Güncel Yazılar


Meltem Oral Tüm Yazıları

Saldırılara karşı birleşik mücadele

AKP-MHP blokunun sokak köpeklerinin katlini yasalaştırmasına karşı geniş katılımlı protestolar ve basın açıklamaları aylardır devam ediyor. Hayvanlara zarar vermek hâlâ suç olsa da yasanın alelacele meclisten geçmesiyle birlikte cinayetler de benzer bir hızla başladı. İktidarın “öldürmeyeceğiz, toplayıp barınağa göndereceğiz” argümanının boş laftan ibaret olduğunu öngören aktivistler ne yazık ki haklı çıktı. Milletvekilleri meclis kürsüsünden iddialı bir şekilde “biz bu yasayı hiçbir belediyemizde uygulamayacağız” diyen CHP’nin birçok belediyesi de toplamalara başladı.  

Yasaya karşı mücadele edenlerin, yine ne yazık ki haklı çıkan bir başka öngörüsü ise sokak hayvanları üzerinden yaşam hakkının toplumda “tartışılabilir” kılınmasının, bir katliam kararının mecliste “oylanabilir” olmasının bir bütün olarak tüm ezilenler için yaratacağı tehlike. Bunun salt politik analiz için yapılan bir soyutlama olmadığı, bizzat saldırıları kışkırtan sağcıların bu meseleler arasındaki bağlantıyı kurduğu, sosyal medyadaki kara propagandayı organize eden trollerin yasa geçer geçmez yazdıklarıyla ortaya çıkmıştı. “Başıboş itleri hallettik şimdi sırada nafaka var”, “bundan sonra mücadele edeceğimiz konu ne olsun: LGBTİ+, İdam, bireysel silahlanma”, “İtperestlerin çoğu evde kalmış, evlenmemiş, başıboş kadınlar aynı itler gibiler, devlet bu başıbol kadınları evlendirip sahiplendirsin”!

Yani göstere göstere gelmekten olan geldi ve sokak hayvanlarının ölüm fermanını oylatan AKP-MHP, sazı eline almışken bu kez LGBTİ+’ların varoluşu ile tüm toplumsal muhalefete saldıran bir torba yasayla aynı şarkıyı söylemeye girişti. Katliam yasasının oylanmasının senei devriyesi olmadan bu kez başka bir yasayla toplumda kutuplaşma yaratma, toplumun bir kesimini marjinalize etme, hedef gösterme hazırlığındalar.

İmal edilen güvenlik kaygısı

Birtakım yasa maddeleri, kanun değişiklikleri, sözleşme fesihleri üzerinden temel hakları tartıştırarak toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmek iktidar için bir yönetme metodu. Esasen yenilmiş olan iktidar, korkunç bir ekonomik kriz, süreklileşmiş bir siyasi kriz, istikrarsız dünya koşulları derken toplumda moral panik yaratacağı gündemler imal ediyor. Bu durum hıncı körükleyen ve örgütleyen faşist eğilimlere alan açıyor, seslerinin daha gür çıkmasını sağlıyor. “Sessiz istila milletimizi tehdit ediyor” denilerek göçmenleri “demografimizi, değerlerimizi tehdit ediyor” denilerek kadınları, “ailemiz, çocuklarımız tehlike altında” denilerek lubunyaları hedef haline getiren siyasi atmosfer yoksulluğun, yolsuzluğun, güvencesizliğin vb getirdiği mutsuzluğun temel müsebbibi olan AKP’nin her türlü sorumluluktan azade varlığını sürdürebilmesine yarıyor.  

İmal edilmiş güvenlik kaygısının yarattığı başka bir sonuç da toplumun en güvencesiz kesimlerinin marjinalleştirilerek hedefe alındığı ve çoğunlukla cezasızlıkla sonuçlanan şiddet. Şu anda özgürce yapılabilen tek şeyin hem iktidar tarafından hem de faşist argümanların anaakımlaşmasıyla tehdit ilan edilen, toplumun en güvencesiz kesimlerine yönelik saldırganlık olduğunu söylemek pek de abartı sayılmaz. 

Toplumda biriken öfkenin sermaye sınıfına ve onun temsilcisi iktidara yönelmesinin tüm araçlarını ortadan kaldırmaya, demokratik kanalları tıkamaya, grev örgütleyen sendikacıyı hapisle, toplumsal muhalefeti operasyonlar ve kolluk gücü zoruyla baskı altına almaya çalışan iktidar eşzamanlı olarak öfkeyi üzerinden savuşturmak için cezasızlığın garanti edildiği bir ödül mekanizmasını devreye sokuyor. Yoksulun, kendinden daha zayıf ve korunmasız görünene saldırma özgürlüğü!

Mücadele devam ediyor

Yasanın meclisten geçmesinin sokaktaki harekette demoralizasyona yol açtığı, birçok aktivistin köpekleri korumak için haklı olarak mahallesine çekildiği görülüyor. Ancak mücadele bitmiş değil, AYM’den yasanın iptali yönünde bir karar çıkabilir. Bunun için mücadeleye, sokak eylemliliklerini sürdürmeye, nefreti örgütleyen tetikçi “Güvenli Sokaklar Derneği” gibi yapıların kapatılmasını talep etmeye devam etmeliyiz. Toplamaları engellemeye, katliamları durdurmaya, tek tek her sokak hayvanını korumaya çalışan birçok hayvan aktivisti için bir yandan da yasayı durdurma mücadelesini örgütlemek yorucu ve yıpratıcı bir süreç. Sokak hayvanlarının özgürlüğü meselesi sağın hedef listesindeki tüm kesimlerin özgürlük mücadelesine göbekten bağlıyken hepimizin kurtuluşu için ortak bir hareketi inşa etmek zorundayız. Bu saldırı dalgasını göğüslemenin yolu, meseleleri kendi alanına izole başlıklar olarak ele almayan bir politik çizgi ile birleşik mevziler, zeminler yaratabilmekten geçiyor. Bu iklimi dağıtmadan hiçbirimiz güvende değiliz. 

Meltem Oral


Atilla Dirim Tüm Yazıları

LGBTİ+ karşıtı yasa taslağı, ikili cinsiyet rejimini norm haline getiriyor ​

Geçtiğimiz haftalarda Kaosgl.org tarafından kamuoyuyla paylaşılan ve LGBTİ+’lar için son derece olumsuz maddeler içeren kanun değişikliği taslağı, aslında uzunca bir sürecin son halkası. 2008 yılında kapitalizmin içine girdiği ve giderek derinleşen kriz, bütün dünyada özellikle 2015’ten itibaren otoriter iktidarların işbaşına gelmesine, sağcı ve faşist eğilimlerin güçlenmesine neden oldu. Türkiye’de bundan muaf kalmadı, dünyadaki gelişmelere paralel olarak temel hak ve özgürlükler 2013’de Gezi’yle birlikte başlayan ve 2016’da darbe girişimiyle derinleşen bir süreçte ağır saldırılara uğradı. Özellikle LGBTİ+’lar iktidarın hedefine konuldu, LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemlerinin dozu giderek arttı, aileyi korumak adına kitlesel nefret gösterileri düzenlendi, 2023 cumhurbaşkanlığı seçimleri bir nefret şovuna dönüştürüldü, nihayetinde 2025 bizzat Erdoğan tarafından “Aile Yılı” ilan edildi.  Söz konusu kanun değişikliği taslağı da bu kapsamda ortaya çıktı.

Bu taslak henüz meclise sunulmuş değil, sunulup sunulmayacağı, sunulursa da bu haliyle mi, yoksa değiştirilerek mi sunulacağı henüz bilinmiyor. AKP-MHP iktidarının daha önce de kamuoyunun tepkisini ölçmek maksadıyla, “etki ajanlığı” kanun teklifinde olduğu gibi, bazı uç teklifler hazırlayıp bunları sonradan geri çektiğini biliyoruz. Ancak, bu kanun değişikliği taslağı bu haliyle kanunlaşacak olursa, LGBTİ+’lar için çok ağır koşulların ortaya çıkacağı açık. Tabii sadece LGBTİ+’lar için değil, sivil alan bir bütün olarak saldırıya uğrayıp daraltılıyor.

Medeni Kanun’da yapılacak değişikler, özellikle trans geçiş / uyum sürecine odaklanıyor. Bir süre önce transların kullanmış olduğu hormonlara erişim zorlaştırılmıştı, şimdi de trans geçiş / uyum süreçleri neredeyse imkansız hale getiriliyor. Bu süreçler esnasında yapılabilecek ameliyatlar için izin almak amacıyla mahkemeye başvurma yaşı 18’den 21’e çıkartıldığı gibi, daha önceden Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş olan “üreme yeteneğinden süresiz olarak mahrum kalma”, yani zorla kısırlaştırma kuralı yeniden getiriliyor. Bu ameliyatların sadece devletin gösterdiği birkaç hastanede yapılması, başka yerlerde ya da yurt dışında ameliyat olanların, ayrıca bu ameliyatları ya da benzeri müdahaleleri yapan hekimlerin de cezalandırılması öngörülüyor.

Ceza Kanunu’nda ise ilgili maddede “Doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunmayı alenen teşvik eden, öven veya özendiren kişilerin” bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandıracağı şeklinde bir düzenleme yapılıyor. İkili cinsiyet rejimini norm haline getiren bu düzenleme LGBTİ+ varoluşunu, ayrıca LGBTİ+ hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine yapılan her türlü savunuculuğu, örgütlenmeyi ve dayanışmayı cezalandırılabilir bir fiil haline getiriyor. Eşcinsel çiftlerin özel alanlarda yapacağı sembolik nişan veya evlilik törenleri de bir suç olarak görüldüğü gibi, saçını pembeye boyayan bir erkek ya da saçını kısa kestiren bir kadın “biyolojk cinsiyetine” aykırı davranmaktan cezalandırılabilecek. Kısacası, sınırları belirsiz bir “biyolojik cinsiyet” kavramının dışında kalan herkes, yani aslında bütün insanlar, gözünün üzerinde kaşın var bahanesiyle cezalandırılabilecek.

AKP-MHP iktidarı bütün bunları “aileyi koruma” adı altında yapıyor. Ailenin tehdit altında olduğu ise bir gerçek, çünkü evlilik oranlarının düşmesi ve boşanma oranlarının çığ gibi artması, gerçekte baskı ve şiddet dolu bir tahakküm odağı olan heteronormatif patriyarkal “geleneksel” ailenin çöktüğüne işaret ediyor. Bu, egemen sınıfın işine gelen bir durum değil, çünkü toplumun en küçük birimi olan geleneksel aile, tahakküm ilişkilerini her gün yeniden üreterek, çocukların toplumdaki eşitsiz baskı ilişkilerini kabul etmesinin zeminini hazırlıyor. Bu yapının dağılması, daha demokratik yeni birlikteliklerin ortaya çıkması, egemen sınıfın kesinlikle tercih etmediği bir seçenek. Bu yüzden geleneksel tahakküm ilişkilerinin işlediği, yani sözde “biyolojik cinsiyet” normlarına uygun olarak erkeğin “patron”, kadının “boyun eğen” olduğu geleneksel aile restore edilmeye çalışılıyor. Bu restorasyonun önünde engel gibi görünen feministler ve çerçevenin dışında görülen LGBTİ+’lar ise baş düşman ilan edilerek hedef tahtasına oturtuluyor. Bu yasa taslağıyla yapılmaya çalışılan, bundan başka bir şey değil. Şurası açık ki: Daha demokratik, tahakküm ilişkilerinin bulunmadığı, eşit ve özgür bir dünya hayalini kuranların, bu taslağa karşı olanca güçleriyle harekete geçmeleri gerekir.

Atilla Dirim


Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

İktidarın İmamoğlu operasyonu ve Türkiye’nin çıkmazı

Türkiye,  on yıl içinde siyasal, sosyal, ekonomik olarak bambaşka bir ülkeye, yönetim biçimine  ve topluma  büründü.

2013 Diyarbakır Newroz'unda başlayan çözüm süreci ülkede büyük bir umut ışığı olmuştu. Türkiye'nin yüz yıllık demokrasi, eşitlik ve özgürlük yürüyüşünde mihenk taşıydı.

Hemen ardından ülkenin 80 ilinde yüzlerce ilçesinde günlerce süren Gezi Parkı eylemleri, ülkenin siyasi atmosferini değiştirdi. Toplumun birçok kesiminde güzel günlerin yaklaşmakta olduğu duygusunu yeşertti. Dayanışma, ortaklaşma, farklılıklarla bir arada yaşama fikrini güçlendirdi.

Nitekim bu siyasal atmosfer ilk meyvesinin 7 Haziran 2015 Milletvekili seçimlerinde verdi. AK Parti siyasi hayatında ilk kez tek başına hükümet olmaya yetecek çoğunluğu kazanamadı. Seçimlerden Kürt siyasal hareketi Meclisin üçüncü büyük partisi olarak çıktı. Çözüm süreci bitirildi.

Rejim krizi savaş, çatışma ve güvenlik politikalarına abanma siyasetiyle derinleşti. 15 Temmuz darbe girişimi, rejim değişikliğine ve siyasetin buna uygun dizaynına yol açtı.

10 yıllık yıkıcı çatışma, siyasal kutuplaşma ve devlet kurumlarının çöküşü, işlevsizleşmesi, kontrolsüz, anayasasız ülke daha da otoriterleşti. 

Cumhurbaşkanı Hükümet Sisteminde tek adam rejiminin siyasal krizleri sürdürülemez bir noktaya ulaştı. Bu süreçte her şey değişti, her şey yeni rejime göre seyrediyor. Anayasa tam anlamıyla anlamsızlaştı, işlevsizleştirildi.

Barış, çözüm lafı edilemez

27 Şubat 2025 tarihinde PKK lideri Abdullah Öcalan'ın ‘Toplumsal Barış ve Demokrasi Çağrısı’ başlığıyla beklenen açıklamayı yapması, yeniden barış ve çözüm tartışmalarını gündeme getirdi. Buna eşlik eden Mazlum Abdı ve Suriye Geçici Cumhurbaşkanı arasında imzalanan Şam Barış Anlaşması toplumda hak ettiği ilgiyi ve heyecanı yaratmadı.

Aksine her gün binbir çeşit oyun ve planla, çözüme, barışa dair umutlar yok ediliyor, toplumun üzerini kasvetli bir siyasal atmosfer kaplıyor. İktidar ortağı partiler, siyasal geleceklerini bu atmosferin sürdürülmesine bağlamışlar.

Öcalan'ın çağrısı doğrultusunda PKK’nın kendisini feshetmesinin hukuki, toplumsal zeminini hazırlamaya yönelik bir çaba söz konusu olmadığı gibi, Şam Barış Anlaşması'nın kadük kalması için diplomatik siyasal baskılar ve  askeri hareketlilik yoğunlaştı.

Anayasasızlık

Bütün bunlara, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu'na yönelik iki gün üst üste yargı eliyle yapılan operasyonla suç örgütü lideri yaratma ve Kent Uzlaşısı İttifakı operasyonlarıyla gözaltına alınmalar eklendiğinde, Cumhur İttifakı partileri kendi rotalarını alenileştirdiler.

İmamoğlu’nun bir gün önce 30 yıllık üniversite diploması iptal edilmişti. Gazeteci İsmail Saymaz 13 yıl önceki Gezi direnişi haberleri nedeniyle gözaltında alındı.

PKK silahlara veda yolculuğuna hazırlanırken Cumhur İttifakı bu yolcuğunun önünü açmak istemediğini, bu türden siyasi operasyonlarıyla bütün toplumun gözüne sokuyor.

Burada da durmuyor, Kürt siyasal hareketiyle demokratik siyasal mücadelede yan yana duranların, ortaklaşanların iki yakasının bir araya gelmemesi için elinde gelenin fazlasını yapıyor. Yargı başta olmak üzere bütün devlet kurumları, olanaklarını hukuksuzluk için seferber ederek kendi siyasal geleceklerini garanti altına almaya çabalıyorlar.

Tıpkı farklı ülkelerin otoriter ve siyasal güç zehirlenmesi yaşayan liderleri gibi siyaseten batıyorlar. Batışları derinleştikçe toplum çürütülüyor, evrensel hukukta, siyasal değerlerde kıymet yitimine yol açılıyor. 

Cumhurbaşkanı aday adayı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu Kürtlerle yerel seçimlerde işbirliği yaptı diye, gazeteci İsmail Saymaz’ı Gezi Davası kumpasına dahil ederek “terör” suçlamasıyla şafakta gözaltına alanlar/aldıranların, terörsüz Türkiye iddiaları hiç inandırıcı değil. 

Kaybetme korkusu saran siyasal bünyelerin sık sık bu tür davranışlara başvurmasına şahit olunur. Ancak bugüne kadar hiç birinin makûs tarihi değiştirilememiştir.

Cumhur İttifakı partileri kararlarını vermişe benziyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, seçimleri/iktidarı kaybetme korkusu ile Türkiye için tarihi bir fırsat olan PKK’nın silahsızlanma yolculuğunu Kent Uzlaşısı operasyonu yaparak riske atmıştır.

Türkiye'de artık anayasal bir düzenden söz edilmesi mümkün değil. Her şeyin varlığı kâğıt üzerinde anlamsız bir hiçlik hali. 

Kürtleri demokratik siyaset alanından dışlama, bir başka partiyle ittifak yapmasını, her hangi bir muhalefet partisini desteklemesini “terör” parantezine alan bir iktidarın, 'Terörsüz Türkiye' iddiasıyla PKK'nin silahsızlandırılması çabası/yaklaşımı büyük bir tutarsızlıktır/yanılsamadır.

Bu siyasal atmosfer, bu hukuksuz davranış ve uygulamalar, 2013-2015 sürecindekine benzer, barışa dair umutların yeniden canlanması için elverişli olmadığı çok açık. Barış arayışlarına toplumsal desteğin güçlenmesini önemsememek, ülkeyi iktidarın tabiriyle teröre mahkûm etmektir. Şiddetin, çatışmanın sürmesinin zemini korumaktır. Hukuku askıya almak anayasayı ilga etmektir.

İktidarın Kürt seçmeni ya da muhalefetin değişik kesimlerini birbirinde uzaklaştırarak muhalefeti yenilebilir duruma düşürme stratejisi yönetilebilir ve sürdürülebilir değildir.

Bu yolun çıkışı yok. İktidar, rejimin, sistemin esaslı sorunlarının çözümüne değil, kendi iktidarının geleceğine odaklandığı için ülkeye kolektif kötülük yapmayı siyaset ve ülke yönetmek sanıyor. Daha da kötüsü yaptığı kötülüğün farkında ama, milletin farkına varmaması için yanlış algı yaratmakla uğraşıyor.

Hakan Tahmaz


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Alevilerin hayatı önemlidir

Mart ayının ilk haftasında Suriye’den korkunç haberler gelmeye başladı. Bir süredir biriken gerilim hızla yüzlerce Alevi’nin öldürüldüğü bir katliama evrildi. 5-7 Mart günlerinde zirveye ulaşan saldırılarda aralarında yaşlı, kadın ve çocukların da bulunduğu çok sayıda insan öldürüldü. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin (SİHG) verilen göre 1 – 18 Mart tarihleri arasında 1703’ü sivil, 2237 kişi öldürüldü. SİHG’nin saldırıları “Alevi topluluğuna karşı intikam amacıyla işlenen infaz ve katliamlar” olarak adlandırması çok önemli. Çünkü bu kuruluş, daha önce de Esad’ın katliamlarını da kayıtlara geçirmişti.

Birleşmiş Milletler’den yetkililer ise “mezhep temelli yargısız infazları” “Kimliği belirlenemeyen failler, geçiş dönemi makamlarına bağlı güvenlik güçlerinin mensupları ve aynı zamanda eski hükümetle ilişkili unsurlar”ın gerçekleştirdiğini duyurdu.

Esad rejiminin devrilmesinden sonra HTŞ’nin ne yapacağının en çok merak edildiği konu bu katliamlar karşısındaki tutumu oldu. 

Suriye usulü başkanlık rejimi

Daha önce Ebu Muhammed el-Colani ismini kullanan, HTŞ lideri Ahmed eş-Şara, en çok katliamın gerçekleştiği haftanın sonunda olayları soruşturmak için 7 kişilik bir komite oluşturulduğunu açıkladı. Komitenin bağımsız olacağını dile getiren Ahmed eş-Şara, “Sivil halkın kanına bulaşan, halkımıza zarar veren, devletin yetkilerini aşan veya kendi amaçları doğrultusunda gücü istismar eden herkesten, tüm kararlılıkla ve hoşgörü göstermeden hesap soracağımızı beyan ederiz. Hiç kimse kanunun üstünde olmayacak. Suriye halkının kanına bulaşan herkes er ya da geç adaletin karşısına çıkacaktır” dedi. Katliama karışanların HTŞ içinden de olsalar hesap verecekleri bu açıklamalara eklendi.

Merakla beklenen bir diğer gelişme de Suriye’de geçiş sürecin nasıl ilerleyeceği oldu. Esad 8 Aralık’ta Suriye’den kaçtı. Üç ayı geçkin bir süredir HTŞ ve lideri Ahmed eş-Şara tüm iktidarı kendilerinde merkezileştirdiler. Elbette Suriye’deki geçiş sürecinde birçok toplumsal, siyasal ve küresel eğilim mücadele içinde olacak. Dolayısıyla önümüzdeki süreç, bu eğilimlerin yaratacağı etkilerle şekillenecek. Bu etkiler içerisinde HTŞ’nin iktidara uyum sağlama çabası, Arap Baharı başlangıcındaki özgürlükçü talepler, kökleri El-Kaide’ye uzanan HTŞ lider kadrosu, daha radikal İslamcı yapıların ve çevrelerin tutumunu ve en önemlisi Suriye’nin yoksul halklarının tepkileri sayılabilir.

