’dan kovalanan Suphi ve 13 yoldaşı, 28 Ocak’ta gece Trabzon’a sokulmadan Batum’a gönderilmek gerekçesiyle motorlara bindirildi ve Karadeniz’de imha edildi. Böylece Ankara’nın Türk millî güçleri, Türk komünistlerini, Yunan işgalci askerinden önce denize döktü!

Komünistlerin imhası

Plan icrasının ilk adımı teşkilatlanmaktır. 15 Ocak’ta Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu ve Ankara’yla temasa geçti. Mustafa Kemal, 22 Ocak’ta gizli celsede cemiyetin okunan telgrafına cevabını 25 Ocak’ta gönderdi. 22 Ocak’ta heyecanlı görüşme yapıldığı ve milletin komünizmi kabul etmeyeceği belirtilen cevapta, “Hükümetin, bu görüşe uygun olarak hareket edeceği tabii bulunmakla, Erzurum’un sayın ahalisini, milli birliğimizi daima yenileyip güçlendirici olan sağlam durumlarını iç rahatlığıyla” sürdüreceği vurgulandı.[20]

Suphi ve yoldaşları, Erzurum Valisi’nin Bayburt kaymakamına ve Ankara’ya yazdığı gün, 22 Ocak’ta Erzurum’a geldi. Mustafa Kemal, planın Erzurum’daki icrası hakkında tekrar bilgilendirildi. Buna göre, cemiyetin faaliyetiyle, Suphi ve yoldaşları kovuldu, onlar da Trabzon’a kaçtı ve halk yiyecekle yatacak yer vermedi. Trabzon’a kovalanan Suphi ve yoldaşları için 24 Ocak’ta Kâzım Karabekir, Bayburt kaymakamını ve 12. Fırka Kumandanlığını uyardı: TKF mensupları kabul edilmeyecekti.[21]

TKF heyeti öncelikle Erzurum’dan, ardından Bayburt, Gümüşhane ve Torul güzergâhında Trabzon’a kadar kovalandı. Heyet ancak 28 Ocak’ta gece Trabzon’a vardı. 2/3 Şubat’ta, Trabzon’a sokulmayan Suphi dâhil 14 kişinin motorla sahilden uzaklaştırıldığını Genelkurmay’a bildiren Kâzım Karabekir, ölümden bahsetmedi. Heyet 19 kişi olup beş kişi alıkondu. Bunlardan biri de Suphi’nin karısı Mariya (Meryem) Suphi’dir. Trabzon’da imhayı organize eden Yahya Kâhya, Mariya Suphi’yi “kendisine kapatma yapmış” ve heyetin maddi imkanlarına da el koymuştur.[22]

TKF’ye göre 16 partili öldürüldü.[23] Canını kurtaranlardan biri de Süleyman Sami’dir ve 3. Fırka Kumandanı Rüşdü’nün 20.7.1921 tarihli raporuna[24] göre, heyette Ankara’yla temaslı kişidir. TKF’de de bu yönde tartışma[25] olmuştur, ama o sıra bitirilememiştir.

TKF, aylar sonra yoldaşlarına ne olduğunu gündemine alabildi. Merkez Komitesi, Suphi ve yoldaşlarının katledilmesini 3 Mart 1921’de ilk kez görüştü ve ancak bir ay sonra 2 Nisan’da Moskova’ya bildirdi.[26] Bu arada 16 Mart’ta Sovyetlerle antlaşma imzalandı. Peki TKF teşkilat merkezi, katliamı Bolşeviklere bildirmekte neyi bekledi?

Sovyetlerle ilişkinin bozulmasının istenmediği koşullarda, Suphi ve yoldaşlarının katli hemen o anda akla gelmiş ve uygulanmış olamazdı. Nitekim ilgili yazışma ve görüşmeler, heyetle ilgili Ankara-Kars-Erzurum hattının işletildiğini, imhanın kararlaştırıldığını ve M. Kemal’den onay alındığını göstermektedir. Anadolu’daki varlığından bahsedilen komünist-Bolşevik hareket de o denli zayıftır ki, Suphi ve yoldaşlarını karşılamada ve katliam sonrasında bir varlık gösteremedi.

‘Öldürün’ diyen bellidir

Ankara hükümeti, Sovyet Dışişleri’ne M. Suphi ve yoldaşlarının ölümünün bir deniz kazası olduğunu yazdı. Yahya Kâhya’ya kimin emir verdiği bilinmiyor[muş]! Mete Tunçay, “Yahya’ya Suphi grubunun ortadan kaldırılması için kimin emir verdiği kesinlikle belli değildir. Bu buyruğun Karabekir’den çıkmış olması muhtemeldir. Ankara’nın ise, önceden haberinin olup olmadığını kestirmek güçtür” ve “eğer günün birinde M. Suphilerin öldürülmesinin onun [M. Kemal] emrettiği kanıtlanırsa, çok şaşacağım!” değerlendirmesini yaptı.[27] Ayrıca Yahya’ya emri verenin ya İttihatçılar[28] ya da doğrudan Ankara veya Ankara insiyatifiyle Kâzım Karabekir-vali Hamit ikilisi olabileceği[29] de öne sürüldü. Kâzım Karabekir[30] ise, Mustafa Suphi’nin İttihatçı aleyhtarlığı yüzünden öldürülmüş olacağını belirtti ve Enver Paşa’nın Sovyetlerle mücadelesinden dolayı Bolşeviklerin de Yahya Kâhya’yı öldürtebileceğini iddia etti.

Yahya’nın tutuklanması, beraat etmesi ve ardından 3 Temmuz 1922’de öldürülüp susturulması, iç çekişme ve saireyle gerekçelendirilirse de dönemin ‘özel muhafızı’ ve sonra Çankaya Muhafız Alay Komutanı İsmail Hakkı’nın (Tekçe), Topal Osman’ın iki fedaisiyle Yahya Kâhya’yı (300 kurşunla)[31] öldürdüğünü açıkladığı 4 Aralık 1977’de, düğüm çözüldü. Çünkü İsmail Hakkı Tekçe, Mustafa Kemal’e rağmen Trabzon’a gitmiş olamazdı. TBMM heyeti, zaten bu adrese ulaşmıştı; Yahya’yı öldürenler Ankara’dan gelen Topal Osman’ın adamlarıydı; bu kadar! İstihbarat Müdürü’yken Trabzon’da soruşturma yapan Feridun Kandemir’e göre, suikastın faili Yahya da “Yalnız değildim” tehdidini savurmuştu.[32] İsmail Hakkı Tekçe, bu fiiliyle ilgili beyanı öncesinde 16 Kasım 1968’de de Trabzon Mebusu Ali Şükrü’nün öldürülmesini organize eden Topal Osman’ın 2 Nisan 1923’te kendisinin yer aldığı ekip tarafından öldürüldüğünü açıklamıştı.[33] Bitmedi İsmail Hakkı Tekçe, Çankaya Muhafız Alay Komutanı Albay olarak 1937 yılı Nisan-Eylül döneminde, Dersim’de de görevlidir.[34] İcrasıyla İsmail Hakkı Tekçe, kelimenin tam anlamıyla Çankaya’nın özel fedaisidir.

Ankara’da Suphi ve yoldaşlarının 28 Ocak 1921’de katlinden ve 16 Mart’ta Sovyetlerle antlaşmanın imzalanması sonrasında komünizme karşı taktikte yeni aşamaya geçildi. Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1921 tarihli mektubunda, komünizme müsamahanın bittiğini yazdı.[35] Artık resmî TKF’ye de gerek kalmayacaktır. Ve zamanla anti-komünizm, Türk devletinin ideolojik konumlanmasında içselleştirdiği bir unsuru olacaktır!

Buraya kadarki tüm yazışmalardan/anlatımdan çıkardığım yalın gerçek şudur:

1- Mustafa Suphi ve yoldaşları resmen Ankara’ya davet edilmiştir.

2- TBMM Reisi Mustafa Kemal’le Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir yazışmasıyla belirlenen plan, TKF heyetinin Erzurum-Trabzon hattında kovalanması ve Karadeniz’de imhasıdır. Bunun için Erzurum ve Trabzon Kuvayı Milliyecileri seferber edildi.

3- Planı onaylayan BMM Reisi Mustafa Kemal’dir.

4- Planın sahada teşkilatlandırılmasını yapan kumandan Kâzım Karabekir’dir

5- Trabzon’da imhayı yapacak görevli Yahya Kâhya’dır.

