Güncel Yazılar


Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

Kürt sorunu başka bahara kalamaz

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 31 Mart yerel seçimlerden önce, bu yaz sıra dışı ve kapsamlı, sınır dışı askeri operasyonla PKK’ye karşı son vurucu harekâtı yapacağını duyurmuştu. Seçimler sonrasında da bunu birkaç kez tekrarladı.

İki aydır bunun hazırlıklarının yapıldığı dikkatlerden kaçmıyor. Bu konunun; Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, MİT Başkanı İbrahim Kalın, Genelkurmay Başkanı Yaşar Güner gibi güvenlik bürokratlarının, Bağdat, Erbil ve ABD yetkilileriyle yaptıkları görüşmelerin en önemli gündem konularının başında geldiği medyaya sızdı veya sızdırıldı.

Türkiye’de olup bitenleri bir kenara bıraksak bile, 23 Nisan’da Türkiye’de farklı şehirlerde muhalif 9 Kürt gazetecinin gözaltına alınmasına paralel, Belçika’nın başkenti Brüksel’de sabaha karşı Medya Haber ve Sterk TV’ye bugüne kadar benzerine rastlanmayan polis baskını yapıldı. Bu da, askeri operasyonun eli kulağında olduğunu gösterdiği gibi, uluslararası boyutu olma ihtimalini akıllara getiriyor. Gelmekte olanın ön habercisi gibi.

Sınır dışı askeri operasyonun boyutunun ne olabileceği ve ne kadar zaman alacağını kestirmek oldukça güç. Bunlar, uluslararası ve bölgesel ilişkilerin ve dengelerin şekillendirdiği bir konu.

Bu, belli ki iç güvenlikle sınırlı bir konu değil. Yapılacak olan, Kürt sorununda çok daha geniş bir konuyla bağlantılı, ilişkili bir sınır dışı askeri operasyon.

Kürt düğümü

AK Parti, 31 Mart seçimlerinin yenilgi atmosferinden çıkmak ve partiyi yeniden ayağa kaldırmak için, uzun süredir gündemde olan Kalkınma Yolu Projesi ile doğrudan bağlantılı bölgesel ve uluslararası bir dizi proje ve planı hızla yürürlüğe koymaya başladı.

Hafta başı Türkiye heyetinin Bağdat, Erbil ziyareti ve Irak yetkilileriyle imzalanan 20 ayrı başlıkta “Ortak İşbirliği İçin Stratejik Çerçeve Anlaşması” ve Ortak Daimi Komiteler kurulması kararı, bu plan ve proje kapsamında atılan ve 2050 yılına kadar sürme ihtimali olan uzun süreli bir ortaklığı kapsıyor.

Bakü-Tiflis projesinden çok daha geniş bir alana yayılacak bir proje. Türkiye, Irak, BAE ve Katar ilk ciddi adımı attı. Bugünden yarına sonuçlanacak değil. Bu önümüzdeki uzun bir dönemde Ortadoğu bölgesinde ve Türkiye’de çok şeyi değiştirme potansiyeli taşıyor.

Sadece Türkiye’nin değil, savaş, çatışma yorgunu ve ekonomisi her geçen gün daralan ve sık sık dar boğaza giren bölge ülkelerinin hepsinin ihtiyacı var.

Türkiye kendi sınırlarını zorlayarak ‘bölgesel güç’ olmaya çabalıyor, ABD’nin Irak’tan çekilmesi sonrasına yatırım yapıyor. Batı tarafından İran’ı dengeleyecek bölgesel güç, aktör olması için arkasından itiliyor.

Bağdat, ülkesindeki fetret devrine bir an önce son vermek istiyor. Ülkenin İran-ABD kavgasının sahnesi olmasının yükünü artık taşımak istemiyor. Şiiler, işgal sonrası Irak’ta ulusal kimliği inşa etmenin zamanının geldiğini düşünüyorlar.

ABD Irak’ta, Kürtlerin konumunun daha fazla zayıflatılmamasını, Türkiye’nin Süleymaniye yönetimini hedef yapan tutumunu sürdürmemesini istiyor.  PKK’ye karşı mücadele edilirken, PYD’nin dokunulmaz zırhına kavuşmasını arzuluyor.

Türkiye, Irak Kürdistan bölgesinden İran’a kadar sınır boyunda 30 km derinliği kontrol etmek istiyor.

Bağdat, Ankara ve Tahran; Kürdistan özerk bölge yönetiminin karakterini adım adım aşındıracak, özerkliği anlamsız kılacak bir yol izlemekte ortaklaşmış görünüyorlar.

Tabi bir de sınır kapılarının açılması ve su sorunu gibi bir dizi sorun ve konu çözülmek durumunda.

Ancak bunların hiçbiri bu büyük projenin hayata geçmesini engelleyecek mahiyette ve kapsamda değil. Geciktirebilir, yavaşlatabilir veya duraklatabilir ama tümden ortadan kaldırmasına yol açmasını beklemek yanlış olur.

Yukarıdan izah etmeye çalışılan konu başlıklarından da anlaşılacağı gibi uzun bir süreç sonunda oluşturulacak enerji hattını, kara ve demir yolunu ve iletişim kanalını içeren ticaret koridoru projesinin hayata geçmesini geciktirecek en önemli ve en belirleyici sorun güvenlik sorudur. Güvenliğin kaynağını Kürt sorununa, Kürt siyasal aktörlerine ve varlığına yaklaşım sorunu oluşturuyor.

Hiç kuşkusuz en büyük güvenlik sorununu, PKK’nın silahlı varlığı oluşturmakta. Türkiye’nin yaz aylarında yapmayı planladığı kapsamlı askeri operasyon bu ihtiyaçtan kaynaklanıyor olsa gerek.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Bağdat’taki açıklamasında, “PKK’nin terör örgütü olarak tanımlanması beklentimiz devam ediyor” ve “PKK konusunun artık gündemden çıkmasının zamanı geldi” dedi.

CHP içindeki evrensel hukukçuların üzerinde ağır bir yük var

Daha önceki ortak açıklamada PKK’nin “terör örgütü” yerine “yasaklı örgüt” biçiminde geçmesi ve Erbil yetkililerinin “PKK’lilere siyasi mülteci statüsü verilecek ama silah taşımayacaklar ve siyasi çalışma yapamayacaklar” gibi cümleleri, bugüne kadar denenen yoldan başka bir yol denenmesi yaklaşımı olabilir. Anlamı şimdiden tahmin edilemeyecek, derin işaretler olabilir.

Bunların, Kürt sorununun demokratik çözümü, çatışma çözümü ve Kürtlerin evrensel insancıl hukuktan kaynaklanan temel haklarına kavuşmaları anlamında geniş kapsamda olmadığı çok açık.

İktidarın siyasetinin merkezinde yer alan yerli-millilik ve güvenlik siyaseti olduğu yerde durdukça, böylesine geniş ufuklu bir açılım beklenemez.

AK Parti’yi iktidara getiren ve tutan ekonomik büyüme, demokratikleşme ve siyasal istikrar kriterleri, 2018’den itibaren büyük bir krize girdi, AK Parti çöküş yaşıyor. Bu nedenle ve Ortadoğu ülkelerinin toplumsal dinamik, bölgesel, küresel ve ulusal muktedirlerini önleyecek elverişli güçte olmaması nedeniyle, Kürt sorununun çözümünün başka bir bahara bırakılması tehdidi ile karşı karşıyayız.

Bu durumu tersine çevirecek, toplumsal değişimin önünü açacak ve iktidarı zorlayacak olan, 31 Mart seçimlerinde yıldızı parlayan ve birinci parti olan CHP olabilir. İktidarın “Kürt karşıtı güvenlikçi” politikalara karşı demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü perspektifle cevap üretebilmeli. Bugün bu noktadan oldukça uzak. CHP’nin her daim iktidar partisi kadar yerlici, millici olan ana akım kesimleri Türkiye’nin ayağındaki en hakiki pranga. Parti içindeki evrensel insancıl hukukçuların üzerlerinde ağır bir yük var.

Hakan Tahmaz


Can Irmak Özinanır Tüm Yazıları

Marksizm 101- Neden işçi devletini savunuyoruz?

Sosyalizmi ilk merak etmeye başladığımda evde bulduğum İzmler Nedir? başlıklı bir kitabı okumaya başlamıştım. Kitaba göre sosyalizm, her şeyin devlet mülkiyetinde olmasını savunan, devleti öne çıkaran bir görüştü. Komünizm ise bu mülkiyetin daha diktatörce bir biçimiydi. Bir yandan eşitlik, adalet ve özgürlükten söz eden bir akımın devlete bu kadar vurgu yapmasını bir çocuk olarak yadırgamıştım doğrusu. O güne kadar bildiğim sosyalistler hep devlet tarafından düşman olarak görülmüştü. Durum böyleyken sosyalistler neden devleti savunsundu ki? 

İyi ki, o günlerde o kitaba kanıp da sosyalizm ile ilgilenmekten vazgeçmemişim. Daha sonradan öğrendim ki yazılanların sosyalizm ile pek ilgisi yok. Evet, sosyalistler kapitalist devletin yıkılmasını ve yerini kolektif mülkiyete dayalı bir işçi devletinin alması gerektiğini savunuyor. Ancak bunun devleti yüceltmekle değil yok etmekle ilgisi var. 

Günümüzde kendini tüm toplumun devletiymiş gibi gösteren devletler en temelde bir sınıfın, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran burjuvazinin toplumun diğer sınıfları üzerinde baskı kurmasının bir aracı. Kapitalist devlet asıl olarak bu sınıfın iktidarını sürdürmeye yarıyor. Bunu sadece baskı aracılığıyla yapmıyor, aynı zamanda toplumun büyük çoğunluğunu “hepimiz aynı gemideyiz” masalına ikna ederek de yapıyor. Bunun için de kendilerini “ulus” kutsaması üzerine inşa ediyorlar. Ancak ne zaman bu iktidar tehlikeye düşse devletin gerçek yüzü ortaya çıkıyor. İşçiler hak aradığında, kadınlar eşitlik talep ettiğinde, ezilen uluslar kendi kaderlerini tayin etmek istediğinde, LGBTİ+’lar varlıklarının tanınmasını istediğinde yani ezilenler hak talep ettiğinde karşılarına çoğu zaman devlet dikilir. 

Ezilenler elbette tarih boyunca mücadele etmiş ve devlet karşısında pek çok hak elde edebilmiştir. Burjuva devleti elbette çeşitli mücadelelerle daha demokratik kılınabilir ve kılınmalıdır. Ancak burjuva devlet aygıtı ve onun işleyiş biçimlerinden olan burjuva demokrasisi, nihai olarak gerçek bir demokrasiyle yani sömürünün ortadan kalktığı bir düzenle çelişmek zorundadır. Burjuva devlet, son tahlilde demokrasiye karşıdır. 

Karl Marx, işçi sınıfının mücadelelerini odak noktasına alarak devletin sınıflar üstü olduğu fikrine saldırmıştı. İşçilerin ilk iktidar deneyimi olan 1871 Paris Komünü’nde işçiler kendi özyönetim organı olan Komün’ü kurmuş, Fransa ile savaş hâlinde olsalar da işçi iktidarını ezmek için o devletle beraber tavır alan Avrupalı kapitalist devletler tarafından ezilmişti. Marx, buradan yola çıkarak kapitalist devletin işçi sınıfı tarafından devralınamayacağını görmüştü. İşçi sınıfına, tamamen yeni türden bir devlet gerekliydi. 

Bu devletin hangi aygıtlar üzerine yükseleceği, 20. yüzyıl başındaki devrimlerle daha da belirgin hâle geldi. Rusya’da Sovyet adı verilen işçi konseylerini kuran işçiler 1917 Ekim Devrimi’nde iktidarı ele geçirdi. Bu Lenin’in tabiriyle ‘tamamen yeni türden bir devlet’ti. Ekim Devrimi’nden ilham alan Almanya, Macaristan ve İtalya gibi pek çok Avrupa ülkesinde benzer konseyler kuruldu. Ancak bu devrimler Rusya’daki gibi başarıya ulaşamadı. 

En demokratik burjuva devletinden çok daha demokratik olan işçi iktidarının amacı, tüm toplumu özgürleştirerek sınıf iktidarının kendisine son vermek ve devletin ortadan kalkması, devletsiz komünist bir dünya kurulmasıydı. 

Rusya’da devrimin tek ülkeye sıkışması sonucu iktidara gelen Stalinist bürokrasi, kendisini egemen sınıf olarak örgütleyerek işçi devletini yok etti. Geriye İzmler Nedir? kitabındaki gibi devleti yücelten bir diktatörlük kaldı ve nihayetinde bu ve benzeri devletler yine işçilerin eylemiyle yıkıldı. 

Sosyalistler, işçi konseylerine dayalı bir demokrasi ve bir gün devletin ortadan kalkacağı bir dünya için mücadeleye devam ediyor.


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

(Dosya) Erdoğan yenildi, kartlar yeniden dağılıyor

31 Mart seçimlerinin en keskin sonucu AKP'nin yaşadığı yenilgidir. Bu yenilginin işaretlerini göremeyen AKP'den daha AKP'ci kesimler, 14 Mayıs seçimlerinden önce, hatta çok daha öncesinde Erdoğan'ın "atı alan Üsküdar'ı geçti" dediği seçimde İstanbul'u kaybetmesinden beri 2002 model AKP ile 2016/2024 model AKP'yi bir ve aynı şey sanma tercihini yaptılar.

Artık hiçbir özel anlamı olmayan AKP'ye oy veren yoksullar analizlerine sığınanların, sol içinde sözü ciddiye alınan bazı isimlerin AKP'nin oy aldığı yoksullara yönelik tespitleri değişimin dinamiğini anlamaktan fersah fersah uzaktı.

31 Mart, 14 Mayıs'ta açığa çıkan eğilimlerin daha da keskinleşmesidir. 14 Mayıs seçimlerinde hala AKP'nin öncü işçilerden oy aldığını söyleyecek kadar gözünü AKP kamaştırmış olanların söylediğinin tersine yakalanması gereken asli dinamik şuydu: "AKP’nin yapısındaki değişim hem ulusalcı sosyalistler tarafından hem de zamanında AKP’nin yapısını kavrasalar da bu partinin baştan sona yaşadığı değişimi izlemekte zorlananlar tarafından hiçbir şekilde kavranamıyor. AKP apaçık bir metamorfoza uğradı." Bu metamorfozun seçim alanına ilk şiddetli yansıması 14 Mayıs'ta oldu. 14 Mayıs seçimlerinde Hüda Par’ın oyuyla birlikte 2002 dönemi oylarına gerileyen AKP seçimin en büyük kaybedeni oldu. İktidar partisinin Erdoğan’ın iktidar aparatına dönüşmesiyle çok oy alan parti vasfını korusa da 7 puanlık kayıpla en çok kaybeden parti olmasını önemsiz görenlerin 31 Mart seçimlerini anlaması da imkansız. Sonuçlar 2018’e göre 75 ilde oy kaybettiğine ve Orta Anadolu’daki kayıplarıyla birlikte AKP’nin 2002’de ilk girdiği seçimlerin bile gerisine düşmesi eğilimin yönüne işaret etmekteydi. Bu yön 31 Mart'ta gizlenemez hale geldi ve Erdoğan ağır bir yenilgi aldı.

Mevcut iktidar meşru değildir

Bu, 14-28 Mayıs seçimlerinin sonucunu yok sayan bir iddia değildir. Bu, tersine, 31 Mart yerel seçim kampanyası yapan iktidar bloku sözcülerinin, en başta da Erdoğan'ın açıklamalarını hatırlamanın doğal sonucudur. 31 Mart seçimlerini iktidarın, Türkiye'nin ve giderek AKP'nin bekası olarak kodlayan Erdoğan, seçim sonrasında iktidarın meşruluğunu yitirmesinin de sorumlusudur. Çünkü 31 Mart seçimlerini bir yerel seçim olmaktan çıkartan yine Erdoğan ve kabinesidir. Tüm bakanlar, İstanbul mitingine helikopterle iniş yapan Erdoğan, tüm devlet olanaklarını kullanarak yüklendiler yerel seçimlere. Yerel seçimlere genel seçim muamelesi yapanlar seçim sonuçlarının genelleştirilmesine ve iktidarın bir meşruiyet krizi içinde olduğu fikrine de katlanmak zorundalar.

Seçimlerin hemen ardından Bahçeli'nin Türkiye'yi 31 Mart seçimlerini kazananların yönetmediğini açıklaması, meşruluk konusunda kafasında tilkilerin dolaştığını gösteriyor. 

Öncelikle, AKP 14 Mayıs’ta 18 milyon 586 bin oyla birinci olmuştu. Yüzde 35,32 oy almıştı. Bu partinin, 31 Mart'ta 14 milyon 850 oya gerilemesi yani yüzde 32,42 oranında oy alması nasıl yıprandığının bir göstergesidir. AKP 3 milyon 736 bin oy kaybetmiştir. Bu gerçekten devasa bir erimedir.

Bir araştırtmanın ortaya koyduğu gibi "Bundan beş yıl önceki 31 Mart 2019 yerel seçiminde AKP 30 büyükşehir dışında kalan diğer 51 ilde, il genel meclisi üyelikleri için yapılan seçimlerde 4 milyon 371 bin oy alırken, bu kez 3 milyon 303 bin oyda kalmıştır. Bir milyonun üstüne çıkan bir kayıp söz konusudur. Birinciliği korusa da oran olarak yüzde 41,6’dan yüzde 32,1’e gelmiş bu 51 ilin toplamında AKP."

Öyle ki bu "51 ilin 23’ünde il genel meclislerinde birinci parti konumunda olan AKP, bu illerin ancak 10’unda merkez ilçe belediyelerini de kontrol edebiliyor." 

Bu eğilim, Konda'nın 14 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucuna dair analizinin işaret ettiği sürecin güçlenerek sürdüğünü gösteriyor. Konda Araştırma, 2023 seçimlerinin analizinde, “Toplam seçmen üzerinden bakıldığında; Ak Parti 24 Haziran oylarından 6,3 puan, 1 Kasım oylarından 12,1 puan kaybetmiştir” vurgusunun altını birkaç kez çizmişti. AKP iki metropol, İstanbul ve Ankara’da 2018’e göre 5,5, 1 Kasım 2015’e göre 11,7 ve 7 Haziran’a göre 2,5 puan oy kaybetmiş durumda. 8 metropol olarak kategorize edilen Antalya, Adana, Bursa, İzmir, Gaziantep, Konya, Kocaeli, Mersin bölgesinde ise 2018’e göre 5 puan, 1 Kasım 2015’e göre 10,5 puan, 7 Haziran 2015’e göre 2,6 puan kaybetmiş vaziyette. Konda, “AKP’nin 24 Haziran 2018’e göre en çok oy kaybettiği küme -7,4 puan ile 54 ilden olmuş, diğer kümelerde Ak Parti’nin oy kaybı, Türkiye genelindeki kaybının gerisinde kalıyor” açıklamasını yapmıştı.

Artık yoksullar AKP'den daha sert bir şekilde kopmaya, bu parti seçmen kitlesini, bazı gazetecilerin Yeniden Refah AKP'nin omurgasına neşter attı diyeceği kadar hızlı bir şekilde kaybetmeye başladı. İstanbul'da AKP kaleleri diye bilinen ilçeleri iktidar partisi beklemediği bir hızla kaybetti. 14 Mayıs seçimlerinde AKP 24 ilçede birinci, CHP 15 ilçede birinciydi. Son seçimlerde ise CHP 26 ilçede birinci, AKP ise 13 ilçeyi kazanabildi. 14 Mayıs seçimlerinden sonra AKP’nin seçimin en büyük kaybedeni olduğunun altını çizmiştik. Şimdi AKP, yıllardır kazandığı Beyoğlu belediyesini ve birçok yoksul ilçeyi kaybetti. Yoksulların AKP'den ne kadar hızlı koptuğunu görmeyenlerin ve AKP-MHP liderliğinin karanlık politikalarını eleştirenlere AKP liderliğiyle tabanını bir tutuyorsunuz diyen AKP aşıklarının görmediği gerçek budur.

AKP tabanı tarafından boykot edildi

14 Mayıs seçimine katılım yüzde 88,92 olmuştu. Bu oldukça yüksek bir oran. 31 Mart'ta ise yüksek katılım olan birçok ilde katılım oranı düşerken AKP buralarda ciddi yara aldı. Bir araştırmanın AKP'nin yüksek oy aldığı Gaziantep'te yaşadığı gerilemeyi özetlerken söylediği gibi, 14 Mayıs 2023’te Gaziantep’te katılım oranı yüzde 86,06 olmuştu. 31 Mart yerel seçiminde bu oran 70,76’ya gerilemiş. Geçen milletvekili seçiminde 508 bine yaklaşan AKP'nin oyları 31 Mart’ta il genel meclisinde 323 bine inmiştir. Yeniden Refah Partisi ise 100 bin dolayında oy artışı sağlamış.

Yıllardır çok basit bir aritmetik gerçeğin altını çiziyoruz: AKP'yi yenmenin yolu tabanının bir kesiminin AKP'yi desteklemekten vazgeçmesini sağlamaktır. Bu seçimlerde bu sağlandı. AKP'ye oy veren kitlelerin bir kesimi sandığa gitmeyerek, bir kesimi sandığa gidip YRP'ye ya da ana akım muhalefete oy vererek iktidar partisine sert bir tokat attı. Gerçekten de iki seçim arasında sandığa gidenlerin sayısı yaklaşık 5 milyon 800 bin kişi geriledi. AKP'nin omurgası sayılan 51 ilde "CHP, bu illerin seçmen tabanında MHP’nin gerisinde üçüncü parti konumuna düşmekteydi. CHP, geçen 31 Mart’ta bu kez ikinci parti konumuna çıkmıştır." 

Düşmanını seçme hakkı

Siyasi arenanın iki düşman kampa indirgendiği ve insanların önüne bu bloklaşmadan birisini tercih etmek üzere sandık kurulduğu her seferinde net bir tartışma yaşanıyor. 14 Mayıs seçimlerinde HDP'nin de cumhurbaşkanı adayı çıkartmadığı koşullarda Kılıçdaroğlu'na oy çağrısı yapan öncü işçiler ve devrimci sosyalistler, CHP'nin o zamanki genel başkanı müthiş bir siyasal alternatif olduğu için değil, siyasal dengelerde yaşanacak değişimin yaratacağı olanakları gördüğü için oy çağrısı yapmıştı. Birileri burnunu kapayarak CHP'ye oy çağrısı yaptıklarını iddia ettiklerinde komik duruma düşmüşlerdi. Gırtlağına kadar foseptik çukurunda yapılan politikada burnuna mandal takmak kimseyi kurtarmaz. Üstü başı pislik içinde olanların sadece kokudan rahatsız olması ilginç bir sterilizasyon mantığı elbette. Ama Türkiye'de politik alanda steril kalacağını düşünen bir "sol" damar daima olagelmiştir.

Kılıçdaroğlu'na sosyalistlerin yaptığı çağrı tıpkı Kürtlerin, LGBTİ+'ların, kadınların, işçilerin yaptığı oy çağrısında olduğu gibi kiminle hangi koşullarda mücadele edeceğine yönelik bir çağrıydı.

Bu seçimlerde karmaşık bir politik hat izleyen Kürt hareketi hem İmamoğlu'na hem kendi adaylarına çağrı yapmış oldu. İmamoğlu'na çağrı yapanlar bayıldıkları için değil, İmamoğlu'nun kazandığı ve AKP-MHP'nin toplamda yenildiği koşullarda mücadele etmenin çok daha kolay olduğunu düşündükleri için bunu yaptılar.

Kuşkusuz AKP'nin yenildiği ama DEM Parti'nin de 3'üncü büyük parti olduğu bir İstanbul seçim sonucu çok daha işlevsel olacaktı. Şimdi 5'inci sırada ve çok düşük bir oy oranıyla etkisi geçici de olsa bir ölçüde gerilemiş bir Kürt hareketiyle karşı karşıyayız.

Fakat açık olan şu: Yıllardır halka kan kusturan, göçmenleri bir pazarlık aparatı gibi kullanıp her ırkçının müdahalesine açık hâle getiren, tüm özgürlüklerin üzerinden silindir gibi geçmeye çalışan, KHK’larla yüz binlerce insanı aç ve işsiz bırakan, fakirden alıp zengine veren ekonomik politikaların altına imza atan iktidar bloku yenilmiştir. Emeklilerin ahını alan iktidar, emekli düşmanı politikaların hesabını vermiştir ve bu daha hesap verme sürecinin başlangıcıdır.

Bu iktidar, hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmek isteyecektir ama her önemli dönemeçte 31 Mart seçim yenilgisi kendisine hatırlatılacaktır. 


Alex Callinicos Tüm Yazıları

İran’la savaş tehdidi için İsrail’i suçlayın

İran İslam Cumhuriyeti rejimi ile İsrail’in aşırı sağcı hükümeti arasındaki ölümcül satranç oyunu henüz sonuçlanmadı. Bu krizin sorumluluğu doğrudan Binyamin Netanyahu’ya ait. 1 Nisan’da İsrail Savunma Kuvvetleri İran Büyükelçiliği’nin Şam’daki ek binasını bombaladı ve ölenler arasında Devrim Muhafızları’ndan iki üst düzey subay da vardı.

Diplomatik tesislere saldırmak uluslararası hukukun açıkça ihlalidir. Bu aynı zamanda 1979 İran Devrimi’nden bu yana iki devlet arasında hüküm süren sözde “gölge savaşı” da tırmandırdı. Bir zamanlar ABD’nin Ortadoğu istihbaratından sorumlu olan Paul Pillar, saldırı İsrail’in Gazze’deki soykırım savaşının “başarısızlığından olayı tırmandırarak çıkış yolu bulma çabasının bir parçasıydı” diye açıklıyor:

“Tırmandırma... iki unsurdan oluşuyor. Temel unsur, İran’ı misilleme yapmaya kışkırtmak. Bu İsrail’in kendisini saldıran değil savunan taraf olarak göstermesine ve tartışmayı Gazze’de yol açtığı yıkımdan uzaklaştırıp kendisini yabancı düşmanlara karşı koruma ihtiyacına çevirmesine olanak sağlayabilir. Diğer unsur ise ABD’nin İran’la çatışmaya doğrudan müdahil olma olasılığını arttırmak.”

Pentagon, bölgedeki üslerine yönelik karşı saldırılara yol açabilecek bu saldırı konusunda kendilerine önceden haber verilmemesinden duydukları “hayal kırıklığını” dile getirdi. Washington Post’a göre, Savunma Bakanı Lloyd Austin “doğrudan İsrailli mevkidaşı Savunma Bakanı Yoav Gallant’a şikayette bulundu.”

İsrail ile İran arasındaki prestij mücadelesinde Tahran misilleme yapmak zorunda kaldı. Ancak topyekûn bir savaş istemiyor. Bu, Körfez ülkeleriyle son dönemdeki uzlaşılarını tersine çevirebilir. Pillar, “şiddetin çoğunu İsrail’in başlattığı ve İran’ın çoğunlukla karşılık verdiği asimetrik bir örüntüye” işaret ediyor. İran’ın tepkisi, cumartesi gecesi ilk kez doğrudan İsrail’e 300'den fazla füze ve drone fırlatmak oldu.

İsrail’e göre neredeyse tamamı Batı’nın da yardımıyla engellendi. İngiltere Dışişleri Bakanı David Cameron saçma bir şekilde İran’ın “çifte yenilgiye” uğradığını iddia etti. Güvenlik uzmanı Emile Hokayem’in belirttiği gibi, “İsrail bu başarısını İran’ın uyarılarına ve ABD, İngiltere, Fransa, Ürdün ve diğer Arap devletlerinin yardımına borçludur. Operasyon, İsrail’in son aylarda yok saydığı ortaklarına olan güvenlik bağımlılığını ortaya çıkardı.”

Eminim Tahran füzelerinin ve drone’larının büyük oranda engellenmesini bekliyordu. “Rejimin içinden biri” Financial Times’a şöyle diyor: “Amaç caydırıcı olmak ve ABD ile İsrail’e ‘artık yeter’ sinyali vermekti.” Bombardıman bir gösteriydi. Topyekûn bir savaşta İran, çok daha fazla füze ve drone fırlatarak İsrail savunmasını boğmaya çalışacaktır. Askeri uzmanlar, İranlıların İsrail Savunma Kuvvetleri’nin şimdiki tepkisini gözlemleyerek gelecekteki saldırılar için faydalı bilgiler elde edeceklerine dikkat çekiyor.

Joe Biden bilhassa zafer ilan etmeye ve bir sınır çizmeye hevesli. İsrail’i desteklemek için iki füze savunma muhribi gönderdikten sonra, Netanyahu’ya saldırıların ardından “ağırdan almasını ve tepkisini iyice düşünmesini” tavsiye etti. “Üst düzey bir yetkili” Washington Post’a, “Burada kimse gerilimi tırmandırmak istemiyor” diyor ve “ABD’nin İran’a yönelik herhangi bir İsrail saldırısının parçası olmayacağını” vurguluyor.

Biden’ın önceliği Çin’le yüzleşmek. Geçen hafta Washington’un sadece İsrail’e değil, Çin ile toprak anlaşmazlıkları olan Filipinler’e de “sarsılmaz” bağlılığını ilan etti. Bu arada Ukrayna silahlı kuvvetlerinin başkomutanı, Rusya ile savaşta doğu cephesinin “önemli ölçüde kötüleştiğini” söyledi. İran’la savaş, ABD’nin ihtiyacı olan son şey.

Binyamin Netanyahu? Onun için durum pek öyle değil. Hokayam’ın belirttiği gibi, onun için “bu net bir kazanç: İran’ın saldırısı, Gazze’deki acımasız harekata yönelik haftalardır çoğalan eleştirilerin ardından Batı’nın desteğini artırdı. Şu anki endişe, bu turda galip gelindiği algısının, İsrail’i riskten kaçınmak yerine risk almaya yönlendirebileceği. Netanyahu’nun Washington’a şöyle demesi mümkün: İran’ın peşinde düşmemize izin vermiyorsanız bırakın Refah'ı işgal edelim.”

Bu yüzden ABD nihayet İsrail’e ciddi bir baskı uygulamaya başlamadığı sürece, şiddet sarmalının yeniden alevlenmesini bekleyebiliriz.

Alex Callinicos

Çeviri: Irmak Yavlal


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Devletin rotasını Devlet belirliyor

Devlet Bahçeli çok uzun bir süredir hiçbir faşist partiye nasip olmayan konforlu bir alanda siyasetin belirleyici figürlerinden birisi olmayı sürdürüyor. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından devletin kadim geleneklerinin sürdürücüleriyle AKP'nin kurduğu koalisyonun belirleyici unsuru olan, hatta aynı zamanda bu kesimler arasında köprü görevini gören bizzat Devlet Bahçeli oldu.