HTŞ’nin LGBTİ+’lara düşmanca davranırken, kadınlar konusunda kendi geleneğinin ötesinde bir tutumu aynı anda benimsemesi bu etkilerin bir ifadesi. Ahmed eş-Şara tüm iktidarı kendisinde merkezileştirerek hem geçiş sürecindeki toplumsal etkileri minimize etmeye hem de süreçten seçimleri kazanarak çıkmaya çalışıyor. Dolayısıyla, radikal bir İslamcılık geleneğinden gelip Suriye siyasetinin merkezine yerleşmeye çalışan ve küresel tüm ekonomik, siyasi güçler ve devletlerle ilişkisini bu merkeze yerleşme süreci açısından ele alan bir örgütle karşı karşıyayız.

Bu, HTŞ iktidarının otomatikman Alevi katliamı yapmak üzere örgütlenmiş bir iktidar olmadığını ama aynı zamanda sürecin geçiş karakteri nedeniyle sadece Aleviler açısından değil tüm toplumsal kesimler açısından büyük risklerin var olduğunu söylemek anlamına gelir.

İki sınama alanı: anayasa ve bakanlar

14 Mart’ta Ahmed eş-Şara kendisine sunulan Geçici Anayasa Bildirgesini onayladı. Suriye’de şeriat hukuku mu olacak sorusu her sorulduğunda “Uzmanlar karar verecek. Onayladıkları takdirde benim rolüm bunları uygulamaktır. Onaylamazlarsa, rolüm onların bu kararını da uygulamak olacaktır” diyen Ahmed eş-Şara, pek üzerinde durmasa da taslağı hazırlayacak uzmanları kendisi seçiyor. Bu uzmanlar tarafından önerilen ve imzalanan metinde “Cumhurbaşkanının dini İslam’dır ve İslam hukuku yasaların temel kaynağıdır” vurgusu yer alıyor. Bu vurguyu Türkiye’nin iç siyasal kutuplaşmasının ve aşırılaştırılmış bir İslamafobinin penceresinden ele alanlar, Suriye’de çoktan bir şeriat devletinin kurulduğunu ilan ettiler. Alevi katliamı da bu devlet anlayışının doğrudan bir ürünü olarak ele alındı. Söz konusu olanın bir taslak olduğu ve Suriye’nin de bir geçiş sürecinin içinde olduğu bir çırpıda unutuluverdi.

Unutulan ve belki de aşırı Esad hayranlığı nedeniyle hiçbir zaman farkına varılmayan ise gazeteci Sedat Ergin’in yazdığı gibi “İslam hukuku” referansının Suriye’de hem 1950 anayasasında hem 1973 anayasasında hem de Suriye’de iç savaşın hemen ardından yürürlüğe giren 2012 anayasasında aynı kelimelerle yer almış olmasıydı. Kaldı ki “İslam hukukuna” yapılan vurgu kadar öne çıkartılmayan ise hemen ardından “İnanç özgürlüğü güvence altındadır. Devlet, tüm semavi dinlere saygı gösterir ve ibadet özgürlüğünü güvence altına alır. Ancak bu özgürlük kamu düzenini ihlal etmemelidir” vurgusudur. Başka vurgular da var. Bildirgede “insan hakları ve temel özgürlüklerin uluslararası sözleşmelere uygun bir şekilde korunacağı”, “İfade, düşünce, basın, yayın ve medya özgürlüğünün güvence altına alınacağı” ve devletin “kadının toplumsal konumunu ve aktif rolünü korumayı, onların eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimini güvence altına” alacağı da söyleniyor.

Buradaki vaatler de tehditler de geçiş sürecindeki Suriye’de sınıf mücadelesinin konusudur. Ne abartıya ne de önemsizleştirmeye gerek var. Gerçeği olduğu gibi ele alan bir yaklaşım çok önemli. Türkiye’de anayasal düzlemde tüm haklar tanınmışken, her maddenin sonuna yerleştirilen “ama”lı cümleler demokrasiyi devletin arzuları doğrultusunda sınırlıyor. Aynı meydanlarda 10 yıl önce gösteri yapılırken 10 yıl sonra o meydanlara çağrı yapmak doğrudan suça teşvik etmek olarak damgalanıyor. Suriye Demokratik Güçleri’nin siyasi kanadı olan Suriye Demokratik Konseyi, Geçici Anayasa Bildirgesi’ni toptan reddetti. Konsey buna gerekçe olarak İslami hukukun merkeze alınmasını, Suriye Cumhurbaşkanı’nın Müslüman olması maddesini, beş yıllık bir geçiş dönemi belirlenmesini ve ülkenin resmi adının “Suriye Arap Cumhuriyeti” olarak kalmaya devam etmesini gösteriyor. Konseyin açıklamasında bildirgenin siyasal faaliyeti sınırlandırdığı, yeni siyasi partilerin kurulmasının önünü kestiği belirtilirken âdem-i merkeziyetçi bir hükümet talep edildi. Suriye’de yoksullar, ezilenler, işçiler, kadınlar, Kürtler ve tüm halklar, geçici Anayasa konusunda bir mücadele içinde olacak, HTŞ liderinin odağında olduğu güç yoğunlaşmasına karşı ses çıkartacaklar.  

Nasıl bir kabine?

Suriye’de seçimlerin 2030 yılında olması öngörülüyor. O zamana kadar Ahmed eş-Şara’nın elinde büyük bir güç birikmesi olacak. Mücadele gelişmelerin yönünü tayin edecek. Bu arada, demokrasi yönünde bir dizi vaatte bulunan Ahmed eş-Şara’nın Suriye’nin geleceği hakkındaki fikirlerini gösteren bir gelişme yeni kabine ve halk meclisinin kapsayıcılığı ve çeşitliliği olacak. Ahmed eş-Şara bir yandan kendi sağının, diğer yandan demokratik bir Suriye isteyenlerin basıncıyla karşı karşıya kalacak. Buna ek olarak, Batı ülkeleriyle ilişki kurabilmesi ve terör örgütü listesinden çıkması için atması gereken adımlar da ona basınç yapacak bir diğer unsur. Suriye’nin kaderi bu etkiler tarafından belirlenecek.

Arap Devrimleri’nin demokratik ve özgürlükçü talepleri yeniden güç kazanabilirse, aşağıdan kitlesel ve birleşik bir mücadelenin basıncı en etkileyici güç olarak öne çıkabilir. Bir geçiş süreci niteliği taşıyan bu dönem, güçlü örgütsel müdahalelere açık bir nitelik taşıyor. Bunun bir örneğini, Alevilere yönelik katliamların ardından, SDG ile fiilen HTŞ arasında imzalanan 8 maddelik anlaşma gösteriyor. SDG’nin Şam merkezli silahlı güçlere katılacağını, bunun bir parçası olacağını ama aynı zamanda, Kürtlerin bütün temel haklarının Suriye anayasası tarafından güvence altına alınacağını ifade eden anlaşma Kürt sorununun bölgesel çözümünde atılmış olan çok önemli bir adımdır. Anlaşma metni şöyle:

“1- Dini ve etnik kökenlerine bakılmaksızın tüm Suriyelilerin siyasi sürece katılımı ve temsil hakları garanti altına alınacak.

2- Kürt toplumu Suriye devletinin yerli bir topluluğudur ve Suriye devleti onun vatandaşlık hakkını ve tüm anayasal haklarını garanti altına almaktadır.

3- Suriye’nin tüm topraklarında ateşkes sağlanacak.

4- Suriye’nin kuzeydoğusundaki tüm sivil ve askeri kurumlar, sınır kapıları, havaalanı, petrol ve doğalgaz sahaları dahil olmak üzere Suriye devletinin yönetimine entegre edilecek.

5- Yerlerinden edilmiş tüm Suriyelilerin kendi kasaba ve köylerine geri dönmelerinin sağlanması ve Suriye devleti tarafından korunmalarının sağlanması.

6- Suriye devletinin Esad kalıntılarına ve güvenliğine ve birliğine yönelik her türlü tehdide karşı mücadelesi desteklenecek.

7- Bölücü çağrılar, nefret söylemi ve Suriye toplumunun tüm bileşenleri arasındaki birliğe zarar verecek tüm girişimler engellenecek

8- Yürütme komiteleri anlaşmanın en geç bu yılın sonuna kadar uygulanması için çalışılacak.”

Katliamlara karşı tutarlı mücadele 

Suriye’deki Alevi katliamına karşı hem Türkiye’de hem de dünyanın başka ülkelerinde birçok eylem gerçekleştirildi. Suriye’den gelen korkunç görüntüler karşısında sokağa çıkmak, sivillerin acımasızca katledilmesine ses çıkarmak, başta Türkiye olmak üzere tüm dünyadaki hükümetleri bu katliamın durdurulması yönünde etkide bulunmaya çalışmak gerçekten de önem taşıyor. Bunu yaparken Suriye’de sivil halka yönelik katliamlara karşı mücadelenin 2011’den bu yana devam ettiğini bir an bile akıldan çıkarmamak gerekiyor. Esad rejiminin Tunus ve Mısır’daki gösterilerin ardından, Suriye Devrimi’nin patlak vermesinden hemen sonra barışçıl gösterilere nasıl saldırdığı, kimyasal silahlar, varil bombaları, savaş uçakları ve Sednaya hapishanesi gibi araçlarla kitlesel bir halk hareketini nasıl kanlı bir iç savaşa dönüştürdüğünü hatırlamalıyız. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin raporlarına göre 13 yılda Suriye’de 122.695’i erkek, 15.671’i kadın ve 25.857’i çocuk, 164.223 sivil öldürüldü. Bu sivillerin ezici bir çoğunluğu Esad rejimi tarafından öldürüldü. 

Suriye Devrimi kanla boğulmaya çalışılırken rejimin katliamlarına karşı Türkiye’de sokağa çıkanlar, bazı siyasal güçlerin kara propagandası ve iftiralarıyla karşılaştılar. Bir yandan Ortadoğu’daki temel bölünmeyi sınıflar arası mücadele değil, siyasal İslam ve laiklik yanlıları arasındaki bir mücadele olarak okuyan diğer yandan ise AKP’den Müslüman Kardeşler’e, El-Kaide’den IŞİD’e uzanan farklı İslamcı örgütleri homojen bir İslamcılık anlayışıyla değerlendiren bir siyaset anlayışı Arap Devrimleri’ni de “emperyalizmin oyunu” olarak nitelendirdi. Böylece Tunus’taki ekonomik krizden, Mısır’daki işçi hareketine, Suriye’de Esad rejiminin neoliberal uygulamalarına kadar bir dizi çok önemli iç dinamik görmezden gelinip dış dinamikler kadiri mutlak olarak görüldü. Bu anlayışın sonucu da Suriye’de Esad diktatörlüğünü ehven-i şer olarak görmek, onu ya açıktan desteklemek ya da ona meşruiyet atfetmek oldu. Bu anlayış Suriye’de yıllardır gerçekleşen katliamlara ses çıkarmadığı gibi, bu katliamları Esad rejimin teröristlerle mücadelesi olarak gördü. Bu katliamlar sonucunda Suriye’den kaçıp Türkiye’ye gelmek zorunda kalan milyonlarca göçmene ise en iyi ihtimalle kuşkuyla baktı, çoğunlukla ise Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın mültecilere olan bakışını paylaştı. 

Bu bakışın ardında Ortadoğu halklarına yönelik oryantalist bir bakış var. Bu bakış, onları kendi çıkarları için mücadele eden özneler değil, isyan ederse sadece bunu siyasal İslam ile ifade edebilecek ve diktatörler tarafından zapt edilmesi gereken bilinçsiz kalabalıklar görüyor. Suriye’ye paralel olarak Türkiye’deki AKP seçmenini de benzer gözlüklerle değerlendiren bu İslamofobik bakış açısı Suriye’deki katliamlara karşı tutarlı bir tutum oluşturamaz. Çünkü onun mantıksal sonucu katledilen sivillerin haklarını savunmak değil, “İslamcılığa karşı çıkan gücü” desteklemek olur. Bu gücün ne sınıfsal doğasıyla ne de otoriter niteliğiyle ilgilenir.

Oysa Suriye halklarını oluşturan bireyler tarihin özneleridir, kendi kaderleri üzerlerinde söz söylemeye çalışan, verili koşullar içinde hayatlarını daha iyiye doğru dönüştürmeye çabalayan öznelerdir. Bu kitleler, Mısır’da Mübarek diktatörlüğünden, Mursi’ye, Mursi’den darbeye ve Sisi’ye giden süreçte nasıl sayısız siyasal tecrübe biriktirdiyse aynı şey Suriye için de geçerlidir. Esad’ın devrilmesiyle Suriye tarihi sona ermedi, devam ediyor ve bu tarihin itici gücü olan sınıf mücadelesi de sürüyor. 

HTŞ devrimci bir siyasal yapı değildir. Ama Esad’ı deviren konjonktürel gelişmeleri değerlendiren bir örgütlenmedir. Bu, Suriye’de demokrasi yönündeki her gelişmenin HTŞ ile mücadele içinde gerçekleşeceği anlamına gelir. Çeşitli toplumsal kesimler bu gerçeğin çok net bir şekilde farkındalar. Kürtler HTŞ ile anlaşırken, boşuna “Suriye devletinin Esad kalıntılarına ve güvenliğine ve birliğine yönelik her türlü tehdide karşı mücadelesi desteklenecek” maddesini onaylamadılar. Yaklaşık 400 bin kişinin katili olan bir hanedanlığa karşı mücadeleyle, Kürtlerin Suriye’de temel haklarını kazanma mücadelesi, göçmenlerin özgürlüğü için mücadele, Alevilerin haklarının korunması ve Alevileri katledenlerin hızla ve şeffaf bir biçimde yargılanması için çabalar ve nihayet Suriye’nin demokratikleşmesi için verilecek mücadele bir ve aynı mücadeledir.

Bu gelişmelerin çözüm sürecine etkisi de çok açık. HTŞ-SDG arasında bir anlaşmaya varılmış, böylece “yeni çözüm sürecinin” en beklenmeyen adımı en hızlı şekilde atılmışken ve Kandil, İmralı açıklamasına koşulsuz uyacağını açıklamışken, İmralı’nın tüm Kürt kesimlerinin sözünü dinlediği bir odak olduğu bir kez daha tescil edilmişken sosyalistlerin, demokratların ve batıda yaşayanların bu sürecin ruhuna ve hızına uygun adımları atması gerekiyor. Suriye’de mücadele eden işçi sınıfının ve ezilen halkların yanındayız. Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü için atılan adımları, savaştan çıkar sağlayanlardan başka, barışın kaybedeni olmaz diyerek tüm gücümüzle destekliyoruz. 

Şenol Karakaş


Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

Şam Barış Anlaşması/Protokolü

Yeni İmralı sürecinin en sıkıntılı aşaması geride kaldı. Çifte düğüm, beklenmedik bir anda Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara ile YPG lideri Mazlum Abdi'nin 8 maddelik anlaşmasıyla çözülmeye başlandı. 

Çifte düğümünün ilkini PKK lideri Abdullah Öcalan'ın çağrısının Suriye’deki YPG'yi kapsayıp kapsamadığının medya üzerinden tartışılması; ikincisini ise Suriye sahil kentlerinde geçen hafta sonu 1000’den fazla sivilin ölümüne yol açan Şam silahlı güçlerinin/milislerin Alevilere yönelik askeri operasyonları ve katliamları oluşturdu.

Çifte düğüm tam olarak çözülmüş değil. Henüz bu temel ilkeler üzerine bir metin, ayrıntılar komisyonlarda belirlenecek. Kürtlerin Şam ortak yönetimine adaylığı ilan edildi. Üstelik Dürziler, Hristiyanlar, Alevilerle eşit bir ortaklıktan da söz edilen bir anlaşmayla.

10 Mart 2025 Şam Anlaşmasının, bölgede siyasi dengelerin yeniden kurulmasını ve Abdullah Öcalan'ın 25 Şubat 2025 tarihli Çağrısının çerçevesinde yeni gelişmeleri kuvvetle muhtemel kılan bir niteliği var. Bu nedenle Öcalan'ın Çağrısı kadar tarihi öneme sahip.

Kürtlerle yeni Şam yönetimi iç savaş döneminin iki ayrı cephesinde yer alıyorlardı ve karşı karşıyalardı. 

Kurumsal devlet ve idari yapısı, ordusu anayasası olmayan Suriye'nin Geçici Cumhurbaşkanı ile YPG komutanı arasında imzalanan bir tür kuruluş, birlikte yönetim protokolü imzalandı.  

Bu nedenle Şam anlaşması, bir barış anlaşması, protokolü. Kaybedeni olmayan barış anlaşmasının temel ilkeleri ve çerçevesi.   

Öcalan'ın çağrısıyla başlayan sürecin yeni bir döneme geçiş eşiği aşıldı. Barışın kalıcılaşması 8 maddenin somutlaştırılmasına kalan bir konu.  

Bundan sonraki dönemi Ankara'nın tutum ve yaklaşımı belirleyecek. Şam'daki anlaşma Türkiye'nin beklentilerinden oldukça uzak. Anlaşmanın, daha çok ABD'nin inisiyatifiyle ve başka bazı bölge ülkelerinin kolaylaştırıcılığı ile gerçekleştirildiği, anlaşmaya ilişkin açıklamalardan anlaşılıyor. 

Ankara, Kürtlerle iyi komşuluk ilişkileri geliştirecek, beka sorunu olarak tanımladığı Kürt siyasal varlığını, bir fırsata dönüştürecek adımlara hazırlanmak ve alışmak durumunda. 

Sekiz maddeden oluşan Şam Anlaşması'nın içeriği bunun için yeteri kadar fırsat sunuyor. 

Merkeziyetçi veya federatif olmayan bir idari yapıya kapı aralayan, Kürtleri ve diğer farklı kesimleri içeren çoğulcu bir Suriye öngörülüyor.

Ankara'nın tekçi ve merkeziyetçi başkanlık sistemine benzer rejim dayatan tutumlara girmesi, bu saatten sonra kendisinin yalnızlaşmasına ve Suriye'nin daha da istikrarsızlaşmasına yol açabilir. 

Siyasi kaos için elverişli toplumsal zeminin oluşmasına katkı sunulması sonucunu doğurmaktan başka bir şeye yaramaz. 

Suriye geçici yönetimi ile Kuzey ve Doğu Suriye Yönetimi, gerçekleşebilir ve makul yol haritasında ortaklaştılar. Bu büyük fırsata şans tanımak gerekiyor. 

Ankara'nın, Kürtlerin Suriye'de Şam yönetimiyle ortaklık yürüyüşünü dikkate alarak bölge politikalarını revize etme ve değiştirme vakti geldi de geçiyor. 

Ankara'nın karar anı. Kürtler silahlara veda yoluna koyuldular. Silahın sivil hayat üzerindeki gölgesinin sonu geldiğinde toplumun, siyasetin üzerinde sürekli sallanan “terör, silah sopası” miadını doldurmuş ve paslanmış olacak.

Şam barış anlaşması, önümüzdeki aylarda yapılacak PKK kongresinde silahların bırakılması ve fesih kararının alınmasını kolaylaştıran çok önemli bir gelişme ve motivasyon kaynağı.

Bu yeterli değil. Esas sorumluluk iktidarda ve ana muhalefette. Fesih kararının gerçekleşmesi için gerekli hukuksal düzenlemeleri yapma konusunda bir istek olduğunu söylemek zor. Herhangi bir hazırlık yapıldığı da görülmüyor. 

Şam barış anlaşmasından ve PKK kongresinden sonra, iktidarın artık Kürtlerden kaynaklı beka kaygısının meşruiyet zemini tamamen tükenmiştir. 

Öcalan'ın, Toplumsal Barış ve Demokrasi Çağrısı metninde ifade edilen demokratik ve hukuki gereklilikler zaman kaybetmeden hayata geçirilmelidir. 

Bunun zemini parlamentodur. Sürecin bu boyutunun şeffaflaştırılmasının zamanı geldi. Artık bu işin kaçarı yok. 

Bölgede Kürtlerin yönü Türkiye'ye, yüzleri Ankara'ya dönük olmasının cesaretiyle, artık silahlara veda yolculuğunun önünü açacak hukuksal düzenlemeler ivedilikle yapılmak durumunda.

Hakan Tahmaz


Alex Callinicos Tüm Yazıları

Ukrayna ve “liberal” Avrupa efsanesi

Avrupa devletleri bugünlerde kendilerini beğenmiş bir şekilde, Ukrayna ile dayanışma dalgasına kapılmış durumdalar. Muhtemelen bunun gerçekte olanlara hiçbir etkisi olmayacak. Ancak bu dalga, çok büyük bir yeniden silahlanma programını meşrulaştırmak için kullanılıyor.

Batılı egemen sınıflar 1990’larda ve 2000’lerin başında, en iyi şekilde “neoliberal emperyalizm” diye tanımlanabilecek olan şeyin iki türünü ürettiler. İlk tür, Amerika Birleşik Devletleri’nde Bill Clinton ve George W. Bush yönetimleri sırasında ortaya çıktı ve Tony Blair tarafından da hevesle benimsendi. Neoliberal emperyalizmin bu türü, batılı emperyalist güçlerin “liberal değerleri” savunmak için uluslararası hukuku hiçe sayarak savaş açma hakkını ileri sürüyordu.

Avrupa Birliği’nin (AB) büyük bölümünde etkili olan ikinci tür ise o kadar kavgacı değildi. Önde gelen Avrupalı güçler olan Fransa ve Almanya, Irak’ın 2003 yılındaki felaket getiren işgaline karşı çıktılar. AB savunduğu “değerler” sayesinde yayılan bir uluslararası nüfuza sahip, “kural koyucu güç” olmakla gurur duydu.

Gerçekte AB, zor kullanmaya ABD kadar istekliydi. Ama bu ekonomik baskı biçimini aldı. NATO ittifakının ve AB’nin Orta ve Doğu Avrupa’ya yayılmasında ısrar eden Clinton ve Bush’tu. Avrupa Komisyonu, Eski Stalinist devletlerin egemen sınıflarını ekonomik ve siyasal olarak Batı tarzı serbest piyasa kapitalizmini benimsemeye zorlayarak, tamamlayıcı bir rol oynadı.