6- Plan icrası sonrasında Yahya Kâhya, ardından mebus Ali Şükrü ve Topal Osman öldürüldü. Çankaya fedaisi İsmail Hakkı Tekçe’nin beyanlarıyla sabittir ki, Çankaya, cinayet zincirinin ortasındadır!

1915’lerden, 1921’e ve bugüne, faili meçhul siyasal cinayet zincirinin herhangi bir halkasını kopartacak hukuki sistem oluşturulamadığı için yeni halkalar eklendi, ekleniyor. Zincirin kopartılması, hiç kuşkusuz siyasal cinayetleri var eden Türkçü-Sünni İslamcı ekonomik politiğin ilgasıyla mümkün olacaktır!

NOTLAR

[1] Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul-1960, s. 831-832, 834.

[2] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 335-336.

[3] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-1 (1908-1925), BDS Yayınları, İstanbul-2000, s. 100-101 ve Belgeler-s. 338-339; Yavuz Aslan, Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, Türk Tarih Kurumu, Ankara-1997, s. 269-280; Dönüş Belgeleri-1, TKP MK 1920-1921, çeviren: Yücel Demirel, TÜSTAV, İstanbul-2004, s. 49-50, 112-117.

[4] Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hâtıraları, Temel Yayınları, İstanbul-2000, s. 515-518, 551-554; Mete Tunçay, age, s. 151.

[5] Dr. Samih Çoruhlu’dan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 339-340.

[6] Mete Tunçay, age, s. 102 ve Belgeler-s. 354; Yavuz Aslan, age, s. 288-291; Hamit Erdem, Mustafa Suphi, 3. Baskı, Sel Yayıncılık, İstanbul-2010, s. 200-202; Dönüş Belgeleri-1, s. 72-78, 123, 160, 238, 271.

[7] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 336.

[8] ATASE’den aktaran Yavuz Aslan, age, s. 299-301.

[9] Mete Tunçay, age, 102, 152; Yavuz Aslan, age. S. 301-303; Hamit Erdem, age, s. 225-229.

[10] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 341, 345.

[11] Dönüş Belgeleri-1, s. 152-155 (8 Kasım 1920), 323, 331; Dönüş Belgeleri-2, TKP MK 1920-1921, çeviren: Yücel Demirel, TÜSTAV, İstanbul-2004, s.79.

[12] Birikim, Eylül 2020, sayı: 377, s. 43.

[13] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 337

[14] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 351; Yavuz Aslan, age, s. 306-307, 312-314.

[15] Kâzım Karabekir, age, s. 909-910.

[16] Mete Tunçay, age, s. 152 ve Belgeler-s. 351, 353; Yavuz Aslan, age, s. 307-315; Hamit Erdem, age, s. 230-237.

[17] Cihat Akçakayalıoğlu’ndan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 246.

[18] Yahya Kâhya olarak bilindi, ama hakkındaki çalışmada adı Kâhya Yahya’dır (Uğur Üçüncü, Kâhya Yahya, Serander Yayınları, Trabzon-2015).

[19] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 326-337.

[20] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 326; Cihat Akçakayalıoğlu’ndan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 245-246.

[21] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 352-353; Yavuz Aslan, age, s. 316-320.

[22] Mete Tunçay, age, s. 102, 153 ve Belgeler-s. 356; Yavuz Aslan, age, s. 321, 331-332. Türkiye Komünist Gençler Birliği azası Abdülkadir’in 1 Ekim 1921 tarihli anlatımı, Dönüş Belgeleri-2, s. 157-169.

[23] Dönüş Belgeleri-2, s. 151-153

[24] ATASE’den aktaran Yavuz Aslan, age, s. 271-273.

[25] Dönüş Belgeleri-2, s. 131-136, 141-142.

[26] Dönüş Belgeleri-2, s. 115-121, 128-130.

[27] Mete Tunçay, age, s. 153-154 ve Belgeler-s. 356.

[28] Yavuz Aslan, age, s. 353-359.

[29] Hamit Erdem, age, s. 267.

[30] Kâzım Karabekir, age, s. 1147-1148.

[31] Lazistan Mebusu Ziya Hurşid açıkladı (TBMM ZC, devre: 1, cilt: 28, 29 Mart 1923, s. 231).

[32] Mete Tunçay, age, s. 154 ve Belgeler-s. 355; Yavuz Aslan, age, s. 339-342, 353-354; Feridun Kandemir, Atatürk’ün Kurduğu Türkiye Komünist Partisi ve Sonrası, Yakın Tarihimiz Yayınları, İstanbul-1965, s. 184-186.

[33] TBMM ZC, devre: I, cilt: 28, 29 ve 31 Mart 1923, s. 226-233 ve 243-244 ile 2.Nisan 1923, s. 304-308; Cemal Şener, Topal Osman Olayı, Ant Yayınları, 3. baskı. İstanbul-1998, s. 101.

[34] Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyeti'nde Ayaklanmalar (1924-1938), Genelkurmay Basımevi, Ankara-1972, s. 399-401; BCA-F: 030.10/K: 110, D: 745, S: 19; BCA-F: 030.10/K: 111, D: 745, S: 18; BCA-F: 030.10/K: 111, D: 745, S: 19; BCA-F:490.01/K: 1137, D: 146, S: 4.

[35] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 246-247.


Nuran Yüce Tüm Yazıları

Sezgin Tanrıkulu yalnız değildir

CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, katıldığı bir canlı yayın programında şu sözleri dile getirdi: 

“TSK’nın yaptığı her şey, eleştiriden azade değil. Biz milletvekiliyiz bunları sorgularız. TSK değil mi 12 Eylül’de darbe yapan? Bu ordu değil mi 15 Temmuz’da darbe girişimi yapan, köyleri yakan... Benim takip ettiğim davalar var. 15 köylüyü helikopterden atan TSK değil mi? AİHM kararıyla sabit hale gelen... Biz eleştirel yaklaşırız. Soru sorarız, doğru olup olmadığını sorarız, TSK üzerinden bu tür şaibelerin kalkması amacıyla bunu sorarız. 40 yılda her şeyi doğru yapsaydı Türkiye bu durumda olmazdı. AİHM kararı orada, 15 tane köylüyü kim attı? Bu kadar köyü kim yaktı? Daha yeni Roboski Uludere oldu... Sizler de eleştirel yaklaşamadığınız için Türkiye bu noktaya geldi.” 

Bu sözlerinin ardından da iktidar, TSK ve kendi partisi tarafından hedef haline getirildi.  Ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı bir tatil gününde alelacele Sezgin Tanrıkulu hakkında “Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin Kurum ve Organlarını Aşağılama ve Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik veya Aşağılama” suçlamalarından soruşturma açtı. Tanrıkulu’nun dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin fezleke de TBMM’ye iletilmek üzere Cumhurbaşkanlığına gönderildi.

Tanrıkulu’nun televizyondaki sözleri kendi yargıları değil belgelerle, görgü tanıklarıyla, ifadelerle kanıtlanmış ve AİHM’in de Türkiye’yi mahkum ettiği davalara ilişkindi. 

1990’lı yılarda yakınları kaybedilmiş insanların yıllara yayılan, her türlü hukuksuzluğa mahkum bırakılan zorlu mücadelelerinin sonrasında açılan davalar ile sabitlenmiş suçlara ilişkindi. 

Tanrıkulu’nun ifade ettiği, Diyarbakır Kulp’ta kaybettirilen 11 kişi için AİHM’de açılan dava dosyasının başlığı “Mehmet Salih Akdeniz ve diğerleri vs Türkiye”. 

97-98 yıllarında iki kere Türkiye’ye gelen üç hukukçunun yaptığı incelemeler sonucu, 99 yılında yayınlanan raporda TSK’nın bölgede yaptığı operasyon sırasında gözaltına alındıkları ama hiçbir resmi gözaltı işlemi yapılmayan 11 kişinin en son helikoptere bindirilirken görüldüğü ve bir daha kendilerinden haber alınamadığı söyleniyor. 

2001 yılında AİHM bu davada Türkiye’yi, kaybolan 11 kişinin ailesine toplamda 311 bin sterlin ödemeye mahkum etti. 2003 yılında ise aynı bölgede köylüler tarafından bulunan kemik ve eşyalar için bölgeye savcının gelmesi talep edildi. Savcı güvenlik gerekçesi ile gelmeyi reddedince köylüler kemikler ve diğer eşyaları çuvallara doldurup savcıya götürdüler. Adli Tıp Kurumu tarafından verilen raporda kemiklerin en az dokuz kişiye ait olduğu ve bunlardan ikisinin Mehmet Salih Akdeniz ile Behçet Tutuş’a ait olabileceği (yüzde 99.99 oranında) söylendi.