AKP liderliği MHP'de ittifak kurarak kendini güvence altına alabileceği devletin derin kesimlerinin garantörünü, sözcüsünü gördü. Aynı zamanda %5 ila 10 arasında gidip gelen bir kitle desteğini yedekleyeceğini düşündü. AKP liderliğinin sağcılığı, MHP liderliğinin aşırı sağcılığında kolayca ulaşabileceği, kol kola girebileceği ve böylece devlete hızlı güven verebileceği bir politik zemin bulmuş oldu. Bu politik zemin o gün bugündür Devlet Bahçeli tarafından tepe tepe kullanılmakta.

Flu görülen HDP’den flu görülen demokrasiye

Bu zeminin inşasında ilk adım 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından Bahçeli'nin HDP'yi flu gördüklerini açıklaması oldu. Flu görmek önce görmezden gelmenin, yok saymanın, en sonunda yok olması için harekete geçmenin başlangıcıydı. Bugün gemi azıya almış olan yerli milli iktidar bloku, kuruluşunu Devlet Bahçeli'nin Kürt sorunun askeri yöntemlerle çözülmesi için tüm siyasal alanı kanırtmasına borçlu.

Biz bu koalisyona en başından beri mecburlar koalisyonu adını taktık. Oldukça küçük bir parti olan MHP'nin devlet içinde kolayca kadrolara ulaşabilme fırsatını başka hiçbir siyasal ittifak zemininde bulması mümkün olmadığı için bu koalisyona muhtaç. Ayrıca zaman zaman %10'un altında oy alan bir parti olarak iktidarın iç ve dış politikada bir dizi hamlesinde belirleyici bir güç olmayı ancak bu koalisyonun bir parçası olarak başarabilir. Başka hiçbir koalisyonda, Bahçeli gibi bir siyasal figür bu kadar pervasızca konuşmaları devletin merkezi odağından sesleniyormuş gibi yapma şansına sahip olamaz.

Erdoğan olmadan Bahçeli olmaz ama tersi de doğrudur

Bu koalisyonun siyasal niteliğini kavramamakta ısrar edenler ya da kavramamış gibi yapanlar içlerindeki AKP sempatisini bastırmaya çalışsalar da sık sık bu partinin yoksullardan oy aldığı vurgusuyla tüm suçlarını görmezden gelip daha da önemlisi çok yakın bir süre içinde muazzam demokratik açılımlarla karşılaşacağımız vurgusunu yapıyorlar. Bunların içindeki AKP'den daha AKP'ci bir eğilim, sağcılıkta sınır tanımayan bir şekilde Erdoğan'ın izniyle Akbelen ormanları kesilirken bile muhalefeti suçlamayı bir görev gibi sürdürüyor. Bu alandaki asli hata Kürt halkının mücadelesini flu gören Bahçeli ile Erdoğan'ın kurduğu ittifakın aşırı sağcı temellerinin yok sayılması. Devletle ittifak kuran bir iktidar partisinin günün birinde gerçekleşecek bir darbeye maruz kalacağı korkusunu kaşıyarak sürekli mağdur edebiyatıyla faşist partiyle kurulan korkunç ittifakı aklayanlar, sadece Bahçeli'nin politik alandaki merkezi konumunun farkında olmamakla kalmıyorlar, Erdoğan'ın Bahçeli'ye doğru attığı adımın büyüklüğünü de silikleştiriyorlar.

Bahçeli, devletin rotasını, devletin tepesindeki Erdoğan bu dinamiğe izin verdiği için belirleyebiliyor.

Ama bu ne belirleme. Tüm korkunç kötülüklerin arkasından içeri girdiği bir kapı aralandı. Örneğin Bahçeli 2016 yılında, Millet İttifakı ve Kılıçdaroğlu'nu "Bu hainler alsalar alsalar ağırlaştırılmış müebbet ceza alırlar ya da vücutlarına mermi alırlar" diyerek tehdit etti.

22 Kasım 2022'de "HDP Türkiye Büyük Millet Meclisine sızmış düşman bakiyesidir. Böylesi parti görünümlü bir örgütün siyaset hayatımızda bulunması haksızlıktır, bu bölücü şebeke kapatılsın" dedi. Yine aynı konuşmasında "Buradan teröristlere ve destekçilerine açık açık sesleniyorum. Ölünüzü dirinizi her gün birinizi bir gün hepinizi müstahak olduğunuz sonuçlarla billahi yüzleştireceği, taviz yoktur" tehdidini savurdu. 

Her şeyi kapatın!

Bahçeli sadece HDP'nin kapatılmasını savunmakla kalmadı. AYM'nin kapatılmasını şöyle savundu: "1291440 bireysel başvuru dosyası varken mahkum Can Atalay dosyasını acilen inceleyip hak ihlali kararı verilmesinin izahını kara cübbeli işbirlikçiler nasıl yapacaktır? Önerim yeni anayasa sürecinde Anayasa Mahkemesi statüsünün, üye yapısının, yargılama usullerinin radikal şekilde ele alınarak yeniden yapılandırılması ya da mahkemenin kapatılmasıdır."

HDP ve AYM ile yetinmedi Bahçeli. Sırada Türk Tabipler Birliği vardı. O günlerde BBC internet sitesindeki bir haberden: "koronavirüsle mücadelenin yönetilişine eleştiri olarak ‘Yönetemiyorsunuz Tükeniyoruz’ eylemi başlatan Türk Tabipleri Birliği'ni (TTB) hedef alarak, birliğin derhal kapatılması gerektiğini söyledi." Bununla yetinmeyip doktorları şöyle tehdit etti: "Ne idüğü belirsiz her olayda millete ters düşen, siyasete alet olmuş kuruluşlarla bir yere varmak mümkün değildir, her defasında söylüyorum Tabipler Birliği kapatılmalıdır. Hekim kardeşlerim o kendi kuruluşlarını yeniden sahiplenmeli ve yeni bir organizasyona gitmelidir, bir avuç ne idüğü belirsiz doktor kılıklı anarşist ruhlu insanlardan mesleği kurtarmak lazımdır."

Bu parti bir başka ilke daha imza attı: HDP'nin kapatılması için ihbarcılığına delil toplayarak ve savcılığa HDP aleyhinde sayfalarca dosya sunarak seviye atlattı.

Bahçeli'nin bu fütursuz açıklamalarının arkasında arkasını yasladığı Erdoğan iktidarı, bu iktidarın zemini olan Mecburlar Koalisyonu ve bu koalisyonun çoğunluğun desteğine sahip olması yatıyordu. Böyle koalisyon desteği olmadan, Devlet Bahçeli'nin devlete bu türden tehlikeli rotalar belirlemesi mümkün değildir.

Hatırlamaya ihtiyaçları var: Yenildiler!

Ve demokrasiyi hatırlatan her şeyin kapatılmasını isteyen bir siyasi partinin günün en sonunda demokrasinin tamamen kapatılmasını istemesini beklememek saflık olurdu. Bahçeli, bu saflara gereken yanıtı verdi: "“Cam tavanı kırdık” diyenlerin Türk devletinin çatısını ve Türk milletinin varlığını dinamitlemesine asla fırsat verilmeyecektir. Türkiye Cumhuriyeti sandıkta kurulmamıştır. Türk tarihi sandıkta yazılmamıştır. Herkes aklını başına almalı, rüzgar ektiği müddetçe fırtına biçeceğini unutmamalıdır."

Devlet Bahçeli, demokrasinin en basit, sandığa indirgenmiş 5 dakikalık haline bile tahammülü olmadığını göstermiştir. Aynı konuşmasında "Sokakların hak arama yeri olmadığı"nı da söylemesi, demokrasinin bir başka temel öğesini de yok etmek istediğini açıkça gösterdi.

Bu aşırı sağcı yaklaşım, aşırı sağcı bir ittifak olan iktidar blokunun cüretkarlığının bir ifadesidir. Fakat Bahçeli ve elbette Erdoğan'ın önünde iki basit engel var: Birincisi, demokrasi kendi sokakta dişiyle tırnağıyla verdiği mücadelenin bir kazanımı olan milyonlarca işçinin, Kürt'ün, kadının, çevresini korumak için mücadele eden aktivistlerin varlığıdır. İkinci ve bu iktidar blokunun bileşenlerine hatırlatılması gereken daha basit gerçek ise, 31 Mart seçimlerinin gösterdiği gibi Erdoğan-Bahçeli ittifakı bir azınlık iktidarıdır.

Yenilmiştir.

Fakirlerin kursağından alıp zenginlere pay aktarmaya devam ettikleri sürece yenilgileri çok daha ağır biçimler alacaktır.


Atilla Dirim Tüm Yazıları

109. yıldönümünde Ermeni Soykırımı: Nasıl bir mücadele?

Yüz binlerce insanın çoluk çocuk denmeden katledildiği Ermeni Soykırımı’nın üzerinden 109 yıl geçti. Bu uzun zamanın önemlice bir kısmında tarihin gördüğü en ağır soykırımlarından biri görmezden gelindi, yok sayıldı, inkâr edildi, soykırımın yapıldığına dair bir şeyler söylemeye çalışanlara da abanın altından ve üstünden sopa gösterilerek, “Gerekirse yeniden yaparız!” tehdit ve imaları hiç eksik edilmedi. 

İnkâr ve çarpıtılan gerçekler

Uzun yıllar boyunca Ermeni Soykırımı hakkında bilgiler son derece sınırlıydı. Daha doğrusu, soykırım gerçeği, ters yüz edilerek anlatılıyor, kurban, düşmanmış gibi gösterilerek yapılanlar haklı çıkartılıyordu. Başta okul kitapları olmak üzere, Türkçe neredeyse bütün kitaplar, o döneme dek “sadık tebaa” olarak bilinen, yüzyıllar boyunca Türklerle iç içe yaşamış Ermenilerin, dış güçlerin etkisi altında kalarak Ruslarla işbirliği yaptığını, dördüncü kol faaliyeti gösterdiğini, ihanet içinde Türkleri arkadan vurduğunu ve düşmanla daha fazla işbirliği yapmamaları için zarar veremeyecekleri bir bölgeye tehcir/sürgün ettirildiklerini anlatıyordu. Üstelik bu tehcir insani koşullar içinde gerçekleşmişti ve savaş bitip de tehdit ortadan kalkınca, geri dönmelerine izin verilecekti. Eh, düşmanla işbirliği içinde Türklere ihanet eden insanlara bu davranış normal değil miydi? Kim kendisine zarar verecek birilerinin varlığına sessizce göz yumardı ki? Ermeniler, içimizdeki haindi. Ve halen de bu potansiyeli barındırıyorlardı.

Egemen anlatı neden kabul görüyor?

Karl Marx, Alman İdeolojisi adlı eserinde “Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir: Yani, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen fikrî güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, bu sayede aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının da üzerinde denetim kurar; böylelikle zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşüncelerini de, genel olarak, kendine tabi kılar” der.

Marx’ın bu tespitine uygun olarak, Türkiye egemen sınıfının yarattığı ve Kurtuluş Savaşı olarak popülerleştirilen kuruluş mitosu halen toplumun geneli tarafından benimseniyor. Kuruluş mitosu, emperyalist devletlerin mazlum ama onurlu bir millete saldırdığını, bu saldırıya iç düşmanların da katıldığını, bunların başında da Ermenilerin geldiğini, ancak Mustafa Kemal liderliğindeki kurtuluş hareketinin yoksul, imkânları tükenmiş halkı örgütleyerek emperyalizmi kovduğunu ve bağımsız cumhuriyeti kurduğunu anlatır. Bu cumhuriyet en son Türk devletidir, yıkılırsa yenisi kurulamayacaktır, bu yüzden de gözbebeği gibi bakılması gerekmektedir. 

Çarpıtılan gerçekler üzerine kurulan bu mitos, nihayetinde inkârı gerektirdiği için egemen kapitalist sınıf için büyük önem taşır. Çünkü soykırım gerçeğinin toplumun geneli tarafından kabul görmesi halinde, yalanlar üzerine inşa edilen binanın, yani devletin kalıcı hasarlar alması söz konusu olabilir. Bu tehlikeye karşı kuruluş mitosu daha ana sınıfından itibaren çocuklara anlatılmaya, beynine kazınmaya başlanır. Bu mitosun doğru olmadığını söyleyen ya da mitos aleyhine yazıp çizenlerin düşman olduğu ya da düşmanlar için çalıştığı öğretilir. Bunun başarıyla yapıldığını ve toplumun geneli için kuruluş mitosunun son derece önemli ve hatta dokunulmaz, kutsal olduğunu söylemek gerekir.

İnkâr zırhında çatlaklar 

Ancak yine de inkâr zırhında önemli çatlaklar açıldığını söyleyebiliriz. 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren, soykırımla ilgi çalışmalar Türkiye’de de yer almaya, konuyla ilgili kitaplar yayınlanmaya başlandı. Özellikle Hrant Dink’in 2007’de katledilmesinin ardından, soykırımın tanınması için faaliyetler gösteren oluşumların sayısı artmaya başladı. 2010 yılında İstanbul Taksim’de ilk soykırım anması düzenlendi, paneller, sosyal medya yayınları, konuşmalar birbirini izledi. 

2008’de dünyayı etkisi altına alan ve giderek derinleşen kapitalist kriz, 2015’ten itibaren dünyanın genelinde otoriter iktidarların işbaşına gelmesine, mevcut iktidarların otoriterleşmesine ya da otoriter eğilimlerin güçlenmesine yol açtı. Türkiye’de de bu süreç yaşandı ve Ermeni Soykırımı’nın tanınması yolundaki çabalar üzerindeki baskılar artırıldı. Ancak cin şişeden bir kere çıktı ve artık tekrar içeri sokulması mümkün değil; esas mesele, bu ağır baskı koşullarında nasıl mücadele vermeli, ne yapmalı?

Nasıl bir mücadele?

İnkâr zırhındaki çatlağa rağmen, kurucu mitosun temelini oluşturan ve “Ermeniler günün birinde geri gelip sizi kovabilir, sahip olduğunuz her şeyi elinizden alabilir” korkusu, hâlen toplumun genelini etkisi altına almış durumda. 

Hak ve özgürlük mücadelesi veren öznelerin veya grupların “Ermeni(ci) olmakla” itham edilmediği, milyonlarca işçinin ve ezilenin nezdinde “itibarsızlaştırılmadığı” gün yok gibi. Tamamen bir önyargı halini almış olan bu korkunun üstesinden gelebilmek, işçi sınıfının bakışlarını hayali düşmanlardan çevirerek patronlara yöneltmek, Ermeni Soykırımı’yla yüzleşmeyi ve hesaplaşmayı gerektiriyor. Ancak işçi sınıfını ve ezilenleri bunu yapmaya ikna etmek, sınıfın gündelik mücadelesi içinde, sınıfın güvenini kazanmakla mümkün olur.  

Sınıfın gündelik mücadelesi ise çok yönlü ve çok katmanlı bir mücadeledir. Türk-Türk olmayan, kadın-erkek, yerli-göçmen, hetero-LGBTİ+ olarak bölünmüş bir sınıfın birleşerek temel hak ve özgürlük mücadelesi vermesi mümkün değildir. Bundan ötürü dünyanın tüm işçilerini birleşmeye çağıran sosyalistlerin, bu birliği sağlamak için ırkçılığa, milliyetçiliğe, cinsiyetçiliğe ve sınıfı bölen her türden ayrımcılığa karşı amansız bir mücadele vermesi gerekir.


Alex Callinicos Tüm Yazıları

Almanya’nın İsrail ile bağları tehdit altında mı?

Dünya Merkezi Mutfağı katliamı, son altı aydır Gazze’ye saldıran İsrail’in nasıl bir ölüm makinesi olduğunu gözler önüne serdi. Katliamın giderek artan etkisi, Muhafazakâr Parti’yi bile bölüyor. Winston Churchill’in torunu Nicholas Soames İsrail’e silah satışlarının durdurulması çağrısında bulunurken, aşırı sağcı Suella Braverman, Netanyahu hükümetine ‘sağlam raporu’ verdi.

Almanya bile baskı altında. Olaf Scholz hükümeti şimdiye kadar açık bir şekilde Netanyahu’nun arkasında durdu ve İsrail’e silah satışlarını artırdı. Fakat bunun diplomatik maliyeti giderek artıyor. Kalkınma Bakanlığı genel sekreteri Niels Annen, “Arap dünyasında çok fazla yumuşak güç kaybettik” diye itiraf ediyor.

Bu politikanın, Nazilerin Holokost’ta yaklaşık altı milyon Yahudi’yi öldürmesinin kefareti olduğu iddia ediliyor. Mart 2008’de İsrail parlamentosunda yaptığı meşhur konuşmasında, dönemin Almanya Başbakanı Angela Merkel, “Almanya’nın İsrail’in güvenliği konusundaki özel tarihi sorumluluğu, ülkemin devlet aklının bir parçasıdır. Bu nedenle Almanya Şansölyesi olarak benim için İsrail’in güvenliği asla müzakereye açık olmayacak” demişti. Der Spiegel dergisinin belirttiği üzere, “devlet aklına dair formülasyon aynı kaldı ve Merkel'in mirasının bir parçası haline geldi.”

Fakat İsrail ile Batılı işgalci güçler tarafından 1949’da kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti arasındaki ilişkinin geçmişi 1950’li yıllara kadar uzanıyor. İlk Batı Almanya şansölyesi Konrad Adenauer, Holokost'tan sonra uluslararası olarak yeniden kabul görmek için İsrail ile yakın bir ilişki kurmayı çok önemli görüyordu. Bunu antisemitik bir dille ifade etmişti: “'Yahudilerin bugün bile, özellikle Amerika’daki gücü hafife alınmamalı.” Almanya’nın 1953’te kabul ettiği tazminat ödemeleri, yarım milyon Orta Doğulu Yahudi mülteciyi kabul eden İsrail ekonomisini canlandırdı. 1957’den itibaren Batı Almanya, İsrail’in en büyük silah tedarikçilerinden biri haline geldi.

Tarihçi Adam Tooze, Merkel’in müdahalesinde silahların büyük bir rol oynadığını savunuyor. “Almanya'nın son yıllarda İsrail’e teslim ettiği en önemli silahlar büyük ve hantal, tasarlanmaları ve teslim edilmeleri yıllar alıyor ve milyarlarca avroya mal oluyorlar. Denizaltılardan bahsediyorum. 1990’lardan beridir Alman tersaneleri İsrail’in denizaltı filosunun ana müteahhidi oldu.”

Alman yapımı altı denizaltı, İsrail’in yaklaşık 90 nükleer savaş başlığının önemli bir kısmını taşıyan seyir füzeleri ateşlemek için tasarlandı. 1960’ların başlarından itibaren, Alman-İsrail savunma işbirliğinin önemli bir yönü bu gizli nükleer gücün geliştirilmesiydi. Tooze, Merkel’in kendi nükleer silahlarını geliştirmeye çalışmakla suçladığı İran'ın İsrail'e tehdit oluşturmasından endişe duyduğunu savunuyor.

Ülke içindeyse İsrail yanlısı “devlet aklı” Filistin'le dayanışmanın antisemitizm ilan edilerek bastırılması şeklinde kendini gösteriyor. Alman parlamentosu 2019'da İsrail’e yönelik Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) kampanyasını kınayan bir karar aldı. 7 Ekim’den beri Alman kültür ve akademik kurumları, İsrail’i eleştiren herkesi karalamak için çılgın bir saldırı yürütüyor. Max Planck Sosyal Antropoloji Enstitüsü’nün Lübnanlı-Avustralyalı antropolog Ghassan Hage’i sosyal medya paylaşımları nedeniyle görevden alması, özellikle utanç verici bir örnek.

Akademi de “devlet aklı” çizgisine uyuyor. Almanya’nın yaşayan en ünlü filozofu ve Marksizmin Frankfurt ekolünün mirasçısı Jürgen Habermas, iki meslektaşıyla birlikte şunları söyleyen bir bildiri yayınladı: “Filistin halkının kaderiyle ilgili tüm endişelere rağmen, İsrail’in eylemlerine soykırım niyeti atfedildiğinde değerlendirme standartları tamamen kayıyor.” Uluslararası Adalet Divanı aynı görüşte olmayabilir.

Şimdiyse hakikaten solcu bir filozof olan Nancy Fraser, Köln Üniversitesi’ndeki misafir profesörlük görevinden alındı. Suçu ne miydi? Acil ateşkes çağrısında bulunan “Filistin İçin Felsefe” bildirisini imzalamak. Yahudi olan Fraser’ın görevden alınması, nihayet önde gelen bazı Alman akademisyenlerin tepki göstermesine yol açtı.

Ne var ki tıpkı McCarthy’nin 1950’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nde yürüttüğü komünist cadı avında olduğu gibi, baskı toplumun derinlerine işlemiş durumda. Filistin sempatisi ile suçlanabilecek yerel kültür merkezlerinin devlet finansmanı geri çekiliyor. Mesele sadece Alman emperyalizmi ile İsrail yerleşimci sömürgeciliği arasındaki stratejik ittifakla ilgili değil. Aşırı sağcı AfD (Almanya için Alternatif), ana akım partileri baskı yapmaya zorluyor. Soykırım ve İslamofobi yakından ilişkili.


Alex Callinicos Tüm Yazıları

ABD-İsrail ilişkilerinde çekişme

Joe Biden yönetiminin Gazze’de ateşkes çağrısı yapan son Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararını veto etmemesi nedeniyle ABD ile İsrail arasındaki gerilim iyice görünür hale geldi. İsrail Başbakanı Netanyahu, başka bir hassas noktayı görüşmek üzere Washington’a uçması planlanan heyeti iptal etti: İsrail ordusunun daha fazla katliama yol açmadan Gazze’de planladığı saldırıyı nasıl gerçekleştirebileceği konusu.

Bu anlaşmazlık, ya İsrail’in ABD'nin kuklası olduğunu ya da güçlü İsrail lobisinin ABD dış politikasını domine ettiğini düşündüğü için iki devleti temelde aynı gören birçok kişi açısından kafa karıştırıcı. Fakat iki açıklama da doğru değil.

Biri diğerinden çok daha güçlü olan iki devletin çıkarlarının kesişmesi söz konusu. Ancak bu çıkarlar birebir aynı değil. İsrail, Siyonist siyasi projenin ürünü olan, yerleşimci sömürgeci bir devlet. İsrail’i kuranlar, Filistin’de yalnızca Yahudilere ait bir devlet kurmanın, yerel halkın mülksüzleştirilmesi ve yerlerinden edilmesi anlamına geleceği ve bunu başarabilmek için bölgedeki egemen gücün desteğinin gerekli olduğu konusunda oldukça netti.

1917’ye kadar Filistin’i yöneten Osmanlı İmparatorluğu bu plana ilgi göstermedi. Ama Birinci Dünya Savaşı sonunda Filistin’i ve Maşrık’ın diğer bölgelerini ele geçiren İngiltere, Siyonistleri destekleme kararı aldı. İngiltere’nin Kudüs Valisi Ronald Storrs, alaycı bir şekilde “bu girişim alanın da verenin de lehine, İngiltere için potansiyel olarak düşman bir Arap denizi içinde ‘sadık, küçük bir Yahudi bölgesi’ oluşturacak” diye açıklıyordu.

Bu, Siyonist silahlı grupların, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’yi Filistin’den çekilmeye zorlamak için terör girişimlerinde bulunmasını engellemedi. İsrail Devleti, 1947-49 yılları arasında gerçekleşen Nakba ile 750.000 Filistinliyi sürüp, topraklarını ve evlerini çalarak kurulduğundaysa, Batı emperyalizmine hizmet etmeye gönüllü oldu.

1951’de “liberal” Siyonist Ha'aretz gazetesinin editörü şöyle yazıyordu: “İsrail’in güçlendirilmesi Batılı güçlerin Orta Doğu’da denge ve istikrarı korumasına yardımcı oluyor. İsrail bir bekçi köpeği olacak... Batılı güçler bazen herhangi bir nedenle gözlerini kapatmayı tercih ederlerse, Batı’ya karşı nezaketsizliği izin verilen sınırları aşan bir veya birkaç komşu devletin cezalandırılması konusunda İsrail’e güvenilebilir.”

İsrail’in gerileyen İngiliz ve Fransız sömürge imparatorluklarıyla işbirliği yaparak Ekim 1956’da Mısır’a saldırmasının temelinde bu vardı. Fakat Başkan Dwight Eisenhower’ın “tüm Arap dünyasını kaybederiz” korkusuyla onları geri çekilmeye zorlamasıyla birlikte, ABD Orta Doğu’daki yeni egemen emperyal güç olduğunu duyurdu. İsrail Başbakanı David Ben Gurion Sina ve Gazze’den çekilmeyi reddettiğinde, Eisenhower onu tüm yardımları kesmekle ve BM yaptırımlarıyla tehdit etti.

Bununla birlikte, 1967’de İsrail, Mısır ve Suriye arasında yaşanan çatışmada Washington, İsrail’in ana silah tedarikçisi haline geldi ve bölgedeki en büyük askeri güç olarak konumunu sağlamlaştırmasına olanak sağladı. Bu çatışmaları durdurmadı. Ağustos 1982’de Başkan Ronald Reagan, İsrail’in Beyrut’u ayrım gözetmeden bombalamasına duyduğu “öfkeyi” ifade etmek için İsrail Başbakanı Menachem Begin’i aradı. Sivillerin katledilmesini “soykırım” olarak nitelendirdi. Begin yarım saat sonra onu geri arayıp tam ateşkes emri verdiğini söyledi.

Reagan, İsrail’in Beyrut kuşatmasının tüm bölgeyi istikrarsızlaştırmasından endişeleniyordu. Fakat Gazze’deki soykırım daha da kötü. Foreign Policy dergisi “İsrail ABD için stratejik bir yük” başlıklı bir makale yayınladı. Ancak Biden’ın tüm sitemleri sembolik kaldı. Yakın zamanda İsrail için 1800 adetten fazla 900 kiloluk MK84 bombası da içeren yeni bir silah paketini onayladı ki bu bombalar Gazze'deki katliamın sebebi.

Muhtemelen asıl etken, ABD emperyalizminin görece zayıflamış olması. İsrail (ABD'nin yardımı sayesinde) artık çok daha güçlü bir ekonomiye sahip. Netanyahu, kamuoyu önünde Washington’a meydan okuyacak ve Hristiyan sağın desteğini almak için ABD siyasetine karışacak kadar kendine güveniyor.

ABD emperyalizmi savunma durumunda. Yöneticileri tehlikelere açık köprübaşlarını desteklemekten başka seçenekleri olmadığını düşünüyor gibi görünüyor: Avrupa’da Ukrayna, Pasifik’te Tayvan ve Orta Doğu’da İsrail. Bizi daha fazla felaket bekliyor.

Çeviri: Irmak Yavlal


Ali Morgül Tüm Yazıları

Yalan, güven ve uzaylılar ya da 3 Cisim Problemi

3 cisimli bir sistemde yaşıyoruz şu an. İkisi iktidarda, üçüncüsü ise muhalefette ama orası hala biraz dağınık.  “Muhalefetin etkisi ve eli altında bir hayat, muhtemelen daha yaşanılabilir (ya da katlanılabilir) bir hayat olacaktır” diye düşünenlerin sayısı çoğunluk artık. En azından teoride öyle gözüküyor diyelim. Tıpkı dizideki gibi.  3 Cisim Problemi dizisinden atıfla yazdım, yukarıdaki giriş cümlelerini. İki cismin yörüngesinde ya da yakınında hayatın cehennem alevi gibi yakıcı olduğunu gören insanlar, artık başka bir cism(ler)e yöneldi.

Eğer yanlış hesaplamalara saparsanız ya da doğru hesaplamalar da yapsanız doğru sonuca ulaşacak doğru yol ve yöntemleri bulamazsanız cehennem alevi gibi sıcaklıkta yok oluyorsunuz. Alien’ların yaşanabilir bir gezegen aramalarına sebep olan ve çözemedikleri bir sorun. Bir gezegenin 3 ayrı güneşin farklı yörüngelerde iken uğradığı çekim kuvveti sonrasında eksenine girdiği iki büyük cisim sadece ölüm ve yok oluşu getirirken 3. Güneşin ekseninde bir ihtimal yaşam olup olamayacağını bilim insanlarına araştırtırılıyor. Fakat bir oyun aracılığı ile, sanal ve 3 boyutlu bir hologram gibi o koşulları yaşattıkları bir tür oyun aracılığı ile bunu yapıyorlar. Kafaya geçirilen bir motosikletci kaskını andıran “arttırılmış gerçeklik aleti” ile yapılıyor bu testler ve araştırmalar.

Herkes gibi demeyeyim ama belki de herkesten çok önce izlediğim bu dizideki kısacık bir sahnenin, “ağzından salya akanları” hemen piyasaya çıkardığını gördüm. “Nasıl olur da dizide dünyayı kurtaran 3 kişiden birisi Rakka’da Işid’e karşı savaşmış, -üstelik profesör vs. olan bir kadın savaşçı olur?” diye soruyorlar. Dizinin sonundan yeni sezonun da geleceği belli olan bu serinin ikinci sezonunda neler olur tahminde bulunmak zor, ama aşikardır ki “dünyayı kurtaracak” olanlar yeniden dizide boy verecektir, muhtemelen daha aktif ve daha baskın rolleriyle.

“Ee o zaman bu güruh ne yapar acaba?” diye düşünmeden edemiyor insan. Dizide, herkes kendi dünyasından birçok anlam yüklediği sahneleri kendince seçip çıkartıyordur belleğinin derinliklerinde. Herkesin kendince iyi ya da vasat bulduğu bu diziden de kimi sahneler kalır illa ki akıllarda. Benim aklımda kalan (dizinin bence dönüm noktası); gezegen dışı canlılarla ile öncesinden beridir temasta ve görüşmekte olan ekibin başındaki şahsın “Kırmızı Başlıklı Kız” masalını anlattığı sahneydi. O şahıs belli ki insanların kendi tarihlerinden, geçmişlerinden birçok bilgiyi düzenli olarak dünya dışı bu canlılarla paylaşıyordu. Bu sahnede efendimiz denilen uzaylının yalan ne demek öğrendiği bir sekans vardır. İnsan evladının yalan söyleyebileceğini hiç düşünmemiştir ve o bu gerçeği öğrendiği an bütünü ile insanlarla irtibatı kesmiş, dünyaya yönelik amaç ve hedefleri de muhtemelen değişmişti. Dünyada ise dünya dışı canlılara güvenen ve güvendikleri için senaryo akışı içerisinde ihanet edenler durumuna düşecek olanlarla en başından beri bu canlılara güvenmeyen ve senaryo akışı içerisinde olumlanan ikiye bölünmüş insanlık manzarası var. Yabancılara güvenmemek gerektiğini başından beri savunanları haklı kılan bir gidişat ile sonlandı ilk sezon ve belli ki devamı gelecek. Yani işte uzaylıların insan ile aralarındaki en büyük fark yalan söyleyememeleriydi ve ama insan yalan söylüyordu, dolayısıyla güvenilmemesi gereken bir canlı türü olarak kodlanıverdi ve her yerde gözetim altında tutulmalıydı. Savaş o zaman başlıyordu işte.