Eğer üye devletlerden biri çizgiyi aşarsa, 2007-2009 küresel finansal krizinin ardından Yunanistan’a kemer sıkma önemlerinin dayatılması vakası yararlı bir örnek olarak duruyordu. Bu süreç zirvesine Temmuz 2015’te ulaştı. Avrupa Merkez Bankası, kemer sıkma önlemlerini reddeden bir referanduma Yunan bankacılık sistemini durdurarak tepki verdi. Demokrasi buraya kadarmış.

Küresel finansal kriz ve ABD’nin Irak ve Afganistan’daki yenilgisi, neoliberal emperyalizmin altın çağını sona erdirdi. Donald Trump ekonomik sorunlar ve ABD’nin “sonsuz savaşları” konusundaki öfke dalgasının üzerinde yükselmeyi başardı. Çin ABD egemenliğine meydan okuyan bir güç olarak giderek belirgin hale geldi.

Yine de neoliberal emperyalizm Joe Biden yönetimi altında son bir coşku yaşadı. Çin’e karşı Trump’ın olduğundan bile daha düşmanca yaklaştı. Ayrıca Ukrayna’nın Rusya tarafından işgal edilmesine Avrupa’yı ve Japonya, Güney Kore ve Avustralya gibi diğer müttefikleri ile bir araya getirerek tepki gösterdi.

Bu “küresel Batı” Rusya’yı zayıflatmayı hedefleyen bir vekalet savaşı veriyordu. Başında Komisyon başkanı Ursula Von der Leyen ile Rusfobik dış politika şefi Kaja Kallas olduğu şu anki AB liderliği, bu Atlantik ötesi savaş liberalizmini benimsedi.

Ama artık bu sona erdi. Avrupa egemen sınıfları Trump’la yeniden yüzleşiyor. O daha önceki başkanların tatlı sözlerine zerre başvurmuyor ve Vladimir Putin ile bir anlaşma yapmak istiyor. Avrupa liderlerinin Ukrayna devlet başkanı Volodimir Zelenski’ye gösterdikleri yakınlık, Trump’ın kendilerine de öyle davranacağına yönelik korkularını yansıtıyor.

Asıl pratik sonuç, İngiltere Başbakanı Keir Starmer ve Fransa devlet başkanı Emmanuel Macron’un liderlik ettiği yeniden silahlanma çabası. Bir AB sözcüsü şöyle bir twit attı: “Yetkililer bunu AB’nin ‘Darwinci momenti’ olarak tanımlıyor ya adapte olacak ya da ölecek.” Putin’in barış anlaşması yapmayacağını varsayıyorlar. Bu yüzden gerçekleşecek olan “sadece daha fazla savaş. Ancak AB Ukrayna’yı desteklemek için ‘ne gerekiyorsa yapmak’ dışında bir seçeneği olmayacak.”

Almanya’nın istihbarat şefi Bruno Kahl, savaşın beş yıl daha süreceğini umuyor; “Ukrayna’daki savaşın hızla sona ermesi, Rusların enerjilerini gerçekte olmasını istedikleri yere -yani Avrupa’ya karşı- kanalize etmelerine olanak sağlayacaktır.” Bir on yıl önce Yunanistan’ı çarmıha germek için kullanılan, borçlanmayı sınırlayan eski kurallar daha fazla silahlanma harcamasına izin vermek için terkediliyor.

Putin’in bir anlaşmaya yanaşmayacağını varsaymak aptalca. Trump açıkça onun bunu istediğini belirtiyor. Ona istediğini vermek Rusların küresel finansal sisteme erişimini yeniden sağlamalı. Putin büyük ihtimalle ABD’ye önerdiği hammadde yatırımları konusunda ciddi. Halihazırda Ukrayna’nın beşte birini kontrol ediyor. Eğer fırsat çıkarsa daha fazlası için geri gelebilir.

Zelenski, ABD ve Rusya’nın üzerinde uzlaştığı şartları kabul etmeye zorlanacak. Trump onun direnmesi durumuna karşı, şimdiden Zelenski’nin yerini alabileceklerin nabzını yokluyor. Avrupalılar yakında, Trump’ın orduya çok daha fazla harcama yapma talebini yerine getirdiklerini fark edecekler. Bu da ABD’nin gerçek rakibi olan Çin’e odaklanmasını sağlayacak.

Alex Callinicos

Çeviri: Onur Devrim


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Bir yanda katliam bir yanda çözüm haberleri

Bugünün en kritik gündeminin çözüm süreci ve Suriye'deki gelişmeler olduğu çok açık. Özellikle şu noktanın altını çizmek gerekiyor; Alevilere yönelik çeşitli unsurların -bunun içinde HTŞ güçlerinin de olduğunu biliyoruz- aktif rol aldığı katliamların kimse tarafından gizlenmesine müsaade etmemek gerekir. 1000'e yakın insanın öldürülmüş olması çok ciddi bir katliamdır. Bu katliama karşı ses çıkartılmalı, ama demeden fakat demeden sorumlulardan hesabının sorulması için yoğun bir çaba içinde olunmalı. Olaya bulaşan tüm faillerin net bir şekilde yargılanması sağlanmalı. Eğer varsa, bu toplu katliamı engelleyecek pozisyonda olmasına rağmen engellemeyenlerden de hesap sorulmalı.

Türkiye'de iktidar Suriye'de demokratikleşme yönünde bir basınç yapmalı ve toplumun tüm ezilen kesimlerinin ve tüm kimliklerin özgürlüğünün garanti altına alınması için mücadele edilmeli.

Suriye’de bu kaçıncı katliam

Bir yandan da şu noktanın altını çizmek zorundayız: HTŞ'nin çeşitli unsurlarının ve başka güçlerin giriştiği bu katliamın sorumlularının hesap vermesi mücadelesini, Suriye'de özellikle Esad'a karşı başlayan ezilenlerin isyanının iç savaşa dönüşmesiyle beraber yüz binlerce insanın öldürüldüğü, milyonlarca insanın iç ve dış göçe zorlandığı koşulların sorumlularını unutmadan vermek zorundayız. Bugün Alevilere yönelik katliama karşı mücadele öncelikle Suriyeli göçmenlerle dayanışanların ve Suriye'de Esad rejiminin öldürdüğü, zulmettiği, hapsettiği, işkence ettiği on binlerce insan için ses çıkartanların atması gereken adımdır.

Katliamlarda çifte standart diye bir şey uygulanamaz. HTŞ iktidarındaki bu ilk kaotik durumu İslamofobik propagandayı güçlendirmek için kullananlara verilecek ilk yanıt budur. Suriye'de de dünyanın herhangi bir başka yerinde de iktidarların o toplumdaki ezilenleri kurtarma yeteneğine sahip olmadığını, HTŞ’nin demokratik bir siyasal odak olmadığını en başından beri açıklıyoruz. Doğrudan ezilenlerin talepleri, işçilerin, emekçilerin talepleri, yalnızca aşağıdan birleşik mücadeleler sayesinde ulaşılabilir.

Bunu vurgulamak şu açıdan da çok önemli. Suriye’de Alevi sivillerin ölümüyle sonuçlanan olayların kökeninde HTŞ ve onunla müttefik güçlerin sahil bölgelerine yaptıkları baskıların ardından, devrik Esad rejiminden kalan güçlerin yaptığı saldırılar var. Bu askerlerin kurduğu Sahil Savunma Tugayı’nın başında Mukdad Fatiha adında Esad döneminin sivil katliamlara, gasp, adam kaçırma gibi suçlara karışmış cinayetleriyle meşhur eski bir asker vardı. Bunun yanı sıra “Suriye'nin Kurtuluşu için Askeri Konsey” isimli bir grubun kurulduğuna dair açıklamalar da yapıldı. Bu grupların saldırılarında resmi ve sivil 130 kişi öldürüldü. 7 Mart’tan sonra ise HTŞ’ye bağlı güçlerin de aralarında olduğu çeşitli silahlı gruplar Lazkiye ve Tartus’ta bir katliama giriştiler. 10 Mart’a gelindiğinde 830 sivil katledilmişti.

830 sivilin katliamına bulaşan tüm unsurların yakalanmasını, yargılanması ve cezalandırılmasını savunmak bir zorunluluk. Kaotik ortamı fırsat bilerek insanlık ve savaş suçu işleyenler yakalanmalı, açığa çıkartılmalı ve en ağır cezaları almalı. Bunun ne dini mezhepsel bölünmüşlükle ne de örneğin Türkiye’nin kendi iç siyasal kutuplaşmasıyla açıklayabiliriz. Milyarlarca dolarla Rusya’ya kaçan Esad’ın temsil ettiği hanedanın tıpkı Suriye’yi iç savaşa sürüklerken yaptığı gibi kendi egemenlik alanını yeniden inşa etme girişiminin bir parçası, bu girişimin yarattığı gerginliğin bir ürünü olarak ele almak gerekiyor. Esad rejimi bir suç imparatorluğu gibiydi Suriye’de. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin 15 Mart 2024’te yaptığı bir açıklamada iç savaşın insani yıkımını çarpıcı sayılarla gözler önüne seriliyor. Ülkede 13 yılda 164.223 sivil öldürülürken, sivil dışı ölümlerin sayısı da 343,344 oldu. Ölen sivillerin 122.695’i erkek, 15.671’i kadın ve 25.857’i çocuktu. 49.452 sivil rejim hapishaneleri ve güvenlik merkezlerinde işkence altında hayatını kaybetti. 52.799 sivil rejim güçlerinin açtığı ateş ve bombardıman sonucu öldürüldü. 26.403 sivil rejim hava kuvvetlerinin saldırılarında öldürülürken, 8.729 sivil Rusya’nın saldırıları sonucu öldürüldü.

Kuşkusuz bu sayılar özellikle IŞİD’in Suriye’nin önemli bir bölümünü ele geçirdiği Ağustos 2014 döneminde işlediği cinayetlerde öldürülenleri de kapsıyor. Özellikle Ezidilere yönelik katliamda binlerce insan yaşamını yitirdi. 5 bin kişi öldürüldü, 10 bin kişi esir alındı. Ama Suriye’de toplu katliam, en az iki kere kimyasal silah kullandığı da kanıtlanan Esad rejimi tarafından işlendi. Bu rejimin devrilmesinden sonra mevcut geçiş sürecinde Suriye’deki her adımın siyasal sorumluluğu HTŞ’nindir. Sadece HTŞ’nin de değil, bu iktidarı destekleyen tüm güçler bu iktidar altında yaşanan gelişmelerin de sorumluluğunu paylaşırlar.

Esad rejiminin devrilmesi ve 60 yıllık diktatörlüğün sona ermesi Suriye ezilenleri için çok önemli bir ivmedir. Fakat bunu söylemek HTŞ’ye övgüler düzmek anlamına gelmez. Esad’ın devrildiği gün, kitlelerin aşağıdan mücadelesi için yeni olasılıklar ortaya çıktı. Sosyalistlerin altını çizeceği tek olumlu nokta budur. Tüm dünyada Suriyelilerin Esad’ın devrilmesinden duyduğu coşkunun da nedeni budur. Bu HTŞ’ye güvenmekle alakalı değil, tersine HTŞ’ye rağmen verilecek bir mücadelenin ihtimallerinin belirmiş olması nedeniyle böyledir. Marksist.org’da yayınlanan bir yorum yazısı bu durumu çok başarılı bir şekilde özetliyor:

“Suriye halkının, Sednaya hapishanesiyle somutlanan bir baskı ve cinayet dönemini geride bırakırken, kurbanların yerini başka kurbanların aldığı yeni bir baskı dönemine girmesini engellemenin tek yolu, farklı uluslardan, mezheplerden ve kimliklerden Suriyelilerin ortak mücadelesi. Böyle bir mücadelenin tohumları ülkenin her yerinde bulunuyor; işçiler bağımsız sendikalar kurmak için harekete geçiyor, kadın haklarını korumak için toplantılar düzenleniyor, sol ve sosyalist yapılar İsrail saldırganlığına ve mezhepçiliğe karşı eylemler yapıyorlar.”

Bu tartışmada Arap halklarına layık olanın Katil Esad gibi diktatörler olduğunu ima edenler ne Alevilerin yanında durabilirler ne Alevi katliamına karşı ses çıkartabilirler ne de demokrasi adına konuşabilirler. Olsa olsa korkunç bir İslamofobik propaganda yapmış olurlar. Alevilere yönelik katliama karşı bütün eylemlere omuz vermek, bu eylemlerin büyümesi için çabalamak çok önemli. Tıpkı göçmen mücadelesine, göçmenlerle dayanışmaya omuz vermenin, tıpkı Suriye'de Esad'ın devrilmesi mücadelesine omuz vermenin ve geniş cephelerle bu mücadeleyi Arap Baharı’nın bir parçası olarak desteklemenin önemli olması gibi.

Katliam haberlerinden birkaç gün sonra Mazlum Abdi ve Şara arasında bir anlaşma imzalandı. Elbette hiçbir gelişme ve anlaşma yüzlerce sivilin katledilmesini unutturamaz ama sağlam bir arka plana sahip olmadan iç siyasetin kutuplaşmacı diliyle gelişmelere bakmak Suriye’de tüm halkların eşitliği için verilecek aşağıdan mücadelenin ve bu mücadeleye verilecek desteğin önüne geçen politikaların şekillenmesine neden oluyor.

Suriye ve Kürt meselesinde çözüm süreci

Dünya Suriye’ye odaklanmışken, Suriye meselesi Türkiye açısından da çok önemli bir politik gelişmeyi işaret ediyordu. İmralı'nın yaptığı açıklama ve Ekim ayından beri ışık hızıyla gelişen yeni çözüm süreci herkesin beklediğinin ötesinde bir ivmelenmeye sahip oldu. Bu ivmenin en son sıçrama noktası ise HTŞ-YPG anlaşması oldu. Üstüne vazife olmayan insanların yaptığı “İmralı’nın açıklaması YPG'yi kapsar mı kapsamaz mı” tartışmasına -üstelik Suriye'de kaotik bir durum gelişirken- HTŞ ile YPG'nin liderlikleri yan yana gelip yaptığı anlaşma son verdi.

Tuncer Bakırhan'ın T24’e verdiği röportajda dediği gibi YPG'nin silah bırakıp bırakmayacağını ya da silah bırakma çağrısının onu kapsayıp kapsamadığını YPG’ye ya da bu çağrıyı yapan İmralı'ya sormak gerekirdi. Ama artık bu soru geride kaldı.

Bu yeni çözüm süreci özellikle Suriye’de Kürt bölgesinin bir yandan ABD-İsrail denetiminde bir yandan da özerk bir yapılanma olarak şekillenmesine ve Suriye Kürtlerinin bu iki ülkeyle iş birliği yapmasına bir yanıt olarak ilan edildi. Temel güdülerden birisi, devlet açısından buydu. Devlet Suriye'deki gelişmelerden bir beka kaygısı anlatısı inşa etti. Gelişmelerden ürken iktidar bloku sözcülerinin, yaşananların bütün bölgede çok ciddi bir istikrarsızlık yaratacağı ve zaten İsrail'in Gazze'ye, Yemen'e, Lübnan'a, İran'a yönelik tehditlerinin Ortadoğu'nun çivisini çıkarttığı koşullarda bunun yansımasının Türkiye'de iç politik gerilimleri derinleştireceği analizini yapması ekim ayında iç siyasette başlayan gelişmelerin arka planını oluşturuyordu.

Devlet Bahçeli gibi bir figürün çözüm konusundaki sürekli ve ısrarlı mesajlarının arkasında yatan bu bakış açısı oldu. Bölgedeki gelişmelerin iç politikaya yansımasının baş edilemez politik sonuçlar doğurabileceğini düşünen iktidar bloku bileşenleri içinden geçtiğimiz sürecin adımlarını attı. Dolayısıyla Suriye'deki gelişmeler çözüm sürecinin kaderini belirlemesi açısından da çok önemliydi. İmralı'nın açıklamasına Kandil'in olumlu yanıt vermesinden sonra HTŞ ve YPG arasında imzalanan anlaşmanın bir açıdan son 6 ayın en kritik dönemeci olduğunu söylemek mümkün.

YPG'nin Şam merkezli silahlı güçlere katılacağını, bunun bir parçası olacağını ama aynı zamanda, Kürtlerin bütün temel haklarının Suriye anayasası tarafından güvence altına alınacağını ifade eden anlaşma Kürt sorununun bölgesel çözümünde atılmış olan çok önemli bir adımdır.

“1- Dini ve etnik kökenlerine bakılmaksızın tüm Suriyelilerin siyasi sürece katılımı ve temsil hakları garanti altına alınacak.

2- Kürt toplumu Suriye devletinin yerli bir topluluğudur ve Suriye devleti onun vatandaşlık hakkını ve tüm anayasal haklarını garanti altına almaktadır.

3- Suriye’nin tüm topraklarında ateşkes sağlanacak.

4- Suriye’nin kuzeydoğusundaki tüm sivil ve askeri kurumlar, sınır kapıları, havaalanı, petrol ve doğalgaz sahaları dahil olmak üzere Suriye devletinin yönetimine entegre edilecek.

5- Yerlerinden edilmiş tüm Suriyelilerin kendi kasaba ve köylerine geri dönmelerinin sağlanması ve Suriye devleti tarafından korunmalarının sağlanması.

6- Suriye devletinin Esad kalıntılarına ve güvenliğine ve birliğine yönelik her türlü tehdide karşı mücadelesi desteklenecek.

7- Bölücü çağrılar, nefret söylemi ve Suriye toplumunun tüm bileşenleri arasındaki birliğe zarar verecek tüm girişimler engellenecek

8- Yürütme komiteleri anlaşmanın en geç bu yılın sonuna kadar uygulanması için çalışılacak.”

Özellikle 2’inci madde, Kürt halkının haklarının anayasal düzeyde garanti altına alınacağı vurgusu, Kürt meselesinin çözümü açısından bir kapının aralanması anlamına gelmektedir ve önemli bir deneyim sunacaktır. Bu gelişme, ulusal kimliğin inkarından vazgeçilmesi durumunda ne gibi adımların atılabileceği konusunda da önemli bir örnektir. Fakat bir başka madde var ki bu memleketteki Esad hayranlığını gizleyemeyen çok sayıda ulusalcıyı derinden yaralamıştır. 6’ıncı madde Esad kalıntılarına karşı HTŞ ve YPG’nin birlikte mücadelesini öngörmektedir.

Şimdi, en beklenmeyen adım en hızlı şekilde atılmışken, HTŞ-YPG arasında bir anlaşmaya varılmışken, Kandil İmralı açıklamasına koşulsuz uyacağını açıklamışken, İmralı’nın tüm Kürt kesimlerinin sözünü dinlediği bir odak olduğu, bir kez daha tescil edilmişken sosyalistlerin, demokratların ve batıda yaşayanların bu sürecin ruhuna ve hızına uygun adımları atması gerekiyor.

“Yeni çözüm süreci”nin kendi hızına uygun bir hızla, çeşitli adımları atmamız gerekiyor. Çünkü Kürtler bütün bu adımları atarken haklı olarak demokratik adımların nasıl atılacağı, Kandil’in fesih ve silahsızlanma sürecinin bir parçası olarak on binlerce insanın nereye gideceği, nasıl gideceği, ne gibi demokratik hakların gündeme geleceği, kayyım politikalarına devam edilirken gelişmeleri nasıl bir çözüm süreci olarak ele alabileceğimiz gibi bir dizi başlıkta tartışmalar sürüyor.

Yeni çözüm sürecinin bir kalıcı barış sürecine evrilmesi, Kürtlerin bir kez daha uzattığı barış elinin havada kalmaması ve süreçten Kürt halkının en temel taleplerini karşılayarak çıkmasının sağlanması için büyük bir barış mücadelesine ihtiyacımız var. Bu ise kafalardaki kuşkuların giderilmesi, dikiz aynasına bakmaktan vazgeçilmesi ve koşmaya başlanması ile olacak. 1968 sloganlarından birisi “Koş arkanda, eski dünya var” idi. Demokrasi, yeni döneme uyum sağlayan ve demokrasinin gelişmesi için barış sürecinin elzem olduğunu bilenlerin koşmasıyla gelişecek. Başarmamız gereken işçi sınıfının bu gelişmeleri sahiplenmesini sağlamaktır.

Şenol Karakaş 


Atilla Dirim Tüm Yazıları

Almanya Seçimleri: AfD’nin politikalarını izlemek, AfD’yi güçlendirdi

Federal Meclis seçimlerinin ardından yüzde 28,52 oy oranıyla parlamentoda 208 vekille temsil edilecek olan muhafazakâr / merkez sağ CDU/CSU (Birlik) ittifakı, aylar boyunca ırkçı bir kampanya yürüttü. Birlik’in başbakan adayı Friedrich Merz, “şiddet yanlısı yabancı suçluların” ve ‘yasadışı göçmenlerin’ sınır dışı edilmesi çağrılarını destekledi. Seçimlerden hemen önce, “sığınmacılar tarafından işlenen günlük toplu tecavüzlerden” söz etti. “Düzensiz göçü kısıtlamak” adı altında çıkarmak istediği ırkçı yasanın görüşmelerinde AfD’nin desteğini kabul etmesi, AFD’nin meşruiyet kazanmasına katkıda bulundu.

AfD lideri Alice Weidel’in seçim gecesinde de belirttiği gibi, CDU/CSU ittifakı aslında ırkçı programlarını kopyalayarak AfD’den oy koparmak istedi, ancak bu çabası AfD’nin daha da güçlenmesinden başka işe yaramadı.

Sosyal demokratların çöküşü

Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD), 2021'de yüzde 25,7 olan oy oranını yüzde 16,4'e düşürerek en büyük kaybı yaşayan parti oldu. Böylece İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk defa parlamentoda üçüncü en büyük parti konumuna düştü. Bu büyük oy kaybının ardında yatan en önemli neden, ana seçmen gövdesini oluşturan düşük gelirli işçilerin reel gelirlerinin son yıllarda, yani SPD’nin büyük ortağı olduğu hükümet döneminde yüzde 20 oranında gerilemiş olması. SPD’nin mevcut krize işçi sınıfı lehine karşılık verememesi, yaklaşık 1,7 milyon seçmenini CDU/CSU ittifakına kaptırmasına neden oldu.