Sezgin Tanrıkulu yıllardan beri hak, adalet ve eşitlik mücadelelerinin içinde yer alıyor. 

Kendisine karşı başlatılan, başta AKP milletvekilleri, yöneticileri olmak üzere İYİ Partiden MHP’sine dek uzanan tepkiler ve tabiî ki kendi partisinden de yapılan “milletimizin gözbebeği Türk Silahlı Kuvvetleri’ni töhmet altında bırakan ifadeleri kabul edilemez” açıklamasına karşı hakikatlerin şimdiki siyasi atmosfere göre eğilip bükülemeyeceğini dile getirerek gerçekleri söylemeye devam ediyor.

Bu gerçekleri ifade eden kişilerin yanında, amasız fakatsız durmak, bugünkü karanlık ortamı aşmanın tek koşuludur. 

Sezgin Tanrıkulu’nun yanındayız.


Onur Korkmaz Tüm Yazıları

İğneada’ya nükleer santral tasarıları kabul edilemez!

Türkiye'nin enerji politikaları ve özellikle nükleer enerji kullanımı hakkındaki tartışmalar son yıllarda büyük bir önem kazandı. Hükümetin Akkuyu ve Sinop'tan sonra İğneada'ya da bir nükleer santral kurma girişimleri, çevresel ve güvenlikle ilgili endişeleri de beraberinde getiriyor. 

Nükleer santrallerin potansiyel sızıntılar ve çekirdek erimeleri gibi felaketlere yol açabileceği bilinse de Enerji Bakanlığı bu sorunları görmezden gelerek iklim krizini nükleer enerji için bir fırsata dönüştürme çabası içinde. Hükümet, nükleersiz bir dönüşüm ile karbon nötr olmanın ancak 2050’lerden sonra sağlanabileceğini iddia ediyor.

Bahaneler ve Gerçekler

‘Karbon nötrleşme’ yolundaymış gibi anlatılsa da Türkiye fosil varlıkları yakıt olarak kullanmaya devam etmede ısrarlı gözüküyor. 

Hükümet dünyanın en verimsiz kömürü ve bir o kadar verimsiz termik santralleri için Akbelen’i her türlü tepkiye rağmen yok ederken, bir yandan da nükleer santral inşa ederek karbon salımlarını düşüreceğini söylüyor. 

Görünen köy kılavuz istemiyor ama burada çelişkili olan sadece durumun kendisi değil aynı zamanda bakanlığın “nükleersiz karbon nötr olamayız” söylemleri. 

Nükleer enerjinin yatırım süresi uzun ve maliyetlidir. Ayrıca anlatıldığı gibi yüksek kapasiteli falan da olmaz. Bunu görebilmek için Akkuyu Nükleer Güç Santrali ile Karatay Güneş Enerjisi Santralinin verilerine bakmak yeter:

  • Neredeyse 11 milyon dönümlük bir araziye inşa edilen Akkuyu NGS’nin kapasitesi 4,8 GW, kurulum maliyeti 20 milyar dolar ve inşaat süresi 10 yıl. 
  • 1 GW kapasiteli Karatay GES 20 bin dönümlük arazi üzerine yalnızca 2 yılda kuruldu ve inşası 1,3 milyar dolara mal oldu. 

Akkuyu’nun aldığı güneşin daha fazla olacağı gerçeği de görmezden gelindi. Oysa Akkuyu’ya kurulacak 4,8 GW’lık bir fotovoltaik GES santrali, nükleer santralin 10’da biri kadar bir araziye, 3’te 1’inden ucuza ve 5’te 1’i kadar bir sürede yapılabilirdi. 

Dahası, işletme maliyetlerini göz önünde bulundurunca nükleerin yanında 8’de 1 seviyelerinde kalacağı da anlaşılıyor. Benzer bir hesabı Sinop’ta rüzgâr enerjisiyle de yapmak mümkün.

Acaba benim 10 dakikalık bir araştırmayla yaptığım bu hesaplamayı Enerji Bakanlığında yapabilen kimse yok mudur? 

İğneada’ya çivi dahi çakamazsınız: Bu, gezegene ihanettir

Nükleer santral başlı başına bir sıkıntı iken bir de bu santrali İğneada’ya yapma planı var ki bu da başka bir savsata. 

Kırklareli’ne bağlı Karadeniz sahilindeki İğneada, 3155 hektarlık eşsiz bir Longoz ormanına sahip. Amazon ve Afrika Kongosu longozları ile birlikte dünyadaki üç longoz ormanından biridir. 

Türkiye’de biyoçeşitliliğin en zengin olduğu bu bölgeye bir enerji santrali yapılmasının akla gelmesi bile korkunç! 

Longoz’a en ufak zarar verecek hareket, dünya tarihindeki en büyük ihanetlerden biri olur. Bu eşsiz doğal alanın korunması ve gelecek nesillere bırakılması gerekiyor.

Tüm nükleer santral planlarından acilen vazgeçin! 

Türkiye’nin güneş ve rüzgâr potansiyeli yüksek bir coğrafyada, enerji ihtiyaçlarını karşılamak için nükleer kullanması ne akla ne de mantığa sığar. 

Nükleer santrallerin çevresel ve güvenlik risklerini göze alamayız. 

“Karbon emisyonlarını azaltmak için vaktimiz yok” gibi kılıfların arkasına sığınmadan hemen tüm nükleer inşaat ve projelerini durdurun! 

Karbon salımlarına hemen son vermek için bir yol haritası çıkarın, yıllardır beklediğimiz iklim acil durumu ilan edin! 

Dönüşümün maliyetini kamu kaynaklarından değil, sorumlusu olan fosil yakıt şirketlerinden karşılayın. 

Dönüşüm sırasında, kapanan santral ve maden işçileri için göç etmek zorunda kalmayacakları, aynı kalifiyede ve ücretteki işlere kavuşabilecekleri programlar oluşturun.

Hem Adil hem de Acil bir geçiş istiyoruz!

Onur Korkmaz

(Sosyalist İşçi)



Ozan Tekin Tüm Yazıları

Agresif dış politika çöktü

Milliyetçiliğe göre tarih farklı ulusların arasındaki rekabet ve güç hiyerarşisi tarafından belirlenir. Deprem ise asıl olanın farklı uluslardan sıradan insanların bu yaşamdaki ortak çıkarları olduğunu gösterdi.

6 Şubat günü sabaha karşı 04:17’de olan deprem Türkiye’de 10 milyondan fazla insanın yaşadığı 10 şehri sarstı. Depremden hemen bir saat sonra 4. seviye alarm ilan edildi. Bu, uluslararası yardım çağrısını da kapsıyordu. Ve hemen bunun ardından onlarca ülkeden Türkiye’de yardım seferberliği başladı. İnsani yardımlar, arama ve kurtarma çalışmaları, sahra hastanesi kurma gibi birçok alanda çalışan 80’den fazla ülke 7 binden fazla personelle çalışmalara sahada katkı verdi.

Türkiye’nin son birkaç yıldır izlediği agresif dış politika, “yerli milli” söylemler, “Mavi Vatan” tezleriyle komşuların düşman ilan edilmesi gibi birçok gelişmeye rağmen, deprem sonrası gösterilen uluslararası destek muazzamdı. İlk yardıma koşanlar arasında, AKP-MHP iktidarının düşman olarak kodladığı Ermenistan’dan ve Yunanistan’dan gelen ekipler vardı. Hükümet sık sık “Atina’ya füze atarız” tehditleri savururken, “bir gece ansızın gelebiliriz” derken, Yunanistan’dan sınıf kardeşlerimiz Türkiye’deki farklı halklardan depremzedelerin yardımına koştular ve olanca güçleriyle hayat kurtarmak için uğraştılar. Benzer şekilde Ermenistan’dan gelen ekipler de, Türkiye defalarca Azerbaycan-Ermenistan geriliminde taraf olmuşken ve savaşa bizzat müdahale etmişken, insanlığın temel bir gereğini yerine getirerek Türkiye’deki yoksulların acısını kendi acıları olarak görüp yardıma koştular.