İzlenebilir bir dizi bence.

Ali Morgül 

11/04/2024


Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

Seçim sonuçlar, birleşik demokratik toplumsal hareketin inşası

31 Mart 2024 yerel seçim sonuçları, Türkiye siyasetinin yeniden dizaynının mecburi bir istikamet olduğunu gösteriyor. Türkiye siyasetinin bütün yapılarının yeni dönemin siyasal, sosyal ve toplumsal dinamiklerine göre yeniden yapılanması, yeni politik rotasının belirlenmesi bir zorunluluk halini aldı.

Bu, yerel seçimlere katılan bütün siyasi partiler için geçerli bir şey. İstisnası yok. Yeni dönemin kapısı aralandı.

AK Parti, 2001 yılından bugüne, yapılan her seçimde koruduğu birinci parti olma özelliğini bu seçimlerde yitirdi. Tarihinin en büyük oy kaybını yaşadı.

CHP 5 Nisan 1977 seçimlerinden sonra ilk kez bir seçimde birinci parti oldu. 12 Mart askeri darbesi sonrası ara rejimden çıkışta, 1972 yılında yapılan CHP Genel Kurultayı’nda, milli şef İsmet İnönü’yü yenen Bülent Ecevit, partinin genel başkanı oldu. Ecevit’in CHP’si,  değişikliği söylemiyle çıktığı yolda 14 Ekim 1973 seçimlerinde 185 milletvekili ile birinci parti oldu. 1977 seçimlerinde ise son defa birinci parti oldu.

CHP yaklaşık elli yıl sonra bugün de değişim söylemiyle yapılan yönetim değişikliği sonrasında birinciliği yerel seçimlerde yakaladı. Türkiye siyasetini sarstı, birçok taşı yerinden oynattığı söylenebilir.

Siyaset taşlarının yeni yerlerinin neresi olacağı seçimsiz dört yıllık dönemde büyük ölçüde netleşecek. Türkiye’nin geleceği “10 ay önce yapılan milletvekilleri seçimlerinde büyük bir kırılma yaşayan CHP, nasıl oldu da böylesi bir başarı elde etti” sorusunun yanıtında gizli.

CHP’yi birinci parti yapan, sadece değişim yoluna girmesi değil

CHP’yi birinci parti yapan, sadece partinin değişim yoluna girmesi veya yaptıkları değildir. Ekonomik, siyasi birçok nedenin olduğu açık. Seçmen davranışını etkileyenin ve belirleyenin neler olduğunu belirlemeye yönelik araştırmalarla bunlar açığa çıkarılabilir.

Bunların içinde ciddi yer kaplayan etkenlerin; AK Parti iktidarının toplumu aşırı derecede yorması, üzerinde yükseldiği siyasi, toplumsal ve inançsal değerlere yabancılaşması, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adını verdikleri tek adam rejiminin ve otoriter yönetimin denetlenememesi, keyfiyetin yarattığı toplumsal çürümenin tepkisellik ve çaresizlik hali olduğu da çok açık.

Bu seçimlerde CHP’yi birinci yapan seçmenlerin bir kesiminin, kendi partisini uyarmak istemiş olacağı veya “yeter artık biraz da bunları değerlendirmek istiyorum” demiş olabileceği akıldan çıkarılmamalıdır.

CHP lideri Özgür Özel seçimlerden bir gün sonra “bize verilen oyların tamamının bizim oylarımız olmadığını biliyoruz” dedi. Özel, yeni dönemde partisini bekleyen siyasal değişimin ve dönüşümün rotasını belirleyebilirse, CHP bundan sonraki 2028 seçimlerinde, Ecevit CHP’sinin 1979 seçimlerindekine benzer bir sonuçla karşı karşıya kalmaz.

Ecevit, “düzen değişikliği özgürlükler” vaadiyle yola çıkmasından kısa bir süre sonra 1978 yılında Kahramanmaraş katliamı sonrası sıkıyönetim ilan eden hükümetin başı oldu. 12 Eylül 1980 askeri darbe planını uygulayan kuvvet komutanlarını 1978’de göreve Ecevit atadı.

Bugün CHP, rejim krizinin yarattığı ekonomik, siyasi sorunların kıskacında, toplumun sıkıştığı yerde nefes aldıracak yerel yönetim anlayışı geliştiremezse, rant paylaşımının el değiştirmesiyle sınırlı bir yaklaşımla belediyecilik yürütürse, fiilen oluşan ikili yönetim yapısı yeni bir siyasal istikrarsızlık ve mevcut siyasal krizin derinleşmesi, hatta kronikleşmesi sonucunu üretir.

Demokratik değişim seçeneği

Hiç kuşkusuz mevcut iktidar partisi bu durumu değerlendirmek isteyecektir. Ancak bu kapasitesinin çok sınırlı olduğu açık. Partisinin toparlanması zorunlu görülen büyük radikal siyasal, örgütsel açılımları yapabilecek gücünü hem lideri hem de örgütü yitirdi. Bu, Yeniden Refah Partisi vasıtasıyla daha radikal siyasal İslamcı hareketlerin gelişmesine ve toplumda Türk milliyetçiliğinin daha da radikalleşmesine yol açacaktır. Yeni tip muhafazakarlık ve milliyetçilik gelişecektir.

Bölgesel gelişmeler ve dünyadaki insan hakları rejimindeki geriye gidişler böyle bir sürecin gelişmesine zemin sunma potansiyeli taşıyor.

Bu olasılıklar demokratik Türkiye siyasetinin yeniden dizaynı sürecinde; evrensel hukuk, adalet, eşitlik ve insancıl hukuk kriterleri ekseninde, birleşik toplumsal değişim, dönüşüm hareketinin yoluna girilmesinden başka demokratik bir seçenek olmadığına işaret ediyor.

Birleşik demokratik, özgürlükçü toplumsal siyasal hareketin inşasına şimdiden koyulmanın zamanı geldi çatı. Bunun siyasal, toplumsal öznelerinin şekillenmesini sağlamak, 2028 seçimleri öncesinin en ivedi görev ve sorumluluğu olsa gerek.

Hakan Tahmaz


Tüm Yazarlar


Alex Callinicos Tüm Yazıları

İran’la savaş tehdidi için İsrail’i suçlayın

İran İslam Cumhuriyeti rejimi ile İsrail’in aşırı sağcı hükümeti arasındaki ölümcül satranç oyunu henüz sonuçlanmadı. Bu krizin sorumluluğu doğrudan Binyamin Netanyahu’ya ait. 1 Nisan’da İsrail Savunma Kuvvetleri İran Büyükelçiliği’nin Şam’daki ek binasını bombaladı ve ölenler arasında Devrim Muhafızları’ndan iki üst düzey subay da vardı.

Diplomatik tesislere saldırmak uluslararası hukukun açıkça ihlalidir. Bu aynı zamanda 1979 İran Devrimi’nden bu yana iki devlet arasında hüküm süren sözde “gölge savaşı” da tırmandırdı. Bir zamanlar ABD’nin Ortadoğu istihbaratından sorumlu olan Paul Pillar, saldırı İsrail’in Gazze’deki soykırım savaşının “başarısızlığından olayı tırmandırarak çıkış yolu bulma çabasının bir parçasıydı” diye açıklıyor:

“Tırmandırma... iki unsurdan oluşuyor. Temel unsur, İran’ı misilleme yapmaya kışkırtmak. Bu İsrail’in kendisini saldıran değil savunan taraf olarak göstermesine ve tartışmayı Gazze’de yol açtığı yıkımdan uzaklaştırıp kendisini yabancı düşmanlara karşı koruma ihtiyacına çevirmesine olanak sağlayabilir. Diğer unsur ise ABD’nin İran’la çatışmaya doğrudan müdahil olma olasılığını arttırmak.”

Pentagon, bölgedeki üslerine yönelik karşı saldırılara yol açabilecek bu saldırı konusunda kendilerine önceden haber verilmemesinden duydukları “hayal kırıklığını” dile getirdi. Washington Post’a göre, Savunma Bakanı Lloyd Austin “doğrudan İsrailli mevkidaşı Savunma Bakanı Yoav Gallant’a şikayette bulundu.”

İsrail ile İran arasındaki prestij mücadelesinde Tahran misilleme yapmak zorunda kaldı. Ancak topyekûn bir savaş istemiyor. Bu, Körfez ülkeleriyle son dönemdeki uzlaşılarını tersine çevirebilir. Pillar, “şiddetin çoğunu İsrail’in başlattığı ve İran’ın çoğunlukla karşılık verdiği asimetrik bir örüntüye” işaret ediyor. İran’ın tepkisi, cumartesi gecesi ilk kez doğrudan İsrail’e 300'den fazla füze ve drone fırlatmak oldu.

İsrail’e göre neredeyse tamamı Batı’nın da yardımıyla engellendi. İngiltere Dışişleri Bakanı David Cameron saçma bir şekilde İran’ın “çifte yenilgiye” uğradığını iddia etti. Güvenlik uzmanı Emile Hokayem’in belirttiği gibi, “İsrail bu başarısını İran’ın uyarılarına ve ABD, İngiltere, Fransa, Ürdün ve diğer Arap devletlerinin yardımına borçludur. Operasyon, İsrail’in son aylarda yok saydığı ortaklarına olan güvenlik bağımlılığını ortaya çıkardı.”

Eminim Tahran füzelerinin ve drone’larının büyük oranda engellenmesini bekliyordu. “Rejimin içinden biri” Financial Times’a şöyle diyor: “Amaç caydırıcı olmak ve ABD ile İsrail’e ‘artık yeter’ sinyali vermekti.” Bombardıman bir gösteriydi. Topyekûn bir savaşta İran, çok daha fazla füze ve drone fırlatarak İsrail savunmasını boğmaya çalışacaktır. Askeri uzmanlar, İranlıların İsrail Savunma Kuvvetleri’nin şimdiki tepkisini gözlemleyerek gelecekteki saldırılar için faydalı bilgiler elde edeceklerine dikkat çekiyor.

Joe Biden bilhassa zafer ilan etmeye ve bir sınır çizmeye hevesli. İsrail’i desteklemek için iki füze savunma muhribi gönderdikten sonra, Netanyahu’ya saldırıların ardından “ağırdan almasını ve tepkisini iyice düşünmesini” tavsiye etti. “Üst düzey bir yetkili” Washington Post’a, “Burada kimse gerilimi tırmandırmak istemiyor” diyor ve “ABD’nin İran’a yönelik herhangi bir İsrail saldırısının parçası olmayacağını” vurguluyor.

Biden’ın önceliği Çin’le yüzleşmek. Geçen hafta Washington’un sadece İsrail’e değil, Çin ile toprak anlaşmazlıkları olan Filipinler’e de “sarsılmaz” bağlılığını ilan etti. Bu arada Ukrayna silahlı kuvvetlerinin başkomutanı, Rusya ile savaşta doğu cephesinin “önemli ölçüde kötüleştiğini” söyledi. İran’la savaş, ABD’nin ihtiyacı olan son şey.

Binyamin Netanyahu? Onun için durum pek öyle değil. Hokayam’ın belirttiği gibi, onun için “bu net bir kazanç: İran’ın saldırısı, Gazze’deki acımasız harekata yönelik haftalardır çoğalan eleştirilerin ardından Batı’nın desteğini artırdı. Şu anki endişe, bu turda galip gelindiği algısının, İsrail’i riskten kaçınmak yerine risk almaya yönlendirebileceği. Netanyahu’nun Washington’a şöyle demesi mümkün: İran’ın peşinde düşmemize izin vermiyorsanız bırakın Refah'ı işgal edelim.”

Bu yüzden ABD nihayet İsrail’e ciddi bir baskı uygulamaya başlamadığı sürece, şiddet sarmalının yeniden alevlenmesini bekleyebiliriz.

Alex Callinicos

Çeviri: Irmak Yavlal


Ali Morgül Tüm Yazıları

Yalan, güven ve uzaylılar ya da 3 Cisim Problemi

3 cisimli bir sistemde yaşıyoruz şu an. İkisi iktidarda, üçüncüsü ise muhalefette ama orası hala biraz dağınık.  “Muhalefetin etkisi ve eli altında bir hayat, muhtemelen daha yaşanılabilir (ya da katlanılabilir) bir hayat olacaktır” diye düşünenlerin sayısı çoğunluk artık. En azından teoride öyle gözüküyor diyelim. Tıpkı dizideki gibi.  3 Cisim Problemi dizisinden atıfla yazdım, yukarıdaki giriş cümlelerini. İki cismin yörüngesinde ya da yakınında hayatın cehennem alevi gibi yakıcı olduğunu gören insanlar, artık başka bir cism(ler)e yöneldi.

Eğer yanlış hesaplamalara saparsanız ya da doğru hesaplamalar da yapsanız doğru sonuca ulaşacak doğru yol ve yöntemleri bulamazsanız cehennem alevi gibi sıcaklıkta yok oluyorsunuz. Alien’ların yaşanabilir bir gezegen aramalarına sebep olan ve çözemedikleri bir sorun. Bir gezegenin 3 ayrı güneşin farklı yörüngelerde iken uğradığı çekim kuvveti sonrasında eksenine girdiği iki büyük cisim sadece ölüm ve yok oluşu getirirken 3. Güneşin ekseninde bir ihtimal yaşam olup olamayacağını bilim insanlarına araştırtırılıyor. Fakat bir oyun aracılığı ile, sanal ve 3 boyutlu bir hologram gibi o koşulları yaşattıkları bir tür oyun aracılığı ile bunu yapıyorlar. Kafaya geçirilen bir motosikletci kaskını andıran “arttırılmış gerçeklik aleti” ile yapılıyor bu testler ve araştırmalar.

Herkes gibi demeyeyim ama belki de herkesten çok önce izlediğim bu dizideki kısacık bir sahnenin, “ağzından salya akanları” hemen piyasaya çıkardığını gördüm. “Nasıl olur da dizide dünyayı kurtaran 3 kişiden birisi Rakka’da Işid’e karşı savaşmış, -üstelik profesör vs. olan bir kadın savaşçı olur?” diye soruyorlar. Dizinin sonundan yeni sezonun da geleceği belli olan bu serinin ikinci sezonunda neler olur tahminde bulunmak zor, ama aşikardır ki “dünyayı kurtaracak” olanlar yeniden dizide boy verecektir, muhtemelen daha aktif ve daha baskın rolleriyle.

“Ee o zaman bu güruh ne yapar acaba?” diye düşünmeden edemiyor insan. Dizide, herkes kendi dünyasından birçok anlam yüklediği sahneleri kendince seçip çıkartıyordur belleğinin derinliklerinde. Herkesin kendince iyi ya da vasat bulduğu bu diziden de kimi sahneler kalır illa ki akıllarda. Benim aklımda kalan (dizinin bence dönüm noktası); gezegen dışı canlılarla ile öncesinden beridir temasta ve görüşmekte olan ekibin başındaki şahsın “Kırmızı Başlıklı Kız” masalını anlattığı sahneydi. O şahıs belli ki insanların kendi tarihlerinden, geçmişlerinden birçok bilgiyi düzenli olarak dünya dışı bu canlılarla paylaşıyordu. Bu sahnede efendimiz denilen uzaylının yalan ne demek öğrendiği bir sekans vardır. İnsan evladının yalan söyleyebileceğini hiç düşünmemiştir ve o bu gerçeği öğrendiği an bütünü ile insanlarla irtibatı kesmiş, dünyaya yönelik amaç ve hedefleri de muhtemelen değişmişti. Dünyada ise dünya dışı canlılara güvenen ve güvendikleri için senaryo akışı içerisinde ihanet edenler durumuna düşecek olanlarla en başından beri bu canlılara güvenmeyen ve senaryo akışı içerisinde olumlanan ikiye bölünmüş insanlık manzarası var. Yabancılara güvenmemek gerektiğini başından beri savunanları haklı kılan bir gidişat ile sonlandı ilk sezon ve belli ki devamı gelecek. Yani işte uzaylıların insan ile aralarındaki en büyük fark yalan söyleyememeleriydi ve ama insan yalan söylüyordu, dolayısıyla güvenilmemesi gereken bir canlı türü olarak kodlanıverdi ve her yerde gözetim altında tutulmalıydı. Savaş o zaman başlıyordu işte.

İzlenebilir bir dizi bence.

Ali Morgül 

11/04/2024


Atilla Dirim Tüm Yazıları

109. yıldönümünde Ermeni Soykırımı: Nasıl bir mücadele?

Yüz binlerce insanın çoluk çocuk denmeden katledildiği Ermeni Soykırımı’nın üzerinden 109 yıl geçti. Bu uzun zamanın önemlice bir kısmında tarihin gördüğü en ağır soykırımlarından biri görmezden gelindi, yok sayıldı, inkâr edildi, soykırımın yapıldığına dair bir şeyler söylemeye çalışanlara da abanın altından ve üstünden sopa gösterilerek, “Gerekirse yeniden yaparız!” tehdit ve imaları hiç eksik edilmedi. 

İnkâr ve çarpıtılan gerçekler

Uzun yıllar boyunca Ermeni Soykırımı hakkında bilgiler son derece sınırlıydı. Daha doğrusu, soykırım gerçeği, ters yüz edilerek anlatılıyor, kurban, düşmanmış gibi gösterilerek yapılanlar haklı çıkartılıyordu. Başta okul kitapları olmak üzere, Türkçe neredeyse bütün kitaplar, o döneme dek “sadık tebaa” olarak bilinen, yüzyıllar boyunca Türklerle iç içe yaşamış Ermenilerin, dış güçlerin etkisi altında kalarak Ruslarla işbirliği yaptığını, dördüncü kol faaliyeti gösterdiğini, ihanet içinde Türkleri arkadan vurduğunu ve düşmanla daha fazla işbirliği yapmamaları için zarar veremeyecekleri bir bölgeye tehcir/sürgün ettirildiklerini anlatıyordu. Üstelik bu tehcir insani koşullar içinde gerçekleşmişti ve savaş bitip de tehdit ortadan kalkınca, geri dönmelerine izin verilecekti. Eh, düşmanla işbirliği içinde Türklere ihanet eden insanlara bu davranış normal değil miydi? Kim kendisine zarar verecek birilerinin varlığına sessizce göz yumardı ki? Ermeniler, içimizdeki haindi. Ve halen de bu potansiyeli barındırıyorlardı.

Egemen anlatı neden kabul görüyor?

Karl Marx, Alman İdeolojisi adlı eserinde “Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir: Yani, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen fikrî güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, bu sayede aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının da üzerinde denetim kurar; böylelikle zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşüncelerini de, genel olarak, kendine tabi kılar” der.

Marx’ın bu tespitine uygun olarak, Türkiye egemen sınıfının yarattığı ve Kurtuluş Savaşı olarak popülerleştirilen kuruluş mitosu halen toplumun geneli tarafından benimseniyor. Kuruluş mitosu, emperyalist devletlerin mazlum ama onurlu bir millete saldırdığını, bu saldırıya iç düşmanların da katıldığını, bunların başında da Ermenilerin geldiğini, ancak Mustafa Kemal liderliğindeki kurtuluş hareketinin yoksul, imkânları tükenmiş halkı örgütleyerek emperyalizmi kovduğunu ve bağımsız cumhuriyeti kurduğunu anlatır. Bu cumhuriyet en son Türk devletidir, yıkılırsa yenisi kurulamayacaktır, bu yüzden de gözbebeği gibi bakılması gerekmektedir. 

Çarpıtılan gerçekler üzerine kurulan bu mitos, nihayetinde inkârı gerektirdiği için egemen kapitalist sınıf için büyük önem taşır. Çünkü soykırım gerçeğinin toplumun geneli tarafından kabul görmesi halinde, yalanlar üzerine inşa edilen binanın, yani devletin kalıcı hasarlar alması söz konusu olabilir. Bu tehlikeye karşı kuruluş mitosu daha ana sınıfından itibaren çocuklara anlatılmaya, beynine kazınmaya başlanır. Bu mitosun doğru olmadığını söyleyen ya da mitos aleyhine yazıp çizenlerin düşman olduğu ya da düşmanlar için çalıştığı öğretilir. Bunun başarıyla yapıldığını ve toplumun geneli için kuruluş mitosunun son derece önemli ve hatta dokunulmaz, kutsal olduğunu söylemek gerekir.

İnkâr zırhında çatlaklar 

Ancak yine de inkâr zırhında önemli çatlaklar açıldığını söyleyebiliriz. 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren, soykırımla ilgi çalışmalar Türkiye’de de yer almaya, konuyla ilgili kitaplar yayınlanmaya başlandı. Özellikle Hrant Dink’in 2007’de katledilmesinin ardından, soykırımın tanınması için faaliyetler gösteren oluşumların sayısı artmaya başladı. 2010 yılında İstanbul Taksim’de ilk soykırım anması düzenlendi, paneller, sosyal medya yayınları, konuşmalar birbirini izledi. 

2008’de dünyayı etkisi altına alan ve giderek derinleşen kapitalist kriz, 2015’ten itibaren dünyanın genelinde otoriter iktidarların işbaşına gelmesine, mevcut iktidarların otoriterleşmesine ya da otoriter eğilimlerin güçlenmesine yol açtı. Türkiye’de de bu süreç yaşandı ve Ermeni Soykırımı’nın tanınması yolundaki çabalar üzerindeki baskılar artırıldı. Ancak cin şişeden bir kere çıktı ve artık tekrar içeri sokulması mümkün değil; esas mesele, bu ağır baskı koşullarında nasıl mücadele vermeli, ne yapmalı?

Nasıl bir mücadele?

İnkâr zırhındaki çatlağa rağmen, kurucu mitosun temelini oluşturan ve “Ermeniler günün birinde geri gelip sizi kovabilir, sahip olduğunuz her şeyi elinizden alabilir” korkusu, hâlen toplumun genelini etkisi altına almış durumda. 

Hak ve özgürlük mücadelesi veren öznelerin veya grupların “Ermeni(ci) olmakla” itham edilmediği, milyonlarca işçinin ve ezilenin nezdinde “itibarsızlaştırılmadığı” gün yok gibi. Tamamen bir önyargı halini almış olan bu korkunun üstesinden gelebilmek, işçi sınıfının bakışlarını hayali düşmanlardan çevirerek patronlara yöneltmek, Ermeni Soykırımı’yla yüzleşmeyi ve hesaplaşmayı gerektiriyor. Ancak işçi sınıfını ve ezilenleri bunu yapmaya ikna etmek, sınıfın gündelik mücadelesi içinde, sınıfın güvenini kazanmakla mümkün olur.  

Sınıfın gündelik mücadelesi ise çok yönlü ve çok katmanlı bir mücadeledir. Türk-Türk olmayan, kadın-erkek, yerli-göçmen, hetero-LGBTİ+ olarak bölünmüş bir sınıfın birleşerek temel hak ve özgürlük mücadelesi vermesi mümkün değildir. Bundan ötürü dünyanın tüm işçilerini birleşmeye çağıran sosyalistlerin, bu birliği sağlamak için ırkçılığa, milliyetçiliğe, cinsiyetçiliğe ve sınıfı bölen her türden ayrımcılığa karşı amansız bir mücadele vermesi gerekir.


Ayşe Demirbilek Tüm Yazıları

Savaşın kazananı barışın kaybedeni olmaz, peki savaşın gerekçesi?

Kalbura emanet edilen su zayi olur...

                                                  Hariri

Birkaç gün önce savaş haberi ile uyandık. Haftalardır süren gergin bekleyiş ve belirsizlik savaş ile sonuçlandı. Yine gerekçeler, haklı ve haksız olan taraf kim? Ne olur? Kim ne adım atar? Piyasalara etkisi? Bunlar konuşuluyor, yazılıp çiziliyor, uzun bir zaman devam eder bu tartışmalar. Elbette konuşulsun, fırtınalı zamanlarda birçoğu da erkekler tarafından yapılan hararetli tartışmaları dinleyelim. Fırtınaların daha önce farkında olmadığımız fazlalık ve çöpleri de kaldırıp önümüze düşürmesi gibi, böyle zamanlarda da ummadık yerlerden ummadık cümleler önümüze dökülebiliyor. Hepimiz fırtınada bahçemize, evimize, sokağımıza dökülen çöpleri temizlemek isteyeceğimizden neyi niye temizlediğimizi de bilmiş oluruz. 

‘Kışkırtılmak’ çok kıyıda kenarda olmasa da bir süredir çok göz önünde olmayan çöplerden biriydi. Bu fırtınada, havada elden ele atılan en popüler argüman oldu. Demokrasi götürmek/özgürleştirmek/ hakkını almak/sınırlarını korumak/ulusal birlik gibi çöp olduğu kesin ve net olan ‘’gerekçe’’lerin yanına üstelik yanında yer almak istediği yeri temiz göstermek için üretilen mis gibi bir gerekçe olarak masaya kondu. 

Diğerleri gibi kışkırtılma da bizim için yeni bir argüman değil. Eli kanlı katillerin en çok kullandığı argüman bu. Biz kadınlar bunu bizi döven, tecavüz eden, taciz eden, hapsedip işkenceler yapan, yükseklerden atan, parçalayıp varillerde yakmaya çalışan sevgililerimiz, babalarımız, kardeşlerimiz ve hiçbir şeyimiz olmayan erkeklerden çok iyi biliriz. Biz bu katillerin, faillerin kışkırtmalarına sığınmayanlar, bugün de yaşanan, yaşanmış olan ve yaşanacak olan hiçbir savaş için ne kışkırtılma ne de başka bahanelere sığınılmasını kabul etmeyeceğiz. Bu bahanenin bir işgali bir savaşı gerekçelendirmek adına kullanılmasına da izin vermeyeceğiz. Bugün kendi düştükleri safları temiz göstermeye çalışanlar rahat rahat değişen saflarını ört bas edebilsinler diye milyonlarca insanın canı ile geleceği ile hayatı ile ödediği barış ve özgürlük mücadelesinin bulanıklaştırılmasına da izin vermeyeceğiz. 

Bugün ikirciksiz bir şekilde ‘’Savaş’a, Rusya’nın Ukrayna müdahalesine Hayır!” diyemeyen ve biz ezilenlerin, eşit görülmeyenlerin, yoksulların geleceği ve daha iyi bir yaşamı ile ilgilisi olmayan emperyalist müdahaleleri ve savaşları gerekçelendirenlerin her türlü özgürlük ve hak mücadelemizde de karşımızdakiler için gerekçe üretmeleri önünde birkaç fırtınalık engel olduğunu görmemiz gerekir. 

Şüphesiz ki Rusya toprakları, dünyanın birçok yerindeki başka topraklar gibi tarihsel deneyimlere şahitlik etti. Tüm o topraklar bugün bize başka bir dünyanın, eşit ve özgür bir toplumun mümkün olduğunu gösteren o gerçeği yaratanların o gün üzerine bastıkları toz ve çamurdan oluşan bir zeminden başka bir şey değildir. İşçilerin, kadınların ve tüm ezilenlerin dünyanın gördüğü en baskıcı rejimlerinden birini devirip yerine sınıfsız özgür toplumu kurması o toprakların coğrafi konumuna ya da minerallerine bağlı olmadığı gibi, milyonların canı ile kanı ile ödenen bu deneyim haritalara bakılarak yapılan bir romantizme de terk edilemez. 

Bugün o topraklarda da dünyanın herhangi bir yerinde de yüzyıl önce olduğu gibi sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir toplumu kuracak olanlar, dünyayı paylaşma savaşına girenler değil, St. Petersburg meydanında kendi ülkesinin işgal ve savaş politikasına karşı çıkan yüzbinler olacak. Bugün eşit, özgür, adil ve sınıfsız bir dünya isteyen ve bunun için mücadele edenlerin safları da St.Petersburg ve dünyanın dört bir yanındaki savaş karşıtlarının yanıdır. 

Rusya’da bugün ne sosyalist ne komünist ne de özgür, adil ve eşit bir yaşam biçimi söz konusudur. Söz konusu olsaydı, bunun yayılması için yapılacak olan, işçi sınıfının sınırları aşan dayanışmasını büyütmek ve kendi eylemi için mücadele etmek olmalıydı. Yüzyıllar önce yine aynı topraklarda deneyimlendiği gibi özgürlük ve eşitlik tanklarla götürülebilen bir şey değildir. İşçi sınıfının ve yığınların kendi eylemi ile kurulmadığı ve bugün artık çürümüş ve krizlerin içinde çırpınan kapitalizmi yeryüzünden kazımadığı sürece, biz milyonlar için huzurun olduğu bir dünya ve yaşam ne yazık ki çok zor görünmektedir. 

O gün gelene kadar bugünün somut koşullarında yapılacak şey, dünyanın her yerinde bomba ve mermi seslerine, savaş çığırtkanlığına karşı milyonlarca olduğunu bildiğimiz savaş karşıtlarının sesine katılmak, bu sesi yükseltmek, güçlendirmek bu sesleri işçi sınıfının üretimden gelen gücü ile buluşturmak için mücadele etmek. 

Savaşa Hayır 

Yaşasın Ezilenlerin Birliği! Yaşasın enternasyonalist dayanışma! 

Ayşe Demirbilek

 


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

(Dosya) Erdoğan yenildi, kartlar yeniden dağılıyor

31 Mart seçimlerinin en keskin sonucu AKP'nin yaşadığı yenilgidir. Bu yenilginin işaretlerini göremeyen AKP'den daha AKP'ci kesimler, 14 Mayıs seçimlerinden önce, hatta çok daha öncesinde Erdoğan'ın "atı alan Üsküdar'ı geçti" dediği seçimde İstanbul'u kaybetmesinden beri 2002 model AKP ile 2016/2024 model AKP'yi bir ve aynı şey sanma tercihini yaptılar.

Artık hiçbir özel anlamı olmayan AKP'ye oy veren yoksullar analizlerine sığınanların, sol içinde sözü ciddiye alınan bazı isimlerin AKP'nin oy aldığı yoksullara yönelik tespitleri değişimin dinamiğini anlamaktan fersah fersah uzaktı.

31 Mart, 14 Mayıs'ta açığa çıkan eğilimlerin daha da keskinleşmesidir. 14 Mayıs seçimlerinde hala AKP'nin öncü işçilerden oy aldığını söyleyecek kadar gözünü AKP kamaştırmış olanların söylediğinin tersine yakalanması gereken asli dinamik şuydu: "AKP’nin yapısındaki değişim hem ulusalcı sosyalistler tarafından hem de zamanında AKP’nin yapısını kavrasalar da bu partinin baştan sona yaşadığı değişimi izlemekte zorlananlar tarafından hiçbir şekilde kavranamıyor. AKP apaçık bir metamorfoza uğradı." Bu metamorfozun seçim alanına ilk şiddetli yansıması 14 Mayıs'ta oldu. 14 Mayıs seçimlerinde Hüda Par’ın oyuyla birlikte 2002 dönemi oylarına gerileyen AKP seçimin en büyük kaybedeni oldu. İktidar partisinin Erdoğan’ın iktidar aparatına dönüşmesiyle çok oy alan parti vasfını korusa da 7 puanlık kayıpla en çok kaybeden parti olmasını önemsiz görenlerin 31 Mart seçimlerini anlaması da imkansız. Sonuçlar 2018’e göre 75 ilde oy kaybettiğine ve Orta Anadolu’daki kayıplarıyla birlikte AKP’nin 2002’de ilk girdiği seçimlerin bile gerisine düşmesi eğilimin yönüne işaret etmekteydi. Bu yön 31 Mart'ta gizlenemez hale geldi ve Erdoğan ağır bir yenilgi aldı.