Anketlere göre bu seçmenlerin önemli bir kısmı krizin sorumluluğunu göçmenlere ve sosyal yardım alanlara yüklüyor. SPD, her iki konuda da AfD ve CDU/CSU’nun politikalarıyla uyum içinde hareket ettiğinden, seçmenler doğal olarak yeni bir umut olarak sağ partilere yöneldiler. SDP’nin bu şekilde kendi kendisini yok ettiğini söylemek mümkün.

Yeşiller kısmen güç kaybetti

Bu gelişme Yeşiller'e zarar vermedi. Nispeten yüksek bir seviyeyi (yüzde 11,6) korumayı başardılar. Bu sonuç bir önceki seçimde elde ettikleri rekor sonucun (yüzde 14,8) gerisinde kalsa da yine de tarihlerindeki en iyi ikinci sonuç. Böylece SDP/Yeşiller/FDP koalisyonunun en az oy kaybı yaşayan partisi oldular.

Koalisyonun bir diğer partisi olan liberal FDP de tam bir çöküş yaşayarak büyük bir oy kaybıyla baraj altında kaldı. Anketlere göre FDP seçmeninin büyük kısmı CDU/CSU’ya oy verdi.

Nazi AfD her zamankinden daha güçlü

Özellikle göç olgusuyla ilgili tartışmalarda siyaset kurumunun ve Die Linke’den ayrılan Sahra Wagenknecht (BSW) ittifakının sağa kayması, AfD'nin yüzde 10,3'ten yüzde 20,8'e çıkarak iki kattan fazla oy almasına yol açtı.

AfD 2013 yılında faşist bir kanadı olan sağ popülist bir parti olarak kuruldu. Aradan geçen süre zarfında, başını Björn Höcke'nin çektiği “Der Flügel” (Kanat) hizbinin ırkçı milliyetçiliğine ve parti dışındaki Nazilerle işbirliğine karşı önemli bir iç direnci olmayan faşist bir partiye dönüştü.

Hakim sağcı iklimde AfD, bugüne kadar kendisine oy vermemiş olan mavi ve beyaz yakalı işçileri kazanmayı başardı. AfD, şu anda işçiler ve işsizler arasında en güçlü parti konumunda. Bunun sebebi, krizden derin bir şekilde etkilenmiş olan insanların SPD'nin politikalarından hayal kırıklığına uğraması ve bir “alternatif” arayışına girmiş olması.

AfD, özellikle Almanya’nın doğu eyaletlerinde endişe verici derecede yüksek sonuçlar elde etti (Saksonya yüzde 37, Mecklenburg-Batı Pomeranya yüzde 35, Brandenburg yüzde 32). Ancak batıdaki sonuçlar da sağa kayışın sadece doğuya özgü bir olgu olmadığını ortaya koyuyor. AfD, artık Almanya’nın batısında da, şehirlerden oluşan eyaletler dışında yüzde 15 ila 20 arasında bir orana ulaşan bir güç.

Buradan Nazi partilerini kontrol altına almanın onların ırkçı pozisyonlarını benimsemekle mümkün olmadığı, bunun aksine onları güçlendirdiği açıkça ortaya çıktı.

AfD'ye karşı dengeleyici güç

Ocak 2024 tarihinde “Correctiv” adlı araştırma kuruluşunun, ileri gelen AfD üyelerinin bazı CDU/CSU üyeleri, iş insanları ve Nazilerle yaptığı ve vatandaşlık durumlarına bakılmaksızın göçmenlerin tenkil ve tehcir edilmesini öngören yayınının ardından, Almanya’da yüz binlerce kişi sokağa çıkarak antifaşist gösteriler düzenledi. “Widersetzen”, “Studis gegen Rechts” ve “Aufstehen gegen Rassismus” gibi ırkçılık karşıtı örgütler, yerel ve ülkesel çapta örgütlenmeye başladı.

Bu antifaşist hareket sadece gösteriler yapmakla kalmadı, örneğin geçen yıl Essen'de ve bu yıl Riesa'da AfD parti kongrelerine karşı kitlesel blokajlar düzenlendi. AfD'nin neredeyse bütün yerel etkinliklerine karşılıklar verildi. Ancak bunun AfD’nin yükselişini durdurmak için yeterli olmadığı ortaya çıktı. Hareket, Nazilerin faaliyetlerini kitlesel ve kararlı bir eylemlerle durdurmayı başaramadı; eylemler ya yeterince büyük ya da yeterince kararlı değildi. Ayrıca iktidar partilerinin ve medyalarının ırkçılığına karşı koymakta da başarısız oldu. Ajitasyon iklimi kırılamadı.

Aşağıdan yukarıya doğru yeniden bölüşüm, silahlanma ve savaş çığırtkanlığı politikalarına karşı sol bir alternatif oluşturma konusunda da yeterli başarı sağlanamadı. AfD bu boşluktan faydalanarak kendisini “küçük insanların partisi” ve hatta bir barış partisi olarak sunmayı başardı.

Die Linke’nin dirilişi

Seçimlerin en büyük sürprizi ve umut olarak görülebilecek noktası, aylardır anketlerde yüzde 5’in çok altında gözüken Die Linke’nin birkaç hafta içinde bu durumu tersine çevirmeyi başarması ve yüzde 8,8 ile parlamentoya girmeyi başarmış olması.

Die Linke, bu geri dönüşü aktif bir seçim kampanyası yürüten çok sayıda kararlı üye ve sempatizanın çabaları sayesinde başardı. Parti ayrıca sosyal konulardaki tutumuyla SPD'nin bıraktığı boşluğu en azından kısmen doldurmayı başardı. Kira ve hayat pahalılığına odaklanarak, yüksek reel ücret kayıpları ve patlayan kiralar karşısında işçi sınıfı arasında gerçek bir endişeye hitap etti. Partinin birlik içinde hareket etmesi ve sosyal medya da dahil olmak üzere seçim kampanyasında iyi bir performans sergilemesi de başarısına kesinlikle katkıda bulundu.

Ancak belirleyici atılım, Merz'in Ocak ayı sonunda Federal Meclis'te AfD ile yakınlaşmasına karşı düzenlenen kitlesel protestoların ardından geldi. Yüzbinlerin bir kez daha sokaklara döküldüğü bu kutuplaşmış ruh halinde Die Linke, pek çok seçmenin gözünde olası bir sağcı ittifaka karşı tek güvenli alternatif oldu. Partinin seçim stratejisi “göç”, silahlanma ve savaş karşıtlığı gibi tartışmalı kampanya konularından kaçınmak ve bunun yerine kendisini sosyal konularla sınırlamak olsa da, Federal Meclis'te tırmanan ırkçılığa karşı çıkan tek siyasi güç olduğu için bu tartışmada kazanan taraf oldu.

Güçlü ve canlı seçim kampanyası çok sayıda insanı, özellikle de gençleri partiye çekti. Die Linke yüzde 27 ile ilk kez oy kullananlar arasında en güçlü parti olurken, genç kadınların yüzde 35'inin oyunu aldı. Berlin'de yüzde 19,9 oy oranıyla en güçlü parti oldu ve beş doğrudan vekillik kazandı; bu, aynı zamanda Berlin'deki CDU ve SPD hükümetinin radikal kesinti politikasının da bir ödülü oldu

Bununla birlikte, parti içindeki birlik havası aslında çok sallantılı bir zemine sahip. Mevcut çeşitli siyasi çatışmalar ertelendi, ancak bu onların son bulduğu anlamına gelmiyor. Örneğin, İsrail'i eleştiren sesler susturulduğunda, yeni üyelerin bunu kabul etmeye hazır olup olmadıkları henüz belli değil.

Federal Meclis'te CDU/CSU ve AfD ile birlikte “göç sınırlama yasasının” onaylanması lehinde oy kullanan BSW’nin baraj altında kalması nedeniyle, Die Linke yeni Federal Meclis'teki tek savaş karşıtı parti konumunda. Die Linke’nin silah sevkiyatına, yeniden silahlanmaya ve gelecekte Federal Ordu'nun konuşlandırılmasına karşı çıkma görevini yerine getirip getiremeyeceğini göreceğiz.

Güç dengesini nasıl değişebilir?

Güç dengesinin değişmesi için AfD'ye karşı protestoların seçimden sonra da geniş çaplı ve kararlı bir şekilde devam etmesi gerekir. Ancak tek başına bu gösterilerin yeterli olmadığı anlaşıldı; gelecek korkusuna kapılan, emekliliğinde eline geçen azıcık parayla nasıl yaşayacağını hesaplayan, ağır vergilerden, korkunç bürokrasiden bunalan hatırı sayılır miktarda işçi ve orta sınıf üyesi, solun somut bir alternatif oluşturamaması üzerine diğer “alternatifi” tercih etti, AfD’nin ırkçı, göçmen, kadın ve LGBTİ+ düşmanı politikalarının etkisi altına girdi. Daha iyi yaşam hayalini AfD’li Nazilerin gerçekleştiremeyeceğini somut olarak ortaya koymak için temel hak ve özgürlükleri güçlendirmek, ekonomik kazanımlar elde etmek, kapitalizmin sömürü müessesini hayatını çalışarak kazananlar lehine zayıflatmak gerekir ki bunu yapabilecek yegâne yapı, üretimden gelen gücünü kullanan örgütlü işçi sınıfıdır. Örgütlü işçi sınıfının içindeki çelişkileri gidererek daha iyi bir dünya için kapitalist sömürüye karşı harekete geçmesi, faşizm tehdidini gerileterek ortadan kaldırabilir. Elbette bunun için toplumsal hak ve özgürlük hareketleriyle en geniş ittifakların kurulması gerektiğini de bir bile unutmadan…

Atilla Dirim

* Bu yazıyı yazmakta Sozialismus von Unten (SvU) grubunun seçim değerlendirmesinden faydalandım.

(Solfasol.tv)


Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

Silahsızlanma ve fesih evresi

PKK lideri Abdullah Öcalan'ın silah bırakma ve PKK'nin kendini feshetmesi çağrısıyla Kürt sorununda yeni döneme girildi. Yeni dönemin karakterini belirleyecek olan, çağrının gereğinin nasıl yerine getirileceği ve nelerin yaşanacağıdır.

PKK'nin silah bırakması ve feshedilme çalışmalarıyla, çağrıda satır başlarıyla ortaya konulan ana akım Kürt siyasal hareketinin yeni paradigmasının bütün boyutlarıyla kavranılması ve anlaşılması süreci birlikte yürüyor. Bu, konunun/sorunun çok yönlü ve çok boyutlu niteliğinin zorunlu bir gereği.

En önemli özelliklerinden biri de benzer konularda yaşanmış gerek uluslararası gerekse yakın ulusal tecrübelerden oldukça farklı ve özgün bir yol ve yöntem yaşanıyor olmasıdır.

Yaşanmakta olan sürecin kendilerinden öncekilerle benzerliği, ortaklığı oldukça az. Yeni bir tecrübeyi başarıyla dünyaya armağan edebilmek için kritik eşiğin aşılmasını zorlaştıran gelişmeler, sorunlar, beliren yanlışlar ve aksaklıklara dair yapıcı uyarı, eleştiri ve teşvik tercih edilmesi ve bunların taraflarda karşılık bulması iyi olacaktır.   

Silahsızlanma ve feshetme sürecinin ülkenin barış ve demokratikleşme yolunda ilerlemesine ivme kazandıracak olan da böylesine bir yaklaşım olur sanırım.

Çağrı sonrası İktidar partisi ile DEM Parti yetkilileri arasında, çağrının Suriyeli silahlı Kürt güçlerini kapsayıp kapsamadığına ilişkin tartışmanın medya üzerinden sürdürülmesi, değerlendirilmesi gereken taze bir örnek.

Ortaya çıkan farklı değerlendirmeyi fırsat bilerek süreci akamete uğratmak isteyenlerin fırsatı kaçırmadığını gördük.

Diğer yandan açıklama sonrasında bir birinden çok farklı nedenlerle yeni paradigmanın yarattığı kafa karışıklığının ve PKK'nin feshedilmesi girişiminin duygusal atmosferinin, kaygılara, endişelere ve soru işaretlerinin çoğalmasına yol açtığı görüldü.

Bu durum bile tek başına silahsızlanma ve feshetme sürecinin,  sorunları makul çerçevede aşmak için mekanizmaya/mekanizmalara ihtiyaç olduğunu gösterdi.

Her şeyden önce 1 Ekim'de MHP lideri Devlet Bahçeli'nin bu süreci başlatmasının motivasyonunun fiili Kuzey ve Doğu Suriye Yönetimi ile Kürt silahlı güçleri olduğu aşikâr. Bu konuda ortak bir noktada buluşmadan gerçek ve kalıcı bir ilerleme sağlanamayacağını herkes biliyor olsa gerek.

En azından iktidar, öncelikli hedefinin Suriye'de Kürtleri ABD'den uzaklaştırmak olduğunu hiç gizlemedi. Sorunun ABD’nin yeni yönetiminin tutumunun ne olacağına kilitlendiği aşikârdı.

Bu soruya açık yanıt vermemesi ve çağrının ana kurgusunun Türkiye'ye odaklanması fazlasıyla tuhaf ve gizemli noktalar bırakmıştır.

İmralı’da Abdullah Öcalan ile Kürt çevresi adına ilişkiyi yürüten DEM Parti Milletvekili Sırrı Süreyya Önder'in “çağrı herkesi kapsıyor” açıklaması, bir somut bilgi değilse ancak metnin ruhunun okunmasıyla ilgili olabilir.


Alex Callinicos Tüm Yazıları

Zelenski’nin aşağılanmasının anlamı

Donald Trump Beyaz Saray’daki Oval Ofisi şimdiden bir güç tiyatrosuna çevirdi. Geçen Cuma emperyalizmin sert gerçekliklerinin sergilenmesine tanık olduk. Genellikle, terk edilen bağımlı ülkenin direnişi gizli kalırdı. 1973’te Richard Nixon ve Henry Kissinger’in yönetimindeki Amerika Birleşik Devletleri Kuzey Vietnam ile barış anlaşması imzaladı. Güney Vietnam’ın kukla devlet başkanı Nguyen Van Thieu’nun tek yapabildiği sürgüne gitmek oldu.

Ama Ukrayna devlet başkanı Volodimir Zelenski, Joe Biden ve Avrupalı müttefikleri tarafından şişirilerek liberal Batı’nın kahramanı haline getirilmişti. Trump ve onun başkan yardımcısı JD Vance tarafından son derece aleni bir şekilde itip kakılmasının, bir kurgu mu olduğu yoksa, Zelenski’nin soğukkanlılığını kaybetmesinin mi buna yol açtığı gerçekte çok önemli değil. Emperyal bir güç, vekalet verdiği gücün artık faydalı olmadığına karar verdiğinde olan şey budur.

Avrupa hükümetleri -Keir Starmer bile- Zelenski’nin yardımına koştu. Onların enerjik destekleri, kendilerinin de terk edileceği kaygısını yansıtıyor. Almanya’nın bir sonraki şansölyesi olacak olan Friedrich Merz, geçtiğimiz hafta yapılan seçimleri kazandıktan sonra şunları söyledi: “Bu yönetimdeki Amerikalıların, her halükârda Avrupa’nın kaderini çok da önemsemedikleri açık.” Liberal kapitalizmin baş apolojisti Marrtin Wolf, Financial Times gazetesindeki köşesinde daha da ileri gitti: “ABD şimdi Batı’nın düşmanı.” ABD’li uluslararası ilişkiler akademisyeni Stephen Walt daha spesifikti: “Evet, Amerika şimdi Avrupa’nın düşmanı.”

Walt argümanını, Vance’in Münih’te iki hafta önce sergilediği, Trump yönetiminin Avrupa aşırı sağına olan desteğine dayandırıyor. Ama Merz ve Starmer gibilerini asıl kaygılandıran bu değil. Onlar Trump’ın NATO ittifakıyla Batı Avrupa’ya sağladığı güvenlik garantisini kaldırmasından korkuyorlar. Bu bana oldukça şüpheli geliyor.

ABD, liberal “değerlere” ve Mona Lisa tablosuna olan sevgisinden dolayı Avrupa’da değil. Avrupa küresel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın yüzde 21’ini oluşturuyor. Herhangi bir ABD yönetiminin, Rusya’nın bu temel ekonomik bölgeye egemen olmasına izin vereceği düşüncesi gülünç. Trump mutlaka Avrupa’daki ABD askerlerinin sayısını azaltacak ve müttefiklerini daha fazla savunma harcaması yapmaları yönünde sıkıştırmayı sürdürecektir. Ancak NATO komuta yapısı, Pentagon’a Avrupa kıtasının silahlı kuvvetlerini kontrol etmenin büyük avantajını sağlıyor.

Trump yönetiminin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Washington tarafından inşa edilen “kurallara dayalı uluslararası düzene” olan saldırıları, ABD’ye daha büyük bir manevra alanı açmak için tasarlanmış durumda. ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio geçen hafta verdiği bir röportajda bunu ayrıntılı olarak açıkladı: “21. yüzyılın büyük hikayesi ABD-Çin ilişkileri olacak. Ama bence Rusların sürekli Çin’in küçük ortağı olarak kaldığı, onlara bağımlı oldukları için, Çin’in yapmasını söylediği her şeyi yapmak zorunda oldukları bir durumun Rusya için iyi bir sonuç olduğunu düşünmüyorum ve bu Amerika veya Avrupa veya dünya için de iyi bir sonuç değil.”

Bu, Trump’ın Vladimir Putin ile flörtleşmesinin “ters Kissinger” diye adlandırılan bir strateji olduğu spekülasyonlarını doğruluyor. Nixon ve Kissinger, 1971-72’de Mao Zedong yönetimindeki Çin ile yürüttükleri müzakereler Vietnam Savaşı’nın bitmesine katkıda bulunmuştu. Bu müzakereler aynı zamanda Soğuk Savaş’ın son döneminde Çin’in fiilen Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin bir müttefiki haline geldiği süreci de başlatmıştı. Şimdi ise Trump ve Rubio, Rusya’yı zorla uzaklaştırarak Çin’i izole etmeye çalışıyor.

Kuşkusuz Pekin’in Orta Asya, Sibirya ve Uzak Doğu Rusya’ya el atmasından doğan gerilimler var. Yine de Trump’ın taktiğinin başarılı olma ihtimali çok düşük. Rus enerjisi ve Çin’in üst düzey imalatı temelinde ABD’ye karşı ortak bir cephe oluşturmak hem Putin hem de Çin devlet Başkanı Xi Jinping için çok daha uygun. Ukrayna, ABD’nin Rusya ile yakınlaşmasının önünde bir engel. Ukrayna’ya yapılan Avrupa askeri ve ekonomik yardımı, ABD’den gelenden daha fazla. Ama savaş çabasını Pentagon’un gelişmiş yetenekleri olmadan sürdürmek çok zor olacak. Sonunda Zelenski boyun eğecek veya onun yerini başka biri alacak. Antik Yunan tarihçisi Thukydides’in sözleriyle “Güçlü olan gücünün yettiğini yapar; zayıf olansa neyi kabul etmesi gerekiyorsa onu kabul eder.”

Alex Callinicos

(Onur Devrim)

 

 

 


Tüm Yazarlar


Alex Callinicos Tüm Yazıları

Ukrayna ve “liberal” Avrupa efsanesi

Avrupa devletleri bugünlerde kendilerini beğenmiş bir şekilde, Ukrayna ile dayanışma dalgasına kapılmış durumdalar. Muhtemelen bunun gerçekte olanlara hiçbir etkisi olmayacak. Ancak bu dalga, çok büyük bir yeniden silahlanma programını meşrulaştırmak için kullanılıyor.

Batılı egemen sınıflar 1990’larda ve 2000’lerin başında, en iyi şekilde “neoliberal emperyalizm” diye tanımlanabilecek olan şeyin iki türünü ürettiler. İlk tür, Amerika Birleşik Devletleri’nde Bill Clinton ve George W. Bush yönetimleri sırasında ortaya çıktı ve Tony Blair tarafından da hevesle benimsendi. Neoliberal emperyalizmin bu türü, batılı emperyalist güçlerin “liberal değerleri” savunmak için uluslararası hukuku hiçe sayarak savaş açma hakkını ileri sürüyordu.

Avrupa Birliği’nin (AB) büyük bölümünde etkili olan ikinci tür ise o kadar kavgacı değildi. Önde gelen Avrupalı güçler olan Fransa ve Almanya, Irak’ın 2003 yılındaki felaket getiren işgaline karşı çıktılar. AB savunduğu “değerler” sayesinde yayılan bir uluslararası nüfuza sahip, “kural koyucu güç” olmakla gurur duydu.

Gerçekte AB, zor kullanmaya ABD kadar istekliydi. Ama bu ekonomik baskı biçimini aldı. NATO ittifakının ve AB’nin Orta ve Doğu Avrupa’ya yayılmasında ısrar eden Clinton ve Bush’tu. Avrupa Komisyonu, Eski Stalinist devletlerin egemen sınıflarını ekonomik ve siyasal olarak Batı tarzı serbest piyasa kapitalizmini benimsemeye zorlayarak, tamamlayıcı bir rol oynadı.

Eğer üye devletlerden biri çizgiyi aşarsa, 2007-2009 küresel finansal krizinin ardından Yunanistan’a kemer sıkma önemlerinin dayatılması vakası yararlı bir örnek olarak duruyordu. Bu süreç zirvesine Temmuz 2015’te ulaştı. Avrupa Merkez Bankası, kemer sıkma önlemlerini reddeden bir referanduma Yunan bankacılık sistemini durdurarak tepki verdi. Demokrasi buraya kadarmış.

Küresel finansal kriz ve ABD’nin Irak ve Afganistan’daki yenilgisi, neoliberal emperyalizmin altın çağını sona erdirdi. Donald Trump ekonomik sorunlar ve ABD’nin “sonsuz savaşları” konusundaki öfke dalgasının üzerinde yükselmeyi başardı. Çin ABD egemenliğine meydan okuyan bir güç olarak giderek belirgin hale geldi.