Oysa faşist MHP’nin de bir parçası olduğu iktidar bloku, yıllardır Mavi Vatan tezleriyle etrafımızdaki herkesin bize düşman olduğunu anlatıyor. Yunanistan’a karşı Doğu Akdeniz’deki gaz arama çalışmaları ve adaların konumu üzerinden saldırganlık gitgide tırmandırılıyor. Libya’nın yalnızca yarısını kontrol edebilen bir hükümetle bölgedeki hiçbir ülkenin tanımadığı anlaşmalar imzalanıyor. Bütün bunların hepsi “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı”, dolayısıyla güç yoluyla “çıkarlarımızın” korunması gerektiği söylenerek yapılıyor. Benzer şekilde Ermenistan’la bundan 15 yıl önce esen daha ılımlı rüzgarların yerine düşmanlık politikası esas alınıyor. Suriye’nin kuzeyindeki Kürtler sürekli askeri operasyon arayışında bulunulması gereken “milli güvenliğe tehdit” unsurları olarak görülüyor.

Depremde ise hem Türkiye’nin farklı kimliklerden halkları, Türkler Kürtler, mülteciler el ele vererek hayatlarını kurtarmak için ortak bir mücadele veriyorlar. Buna dış ülkelerden gelen yardım ekipleri de katılıyor. Milliyetçiliğin çizdiği yapay sınırlar ve ayrımlar unutuluyor, sıradan insanların, emekçilerin dayanışması öne çıkıyor.

Üstelik bu, asıl olarak devletler arası diplomasiye dayanan sınırlı bir dayanışma. Bir de farklı coğrafyalarda işlerin kontrolünün işçi sınıfına geçtiğini, aşağıdan inisiyatiflerin belirleyici olduğunu düşünelim. Burada tüm halkların yaralarını sarmak için çok daha muazzam bir enerji ve seferberlik ortaya çıkacaktır. Sosyalizm mücadelesi bu yüzden enternasyonalisttir, farklı uluslardan ve ülkelerden işçilerin çıkarlarının farklı uluslardan ve ülkelerden patronlara, sermaye sahiplerine karşı ortak olduğunu savunuruz.

Devletlerin bütün milliyetçi kışkırtmalarına rağmen, halkların dayanışması böyle zor dönemlerde esas oluyor. Nasıl ki bundan birkaç yıl önce Yunanistan’da yaşanan yangınlara karşı Türkiye işçi sınıfı, sendikalar ve tüm demokratik kurumlar dayanışma için elinden geleni ortaya koyduysa, şimdi de bir benzeri komşu ülkelerdeki sınıf kardeşlerimiz tarafından yapılıyor. Öyle ki, Ermenistan’la 30 yıldır kapalı olan sınır kapısından insani yardım geçiriliyor. 

Depremden çıkarmamız gereken sonuçlardan biri de Türk milliyetçiliğinin bölücü argümanlarına karşı enternasyonalizmin işçi sınıfını birleştiren ruhunu baskın hâle getirmenin ne kadar önemli olduğu. Bunun pratikteki karşılığı ise iktidardaki aşırı sağcılığın içe kapalı savaşçı anlayışını geriletmek, Doğu Akdeniz’den Suriye’ye savaş politikalarının terk edilmesine yönelik bir basınç oluşturmak, Yunanistan’dan Ermenistan’a, Suriye de dahil tüm komşu ülkelerle diyalog ve diplomasiye dayalı barışıl bir dış politikanın hayata geçirilmesini savunmak.




Roni Margulies Tüm Yazıları

Mutlu bitmiş bir göç öyküsü

Başta Kılıçdaroğlu ve CHP olmak üzere tüm muhalefetin milliyetçiliğe, ırkçılığa, Kürt düşmanlığına ve en önemlisi göçmen düşmanlığına kapılması, teslim olması, ödün vermesi ve hatta dört elle sarılması ne sonuç verdi?

Basit. Ortalık zafer çığlıkları atan, oylarını yükseltmiş, beklenmedik başarılar kazanmış faşistler ve milliyetçilerle doldu. Sağın politika ve söylemlerini kullanarak sağdan oy kapmak mümkün değildir, böyle yapıldığında siyaset sahnesi tümüyle sağa kayar ve bundan yine sağcılar kârlı çıkar, bir kez daha kanıtlanmış oldu.

Yabancı/Arap/Suriyeli/Rus/sığınmacı/göçmen düşmanlığına kendini kaptırmayanlar için bir göç öyküsü anlatmak istiyorum. İnsanların keyif veya eğlence olsun diye göç etmediğinin, yerlerini yurtlarını, doğup büyüdükleri mekânları, atalarının yaşayıp öldüğü toprakları şımarıklıktan değil ancak mecburiyetten terk ettiklerinin bir örneğini vermek için.

Benim baba tarafım Polonya’dan gelmiştir. Dedem 1897’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir vatandaşı olarak Krakow’da doğmuş, Birinci Dünya Savaşı’nda çarpıştıktan sonra Viyana Üniversitesi’nde okumuş, Berlin’de mühendis olarak ilk işine girmiş ve 1925 Nisan’ında evlendikten hemen sonra Türkiye’ye göçmüş. Kalıcı olmasını düşünmüyorlarmış bu göçün, bir yıl çalıştıktan sonra geri döneceklermiş, ama iş uzamış ve Naziler’in Polonya’yı işgal etmesiyle beraber geri dönülecek yer kalmamış, göç mecburen kalıcılaşmış.

Anlatacağım göç dedeminki değil ama. Kardeşininki.

Frederik Margulies’e Krakow’daki gençliğinde Fredek derlermiş. Keman çalan ve hayatta tek isteği hep ve daha iyi keman çalmak olan Fredek zengin bir ailenin kızına aşık olmuş 1920’lerde. Kızın ailesi evliliklerine izin vermenin koşulu olarak Fredek’in kemancılıktan vaz geçip ailenin tekstil işinin başına geçmesini dayatmış. Margulieslerin tarihinde bildiğim tek yüz kızartıcı olaydır: Fredek bir kadın için sanatı terk etmeyi kabul etmiş! Evlenmişler. Çocukları olmuş. Bilebildiğim kadarıyla mutluymuşlar.

Alman ordusu 1 Eylül 1939’da Polonya’ya girdiğinde, Fredek eşi ve iki küçük çocuğuyla birlikte Fransa’da tatildeymiş. Kemanı bırakıp zengin bir kadınla evlenmenin bazı yararları da var kuşkusuz: Maddî durumları iyi olduğu için, Polonya’ya dönme olanağı ortadan kalkınca Fransa’da kalmaya karar vermişler. Uzun sürmemiş ama; 1940 Mayıs’ında Nazi orduları Paris’e doğru harekete geçince Fredek’le ailesi de önce Fransa’nın güneyine, oradan da zor bela İspanya’ya kaçmış. Artık Avrupa’da barınamayacaklarına ikna olduktan sonra, vize almak için Amerikan elçiliğine gitmişler. Vize bir yana dursun, içeri bile alınmamışlar. Çaresizlik ve korku içinde, tüm Güney Amerika elçiliklerinin kapılarını aşındırmaya başlamış, hepsinden geri çevrilmişler.

Bir gün Fredek ilk kez geçtiği bir yolda yürürken yüksek bir duvarın ardındaki büyük bir bahçe içinde süslü, elçilik olması muhtemel bir bina görmüş. Yaklaşmış, duvarda “Dominik Cumhuriyeti Büyükelçiliği” tabelasını okuyup dalmış içeri. Varlığından bile haberdar değilmiş böyle bir ülkenin, adını bile duymamış; ama ne önemi var, Avrupa’dan, faşizmden uzak bir yer olduğunu tahmin edebiliyormuş. İçerde uyuklayan iki memura vize istediğini söylemiş, herhalde ilk kez böyle bir taleple karşılaşan memurlar pasaportları damgalayıp uyuklamaya devam etmiş.

Dominik Cumhuriyeti, Karayiplerde, Küba’nın yanı başında yatay ve ince uzun Hispanyola adasının doğu yarısını kaplıyor; adanın geri kalanı Haiti. Göçmenlerden çok çekmiş Hispanyola. Kristof Kolomb Avrupalıların ilk yerleşimini burada kurmuş, adını La İsabela koymuş; yerli Taíno halkı ise Avrupalıların getirdiği virüsler nedeniyle kısa süre sonra grip ve çiçek hastalığından tümüyle telef olmuş. İspanyolların altın şehir Eldorado peşinde“Amerika” adını verdikleri kıtaya göçü ve burada yüzlerce yıl sürecek egemenlikleri La İsabela’yla başlamış.