Mevcut iktidar meşru değildir

Bu, 14-28 Mayıs seçimlerinin sonucunu yok sayan bir iddia değildir. Bu, tersine, 31 Mart yerel seçim kampanyası yapan iktidar bloku sözcülerinin, en başta da Erdoğan'ın açıklamalarını hatırlamanın doğal sonucudur. 31 Mart seçimlerini iktidarın, Türkiye'nin ve giderek AKP'nin bekası olarak kodlayan Erdoğan, seçim sonrasında iktidarın meşruluğunu yitirmesinin de sorumlusudur. Çünkü 31 Mart seçimlerini bir yerel seçim olmaktan çıkartan yine Erdoğan ve kabinesidir. Tüm bakanlar, İstanbul mitingine helikopterle iniş yapan Erdoğan, tüm devlet olanaklarını kullanarak yüklendiler yerel seçimlere. Yerel seçimlere genel seçim muamelesi yapanlar seçim sonuçlarının genelleştirilmesine ve iktidarın bir meşruiyet krizi içinde olduğu fikrine de katlanmak zorundalar.

Seçimlerin hemen ardından Bahçeli'nin Türkiye'yi 31 Mart seçimlerini kazananların yönetmediğini açıklaması, meşruluk konusunda kafasında tilkilerin dolaştığını gösteriyor. 

Öncelikle, AKP 14 Mayıs’ta 18 milyon 586 bin oyla birinci olmuştu. Yüzde 35,32 oy almıştı. Bu partinin, 31 Mart'ta 14 milyon 850 oya gerilemesi yani yüzde 32,42 oranında oy alması nasıl yıprandığının bir göstergesidir. AKP 3 milyon 736 bin oy kaybetmiştir. Bu gerçekten devasa bir erimedir.

Bir araştırtmanın ortaya koyduğu gibi "Bundan beş yıl önceki 31 Mart 2019 yerel seçiminde AKP 30 büyükşehir dışında kalan diğer 51 ilde, il genel meclisi üyelikleri için yapılan seçimlerde 4 milyon 371 bin oy alırken, bu kez 3 milyon 303 bin oyda kalmıştır. Bir milyonun üstüne çıkan bir kayıp söz konusudur. Birinciliği korusa da oran olarak yüzde 41,6’dan yüzde 32,1’e gelmiş bu 51 ilin toplamında AKP."

Öyle ki bu "51 ilin 23’ünde il genel meclislerinde birinci parti konumunda olan AKP, bu illerin ancak 10’unda merkez ilçe belediyelerini de kontrol edebiliyor." 

Bu eğilim, Konda'nın 14 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucuna dair analizinin işaret ettiği sürecin güçlenerek sürdüğünü gösteriyor. Konda Araştırma, 2023 seçimlerinin analizinde, “Toplam seçmen üzerinden bakıldığında; Ak Parti 24 Haziran oylarından 6,3 puan, 1 Kasım oylarından 12,1 puan kaybetmiştir” vurgusunun altını birkaç kez çizmişti. AKP iki metropol, İstanbul ve Ankara’da 2018’e göre 5,5, 1 Kasım 2015’e göre 11,7 ve 7 Haziran’a göre 2,5 puan oy kaybetmiş durumda. 8 metropol olarak kategorize edilen Antalya, Adana, Bursa, İzmir, Gaziantep, Konya, Kocaeli, Mersin bölgesinde ise 2018’e göre 5 puan, 1 Kasım 2015’e göre 10,5 puan, 7 Haziran 2015’e göre 2,6 puan kaybetmiş vaziyette. Konda, “AKP’nin 24 Haziran 2018’e göre en çok oy kaybettiği küme -7,4 puan ile 54 ilden olmuş, diğer kümelerde Ak Parti’nin oy kaybı, Türkiye genelindeki kaybının gerisinde kalıyor” açıklamasını yapmıştı.

Artık yoksullar AKP'den daha sert bir şekilde kopmaya, bu parti seçmen kitlesini, bazı gazetecilerin Yeniden Refah AKP'nin omurgasına neşter attı diyeceği kadar hızlı bir şekilde kaybetmeye başladı. İstanbul'da AKP kaleleri diye bilinen ilçeleri iktidar partisi beklemediği bir hızla kaybetti. 14 Mayıs seçimlerinde AKP 24 ilçede birinci, CHP 15 ilçede birinciydi. Son seçimlerde ise CHP 26 ilçede birinci, AKP ise 13 ilçeyi kazanabildi. 14 Mayıs seçimlerinden sonra AKP’nin seçimin en büyük kaybedeni olduğunun altını çizmiştik. Şimdi AKP, yıllardır kazandığı Beyoğlu belediyesini ve birçok yoksul ilçeyi kaybetti. Yoksulların AKP'den ne kadar hızlı koptuğunu görmeyenlerin ve AKP-MHP liderliğinin karanlık politikalarını eleştirenlere AKP liderliğiyle tabanını bir tutuyorsunuz diyen AKP aşıklarının görmediği gerçek budur.

AKP tabanı tarafından boykot edildi

14 Mayıs seçimine katılım yüzde 88,92 olmuştu. Bu oldukça yüksek bir oran. 31 Mart'ta ise yüksek katılım olan birçok ilde katılım oranı düşerken AKP buralarda ciddi yara aldı. Bir araştırmanın AKP'nin yüksek oy aldığı Gaziantep'te yaşadığı gerilemeyi özetlerken söylediği gibi, 14 Mayıs 2023’te Gaziantep’te katılım oranı yüzde 86,06 olmuştu. 31 Mart yerel seçiminde bu oran 70,76’ya gerilemiş. Geçen milletvekili seçiminde 508 bine yaklaşan AKP'nin oyları 31 Mart’ta il genel meclisinde 323 bine inmiştir. Yeniden Refah Partisi ise 100 bin dolayında oy artışı sağlamış.

Yıllardır çok basit bir aritmetik gerçeğin altını çiziyoruz: AKP'yi yenmenin yolu tabanının bir kesiminin AKP'yi desteklemekten vazgeçmesini sağlamaktır. Bu seçimlerde bu sağlandı. AKP'ye oy veren kitlelerin bir kesimi sandığa gitmeyerek, bir kesimi sandığa gidip YRP'ye ya da ana akım muhalefete oy vererek iktidar partisine sert bir tokat attı. Gerçekten de iki seçim arasında sandığa gidenlerin sayısı yaklaşık 5 milyon 800 bin kişi geriledi. AKP'nin omurgası sayılan 51 ilde "CHP, bu illerin seçmen tabanında MHP’nin gerisinde üçüncü parti konumuna düşmekteydi. CHP, geçen 31 Mart’ta bu kez ikinci parti konumuna çıkmıştır." 

Düşmanını seçme hakkı

Siyasi arenanın iki düşman kampa indirgendiği ve insanların önüne bu bloklaşmadan birisini tercih etmek üzere sandık kurulduğu her seferinde net bir tartışma yaşanıyor. 14 Mayıs seçimlerinde HDP'nin de cumhurbaşkanı adayı çıkartmadığı koşullarda Kılıçdaroğlu'na oy çağrısı yapan öncü işçiler ve devrimci sosyalistler, CHP'nin o zamanki genel başkanı müthiş bir siyasal alternatif olduğu için değil, siyasal dengelerde yaşanacak değişimin yaratacağı olanakları gördüğü için oy çağrısı yapmıştı. Birileri burnunu kapayarak CHP'ye oy çağrısı yaptıklarını iddia ettiklerinde komik duruma düşmüşlerdi. Gırtlağına kadar foseptik çukurunda yapılan politikada burnuna mandal takmak kimseyi kurtarmaz. Üstü başı pislik içinde olanların sadece kokudan rahatsız olması ilginç bir sterilizasyon mantığı elbette. Ama Türkiye'de politik alanda steril kalacağını düşünen bir "sol" damar daima olagelmiştir.

Kılıçdaroğlu'na sosyalistlerin yaptığı çağrı tıpkı Kürtlerin, LGBTİ+'ların, kadınların, işçilerin yaptığı oy çağrısında olduğu gibi kiminle hangi koşullarda mücadele edeceğine yönelik bir çağrıydı.

Bu seçimlerde karmaşık bir politik hat izleyen Kürt hareketi hem İmamoğlu'na hem kendi adaylarına çağrı yapmış oldu. İmamoğlu'na çağrı yapanlar bayıldıkları için değil, İmamoğlu'nun kazandığı ve AKP-MHP'nin toplamda yenildiği koşullarda mücadele etmenin çok daha kolay olduğunu düşündükleri için bunu yaptılar.

Kuşkusuz AKP'nin yenildiği ama DEM Parti'nin de 3'üncü büyük parti olduğu bir İstanbul seçim sonucu çok daha işlevsel olacaktı. Şimdi 5'inci sırada ve çok düşük bir oy oranıyla etkisi geçici de olsa bir ölçüde gerilemiş bir Kürt hareketiyle karşı karşıyayız.

Fakat açık olan şu: Yıllardır halka kan kusturan, göçmenleri bir pazarlık aparatı gibi kullanıp her ırkçının müdahalesine açık hâle getiren, tüm özgürlüklerin üzerinden silindir gibi geçmeye çalışan, KHK’larla yüz binlerce insanı aç ve işsiz bırakan, fakirden alıp zengine veren ekonomik politikaların altına imza atan iktidar bloku yenilmiştir. Emeklilerin ahını alan iktidar, emekli düşmanı politikaların hesabını vermiştir ve bu daha hesap verme sürecinin başlangıcıdır.

Bu iktidar, hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmek isteyecektir ama her önemli dönemeçte 31 Mart seçim yenilgisi kendisine hatırlatılacaktır. 


Özdeş Özbay Tüm Yazıları

İklim değişimiyle mücadele şirketler tarafından engelleniyor

Mart ayı önceki dokuz ayda da olduğu gibi rekor sıcaklık ortalamasıyla geçti. İklim değişimi, etkisini bilim insanlarının tahminlerinin çok ötesinde bir hızla gösteriyor. 

AB’nin Copernicus İklim Değişikliği Servisi’ne göre, Şubat 2023’ten Ocak 2024’e kadar olan dönemde, yani bütün bir yıl, gezegen sanayi devrimi öncesi döneme göre 1,52 derece ısınarak ilk kez 1,5 derece sınırını aştı. Yani Paris İklim Anlaşması’nın küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlandırma hedefi ilk kez aşılmış oldu. 2024’ün ilk üç ayı da arka arkaya en sıcak aylar olarak kaydedildi. 

Küresel ısınmanın ana etkeni olan atmosferdeki karbondioksit parçacıkları 15 Mart’ta 1 milyonda 427,93 parçacık (ppm) olarak ölçüldü. Bir yıl önce aynı gün bu miktar 420,24’tü. 1980’lerin başında 340 ppm iken 427 ppm’e çıkılmış olması kapitalizmin tüm bilimsel çalışmalara ve uluslararası anlaşmalara rağmen kâr hırsının önüne geçemediğini gösterdi.

Mart ayında Kuzey Amerika’nın kalbinde yer alan ve kıtanın tatlı su kaynaklarının büyük bir kısmını barındıran Büyük Göller’in normalde bu mevsimde yüzde 40’ını kaplayan buzlar, sadece yüzde 4 civarında kaldı. 

Güney Amerika ise mart ayı boyunca 40 dereceyi aşan sıcaklarla boğuştu. Hatta Brezilya’da 42 dereceyi aşan sıcaklar nemle birleştiğinde hissedilebilir sıcaklık 62 derece oldu. 

Meksika’nın El Pujal kentinde 8 Mart’ta 46,5 derece ile sıcaklık rekoru kırıldı. 11 Mart’ta da Güney Afrika’nın Vioolsdrif kenti 47,7 derece ile mart ayı sıcaklık rekorunu kırdı.

Afrika’nın güneyi de El Nino nedeniyle kavrulan bölgeler arasındaydı. Zambiya ve Malavi’de kuraklık ilan edildi. 

Mart ayında birkaç gün içinde 132 ülke ve on binlerce istasyonda mart ayı sıcaklık rekorları kırıldı.

Aşırı sıcaklar Türkiye’yi de vurdu. Afrika’dan gelen sıcak dalgası ülkenin batı bölgelerinde sıcaklıkları mevsim normallerinin yaklaşık 10 derece üzerine çıkardı. Mart ayı sıcaklık rekoru 35,6 derece ile Adana’da kırıldı. 

Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Denizcilik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mustafa Sarı, Marmara Denizi’nde su sıcaklığının uzun yıllar ortalamasına göre 3 derece daha yüksek olduğunu açıkladı.

Fosil yakıt üretimine tam gaz devam

İklim değişimi olağanüstü bir hızla ilerlerken petrol devi ExxonMobil‘in CEO’su Darren Woods, iklim krizinden birincil olarak büyük petrol şirketlerinin sorumlu olmadığını savundu. Ona göre, asıl sorun temiz enerjiye geçişin tüketiciler tarafından “çok pahalı” bulunması yani sorumlu biz tüketicileriz! 

Fortune dergisine konuşan ExxonMobil yöneticisi, “Emisyonları üreten insanların yaptıklarının farkında olması ve bunun bedelini ödemesi gerekiyor. Sonuçta sorunu bu şekilde çözersiniz” dedi.

Suudi Arabistan’ın ulusal petrol şirketi Saudi Aramco CEO’su Amin Nasser de CERAWeek enerji konferansında yaptığı konuşmada benzer şekilde “Petrol ve doğalgazı aşamalı olarak durdurma fantezisinden vazgeçmeli” dedi. 

Şirketler bu yalanları söyleye dursun Global Energy Monitor raporuna göre sadece geçen yıl dünya genelinde en az 20 yeni fosil yakıt sahasında gaz ve petrol çıkarılma izni verilmiş. Bu da 8 milyar varile eşdeğer petrolün çıkarılmasına izin verildiği anlamına geliyor. Rapor ayrıca fosil yakıt endüstrisinin 2030 sonuna kadar 64 yeni petrol ve gaz sahasında bu miktarın yaklaşık dört katını onaylamayı hedeflediğini belirtiyor. 

Carbon Tracker örgütü, dünyanın en büyük 25 petrol ve gaz şirketini değerlendirerek hiçbirinin 2015 yılında imzalanan Paris İklim Anlaşması’nın ana hedefiyle uyumlu olmadığını açıkladı.

Beyond Fossil Fuels analizi ise Avrupa’nın önümüzdeki on yıl içinde gaz kapasitesinde yüzde 27’lik bir artışa doğru ilerlediğini gösterdi. 

Türkiye de fosil yakıt yatırımlarından vazgeçmiyor. Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO), Marmara Denizi’ndeki üç ayrı bölge için petrol arama ruhsatı verildi. Paris Anlaşması uyarınca fosil yakıtları azaltması gereken Türkiye böylece tam tersi istikamette gitmekte ısrarlı olduğunu göstermiş oldu.

Tek çare mücadele

Exxon CEO’sunun dediği gibi birilerinin “bunun bedelini ödemesi gerekiyor.” Ama ödemesi gereken sıradan insanlar değil fosil yakıt endüstrisi. Bunun için de radikal ve kitlesel eylemlere ihtiyacımız var.

Almanya’da geçtiğimiz haftalarda iklim hareketi ile birleşen toplu taşıma işçileri sendikasının örgütlediği ortak grevler son derece önemli bir deneyim. 

Önümüzde ise yeni bir küresel iklim grevi var. 19 Nisan’da binlerce iklim aktivisti bir kez daha iklim adaleti için sokaklara dökülecek.


Çağla Oflas Tüm Yazıları

Onların kârları bizim ölülerimiz

Maraş merkezli depremde on binlerce insanın ölümü karşısında, ülkeyi yönetenlerin vurdumduymazlığı ile meydana gelen vahim tablo karşısında büyük bir öfkeye kapıldık.  Oysa kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu iş yaşamında güvenlik tedbirlerinin alınmaması sonucunda da binlerce insan yaşamını kaybetmekte. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (İLO) göre dünyada 2 milyondan fazla insan çalışırken ölüyor.  Her gün 6 binden fazla insan patronların kar hırsı uğruna ölüyor. Türkiye, yılda 77 bin iş kazası ile Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada bulunuyor. İSİG raporlarına göre; 2023 yılının ilk 4 ayında 585 kişi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. AKP’nin iktidarda olduğu 2002 yılından bugüne iş cinayetlerinde yaşamını kaybeden işçilerin sayısı 31 bin 131’e ulaştı. Rapora göre bu rakam sadece basına yansıyabilenler. Çünkü son yıllarda artan baskılarla birlikte iş cinayetlerinin basına yansımasında da düşüş var.

İktidara sırtını dayamanın cüretkarlığı

Amasra katliamıyla ilgili Nisan ayında yapılan duruşmasında sanık İşletme Müdürü Selçuk Ekmekçi’nin avukatlığını yapan Avukat Çağla Dursun, kendisine tepki gösteren ailelere, “başınıza gelenleri hak etmişsiniz” sözlerini sarf etmişti ve bu sözler hafızalarımızda hala tazeliğini koruyor.  Dursun, 43 maden işçisinin hayatını kaybettiği bir faciadan sonra yakınlarını kaybeden ailelere çemkirme cüretini gösterebilmişti. Gazete Duvar tarafından yayınlanan haberde Dursun’un bu cüreti nereden bulduğuna ilişkin soruları da yanıtlayan, Yargıtay’dan başlayan devletin en üst kademelerine uzanan ilişkileri de kamuoyuyla paylaşılmıştı. Amasra dışında da, Soma’da, Ermenek’te, Ostim’de, Davutpaşa’da ve pek çok iş yerinde işçiler, görmezden gelinen işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri nedeniyle hayatlarını kaybettiler. Yaşanan insani kayıplarla ilgili yıllarca süren davada, göstermelik cezalar verildi, tazminatlar kuşa çevrildi. Tüm bu katliamlarda hem yapılan düzenlemeler hem de tedbirlerin alınmıyor olması açısından sorumluluğu olan AKP-MHP iktidarından tek bir kişi bile ceza almadı, istifa etmedi. O nedenle de onlarca işçi yaşamını kaybetmeye devam ediyor. 

Çocuklara ayrıcalık yok

İşçi sınıfı krizin faturasını sadece yoksullaşarak ödemiyor.  Kapitalistler arası rekabette avantaj sağlayan en fazla, en az maliyetle ve en kısa zaman içinde üretim koşulları da işçi sınıfının  yaşam hakkını gasp etmekte.  Çocuklar açısından ayrıcalıklı bir durum söz konusu değil. Çocuk işçi sayısı bir milyonu aşmış durumda. Herhangi bir ücret pazarlığı koşulları olmayan, patronların istediği gibi,  istediği koşullarda çalışan çocuk işçi kitlesi artan fakirleşmeyle birlikte  istihdamda giderek daha fazla yer alıyor.

Türkiye’de çocuk işçilik 4 ila 8 yaş aralığında başlıyor. 8 yaşından itibaren mevsimlik tarım işçisi ve sokakta çalışırken işçi sayısında ciddi bir artış yaşanıyor. 10-12 yaşlarda tekstil ve metalde çalışan çocuklar, 13-14 yaşlarından itibaren tarım, inşaat, sanayi ve hizmetlerde çalışan sayıları yüzbinlere ulaşıyor; 15-17 yaş grubunda ise tarım başta olmak üzere konaklama, ticaret, inşaat, metal, tekstil ve gıda gibi işkollarında çalışan milyonu aşkın çocuk işçi var. İSİG raporlarında son 10 yılda 611 çocuk iş cinayetleri sonucu yaşamını kaybetti, deniyor. Rapora göre, SGK her yıl 11 çocuk işçinin öldüğünü açıklarken, her yıl 50 çocuk işçinin ölümü gizlenmekte. Suriyeli on binlerce çocuk da tarım ve sanayide çalışıyor. Göçmen çocuk işçilerin tüm çocuk işçi ölümlerindeki oranı yüzde 10-12 aralığında. 

İş cinayetleri sınıfsaldır. Ve yanıtı da sınıfsal olmalıdır. Kapitalizmin işçi sınıfına dayattığı gayri insani çalışma koşulları meslek hastalıklarına ve ölümlere yol açmakta. Kapitalizmin işçi sınıfının başına açacağı belâların sonu olmadığı gibi, ona reva gördüğü berbat çalışma ve yaşam koşullarının da sonu yok. İşçi sınıfı, kendi can güvenliğinin yanı sıra çocuklarının geleceği ve güvenliğini de ancak ve ancak örgütlenerek koruyabilir. Her gün ve her an en temel haklarımızı gasp eden kapitalizme karşı birleşmek ayakta kalmamızın da tek yoludur. 


Can Irmak Özinanır Tüm Yazıları

Marksizm 101- Neden işçi devletini savunuyoruz?

Sosyalizmi ilk merak etmeye başladığımda evde bulduğum İzmler Nedir? başlıklı bir kitabı okumaya başlamıştım. Kitaba göre sosyalizm, her şeyin devlet mülkiyetinde olmasını savunan, devleti öne çıkaran bir görüştü. Komünizm ise bu mülkiyetin daha diktatörce bir biçimiydi. Bir yandan eşitlik, adalet ve özgürlükten söz eden bir akımın devlete bu kadar vurgu yapmasını bir çocuk olarak yadırgamıştım doğrusu. O güne kadar bildiğim sosyalistler hep devlet tarafından düşman olarak görülmüştü. Durum böyleyken sosyalistler neden devleti savunsundu ki? 

İyi ki, o günlerde o kitaba kanıp da sosyalizm ile ilgilenmekten vazgeçmemişim. Daha sonradan öğrendim ki yazılanların sosyalizm ile pek ilgisi yok. Evet, sosyalistler kapitalist devletin yıkılmasını ve yerini kolektif mülkiyete dayalı bir işçi devletinin alması gerektiğini savunuyor. Ancak bunun devleti yüceltmekle değil yok etmekle ilgisi var. 

Günümüzde kendini tüm toplumun devletiymiş gibi gösteren devletler en temelde bir sınıfın, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran burjuvazinin toplumun diğer sınıfları üzerinde baskı kurmasının bir aracı. Kapitalist devlet asıl olarak bu sınıfın iktidarını sürdürmeye yarıyor. Bunu sadece baskı aracılığıyla yapmıyor, aynı zamanda toplumun büyük çoğunluğunu “hepimiz aynı gemideyiz” masalına ikna ederek de yapıyor. Bunun için de kendilerini “ulus” kutsaması üzerine inşa ediyorlar. Ancak ne zaman bu iktidar tehlikeye düşse devletin gerçek yüzü ortaya çıkıyor. İşçiler hak aradığında, kadınlar eşitlik talep ettiğinde, ezilen uluslar kendi kaderlerini tayin etmek istediğinde, LGBTİ+’lar varlıklarının tanınmasını istediğinde yani ezilenler hak talep ettiğinde karşılarına çoğu zaman devlet dikilir. 

Ezilenler elbette tarih boyunca mücadele etmiş ve devlet karşısında pek çok hak elde edebilmiştir. Burjuva devleti elbette çeşitli mücadelelerle daha demokratik kılınabilir ve kılınmalıdır. Ancak burjuva devlet aygıtı ve onun işleyiş biçimlerinden olan burjuva demokrasisi, nihai olarak gerçek bir demokrasiyle yani sömürünün ortadan kalktığı bir düzenle çelişmek zorundadır. Burjuva devlet, son tahlilde demokrasiye karşıdır. 

Karl Marx, işçi sınıfının mücadelelerini odak noktasına alarak devletin sınıflar üstü olduğu fikrine saldırmıştı. İşçilerin ilk iktidar deneyimi olan 1871 Paris Komünü’nde işçiler kendi özyönetim organı olan Komün’ü kurmuş, Fransa ile savaş hâlinde olsalar da işçi iktidarını ezmek için o devletle beraber tavır alan Avrupalı kapitalist devletler tarafından ezilmişti. Marx, buradan yola çıkarak kapitalist devletin işçi sınıfı tarafından devralınamayacağını görmüştü. İşçi sınıfına, tamamen yeni türden bir devlet gerekliydi. 

Bu devletin hangi aygıtlar üzerine yükseleceği, 20. yüzyıl başındaki devrimlerle daha da belirgin hâle geldi. Rusya’da Sovyet adı verilen işçi konseylerini kuran işçiler 1917 Ekim Devrimi’nde iktidarı ele geçirdi. Bu Lenin’in tabiriyle ‘tamamen yeni türden bir devlet’ti. Ekim Devrimi’nden ilham alan Almanya, Macaristan ve İtalya gibi pek çok Avrupa ülkesinde benzer konseyler kuruldu. Ancak bu devrimler Rusya’daki gibi başarıya ulaşamadı. 

En demokratik burjuva devletinden çok daha demokratik olan işçi iktidarının amacı, tüm toplumu özgürleştirerek sınıf iktidarının kendisine son vermek ve devletin ortadan kalkması, devletsiz komünist bir dünya kurulmasıydı. 

Rusya’da devrimin tek ülkeye sıkışması sonucu iktidara gelen Stalinist bürokrasi, kendisini egemen sınıf olarak örgütleyerek işçi devletini yok etti. Geriye İzmler Nedir? kitabındaki gibi devleti yücelten bir diktatörlük kaldı ve nihayetinde bu ve benzeri devletler yine işçilerin eylemiyle yıkıldı. 

Sosyalistler, işçi konseylerine dayalı bir demokrasi ve bir gün devletin ortadan kalkacağı bir dünya için mücadeleye devam ediyor.


Deniz Güngören Tüm Yazıları

Yan yana, omuz omuza, kol kola ve iç içe

Bir tartışma alanının oluşmasının hepimizi ilerleteceği konusunda Can Irmak Özinanır’a katılıyorum. Bu yazının amacı da elbette bu tartışmayı ilerletmek, yanlış yorumlandığını düşündüğüm şeyleri teker teker düzeltmek değil. Fakat yanıtında kimi zaman benim yazımla değil de uzaklardaki bir sekter gelenekle tartıştığı izlenimine kapıldığımı söylemeliyim. Tabii yazının okumasını yanlış yaptığını iddia etmek oldukça kibirli olacağı için sorunu benim yazımın kusurlarında bulmayı seçeceğim. Dolayısıyla, söylemediğim halde benim iddialarım olarak yansıtılan şeylerin karşısına gerçekten düşündüklerimi daha net bir şekilde koyarak ilerleme ihtiyacı hissediyorum.

Tavuk ve yumurta

Öncelikle Irmak’ın bana Lenin’in 2. Enternasyonal’in çizgisinden kopuş sürecini hatırlatma gereği duymasından, Irmak ve Atilla’nın bu tarihe atıfta bulunarak mekanik sol dedikleri, bugüne ait bir eğilim ile, üzerinden bir dünya savaşı, bir devrim, bir de faşizm geçmiş bir gelenek arasında kesintisiz bir teorik çizgi olduğunun söylendiğini anlıyorum. 

Her şeyden önce Lenin’in teorik olarak kopuşu, Irmak’ın da doğru bir şekilde belirttiği gibi teorinin değil politikanın öncelediği bir olay, yani önce teorideki birtakım yanlışları saptamasından kaynaklanmıyor. Dolayısıyla, nasıl Sosyal Demokratların devrimi boğan bir rol üstlenmesinin teorilerindeki eksikliklerden kaynaklandığını söylemek abes olacaksa, bugün soldaki kimi eğilimlerin kaynağını teoride aramak da bizi aydınlatmayacak. Bununla beraber Türkiye’deki ekseri sol eğilime illa bir çatı isim bulmak zorundaysak, sol oportünizm en fazla grubu kapsayan tanım olacaktır bence. Oportünizm de teoriyi eylemine uydurmasıyla ünlüdür zaten.

Kendiliğindencilik meselesine dair de bir şeyi netleştirmek lazım. Atilla ve Irmak’ın bugünün koşullarını anlamlandırmak için kullanışlı olduğunu öne sürdükleri, 20. Yüzyıl başındaki Marksistlerin arasındaki kendiliğindencilik tartışması toplumsal hareketlerle ilgili değildi. Alman Sosyal Demokratları, işçilerin kendi kendine eyleme geçeceğini düşünmek bir yana dursun sınıfı dev bir parti haline getirmeye çalışıyorlardı. Burada kendiliğinden olup olmayacağı etrafında tartışılan şey devrimdi. Sırf bu bile bu paralelliğin oldukça zorlama olduğunu gösteriyor bence.

Yani kısacası, bugünün soluyla tartışmamızı Lenin’in savaşı destekleyen 2. Enternasyonal çizgisinden kopuşuna benzetmek iyi bir benzetme değil.

Bu benzetmenin her şeye rağmen kullanışlı olabileceği yerler var, örneğin Amerika’daki DSA ve Demokrat Parti ilişkisi bu tarihin dersleri üzerinden incelenmeye değer bir olgu. Fakat bu örnekte bile tarihin aynen tekerrür ettiği anlamına gelebilecek kestirme yorumlardan kaçınmak önemli. Türkiye’de ise şu anki durumda buna benzetilebilecek bir durum ben göremiyorum. Kautsky’ciliğin izlerini bulabileceğimiz popülist sol retorik var elbette ama bunlarla tarihin en büyük işçi sınıfı partisi arasında fikir benzerliği üzerinden karşılaştırma yapmak doğru olmayacaktır.

Kaldı ki Atilla’nın yazdığı ve Irmak’ın savunduğu yazıda, şu an büyüyen sol partilerin heyecanlandırdığı mücadeleci kuşakları kazanabilmek için bu genç aktivistlerin ortalama fikirlerine çok keskin çıkışlar yapmama yönünde bir tedbir seziyorum. Bunun da -illa benzeteceksek bile, 2. Enternasyonal örneğinde Lenin’in tarafına düşeceğini söylemek çok zor. 

Mekanik solun Stalinizm’den kaynaklandığı gibi bir iddia ise benim yazımda yer almamakta. Bugün solda Arap devrimlerini veya kimlik hareketlerini küçümseyen tutumu, mekanistik bakmalarıyla değil politik ve ideolojik bagajlarıyla açıklamanın daha doğru olacağı yönünde bir argüman var sadece.

Kesişimsellik

Kesişimselliğin önemli bir birikim sunduğu olgusu ise yazıda yer alıyor zaten. Bu yüzden bunun bana tekrarlanma ihtiyacının nereden kaynaklandığını anlayamadım.

Kesişimsellik, tarihsel olarak sosyalist feminist hareket içinde, işçi ve kadın olmasının haricinde ırkçılıkla da uğraşan kadınların dezavantajlarının görünmez olmasının önüne geçmek için ortaya atılmış bir kavram. Fakat bugün kesişimsellik, kapitalizmin ürettiği ezilme ilişkilerinin kökenine dair yaptığı tahlil bakımından marksizme rakip bir çizgiyi temsil ediyor.