Yine de neoliberal emperyalizm Joe Biden yönetimi altında son bir coşku yaşadı. Çin’e karşı Trump’ın olduğundan bile daha düşmanca yaklaştı. Ayrıca Ukrayna’nın Rusya tarafından işgal edilmesine Avrupa’yı ve Japonya, Güney Kore ve Avustralya gibi diğer müttefikleri ile bir araya getirerek tepki gösterdi.

Bu “küresel Batı” Rusya’yı zayıflatmayı hedefleyen bir vekalet savaşı veriyordu. Başında Komisyon başkanı Ursula Von der Leyen ile Rusfobik dış politika şefi Kaja Kallas olduğu şu anki AB liderliği, bu Atlantik ötesi savaş liberalizmini benimsedi.

Ama artık bu sona erdi. Avrupa egemen sınıfları Trump’la yeniden yüzleşiyor. O daha önceki başkanların tatlı sözlerine zerre başvurmuyor ve Vladimir Putin ile bir anlaşma yapmak istiyor. Avrupa liderlerinin Ukrayna devlet başkanı Volodimir Zelenski’ye gösterdikleri yakınlık, Trump’ın kendilerine de öyle davranacağına yönelik korkularını yansıtıyor.

Asıl pratik sonuç, İngiltere Başbakanı Keir Starmer ve Fransa devlet başkanı Emmanuel Macron’un liderlik ettiği yeniden silahlanma çabası. Bir AB sözcüsü şöyle bir twit attı: “Yetkililer bunu AB’nin ‘Darwinci momenti’ olarak tanımlıyor ya adapte olacak ya da ölecek.” Putin’in barış anlaşması yapmayacağını varsayıyorlar. Bu yüzden gerçekleşecek olan “sadece daha fazla savaş. Ancak AB Ukrayna’yı desteklemek için ‘ne gerekiyorsa yapmak’ dışında bir seçeneği olmayacak.”

Almanya’nın istihbarat şefi Bruno Kahl, savaşın beş yıl daha süreceğini umuyor; “Ukrayna’daki savaşın hızla sona ermesi, Rusların enerjilerini gerçekte olmasını istedikleri yere -yani Avrupa’ya karşı- kanalize etmelerine olanak sağlayacaktır.” Bir on yıl önce Yunanistan’ı çarmıha germek için kullanılan, borçlanmayı sınırlayan eski kurallar daha fazla silahlanma harcamasına izin vermek için terkediliyor.

Putin’in bir anlaşmaya yanaşmayacağını varsaymak aptalca. Trump açıkça onun bunu istediğini belirtiyor. Ona istediğini vermek Rusların küresel finansal sisteme erişimini yeniden sağlamalı. Putin büyük ihtimalle ABD’ye önerdiği hammadde yatırımları konusunda ciddi. Halihazırda Ukrayna’nın beşte birini kontrol ediyor. Eğer fırsat çıkarsa daha fazlası için geri gelebilir.

Zelenski, ABD ve Rusya’nın üzerinde uzlaştığı şartları kabul etmeye zorlanacak. Trump onun direnmesi durumuna karşı, şimdiden Zelenski’nin yerini alabileceklerin nabzını yokluyor. Avrupalılar yakında, Trump’ın orduya çok daha fazla harcama yapma talebini yerine getirdiklerini fark edecekler. Bu da ABD’nin gerçek rakibi olan Çin’e odaklanmasını sağlayacak.

Alex Callinicos

Çeviri: Onur Devrim


Ali Morgül Tüm Yazıları

Kod Adı Hummingbird: Teknoloji, hız ve insan

Kod Adı Hummingbird, modern kapitalizmin hız ve teknolojiyi nasıl birer tahakküm aracına dönüştürdüğünü gözler önüne seren bir film. Senaryonun merkezinde, fiber optik kablo ağı döşeyerek mali piyasalarda avantajlı bir konum elde etmek için çabalayan iki kuzen bulunuyor. Kuzenler, bu proje ile saniyenin birkaç binde birinden daha hızlı veri akışı sağlayarak piyasalarda belirleyici olmayı amaçlıyor ve tabi ki bu da kapitalist sistem içerisindeki acımasız ve yıkıcı rekabet koşulları altında yapılıyor. 

Filmde yeni teknolojik gelişmeler ve olanaklar sadece bir yenilik ya da ilerleme göstergesi olarak değil, aynı zamanda egemen sınıfların iktidarının pekiştirilmesi için kullanılan etkili ve güçlü EİSA’lar, yani egemen sınıfın ideolojik aygıtları olarak karşımıza çıkıyor. Filmde çok açık bir şekilde görülüyor ki teknoloji kimin elindeyse ona hizmet ediyor. Bir başka ifadeyle, bilgi ve teknolojinin eşitsiz ve farklı hızlardaki dağılımı, kapitalist sistemin teknolojiyi toplum üzerinde nasıl bir tahakküm aracına dönüştürdüğünü, modern kapitalist sistemin teknoloji-hız ve insan ilişkisine nasıl yaklaştığını da gösteriyor. 

Salma Hayek’in canlandırdığı Eva Torres karakteri şahsında, önce bu yarışın altında sadece bireysel hırslar varmış gibi gösteriliyor ancak filmin sonlarında bu teknoloji-hız yarışının altında daha geniş anlamda kapitalist sistemin doymak bilmez kâr hırsı olduğu Afrikalı çiftçilerin hikayesi ile deşifre ediliyor: Teknoloji gibi hız da bir meta haline gelmiştir, lakin Afrikalı çiftçilerin bundan haberi yoktur. 

Filmdeki esas oğlanlar –iki kuzen Vincent ve Anton- hız ve teknoloji yoluyla piyasalardaki konumlarını güçlendirmeye çalışıyorlar. Bu çaba, kapitalizmin doğasında bulunan azami kâr eğiliminin bir yansıması. Filmde bir ekonomik kriz vesaire gündemde değil. Şirketler tıkır tıkır çalışmakta, para kazanmakta, fiber optik hat için milyonlarca dolar para harcanmakta. Lakin kapitalist sistem, daha fazla kâr elde etme güdüsüyle çalışan bir sistemdir, varlık amacı budur. Vincent ve Anton kuzenlerin fiber optik projesi, bu eğilimin somut bir örneğidir. Daha hızlı veri transferi, daha büyük kazançlar ve daha fazla güç-iktidar anlamına gelmektedir. Ancak bunun için (iki kuzen de dahil) emekçilerin hem fiziksel hem de zihinsel anlamda daha fazla sömürülmesi gerekmektedir. Anton ve Vincent bu projeye kendilerini adarken hem fiziksel hem de zihinsel anlamda sağlık sorunları yaşarlar: Anton’da simgeleşen psikolojik rahatsızlıklar ve Vincent’da simgeleşen ölümcül hastalık kanser.

Filmde kapitalizmin doğaya karşı savaşı da ele alınır. Projenin hayata geçirilmesi için tüneller açılır, araziler kazılır. Doğaya yönelik müdahaleler aynı zamanda insanın kendisine karşı bir savaşa dönüşür. Vincent’ın sağlığındaki bozulma, bu savaşın en açık göstergelerinden biri olarak ortaya çıkar. Anton ve Vincent, sistemin taleplerine bazen devletin baskı aygıtları ile bazen “rıza” ile boyun eğmek zorunda bırakılmıştır, kişisel ihtiyaçları ve değerleri geri plana itilmiştir. Örneğin filmin başlarında bir ırkçının Hispanik bir karaktere yaklaşımı ile bu dejenere olma hali daha projenin hemen başında kendisini gösterir. Esas oğlan Vincent bu ırkçı yaklaşımın üzerini örterek “işine bakar”, hiç hoşuna gitmeyen bir durum da olsa görmezden gelir. Yani benimsemediği ve doğru bulmadığı bu ırkçı yaklaşımı, para ile çözmeye çalışarak kendisine yabancılaşan bir tutum sergiler. Yabancılaşma, sadece iş ve üretim sürecinde yaşanmaz, aynı zamanda insan ilişkilerinde ve kişinin kendisiyle olan ilişkisinde de vardır. Film bu yabancılaşmayı, teknoloji ve hızın dayattığı baskılar üzerinden farklı sahnelerde derinlemesine işler.

Senaryodaki fiber optik kablo hattı projesi, aslında mali piyasaların bilgiye en hızlı erişenler tarafından nasıl manipüle edilebileceğini ve nasıl büyük sermayelere dönüştürülebildiğini de gözler önüne sermektedir. Fiber optik kablo hattı ile sağlanacak hızın ve teknolojik üstünlüğün toplumsal refahı artırmak için değil, bir sermaye kesiminin daha fazla kâr elde etmesi için kullanıldığı açık bir şekilde gösterilir. Her şey sermayedarlar içindir.  

Filmde yalnızca insan doğasına değil, aynı zamanda bizzat doğanın kendisine de nasıl zarar verildiği gösterilir. Projenin amacına ulaşabilmesi için doğa ile savaşılır, araziler tahrip edilir, kapitalist üretim süreçlerinin ekolojik sonuçları az da olsa filmde işlenir. Kapitalist sistemin doğal kaynakları hoyratça kullanımı, çevresel krizlerin temel sebeplerinden biridir. Film, teknolojik ilerlemenin yalnızca insanlar üzerindeki etkisini değil, aynı zamanda gezegen üzerindeki yıkıcı sonuçlarını da ortaya koyar. Teknoloji ve hız, ekolojik dengeyi bozan ve insanlığın geleceğini tehdit eden unsurlar haline gelir. 

Filmin bir sahnesinde bir topluluğunun kutsal addettikleri topraklardan bu teknolojik illetin geçmesine izin vermek istememesi, teknolojik gelişmeyi tinsel bir uğursuzluk olarak görmesi, toplumun bir kesiminin kendisini koruma güdüsü ile bir tür sekt-vari tutuma sürüklenişi de gösterilir. Doğa ile insan arasındaki ilişkinin kapitalist sistemle nasıl bozulduğu farklı yan karakterlerle filme yedirilmiştir. 

Kod Adı Hummingbird, modern kapitalist toplumlarda hızın bir baskı aygıtına dönüştürüldüğünü ve teknolojinin insanı bu hızın kölesi haline getirdiğini anlatır. Hız, teknolojik ilerleme, zaman ve insanın bunlarla olan ilişkisini derinlemesine sorgulama fırsatı sunar. Hızın ve teknolojinin hayatımızı ne kadar etki altına aldığını, kontrol ettiğini, insanın aslında zaman mefhumunu yitirdiğini gösterir. Ölümlü bir canlı türü olarak insanın sınırlı ve kısıtlı yaşam süresinin kapitalist sistem tarafından nasıl tüketildiğini, zamanın ne kadar kıymetli olduğunu sorgulamaya davet eder.


Atilla Dirim Tüm Yazıları

LGBTİ+ karşıtı yasa taslağı, ikili cinsiyet rejimini norm haline getiriyor ​

Geçtiğimiz haftalarda Kaosgl.org tarafından kamuoyuyla paylaşılan ve LGBTİ+’lar için son derece olumsuz maddeler içeren kanun değişikliği taslağı, aslında uzunca bir sürecin son halkası. 2008 yılında kapitalizmin içine girdiği ve giderek derinleşen kriz, bütün dünyada özellikle 2015’ten itibaren otoriter iktidarların işbaşına gelmesine, sağcı ve faşist eğilimlerin güçlenmesine neden oldu. Türkiye’de bundan muaf kalmadı, dünyadaki gelişmelere paralel olarak temel hak ve özgürlükler 2013’de Gezi’yle birlikte başlayan ve 2016’da darbe girişimiyle derinleşen bir süreçte ağır saldırılara uğradı. Özellikle LGBTİ+’lar iktidarın hedefine konuldu, LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemlerinin dozu giderek arttı, aileyi korumak adına kitlesel nefret gösterileri düzenlendi, 2023 cumhurbaşkanlığı seçimleri bir nefret şovuna dönüştürüldü, nihayetinde 2025 bizzat Erdoğan tarafından “Aile Yılı” ilan edildi.  Söz konusu kanun değişikliği taslağı da bu kapsamda ortaya çıktı.

Bu taslak henüz meclise sunulmuş değil, sunulup sunulmayacağı, sunulursa da bu haliyle mi, yoksa değiştirilerek mi sunulacağı henüz bilinmiyor. AKP-MHP iktidarının daha önce de kamuoyunun tepkisini ölçmek maksadıyla, “etki ajanlığı” kanun teklifinde olduğu gibi, bazı uç teklifler hazırlayıp bunları sonradan geri çektiğini biliyoruz. Ancak, bu kanun değişikliği taslağı bu haliyle kanunlaşacak olursa, LGBTİ+’lar için çok ağır koşulların ortaya çıkacağı açık. Tabii sadece LGBTİ+’lar için değil, sivil alan bir bütün olarak saldırıya uğrayıp daraltılıyor.

Medeni Kanun’da yapılacak değişikler, özellikle trans geçiş / uyum sürecine odaklanıyor. Bir süre önce transların kullanmış olduğu hormonlara erişim zorlaştırılmıştı, şimdi de trans geçiş / uyum süreçleri neredeyse imkansız hale getiriliyor. Bu süreçler esnasında yapılabilecek ameliyatlar için izin almak amacıyla mahkemeye başvurma yaşı 18’den 21’e çıkartıldığı gibi, daha önceden Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş olan “üreme yeteneğinden süresiz olarak mahrum kalma”, yani zorla kısırlaştırma kuralı yeniden getiriliyor. Bu ameliyatların sadece devletin gösterdiği birkaç hastanede yapılması, başka yerlerde ya da yurt dışında ameliyat olanların, ayrıca bu ameliyatları ya da benzeri müdahaleleri yapan hekimlerin de cezalandırılması öngörülüyor.

Ceza Kanunu’nda ise ilgili maddede “Doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunmayı alenen teşvik eden, öven veya özendiren kişilerin” bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandıracağı şeklinde bir düzenleme yapılıyor. İkili cinsiyet rejimini norm haline getiren bu düzenleme LGBTİ+ varoluşunu, ayrıca LGBTİ+ hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine yapılan her türlü savunuculuğu, örgütlenmeyi ve dayanışmayı cezalandırılabilir bir fiil haline getiriyor. Eşcinsel çiftlerin özel alanlarda yapacağı sembolik nişan veya evlilik törenleri de bir suç olarak görüldüğü gibi, saçını pembeye boyayan bir erkek ya da saçını kısa kestiren bir kadın “biyolojk cinsiyetine” aykırı davranmaktan cezalandırılabilecek. Kısacası, sınırları belirsiz bir “biyolojik cinsiyet” kavramının dışında kalan herkes, yani aslında bütün insanlar, gözünün üzerinde kaşın var bahanesiyle cezalandırılabilecek.

AKP-MHP iktidarı bütün bunları “aileyi koruma” adı altında yapıyor. Ailenin tehdit altında olduğu ise bir gerçek, çünkü evlilik oranlarının düşmesi ve boşanma oranlarının çığ gibi artması, gerçekte baskı ve şiddet dolu bir tahakküm odağı olan heteronormatif patriyarkal “geleneksel” ailenin çöktüğüne işaret ediyor. Bu, egemen sınıfın işine gelen bir durum değil, çünkü toplumun en küçük birimi olan geleneksel aile, tahakküm ilişkilerini her gün yeniden üreterek, çocukların toplumdaki eşitsiz baskı ilişkilerini kabul etmesinin zeminini hazırlıyor. Bu yapının dağılması, daha demokratik yeni birlikteliklerin ortaya çıkması, egemen sınıfın kesinlikle tercih etmediği bir seçenek. Bu yüzden geleneksel tahakküm ilişkilerinin işlediği, yani sözde “biyolojik cinsiyet” normlarına uygun olarak erkeğin “patron”, kadının “boyun eğen” olduğu geleneksel aile restore edilmeye çalışılıyor. Bu restorasyonun önünde engel gibi görünen feministler ve çerçevenin dışında görülen LGBTİ+’lar ise baş düşman ilan edilerek hedef tahtasına oturtuluyor. Bu yasa taslağıyla yapılmaya çalışılan, bundan başka bir şey değil. Şurası açık ki: Daha demokratik, tahakküm ilişkilerinin bulunmadığı, eşit ve özgür bir dünya hayalini kuranların, bu taslağa karşı olanca güçleriyle harekete geçmeleri gerekir.

Atilla Dirim


Ayşe Demirbilek Tüm Yazıları

Savaşın kazananı barışın kaybedeni olmaz, peki savaşın gerekçesi?

Kalbura emanet edilen su zayi olur...

                                                  Hariri

Birkaç gün önce savaş haberi ile uyandık. Haftalardır süren gergin bekleyiş ve belirsizlik savaş ile sonuçlandı. Yine gerekçeler, haklı ve haksız olan taraf kim? Ne olur? Kim ne adım atar? Piyasalara etkisi? Bunlar konuşuluyor, yazılıp çiziliyor, uzun bir zaman devam eder bu tartışmalar. Elbette konuşulsun, fırtınalı zamanlarda birçoğu da erkekler tarafından yapılan hararetli tartışmaları dinleyelim. Fırtınaların daha önce farkında olmadığımız fazlalık ve çöpleri de kaldırıp önümüze düşürmesi gibi, böyle zamanlarda da ummadık yerlerden ummadık cümleler önümüze dökülebiliyor. Hepimiz fırtınada bahçemize, evimize, sokağımıza dökülen çöpleri temizlemek isteyeceğimizden neyi niye temizlediğimizi de bilmiş oluruz. 

‘Kışkırtılmak’ çok kıyıda kenarda olmasa da bir süredir çok göz önünde olmayan çöplerden biriydi. Bu fırtınada, havada elden ele atılan en popüler argüman oldu. Demokrasi götürmek/özgürleştirmek/ hakkını almak/sınırlarını korumak/ulusal birlik gibi çöp olduğu kesin ve net olan ‘’gerekçe’’lerin yanına üstelik yanında yer almak istediği yeri temiz göstermek için üretilen mis gibi bir gerekçe olarak masaya kondu. 

Diğerleri gibi kışkırtılma da bizim için yeni bir argüman değil. Eli kanlı katillerin en çok kullandığı argüman bu. Biz kadınlar bunu bizi döven, tecavüz eden, taciz eden, hapsedip işkenceler yapan, yükseklerden atan, parçalayıp varillerde yakmaya çalışan sevgililerimiz, babalarımız, kardeşlerimiz ve hiçbir şeyimiz olmayan erkeklerden çok iyi biliriz. Biz bu katillerin, faillerin kışkırtmalarına sığınmayanlar, bugün de yaşanan, yaşanmış olan ve yaşanacak olan hiçbir savaş için ne kışkırtılma ne de başka bahanelere sığınılmasını kabul etmeyeceğiz. Bu bahanenin bir işgali bir savaşı gerekçelendirmek adına kullanılmasına da izin vermeyeceğiz. Bugün kendi düştükleri safları temiz göstermeye çalışanlar rahat rahat değişen saflarını ört bas edebilsinler diye milyonlarca insanın canı ile geleceği ile hayatı ile ödediği barış ve özgürlük mücadelesinin bulanıklaştırılmasına da izin vermeyeceğiz. 

Bugün ikirciksiz bir şekilde ‘’Savaş’a, Rusya’nın Ukrayna müdahalesine Hayır!” diyemeyen ve biz ezilenlerin, eşit görülmeyenlerin, yoksulların geleceği ve daha iyi bir yaşamı ile ilgilisi olmayan emperyalist müdahaleleri ve savaşları gerekçelendirenlerin her türlü özgürlük ve hak mücadelemizde de karşımızdakiler için gerekçe üretmeleri önünde birkaç fırtınalık engel olduğunu görmemiz gerekir. 

Şüphesiz ki Rusya toprakları, dünyanın birçok yerindeki başka topraklar gibi tarihsel deneyimlere şahitlik etti. Tüm o topraklar bugün bize başka bir dünyanın, eşit ve özgür bir toplumun mümkün olduğunu gösteren o gerçeği yaratanların o gün üzerine bastıkları toz ve çamurdan oluşan bir zeminden başka bir şey değildir. İşçilerin, kadınların ve tüm ezilenlerin dünyanın gördüğü en baskıcı rejimlerinden birini devirip yerine sınıfsız özgür toplumu kurması o toprakların coğrafi konumuna ya da minerallerine bağlı olmadığı gibi, milyonların canı ile kanı ile ödenen bu deneyim haritalara bakılarak yapılan bir romantizme de terk edilemez. 

Bugün o topraklarda da dünyanın herhangi bir yerinde de yüzyıl önce olduğu gibi sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir toplumu kuracak olanlar, dünyayı paylaşma savaşına girenler değil, St. Petersburg meydanında kendi ülkesinin işgal ve savaş politikasına karşı çıkan yüzbinler olacak. Bugün eşit, özgür, adil ve sınıfsız bir dünya isteyen ve bunun için mücadele edenlerin safları da St.Petersburg ve dünyanın dört bir yanındaki savaş karşıtlarının yanıdır. 

Rusya’da bugün ne sosyalist ne komünist ne de özgür, adil ve eşit bir yaşam biçimi söz konusudur. Söz konusu olsaydı, bunun yayılması için yapılacak olan, işçi sınıfının sınırları aşan dayanışmasını büyütmek ve kendi eylemi için mücadele etmek olmalıydı. Yüzyıllar önce yine aynı topraklarda deneyimlendiği gibi özgürlük ve eşitlik tanklarla götürülebilen bir şey değildir. İşçi sınıfının ve yığınların kendi eylemi ile kurulmadığı ve bugün artık çürümüş ve krizlerin içinde çırpınan kapitalizmi yeryüzünden kazımadığı sürece, biz milyonlar için huzurun olduğu bir dünya ve yaşam ne yazık ki çok zor görünmektedir. 

O gün gelene kadar bugünün somut koşullarında yapılacak şey, dünyanın her yerinde bomba ve mermi seslerine, savaş çığırtkanlığına karşı milyonlarca olduğunu bildiğimiz savaş karşıtlarının sesine katılmak, bu sesi yükseltmek, güçlendirmek bu sesleri işçi sınıfının üretimden gelen gücü ile buluşturmak için mücadele etmek. 