Fredek daha sonra, California’da yaşlı bir adam olarak hayatının zengin coğrafyasını hüzünlü bir hayretle incelerken belki de bunları okuyup öğrenmiştir, ama 1940’ta uzun bir vapuryolculuğundan sonra Santa Domingo limanına ayak bastığında bilmiyordu herhalde. Günümüzün turist broşürleri, Kolomb’unoğlu Diego ile eşi Doña María de Toledo’nun şimdi müze olan evinin muhakkak görülmesi gerektiğini yazıyor. O zaman da müze miydi, bilmem, ama öyle de olsa, herhalde Fredek’in çokfazla ilgisini çekmemiştir. Dominik Cumhuriyeti’nde bir hayat kurmayı hiç düşünmemiş çünkü, amaç kapağı Amerika’ya atmakmış. Küba’nın ‘göç kotası’ olduğunu öğrenmiş. O yıllarda, Amerika güçmen göndermek üzere çeşitli ülkelere belli kotalar verirmiş. Fredek ve ailesi önce Küba’ya geçmeyi, sonra da Amerika’ya göçmeyi becermiş. Nasıl becermiş, neler yaşamışlar, nasıl olmuş, bilemiyorum. Krakow’dan Los Angeles’e uzanan, yaklaşık iki yıl süren bu öykü ne korkular, eziyetler, umutsuzluklar, mutsuzluklar içermiştir, kim bilir? Bildiklerim, yukarıdaki dört paragraftan ibaret işte.

Hiç olmazsa ama, Fredek’in öyküsünün mutlu bittiğini biliyorum. Amerika’ya girişte, memur “Margulies ismi burada zor okunur, zor anlaşılır” deyince, Marr soyadını almış aile. Ve benim bugün Amerika’nın çok çeşitli yerlerinde Bill Marr, Bob Marr gibi isimler taşıyan, tanışmadığım uzak akrabalarım var.

Böyle mutlu biten göç öyküsü çok nadirdir. Göç, “gitmek” değil “kaçmak” anlamına gelir: Nazilerden, savaştan, yoksulluktan, işsizlikten, açlıktan kaçmak.

Kaçarak hayata tutunmaya çalışan insanlara nefret ve düşmanlıkla bakanlara ömrüm boyunca nefret ve düşmanlıkla baktım. Ve hep öyle bakacağım.

Roni Margulies

(Bu yazı ilk kez 30 Mayıs 2023 günü Serbestiyet’te yayınlanmıştır.)


Sibel Erduman Tüm Yazıları

Müteahhitlere ve binaların yapılmasına izin verenlere değil mültecilere saldıranlar

Antep’in Şahinbey ilçesi, depremzedelerin yoğun yaşadığı yerlerden birisi, ayrıca mültecileri de barındırıyor. Kendilerine ‘sen Suriyelisin, sana çadır yok” denildiği için kendi yaptıkları çadırlarda kalıyorlar. Depremin ikinci gününde battaniye ve kıyafet gibi ihtiyaçlar dağıtılmış ama mülteciler yararlanamamış, daha doğrusu onlara verilmemiş. Pek çok mülteci ise parklarda hiçbir şeyleri olmadan bekler haldeler. Genel olarak zaten herkesin perişan olduğu bir deprem bölgesinde mülteciler ayrıca dışlanabiliyor. 

Durum buyken, Ümit Özdağ gibi Suriyelilere ve genel olarak mültecilere yönelik ırkçı tutumu olan bir adam, kalkmış bile bile yalan haber yayarak mültecilerin ‘talan’ yaptığını söylüyor. Buna da bir dolu insan teşne oluyor. Ve ilginç bir şekilde AKP ne zaman dara düşse Ümit Özdağ ve mülteci düşmanları hükümetin önüne siper oluyorlar. Orman yangınları sırasında da bu adam ‘ormanları Suriyeliler yakıyor’ demişti. 

Bu tür ırkçı saldırılara karşı net olmak ve şunu söylemek lazım;

Bize ev diye tabut satanlar, onlara imar izni verenler, depremden sonra askerin, madencilerin ve yardım ekiplerinin müdahalesini geciktirenler, en fazla ihtiyaç duyduğumuz anda sosyal medyayı kapatanlar mülteciler değil. Öfkenin yönünü değiştir.

Talan denilen şey de aç ve susuz kalan insanların bir iki dükkâna girip karınlarını doyurmaya çalışmalarından ibarettir sonuçta. Bu kadar vahim bir deprem sonrasında, inanılmaz derecede organize olmayan bir devlet aygıtıyla karşı karşıyız. Devlet organize olup müdahale edemediği gibi bir de yardım götüren insanları ve grupları engelliyor ya da onların yardımlarına el koyup kendisi dağıtıyor. AFAD gibi doğru dürüst hiçbir eğitim almamış gönüllüler ve belki çok az profesyonelle çalışan bir merkezi örgütün bu işi yapamamasından dolayı birçok insan ölmüşken, öfkeyi mültecilere yönlendirmek bilerek yapılan ve devletin beceriksizliğinin üstünü örten bir eylemdir.

Ama görebildiğim kadarıyla bu ırkçı yalanlar pek rağbet görmüyor, en azından sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla. Ama yine de bu ırkçı yalanlardan dolayı saldırıya uğrayan mülteciler oluyor ve canlarıyla ödüyorlar. 

Hiçbir zaman bu tür saldırılarda tarafımızı unutmayalım.

Sibel Erduman


Sibel Erduman Tüm Yazıları

‘Yasadışı’ geçişten 52 yıl hapis cezası

Geçen yıl 27 Şubat'ta Reuters haber ajansının geçtiği haberde, ismi açıklanmayan üst düzey bir Türkiyeli yetkili, Türkiye'deki Suriyeli mültecilerin artık karadan ve denizden Avrupa'ya ulaşmalarının durdurulmaması kararını aldıklarını söylemişti. Yetkili aynı zamanda sahil güvenliğe ve sınır polisine mültecileri engellememe emri verildiğini de sözlerine eklemişti.

Bu haberin ardından Türkiye'deki mülteciler Türkiye-Yunanistan sınır kapısı Pazarkule'ye doğru gitmeye başladılar. Ertesi gün açıklama yapan Erdoğan, “Biz bu kapıları bundan sonraki süreçte de kapatmayacağız ve bu devam edecek. Neden? AB’nin sözünde durması lazım. Biz bu kadar mülteciye bakmak, onları beslemek durumunda değiliz” ifadelerini kullanmıştı.

Zor şartlarda sınır kapısında bekleyen mülteciler için Edirne halkı ve Hepimiz Göçmeniz başta olmak üzere çeşitli sivil toplum kuruluşları mültecilerin yiyecek, su, battaniye gibi temel ihtiyaçlarını sağlamak ve konuyu haberleştirmek için seferber oldu, sınır kapısında bekleyen mültecilerin yanına gitti. Kendileriyle konuşulan mülteciler Yunanistan’a geçme kararlılıklarını vurguluyorlardı.

Bu süreç içerisinde Yunanistan, pek çok kez Ege denizi üzerinden geçmeye çalışan mültecilerin botlarını batırdığı iddiasıyla gündeme geldi. Hatta Report Mainz, Lighthouse Reports ve Alman Der Spiegel'in ortak araştırmalarına dayandırdıkları bir haberde, geçtiğimiz yılın Mayıs ayında, Yunan sahil güvenlik gemisinin bir grup mülteciyi şişme bir cankurtaran salıyla Türk karasularına doğru çektiği ve sığınmacıları açık denizde kaderlerine terk ettiği anlatılıyordu.

Bir tarafta Türkiye’nin mülteciler için yeteri kadar para ödemediğini söylediği Avrupa Birliği’ne, sınırları açınca neler olabileceğini gösterme girişimi, diğer tarafta Avrupa Birliği’nin kendi yasalarına uymayarak mültecileri Türkiye’de ‘bekleme odasında’ bekletmesi, geçen yıl Yunanistan-Türkiye sınır kapısında yaşanılan trajediye neden oldu. Bu arada bir kısım insan Yunanistan’a geçebildi.

İşte şimdi Yunanistan’a ailesiyle birlikte geçenlerden Suriyeli bir kişi (adı verilmiyor), Yunan mahkemesi tarafından ‘yasadışı’ olarak ülkeye girmekten 52 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yunanistan, Avrupa Birliği üyesi bir ülke olarak topraklarına giren ve mültecilik başvurusu yapanları kabul etmek ve durumunu değerlendirmek durumundadır. Böyle diyoruz ama Yunanistan’ın böyle bir cezayı neye göre verebildiğini bilmiyoruz. Bu yazının amacı da kanunlara uyulup uyulmadığını ortaya çıkarmak değil. Çünkü Avrupa Birliği zaten Suriye savaşından itibaren kendi yasalarına uymuyor. Dolayısıyla yasalar ‘askıda’. 