Ezilenlerin deneyimini daha iyi anlamamızı sağlayan her gerece değer veririz elbette. Fakat kesişimselliğe böyle nötr bir kavramsal gereç olarak yaklaşmak doğru olmaz. Tüm ezilme ilişkilerinin temelinde ekonomik sömürünün yattığı analizini, işçilerin ezilişinin diğer ezilme biçimlerinden üstün olduğu anlamına geleceği sebebiyle reddeden bir çerçevedir bu sonuçta. Ve seçtiğimiz çerçevenin her zaman siyasi sonuçları vardır.

Ben Marksizm ve kesişimsellik arasında bir duvardan ziyade ciddi bir açı farkı olduğunu düşünüyorum. Yani ortak bir noktadan başlayıp ve farklı yerlere giden iki çizgidir bunlar. Kesişimsellik marksizmden pek çok kavram ödünç aldığı gibi, marksistler de kesişimsellikten pekâlâ bir sürü şey öğrenebilirler. Fakat ikisi, nihayetinde çok farklı iki politik projenin ürünleri olarak görülmeli.   

Kesişimselliğe dair hiçbir tartışma yürütmemek gerektiği anlamına gelebilecek herhangi bir ifadenin ise bir kere daha yazıda yer almadığını vurgulamalıyım. Bilakis, Atilla’nın tek bir kelimeyle bahsettiği kesişimselliği tartışmanın parçası haline getiren benim zaten.

Marx’ın yöntemi

Irmak Marx’ın yönteminin tane tane bir özetini vermiş. Fakat bu bağlamda Marx’ın yönteminin temelinin “herşeyin acımasız eleştirisine” dayandığına yapılan vurguyu -Benjamin’in “geleneği konformizmin elinden kurtarmaya” dair söylediklerinin yazının en tepesine konulmasıyla birlikte okuyunca- Irmak’ın benim yazımda eleştirilemez birtakım kutsalların ifade edildiğini ima ettiği sonucuna varıyorum. Oysa böyle bir şey yazıda yer almıyor.

Devam etmeden burada bir ufak vurgu daha yapmayı önemli buluyorum: yanlış bilmiyorsam konformizm kavramı konfordan (comfort) ziyade uyum sağlamak, boyun eğmek anlamına gelen “conform” kelimesiyle daha yakın bir akrabalık ilişkisine sahiptir. Amacım dipsiz bir etimoloji tartışmasına hepimizi birden sürüklemek değil, kavramlarla ilgili fikir birliği içinde olduğumuzdan emin bir şekilde ilerlemek elbette. Zira Benjamin’in de konformizm derken rahata alışmaktan ziyade baskın eğilime yenik düşmeye daha yakın bir şey kast ettiği görüşündeyim. Uyarı, bir konfor alanında alıştığımız şeyleri yapmaya değil, burjuva toplumunun mantığı içinde kaybolup egemen sınıfların aleti haline gelme tehlikesine dair bir uyarı sonuç olarak. Yani tersine çevirirsek, ne pahasına olursa olsun hareketlerin enerjisinden beslenmeyi bir taktik olarak benimsemek örneğin bir tür konformizm olarak tabir edilebilir.

Genç Marx’ın “her şeyin acımasız eleştirisi” cümlesi de pek çok zaman bağlamından koparılıp sloganlaştırılan bir cümle. Elbette Marx’ın her şeyin sırrını bulduğu, bizlere ise yalnızca bunu uygulamanın kaldığını savunan “mekanik solculara” her daim hatırlatılması gereken bir söz. Fakat öte yandan, Marx’ın esas projesinin dogmayla savaşmak olduğu anlamına gelebilecek vurgular da oldukça kaba bir indirgeme yapma riskini taşıyor. 

Sonuç olarak “herşeyin acımasız eleştirisine” yapılan vurgunun, bizi, teoriyi her gün tekrar eleştirip tekrar kendimize ıspatlamamız gerektiği sonucuna götürmemesi gerektir. Yani teorinin koşulları açıklamakta başarısız olduğu durumlarda gerekirse teoriyi didik didik etmekten çekinmeyeceğiz elbette. Fakat bu başarısızlığın faturasını teoriye kesmeden önce çuvaldızı epey kez kendimize batırmamız gerekir diye düşünüyorum.

Bir kere daha: “İçerisi, dışarısı, aşağısı, yukarısı”

Fakat tüm bunların yanında benim ifadelerim olarak bir yerde asılı kalmasına en fazla itirazım olan şey, devrimcilerin hareketlerle ilişki kurmaması gerektiğini söylediğim iddiası. Açıkçası bunun abesle iştigal olacağına tümüyle katıldığımı söylemek zorunda kalacağım bir duruma düşmeyi beklemiyordum. 

Buradaki sorunun ne olduğuysa benim için oldukça açık. Öznesi olmak, içinde yer almak ve ilişki kurmak gibi şeyler eş anlamlı kullanıldığı için bu kavram karmaşasını yaşıyoruz. 

Her şeyden önce ezilen kimliklerin eşitlik ve özgürlük mücadelesinin öznesi olmak -devrimci veya na-devrimci, bir kişinin öylece seçebileceği bir şey değil. Bu yüzden ilişki kurmayı doğrudan “öznesi olmak” olarak değerlendirmenin bizim karar verebileceğimiz bir şey olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla bunları ayrı şeyler olarak ele almak gerekiyor bence.

Burada yapıyor olduğumuz tartışma aslında teker teker devrimcilerin değil, partinin hareketlerin neresinde durduğu tartışması, en azından benim yapmaya çalıştığım bu. Burada da merceği aşırı genişletmek pahasına parti ve sınıf arasındaki ilişkiyi nasıl tarif ettiğimize geri dönmek tek sağlıklı yol olarak görünüyor bana. 

Devrimci parti, işçi sınıfının öz yönetim organları ile kendisi arasında yaptığı ayrımı sürekli kontrol etmek zorundadır; yani kendisini işçi hareketinin yerine ikame edemez. Ezilenlerin eşitlik mücadelesi içinde omuz omuza mücadele verirken de hareketin taleplerini kendi taleplerimiz olarak görmek ile hareketin doğal unsuru olmak arasında fark olduğunu unutmamanın aynı ölçüde önemli olduğunu düşünüyorum. İlişki kurmak, öznesi olmak, parçası olmak, içinde yer almak veya omuz omuza yürümek gibi şeyler arasında ayrım yapmamaya karar vermek, bu tedbirden uzaklaşma riskini de beraberinde getiriyor.

Hareketler ve mücadele: “Sütliman” 

Elbette kimi teorik meseleleri açıklığa kavuşturmamız önemli olmakla beraber, konumuz bugün nerede durduğumuz ve ne yapacağımızla ilgili. 

Burada “sütliman” derken, hatta “mücadele” ve “hareket” derken nelerden bahsettiğimizi netleştirmeye ihtiyacımız varmış gibi hissediyorum. Çünkü Irmak, ortalığın sütliman olduğuna karşı çıkar çıkmaz bir sonraki cümlede mücadele düzeyinin düşük olduğunu kendisi de söylüyor. Benim ortalık “sütliman” derken söylediğim bundan ibaret: mücadele düzeyi şu anda düşük, yüksek değil. Statlarda hükümet karşıtı sloganlar atılması belli bir öfkenin olduğunu gösterir ama ortada bir mücadele dalgası olduğunu göstermez. 

Şu anda kendine futbol maçı gibi çeşitli yerlerde ifade bulan bu öfke ise ne yazık ki büyük ölçüde seçimlere endeksli bir öfke, bu endekslenmede ise şu anda kitleselleşmeye çalışan sol siyasetin büyük etkisi var, benim temel eleştirim bu. Bu yüzden de bu siyasetlerle aramızdaki farkı sıkı bir denetime tabi tutmaktan vazgeçmemenin sekterlik olduğunu düşünmüyorum. Konformizm olduğunu ise hiç düşünmüyorum. Bunların hareketlendirdiği akıntıda yüzmek bizim içinde olduğumuzu düşündüğüm durumdan çok daha “konforlu” olurdu bence. 

Seçime endeksli demek bu öfkenin içinde ekonomik çöküşle ve depremle keskinleşen bir sınıf öfkesi olmadığı anlamına gelmiyor tabii. Bu öfkenin kendine sınıfsal bir kanal bulup seçim hesaplarını aşan bir ufukla hareket etmeye başlamasından ürken siyasi aktörlerin egemen olduğu bir dönemden geçtiğimizi ve ortaya çıkan bir öfke ifadesini potansiyel bir toplumsal hareket olarak yorumlamadan önce bu bağlamı ıskalamadığımızdan emin olmamız gerektiğini söylemeye çalışıyorum sadece. Hegemonya tartışacaksak da buradan başlamak gerekir bence.

Futbola değinmişken, Amedspor’a yönelik linç girişimine Türkiye’nin en büyük hareketi olan Kürt hareketinin sokaktan cevap veremez olduğu gerçeğine değinmeden, maçta slogan atılmasını ortalığın taştığı şeklinde yorumlamak ise Irmak, Atilla ve benim hiç şüphesiz paylaştığımız, bir değişim dalgası görme arzusunun tahlilde aceleciliğe itiyor oluşunun sonucu gibi geliyor bana. Burada seçim sonuçlarına göre durulacak öfke ile durulmayacak öfke arasında bir ayrım yapmanın faydalı olabileceği görüşündeyim. Zira “AKP İstifa” sloganı, göçmenler veya çözüm süreci konusunda taban tabana zıt kutuplara düşeceğimiz kimi siyasi çizginin de rahatlıkla sahiplenebileceği bir slogan. Biz ise bu eğilimlerin AKP karşıtlığı etrafında birbirine karışmasını değil ayrışmasını savunduk bugüne kadar.  

Aynı şekilde tarihin en büyük deprem felaketinde, tek tük eylemler dışında bir sokak hareketliliği, hatta bir miting dahi olamamasını azımsamak da hata olacaktır.

Bize, gözümüze görünmeyen hareket nasıl olabilir onu ise içtenlikle anlamıyorum ben. Hareket göze, kulağa, kola, bacağa değdiğinde harekettir, bundan önce hareketlerin potansiyeli üzerine akıl yürütmekten ötesine geçebileceğimizi ben düşünmem. 

Kayığı şimdiden inşa etmenin gerekliliği konusunda ise bir fikir ayrılığımız yok. Fakat Atilla ve Irmak’ın fırtına çağrısında seçimlerden sonra demokrasinin coşacağı ve hayatın normalleşeceği yönündeki hâkim duyguya eleştirel bakmayı ihmal eden bir tutum var bence. Bu tutum da fırtınanın çoktan içine girmişiz gibi bir resim çizmelerine ve bunun sonucunda partinin tarihsel rolüne yapılan vurguları yük olarak görmelerine sebep oluyor diye düşünüyorum.  

Nerede, kiminle, nasıl?

Partiyi nerede inşa edeceğimiz meselesine gelirsek; devrimci parti her yerde, işyerinde, sokakta, markette, statta ve eğer içindeysek bulunduğumuz kimlik örgütünde inşa edilir elbette. 

Ancak parti teorisinin, güncel koşullara uygulanabilirliğini ispatlayabildiğimiz zaman işe yarar bir şey olduğu gerçeği ile “devrimci parti biz ne olmasını istiyorsak odur” demek arasında bir fark var. Irmak ve Atilla’nın bugünkü görevlerimizi tarif ederken kurduğu çerçeve ise kimi zaman bu ayrımı yapmayı ihmal ediyor diye düşünüyorum. Oysa yapacağımız tartışma tam da bugünkü tarihsel koşullarda bu farkı nasıl hep beraber eylemimizle ortaya koyacağımız tartışması olmalı bence. 

Bu noktada, Türkiye’de tümüyle sağ bir zeminde ve işçi sınıfının hiçbir talebinin öne çıkma şansı bulamadığı bir ortamda gerçekleşecek bir iktidar değişikliğinin tek başına yaratacağı değişimi farklı öngörüyoruz diye düşünüyorum. Yılların baskı birikiminin altından bir çırpıda özgürlük çığlığı çıkmayabilir. Tam da bu sebeple bizim işçi sınıfının merkeziliği, göçmenler, ve Kürt sorununda özel bir pozisyonumuz olduğunu unutmamamız gerekiyor. Unutmamak için ise bu pozisyonumuzu soldaki baskın eğilimle daha barışçıl bir hale getirmenin tam aksine, sağın palazlanmış olduğu günümüzde bir kere daha nasıl ön plana çıkaracağımızın planlarını şimdiden yapmak elzem. 

Kim bağırıyorsa biz de orada olacağız elbette. Ama parlayan hareketlerin enerjisinden sebeplenmeyi ön plana koyup işçi sınıfı bu koşulda nerede duruyor diye düşünmeyi ertelemek, her şeyden önce kazanmanın önünde bir engel teşkil eder. Bizim bu noktada işçi sınıfının merkezi rolüne işaret eden bir perspektifi nasıl hegemonik kılacağımız sorusunu Atilla ve Irmak’ın çizdiği çerçevede gördüğümden çok daha fazla ciddiye almamız gerektiğini düşünüyorum. Zira hareketlerin içindeki insanların kaçınılmaz olarak işçi olduğu gerçeğini vurgulamak bana bu anlamda yeterli gelmiyor. Ayrıca bu ısrarda sol içinde bir kere daha oldukça yalnız kalma ihtimalimiz de oldukça yüksek bence. Bu yüzden de bu sorunun, potansiyel hareketlere dair bir telaşın gölgesinde kalmaması gerektiğini devamlı birbirimize hatırlatmamız gerekiyor diye düşünüyorum.  

Belki hepsinden önemlisi, savaş, salgın, ekonomik kriz, iklim değişikliği gibi pek çok şeyin küresel bir analizi erteleyerek siyaset yapmayı her zamankinden daha zor kıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu dönemde kitleler, özellikle sağın bu derece baskın olduğu ülkelerde, küresel antikapitalist bir perspektifi fazla keskin ve yarına hizmet etmeyen bir perspektif olarak görebilirler. Biz ne pahasına olursa olsun esas hedefimizin kapitalizmi yıkmak olması gerektiğini anlatmaktan vazgeçmemek ve bu perspektifi nasıl yaygınlaştırırız diye düşünmek, bunun eylemini kurgulamak zorundayız. Anlattıklarımız birlikte yürüdüğümüz insanlarda hemen yankı bulmayınca fikirlerimizi daha kolay sindirilir hale getirmek ise bizi güçlendirmez. 

Devrimci parti denilen şey, bu fikirlerin yaşayan öznesi ve cismi olabildiği ölçüde bu ismi hak edebilir. Burada etiyle buduyla harekete benzeyen bir şeyin henüz olmadığını söylemek ise umudumuzu kıracak bir şey olarak görülmemeli. Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da yönetenleri titreten işçilere bakmalı ve onların mücadelesiyle buradaki potansiyel hareketler arasında nasıl köprüler kuracağımızı konuşmalıyız. Hareketlerin içinde erimek ise bizi bu hedeften ve bu netlikten uzaklaştırma tehlikesini barındırıyor.   


Dila Ak Tüm Yazıları

6284’ü uygulayın!

27 Şubat günü Türkiye’nin çeşitli illerinden kadın cinayetleri haberleri aldık. 

Adana’da bir kadın ayrıldığı erkek tarafından vurularak ağır yaralanırken, Denizli’de evli olduğu erkek tarafından, İzmir'de evli olduğu ama ayrı yaşadığı erkek tarafından, İstanbul’da evli olduğu erkek tarafından, Sakarya’da boşanma aşamasında olduğu erkek tarafından, Erzurum’da boşanmak istediği erkek tarafından, Bursa’da 1 yıl önce boşandığı erkek tarafından, İstanbul’da 5 ay önce boşandığı erkek tarafından, Adıyaman’da ise evli olduğu erkek tarafından, bir günde en az 8 kadın öldürüldü.

Önleme, koruma, kovuşturma ve cezalandırma gibi kapsamlı bir sisteme sahip olan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması ve faillerin cezasızlıkla ödüllendirilmesi sonucunda her geçen gün daha da artan kadın cinayetleri karşısında, kadınları yasalarla koruması gerekenler, şimdi bir de 6284 yasasını kaldırmak istiyor.

6284 sayılı kanun, fiziksel şiddet, tecavüz ya da cinayet gibi suçları önlemeye yönelik bir yasa olmasının yanı sıra, kadına geçici maddi destek sağlamaya, şiddete uğrayan veya şiddet görme tehlikesi altında bulunan kadınları, çocukları, aile bireylerini ve tek taraflı ısrarlı takip mağdurlarını korumaya da yönelik. Kanun hâkime ya da polise uzaklaştırma kararı aldırma ve uygulama görevi ile yetkisi vermek gibi, önleyici tedbirler alma hakkı tanıması açısından da oldukça önemli.

Bu kanunu kaldırmak isteyenler ise, arabuluculuk sistemini getirerek, boşanmaları zorlaştırarak, nafaka ve kürtaj hakkını engelleyerek, erkeğin ev ahalisi üzerindeki mutlak hâkimiyetini sağlamlaştırıyor ve kadının içerisinde bulunduğu şiddet sarmalından çıkmasını zorlaştırıyor. 

Bu kanun kaldırılarak, erkeğe şiddet uygulama özgürlüğü sağlanmak isteniyor. 

Devletin şiddet mağdurunu korumak adına sağlaması gereken mekanizmalar güçsüzleştirilerek, işlevsizleştirilerek ya da ortadan kaldırılarak, şiddete maruz kalan kadın ve çocukların yalnızlaştırılmasına zemin hazırlanıyor ve maruz kaldıkları şiddete boyun eğmeleri bekleniyor.

Kadınlar ne İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiş durumda ne de 6284 sayılı kanundan vazgeçmek niyetinde. 

Bunlarla beraber, her alanda eşitliğin yanı sıra erkeğin tahakkümünden kurtulup özgürleşmelerini sağlayacak haklarını ısrarlı bir şekilde talep etmeye devam edecekler. 

Mücadelemiz tek bir gün değil, her gün ve her alanda ısrarlı bir şekilde, kadınların eşit haklara sahip olduğu, kimseye muhtaç kalmadan var olabilecekleri bir dünya talebiyle devam edecek.

Dila Ak


F. Levent Şensever Tüm Yazıları

George Floyd cinayeti: ABD Adalet Bakanlığı’nın raporu, ülkedeki kurumsallaşmış ırkçılığın teşhiri niteliğinde

Raporda öne çıkan saptamalar:

  • Yasadışı ölümcül güç ve makul olmayan şok tabancası kullanımı da dahil olmak üzere aşırı güç kullanıldı,
  • Şüphelileri soruşturmaya yönelik vakalara ilişkin güç kullanımı da dahil olmak üzere, gözaltı uygulamalarında siyahlara ve Amerikan yerlilerine karşı hukuka aykırı bir şekilde ayrımcılık yapıldı,
  • Yasalarla koruma altında olan konuşmalara ilişkin kişilerin hakları ihlal edildi,
  • Yardım çağrılarına yanıt verirken, davranışsal engeli olan kişilere karşı ayrımcılık yapıldı.

ABD Adalet Bakanlığı’nın George Floyd’un 2020 yılında Minneapolis eyaletinde görevli polisler tarafından vahşi bir şekilde öldürülmesine ilişkin yürüttüğü soruşturmanın sonuçları, geçtiğimiz cuma günü açıklandı. Adalet Bakanı Merrick Garland’ın bir basın toplantısıyla açıkladığı 92 sayfalık raporda, Minneapolis Emniyet Müdürlüğü’ndeki sorunların, George Floyd’un ölümüne yol açtığının altı çiziliyor. 

25 Mayıs 2020 tarihinde, 46 yaşındaki siyah ABD vatandaşı George Floyd, sigara almak için ödediği 20 dolarlık kâğıt paranın sahte olduğu şüphesi üzerine, ırkçı bir grup Minneapolis polisi tarafından gözaltına alınmıştı. Floyd, defalarca “nefes alamıyorum” diye uyarmasına karşın, ekipten beyaz bir polis olan Derek Chauvin’in diziyle ensesine dokuz dakikadan fazla bir süreyle baskı uygulaması sonucu yaşamını yitirmişti. 

Floyd’un ölümünün, Floyd’un ve çevrede bulunan çok sayıda tanığın uyarılarına rağmen polisin gözaltına alma sırasında uyguladığı aşırı güç sonucu gerçekleşmiş olması, başta Amerikan kamuoyu olmak üzere tüm dünyada büyük tepki çekmişti. Bu vahşetin tanıklarının çektiği video kayıtları, tüm dünyada milyonlarca insan tarafından izlendi ve ardından ABD tarihinin en büyük protesto eylemlerinin gerçekleşmesine yol açtı. Daha önce de ABD polisinin vahşeti ve ırkçılığına ilişkin çok sayıda suç duyurusu yapılmış ve haber yayımlanmış olmasına karşın, bu görüntüler bir anlamda Amerikan polisinin özellikle siyahlar ve diğer etnik azınlıklara yönelik uyguladığı aşırı güç kullanımının dünya kamuoyu tarafından naklen izlenmesi etkisi yarattı ve ırkçı Amerikan polislerine yönelik büyük bir öfkeye yol açtı.

Floyd’un ölümü, ülkedeki kurumsal ırkçılığın başlıca temsilcilerinden biri olan Trump döneminde gerçekleşti

George Floyd’un katledildiği tarihte, ABD tarihinin en ırkçı başkanlarından biri olan Trump iktidardaydı. Trump, iktidarı boyunca başta mülteciler ve Müslümanlar olmak üzere, aşırı sağın anti-demokratik, ırkçı ve ayrımcı ideolojisiyle ters düşen her türlü azınlığa karşı zalimce ve düşmanca politikalar uyguladı.

Trump’ın bu ırkçı ve ayrımcı uygulamalarından bazıları şunlar oldu:

2017 yılında, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan altı ülkeden gelen vatandaşların ABD'ye girişini yasaklayan ve mültecilere kapıları kapatan bir kararname imzaladı. 28 Ocak'ta, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan yedi ülkeden gelen mülteci ve pasaportlu yolcuları engelleyen bir kararname yayımladı.

Trump yönetiminin ayrımcı politika, uygulama ve söylemlerinin tek mağduru Müslümanlar olmadı. Trump, bir yandan kurumsallaşmış İslamofobi vaat edip bunu hayata geçirirken, Latin ve Afrikalı göçmenleri insandışılaştıran ve aşağılayan ırkçı politikalar da uyguladı. Örneğin, güney sınırını geçenleri tanımlamak için defalarca “hayvanlar” ifadesini kullandı ve göçmenleri suç işlemekle ve çete üyesi olmakla suçladı: “Bu insanların ne kadar kötü olduklarına inanamazsınız. Bunlar insan değil. Bunlar hayvan.”

Oval Ofis'te milletvekilleriyle yaptığı göçmenlik konusundaki görüşmeler sırasında, Haiti, El Salvador ve Afrika ülkelerinden aşağılayıcı bir şekilde bahsederek, “Neden bütün bu bok çukuru ülkelerden gelen insanları buraya alıyoruz?” diye sordu. Ardından Norveç gibi Avrupa ülkelerinden gelen göçün artmasını tercih ettiğini ifade etti.

2020 seçim kampanyası sırasında sıradan insanların yabancı düşmanlığını körükleyen korkuları ve diğer toplumsal kutuplaşmalar üzerine oynamaya devam etti. Güney sınırındaki göçmenlere atıfta bulunulan kampanya reklamlarında, “istiladan” söz edilmekteydi. 2019'daki siyasi bir miting sırasında, kitleye göçmenlerin ülkeye girişini nasıl durduracaklarını sordu. Mitinge katılanlardan bir destekçisi, “vurun onları” diye yanıt verdiğinde, Trump sırıtarak başını salladı ve herhangi bir düzeltme yapmadı. 

Adalet Bakanlığı, dönemin Arizona şerifi Joe Arpaio'nun “ABD tarihindeki en kötü ırkçı profilleme modelini denetlediği” sonucuna vardı. Tespit edilen kullandığı yasadışı taktikler arasında, “aşırı ırkçı profilleme ve Latin kökenli mahkumlara işkence, aşağılama ve küçük düşürmeyi içeren sadist cezalar” vardı. Bakanlık, yasadışı ayrımcı davranışları nedeniyle kendisine karşı dava açtı. Şerif, Bakanlığın emirlerini göz ardı etti ve daha sonra Latin kökenli ABD vatandaşlarının ırkçı profilini çıkarmaya devam ettiği gerekçesiyle, mahkemeye itaatsizlikten mahkum edildi. Başkan Trump Arpaio’yu “büyük bir Amerikan vatanseveri” olarak niteleyerek, daha hüküm giymeden affetti.

Trump’ın ırkçılığına ilişkin yukarıda sıralanan örnekler çoğaltılabilir, ancak tüm örnekler bu yazının sınırını aşacak kadar fazla.

Bununla birlikte, herhangi bir kuşkuya mahal bırakmayacak bir şekilde şu tespiti yapabiliriz: Trump, her ne kadar aşırı bir ırkçı başkan olsa da ABD’deki kurumsal ırkçılığın yegane üst düzey temsilcisi değil. Üyesi ve adayı olduğu ve Amerikan siyasetinin merkezinde yer alan iki partiden biri konumundaki Cumhuriyetçi Parti vekillerinin çoğunluğu da tıpkı liderleri Trump gibi, aşırı sağ ve ırkçı politikaların temsilcilerinden oluşuyor.

Floyd’un ölümü Amerikan polisinin kurumsallaşmış ve sistematik şiddetinin bir sonucu

Amerikan polisinin başta siyahlar olmak üzere, etnik azınlıklara yönelik aşırı güç kullanımı ve bunun sonucu gerçekleşen ölümcül vakalar, tekil olaylarla sınırlı olmayıp, sistematik ve yapısal bir örgü teşkil ediyor. 

ABD’de her 20 cinayetten biri polis tarafından işleniyor. 2022 yılında ülkede silahlı bir cinayete kurban giden yaklaşık 25 bin kişinin en az yüzde 5’ini oluşturan 1.192 kişi polis tarafından öldürüldü. 1980 yılından bu yana polisler tarafından öldürülen Amerikan vatandaşlarının sayısı 32 binden fazla. Gerçek sayının bu resmi verilerin çok üstünde olması muhtemel. Zira, Washington Üniversitesi tarafından 2021 yılında gerçekleştirilen bir araştırmanın sonuçlarına göre, ölümcül vakalara ilişkin açıklanan resmi verilerin, gerçek rakamların çok altında olduğunu ortaya koydu. Ölümcül vakaların birçoğu FBI kayıtlarına ilişkin istatistiklerde, “tamamlanmamış soruşturmalar” kategorisi altında yer alıyor. 

Bazı bölgelerdeki emniyet müdürlüklerinin yetki alanlarında polisler tarafından gerçekleştirilen ölümler ortalamanın oldukça üstünde. Örneğin, Kaliforniya eyaletindeki Vallejo bölgesi polis şiddeti konusunda öne çıkıyor. Bu bölgedeki emniyet müdürlüğüne bağlı polisler, 2012 yılında bölgede işlenen cinayetlerin yaklaşık yüzde 30’undan sorumluydu. 

Öte yandan aynı araştırmanın sonuçlarına göre, Son 40 yılda polisler tarafından gerçekleştirilen ölümcül vakaların kurbanları arasında siyahların oranının, polis şiddetinin beyaz kurbanlarının 3,5 katı düzeyinde olduğunu, İspanyol kökenli ve yerli Amerikaların ölüm oranlarının da beyazlara göre aşırı yüksek gerçekleştiğini ortaya koyuyor. 

ABD, gelişmiş diğer ülkelerle karşılaştırıldığında, polisler tarafından gerçekleştirilen ölümcül vakalarda çok daha yüksek oranlara sahip. Örneğin, Avrupa’nın bütününde polislerin sorumlu olduğu ölümcül vakaların yıllık ortalaması 10 vakanın altındaki düzeylerde gerçekleşiyor. ABD’de polisler tarafından gerçekleştirilen ortalama yıllık binden fazla ölümcül vaka sayısı, Brezilya, Kolombiya, Venezüella, Libya veya Sudan gibi ülkelerle karşılaştırılabilecek düzeyde. 

Bu veriler karşısında, Biden yönetiminin Çin ile olan jeopolitik hegemonya mücadelesinde demokrasiyi bir kaldıraç olarak kullanma taktiğini de tartışılır hale getiriyor.

F. Levent Şensever

---

Kaynaklar:

Investigation of the City of Minneapolis and the Minneapolis Police Department, United States Department of Justice, Civil Rights Division and United States Attorney's Office District of Minnesota Civil Division, June 16, 2023 (Erişim tarihi: 17 Haziran 2023).

Beckett, Lois, "One in 20 US homicides are committed by police – and the numbers aren’t falling," Guardian, 15 Şubat 2023, https://www.theguardian.com/us-news/2023/feb/15/us-homicides-committed-by-police-gun-violence (Erişim tarihi: 19 Haziran 2023).

Fatal Police Shootings in the United States Are Higher and Training Is More Limited Than in Other Nations, New Jersey Devlet Üniversitesi, 27 Eylül 2022, https://www.rutgers.edu/news/fatal-police-shootings-united-states-are-higher-and-training-more-limited-other-nations (Erişim tarihi: 19 Haziran 2023).

Abdelkader, Engy, "When It Comes to Religion and Politics, Race Trumps," Berkley Center, Georgetown Üniversitesi, 24 Mayıs 2021, https://berkleycenter.georgetown.edu/responses/when-it-comes-to-religion-and-politics-race-trumps (Erişim tarihi: 19 Haziran 2023).



Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

Kürt sorunu başka bahara kalamaz

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 31 Mart yerel seçimlerden önce, bu yaz sıra dışı ve kapsamlı, sınır dışı askeri operasyonla PKK’ye karşı son vurucu harekâtı yapacağını duyurmuştu. Seçimler sonrasında da bunu birkaç kez tekrarladı.

İki aydır bunun hazırlıklarının yapıldığı dikkatlerden kaçmıyor. Bu konunun; Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, MİT Başkanı İbrahim Kalın, Genelkurmay Başkanı Yaşar Güner gibi güvenlik bürokratlarının, Bağdat, Erbil ve ABD yetkilileriyle yaptıkları görüşmelerin en önemli gündem konularının başında geldiği medyaya sızdı veya sızdırıldı.

Türkiye’de olup bitenleri bir kenara bıraksak bile, 23 Nisan’da Türkiye’de farklı şehirlerde muhalif 9 Kürt gazetecinin gözaltına alınmasına paralel, Belçika’nın başkenti Brüksel’de sabaha karşı Medya Haber ve Sterk TV’ye bugüne kadar benzerine rastlanmayan polis baskını yapıldı. Bu da, askeri operasyonun eli kulağında olduğunu gösterdiği gibi, uluslararası boyutu olma ihtimalini akıllara getiriyor. Gelmekte olanın ön habercisi gibi.