Savaşa Hayır 

Yaşasın Ezilenlerin Birliği! Yaşasın enternasyonalist dayanışma! 

Ayşe Demirbilek

 


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Alevilerin hayatı önemlidir

Mart ayının ilk haftasında Suriye’den korkunç haberler gelmeye başladı. Bir süredir biriken gerilim hızla yüzlerce Alevi’nin öldürüldüğü bir katliama evrildi. 5-7 Mart günlerinde zirveye ulaşan saldırılarda aralarında yaşlı, kadın ve çocukların da bulunduğu çok sayıda insan öldürüldü. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin (SİHG) verilen göre 1 – 18 Mart tarihleri arasında 1703’ü sivil, 2237 kişi öldürüldü. SİHG’nin saldırıları “Alevi topluluğuna karşı intikam amacıyla işlenen infaz ve katliamlar” olarak adlandırması çok önemli. Çünkü bu kuruluş, daha önce de Esad’ın katliamlarını da kayıtlara geçirmişti.

Birleşmiş Milletler’den yetkililer ise “mezhep temelli yargısız infazları” “Kimliği belirlenemeyen failler, geçiş dönemi makamlarına bağlı güvenlik güçlerinin mensupları ve aynı zamanda eski hükümetle ilişkili unsurlar”ın gerçekleştirdiğini duyurdu.

Esad rejiminin devrilmesinden sonra HTŞ’nin ne yapacağının en çok merak edildiği konu bu katliamlar karşısındaki tutumu oldu. 

Suriye usulü başkanlık rejimi

Daha önce Ebu Muhammed el-Colani ismini kullanan, HTŞ lideri Ahmed eş-Şara, en çok katliamın gerçekleştiği haftanın sonunda olayları soruşturmak için 7 kişilik bir komite oluşturulduğunu açıkladı. Komitenin bağımsız olacağını dile getiren Ahmed eş-Şara, “Sivil halkın kanına bulaşan, halkımıza zarar veren, devletin yetkilerini aşan veya kendi amaçları doğrultusunda gücü istismar eden herkesten, tüm kararlılıkla ve hoşgörü göstermeden hesap soracağımızı beyan ederiz. Hiç kimse kanunun üstünde olmayacak. Suriye halkının kanına bulaşan herkes er ya da geç adaletin karşısına çıkacaktır” dedi. Katliama karışanların HTŞ içinden de olsalar hesap verecekleri bu açıklamalara eklendi.

Merakla beklenen bir diğer gelişme de Suriye’de geçiş sürecin nasıl ilerleyeceği oldu. Esad 8 Aralık’ta Suriye’den kaçtı. Üç ayı geçkin bir süredir HTŞ ve lideri Ahmed eş-Şara tüm iktidarı kendilerinde merkezileştirdiler. Elbette Suriye’deki geçiş sürecinde birçok toplumsal, siyasal ve küresel eğilim mücadele içinde olacak. Dolayısıyla önümüzdeki süreç, bu eğilimlerin yaratacağı etkilerle şekillenecek. Bu etkiler içerisinde HTŞ’nin iktidara uyum sağlama çabası, Arap Baharı başlangıcındaki özgürlükçü talepler, kökleri El-Kaide’ye uzanan HTŞ lider kadrosu, daha radikal İslamcı yapıların ve çevrelerin tutumunu ve en önemlisi Suriye’nin yoksul halklarının tepkileri sayılabilir.

HTŞ’nin LGBTİ+’lara düşmanca davranırken, kadınlar konusunda kendi geleneğinin ötesinde bir tutumu aynı anda benimsemesi bu etkilerin bir ifadesi. Ahmed eş-Şara tüm iktidarı kendisinde merkezileştirerek hem geçiş sürecindeki toplumsal etkileri minimize etmeye hem de süreçten seçimleri kazanarak çıkmaya çalışıyor. Dolayısıyla, radikal bir İslamcılık geleneğinden gelip Suriye siyasetinin merkezine yerleşmeye çalışan ve küresel tüm ekonomik, siyasi güçler ve devletlerle ilişkisini bu merkeze yerleşme süreci açısından ele alan bir örgütle karşı karşıyayız.

Bu, HTŞ iktidarının otomatikman Alevi katliamı yapmak üzere örgütlenmiş bir iktidar olmadığını ama aynı zamanda sürecin geçiş karakteri nedeniyle sadece Aleviler açısından değil tüm toplumsal kesimler açısından büyük risklerin var olduğunu söylemek anlamına gelir.

İki sınama alanı: anayasa ve bakanlar

14 Mart’ta Ahmed eş-Şara kendisine sunulan Geçici Anayasa Bildirgesini onayladı. Suriye’de şeriat hukuku mu olacak sorusu her sorulduğunda “Uzmanlar karar verecek. Onayladıkları takdirde benim rolüm bunları uygulamaktır. Onaylamazlarsa, rolüm onların bu kararını da uygulamak olacaktır” diyen Ahmed eş-Şara, pek üzerinde durmasa da taslağı hazırlayacak uzmanları kendisi seçiyor. Bu uzmanlar tarafından önerilen ve imzalanan metinde “Cumhurbaşkanının dini İslam’dır ve İslam hukuku yasaların temel kaynağıdır” vurgusu yer alıyor. Bu vurguyu Türkiye’nin iç siyasal kutuplaşmasının ve aşırılaştırılmış bir İslamafobinin penceresinden ele alanlar, Suriye’de çoktan bir şeriat devletinin kurulduğunu ilan ettiler. Alevi katliamı da bu devlet anlayışının doğrudan bir ürünü olarak ele alındı. Söz konusu olanın bir taslak olduğu ve Suriye’nin de bir geçiş sürecinin içinde olduğu bir çırpıda unutuluverdi.

Unutulan ve belki de aşırı Esad hayranlığı nedeniyle hiçbir zaman farkına varılmayan ise gazeteci Sedat Ergin’in yazdığı gibi “İslam hukuku” referansının Suriye’de hem 1950 anayasasında hem 1973 anayasasında hem de Suriye’de iç savaşın hemen ardından yürürlüğe giren 2012 anayasasında aynı kelimelerle yer almış olmasıydı. Kaldı ki “İslam hukukuna” yapılan vurgu kadar öne çıkartılmayan ise hemen ardından “İnanç özgürlüğü güvence altındadır. Devlet, tüm semavi dinlere saygı gösterir ve ibadet özgürlüğünü güvence altına alır. Ancak bu özgürlük kamu düzenini ihlal etmemelidir” vurgusudur. Başka vurgular da var. Bildirgede “insan hakları ve temel özgürlüklerin uluslararası sözleşmelere uygun bir şekilde korunacağı”, “İfade, düşünce, basın, yayın ve medya özgürlüğünün güvence altına alınacağı” ve devletin “kadının toplumsal konumunu ve aktif rolünü korumayı, onların eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimini güvence altına” alacağı da söyleniyor.

Buradaki vaatler de tehditler de geçiş sürecindeki Suriye’de sınıf mücadelesinin konusudur. Ne abartıya ne de önemsizleştirmeye gerek var. Gerçeği olduğu gibi ele alan bir yaklaşım çok önemli. Türkiye’de anayasal düzlemde tüm haklar tanınmışken, her maddenin sonuna yerleştirilen “ama”lı cümleler demokrasiyi devletin arzuları doğrultusunda sınırlıyor. Aynı meydanlarda 10 yıl önce gösteri yapılırken 10 yıl sonra o meydanlara çağrı yapmak doğrudan suça teşvik etmek olarak damgalanıyor. Suriye Demokratik Güçleri’nin siyasi kanadı olan Suriye Demokratik Konseyi, Geçici Anayasa Bildirgesi’ni toptan reddetti. Konsey buna gerekçe olarak İslami hukukun merkeze alınmasını, Suriye Cumhurbaşkanı’nın Müslüman olması maddesini, beş yıllık bir geçiş dönemi belirlenmesini ve ülkenin resmi adının “Suriye Arap Cumhuriyeti” olarak kalmaya devam etmesini gösteriyor. Konseyin açıklamasında bildirgenin siyasal faaliyeti sınırlandırdığı, yeni siyasi partilerin kurulmasının önünü kestiği belirtilirken âdem-i merkeziyetçi bir hükümet talep edildi. Suriye’de yoksullar, ezilenler, işçiler, kadınlar, Kürtler ve tüm halklar, geçici Anayasa konusunda bir mücadele içinde olacak, HTŞ liderinin odağında olduğu güç yoğunlaşmasına karşı ses çıkartacaklar.  

Nasıl bir kabine?

Suriye’de seçimlerin 2030 yılında olması öngörülüyor. O zamana kadar Ahmed eş-Şara’nın elinde büyük bir güç birikmesi olacak. Mücadele gelişmelerin yönünü tayin edecek. Bu arada, demokrasi yönünde bir dizi vaatte bulunan Ahmed eş-Şara’nın Suriye’nin geleceği hakkındaki fikirlerini gösteren bir gelişme yeni kabine ve halk meclisinin kapsayıcılığı ve çeşitliliği olacak. Ahmed eş-Şara bir yandan kendi sağının, diğer yandan demokratik bir Suriye isteyenlerin basıncıyla karşı karşıya kalacak. Buna ek olarak, Batı ülkeleriyle ilişki kurabilmesi ve terör örgütü listesinden çıkması için atması gereken adımlar da ona basınç yapacak bir diğer unsur. Suriye’nin kaderi bu etkiler tarafından belirlenecek.

Arap Devrimleri’nin demokratik ve özgürlükçü talepleri yeniden güç kazanabilirse, aşağıdan kitlesel ve birleşik bir mücadelenin basıncı en etkileyici güç olarak öne çıkabilir. Bir geçiş süreci niteliği taşıyan bu dönem, güçlü örgütsel müdahalelere açık bir nitelik taşıyor. Bunun bir örneğini, Alevilere yönelik katliamların ardından, SDG ile fiilen HTŞ arasında imzalanan 8 maddelik anlaşma gösteriyor. SDG’nin Şam merkezli silahlı güçlere katılacağını, bunun bir parçası olacağını ama aynı zamanda, Kürtlerin bütün temel haklarının Suriye anayasası tarafından güvence altına alınacağını ifade eden anlaşma Kürt sorununun bölgesel çözümünde atılmış olan çok önemli bir adımdır. Anlaşma metni şöyle:

“1- Dini ve etnik kökenlerine bakılmaksızın tüm Suriyelilerin siyasi sürece katılımı ve temsil hakları garanti altına alınacak.

2- Kürt toplumu Suriye devletinin yerli bir topluluğudur ve Suriye devleti onun vatandaşlık hakkını ve tüm anayasal haklarını garanti altına almaktadır.

3- Suriye’nin tüm topraklarında ateşkes sağlanacak.

4- Suriye’nin kuzeydoğusundaki tüm sivil ve askeri kurumlar, sınır kapıları, havaalanı, petrol ve doğalgaz sahaları dahil olmak üzere Suriye devletinin yönetimine entegre edilecek.

5- Yerlerinden edilmiş tüm Suriyelilerin kendi kasaba ve köylerine geri dönmelerinin sağlanması ve Suriye devleti tarafından korunmalarının sağlanması.

6- Suriye devletinin Esad kalıntılarına ve güvenliğine ve birliğine yönelik her türlü tehdide karşı mücadelesi desteklenecek.

7- Bölücü çağrılar, nefret söylemi ve Suriye toplumunun tüm bileşenleri arasındaki birliğe zarar verecek tüm girişimler engellenecek

8- Yürütme komiteleri anlaşmanın en geç bu yılın sonuna kadar uygulanması için çalışılacak.”

Katliamlara karşı tutarlı mücadele 

Suriye’deki Alevi katliamına karşı hem Türkiye’de hem de dünyanın başka ülkelerinde birçok eylem gerçekleştirildi. Suriye’den gelen korkunç görüntüler karşısında sokağa çıkmak, sivillerin acımasızca katledilmesine ses çıkarmak, başta Türkiye olmak üzere tüm dünyadaki hükümetleri bu katliamın durdurulması yönünde etkide bulunmaya çalışmak gerçekten de önem taşıyor. Bunu yaparken Suriye’de sivil halka yönelik katliamlara karşı mücadelenin 2011’den bu yana devam ettiğini bir an bile akıldan çıkarmamak gerekiyor. Esad rejiminin Tunus ve Mısır’daki gösterilerin ardından, Suriye Devrimi’nin patlak vermesinden hemen sonra barışçıl gösterilere nasıl saldırdığı, kimyasal silahlar, varil bombaları, savaş uçakları ve Sednaya hapishanesi gibi araçlarla kitlesel bir halk hareketini nasıl kanlı bir iç savaşa dönüştürdüğünü hatırlamalıyız. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin raporlarına göre 13 yılda Suriye’de 122.695’i erkek, 15.671’i kadın ve 25.857’i çocuk, 164.223 sivil öldürüldü. Bu sivillerin ezici bir çoğunluğu Esad rejimi tarafından öldürüldü. 

Suriye Devrimi kanla boğulmaya çalışılırken rejimin katliamlarına karşı Türkiye’de sokağa çıkanlar, bazı siyasal güçlerin kara propagandası ve iftiralarıyla karşılaştılar. Bir yandan Ortadoğu’daki temel bölünmeyi sınıflar arası mücadele değil, siyasal İslam ve laiklik yanlıları arasındaki bir mücadele olarak okuyan diğer yandan ise AKP’den Müslüman Kardeşler’e, El-Kaide’den IŞİD’e uzanan farklı İslamcı örgütleri homojen bir İslamcılık anlayışıyla değerlendiren bir siyaset anlayışı Arap Devrimleri’ni de “emperyalizmin oyunu” olarak nitelendirdi. Böylece Tunus’taki ekonomik krizden, Mısır’daki işçi hareketine, Suriye’de Esad rejiminin neoliberal uygulamalarına kadar bir dizi çok önemli iç dinamik görmezden gelinip dış dinamikler kadiri mutlak olarak görüldü. Bu anlayışın sonucu da Suriye’de Esad diktatörlüğünü ehven-i şer olarak görmek, onu ya açıktan desteklemek ya da ona meşruiyet atfetmek oldu. Bu anlayış Suriye’de yıllardır gerçekleşen katliamlara ses çıkarmadığı gibi, bu katliamları Esad rejimin teröristlerle mücadelesi olarak gördü. Bu katliamlar sonucunda Suriye’den kaçıp Türkiye’ye gelmek zorunda kalan milyonlarca göçmene ise en iyi ihtimalle kuşkuyla baktı, çoğunlukla ise Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın mültecilere olan bakışını paylaştı. 

Bu bakışın ardında Ortadoğu halklarına yönelik oryantalist bir bakış var. Bu bakış, onları kendi çıkarları için mücadele eden özneler değil, isyan ederse sadece bunu siyasal İslam ile ifade edebilecek ve diktatörler tarafından zapt edilmesi gereken bilinçsiz kalabalıklar görüyor. Suriye’ye paralel olarak Türkiye’deki AKP seçmenini de benzer gözlüklerle değerlendiren bu İslamofobik bakış açısı Suriye’deki katliamlara karşı tutarlı bir tutum oluşturamaz. Çünkü onun mantıksal sonucu katledilen sivillerin haklarını savunmak değil, “İslamcılığa karşı çıkan gücü” desteklemek olur. Bu gücün ne sınıfsal doğasıyla ne de otoriter niteliğiyle ilgilenir.

Oysa Suriye halklarını oluşturan bireyler tarihin özneleridir, kendi kaderleri üzerlerinde söz söylemeye çalışan, verili koşullar içinde hayatlarını daha iyiye doğru dönüştürmeye çabalayan öznelerdir. Bu kitleler, Mısır’da Mübarek diktatörlüğünden, Mursi’ye, Mursi’den darbeye ve Sisi’ye giden süreçte nasıl sayısız siyasal tecrübe biriktirdiyse aynı şey Suriye için de geçerlidir. Esad’ın devrilmesiyle Suriye tarihi sona ermedi, devam ediyor ve bu tarihin itici gücü olan sınıf mücadelesi de sürüyor. 

HTŞ devrimci bir siyasal yapı değildir. Ama Esad’ı deviren konjonktürel gelişmeleri değerlendiren bir örgütlenmedir. Bu, Suriye’de demokrasi yönündeki her gelişmenin HTŞ ile mücadele içinde gerçekleşeceği anlamına gelir. Çeşitli toplumsal kesimler bu gerçeğin çok net bir şekilde farkındalar. Kürtler HTŞ ile anlaşırken, boşuna “Suriye devletinin Esad kalıntılarına ve güvenliğine ve birliğine yönelik her türlü tehdide karşı mücadelesi desteklenecek” maddesini onaylamadılar. Yaklaşık 400 bin kişinin katili olan bir hanedanlığa karşı mücadeleyle, Kürtlerin Suriye’de temel haklarını kazanma mücadelesi, göçmenlerin özgürlüğü için mücadele, Alevilerin haklarının korunması ve Alevileri katledenlerin hızla ve şeffaf bir biçimde yargılanması için çabalar ve nihayet Suriye’nin demokratikleşmesi için verilecek mücadele bir ve aynı mücadeledir.

Bu gelişmelerin çözüm sürecine etkisi de çok açık. HTŞ-SDG arasında bir anlaşmaya varılmış, böylece “yeni çözüm sürecinin” en beklenmeyen adımı en hızlı şekilde atılmışken ve Kandil, İmralı açıklamasına koşulsuz uyacağını açıklamışken, İmralı’nın tüm Kürt kesimlerinin sözünü dinlediği bir odak olduğu bir kez daha tescil edilmişken sosyalistlerin, demokratların ve batıda yaşayanların bu sürecin ruhuna ve hızına uygun adımları atması gerekiyor. Suriye’de mücadele eden işçi sınıfının ve ezilen halkların yanındayız. Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü için atılan adımları, savaştan çıkar sağlayanlardan başka, barışın kaybedeni olmaz diyerek tüm gücümüzle destekliyoruz. 

Şenol Karakaş


Çağla Oflas Tüm Yazıları

Onların kârları bizim ölülerimiz

Maraş merkezli depremde on binlerce insanın ölümü karşısında, ülkeyi yönetenlerin vurdumduymazlığı ile meydana gelen vahim tablo karşısında büyük bir öfkeye kapıldık.  Oysa kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu iş yaşamında güvenlik tedbirlerinin alınmaması sonucunda da binlerce insan yaşamını kaybetmekte. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (İLO) göre dünyada 2 milyondan fazla insan çalışırken ölüyor.  Her gün 6 binden fazla insan patronların kar hırsı uğruna ölüyor. Türkiye, yılda 77 bin iş kazası ile Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada bulunuyor. İSİG raporlarına göre; 2023 yılının ilk 4 ayında 585 kişi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. AKP’nin iktidarda olduğu 2002 yılından bugüne iş cinayetlerinde yaşamını kaybeden işçilerin sayısı 31 bin 131’e ulaştı. Rapora göre bu rakam sadece basına yansıyabilenler. Çünkü son yıllarda artan baskılarla birlikte iş cinayetlerinin basına yansımasında da düşüş var.

İktidara sırtını dayamanın cüretkarlığı

Amasra katliamıyla ilgili Nisan ayında yapılan duruşmasında sanık İşletme Müdürü Selçuk Ekmekçi’nin avukatlığını yapan Avukat Çağla Dursun, kendisine tepki gösteren ailelere, “başınıza gelenleri hak etmişsiniz” sözlerini sarf etmişti ve bu sözler hafızalarımızda hala tazeliğini koruyor.  Dursun, 43 maden işçisinin hayatını kaybettiği bir faciadan sonra yakınlarını kaybeden ailelere çemkirme cüretini gösterebilmişti. Gazete Duvar tarafından yayınlanan haberde Dursun’un bu cüreti nereden bulduğuna ilişkin soruları da yanıtlayan, Yargıtay’dan başlayan devletin en üst kademelerine uzanan ilişkileri de kamuoyuyla paylaşılmıştı. Amasra dışında da, Soma’da, Ermenek’te, Ostim’de, Davutpaşa’da ve pek çok iş yerinde işçiler, görmezden gelinen işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri nedeniyle hayatlarını kaybettiler. Yaşanan insani kayıplarla ilgili yıllarca süren davada, göstermelik cezalar verildi, tazminatlar kuşa çevrildi. Tüm bu katliamlarda hem yapılan düzenlemeler hem de tedbirlerin alınmıyor olması açısından sorumluluğu olan AKP-MHP iktidarından tek bir kişi bile ceza almadı, istifa etmedi. O nedenle de onlarca işçi yaşamını kaybetmeye devam ediyor. 

Çocuklara ayrıcalık yok

İşçi sınıfı krizin faturasını sadece yoksullaşarak ödemiyor.  Kapitalistler arası rekabette avantaj sağlayan en fazla, en az maliyetle ve en kısa zaman içinde üretim koşulları da işçi sınıfının  yaşam hakkını gasp etmekte.  Çocuklar açısından ayrıcalıklı bir durum söz konusu değil. Çocuk işçi sayısı bir milyonu aşmış durumda. Herhangi bir ücret pazarlığı koşulları olmayan, patronların istediği gibi,  istediği koşullarda çalışan çocuk işçi kitlesi artan fakirleşmeyle birlikte  istihdamda giderek daha fazla yer alıyor.

Türkiye’de çocuk işçilik 4 ila 8 yaş aralığında başlıyor. 8 yaşından itibaren mevsimlik tarım işçisi ve sokakta çalışırken işçi sayısında ciddi bir artış yaşanıyor. 10-12 yaşlarda tekstil ve metalde çalışan çocuklar, 13-14 yaşlarından itibaren tarım, inşaat, sanayi ve hizmetlerde çalışan sayıları yüzbinlere ulaşıyor; 15-17 yaş grubunda ise tarım başta olmak üzere konaklama, ticaret, inşaat, metal, tekstil ve gıda gibi işkollarında çalışan milyonu aşkın çocuk işçi var. İSİG raporlarında son 10 yılda 611 çocuk iş cinayetleri sonucu yaşamını kaybetti, deniyor. Rapora göre, SGK her yıl 11 çocuk işçinin öldüğünü açıklarken, her yıl 50 çocuk işçinin ölümü gizlenmekte. Suriyeli on binlerce çocuk da tarım ve sanayide çalışıyor. Göçmen çocuk işçilerin tüm çocuk işçi ölümlerindeki oranı yüzde 10-12 aralığında. 