Mülteciler pandemi öncesi de bir krizin cisimleşmiş haliydi. Avrupa’nın ‘mülteci’ krizi (Türkiye’yi de dâhil edebiliriz) sınıra dayanan mülteci sayısından doğmuş gibi gözüküyor. Ama aslında mesele gelenlerin gitgide artması değil; mülteciler daha önce kriz olmayan yere kriz taşımadılar. Daha ziyade gittikleri ülkede kurucu mahiyette ama gizli, bastırılmış, görünmeyen bazı sorunları şiddetlendirip görünür hale getirdiler. Yani hiçbir yerde olmayan ırkçılığın ‘binlerce insanın akın etmesiyle’ baş göstermesi söz konusu değil. Türkiye için de böyle bir durum söz konusu. 

Hükümet mülteci meselesinde Türk kültürünün yardımsever, misafirsever olduğuna dair söylemlerine yaslanıyor. Ancak, geçen seneki olayda insanları bir deneme tahtası gibi sınıra sürmeleri ve pazarlık konusu yapmalarında görüldü ki, Suriyeli ve diğer sığınmacıların Türkiye’de zorunlu olarak kalmasıyla ortaya çıkan bu sözde misafirperverliğin altı boş. 

Aslında zaten hiçbir zaman misafirperverlik söz konusu olmadı. 1941 yılı Aralık ayında Hitler’den kaçıp gelen bir gemi dolusu Yahudi’yi kabul etmeyip denizin ortasında açlık ve susuzluktan ölmeye bırakmalarını düşünün.

Muhalefet partilerine gelince, şimdiye kadar bir şekilde genel bir milliyetçiliği elden bırakmadılar (Türkiyelilerin bir de ırkçı olmadığı söylenir hep). Suriyeliler ile birlikte ırkçı söylemleri gayet açık ve net bir şekilde söylemekte bir beis görmediler ve görmüyorlar. Türk milliyetçiliğinin ırkçı olmaması diye bir şey hiçbir zaman söz konusu değildi zaten. Türkiye’de yaşayan ‘Türk’ olmayanlar, ama Türk vatandaşlığına sahip olanlar, her zaman hedef tahtası oldular ve katledildiler. Dolayısıyla mültecilerin doğurduğu bir kriz olmaksızın bir ‘mülteci krizi’ yaşanıyor, gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de. 

Aslında mülteciliğe ve içinde bulunduğumuz pandemi koşullarında yaşadığımız sorunlara herhangi bir siyasi çözümün yokluğu, gerçek anlamda siyasetin yokluğu anlamına geliyor, bizler buna tanık oluyoruz. Mültecilerle cisimleşen sorunun hukuki bir çözümü yoktur (konu başlığında da görüldüğü gibi). Bu insanların korunmaya ihtiyacı olduğunu pekâlâ herkes biliyor ama bilmiyormuş gibi davranıyor. Sorun siyasidir.

Sibel Erduman



Tuna Emren Tüm Yazıları

Filistin direnişi kazanacak

Filistin halkının direnişi Siyonizmi tüm dünyada teşhir etti. 

Siyonizm Yahudilerin kendilerine binlerce yıl önce “vadedilmiş" olan topraklara geri dönüp orada yaşamaları gerektiğini vazeden bir ideoloji olarak şekillenmişti fakat bu fikirleri Yahudi toplumuna öyle kolayca satamadılar: “1880-1929 arasında 4 milyona yakın Yahudi yaşadıkları ülkeleri terk ederek göçtü. Bunların ezici bir çoğunluğu (3 milyon 250 bini) Rusya ve Avusturya Macaristan imparatorluğundan ABD ve diğer Amerika kıtası ülkelerine göç ettiler. Sadece 120 bin Yahudi Filistin'e, ‘vaat edilmiş topraklara’ gitti. Yahudiler Siyonizme uzak duruyorlardı.”

Doğu Avrupa'dan kaçarak İngiltere, Fransa ve Almanya'ya göç eden Yahudiler gittikleri her ülkede ırkçılığa maruz kalıyorlardı. Fransa'da Yahudi düşmanlığının yükseltildiği yıllarda (Dreyfus Davası) gelişmeleri takip eden gazeteci Theodor Herzl 1896'da yazdığı bir kitapta Yahudiler için yegâne çözümün kendi devletlerini kurmak olduğunu anlatıyordu ve Herzl'in kitabı Siyonist hareketin başlangıcı oldu. 

Tahmin edilebileceği gibi, Siyonizm en büyük desteğini, Yahudileri topraklarından göndermek isteyen ırkçılardan aldı. Tarihteki tüm yerleşimci sömürgecilerin toprak temellükünü meşrulaştırmaya çalışırken ırkçılığı yükselterek bundan beslenmeye çalışmaları bir tesadüf olmasa gerek.

Siyonizm ve Yahudilik bir ve aynı şey değildir, yani tüm Yahudiler Siyonist değildir. Pek çok Yahudi’nin reddettiği Siyonizm, hiçbir zaman Yahudiler için bir sığınak arayışına dönüşmedi. Zaten en başından beri Yahudilerin çoğunlukta olduğu bir devlet yaratmaya yönelik sömürgeci bir proje olarak planlanmıştı. Böyle bir projenin başarısı ise orada yaşayan halkın (Filistinlilerin) kendi topraklarından sürülmesine bağlıydı.

Siyonistler, bu ideolojiye karşı çıkan herkesi antisemit ilan ettiler ve halen de ediyorlar. Oysa antisemitizm ‘Yahudi düşmanlığı’ anlamına geliyor. Diğer bir deyişle, Yahudilere yönelik ırkçı tutumlar sergilemiyorsanız antisemit ilan edilemezsiniz. Özetle, bir insan hem Siyonizme hem de antisemitizme karşı olabilir ki olması gereken de budur zaten.  

İsrail'i kendileri için vaat edilmiş topraklar olarak gören Siyonistlerin Filistin’de 1948’den bu yana sürdürdükleri sistematik yıkıma karşı çıkmak, tüm Yahudi toplumunu Siyonist olmakla itham ederek Yahudi düşmanlığı sergilemeyi hiçbir zamanda ve koşulda haklı çıkarmaz. İkincisi düpedüz ırkçılıktır ve en az Siyonizmin kendisi kadar tehlikelidir. Kaldı ki Siyonizm de bu ırkçılıktan besleniyor, olmadığı koşullarda yoktan var ediyor, bizatihi teşvik edip yaratıyor. Geçmişte Irak’ta bir arada ve barış içinde yaşayan Yahudiler ile Araplara yapılan da buydu. 1950'lerde Siyonistler, Orta Doğu’nun farklı ülkelerinde yaşamakta olan Yahudileri İsrail'e döndürmeye çalıştı ki o ülkelerden biri de iki halkın neredeyse 2 bin yıldır barış içinde yaşadığı Irak oldu. Buradaki barış ortamını bozmak için ırkçılık tohumları ekildi, Iraklı Yahudiler arasında panik yaratmaya çalışıldı. Siyonistler Bağdat'taki bir sinagoga bomba yerleştirdi, ırkçı gruplar harekete geçirildi.

Nakba: 1948’den bu yana süren kırım

Filistin’in ilk bölünme planı 1937’de Peel Komisyonu aracılığı ile önerildi. Arap Yüksek Komitesi bu öneriyi tümden reddederken Filistin topraklarının satışının ve Filistin’e Yahudi göçünün engellenmesini talep ediyordu ancak 29 Kasım 1947’de, henüz yeni kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda, Filistin topraklarının bölünmesi kabul edildi. 

14 Mayıs 1948’te İsrail'in kuruluş bildirgesi imzalandı, BM’de, Filistin'in yüzde 55'inin Siyonist yerleşimcilere verileceği belirtilen bir deklarasyon onaylandı. 

Siyonistler, Filistinlileri Filistin topraklarından ‘gönüllü sürgün’ edeceklerine dair açıklamalar yaparken – elbette ‘gönüllü sürgün’ diye bir şey olamaz; adına ne denirse densin kastedilen şey her zaman zorla yerinden edilmedir— Orta Doğu, petrol kaynakları nedeniyle, emperyalistlerin kontrol altında tutmak istedikleri bir bölgeye dönüştü. Filistin toprakları üzerinde kontrol sahibi olan İngiltere’nin gücü savaşta zayıflayıp ABD’ninki arttı, Orta Doğu petrolü ABD için önemli olmaya başladı. Bunu da bir fırsata çevirmek isteyen Siyonistler ırkçılardan beslenmeyi bir kenara bırakıp bu kez de ABD emperyalizmini kullanmaya karar verdiler. 