Sınır dışı askeri operasyonun boyutunun ne olabileceği ve ne kadar zaman alacağını kestirmek oldukça güç. Bunlar, uluslararası ve bölgesel ilişkilerin ve dengelerin şekillendirdiği bir konu.

Bu, belli ki iç güvenlikle sınırlı bir konu değil. Yapılacak olan, Kürt sorununda çok daha geniş bir konuyla bağlantılı, ilişkili bir sınır dışı askeri operasyon.

Kürt düğümü

AK Parti, 31 Mart seçimlerinin yenilgi atmosferinden çıkmak ve partiyi yeniden ayağa kaldırmak için, uzun süredir gündemde olan Kalkınma Yolu Projesi ile doğrudan bağlantılı bölgesel ve uluslararası bir dizi proje ve planı hızla yürürlüğe koymaya başladı.

Hafta başı Türkiye heyetinin Bağdat, Erbil ziyareti ve Irak yetkilileriyle imzalanan 20 ayrı başlıkta “Ortak İşbirliği İçin Stratejik Çerçeve Anlaşması” ve Ortak Daimi Komiteler kurulması kararı, bu plan ve proje kapsamında atılan ve 2050 yılına kadar sürme ihtimali olan uzun süreli bir ortaklığı kapsıyor.

Bakü-Tiflis projesinden çok daha geniş bir alana yayılacak bir proje. Türkiye, Irak, BAE ve Katar ilk ciddi adımı attı. Bugünden yarına sonuçlanacak değil. Bu önümüzdeki uzun bir dönemde Ortadoğu bölgesinde ve Türkiye’de çok şeyi değiştirme potansiyeli taşıyor.

Sadece Türkiye’nin değil, savaş, çatışma yorgunu ve ekonomisi her geçen gün daralan ve sık sık dar boğaza giren bölge ülkelerinin hepsinin ihtiyacı var.

Türkiye kendi sınırlarını zorlayarak ‘bölgesel güç’ olmaya çabalıyor, ABD’nin Irak’tan çekilmesi sonrasına yatırım yapıyor. Batı tarafından İran’ı dengeleyecek bölgesel güç, aktör olması için arkasından itiliyor.

Bağdat, ülkesindeki fetret devrine bir an önce son vermek istiyor. Ülkenin İran-ABD kavgasının sahnesi olmasının yükünü artık taşımak istemiyor. Şiiler, işgal sonrası Irak’ta ulusal kimliği inşa etmenin zamanının geldiğini düşünüyorlar.

ABD Irak’ta, Kürtlerin konumunun daha fazla zayıflatılmamasını, Türkiye’nin Süleymaniye yönetimini hedef yapan tutumunu sürdürmemesini istiyor.  PKK’ye karşı mücadele edilirken, PYD’nin dokunulmaz zırhına kavuşmasını arzuluyor.

Türkiye, Irak Kürdistan bölgesinden İran’a kadar sınır boyunda 30 km derinliği kontrol etmek istiyor.

Bağdat, Ankara ve Tahran; Kürdistan özerk bölge yönetiminin karakterini adım adım aşındıracak, özerkliği anlamsız kılacak bir yol izlemekte ortaklaşmış görünüyorlar.

Tabi bir de sınır kapılarının açılması ve su sorunu gibi bir dizi sorun ve konu çözülmek durumunda.

Ancak bunların hiçbiri bu büyük projenin hayata geçmesini engelleyecek mahiyette ve kapsamda değil. Geciktirebilir, yavaşlatabilir veya duraklatabilir ama tümden ortadan kaldırmasına yol açmasını beklemek yanlış olur.

Yukarıdan izah etmeye çalışılan konu başlıklarından da anlaşılacağı gibi uzun bir süreç sonunda oluşturulacak enerji hattını, kara ve demir yolunu ve iletişim kanalını içeren ticaret koridoru projesinin hayata geçmesini geciktirecek en önemli ve en belirleyici sorun güvenlik sorudur. Güvenliğin kaynağını Kürt sorununa, Kürt siyasal aktörlerine ve varlığına yaklaşım sorunu oluşturuyor.

Hiç kuşkusuz en büyük güvenlik sorununu, PKK’nın silahlı varlığı oluşturmakta. Türkiye’nin yaz aylarında yapmayı planladığı kapsamlı askeri operasyon bu ihtiyaçtan kaynaklanıyor olsa gerek.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Bağdat’taki açıklamasında, “PKK’nin terör örgütü olarak tanımlanması beklentimiz devam ediyor” ve “PKK konusunun artık gündemden çıkmasının zamanı geldi” dedi.

CHP içindeki evrensel hukukçuların üzerinde ağır bir yük var

Daha önceki ortak açıklamada PKK’nin “terör örgütü” yerine “yasaklı örgüt” biçiminde geçmesi ve Erbil yetkililerinin “PKK’lilere siyasi mülteci statüsü verilecek ama silah taşımayacaklar ve siyasi çalışma yapamayacaklar” gibi cümleleri, bugüne kadar denenen yoldan başka bir yol denenmesi yaklaşımı olabilir. Anlamı şimdiden tahmin edilemeyecek, derin işaretler olabilir.

Bunların, Kürt sorununun demokratik çözümü, çatışma çözümü ve Kürtlerin evrensel insancıl hukuktan kaynaklanan temel haklarına kavuşmaları anlamında geniş kapsamda olmadığı çok açık.

İktidarın siyasetinin merkezinde yer alan yerli-millilik ve güvenlik siyaseti olduğu yerde durdukça, böylesine geniş ufuklu bir açılım beklenemez.

AK Parti’yi iktidara getiren ve tutan ekonomik büyüme, demokratikleşme ve siyasal istikrar kriterleri, 2018’den itibaren büyük bir krize girdi, AK Parti çöküş yaşıyor. Bu nedenle ve Ortadoğu ülkelerinin toplumsal dinamik, bölgesel, küresel ve ulusal muktedirlerini önleyecek elverişli güçte olmaması nedeniyle, Kürt sorununun çözümünün başka bir bahara bırakılması tehdidi ile karşı karşıyayız.

Bu durumu tersine çevirecek, toplumsal değişimin önünü açacak ve iktidarı zorlayacak olan, 31 Mart seçimlerinde yıldızı parlayan ve birinci parti olan CHP olabilir. İktidarın “Kürt karşıtı güvenlikçi” politikalara karşı demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü perspektifle cevap üretebilmeli. Bugün bu noktadan oldukça uzak. CHP’nin her daim iktidar partisi kadar yerlici, millici olan ana akım kesimleri Türkiye’nin ayağındaki en hakiki pranga. Parti içindeki evrensel insancıl hukukçuların üzerlerinde ağır bir yük var.

Hakan Tahmaz



Melike Işık Tüm Yazıları

Sahipsiz köpeklere yönelik saldırılara son!

Sokak köpeklerinin konumunu ve fotoğraflarını yayımlayan web sitesi Havrita’nın son aylarda gerçekleşen köpek cinayetleriyle ilişkisi gündeme gelince toplumdan tepki yağdı. 

Uygulamada önce kendi halinde öylece yatan sahipsiz köpekler, ardından kimi sahipli köpekler ve hatta köpekleri besleyen insanlar sanki varlıkları birer suçmuş gibi ifşalanarak hedef gösterilmeye başlandı. 

Uygulamanın son aylarda artan köpek cinayetleriyle ilişkili olduğu ve uygulamada işaretlenen bölgelerdeki köpeklerin zehirleme gibi saldırılarla karşılaştığı belirtiliyor. Sosyal medyada bu işaretlemelerin gündem olmasıyla sitenin kapatılması için binlerce imza toplandı. Nihayetinde siteye ve sosyal medya hesaplarına erişim engellendi fakat sahipsiz köpeklere yönelik saldırılar devam ediyor.

Uygulamanın sahipleri her ne kadar uygulamanın “önlem ve bilgilendirme” amacı taşıdığını ve hatta hayvan refahını gözettiğini iddia etse de “başıboş köpek çeteleşmesi”, “köpek saldırısı” gibi başlıklarla daha en başından çözüm sunma amacından ziyade bir korku ve nefret aşılama amacı güttüğü anlaşılıyor. Üstelik Havrita, diğer pek çok köpek düşmanı sosyal medya hesabı tarafından destekleniyor. Tüm bu siteler ve sosyal medya hesapları, sokaktaki sahipsiz köpeklere yönelik bir nefretin örgütlenmesi ve yöntemi muğlak bir “başıboş köpeklerden kurtulma” gayesinde birleşiyor. 

Sokakların köpekler için güvenli bir yer olmadığı ve sahipsiz köpek nüfusunun kontrol edilmesinin hem hayvanlar hem insanlar için gerekli olduğu konusunda herkes hemfikirken yapılan bu “başıboş sokak hayvanlarından kurtulma” vurgusu, yöntemi ne olursa olsun başıboş köpeklerden kurtulmak için başvurulan her yöntemin meşru olduğu fikrini pekiştiriyor. 

Oysa medyada sokak hayvanlarını hedef göstererek sunulan saldırıların sorumlusu sokak köpekleri değil; hayvan hakları savunucularının yıllardır dile getirdiği güvenli kısırlaştırma seferberliğini yürütmeyenler, hayvanları birer silah olarak kullanan sahipler ve hayvanların barınma, beslenme gibi temel haklarını hiçe sayan yönetimlerdir. Gelgelelim hesap vermeye, sorumluluk almaya pek de niyeti olmayan tüm bu sorumlular, sahipsiz köpekleri toplamayı, zehirlemeyi ve hatta öldürmeyi bir çözümmüş gibi sunmaya cesaret edebiliyorlar.

Havrita gibi, hayvanların temel haklarını doğrudan tehdit eden uygulamalar tamamen kapatılmalı, bu uygulamalar aracılığıyla hayvanlara saldırılar düzenleyenler 5199 sayılı Hayvanların Korunması Kanunu’nu ihlalden cezalandırılmalı. 

Sokak köpeklerine yönelik saldırılar ve onları hedef alan söylemlere derhal son verilmeli. 

Melike Işık

(Sosyalist İşçi


Meltem Oral Tüm Yazıları

Direnişin yanındayız

Filistin meselesi, nedenleri ve sonuçları itibariyle küresel ve bölgesel güçlerle çok ilişkili ancak emperyalist güçler arasındaki gerilimlerin yansıdığı bir saha, iki devlet arasındaki askeri gerilim, bölgesel çıkarlar veya ulusal kurtuluş mücadelesi karşısında egemen ulusun savaş politikaları gibi meselelerden kategorik olarak çok farklı. Ve bu farkın kökeni, İsrail devletinin kolonyalist niteliğinde, yerleşimci sömürgeciliğinde yatıyor. 

Bize Filistin ortak operasyon odasının direniş eylemini kınamadığımız için, sivillerin ölümünü mü savunuyorsunuz diye soruyorlar. Hayır. Filistin direniş güçleri eylem yaptığı için değil, İsrail sömürgeciliği yüzünden insanlar ölüyor. Tam da bu yüzden İsrail'in sömürgeci bir terör devleti olarak varlığının sona ermesi gerekir. 

Bize Shani Louk’un müzik festivali alanındaki insanların esir alınırken maruz bırakıldığı muameleyi onaylıyor musunuz diye soruyorlar. Hayır. Sömürgeci devletin esir aldığı 5 bini çocuk binlerce Filistinli varken, Filistinliler sistematik olarak cinsel şiddet dahil her türlü zorbalığa maruz bırakılırken sadece bazı bedenlerin maruz bırakıldığı şiddet dünyayı şoke ediyorsa burada eşitsizlik var diyoruz. Yapısal şiddeti görünmez kılmak günün sonunda İsrail’in sömürgeciliğine yarıyor. Tıpkı Afganistan-Irak savaşlarında ABD’nin yaptığı gibi, kadın bedeni üzerinden katliamlar meşrulaştırılmaya çalışılıyor. İsrailli tarihçi Ilan Pappe son yazısında kolonyalizm ne kadar sürerse karşısındaki direnişin de o kadar yozlaşacağını yıllardır vurguluyoruz diyordu. Steril bir mücadele ne yazık ki yok ve bu konu özelindeki esas sorumlu İsrail sömürgeciliği. 

Bize cihatçıları mı onaylıyorsunuz diye soruyorlar. Hayır. Yaşananlar seküler devlet-islamcı cihatçılar çatışması değil. Zaten vaadedilmiş topraklar şiarıyla sömürge devleti inşa eden İsrail’in ne kadar seküler olduğu tartışmalı. Hamas’ın ise İslamcı olması cihatçı terör örgütü olduğu anlamına gelmiyor. IŞİD, Hamas, Hizbullah, Boko Haram, İhvan vs bunlar bir ve aynı şeyler değil. 

Karşımıza çıkan bu soruların neredeyse hepsinin kökeninde temel bir problem var. İsrail’i meşru ve mutlak bir devlet olarak görmek. Bu da aslında İsrail’in 1948’den itibaren filistinlileri kendi topraklarından katliamlarla sürerek yerleşimci sömürgeci bir devlet kurduğu gerçeğini gölgeleyip, kendi halinde bir devletken birtakım cihatçıların saldırısına uğradığı şeklindeki propagandasında ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor.

Direnişi Hamas’a indirgeyenler, Hamas’ın bu eylemiyle Gazzelileri tehlikeye attığını ve İsrail’i savaş başlatmaya kışkırttığını söylüyor. Oysa bölgeyi takip eden birçok kişi çok uzun zamandır bölgeyi tamamen Filistinsizleştirme hamlesine girişmeye hazırlandığını, bir şekilde bir yerden “olayların” patlak vermesinin an meselesi olduğunu anlatıyordu. Birincisi bu zaten İsrail’in yapısından kaynaklanıyor. Filistinliler nakbanın yani topraklardan sürülmenin, yersiz-yurtsuzlaştırılmanın sürekli yapısını vurguluyorlar yıllardır. 

75 yıllık haritadaki değişim de zaten bunu gösteriyor. Son dönemde Batı Şeria’daki silahlı ırkçı yerleşimci politikası bunu gösteriyor. O yüzden Filistinlilerin varlığı, varoluşu İsrail’in kurumsal sömürgeci politikasının sonlanmasına bağlı, birinin varlığı ötekinin yokluğuna bağlı. Bu yüzden biz tek devletli çözümü yani özgür laik birleşik Filistin’i savunuyoruz. 

İkincisi ise son yıllarda Arap coğrafyasındaki ülkelerin İsrail’le normalleşme sürecine girmiş olmaları. 16 yıldır etrafı duvarlarla çevirli Gazze’de açık hava hapishanesi koşullarında yaşayan filistinlilerin davası giderek gündemden düşmeye başladı. Birleşik Arap Emirlikleri, Fas, Bahreyn gibi ülkelerin 2020’den itibaren İsrail’le imzaladıkları anlaşmalar Filistinlilerin sömürgeleştirilmesini olağanlaştırırken diğer yandan da zaten Batı’nın askeri, ekonomik, kültürel vb tam desteğini alan İsrail’in bölge ülkeleriyle de normalleşmesi Filistinsizleştirme politikası için İsrail’e güç verdi. Aksa Tufanı başlamadan iki ay önce İsrail Mescidi Aksa’ya saldırmıştı ve ertesi gün de Batı Şeria’da silahlı yerleşimciler Filistinli sivillere saldırmıştı. Dolayısıyla Aksa Tufanı, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir halkın, tüm dünyanın kendisine sırtını döndüğü koşullarda yaklaşmakta olan felaketi beklemek yerine direnmeyi tercih etmesidir. 75 yıllık direniş tarihinin en büyük eylemlerinden birisidir. Arkasına en büyük emperyalist gücün desteğini almış İsrail’in yenilmez denilen askeri kalkanı, demirden kubbe denilen gücü delindi. Filistinliler ablukayı kırdı, yıllar önce kovuldukları topraklara geri dönüş haklarını kullandılar. 


Nevzat Onaran Tüm Yazıları

Mustafa Suphi, Ankara’nın tuzağına düştü

Mustafa Suphi, yoldaşlarıyla ne büyük umutla kar kış demeden yola çıkmıştı. Davet sahibi TBMM Reisi Mustafa Kemal’di. Kabul eden de Suphi liderliğindeki Türkiye Komünist Fırkası’ydı (TKF). Kars’ta Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’in konuğu olarak üç haftaya yakın kalmalarından şüphelendiler mi? Bilemiyoruz. 22 Ocak’ta Erzurum’a geldikten sonra artık geç kalınmıştı. Çünkü, Ankara-Kars-Erzurum üçgeninde belirlenen plan yürürlükteydi. Büyük olasılıkla Erzurum’da esir alındılar ve Trabzon yolculuğu böyle başladı; 28 Ocak 1921 gecesi Karadeniz sularında bitti. Erzurum ve Trabzon Kuvayı Milliyecileri görev başındaydı. Suphi ve yoldaşlarının katli, siyasal cinayet zincirinin 1921’deki halkasıydı. Öncesinde 1915’te Ermeni mebuslar Krikor Zohrab’la Vartkes ve sonrasında 1948’de Sabahattin Ali, 1979’de Abdi İpekçi, 1980’de Kemal Türkler, 1991’de Vedat Aydın, 1992’de Musa Anter, 1993’te Uğur Mumcu ve 2007’de Hrant Dink… Hiç şüphesiz onlarca isim sayabiliriz. Onlarca fiil, ama fail yok; ne tesadüf?

Suphi’ye resmi davet

TBMM Reisi Mustafa Kemal ile TKF Merkez Heyeti Reisi Mustafa Suphi arasında doğrudan ve dolaylı ilişki kuruldu. Mustafa Suphi, Mustafa Kemal’le ve Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’le hem yazıştı hem de parti görevlileri görüştü. Süleyman Sami, “BMM Reisi M. Kemal Paşa Hazretlerine” hitabıyla başlayan 15 Haziran 1920 tarihli mektupla Ankara’ya gitti. Sonra 2 Ağustos’ta [Ermenileri imha edenlerden eski Zor Mutasarrıfı] Salih Zeki, Karabekir’le görüştü ve Karabekir’in mektubuyla[1] Trabzon üzerinden Ankara’ya ulaştı. Kâzım Paşa'nın sırf memleketin yararı için komünist ve Bolşevik göründüğünü[2] belirten Mustafa Kemal, Salih Zeki’den de bir mektup aldı. Mektupta komünist teşkilatın amacı açıklanıyordu. Mustafa Suphi’ye, Mustafa Kemal yazılı ve Kâzım Karabekir şifahi cevap verdi. Mustafa Kemal’in “Mustafa Suphi Yoldaş” hitabıyla başlayan 13 Eylül 1920 tarihli mektubunda, halk hükümeti ve idarenin esas olarak seçimle belirlendiği gibi şuralara atıf yapıldı. Aynı hedefe yüründüğü için TBMM’ye yetkili bir delegenin gönderilmesini isteyen Mustafa Kemal’in ikili görüşmede önemle üzerinde durduğu bir konu da Sovyetlerden gelen yardımdır.[3]

Yardımların başladığı bir dönemde Sovyet Rusya’yla ilişkiye önem veren Mustafa Kemal ve diğer muhatapların Suphi’ye yazılı veya şifahi verdiği ortak mesaj, tek yetkili makam TBMM’dir. Suphi de sonraki iki mektubunda bu düşüncede olduğunu beyan edecektir.

Mustafa Kemal’in 14 Eylül’de Garp Cephesi Kumandanı Ali Fuat’a (Cebesoy) gönderdiği şifresinde konu, Mustafa Suphi ve komünizmdir. Mustafa Kemal, “Mustafa Suphi Yoldaşa da yazdığım veçhile ne yapılacak ise hükümet vasıtasıyla” yapılmasını ve alenen komünizm ve Bolşevizm aleyhtarlığını uygun bulmadığını yazdı. Mustafa Kemal, Ali Fuat’a 26 ve 31 Ekim tarihlerinde de gönderdiği iki şifredeyse, “hükümetin malûmatı tahtında” 18 Ekim’de resmen TKF’nin kurulduğunu ve “maksadı millimizin kahramanı arkadaşlarımız[ın] bu teşkilâtta” bulunacaklarını bildirdi.[4]

Suphi, Kasım 1920’de ikinci mektubunu Mustafa Kemal’e cevaben yazdı, yedi maddeydi. Karabekir’in Ermenistan harekâtı ve gönderilen ‘Türk Kızıl Alayı’ hakkında değerlendirme yapılan mektupta, temel talep, Türkiye’de kendiliğinden doğan komünist teşkilatların kanuni bir şekle sokulmasıydı.[5]

M. Kemal’in Suphi’ye yazdıktan sonra resmi TKF’yi kurdurması, gerçekte neyi amaçladığını anlaşır kılmaktaydı. İki tane TKF olamayacağına göre öncelikle tasfiye edilecek olan Suphi’nin partisiydi. Suphi ve yoldaşlarının imhası, hiç kuşkusuz bu yönde bir icraattır ve devamında komünizme yasak dili resmileştirildi.

M.Kemal-M. Suphi yazışması ve ilgililer arasındaki ikili görüşmeler ortaya koymaktadır ki, resmen Suphi şahsında TKF heyeti davet edilmiştir. Bu genel kabule rağmen, Yavuz Aslan “gönüllü davet” olmadığı iddiasındadır. M. Suphi de davete icabet edecek tavrındadır.[6] Suphi’ye davet Meclis’te de müzakere edildi; hem de Suphi ve yoldaşlarının Erzurum’a geldiği 22 Ocak 1921’de. Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni’nin TKF ile ilişki kurmak ve mektuplaşmakla ilgili ağır ithamına cevaben net konuştu: “Mustafa Suphi ile ilk temasta bulunduğu[m] zaman yalnız muhabere etmedim. Benim nezdimde ademi mahsus göndermişti. Hakikaten Eskişehir’de bulunduğum sırada Mustafa Suphi’nin ve daha bir adamın [Azadan Mehmet Emin] imzasıyla bir vesikayı ve bir [15 Haziran 1920 tarihli] mektubu hamilen bir zat [Süleyman Sami] bana mülaki oldu (ulaştı). Mustafa Suphi bana müracaat ediyor ve diyor ki, bizim hariçte maksadı teşekkülümüz dâhildeki maksadı millimizi teshil (kolaylaştırmaktan) ve teminden (sağlamaktan) ibarettir […] Bu adam [Mustafa Suphi] Lenin’in yegâne adamıdır. Lenin, Türkiye hakkında bir iş yapmadan evvel mutlaka Suphi ile [görüşmektedir.] […] Ben doğrudan doğruya Mustafa Suphi’nin mektubuna cevaben [13 Eylül 1920 tarihli mektubu] yazdım […] Asıl mektubu getirip de mahrem tebligatta bulunan, söylediğim şeylerin hepsi hakkında müspet, müeyyid delaili (doğrulayan deliller) kafiye (yeterince) mevcuttur. Tekrar delile hacet yoktur.”[7]

Mustafa Kemal'den plana onay

Suphi ve yoldaşları Kars’a gelmeden çalışmaya başlandı. Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir, 25 Aralık 1920’de Müdafaa-i Milliye Vekâleti’ne yazdı. Önerisi, Suphi’nin refakat eşliğinde Ankara’ya gönderilmesiydi. Telgraf, TBMM Reisi Mustafa Kemal dâhil ilgililere aktarıldı. Bunun üzerine Mustafa Kemal’in Karabekir’e gönderdiği 29 Aralık tarihli şifresinde, Suphi’nin komünizm cereyanlarını körüklemesinin mahzurlu olduğu belirtildi.[8] Bu, Ankara-Kars hattında ne yapılacağını belirlenmenin yazışmasıydı.

Suphi liderliğindeki TKF heyeti ancak 28 Aralık’ta Kars’a gelebildi ve üç haftaya yakın burada tutuldu. Neden beklendi veya bekletildi? 2 Ocak 1921’de Suphi, Moskova’ya giden ekipten Moskova Sefiri Ali Fuat, Maarif Vekili Rıza Nur’la görüştü[9] ve elbette buradan notlar Ankara’ya aktarıldı. Hem bu görüşme notları hem de Mustafa Kemal’in 29 Aralık tarihli şifresinde belirtildiği gibi, Kâzım Karabekir’in Suphi’yle görüşmesinden ne yazdığıyla ilgili bilgi, anıları saymazsak gün yüzüne çıkmadı.

Mustafa Kemal’in, Suphi’nin Kasım 1920 tarihli mektubuna cevap verip vermediği bilinmiyor. Kars’ta bulunan Suphi, 2 Ocak’ta TBMM Riyaseti’ne bir mektup daha yazdı.[10] Resmi TKF’nin kurulmasının memnuniyetle karşılandığı belirtilen mektupta, “Emelimiz memleketin müdafaa cephesini zayıf düşürmek değil […] hükümete yardımcı olmaktır. Bu gayeyi kanunların veregeldiği müsaadeler dâhilinde gereken kolaylığın gösterilmesini rica […] ve sizlere katılmakla onur duyacağımızı arz ederiz” denildi. Mektupta hükümetin 4 Ocak’ta okunduğu notunun varlığı çok önemlidir.

Suphi, sonunda bu iyi niyetinin kurbanı oldu. Zaten TKF’nin dönemsel politik analizi Ankara’dan ayrıksı değildir. TKF’nin 8 Kasım 1920’de aldığı kararda ve sonraki değerlendirmelerinde[11] Anadolu [Türk] millî kuvvetlerine, Hıristiyan milletlere ve Sevr’e bakışında Ankara ile paralellik vardır. Paralellik sonrasında daha da derinleşti. 1986’da TKP MK ve 1988’de TBKP MK Üyesi Ahmet Kardam’a göre, TKP, Ermeni soykırımını göremedi ve “Kürt isyanlarını gerici feodal isyanlar olarak” değerlendirdi.[12]

Mustafa Kemal’in vurguladığı gibi hükümetin Kâzım Karabekir’e verdiği talimat[13] ve Ankara-Kars hattında belirlenen plan, Erzurum Valiliği’ne Ankara emri olarak bildirildi. 2 Ocak’ta Kâzım Karabekir, Erzurum Valisi Hamit’e Suphi ve heyetinin Ankara’ya gönderilmemesinin Ankara emri olduğunu yazdı. Valinin yaptığı hazırlıkta öne çıkan teşkilat, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Heyeti’nin istifa etmesiyle 15 Ocak’ta kurulan Erzurum Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. Anlıyoruz ki, cemiyet, 1960’lardaki Komünizme Mücadele Derneği’nin 1920’ler versiyonudur. Mete Tunçay’a göre, bu cemiyetin Erzurum’daki kışkırtmalarının arkasında Erzurum Valisi ‘Deli’ namıyla tanınan Hamit (Kapanlı) ve Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir vardır. 16 Ocak’ta vali, Mustafa Kemal’e gönderdiği telgrafında hem yeni kurulan cemiyeti hem de Kâzım Karabekir’le alınan kararı aktardı. Buna göre, Suphi ve TKF heyeti halkın galeyanından korunacak ve hudut haricine sevk etmek amacıyla Trabzon’a gönderilecektir.[14]

Erzurum’da Suphi ve yoldaşlarına ne yapılacağı, 3/4 Ocak’ta Kâzım Karabekir-Vali Hamit yazışmasına göre netleştirildi. 11 Ocak’ta Kâzım Karabekir, plan hakkında hem Ankara’yı bilgilendirdi hem de valiye cevaben onaylandığını yazdı. Aynı gün Kâzım Karabekir, Mustafa Suphi ve Ethem Nejat’la görüştü[15] ve onlara hükümeti haberdar ettiğini bildirdi. Üç gün sonra Karabekir, validen, saldırının olmaması için tedbir almasını istedi. 16 Ocak’ta valilikten Mustafa Kemal’e plan bilgisi aktarıldı ve 18 Ocak’ta Ankara’dan cevaben “Tedabiri âliyeleri musiptir (isabetlidir)” denildi.[16] Böylece valilik, ‘onay’ bilgisini Kâzım Karabekir’in bildirmesine rağmen, Ankara’dan ikinci kez aldı.

İmhadan üç gün önce 25 Ocak’ta Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Mustafa Durak ve Elcezire Cephesi Kumandanı Nihat Paşa’ya Suphi ve yoldaşlarına yapılacakları, o güne kadar yapılanları yedi maddede özetledi. 22 Ocak’ta gizli celsedeki müzakere, birinci maddede “Komünizm sorunu, Meclis’te gizli toplantıda konuşuldu. Meclis ve hükümet komünizmin ülkede uygulanmayacağı hakkındaki kanısını kesin ve heyecanlı bir surette açıkladı” diye aktarıldı. Doğrudan plan, icrası ve onay hakkında olan beşinci maddede, “Erzurum’da Mustafa Suphi hakkında ulusal tepkilerin planını, daha önce Kâzım Karabekir Paşa’nın ve sonra [vali] Hamit Beyin yazılarıyla öğrenmiş ve uygun bulmuştum. Herhalde doğrudan gelecek yıkıcı herhangi bir akıma karşı Erzurum ve Trabzon’un ve bütün ülkenin bir demir duvar durumunda bulunacağına güveniyorum” denildi. Diğer maddelerde, hükümetin komünizme karşı gerekli önlemi aldığı, Rusya ile dostça ilişkilerin bozulmayacağı, Erzurum’daki cemiyetin önemli görev icra ettiği ve ayrıca Karabekir’e yazıldığı da ifade edildi.[17]

“Teçhizat ve para yardımı yapan Sovyetler gücendirilmeyecek” koşuluyla Ankara-Kars-Erzurum üçgeninde belirlenen ve Ankara’nın onayladığı plan şöyledir: 1- Heyet [Suphi ve yoldaşları] Erzurum’a vardığında halk kışkırtılmalıdır. 2- Heyette, Ankara’ya gidemeyecekleri ve kalamayacakları izlenimi uyandırılmalıdır. 3- Heyet Trabzon’a yönlendirilmelidir. 4- Trabzon’da da halk heyete karşı kışkırtılmalıdır. Yazılmayan 5’inci maddeyse, komünistlerin Karadeniz’de imhasıydı.

18 Ocak’ta Suphi ve yoldaşları, imha planından habersiz ve başlarına ne geleceğini bilmeden Kars’tan Erzurum’a trenle hareket etmiştir.

Ferman TBMM tutanağında

Suphi ve yoldaşlarının Kars’a gelişinden imhasına, Yahya Kâhya’nın[18] ve Trabzon Mebusu Ali Şükrü’yle Topal Osman’ın öldürülmesi bir bütün olarak dikkate alındığında, Erzurum üzerinde karar/onay mercii Ankara’dır. 22 Ocak 1921 tarihli TBMM gizli celse zaptı[19] da İsmail Hakkı’nın (Tekçe) itirafı öncesinde konumu itibariyle Mustafa Kemal’in rolünü anlaşılır kılmaktadır. Tutanak aslında “komünistlerin katli vaciptir” fermanıdır.