İş cinayetleri sınıfsaldır. Ve yanıtı da sınıfsal olmalıdır. Kapitalizmin işçi sınıfına dayattığı gayri insani çalışma koşulları meslek hastalıklarına ve ölümlere yol açmakta. Kapitalizmin işçi sınıfının başına açacağı belâların sonu olmadığı gibi, ona reva gördüğü berbat çalışma ve yaşam koşullarının da sonu yok. İşçi sınıfı, kendi can güvenliğinin yanı sıra çocuklarının geleceği ve güvenliğini de ancak ve ancak örgütlenerek koruyabilir. Her gün ve her an en temel haklarımızı gasp eden kapitalizme karşı birleşmek ayakta kalmamızın da tek yoludur. 


Can Irmak Özinanır Tüm Yazıları

Diyalog ve baskı aynı anda

Öcalan’ın açıklama yapmasıyla barışın yolunun açılacağı beklentisi oluşan bugünlerde iktidar “tekme tokat çözüm süreci”ne devam ediyor. 15 Şubat’ta Öcalan’ın açıklama yapması bekleniyordu ancak aynı gün açıklama yerine Van Büyükşehir Belediyesi’ne kayyım atandığı haberi geldi. 

Kayyımı protesto etmek isteyenler polis tarafından engellendi. Van’daki protestolara katılan DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın yaptığı açıklama Kürt halkının barış iradesini ortaya koyarken, hükümet tarafından gösterilen yargı sopasını net bir şekilde ortaya koyuyordu:  

“Çözüm istiyor musunuz? Siz Kürt sorununun demokratik yollardan çözülmesinden yana mısınız? Siz bu irade gaspıyla nasıl çözeceksiniz? Siz bu Kürt düşmanlığı ile nasıl barışa ulaşacaksınız? Abdullah Öcalan çözüm için uğraşırken beyefendiler kayyum atıyor. Yok öyle yağma Van sizi kabul etmez, bu kötülüğü unutmaz. Aklınızı başınıza toplayın, mert olun. Barış mı istiyorsunuz, çözüm mü istiyorsunuz, Kürt düşmanlığı mı yapacaksınız açık söyleyin bilelim.

Bakın ben açık söylüyorum. Bu el barış istiyor, bu el çözüm istiyor. Bu el istiyor ki Kürt halkı kendi iradesini seçsin ve kendi iradesi ile yöneltilsin. Bu el diyor ki şiddet çatışma yerine demokratik zeminde sorunları müzakere ile diyalog ile çözelim diyoruz. Siz ne diyorsunuz? Kayyum atayarak, tutuklayarak, yargı sopasıyla Kürtleri, muhalifleri terbiye ederek mi çözeceksiniz?”

Gazetemiz yayına hazırlanırken ise aralarında yazarımız ve DSİP Eş Genel Başkanı Şenol Karakaş’ın da bulunduğu 52 kişinin HDK operasyonu kapsamında gözaltına alındığını öğrendik. Gözaltına alınanlar arasında hak savunucuları, barış aktivistleri, gazeteciler, göçmen haklarını savunanlar var. Barışın sesinin daha güçlü çıkması için uğraşan bu insanların gözaltına alınması hükümetin yeni çözüm sürecini bir yandan ağır bir baskı eşliğinde sürdürmeye çalışmaya devam edeceğini gösteriyor. 

Ancak bütün bu baskı politikaları Öcalan’ın yapacağı çağrıyı ve bu sürecin bütününü önemsiz görmeye yol açmamalı. Unutmamak gerekir ki böyle bir sürecin ortaya çıkışını sağlayan Kürt halkının tüm baskı ve yıldırma politikalarına, siyasetçilerinin, aktivistlerinin önemli bir bölümünün tutuklanmasına rağmen bir adım bile geri atmayan iradesidir. 

Bir yandan İmralı Heyeti, görüşmelerini sürdürüyor. Son olarak Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Mesut Barzani ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Neçirvan Barzani’yle görüştü. Bu görüşme Kürt halkının önemli liderliklerini içermesi bakımından merakla bekleniyordu. İmralı Heyeti görüşmeler sonrası yaptığı açıklamada hem Mesut Barzani’nin hem de Neçirvan Barzani’nin çözüm ve barışın gelişmesi için büyük bir destek vereceğini açıkladı. 

Öcalan, sürecin diğer aktörlerine de birer mektup yazdı. Dem Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan, Öcalan’ın Kandil’e, Avrupa’ya ve Kuzeydoğu Suriye’ye birer mektup yazdığını ve mektupların muhataplarına ulaştığını açıkladı. 

Bugün baskı politikalarıyla kırılmaya çalışılan, bu sürecin ortaya çıkmasını sağlayan Kürt halkının ve bu halkın batıdaki barış isteyen müttefiklerinin varlığıdır. Sosyalistlere düşen ise bu iradenin daha güçlü bir şekilde Batı’da ses bulması için uğraşmak olmalıdır. Unutmamak gerekir ki, bu sürecin diyaloga dönmesi, daha demokratik bir zemine oturmasının tek yolu bu mücadeleden geçecektir. Özellikle işçi sınıfı içinde barış sesi yükselmeye başladıkça hem Kürt halkının hem de Türkiye işçi sınıfının özgürleşmesinin olasılığı çok daha güçlü olacaktır.

Can Irmak Özinanır


Deniz Güngören Tüm Yazıları

Yan yana, omuz omuza, kol kola ve iç içe

Bir tartışma alanının oluşmasının hepimizi ilerleteceği konusunda Can Irmak Özinanır’a katılıyorum. Bu yazının amacı da elbette bu tartışmayı ilerletmek, yanlış yorumlandığını düşündüğüm şeyleri teker teker düzeltmek değil. Fakat yanıtında kimi zaman benim yazımla değil de uzaklardaki bir sekter gelenekle tartıştığı izlenimine kapıldığımı söylemeliyim. Tabii yazının okumasını yanlış yaptığını iddia etmek oldukça kibirli olacağı için sorunu benim yazımın kusurlarında bulmayı seçeceğim. Dolayısıyla, söylemediğim halde benim iddialarım olarak yansıtılan şeylerin karşısına gerçekten düşündüklerimi daha net bir şekilde koyarak ilerleme ihtiyacı hissediyorum.

Tavuk ve yumurta

Öncelikle Irmak’ın bana Lenin’in 2. Enternasyonal’in çizgisinden kopuş sürecini hatırlatma gereği duymasından, Irmak ve Atilla’nın bu tarihe atıfta bulunarak mekanik sol dedikleri, bugüne ait bir eğilim ile, üzerinden bir dünya savaşı, bir devrim, bir de faşizm geçmiş bir gelenek arasında kesintisiz bir teorik çizgi olduğunun söylendiğini anlıyorum. 

Her şeyden önce Lenin’in teorik olarak kopuşu, Irmak’ın da doğru bir şekilde belirttiği gibi teorinin değil politikanın öncelediği bir olay, yani önce teorideki birtakım yanlışları saptamasından kaynaklanmıyor. Dolayısıyla, nasıl Sosyal Demokratların devrimi boğan bir rol üstlenmesinin teorilerindeki eksikliklerden kaynaklandığını söylemek abes olacaksa, bugün soldaki kimi eğilimlerin kaynağını teoride aramak da bizi aydınlatmayacak. Bununla beraber Türkiye’deki ekseri sol eğilime illa bir çatı isim bulmak zorundaysak, sol oportünizm en fazla grubu kapsayan tanım olacaktır bence. Oportünizm de teoriyi eylemine uydurmasıyla ünlüdür zaten.

Kendiliğindencilik meselesine dair de bir şeyi netleştirmek lazım. Atilla ve Irmak’ın bugünün koşullarını anlamlandırmak için kullanışlı olduğunu öne sürdükleri, 20. Yüzyıl başındaki Marksistlerin arasındaki kendiliğindencilik tartışması toplumsal hareketlerle ilgili değildi. Alman Sosyal Demokratları, işçilerin kendi kendine eyleme geçeceğini düşünmek bir yana dursun sınıfı dev bir parti haline getirmeye çalışıyorlardı. Burada kendiliğinden olup olmayacağı etrafında tartışılan şey devrimdi. Sırf bu bile bu paralelliğin oldukça zorlama olduğunu gösteriyor bence.

Yani kısacası, bugünün soluyla tartışmamızı Lenin’in savaşı destekleyen 2. Enternasyonal çizgisinden kopuşuna benzetmek iyi bir benzetme değil.

Bu benzetmenin her şeye rağmen kullanışlı olabileceği yerler var, örneğin Amerika’daki DSA ve Demokrat Parti ilişkisi bu tarihin dersleri üzerinden incelenmeye değer bir olgu. Fakat bu örnekte bile tarihin aynen tekerrür ettiği anlamına gelebilecek kestirme yorumlardan kaçınmak önemli. Türkiye’de ise şu anki durumda buna benzetilebilecek bir durum ben göremiyorum. Kautsky’ciliğin izlerini bulabileceğimiz popülist sol retorik var elbette ama bunlarla tarihin en büyük işçi sınıfı partisi arasında fikir benzerliği üzerinden karşılaştırma yapmak doğru olmayacaktır.

Kaldı ki Atilla’nın yazdığı ve Irmak’ın savunduğu yazıda, şu an büyüyen sol partilerin heyecanlandırdığı mücadeleci kuşakları kazanabilmek için bu genç aktivistlerin ortalama fikirlerine çok keskin çıkışlar yapmama yönünde bir tedbir seziyorum. Bunun da -illa benzeteceksek bile, 2. Enternasyonal örneğinde Lenin’in tarafına düşeceğini söylemek çok zor. 

Mekanik solun Stalinizm’den kaynaklandığı gibi bir iddia ise benim yazımda yer almamakta. Bugün solda Arap devrimlerini veya kimlik hareketlerini küçümseyen tutumu, mekanistik bakmalarıyla değil politik ve ideolojik bagajlarıyla açıklamanın daha doğru olacağı yönünde bir argüman var sadece.

Kesişimsellik

Kesişimselliğin önemli bir birikim sunduğu olgusu ise yazıda yer alıyor zaten. Bu yüzden bunun bana tekrarlanma ihtiyacının nereden kaynaklandığını anlayamadım.

Kesişimsellik, tarihsel olarak sosyalist feminist hareket içinde, işçi ve kadın olmasının haricinde ırkçılıkla da uğraşan kadınların dezavantajlarının görünmez olmasının önüne geçmek için ortaya atılmış bir kavram. Fakat bugün kesişimsellik, kapitalizmin ürettiği ezilme ilişkilerinin kökenine dair yaptığı tahlil bakımından marksizme rakip bir çizgiyi temsil ediyor.

Ezilenlerin deneyimini daha iyi anlamamızı sağlayan her gerece değer veririz elbette. Fakat kesişimselliğe böyle nötr bir kavramsal gereç olarak yaklaşmak doğru olmaz. Tüm ezilme ilişkilerinin temelinde ekonomik sömürünün yattığı analizini, işçilerin ezilişinin diğer ezilme biçimlerinden üstün olduğu anlamına geleceği sebebiyle reddeden bir çerçevedir bu sonuçta. Ve seçtiğimiz çerçevenin her zaman siyasi sonuçları vardır.

Ben Marksizm ve kesişimsellik arasında bir duvardan ziyade ciddi bir açı farkı olduğunu düşünüyorum. Yani ortak bir noktadan başlayıp ve farklı yerlere giden iki çizgidir bunlar. Kesişimsellik marksizmden pek çok kavram ödünç aldığı gibi, marksistler de kesişimsellikten pekâlâ bir sürü şey öğrenebilirler. Fakat ikisi, nihayetinde çok farklı iki politik projenin ürünleri olarak görülmeli.   

Kesişimselliğe dair hiçbir tartışma yürütmemek gerektiği anlamına gelebilecek herhangi bir ifadenin ise bir kere daha yazıda yer almadığını vurgulamalıyım. Bilakis, Atilla’nın tek bir kelimeyle bahsettiği kesişimselliği tartışmanın parçası haline getiren benim zaten.

Marx’ın yöntemi

Irmak Marx’ın yönteminin tane tane bir özetini vermiş. Fakat bu bağlamda Marx’ın yönteminin temelinin “herşeyin acımasız eleştirisine” dayandığına yapılan vurguyu -Benjamin’in “geleneği konformizmin elinden kurtarmaya” dair söylediklerinin yazının en tepesine konulmasıyla birlikte okuyunca- Irmak’ın benim yazımda eleştirilemez birtakım kutsalların ifade edildiğini ima ettiği sonucuna varıyorum. Oysa böyle bir şey yazıda yer almıyor.

Devam etmeden burada bir ufak vurgu daha yapmayı önemli buluyorum: yanlış bilmiyorsam konformizm kavramı konfordan (comfort) ziyade uyum sağlamak, boyun eğmek anlamına gelen “conform” kelimesiyle daha yakın bir akrabalık ilişkisine sahiptir. Amacım dipsiz bir etimoloji tartışmasına hepimizi birden sürüklemek değil, kavramlarla ilgili fikir birliği içinde olduğumuzdan emin bir şekilde ilerlemek elbette. Zira Benjamin’in de konformizm derken rahata alışmaktan ziyade baskın eğilime yenik düşmeye daha yakın bir şey kast ettiği görüşündeyim. Uyarı, bir konfor alanında alıştığımız şeyleri yapmaya değil, burjuva toplumunun mantığı içinde kaybolup egemen sınıfların aleti haline gelme tehlikesine dair bir uyarı sonuç olarak. Yani tersine çevirirsek, ne pahasına olursa olsun hareketlerin enerjisinden beslenmeyi bir taktik olarak benimsemek örneğin bir tür konformizm olarak tabir edilebilir.

Genç Marx’ın “her şeyin acımasız eleştirisi” cümlesi de pek çok zaman bağlamından koparılıp sloganlaştırılan bir cümle. Elbette Marx’ın her şeyin sırrını bulduğu, bizlere ise yalnızca bunu uygulamanın kaldığını savunan “mekanik solculara” her daim hatırlatılması gereken bir söz. Fakat öte yandan, Marx’ın esas projesinin dogmayla savaşmak olduğu anlamına gelebilecek vurgular da oldukça kaba bir indirgeme yapma riskini taşıyor. 

Sonuç olarak “herşeyin acımasız eleştirisine” yapılan vurgunun, bizi, teoriyi her gün tekrar eleştirip tekrar kendimize ıspatlamamız gerektiği sonucuna götürmemesi gerektir. Yani teorinin koşulları açıklamakta başarısız olduğu durumlarda gerekirse teoriyi didik didik etmekten çekinmeyeceğiz elbette. Fakat bu başarısızlığın faturasını teoriye kesmeden önce çuvaldızı epey kez kendimize batırmamız gerekir diye düşünüyorum.

Bir kere daha: “İçerisi, dışarısı, aşağısı, yukarısı”

Fakat tüm bunların yanında benim ifadelerim olarak bir yerde asılı kalmasına en fazla itirazım olan şey, devrimcilerin hareketlerle ilişki kurmaması gerektiğini söylediğim iddiası. Açıkçası bunun abesle iştigal olacağına tümüyle katıldığımı söylemek zorunda kalacağım bir duruma düşmeyi beklemiyordum. 

Buradaki sorunun ne olduğuysa benim için oldukça açık. Öznesi olmak, içinde yer almak ve ilişki kurmak gibi şeyler eş anlamlı kullanıldığı için bu kavram karmaşasını yaşıyoruz. 

Her şeyden önce ezilen kimliklerin eşitlik ve özgürlük mücadelesinin öznesi olmak -devrimci veya na-devrimci, bir kişinin öylece seçebileceği bir şey değil. Bu yüzden ilişki kurmayı doğrudan “öznesi olmak” olarak değerlendirmenin bizim karar verebileceğimiz bir şey olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla bunları ayrı şeyler olarak ele almak gerekiyor bence.

Burada yapıyor olduğumuz tartışma aslında teker teker devrimcilerin değil, partinin hareketlerin neresinde durduğu tartışması, en azından benim yapmaya çalıştığım bu. Burada da merceği aşırı genişletmek pahasına parti ve sınıf arasındaki ilişkiyi nasıl tarif ettiğimize geri dönmek tek sağlıklı yol olarak görünüyor bana. 

Devrimci parti, işçi sınıfının öz yönetim organları ile kendisi arasında yaptığı ayrımı sürekli kontrol etmek zorundadır; yani kendisini işçi hareketinin yerine ikame edemez. Ezilenlerin eşitlik mücadelesi içinde omuz omuza mücadele verirken de hareketin taleplerini kendi taleplerimiz olarak görmek ile hareketin doğal unsuru olmak arasında fark olduğunu unutmamanın aynı ölçüde önemli olduğunu düşünüyorum. İlişki kurmak, öznesi olmak, parçası olmak, içinde yer almak veya omuz omuza yürümek gibi şeyler arasında ayrım yapmamaya karar vermek, bu tedbirden uzaklaşma riskini de beraberinde getiriyor.

Hareketler ve mücadele: “Sütliman” 

Elbette kimi teorik meseleleri açıklığa kavuşturmamız önemli olmakla beraber, konumuz bugün nerede durduğumuz ve ne yapacağımızla ilgili. 

Burada “sütliman” derken, hatta “mücadele” ve “hareket” derken nelerden bahsettiğimizi netleştirmeye ihtiyacımız varmış gibi hissediyorum. Çünkü Irmak, ortalığın sütliman olduğuna karşı çıkar çıkmaz bir sonraki cümlede mücadele düzeyinin düşük olduğunu kendisi de söylüyor. Benim ortalık “sütliman” derken söylediğim bundan ibaret: mücadele düzeyi şu anda düşük, yüksek değil. Statlarda hükümet karşıtı sloganlar atılması belli bir öfkenin olduğunu gösterir ama ortada bir mücadele dalgası olduğunu göstermez. 

Şu anda kendine futbol maçı gibi çeşitli yerlerde ifade bulan bu öfke ise ne yazık ki büyük ölçüde seçimlere endeksli bir öfke, bu endekslenmede ise şu anda kitleselleşmeye çalışan sol siyasetin büyük etkisi var, benim temel eleştirim bu. Bu yüzden de bu siyasetlerle aramızdaki farkı sıkı bir denetime tabi tutmaktan vazgeçmemenin sekterlik olduğunu düşünmüyorum. Konformizm olduğunu ise hiç düşünmüyorum. Bunların hareketlendirdiği akıntıda yüzmek bizim içinde olduğumuzu düşündüğüm durumdan çok daha “konforlu” olurdu bence. 

Seçime endeksli demek bu öfkenin içinde ekonomik çöküşle ve depremle keskinleşen bir sınıf öfkesi olmadığı anlamına gelmiyor tabii. Bu öfkenin kendine sınıfsal bir kanal bulup seçim hesaplarını aşan bir ufukla hareket etmeye başlamasından ürken siyasi aktörlerin egemen olduğu bir dönemden geçtiğimizi ve ortaya çıkan bir öfke ifadesini potansiyel bir toplumsal hareket olarak yorumlamadan önce bu bağlamı ıskalamadığımızdan emin olmamız gerektiğini söylemeye çalışıyorum sadece. Hegemonya tartışacaksak da buradan başlamak gerekir bence.

Futbola değinmişken, Amedspor’a yönelik linç girişimine Türkiye’nin en büyük hareketi olan Kürt hareketinin sokaktan cevap veremez olduğu gerçeğine değinmeden, maçta slogan atılmasını ortalığın taştığı şeklinde yorumlamak ise Irmak, Atilla ve benim hiç şüphesiz paylaştığımız, bir değişim dalgası görme arzusunun tahlilde aceleciliğe itiyor oluşunun sonucu gibi geliyor bana. Burada seçim sonuçlarına göre durulacak öfke ile durulmayacak öfke arasında bir ayrım yapmanın faydalı olabileceği görüşündeyim. Zira “AKP İstifa” sloganı, göçmenler veya çözüm süreci konusunda taban tabana zıt kutuplara düşeceğimiz kimi siyasi çizginin de rahatlıkla sahiplenebileceği bir slogan. Biz ise bu eğilimlerin AKP karşıtlığı etrafında birbirine karışmasını değil ayrışmasını savunduk bugüne kadar.  

Aynı şekilde tarihin en büyük deprem felaketinde, tek tük eylemler dışında bir sokak hareketliliği, hatta bir miting dahi olamamasını azımsamak da hata olacaktır.

Bize, gözümüze görünmeyen hareket nasıl olabilir onu ise içtenlikle anlamıyorum ben. Hareket göze, kulağa, kola, bacağa değdiğinde harekettir, bundan önce hareketlerin potansiyeli üzerine akıl yürütmekten ötesine geçebileceğimizi ben düşünmem. 

Kayığı şimdiden inşa etmenin gerekliliği konusunda ise bir fikir ayrılığımız yok. Fakat Atilla ve Irmak’ın fırtına çağrısında seçimlerden sonra demokrasinin coşacağı ve hayatın normalleşeceği yönündeki hâkim duyguya eleştirel bakmayı ihmal eden bir tutum var bence. Bu tutum da fırtınanın çoktan içine girmişiz gibi bir resim çizmelerine ve bunun sonucunda partinin tarihsel rolüne yapılan vurguları yük olarak görmelerine sebep oluyor diye düşünüyorum.  

Nerede, kiminle, nasıl?

Partiyi nerede inşa edeceğimiz meselesine gelirsek; devrimci parti her yerde, işyerinde, sokakta, markette, statta ve eğer içindeysek bulunduğumuz kimlik örgütünde inşa edilir elbette. 