Neticede BM planında Yahudi bölgesine ayrılan ekonomik ve tarımsal alanların Filistin bölgesine ayrılanlara kıyasla çok daha avantajlı durumda olması nedeniyle Filistinliler bu planı tümden reddetti ve işgalci İsrail’in gaspa, şiddete dayalı zorla göç ettirme politikaları devreye girdi (Nakba).

Siyonistler 70’ten fazla katliamda 15 binin üzerinde Filistinliyi öldürdü, en az 850 bin Filistinli evlerinden edildi, yaklaşık 500 köy zorla göç ettirildi ve Filistinliler, tarih boyunca yaşadıkları Filistin topraklarında, günden güne küçülen bir alana hapsoldular.

1948'den önce Filistin'de sadece 600.000 Yahudi yerleşimci yaşıyordu. Nakba'yı takip eden üç yıl içinde bu sayı ikiye katlandı. 

Emperyalizm ve Siyonizm

1948'de İsrail'i bir devlet olarak tanıyan ilk ülke, İsrail'in en büyük emperyalist müttefiki olan ABD’ydi.

Nakba'dan sonraki birkaç yıl içinde İsrail kendi nüfusunu ikiye katlarken Yeşil Hat içinde kalan Filistin topraklarının yüzde 93'üne el koydu. 

Esasında o günden bu yana sürdürülmekte olan Nakba 7 Ekim 2023’te hepimizin gözlerinin önünde açık bir soykırıma dönüştürüldü ki bu da stratejik, planlı bir ‘çökme’ politikasıydı. 

Siyonistler de tıpkı tarihteki tüm diğer yerleşimci sömürgeciler gibi kapitalizmin kâr odaklı dişlilerini arkalarına alıp Filistin halkının dayanıklılık ilişkilerini yok ederken en başından bu yana toprak talep etti, yüz binlerce Filistinliyi topraklarından kovdu. 

İsrail, 7 Ekim itibarıyla artık Filistin’de bir tane bile Filistinli bırakmayacağını açıkça gösterecek kadar inanılmaz bir kırıma girişirken yine başta ABD olmak üzere, kendisini her koşulda destekleyeceklerini bildiği emperyalistlere güveniyordu.

İsrail Gazze'de taş üstünde taş bırakmayarak okullara, hastanelere, güvenli bölge olarak belirlenen yerlere sığınan Filistinlilere bomba yağdırmaya devam ederken ABD bu soykırımın her adımında onun yanında yer aldı. Geçtiğimiz günlerde soykırımcıya 20 milyar dolarlık bir silah sevkiyatını daha onayladı. Bu sevkiyatta yine savaş uçakları var, füzeler var. Ve bunu da İsrail’in kendini savunma hakkına verilen destek olarak sunuyor.

ABD başta olmak üzere Batı emperyalizminin bir soykırımı dahi destekliyor olmasının asıl sebebi, devletler arası rekabete dayalı küresel emperyalizmin Filistin halkını zerre kadar umursamıyor oluşu. Kendi çıkarlarını destekleyen İsrail ile, soykırımın ortakları olacak şekilde el ele veriyorlar çünkü ele geçirdikleri gücü diğer emperyalistlere kaptırmak istemiyorlar. El ele verip bir soykırım gerçekleştiriyor ve bunu yaparken de en büyük rakiplerini (Çin) otoriterlikle suçlamaya devam ediyorlar.

Hamas

Hamas, Birinci İntifadanın patlak verdiği 1987 yılında ve bir direniş gücü olarak kuruldu. 

Birinci İntifada 1993’te sona erdiğinde ABD ve Avrupa Birliği'nin aracılık ettiği, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile İsrail tarafından destek bulan bir anlaşmaya imza atıldı. Oslo Anlaşmaları olarak bilinen bu süreçte, İsrail'in tanınması karşılığında FKÖ ve diğer direniş gruplarına Gazze ve Batı Şeria üzerinde sınırlı bir kontrol imkânı sunulmuştu. Ne var ki Doğu Kudüs'ün statüsü ve Filistinlilerin evlerine dönme hakkı gibi önemli başlıklar ileri bir tarihte tartışılmak üzere ertelendi. Bu nedenle anlaşmayı reddeden Hamas (ki o yıllarda İsrail devletini resmen tanımayı reddediyordu) üç yıl sonra Filistin Yönetimi için yapılacak seçimlere de katılmayınca ondan boşalan yeri El Fetih partisi doldurdu ve bu parti parlamentoda çoğunluğu kazandı.

İsrail böylesi gelişmelerin ortasında bile Filistin topraklarına el koymaya devam etti, ABD ise Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak gördüğünü gösteren adımlar attı.

2000’de İkinci İntifada yaşandı ve Hamas bir kez daha merkezde yer aldı. 2006’da ise seçimleri kazanarak yönetime geçti. Ancak hemen ardından İsrail ile ABD tarafından desteklenen El Fetih’in gerçekleştirdiği bir darbe girişimi yaşandı. Siyonistler ve emperyalistlerin bu girişimi Hamas’ın müdahalesiyle başarısızlığa uğratıldı. Ardından gerçekleştirilen müzakerelerde Hamas İsrail’i bir devlet olarak tanıyacağını gösterecek şekilde iki devletli çözümü kabul etmiş oldu. 

Filistin için içeride ve dışarıda verilen mücadelelerin dinamikleri bu hamle ile farklılaşmış görünse de neticede hiçbirimiz Filistin halkının içeride verdiği mücadelenin dinamiklerini eleştirebilecek konumda değiliz. İçeride iki devletli çözüme yönelim gösterilmesi, bizlerin dışarıda verdiğimiz mücadelede Nehirden Denize Özgür Filistin talebini yükseltmemize engel teşkil etmez. Fakat bu talebin arkasında birleşirken de bir halkın on yıllardır verdiği haklı mücadelesinde neyi nasıl yapmaları gerektiğine dair diskur çekme hakkımız yoktur.

Uluslararası Sosyalist Akım’ın (IST) Ekim 2023’te yaptığı açıklamada şöyle diyorduk: “Hamas ve diğer direniş örgütlerinin 7 Ekim'de başlattığı saldırılar, Filistin sorunu çözülmeden Orta Doğu'da barışın olamayacağına dair bir uyarı niteliğindedir.” Nitekim 7 Ekim saldırıları Filistinlilerin daha fazla göz ardı edilemeyeceğini en acı şekilde gösterirken İsrail’in ve Batı emperyalistlerinin gerçek yüzünü de ortaya serdi. 

Gazze’ye verilen sahte destek

7 Ekim’den sonra Türkiye’de birçok kurum, vakıf, Filistin halkı için sokaklara çıktı. İsrail’in öfkeli sloganlarla protesto edildiği bu eylemler bir süre sonra sönümlendi. 

Sönümlenmesinin nedeni, bu eylemleri düzenleyen kurumların Türkiye’de iktidar şemsiyesi altında olmalarıydı. 

İsrail’in saldırıları o kadar şiddetliydi ki eylemler tüm dünyada hızla İsrail’in dünya politika sahnesinde yalnızlaştırılmasına odaklandı. Bu, her ülkede örgütlenen Filistin’le dayanışma eylemlerinde o ülkenin İsrail’le ilişkilerinin teşhir edilmesi anlamına geldi. 

Türkiye’de Filistin’e Özgürlük Platformu olarak bizler, ilk eylemimizden itibaren Erdoğan iktidarının İsrail’le ikili anlaşmaları ve ticareti sona erdirmesini talep ediyorduk. İsrail’in yarattığı yıkım, bu talebin milyonlarca insanın öfkeli talebi olmasıyla sonuçlandı. 

Filistin halkıyla dayanışma içinde olan hiçbir çevre, iktidarın İsrail’le kirli ilişkisini açığa sermeden eylem yapamazdı artık. Bu yüzden, iktidarın teşhirini yapmaktan imtina edenler, Filistin’le dayanışma eylemlerinden geri çekilmek zorunda kaldılar ve derin bir sessizliğe büründüler. 

İktidarın kendisi ve doğrudan iktidar çevreleri de en başta Gazze için mitingler örgütleseler de kısa sürede buna bir son verildi çünkü iktidarın İsrail’le ilişkilerini eleştirmeden sahte Filistin eylemleri düzenlemek artık gerçekten imkânsız hale gelmişti.

AKP’nin Filistin yalanları

AKP iktidarı Filistin konusunda en başından beri yalan söylüyor. Seçim ve miting meydanlarında İsrail aleyhinde en sert konuşmaları yapan iktidar sözcüleri bir gerçeğin halktan sürekli olarak gizlenmesi için mücadele ettiler. Bu, Türkiye ile İsrail arasındaki ticaretin boyutlarının sürekli arttığı gerçeğiydi. 