22 Ocak’ta Mustafa Kemal, Hüseyin Avni’nin bazı konularda bilgilendiğini kabul ederek, “Kâzım Karabekir Paşaya Heyeti Vekile’den verilen talimata vakıf mısınız?” diye sordu. Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir’i takdir ediyor ve onay makamının hükümet olduğunu hatırlatıyordu! Sonraki aylarda TBMM’de Mustafa Kemal’in I. Grubu’na karşı oluşacak II. Grup lideri Hüseyin Avni’nin, yaptığı konuşmanın dört mesajı vardı: 1- Mustafa Suphi’ye millet ve hükümet namına mektup yazılmış ve söz verilmiştir. Bununla Kâzım Karabekir ve Mustafa Kemal, ismi verilmeden suçlanmıştır. 2- Mustafa Suphi’yle ilişki kuran ve heyeti davet eden cezalandırılmalıdır. 3- Mustafa Suphi, şarkta yalnız başına değildir. Bir heyet gönderilmeli ve tetkik edilmelidir. 4- Ankara’da kurulan [resmi] TKF’ye para aktarılması usulsüzdür.

TBMM Reisi Mustafa Kemal de Hüseyin Avni’yi yanıtladı: 1- Komünizm “memleketimiz, milletimiz ve dinimiz” adına kabul edilemez. 2- Resmi TKF, Mustafa Suphi’nin TKF’sine karşı özel izinle kuruldu ve gerektiğinde kendileri dağılacaktır. 3- Evet, Mustafa Suphi ile ilişki kuruldu ve mektuplar yazıldı. 4- Bundan sonra Mustafa Suphi ile görüşülmeyecek ve mektup yazılmayacaktır. 5- Mustafa Suphi’yi şarkta karşılayan Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’dir. 6- Mustafa Suphi’yi ve heyettekileri “sınır dışına tard” etme yani Ankara’ya gelmesini engelleme planını hazırlayan Kâzım Karabekir’dir. 7- Suphi ve yoldaşlarıyla ilgili [imha] planın gereği yapılacaktır.

Anlıyoruz ki, Mustafa Kemal ve Hüseyin Avni anti-komünizmde yarışıyor. Tutanak ortadadır, Mustafa Kemal net konuşmuştur: Anti-komünizm ötesinde Suphi ve partisini TKF’yi bitirecek plan icra edilecektir! Plan gereği 22 Ocak’ta Erzurum’dan kovalanan Suphi ve 13 yoldaşı, 28 Ocak’ta gece Trabzon’a sokulmadan Batum’a gönderilmek gerekçesiyle motorlara bindirildi ve Karadeniz’de imha edildi. Böylece Ankara’nın Türk millî güçleri, Türk komünistlerini, Yunan işgalci askerinden önce denize döktü!

Komünistlerin imhası

Plan icrasının ilk adımı teşkilatlanmaktır. 15 Ocak’ta Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu ve Ankara’yla temasa geçti. Mustafa Kemal, 22 Ocak’ta gizli celsede cemiyetin okunan telgrafına cevabını 25 Ocak’ta gönderdi. 22 Ocak’ta heyecanlı görüşme yapıldığı ve milletin komünizmi kabul etmeyeceği belirtilen cevapta, “Hükümetin, bu görüşe uygun olarak hareket edeceği tabii bulunmakla, Erzurum’un sayın ahalisini, milli birliğimizi daima yenileyip güçlendirici olan sağlam durumlarını iç rahatlığıyla” sürdüreceği vurgulandı.[20]

Suphi ve yoldaşları, Erzurum Valisi’nin Bayburt kaymakamına ve Ankara’ya yazdığı gün, 22 Ocak’ta Erzurum’a geldi. Mustafa Kemal, planın Erzurum’daki icrası hakkında tekrar bilgilendirildi. Buna göre, cemiyetin faaliyetiyle, Suphi ve yoldaşları kovuldu, onlar da Trabzon’a kaçtı ve halk yiyecekle yatacak yer vermedi. Trabzon’a kovalanan Suphi ve yoldaşları için 24 Ocak’ta Kâzım Karabekir, Bayburt kaymakamını ve 12. Fırka Kumandanlığını uyardı: TKF mensupları kabul edilmeyecekti.[21]

TKF heyeti öncelikle Erzurum’dan, ardından Bayburt, Gümüşhane ve Torul güzergâhında Trabzon’a kadar kovalandı. Heyet ancak 28 Ocak’ta gece Trabzon’a vardı. 2/3 Şubat’ta, Trabzon’a sokulmayan Suphi dâhil 14 kişinin motorla sahilden uzaklaştırıldığını Genelkurmay’a bildiren Kâzım Karabekir, ölümden bahsetmedi. Heyet 19 kişi olup beş kişi alıkondu. Bunlardan biri de Suphi’nin karısı Mariya (Meryem) Suphi’dir. Trabzon’da imhayı organize eden Yahya Kâhya, Mariya Suphi’yi “kendisine kapatma yapmış” ve heyetin maddi imkanlarına da el koymuştur.[22]

TKF’ye göre 16 partili öldürüldü.[23] Canını kurtaranlardan biri de Süleyman Sami’dir ve 3. Fırka Kumandanı Rüşdü’nün 20.7.1921 tarihli raporuna[24] göre, heyette Ankara’yla temaslı kişidir. TKF’de de bu yönde tartışma[25] olmuştur, ama o sıra bitirilememiştir.

TKF, aylar sonra yoldaşlarına ne olduğunu gündemine alabildi. Merkez Komitesi, Suphi ve yoldaşlarının katledilmesini 3 Mart 1921’de ilk kez görüştü ve ancak bir ay sonra 2 Nisan’da Moskova’ya bildirdi.[26] Bu arada 16 Mart’ta Sovyetlerle antlaşma imzalandı. Peki TKF teşkilat merkezi, katliamı Bolşeviklere bildirmekte neyi bekledi?

Sovyetlerle ilişkinin bozulmasının istenmediği koşullarda, Suphi ve yoldaşlarının katli hemen o anda akla gelmiş ve uygulanmış olamazdı. Nitekim ilgili yazışma ve görüşmeler, heyetle ilgili Ankara-Kars-Erzurum hattının işletildiğini, imhanın kararlaştırıldığını ve M. Kemal’den onay alındığını göstermektedir. Anadolu’daki varlığından bahsedilen komünist-Bolşevik hareket de o denli zayıftır ki, Suphi ve yoldaşlarını karşılamada ve katliam sonrasında bir varlık gösteremedi.

‘Öldürün’ diyen bellidir

Ankara hükümeti, Sovyet Dışişleri’ne M. Suphi ve yoldaşlarının ölümünün bir deniz kazası olduğunu yazdı. Yahya Kâhya’ya kimin emir verdiği bilinmiyor[muş]! Mete Tunçay, “Yahya’ya Suphi grubunun ortadan kaldırılması için kimin emir verdiği kesinlikle belli değildir. Bu buyruğun Karabekir’den çıkmış olması muhtemeldir. Ankara’nın ise, önceden haberinin olup olmadığını kestirmek güçtür” ve “eğer günün birinde M. Suphilerin öldürülmesinin onun [M. Kemal] emrettiği kanıtlanırsa, çok şaşacağım!” değerlendirmesini yaptı.[27] Ayrıca Yahya’ya emri verenin ya İttihatçılar[28] ya da doğrudan Ankara veya Ankara insiyatifiyle Kâzım Karabekir-vali Hamit ikilisi olabileceği[29] de öne sürüldü. Kâzım Karabekir[30] ise, Mustafa Suphi’nin İttihatçı aleyhtarlığı yüzünden öldürülmüş olacağını belirtti ve Enver Paşa’nın Sovyetlerle mücadelesinden dolayı Bolşeviklerin de Yahya Kâhya’yı öldürtebileceğini iddia etti.

Yahya’nın tutuklanması, beraat etmesi ve ardından 3 Temmuz 1922’de öldürülüp susturulması, iç çekişme ve saireyle gerekçelendirilirse de dönemin ‘özel muhafızı’ ve sonra Çankaya Muhafız Alay Komutanı İsmail Hakkı’nın (Tekçe), Topal Osman’ın iki fedaisiyle Yahya Kâhya’yı (300 kurşunla)[31] öldürdüğünü açıkladığı 4 Aralık 1977’de, düğüm çözüldü. Çünkü İsmail Hakkı Tekçe, Mustafa Kemal’e rağmen Trabzon’a gitmiş olamazdı. TBMM heyeti, zaten bu adrese ulaşmıştı; Yahya’yı öldürenler Ankara’dan gelen Topal Osman’ın adamlarıydı; bu kadar! İstihbarat Müdürü’yken Trabzon’da soruşturma yapan Feridun Kandemir’e göre, suikastın faili Yahya da “Yalnız değildim” tehdidini savurmuştu.[32] İsmail Hakkı Tekçe, bu fiiliyle ilgili beyanı öncesinde 16 Kasım 1968’de de Trabzon Mebusu Ali Şükrü’nün öldürülmesini organize eden Topal Osman’ın 2 Nisan 1923’te kendisinin yer aldığı ekip tarafından öldürüldüğünü açıklamıştı.[33] Bitmedi İsmail Hakkı Tekçe, Çankaya Muhafız Alay Komutanı Albay olarak 1937 yılı Nisan-Eylül döneminde, Dersim’de de görevlidir.[34] İcrasıyla İsmail Hakkı Tekçe, kelimenin tam anlamıyla Çankaya’nın özel fedaisidir.

Ankara’da Suphi ve yoldaşlarının 28 Ocak 1921’de katlinden ve 16 Mart’ta Sovyetlerle antlaşmanın imzalanması sonrasında komünizme karşı taktikte yeni aşamaya geçildi. Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1921 tarihli mektubunda, komünizme müsamahanın bittiğini yazdı.[35] Artık resmî TKF’ye de gerek kalmayacaktır. Ve zamanla anti-komünizm, Türk devletinin ideolojik konumlanmasında içselleştirdiği bir unsuru olacaktır!

Buraya kadarki tüm yazışmalardan/anlatımdan çıkardığım yalın gerçek şudur:

1- Mustafa Suphi ve yoldaşları resmen Ankara’ya davet edilmiştir.

2- TBMM Reisi Mustafa Kemal’le Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir yazışmasıyla belirlenen plan, TKF heyetinin Erzurum-Trabzon hattında kovalanması ve Karadeniz’de imhasıdır. Bunun için Erzurum ve Trabzon Kuvayı Milliyecileri seferber edildi.

3- Planı onaylayan BMM Reisi Mustafa Kemal’dir.

4- Planın sahada teşkilatlandırılmasını yapan kumandan Kâzım Karabekir’dir

5- Trabzon’da imhayı yapacak görevli Yahya Kâhya’dır.

6- Plan icrası sonrasında Yahya Kâhya, ardından mebus Ali Şükrü ve Topal Osman öldürüldü. Çankaya fedaisi İsmail Hakkı Tekçe’nin beyanlarıyla sabittir ki, Çankaya, cinayet zincirinin ortasındadır!

1915’lerden, 1921’e ve bugüne, faili meçhul siyasal cinayet zincirinin herhangi bir halkasını kopartacak hukuki sistem oluşturulamadığı için yeni halkalar eklendi, ekleniyor. Zincirin kopartılması, hiç kuşkusuz siyasal cinayetleri var eden Türkçü-Sünni İslamcı ekonomik politiğin ilgasıyla mümkün olacaktır!

NOTLAR

[1] Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul-1960, s. 831-832, 834.

[2] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 335-336.

[3] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-1 (1908-1925), BDS Yayınları, İstanbul-2000, s. 100-101 ve Belgeler-s. 338-339; Yavuz Aslan, Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, Türk Tarih Kurumu, Ankara-1997, s. 269-280; Dönüş Belgeleri-1, TKP MK 1920-1921, çeviren: Yücel Demirel, TÜSTAV, İstanbul-2004, s. 49-50, 112-117.

[4] Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hâtıraları, Temel Yayınları, İstanbul-2000, s. 515-518, 551-554; Mete Tunçay, age, s. 151.

[5] Dr. Samih Çoruhlu’dan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 339-340.

[6] Mete Tunçay, age, s. 102 ve Belgeler-s. 354; Yavuz Aslan, age, s. 288-291; Hamit Erdem, Mustafa Suphi, 3. Baskı, Sel Yayıncılık, İstanbul-2010, s. 200-202; Dönüş Belgeleri-1, s. 72-78, 123, 160, 238, 271.

[7] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 336.

[8] ATASE’den aktaran Yavuz Aslan, age, s. 299-301.

[9] Mete Tunçay, age, 102, 152; Yavuz Aslan, age. S. 301-303; Hamit Erdem, age, s. 225-229.

[10] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 341, 345.

[11] Dönüş Belgeleri-1, s. 152-155 (8 Kasım 1920), 323, 331; Dönüş Belgeleri-2, TKP MK 1920-1921, çeviren: Yücel Demirel, TÜSTAV, İstanbul-2004, s.79.

[12] Birikim, Eylül 2020, sayı: 377, s. 43.

[13] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 337

[14] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 351; Yavuz Aslan, age, s. 306-307, 312-314.

[15] Kâzım Karabekir, age, s. 909-910.

[16] Mete Tunçay, age, s. 152 ve Belgeler-s. 351, 353; Yavuz Aslan, age, s. 307-315; Hamit Erdem, age, s. 230-237.

[17] Cihat Akçakayalıoğlu’ndan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 246.

[18] Yahya Kâhya olarak bilindi, ama hakkındaki çalışmada adı Kâhya Yahya’dır (Uğur Üçüncü, Kâhya Yahya, Serander Yayınları, Trabzon-2015).

[19] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 326-337.

[20] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 326; Cihat Akçakayalıoğlu’ndan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 245-246.

[21] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 352-353; Yavuz Aslan, age, s. 316-320.

[22] Mete Tunçay, age, s. 102, 153 ve Belgeler-s. 356; Yavuz Aslan, age, s. 321, 331-332. Türkiye Komünist Gençler Birliği azası Abdülkadir’in 1 Ekim 1921 tarihli anlatımı, Dönüş Belgeleri-2, s. 157-169.

[23] Dönüş Belgeleri-2, s. 151-153

[24] ATASE’den aktaran Yavuz Aslan, age, s. 271-273.

[25] Dönüş Belgeleri-2, s. 131-136, 141-142.

[26] Dönüş Belgeleri-2, s. 115-121, 128-130.

[27] Mete Tunçay, age, s. 153-154 ve Belgeler-s. 356.

[28] Yavuz Aslan, age, s. 353-359.

[29] Hamit Erdem, age, s. 267.

[30] Kâzım Karabekir, age, s. 1147-1148.

[31] Lazistan Mebusu Ziya Hurşid açıkladı (TBMM ZC, devre: 1, cilt: 28, 29 Mart 1923, s. 231).

[32] Mete Tunçay, age, s. 154 ve Belgeler-s. 355; Yavuz Aslan, age, s. 339-342, 353-354; Feridun Kandemir, Atatürk’ün Kurduğu Türkiye Komünist Partisi ve Sonrası, Yakın Tarihimiz Yayınları, İstanbul-1965, s. 184-186.

[33] TBMM ZC, devre: I, cilt: 28, 29 ve 31 Mart 1923, s. 226-233 ve 243-244 ile 2.Nisan 1923, s. 304-308; Cemal Şener, Topal Osman Olayı, Ant Yayınları, 3. baskı. İstanbul-1998, s. 101.

[34] Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyeti'nde Ayaklanmalar (1924-1938), Genelkurmay Basımevi, Ankara-1972, s. 399-401; BCA-F: 030.10/K: 110, D: 745, S: 19; BCA-F: 030.10/K: 111, D: 745, S: 18; BCA-F: 030.10/K: 111, D: 745, S: 19; BCA-F:490.01/K: 1137, D: 146, S: 4.

[35] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 246-247.


Nuran Yüce Tüm Yazıları

Sezgin Tanrıkulu yalnız değildir

CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, katıldığı bir canlı yayın programında şu sözleri dile getirdi: 

“TSK’nın yaptığı her şey, eleştiriden azade değil. Biz milletvekiliyiz bunları sorgularız. TSK değil mi 12 Eylül’de darbe yapan? Bu ordu değil mi 15 Temmuz’da darbe girişimi yapan, köyleri yakan... Benim takip ettiğim davalar var. 15 köylüyü helikopterden atan TSK değil mi? AİHM kararıyla sabit hale gelen... Biz eleştirel yaklaşırız. Soru sorarız, doğru olup olmadığını sorarız, TSK üzerinden bu tür şaibelerin kalkması amacıyla bunu sorarız. 40 yılda her şeyi doğru yapsaydı Türkiye bu durumda olmazdı. AİHM kararı orada, 15 tane köylüyü kim attı? Bu kadar köyü kim yaktı? Daha yeni Roboski Uludere oldu... Sizler de eleştirel yaklaşamadığınız için Türkiye bu noktaya geldi.” 

Bu sözlerinin ardından da iktidar, TSK ve kendi partisi tarafından hedef haline getirildi.  Ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı bir tatil gününde alelacele Sezgin Tanrıkulu hakkında “Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin Kurum ve Organlarını Aşağılama ve Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik veya Aşağılama” suçlamalarından soruşturma açtı. Tanrıkulu’nun dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin fezleke de TBMM’ye iletilmek üzere Cumhurbaşkanlığına gönderildi.

Tanrıkulu’nun televizyondaki sözleri kendi yargıları değil belgelerle, görgü tanıklarıyla, ifadelerle kanıtlanmış ve AİHM’in de Türkiye’yi mahkum ettiği davalara ilişkindi. 

1990’lı yılarda yakınları kaybedilmiş insanların yıllara yayılan, her türlü hukuksuzluğa mahkum bırakılan zorlu mücadelelerinin sonrasında açılan davalar ile sabitlenmiş suçlara ilişkindi. 

Tanrıkulu’nun ifade ettiği, Diyarbakır Kulp’ta kaybettirilen 11 kişi için AİHM’de açılan dava dosyasının başlığı “Mehmet Salih Akdeniz ve diğerleri vs Türkiye”. 

97-98 yıllarında iki kere Türkiye’ye gelen üç hukukçunun yaptığı incelemeler sonucu, 99 yılında yayınlanan raporda TSK’nın bölgede yaptığı operasyon sırasında gözaltına alındıkları ama hiçbir resmi gözaltı işlemi yapılmayan 11 kişinin en son helikoptere bindirilirken görüldüğü ve bir daha kendilerinden haber alınamadığı söyleniyor. 

2001 yılında AİHM bu davada Türkiye’yi, kaybolan 11 kişinin ailesine toplamda 311 bin sterlin ödemeye mahkum etti. 2003 yılında ise aynı bölgede köylüler tarafından bulunan kemik ve eşyalar için bölgeye savcının gelmesi talep edildi. Savcı güvenlik gerekçesi ile gelmeyi reddedince köylüler kemikler ve diğer eşyaları çuvallara doldurup savcıya götürdüler. Adli Tıp Kurumu tarafından verilen raporda kemiklerin en az dokuz kişiye ait olduğu ve bunlardan ikisinin Mehmet Salih Akdeniz ile Behçet Tutuş’a ait olabileceği (yüzde 99.99 oranında) söylendi.

Sezgin Tanrıkulu yıllardan beri hak, adalet ve eşitlik mücadelelerinin içinde yer alıyor. 

Kendisine karşı başlatılan, başta AKP milletvekilleri, yöneticileri olmak üzere İYİ Partiden MHP’sine dek uzanan tepkiler ve tabiî ki kendi partisinden de yapılan “milletimizin gözbebeği Türk Silahlı Kuvvetleri’ni töhmet altında bırakan ifadeleri kabul edilemez” açıklamasına karşı hakikatlerin şimdiki siyasi atmosfere göre eğilip bükülemeyeceğini dile getirerek gerçekleri söylemeye devam ediyor.

Bu gerçekleri ifade eden kişilerin yanında, amasız fakatsız durmak, bugünkü karanlık ortamı aşmanın tek koşuludur. 

Sezgin Tanrıkulu’nun yanındayız.


Onur Korkmaz Tüm Yazıları

İğneada’ya nükleer santral tasarıları kabul edilemez!

Türkiye'nin enerji politikaları ve özellikle nükleer enerji kullanımı hakkındaki tartışmalar son yıllarda büyük bir önem kazandı. Hükümetin Akkuyu ve Sinop'tan sonra İğneada'ya da bir nükleer santral kurma girişimleri, çevresel ve güvenlikle ilgili endişeleri de beraberinde getiriyor. 

Nükleer santrallerin potansiyel sızıntılar ve çekirdek erimeleri gibi felaketlere yol açabileceği bilinse de Enerji Bakanlığı bu sorunları görmezden gelerek iklim krizini nükleer enerji için bir fırsata dönüştürme çabası içinde. Hükümet, nükleersiz bir dönüşüm ile karbon nötr olmanın ancak 2050’lerden sonra sağlanabileceğini iddia ediyor.

Bahaneler ve Gerçekler

‘Karbon nötrleşme’ yolundaymış gibi anlatılsa da Türkiye fosil varlıkları yakıt olarak kullanmaya devam etmede ısrarlı gözüküyor. 

Hükümet dünyanın en verimsiz kömürü ve bir o kadar verimsiz termik santralleri için Akbelen’i her türlü tepkiye rağmen yok ederken, bir yandan da nükleer santral inşa ederek karbon salımlarını düşüreceğini söylüyor. 

Görünen köy kılavuz istemiyor ama burada çelişkili olan sadece durumun kendisi değil aynı zamanda bakanlığın “nükleersiz karbon nötr olamayız” söylemleri. 

Nükleer enerjinin yatırım süresi uzun ve maliyetlidir. Ayrıca anlatıldığı gibi yüksek kapasiteli falan da olmaz. Bunu görebilmek için Akkuyu Nükleer Güç Santrali ile Karatay Güneş Enerjisi Santralinin verilerine bakmak yeter:

  • Neredeyse 11 milyon dönümlük bir araziye inşa edilen Akkuyu NGS’nin kapasitesi 4,8 GW, kurulum maliyeti 20 milyar dolar ve inşaat süresi 10 yıl. 
  • 1 GW kapasiteli Karatay GES 20 bin dönümlük arazi üzerine yalnızca 2 yılda kuruldu ve inşası 1,3 milyar dolara mal oldu. 

Akkuyu’nun aldığı güneşin daha fazla olacağı gerçeği de görmezden gelindi. Oysa Akkuyu’ya kurulacak 4,8 GW’lık bir fotovoltaik GES santrali, nükleer santralin 10’da biri kadar bir araziye, 3’te 1’inden ucuza ve 5’te 1’i kadar bir sürede yapılabilirdi. 

Dahası, işletme maliyetlerini göz önünde bulundurunca nükleerin yanında 8’de 1 seviyelerinde kalacağı da anlaşılıyor. Benzer bir hesabı Sinop’ta rüzgâr enerjisiyle de yapmak mümkün.

Acaba benim 10 dakikalık bir araştırmayla yaptığım bu hesaplamayı Enerji Bakanlığında yapabilen kimse yok mudur? 

İğneada’ya çivi dahi çakamazsınız: Bu, gezegene ihanettir

Nükleer santral başlı başına bir sıkıntı iken bir de bu santrali İğneada’ya yapma planı var ki bu da başka bir savsata. 

Kırklareli’ne bağlı Karadeniz sahilindeki İğneada, 3155 hektarlık eşsiz bir Longoz ormanına sahip. Amazon ve Afrika Kongosu longozları ile birlikte dünyadaki üç longoz ormanından biridir. 

Türkiye’de biyoçeşitliliğin en zengin olduğu bu bölgeye bir enerji santrali yapılmasının akla gelmesi bile korkunç! 

Longoz’a en ufak zarar verecek hareket, dünya tarihindeki en büyük ihanetlerden biri olur. Bu eşsiz doğal alanın korunması ve gelecek nesillere bırakılması gerekiyor.

Tüm nükleer santral planlarından acilen vazgeçin! 

Türkiye’nin güneş ve rüzgâr potansiyeli yüksek bir coğrafyada, enerji ihtiyaçlarını karşılamak için nükleer kullanması ne akla ne de mantığa sığar. 

Nükleer santrallerin çevresel ve güvenlik risklerini göze alamayız. 

“Karbon emisyonlarını azaltmak için vaktimiz yok” gibi kılıfların arkasına sığınmadan hemen tüm nükleer inşaat ve projelerini durdurun! 

Karbon salımlarına hemen son vermek için bir yol haritası çıkarın, yıllardır beklediğimiz iklim acil durumu ilan edin! 

Dönüşümün maliyetini kamu kaynaklarından değil, sorumlusu olan fosil yakıt şirketlerinden karşılayın. 

Dönüşüm sırasında, kapanan santral ve maden işçileri için göç etmek zorunda kalmayacakları, aynı kalifiyede ve ücretteki işlere kavuşabilecekleri programlar oluşturun.

Hem Adil hem de Acil bir geçiş istiyoruz!

Onur Korkmaz

(Sosyalist İşçi)



Ozan Tekin Tüm Yazıları

Agresif dış politika çöktü

Milliyetçiliğe göre tarih farklı ulusların arasındaki rekabet ve güç hiyerarşisi tarafından belirlenir. Deprem ise asıl olanın farklı uluslardan sıradan insanların bu yaşamdaki ortak çıkarları olduğunu gösterdi.

6 Şubat günü sabaha karşı 04:17’de olan deprem Türkiye’de 10 milyondan fazla insanın yaşadığı 10 şehri sarstı. Depremden hemen bir saat sonra 4. seviye alarm ilan edildi. Bu, uluslararası yardım çağrısını da kapsıyordu. Ve hemen bunun ardından onlarca ülkeden Türkiye’de yardım seferberliği başladı. İnsani yardımlar, arama ve kurtarma çalışmaları, sahra hastanesi kurma gibi birçok alanda çalışan 80’den fazla ülke 7 binden fazla personelle çalışmalara sahada katkı verdi.

Türkiye’nin son birkaç yıldır izlediği agresif dış politika, “yerli milli” söylemler, “Mavi Vatan” tezleriyle komşuların düşman ilan edilmesi gibi birçok gelişmeye rağmen, deprem sonrası gösterilen uluslararası destek muazzamdı. İlk yardıma koşanlar arasında, AKP-MHP iktidarının düşman olarak kodladığı Ermenistan’dan ve Yunanistan’dan gelen ekipler vardı. Hükümet sık sık “Atina’ya füze atarız” tehditleri savururken, “bir gece ansızın gelebiliriz” derken, Yunanistan’dan sınıf kardeşlerimiz Türkiye’deki farklı halklardan depremzedelerin yardımına koştular ve olanca güçleriyle hayat kurtarmak için uğraştılar. Benzer şekilde Ermenistan’dan gelen ekipler de, Türkiye defalarca Azerbaycan-Ermenistan geriliminde taraf olmuşken ve savaşa bizzat müdahale etmişken, insanlığın temel bir gereğini yerine getirerek Türkiye’deki yoksulların acısını kendi acıları olarak görüp yardıma koştular.

Oysa faşist MHP’nin de bir parçası olduğu iktidar bloku, yıllardır Mavi Vatan tezleriyle etrafımızdaki herkesin bize düşman olduğunu anlatıyor. Yunanistan’a karşı Doğu Akdeniz’deki gaz arama çalışmaları ve adaların konumu üzerinden saldırganlık gitgide tırmandırılıyor. Libya’nın yalnızca yarısını kontrol edebilen bir hükümetle bölgedeki hiçbir ülkenin tanımadığı anlaşmalar imzalanıyor. Bütün bunların hepsi “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı”, dolayısıyla güç yoluyla “çıkarlarımızın” korunması gerektiği söylenerek yapılıyor. Benzer şekilde Ermenistan’la bundan 15 yıl önce esen daha ılımlı rüzgarların yerine düşmanlık politikası esas alınıyor. Suriye’nin kuzeyindeki Kürtler sürekli askeri operasyon arayışında bulunulması gereken “milli güvenliğe tehdit” unsurları olarak görülüyor.

Depremde ise hem Türkiye’nin farklı kimliklerden halkları, Türkler Kürtler, mülteciler el ele vererek hayatlarını kurtarmak için ortak bir mücadele veriyorlar. Buna dış ülkelerden gelen yardım ekipleri de katılıyor. Milliyetçiliğin çizdiği yapay sınırlar ve ayrımlar unutuluyor, sıradan insanların, emekçilerin dayanışması öne çıkıyor.

Üstelik bu, asıl olarak devletler arası diplomasiye dayanan sınırlı bir dayanışma. Bir de farklı coğrafyalarda işlerin kontrolünün işçi sınıfına geçtiğini, aşağıdan inisiyatiflerin belirleyici olduğunu düşünelim. Burada tüm halkların yaralarını sarmak için çok daha muazzam bir enerji ve seferberlik ortaya çıkacaktır. Sosyalizm mücadelesi bu yüzden enternasyonalisttir, farklı uluslardan ve ülkelerden işçilerin çıkarlarının farklı uluslardan ve ülkelerden patronlara, sermaye sahiplerine karşı ortak olduğunu savunuruz.

Devletlerin bütün milliyetçi kışkırtmalarına rağmen, halkların dayanışması böyle zor dönemlerde esas oluyor. Nasıl ki bundan birkaç yıl önce Yunanistan’da yaşanan yangınlara karşı Türkiye işçi sınıfı, sendikalar ve tüm demokratik kurumlar dayanışma için elinden geleni ortaya koyduysa, şimdi de bir benzeri komşu ülkelerdeki sınıf kardeşlerimiz tarafından yapılıyor. Öyle ki, Ermenistan’la 30 yıldır kapalı olan sınır kapısından insani yardım geçiriliyor. 

Depremden çıkarmamız gereken sonuçlardan biri de Türk milliyetçiliğinin bölücü argümanlarına karşı enternasyonalizmin işçi sınıfını birleştiren ruhunu baskın hâle getirmenin ne kadar önemli olduğu. Bunun pratikteki karşılığı ise iktidardaki aşırı sağcılığın içe kapalı savaşçı anlayışını geriletmek, Doğu Akdeniz’den Suriye’ye savaş politikalarının terk edilmesine yönelik bir basınç oluşturmak, Yunanistan’dan Ermenistan’a, Suriye de dahil tüm komşu ülkelerle diyalog ve diplomasiye dayalı barışıl bir dış politikanın hayata geçirilmesini savunmak.




Roni Margulies Tüm Yazıları

Mutlu bitmiş bir göç öyküsü

Başta Kılıçdaroğlu ve CHP olmak üzere tüm muhalefetin milliyetçiliğe, ırkçılığa, Kürt düşmanlığına ve en önemlisi göçmen düşmanlığına kapılması, teslim olması, ödün vermesi ve hatta dört elle sarılması ne sonuç verdi?

Basit. Ortalık zafer çığlıkları atan, oylarını yükseltmiş, beklenmedik başarılar kazanmış faşistler ve milliyetçilerle doldu. Sağın politika ve söylemlerini kullanarak sağdan oy kapmak mümkün değildir, böyle yapıldığında siyaset sahnesi tümüyle sağa kayar ve bundan yine sağcılar kârlı çıkar, bir kez daha kanıtlanmış oldu.