İktidar bu gerçeği gizlese de devlet kurumlarının verileri ticaretin boyutlarını gözler önüne serdi. 

Bazı bakanlar, yüzleri kızarmadan, bu ticaretten kârlı çıkanın Türkiye olduğunu bile söyleyebildi. Bazı sözcüler ise ticari anlaşmaların 7 Ekim’den önce imzalandığını ve Türkiye’nin anlaşmalara uymazsa yaptırımlara maruz kalabileceğini iddia etti. 

Ortada bir soykırım varken bu soykırımın faili olan devletle ikili anlaşmaları iptal eden ülkeye hiçbir yaptırım uygulanamaz. 

Bu yaptırımları hiç kimse, hiçbir uluslararası kuruluş ciddiye almaz. 

Sorunun uluslararası bağlayıcılığı olan ticaret kuralları değil, Türkiye’de iktidarın ve bazı şirketlerin gözünü para bürümüş olması olduğu çok nettir. 

Bilhassa da daha yakın zamanda Azerbaycan’dan gelen petrolün Türkiye üzerinden İsrail’e taşındığının açığa çıkması büyük bir skandaldı. Azerbaycan şirketi Socar’ın yöneticileri Türkiye’de Filistin için mücadele eden aktivistleri açıktan tehdit edebildiler ve bunun da nedeni iktidarın İsrail’in kanlı paralarından vazgeçememesidir.

Filistin için direnmeye ara vermeyeceğiz.


Volkan Akyıldırım Tüm Yazıları

Bakü’de bir garip zirve

Bu seneki Birlemiş Milletler İklim Zirvesi (COP29); ülke ekonomisinin temelini petrol ve gaz üretiminin oluşturduğu Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de toplandı.

Gündem ise iklim krizinin etkilerine karşı dünyanın dönüşümü için gereken paranın bulunması.  

Dünyanın ısınmasına yol açarak iklim krizini yaratan ve ani iklim değişikliği riskinin başlıca sorumluları, “tarihsel kirleticiler” denilen ABD ve Avrupa ülkeleri, tarihsel olarak olmasa da günümüzde en büyük kirletici durumundaki Çin ve fosil yakıtlara dayanan endüstrilerin var olduğu diğer devletler.

Son on yılda karbon emisyonu artışında en üst sıralara yükselen Türkiye ve diğer “yeni kirletici devletler”  de yangına körükle gidiyor. 

Öte yandan sanayisi gelişmemiş, karbon emisyonlarında payı düşük olan Küresel Güney’deki fakir devletler de var. İklim krizinin sorumlusu olmadığı halde iklim krizinden en fazla etkilenen bu devletlerin felaketlere karşı gereken önlemleri alması ve temiz enerjiye geçişi sağlaması için kullanabilecekleri bütçeleri yok.

Haklı olarak G-20 devletlerine bakıp gereken parayı onların vermesini istiyorlar.

15 yıl önce Kopenhag’da yapılan iklim zirvesinde, 2020’den itibaren zengin ülkelerin iklim finansı için yılda 100 milyar dolar ödemesi üzerinde uzlaşılmıştı.

Geçen dört yılda verdikleri taahhütleri yerine getirmedikleri gibi iklim krizine karşı bulunması gereken para artık 1,3 trilyon dolar olarak ifade ediliyor.

Mali yardım taahhütleri için gereken paranın fosil yakıt üretip satan dev şirketlerden ve küresel zenginlerden alınması gerekir. Bu çözüm masaya sunulmuyor, onun yerine yeni vergilerden söz ediliyor. Bu, şirketlerin ve sermayedarların değil kamu kaynaklarının kullanılması anlamına geliyor. Vergi yükünü sırtında taşıyan işçiler bir yandan iklim felaketleriyle boğuşup bir yandan da kapitalistlerin çıkardığı faturayı ödemek zorunda bırakılacak.

Bakü’den gelen haberlere göre politikacılar ve şirket yöneticileri kendi reklamlarını yapmakla meşgul. Zirvenin, Filistin’de soykırım gerçekleşirken kendi çıkardığı petrolü İsrail devletine satan Azerbaycan’da gerçekleşmesi irkiltici bir ironi gibi. 

Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi (SOCAR) verilerine göre dünya petrol rezervlerinin yaklaşık yüzde birine sahipler. Aliyev ailesi liderliğindeki egemen sınıf, halkın çoğunluğu yoksulluk içindeyken yaşadıkları zenginliği petrol ve gazdan elde ediyor.

SOCAR’ın çıkardığı petroller Bakü-Tiflis-Ceyhan (Adana) boru hattı üzerinden soykırım devletine yollanıyor.

Türkiye işçi sınıfı, iklim aktivistleri, Filistin dostları iklim krizine ve sorumlularına karşı mücadele etmelidir. Yüksek vergiler, kuraklık sonucu artan gıda fiyatları, afetler ve zorunlu göç gibi vahim durumlarda en fazla zarar gören emekçilerdir. Felakete doğru hızla koşan sisteme son verebilecek güç üretimi sürdüren işçilerde.




Zilan Akbulut Tüm Yazıları

Yasal, güvenilir ve erişilebilir kürtaj haktır!

Kadın bedeni ya da kadınları ilgilendiren pek çok konuda olduğu gibi kürtaj da oldukça tartışmalı ve kadınlara atfedilen soyun devamı için çocuk doğurma rolünü üstlenmiş işlevler üzerinden varlığını sürdüren bir konu. Gebeliğin devam edip etmemesi, kürtajın ücretsiz olup olmaması ya da hangi yöntemlerle veya ne zaman sonlandırılacağına yönelik dönen tartışmalar bu odağın ekseninde şekillendiği gibi yıllardır kadın mücadelesinin önemli bir ayağını oluşturmuş ve bu konuda oldukça önemli kazanımlar elde edilmiştir. 

Kadınlara yüklenen bu üreme rolü “kutsal annelik” kisvesi adı altında kadınlar haricinde herkesin konuşabileceği “iyi niyetli tavsiyelerin” havada uçuştuğu bir nitelik kazanmış ve kadını yalnızca bu role indirgemiştir. Kapitalizm ve ailenin kurumsallaşmasıyla birlikte kadının işgücünü yeniden üretme göreviyle baş başa kalması kadın bedenin nüfus politikalarının aracı haline gelmesine neden olmuştur. Hal böyleyken kürtaj gibi kadın bedenini doğrudan ilgilendiren bir mesele hala dünyada birbirinden farklı kısıtlamalarla sunulan ya da yasaklanan bir işlem olmuştur. Kimi zaman doğrudan bir yasak konulmasa bile maddi ve manevi türlü engellerle birlikte üstü kapalı bir yasak halinde sunulmaya devam etmektedir. 

Türkiye’de ise kürtaj, 10. gebelik haftasının sonuna kadar yasal olmasına rağmen uygulamada böyle bir yasanın pek bir karşılığı yok. Kadınlar hastanelerde kadının evli veya bekar oluşuna ilişkin prosedürlerin farklılaşmasından tutun da böyle bir uygulamanın yasak olduğunu söylemeye kadar pek çok sistematik engellere maruz kalır. Ancak kürtajı kısıtlayan ve kısıtlamayan ülkelerdeki kürtaj oranları birbirine çok yakın olmasından da anlaşılacağı gibi kürtaj yasaklamakla ya da maddi ve manevi bir dizi engelle son bulmuyor. Kadınlar kürtaja ulaşamadığı hallerde gebeliği sonlandırmak için ağırlık kaldırmak, yüksek bir yerden atlamak, düşüğe neden olacağına inandıkları ilaçları içmek, vajinalarına sivri cisimler sokmak gibi tehlikeli, sağlıksız veya geleneksel yöntemlerle bedenlerine zarar verebiliyor. Dolayısıyla kürtajın yasal ve ulaşılabilir olmamasının pratikteki karşılığı kadınların bedensel ve ruhsal sağlığından vazgeçmesine neden oluyor.

Bedenlerimizin, cinselliğimizin ve hayatlarımızın nüfus politikalarına alet edilmesine; kocalar, babalar, sevgililer tarafından denetlenmesine izin vermeyeceğiz. Biliyoruz ki kürtaj değil, kürtajın yasaklanması ya da kürtaj olmak isteyen kadınlara zorluk çıkarılması cinayettir. Bedenlerimiz bizim, kararlar da yine bizim olacaktır!

Zilan Akbulut