Yabancı/Arap/Suriyeli/Rus/sığınmacı/göçmen düşmanlığına kendini kaptırmayanlar için bir göç öyküsü anlatmak istiyorum. İnsanların keyif veya eğlence olsun diye göç etmediğinin, yerlerini yurtlarını, doğup büyüdükleri mekânları, atalarının yaşayıp öldüğü toprakları şımarıklıktan değil ancak mecburiyetten terk ettiklerinin bir örneğini vermek için.

Benim baba tarafım Polonya’dan gelmiştir. Dedem 1897’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir vatandaşı olarak Krakow’da doğmuş, Birinci Dünya Savaşı’nda çarpıştıktan sonra Viyana Üniversitesi’nde okumuş, Berlin’de mühendis olarak ilk işine girmiş ve 1925 Nisan’ında evlendikten hemen sonra Türkiye’ye göçmüş. Kalıcı olmasını düşünmüyorlarmış bu göçün, bir yıl çalıştıktan sonra geri döneceklermiş, ama iş uzamış ve Naziler’in Polonya’yı işgal etmesiyle beraber geri dönülecek yer kalmamış, göç mecburen kalıcılaşmış.

Anlatacağım göç dedeminki değil ama. Kardeşininki.

Frederik Margulies’e Krakow’daki gençliğinde Fredek derlermiş. Keman çalan ve hayatta tek isteği hep ve daha iyi keman çalmak olan Fredek zengin bir ailenin kızına aşık olmuş 1920’lerde. Kızın ailesi evliliklerine izin vermenin koşulu olarak Fredek’in kemancılıktan vaz geçip ailenin tekstil işinin başına geçmesini dayatmış. Margulieslerin tarihinde bildiğim tek yüz kızartıcı olaydır: Fredek bir kadın için sanatı terk etmeyi kabul etmiş! Evlenmişler. Çocukları olmuş. Bilebildiğim kadarıyla mutluymuşlar.

Alman ordusu 1 Eylül 1939’da Polonya’ya girdiğinde, Fredek eşi ve iki küçük çocuğuyla birlikte Fransa’da tatildeymiş. Kemanı bırakıp zengin bir kadınla evlenmenin bazı yararları da var kuşkusuz: Maddî durumları iyi olduğu için, Polonya’ya dönme olanağı ortadan kalkınca Fransa’da kalmaya karar vermişler. Uzun sürmemiş ama; 1940 Mayıs’ında Nazi orduları Paris’e doğru harekete geçince Fredek’le ailesi de önce Fransa’nın güneyine, oradan da zor bela İspanya’ya kaçmış. Artık Avrupa’da barınamayacaklarına ikna olduktan sonra, vize almak için Amerikan elçiliğine gitmişler. Vize bir yana dursun, içeri bile alınmamışlar. Çaresizlik ve korku içinde, tüm Güney Amerika elçiliklerinin kapılarını aşındırmaya başlamış, hepsinden geri çevrilmişler.

Bir gün Fredek ilk kez geçtiği bir yolda yürürken yüksek bir duvarın ardındaki büyük bir bahçe içinde süslü, elçilik olması muhtemel bir bina görmüş. Yaklaşmış, duvarda “Dominik Cumhuriyeti Büyükelçiliği” tabelasını okuyup dalmış içeri. Varlığından bile haberdar değilmiş böyle bir ülkenin, adını bile duymamış; ama ne önemi var, Avrupa’dan, faşizmden uzak bir yer olduğunu tahmin edebiliyormuş. İçerde uyuklayan iki memura vize istediğini söylemiş, herhalde ilk kez böyle bir taleple karşılaşan memurlar pasaportları damgalayıp uyuklamaya devam etmiş.

Dominik Cumhuriyeti, Karayiplerde, Küba’nın yanı başında yatay ve ince uzun Hispanyola adasının doğu yarısını kaplıyor; adanın geri kalanı Haiti. Göçmenlerden çok çekmiş Hispanyola. Kristof Kolomb Avrupalıların ilk yerleşimini burada kurmuş, adını La İsabela koymuş; yerli Taíno halkı ise Avrupalıların getirdiği virüsler nedeniyle kısa süre sonra grip ve çiçek hastalığından tümüyle telef olmuş. İspanyolların altın şehir Eldorado peşinde“Amerika” adını verdikleri kıtaya göçü ve burada yüzlerce yıl sürecek egemenlikleri La İsabela’yla başlamış.

Fredek daha sonra, California’da yaşlı bir adam olarak hayatının zengin coğrafyasını hüzünlü bir hayretle incelerken belki de bunları okuyup öğrenmiştir, ama 1940’ta uzun bir vapuryolculuğundan sonra Santa Domingo limanına ayak bastığında bilmiyordu herhalde. Günümüzün turist broşürleri, Kolomb’unoğlu Diego ile eşi Doña María de Toledo’nun şimdi müze olan evinin muhakkak görülmesi gerektiğini yazıyor. O zaman da müze miydi, bilmem, ama öyle de olsa, herhalde Fredek’in çokfazla ilgisini çekmemiştir. Dominik Cumhuriyeti’nde bir hayat kurmayı hiç düşünmemiş çünkü, amaç kapağı Amerika’ya atmakmış. Küba’nın ‘göç kotası’ olduğunu öğrenmiş. O yıllarda, Amerika güçmen göndermek üzere çeşitli ülkelere belli kotalar verirmiş. Fredek ve ailesi önce Küba’ya geçmeyi, sonra da Amerika’ya göçmeyi becermiş. Nasıl becermiş, neler yaşamışlar, nasıl olmuş, bilemiyorum. Krakow’dan Los Angeles’e uzanan, yaklaşık iki yıl süren bu öykü ne korkular, eziyetler, umutsuzluklar, mutsuzluklar içermiştir, kim bilir? Bildiklerim, yukarıdaki dört paragraftan ibaret işte.

Hiç olmazsa ama, Fredek’in öyküsünün mutlu bittiğini biliyorum. Amerika’ya girişte, memur “Margulies ismi burada zor okunur, zor anlaşılır” deyince, Marr soyadını almış aile. Ve benim bugün Amerika’nın çok çeşitli yerlerinde Bill Marr, Bob Marr gibi isimler taşıyan, tanışmadığım uzak akrabalarım var.

Böyle mutlu biten göç öyküsü çok nadirdir. Göç, “gitmek” değil “kaçmak” anlamına gelir: Nazilerden, savaştan, yoksulluktan, işsizlikten, açlıktan kaçmak.

Kaçarak hayata tutunmaya çalışan insanlara nefret ve düşmanlıkla bakanlara ömrüm boyunca nefret ve düşmanlıkla baktım. Ve hep öyle bakacağım.

Roni Margulies

(Bu yazı ilk kez 30 Mayıs 2023 günü Serbestiyet’te yayınlanmıştır.)


Sibel Erduman Tüm Yazıları

‘Yasadışı’ geçişten 52 yıl hapis cezası

Geçen yıl 27 Şubat'ta Reuters haber ajansının geçtiği haberde, ismi açıklanmayan üst düzey bir Türkiyeli yetkili, Türkiye'deki Suriyeli mültecilerin artık karadan ve denizden Avrupa'ya ulaşmalarının durdurulmaması kararını aldıklarını söylemişti. Yetkili aynı zamanda sahil güvenliğe ve sınır polisine mültecileri engellememe emri verildiğini de sözlerine eklemişti.

Bu haberin ardından Türkiye'deki mülteciler Türkiye-Yunanistan sınır kapısı Pazarkule'ye doğru gitmeye başladılar. Ertesi gün açıklama yapan Erdoğan, “Biz bu kapıları bundan sonraki süreçte de kapatmayacağız ve bu devam edecek. Neden? AB’nin sözünde durması lazım. Biz bu kadar mülteciye bakmak, onları beslemek durumunda değiliz” ifadelerini kullanmıştı.

Zor şartlarda sınır kapısında bekleyen mülteciler için Edirne halkı ve Hepimiz Göçmeniz başta olmak üzere çeşitli sivil toplum kuruluşları mültecilerin yiyecek, su, battaniye gibi temel ihtiyaçlarını sağlamak ve konuyu haberleştirmek için seferber oldu, sınır kapısında bekleyen mültecilerin yanına gitti. Kendileriyle konuşulan mülteciler Yunanistan’a geçme kararlılıklarını vurguluyorlardı.

Bu süreç içerisinde Yunanistan, pek çok kez Ege denizi üzerinden geçmeye çalışan mültecilerin botlarını batırdığı iddiasıyla gündeme geldi. Hatta Report Mainz, Lighthouse Reports ve Alman Der Spiegel'in ortak araştırmalarına dayandırdıkları bir haberde, geçtiğimiz yılın Mayıs ayında, Yunan sahil güvenlik gemisinin bir grup mülteciyi şişme bir cankurtaran salıyla Türk karasularına doğru çektiği ve sığınmacıları açık denizde kaderlerine terk ettiği anlatılıyordu.

Bir tarafta Türkiye’nin mülteciler için yeteri kadar para ödemediğini söylediği Avrupa Birliği’ne, sınırları açınca neler olabileceğini gösterme girişimi, diğer tarafta Avrupa Birliği’nin kendi yasalarına uymayarak mültecileri Türkiye’de ‘bekleme odasında’ bekletmesi, geçen yıl Yunanistan-Türkiye sınır kapısında yaşanılan trajediye neden oldu. Bu arada bir kısım insan Yunanistan’a geçebildi.

İşte şimdi Yunanistan’a ailesiyle birlikte geçenlerden Suriyeli bir kişi (adı verilmiyor), Yunan mahkemesi tarafından ‘yasadışı’ olarak ülkeye girmekten 52 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yunanistan, Avrupa Birliği üyesi bir ülke olarak topraklarına giren ve mültecilik başvurusu yapanları kabul etmek ve durumunu değerlendirmek durumundadır. Böyle diyoruz ama Yunanistan’ın böyle bir cezayı neye göre verebildiğini bilmiyoruz. Bu yazının amacı da kanunlara uyulup uyulmadığını ortaya çıkarmak değil. Çünkü Avrupa Birliği zaten Suriye savaşından itibaren kendi yasalarına uymuyor. Dolayısıyla yasalar ‘askıda’. 

Mülteciler pandemi öncesi de bir krizin cisimleşmiş haliydi. Avrupa’nın ‘mülteci’ krizi (Türkiye’yi de dâhil edebiliriz) sınıra dayanan mülteci sayısından doğmuş gibi gözüküyor. Ama aslında mesele gelenlerin gitgide artması değil; mülteciler daha önce kriz olmayan yere kriz taşımadılar. Daha ziyade gittikleri ülkede kurucu mahiyette ama gizli, bastırılmış, görünmeyen bazı sorunları şiddetlendirip görünür hale getirdiler. Yani hiçbir yerde olmayan ırkçılığın ‘binlerce insanın akın etmesiyle’ baş göstermesi söz konusu değil. Türkiye için de böyle bir durum söz konusu. 

Hükümet mülteci meselesinde Türk kültürünün yardımsever, misafirsever olduğuna dair söylemlerine yaslanıyor. Ancak, geçen seneki olayda insanları bir deneme tahtası gibi sınıra sürmeleri ve pazarlık konusu yapmalarında görüldü ki, Suriyeli ve diğer sığınmacıların Türkiye’de zorunlu olarak kalmasıyla ortaya çıkan bu sözde misafirperverliğin altı boş. 

Aslında zaten hiçbir zaman misafirperverlik söz konusu olmadı. 1941 yılı Aralık ayında Hitler’den kaçıp gelen bir gemi dolusu Yahudi’yi kabul etmeyip denizin ortasında açlık ve susuzluktan ölmeye bırakmalarını düşünün.

Muhalefet partilerine gelince, şimdiye kadar bir şekilde genel bir milliyetçiliği elden bırakmadılar (Türkiyelilerin bir de ırkçı olmadığı söylenir hep). Suriyeliler ile birlikte ırkçı söylemleri gayet açık ve net bir şekilde söylemekte bir beis görmediler ve görmüyorlar. Türk milliyetçiliğinin ırkçı olmaması diye bir şey hiçbir zaman söz konusu değildi zaten. Türkiye’de yaşayan ‘Türk’ olmayanlar, ama Türk vatandaşlığına sahip olanlar, her zaman hedef tahtası oldular ve katledildiler. Dolayısıyla mültecilerin doğurduğu bir kriz olmaksızın bir ‘mülteci krizi’ yaşanıyor, gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de. 

Aslında mülteciliğe ve içinde bulunduğumuz pandemi koşullarında yaşadığımız sorunlara herhangi bir siyasi çözümün yokluğu, gerçek anlamda siyasetin yokluğu anlamına geliyor, bizler buna tanık oluyoruz. Mültecilerle cisimleşen sorunun hukuki bir çözümü yoktur (konu başlığında da görüldüğü gibi). Bu insanların korunmaya ihtiyacı olduğunu pekâlâ herkes biliyor ama bilmiyormuş gibi davranıyor. Sorun siyasidir.

Sibel Erduman


Sibel Erduman Tüm Yazıları

Müteahhitlere ve binaların yapılmasına izin verenlere değil mültecilere saldıranlar

Antep’in Şahinbey ilçesi, depremzedelerin yoğun yaşadığı yerlerden birisi, ayrıca mültecileri de barındırıyor. Kendilerine ‘sen Suriyelisin, sana çadır yok” denildiği için kendi yaptıkları çadırlarda kalıyorlar. Depremin ikinci gününde battaniye ve kıyafet gibi ihtiyaçlar dağıtılmış ama mülteciler yararlanamamış, daha doğrusu onlara verilmemiş. Pek çok mülteci ise parklarda hiçbir şeyleri olmadan bekler haldeler. Genel olarak zaten herkesin perişan olduğu bir deprem bölgesinde mülteciler ayrıca dışlanabiliyor. 

Durum buyken, Ümit Özdağ gibi Suriyelilere ve genel olarak mültecilere yönelik ırkçı tutumu olan bir adam, kalkmış bile bile yalan haber yayarak mültecilerin ‘talan’ yaptığını söylüyor. Buna da bir dolu insan teşne oluyor. Ve ilginç bir şekilde AKP ne zaman dara düşse Ümit Özdağ ve mülteci düşmanları hükümetin önüne siper oluyorlar. Orman yangınları sırasında da bu adam ‘ormanları Suriyeliler yakıyor’ demişti. 

Bu tür ırkçı saldırılara karşı net olmak ve şunu söylemek lazım;

Bize ev diye tabut satanlar, onlara imar izni verenler, depremden sonra askerin, madencilerin ve yardım ekiplerinin müdahalesini geciktirenler, en fazla ihtiyaç duyduğumuz anda sosyal medyayı kapatanlar mülteciler değil. Öfkenin yönünü değiştir.

Talan denilen şey de aç ve susuz kalan insanların bir iki dükkâna girip karınlarını doyurmaya çalışmalarından ibarettir sonuçta. Bu kadar vahim bir deprem sonrasında, inanılmaz derecede organize olmayan bir devlet aygıtıyla karşı karşıyız. Devlet organize olup müdahale edemediği gibi bir de yardım götüren insanları ve grupları engelliyor ya da onların yardımlarına el koyup kendisi dağıtıyor. AFAD gibi doğru dürüst hiçbir eğitim almamış gönüllüler ve belki çok az profesyonelle çalışan bir merkezi örgütün bu işi yapamamasından dolayı birçok insan ölmüşken, öfkeyi mültecilere yönlendirmek bilerek yapılan ve devletin beceriksizliğinin üstünü örten bir eylemdir.

Ama görebildiğim kadarıyla bu ırkçı yalanlar pek rağbet görmüyor, en azından sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla. Ama yine de bu ırkçı yalanlardan dolayı saldırıya uğrayan mülteciler oluyor ve canlarıyla ödüyorlar. 

Hiçbir zaman bu tür saldırılarda tarafımızı unutmayalım.

Sibel Erduman



Tuna Emren Tüm Yazıları

Vicdan Mahkemesi: İsrail soykırım suçlusudur!

“Gazze için kaybedecek tek bir saniyemiz bile yok” diyerek bir araya gelen bizler Filistin’e Özgürlük Platformu olarak 7 Ekim’den bu yana bu mücadeleyi büyütme çağrısında bulunuyoruz. İlk eylemimizi Filistin halkının özgürlük mücadelesinde bir dönüm noktası olan Birinci İntifada’nın yıl dönümünde, Kadıköy’de bir insan zinciri kurarak gerçekleştirmiştik. O günden bu yana giderek büyür ve güçlenirken, İsrail’in Filistin’de işlediği tüm suçları ortaya sermek üzere son derece kapsamlı bir çalışma başlattık. 23 Mart’ta gerçekleştirdiğimiz Vicdan Mahkemesi işte bu çalışmaların bir sonucuydu.

İstanbul’da gerçekleşen mahkemenin amacı, İsrail’in işlediği çeşitli suçları kayıt altına alarak belgeleyebilmek ve Filistin’de yol açtığı inanılmaz yıkımın aslında planlanmış bir soykırım olduğunu göstermekti: Çocuk hakları aktivistleri, iklim aktivistleri, akademisyenler, gazeteciler, mimarlar, işçiler, kadınlar, LGBTİ+’lar, sağlıkçılar, öğretmenler, hukukçular, sanatçılar, göçmenler ve Filistinli tanıklar bir araya geldi, 15 rapor hazırlandı. 

Raporlar, İsrail’in bu çok boyutlu kırımı tüm tarihi boyunca sürdürdüğünü; gıda, su ve enerji kaynaklarını birer baskı aracı olarak kullandığını; Filistinlileri topraksızlaştırırken ve açlığa sürüklerken bundan büyük maddi kazançlar sağladığını belgeleriyle gösteriyor; saldırılarının kadınlar, çocuklar ve diğer tüm canlılar üzerindeki ve sağlık, eğitim, ekoloji, sanat, mekân ve daha birçok alandaki yıkıcı etkilerini gözler önüne seriyordu. 

Mahkemede ayrıca Uluslararası Ceza Mahkemesi nezdindeki Filistin dosyasını takip eden Khaled Al Shouli, Filistinli insan hakları avukatı Amjad Salfiti, Filistin Genel Sendikalar Konfederasyonu Başkanı Shaher Sa’ed, İngiltere Sosyalist İşçi Partisi’nden (SWP) Alex Callinicos, DAAR Kültürel Miras Araştırmaları’ndan Sandi Hilal ve Alessandro Petti gibi uluslararası konuşmacıları da dinledik. Onların yanı sıra Barış için Yahudilerin Sesi (Jewish Voice for Peace) ve BDS (Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar Hareketi) temsilcileri de gerek canlı bağlantıyla gerekse kürsüde yer alarak mahkemeye destek verdiler.

Amacımız, alarm zillerini çalmak

Filistin halkına altı aydır saldırmakta olan İsrail 30 binden fazla Filistinliyi öldürdü, 75 binden fazlasını tedavi edilemeyecek durumda bıraktı. Tedavi edilemiyorlar çünkü sağlık sistemi çöktü, ameliyatlar için gereken anestezi ilaçları dahi bulunamıyor. Hayatta kalabilenlerse açlığa, susuzluğa itildikleri bir fiziksel ve psikolojik travmalar cehennemine sıkıştırıldılar. Çocuk Masası’nın sunduğu üzere, her gün 10’dan fazla çocuğun bir veya iki bacağını kaybettiği, uzuv kaybı yaşamamış olsalar bile en az bir ebeveynlerini yitirdikleri bir yere dönüştü Gazze. 

Mahkeme boyunca sunulan dosyaları dinledikten sonra bir karar metni hazırlayan Vicdan Heyeti şöyle diyordu; “Bu veriler bizim açımızdan 12 Ocak 1951’de yürürlüğe giren Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinin 2. maddesine göre çok açık bir soykırım girişimidir.”

“Amacımız alarm zillerini çalmak. Amacımız tüm dünyayla birlikte, tüm dünyanın gözünü bu soykırım girişimine odaklamak.”

“Biz, tüm dünyadaki vicdan sahibi insanları, zaten ayakta olanları, Gazze için küresel bir direnişin ateşini yakarak kendi hükümetlerini İsrail Devleti’yle ilişkileri kesmeye zorlayanları, Gazze’de ateşkes ilan edilene ve İsrail Devleti tüm bu suçlarından yargılanana kadar mücadeleyi büyütmeye, hep beraber, çok daha büyük, çok daha kararlı, çok daha birleşik bir hareketi örmeye, daha kapsayıcı ve daha kararlı davranmaya çağırıyoruz.”

Soykırımın suç ortakları

İsrail bir halkı tarihte eşi benzeri görülmemiş bir hızla çöküşe sürüklerken yalnız değildi. İklim Adaleti Masası’nın belgelediği üzere; “ABD’nin, AB ülkelerinin önemli bir kısmının ve daha birçok ülkenin gerek fosil yakıtlarla, gerek askeri mühimmatla, gerekse hiç aksatılmayan ikili ticaret ilişkileriyle gelen desteğini de arkasına alarak” harekete geçti: “Birlikte sürdürdükleri bu yıkımda hepsi o cehennem manzaralarının suç ortakları olarak tanınmalıdır.” 

Gazeteci Metin Cihan’ın geçtiğimiz günlerde ortaya çıkardığı üzere, Türkiye de İsrail ordusuna silah yedek parçaları ve aksamları sunuyor, Gazze halkının etrafına örülen dikenli telleri satıyor.

İsrail, Uluslararası Adalet Divanının Güney Afrika’nın başvurusuyla aldığı kararların hiçbirini uygulamazken işte böyle dört koldan beslenmeye devam ediyordu.  

Divan geçtiğimiz günlerde bir açıklama daha yaparak üç yeni tedbire hükmettiklerini duyurdu:

  • İsrail’in; Gazze’deki Filistinlilere gıda, su, elektrik, yakıt, barınma, giyim ve hijyen ihtiyaçlarının yanı sıra tıbbi malzeme ve tıbbi bakım da dahil olmak üzere acilen ihtiyaç duyulan temel hizmetlerin ve insani yardımın sağlanması için işbirliği içinde davranmasına;
  • İsrail ordusunun, Gazze’de ihtiyaç duyulan insani yardımın ulaştırılmasını engellememesine ve Gazze’deki Filistinlilerin haklarını hiçbir şekilde ihlal etmemesine hükmedildi.
  • İsrail’in bu tedbirleri aldığına dair bir rapor sunması istendi.

Aç bıraktığı Gazzelilerin gıda kaynağı olarak balıklara yönelme ihtimalini görünce denizdeki balıkları bile, yerinden ettiği Filistinlilerin sığındığı çadırları bile bombalamış olan İsrail’i bu tedbirlerin hiçbiri durdurmuyor. Filistinlileri öldürmeyi kârlı bir iş modeli olarak görenlerin desteğini de arkasına alarak soykırıma devam etmesini engelleyecek, onu durdurabilecek tek bir güç var, o da bizleriz: Filistin halkıyla dayanışma mücadelemizi büyütmeli; böylesi bir soykırımı dahi normalleştirmeye çalışanlar karşısında, var olan tüm mücadele alanlarımızda bir araya gelerek, herkesi birleşik bir mücadele örmeye çağırmalıyız. 


Volkan Akyıldırım Tüm Yazıları

Kemer sıkma dayatması duvara çarptı

Seçim hezimetinin ardından balkon konuşması yapan Erdoğan, Orta Vadeli Plan’a (OVP) sadık kalacaklarını söyledi.

Mehmet Şimşek, seçim sonrası kemer sıkma uygulamalarının devam edeceğini belirtti.

OVP denilen sermaye yanlısı ekonomik saldırı programına karşı mücadele yeni siyasi koşullarda devam etmeli.

Değişen ana faktör

Bazıları “9 ayda ne değişti de genel seçimlere kıyasla bambaşka sonuçlar çıktı?” diye soruyor.

Çoğu kişinin üzerinde anlaştığı yanıt şu: Ekonominin işçiler ve halkın büyük çoğunluğunun aleyhine yönetimi öyle sonuçlar yarattı ki rüzgar tersine döndü.

İktisatçı Ümit Akçay, resmi verileri baz alan üç gösterge üzerinden seçim sonuçlarında ekonominin etkisini şöyle açıklıyor:

28 Mayıs 2023’te Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından kurulan yeni kabinede Mehmet Şimşek ve “yeni” diye sunulan programına görev verildi. Şimşek’in ilk icraatları şunlar oldu:

  • Faizleri devasa şekilde yükseltmek.
  • üketici vergilerini artırmak
  • İhracat patronlarının rekabet ve kazançlarını artırmak için TL’nin değerinin düşürülmesi, yani devalüasyon.

Bunları kamuda toplu sözleşmelerin ve emekli maaşlarının düşük tutulması izledi. 

Aynı anda piyasada art arda gelen zam dalgaları yaşandı. 

Erdoğan ve Şimşek'in muradı, hem başkanlık hem de meclis çoğunluğunu kazandıktan sonra patronlar için istikrar ve sıcak para çekebilecek bir atmosferin yaratılmasıydı.

Fakat bu da gerçekleşmedi. Borç faizlerinin ödenmesi için gereken döviz cinsinde dış kredileri bulamadılar. Bu arada Merkez Bankası rezervleri de eritildi.

Kısacası mayıs seçimlerinin üzerinden geçen dokuz ayda, 2018’de patlak veren mali krizi oluşturan eğilimlerin, geçen yıllar boyunca uygulanan ekonomik programlara rağmen yok edilemediği görüldü.

Siyasi sonuç Erdoğan ve AKP için ağır oldu. 7 milyon oy kaybettiler ve ikinci parti durumuna düştüler.

Fakat AKP neoliberal bir sermaye partisi. Cumhurbaşkanının balkondan yaptığı OVP vurgusu, dört yıllık seçimsiz dönem için kemer sıkma politikasını devam ettireceklerini anlatıyor.

Bundan sonrası

Seçim öncesi ekonomi yönetiminden gelen sesler şöyleydi: “Kamu harcamalarını kısacağız, dev yatırımlar yapmayacağız. Devletin gelirlerini artıracağız. Enflasyonu düşüreceğiz.”

Nitekim Erdoğan balkonda yine enflasyonu düşürmeyi vaat etti. Fakat bu 2018’den bu yana defalarca ileri sürülmüş ama yerine getirilmemiş bir vaat.

OVP denilen acı ilaçla neler yapabileceklerini bugünden ön görebiliriz:

  • Kamu harcamalarını kısmak, yani memur, işçi ve emekli maaşlarını düşük tutmak. Sosyal harcamaları budamak.
  • Devletin gelirlerini artırmak için vergileri yükseltmek ya da yenilerini icat etmek.
  • Yüksek faizlerin faturasını halka ödetmek.

Zenginden geliri kadar almayı değil, fakirin servetini zengine aktarmayı düşünen bu ekonomi politika, yüksek enflasyonu aşağıya indiremeyeceği gibi mali krizin maliyetini topluma yaymaktan başka bir şey düşünmez.

İktidar partisinin ortağıyla birlikte siyasi yenilgisinin yarattığı pozitif hava, işyerlerinde ve işkollarında birleşik mücadeleye dönüşmeli.

  • Ücretlerin gerçek enflasyona göre mevsimlik olarak artırılması,
  • Vergi sisteminin değiştirilmesi, en zenginlerin gelirinin yüzde 1’inin servet vergisi olarak alınması,
  • Kamuda çalışan taşeron işçilere kadro,
  • İş cinayetlerinin durdurulması,
  • Sendika düşmanlığına karşı etkili yaptırım gibi ortak talepler etrafında, işçi-memur-sözleşmeli-emekli birleşebiliriz.

Sandıkta halk isyan etti, tabanda işçiler de değiştirebilir. İşyerlerinde birleşelim, sendikalarımızı mücadeleye zorlayalım.

Kazanabiliriz.




Zilan Akbulut Tüm Yazıları

Yasal, güvenilir ve erişilebilir kürtaj haktır!

Kadın bedeni ya da kadınları ilgilendiren pek çok konuda olduğu gibi kürtaj da oldukça tartışmalı ve kadınlara atfedilen soyun devamı için çocuk doğurma rolünü üstlenmiş işlevler üzerinden varlığını sürdüren bir konu. Gebeliğin devam edip etmemesi, kürtajın ücretsiz olup olmaması ya da hangi yöntemlerle veya ne zaman sonlandırılacağına yönelik dönen tartışmalar bu odağın ekseninde şekillendiği gibi yıllardır kadın mücadelesinin önemli bir ayağını oluşturmuş ve bu konuda oldukça önemli kazanımlar elde edilmiştir. 

Kadınlara yüklenen bu üreme rolü “kutsal annelik” kisvesi adı altında kadınlar haricinde herkesin konuşabileceği “iyi niyetli tavsiyelerin” havada uçuştuğu bir nitelik kazanmış ve kadını yalnızca bu role indirgemiştir. Kapitalizm ve ailenin kurumsallaşmasıyla birlikte kadının işgücünü yeniden üretme göreviyle baş başa kalması kadın bedenin nüfus politikalarının aracı haline gelmesine neden olmuştur. Hal böyleyken kürtaj gibi kadın bedenini doğrudan ilgilendiren bir mesele hala dünyada birbirinden farklı kısıtlamalarla sunulan ya da yasaklanan bir işlem olmuştur. Kimi zaman doğrudan bir yasak konulmasa bile maddi ve manevi türlü engellerle birlikte üstü kapalı bir yasak halinde sunulmaya devam etmektedir. 

Türkiye’de ise kürtaj, 10. gebelik haftasının sonuna kadar yasal olmasına rağmen uygulamada böyle bir yasanın pek bir karşılığı yok. Kadınlar hastanelerde kadının evli veya bekar oluşuna ilişkin prosedürlerin farklılaşmasından tutun da böyle bir uygulamanın yasak olduğunu söylemeye kadar pek çok sistematik engellere maruz kalır. Ancak kürtajı kısıtlayan ve kısıtlamayan ülkelerdeki kürtaj oranları birbirine çok yakın olmasından da anlaşılacağı gibi kürtaj yasaklamakla ya da maddi ve manevi bir dizi engelle son bulmuyor. Kadınlar kürtaja ulaşamadığı hallerde gebeliği sonlandırmak için ağırlık kaldırmak, yüksek bir yerden atlamak, düşüğe neden olacağına inandıkları ilaçları içmek, vajinalarına sivri cisimler sokmak gibi tehlikeli, sağlıksız veya geleneksel yöntemlerle bedenlerine zarar verebiliyor. Dolayısıyla kürtajın yasal ve ulaşılabilir olmamasının pratikteki karşılığı kadınların bedensel ve ruhsal sağlığından vazgeçmesine neden oluyor.

Bedenlerimizin, cinselliğimizin ve hayatlarımızın nüfus politikalarına alet edilmesine; kocalar, babalar, sevgililer tarafından denetlenmesine izin vermeyeceğiz. Biliyoruz ki kürtaj değil, kürtajın yasaklanması ya da kürtaj olmak isteyen kadınlara zorluk çıkarılması cinayettir. Bedenlerimiz bizim, kararlar da yine bizim olacaktır!

Zilan Akbulut