Ancak parti teorisinin, güncel koşullara uygulanabilirliğini ispatlayabildiğimiz zaman işe yarar bir şey olduğu gerçeği ile “devrimci parti biz ne olmasını istiyorsak odur” demek arasında bir fark var. Irmak ve Atilla’nın bugünkü görevlerimizi tarif ederken kurduğu çerçeve ise kimi zaman bu ayrımı yapmayı ihmal ediyor diye düşünüyorum. Oysa yapacağımız tartışma tam da bugünkü tarihsel koşullarda bu farkı nasıl hep beraber eylemimizle ortaya koyacağımız tartışması olmalı bence. 

Bu noktada, Türkiye’de tümüyle sağ bir zeminde ve işçi sınıfının hiçbir talebinin öne çıkma şansı bulamadığı bir ortamda gerçekleşecek bir iktidar değişikliğinin tek başına yaratacağı değişimi farklı öngörüyoruz diye düşünüyorum. Yılların baskı birikiminin altından bir çırpıda özgürlük çığlığı çıkmayabilir. Tam da bu sebeple bizim işçi sınıfının merkeziliği, göçmenler, ve Kürt sorununda özel bir pozisyonumuz olduğunu unutmamamız gerekiyor. Unutmamak için ise bu pozisyonumuzu soldaki baskın eğilimle daha barışçıl bir hale getirmenin tam aksine, sağın palazlanmış olduğu günümüzde bir kere daha nasıl ön plana çıkaracağımızın planlarını şimdiden yapmak elzem. 

Kim bağırıyorsa biz de orada olacağız elbette. Ama parlayan hareketlerin enerjisinden sebeplenmeyi ön plana koyup işçi sınıfı bu koşulda nerede duruyor diye düşünmeyi ertelemek, her şeyden önce kazanmanın önünde bir engel teşkil eder. Bizim bu noktada işçi sınıfının merkezi rolüne işaret eden bir perspektifi nasıl hegemonik kılacağımız sorusunu Atilla ve Irmak’ın çizdiği çerçevede gördüğümden çok daha fazla ciddiye almamız gerektiğini düşünüyorum. Zira hareketlerin içindeki insanların kaçınılmaz olarak işçi olduğu gerçeğini vurgulamak bana bu anlamda yeterli gelmiyor. Ayrıca bu ısrarda sol içinde bir kere daha oldukça yalnız kalma ihtimalimiz de oldukça yüksek bence. Bu yüzden de bu sorunun, potansiyel hareketlere dair bir telaşın gölgesinde kalmaması gerektiğini devamlı birbirimize hatırlatmamız gerekiyor diye düşünüyorum.  

Belki hepsinden önemlisi, savaş, salgın, ekonomik kriz, iklim değişikliği gibi pek çok şeyin küresel bir analizi erteleyerek siyaset yapmayı her zamankinden daha zor kıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu dönemde kitleler, özellikle sağın bu derece baskın olduğu ülkelerde, küresel antikapitalist bir perspektifi fazla keskin ve yarına hizmet etmeyen bir perspektif olarak görebilirler. Biz ne pahasına olursa olsun esas hedefimizin kapitalizmi yıkmak olması gerektiğini anlatmaktan vazgeçmemek ve bu perspektifi nasıl yaygınlaştırırız diye düşünmek, bunun eylemini kurgulamak zorundayız. Anlattıklarımız birlikte yürüdüğümüz insanlarda hemen yankı bulmayınca fikirlerimizi daha kolay sindirilir hale getirmek ise bizi güçlendirmez. 

Devrimci parti denilen şey, bu fikirlerin yaşayan öznesi ve cismi olabildiği ölçüde bu ismi hak edebilir. Burada etiyle buduyla harekete benzeyen bir şeyin henüz olmadığını söylemek ise umudumuzu kıracak bir şey olarak görülmemeli. Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da yönetenleri titreten işçilere bakmalı ve onların mücadelesiyle buradaki potansiyel hareketler arasında nasıl köprüler kuracağımızı konuşmalıyız. Hareketlerin içinde erimek ise bizi bu hedeften ve bu netlikten uzaklaştırma tehlikesini barındırıyor.   


Dila Ak Tüm Yazıları

Marksizm 101 - Kadın özgürlüğü ve sosyalizm

Kadınların özgürlük mücadelesi sınıf mücadelesinden neden ayrı düşünülemez? 

Kalemim elverdiğince bu konuyu açmaya çalışacağım. Konunun kendisine dair bir şeyler karalamadan önce de bir tavsiyede bulunmak isterim, ailenin tarih boyunca nasıl değiştiğini, özel mülkiyet kavramının nasıl ortaya çıktığını ve devletin nasıl doğduğunu anlatan Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” kitabını okumamış olanlara tavsiye ederim. Kadının mülkiyet ilişkileri aracılığıyla nasıl baskılandığının da anlaşılması açısından çarpıcı bir kitap.

Evrim teorisine göre ilk insanın evrimi yaklaşık 200.000 - 300.000 yıl öncesine dayanır. Avcı-toplayıcı dönemde insanlar genel olarak kabuklu ya da kabuksuz yemişlerle ve köklerle beslenir. Bu dönemde klanlar halinde yaşanır, ortak bir üretim vardır ve dolayısıyla mülkiyet de ortaktır. Kadının bu dönemdeki konumu erkekle eşittir, söz hakkı vardır ve sosyal hayatın içerisinde aktif bir şekilde rol alır, avcılık yapar. Ateşin, etleri pişirmek için kullanılmaya başlanması ve alet yapımı ile beslenme biçimleri zamanla değişir, balıkçılık yapılmaya başlanır. Bu sayede insanlar iklim ve yer sınırlamalarından kurtulmaya ve göç edebilmeye başlar. Av bulabilmenin ve avlanma sonucu karınlarını doyurabilmenin hâlâ her seferinde kesin başarıyla sonuçlanmadığı bir dönemdir. Ok ve yayın da bulunmasıyla işler biraz daha rastlantısallıktan çıkmaya başlar.

Konuyu uzmanlarına bırakıp hızlanmam gerekirse, zamanla insan denen varlık toplayıcılık ve avcılığın yanı sıra bitki ekmeye ve kendilerini hem diğer yırtıcılardan hem de farklı klanlardan korumaları için ya da etinden ve sütünden yararlanmak için bazı hayvanları evcilleştirmeye başlar. Elbette süreç, insanlık tarihi boyunca tüm toplumlarda aynı anda eşit bir hızda ilerlememiştir, bazı topluluklar daha yavaş, bazıları daha hızlı gelişim göstermiştir. Tüm bu süreçte çoklu veya toplu evliliklerin de hayatın bir parçası olduğunu vurgulamak gerekir. Bir kadının veya bir erkeğin birden fazla eşi olabildiği gibi, birden fazla kadının ve erkeğin grup halinde evli olduklarını söyleyebiliriz.

Zamanla toprağı ekme ve hayvancılık konusunda gelişildikçe ve daha fazla ürün elde ettikçe, sürekli yer değiştirme gereksinimleri ortadan kalkar. Yavaş yavaş yerleşik hayata geçiş ortaya çıkar. Yerleşik hayata geçiş ve hayvanların yardımıyla toprağı ekmenin sonucunda, artık karınlarını doyurmakla kalmayıp, artı değer de elde etmeye başlarlar. Bu dönemden itibaren, zamanında avcılık yapabilen kadının, ev işleri ve çocuklarla ilgilendiği, erkeğin ise ev dışındaki işlerle uğraştığı dönem başlar. Zamanla artı değerin artması, ellerinde bulunan bu fazla ürünlerin depolanması ve hatta klanlar arası takas edilmesi başlar. Artı değerin nasıl korunacağı, bölüştürüleceği ise din adamları, yani erkekler tarafından planlanır, tapınaklar artı değerin muhafazası için kullanılır. Artı değer üzerinden özel mülkiyetin doğması ile birlikte, miras kavramı da ortaya çıkar ve artık soyun, özel mülkiyeti elinde tutan erkek üzerinden ilerlediği dönem başlar, tek eşli evliliğe geçilir. Üretim fazlasının belirli kişilerin elinde toplanması özel mülkiyeti doğurur, biriken ürünlerin depolanması ve takas edilmesi süreçleriyle ilgilenen erkeklerin elinde güç birikir ve zamanla ilkel komünal toplumdan sınıflı topluma geçiş yaşanır. Bu dönemden itibaren artık kadın özgürlüğünü yitirir, söz hakkı elinden alınır, evin içinde ev içi emek ve çocuk, yaşlı ve hasta bakımından sorumlu tutulur. Komünal dönemde aktif rol oynayan ve erkekle eşit konumda olan kadın, üretimden koparılarak ev içi emeğe hapsedilir ve ücretsiz emeği sömürülür.

Kapitalizm ise bu ataerkil yapıyı pekiştirir. “Aile içinde erkek burjuvadır, kadın proletarya rolünü oynar” der Engels “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” kitabında (bkz. Sol Yayınları, Onikinci Baskı, Sf.87).

Kapitalizmin, ataerkil yapıyı pekiştirmesinin çeşitli sebepleri vardır. İlk olarak kadının ücretsiz ev içi emeğinden bahsedebiliriz. Kapitalizm, varlığını işçi sınıfının sömürüsü üzerine inşa eder. Zamanla, işçi sınıfının çalışmasının sürdürülebilir hale getirilmesi için sağlıklı kalması gerektiğini kavramıştır, ancak hem devlet hem de sermaye bunu sağlamak için gerekli olan bazı masraflardan kaçınmak ister. İşçi sınıfının hayatta kalabilmesi için ücretsiz çamaşırhaneler, yemekhaneler, yaşlı bakım evleri, hastaneler ya da kreşler açmak yerine yemek, temel bakım, temizlik, çocuk - hasta ve yaşlı bakımı gibi masrafları kadının üstüne yıkar. Böylece sermaye sahipleri işçilere daha düşük ücretler verebilirler, çünkü işçiye masraf oluşturacak çoğu hizmet kadın tarafından karşılanır.

Kadına yüklenen bu ev içi roller sebebiyle, kadın daha ucuz işgücü olarak konumlanır. Ev işleriyle uğraşması, evin diğer fertleriyle ilgilenmesi gerektiği için part-time ya da daha esnek saatli, güvencesiz işlere ya da hizmet sektörüne itilir. Kadının emeğinin daha ucuz olması, sermaye için de kârlıdır. Elbette tam zamanlı iyi işlerde çalışan kadınlar da vardır ancak hâlâ dünyanın pek çok yerinde kadınlara eşit imkanlar sağlanmamaktadır ve kadınlar erkeklerle yaptıkları aynı işler için, erkeklerin aldığı ücreti alamazlar. Yani eşit işe eşit ücret alamama sorunu vardır. Kadınlara işe alım sürecinde, evlilik düşünüp düşünmediği, ne zaman çocuk yapmayı planladığı vs gibi erkeklere sorulmayan soruların sorulması da yine kadının iş hayatına biçilen konumuna dair bir kanıttır.

Aile, devletin en küçük yapı taşıdır, toplumu kontrol altında tutmanın en temel birimidir. Toplumsal roller, kutsal aile, namuslu kadın gibi roller üzerinden kurulan düzenin yıkılmasını engeller. Bu cinsiyetçi normları ve kapitalist değerleri medya, popüler kültür ve reklamlar üzerinden üretir ve pekiştirir; ayrıca tüketimi de arttırarak büyük pazarların devamını sağlar. Yine toplumsal roller sayesinde kadını anne olmaya teşvik eder, toplumun yaşlanmasını istemez, sürekli çalışacak yeni iş gücüne ihtiyaç duyar, doğum oranının artmasını sağlar. Yani işçi sınıfının yeniden üretilmesi için, aile ve kadın elzemdir. Bu yüzden, “en az 3 çocuk” der ve kürtaj hakkını engellemek ister.

Kadının da işçiler gibi tüm zincirlerinden kurtularak özgürleşebilmesi, erkeklerle eşit haklara sahip olabilmesi, ev içi emeğin kolektifleştirilmesi, kamusal alanda var olup söz sahibi olabilmesi için kadın mücadelesi sosyalizm mücadelesiyle birlikte ele alınmalıdır ve var olan kapitalist sistem tümüyle alaşağı edilip, yok edilmelidir.

Dila Ak

(Sosyalist İşçi)


F. Levent Şensever Tüm Yazıları

Amerika’da yeni oligarşik düzen

Donald Trump, 5 Kasım günü gerçekleşen Amerikan Başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti adayı Kamala Haris’i hezimete uğratarak, büyük bir farkla yeniden başkan seçilmişti. Amerikan seçim sistemine göre, kasım ayı başında seçilen başkanlar, göreve haftalar sonra, bir sonraki yıl 20 Ocak’ta başlıyor. Bu geçen süre içinde, eski başkanlar tam yetkiyle görevlerine devam ediyor.  

20 Ocak günü yemin ederek göreve başlayacak olan Trump, bu süreyi boş geçirmedi. Kabinesi’ne ve devletin üst düzey organlarına atayacağı isimlerin büyük bir kısmını belirledi. Bugüne kadar açıklamış olduğu adaylara göz attığımızda, Trump’ın yeni dönemine ilişkin felaket senaryolarını andıran bazı yorumları haklı çıkaracak gibi görünüyor. 

Saldırgan bir otoriter

Trump bu dönemi sadece atayacağı adayları belirlemekle geçirmedi. Bir yandan da iktidarı döneminde gerçekleştirmek istediği siyasi ve ekonomik hedeflerine dair açıklamalarda bulundu. Açıkladığı bazı görüşleri, seçimlerin ardından “bundan sonra dünyanın Trump öncesi ve sonrası olarak iki döneme ayrılacağını” iddia eden siyaset yorumcularını doğrular nitelikte oldu. 

Örneğin, 1900’lerin başında Amerikan finansmanıyla inşa edilen ve 20 yıl boyunca ABD tarafından işletilen Panama Kanalı’nın ABD’ye “geri verilmesi gerektiğini” ilan etti. Kanada’nın Amerika’nın bir eyaleti olması gerektiğine dair iddialarda bulundu. Kanada Başkanı Justin Trudeau’nun “bir Amerikan valisi” olduğu şeklinde alaycı ifadelerde bulundu. Danimarka’ya ait olan Grönland’ın ABD’ye verilmesi gerektiğini ileri sürdü. Bu ürkütücü iddialar ve taleplerinin yanı sıra, daha da ileri adımlar da attı.

Aşırı sağcı bir kabine

Kabinesinde yer vereceğini açıkladığı isimler, Amerikan tarihinde görülmemiş ölçüde aşırı sağcı ve milyarderlerden oluşuyor. Öyle ki, birçok yorumcu Amerika’da yeni bir oligarşik düzenin kurulmakta olduğunu ileri sürmeye başladı.

Örneğin, Demokrat Parti’nin sol kanadının liderlerinden Bernie Sanders, ABD’nin hızla kendilerini daha da zenginleştirme peşinde olan milyarderler tarafından yönetilen oligarşik bir devlete dönüştüğünü belirtiyor. Sanders bu konuda şöyle diyor: “Hızla oligarşik bir toplum biçimine doğru ilerliyoruz...” Dünyayı dolaşarak, 

“Rusya'da Putin'in oligarşisi var” diyemeyiz. İyi de “bizim de burada oligarşimiz var.”

Trump’ın seçilmesi bazı kesimlerde şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaratsa da başta Wall Street devleri olmak üzere, petrol, teknoloji ve silah şirketleri gibi büyük kapitalist işletmeler bu durumdan oldukça memnun görüyor.

Kapitalistlerin Trump’ın kazanmasına sevinmelerinin ne kadar haklı çıktığını şimdiden görebiliyoruz. Nitekim, Trump’ın seçilmesinin ardından New York borsası haftayı yükselişle kapattı. Amerikan elektrikli otomotiv devi Tesla’nın değeri 1 trilyon doları aştı. Trump’ın seçim kampanyasına aktif destek veren ve dünyanın en zengin insanı olan Elon Musk’ın serveti 300 milyar doları aştı.

Trump’ın Kabinesinde yer alacak veya yönetimde üst düzeylere atanacak adayların çoğu, Trump’ı seçimlerde bağışlarıyla destekleyen milyarderlerden oluşuyor. Sanders’in belirttiğine göre, 2024 yılından Amerikalı 150 milyarder seçimlerde adayları “satın almak için” 2 milyar dolar harcadı. Elon Musk’ın seçimlerde Trump’ı desteklemek üzere kurduğu süper PAC platformu tek başına 200 milyon dolardan fazla para harcadı. Amazon’un sahibi olan ve dünyanın en zenginleri arasında yer alan Jeff Bezos ise açıktan para bağışı yapmasa da sahibi olduğu etkili yayın organı Washington Post’un Yayın Kurulu’nun gazetede Harris’i desteklediklerini açıklamalarını engelleyerek, pasif olarak Trump’ı destekledi.

Bunun karşılığında Trump, kendisini seçimlerde destekleyen milyarderleri devletin üst düzey görevlerinde atayarak ödüllendiriyor.

Servet yoğunlaşması

Amerika’da perde arkasında politikaları etkileyen ve hatta belirleyen çok sayıda uluslararası şirketin olduğu bilinen bir gerçek. Yeni olan ise, son yıllarda küresel düzeyde gerçekleşen pandemi, iklim değişikliği ve ekonomik krizler gibi bir dizi krizle birlikte milyarlarca insan yoksullaşırken, milyarderlerin servetlerine servet katmakta olduğu. Nitekim Amerika’da bu durum çok daha ileri düzeyde gerçekleşiyor. Örneğin, bu yılın aralık ayı başında Amerika’daki en zengin 12 milyarderin serveti 2 trilyon doları aştı. Bu, Türkiye’nin 2024 yılında elde etmesi beklenilen ulusal gelirinin yaklaşık yüzde 65 üstünde bir miktar. Amerika’da bir avuç elitin elinde toplanan bu muazzam boyuttaki servet birikimi, aynı zamanda bu milyarderlerin ulusal düzeyde kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarını dayatma gücünü de sağlıyor.

Trump’ın faşizan dünyası

Trump milyarderleri etrafında toplamakla da yetinmiyor, kendisine muhalif olanları cezalandırmak üzere başına dünyanın en zengin kişisi olan Elan Musk’ı atadığı ve görevi “devlet dairelerini düzenlemek” olacak yeni resmi bir kurum kuracağını açıkladı. Bu kurumun hükümetten bağımsız devlet daireleri ile Trump karşıtı görünen ya da kendisini desteklemeyen özel şirketlere sağlanacak finansmanlar konusunda baskılar yapması hiç de şaşırtıcı olmayacak. Trump bunun sinyallerini seçim kampanyaları sırasında, birçok kez rakiplerini yargılatacağını ve cezalandıracağını belirterek vermişti. 

Bütün bu gelişmeler bize, İngiltere merkezli Economist dergisinin seçim haftası sayısının kapağını hatırlatıyor: “Trump’ın Dünyasına Hoş Geldiniz.”

Kısacası, Trump uzun bir süredir sinyallerini verdiği, faşizan ve otoriter ideolojisi doğrultusunda yeni bir Amerikan rejiminin inşası yönünde kararlı adımlar atmaya daha şimdiden başladı diyebiliriz.

Yukarıdaki veriler göz önünde bulundurulduğunda, Trump’ın ülke içinde atmakta olduğu adımlarının, ülkenin siyasi, toplumsal ve ekonomik yapısını kapsayacak şekilde yeni, oligarşik bir rejim yönünde ilerlediği pek kuşku götürecek gibi değil. Bu ilerlemeyi durduracak olan Trump’ın bir önceki dönemde yenilmesini sağlayan ABD’deki milyonlarca ezilenin yığınsal mücadelesidir.



Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

İktidarın İmamoğlu operasyonu ve Türkiye’nin çıkmazı

Türkiye,  on yıl içinde siyasal, sosyal, ekonomik olarak bambaşka bir ülkeye, yönetim biçimine  ve topluma  büründü.

2013 Diyarbakır Newroz'unda başlayan çözüm süreci ülkede büyük bir umut ışığı olmuştu. Türkiye'nin yüz yıllık demokrasi, eşitlik ve özgürlük yürüyüşünde mihenk taşıydı.

Hemen ardından ülkenin 80 ilinde yüzlerce ilçesinde günlerce süren Gezi Parkı eylemleri, ülkenin siyasi atmosferini değiştirdi. Toplumun birçok kesiminde güzel günlerin yaklaşmakta olduğu duygusunu yeşertti. Dayanışma, ortaklaşma, farklılıklarla bir arada yaşama fikrini güçlendirdi.

Nitekim bu siyasal atmosfer ilk meyvesinin 7 Haziran 2015 Milletvekili seçimlerinde verdi. AK Parti siyasi hayatında ilk kez tek başına hükümet olmaya yetecek çoğunluğu kazanamadı. Seçimlerden Kürt siyasal hareketi Meclisin üçüncü büyük partisi olarak çıktı. Çözüm süreci bitirildi.

Rejim krizi savaş, çatışma ve güvenlik politikalarına abanma siyasetiyle derinleşti. 15 Temmuz darbe girişimi, rejim değişikliğine ve siyasetin buna uygun dizaynına yol açtı.

10 yıllık yıkıcı çatışma, siyasal kutuplaşma ve devlet kurumlarının çöküşü, işlevsizleşmesi, kontrolsüz, anayasasız ülke daha da otoriterleşti. 

Cumhurbaşkanı Hükümet Sisteminde tek adam rejiminin siyasal krizleri sürdürülemez bir noktaya ulaştı. Bu süreçte her şey değişti, her şey yeni rejime göre seyrediyor. Anayasa tam anlamıyla anlamsızlaştı, işlevsizleştirildi.

Barış, çözüm lafı edilemez

27 Şubat 2025 tarihinde PKK lideri Abdullah Öcalan'ın ‘Toplumsal Barış ve Demokrasi Çağrısı’ başlığıyla beklenen açıklamayı yapması, yeniden barış ve çözüm tartışmalarını gündeme getirdi. Buna eşlik eden Mazlum Abdı ve Suriye Geçici Cumhurbaşkanı arasında imzalanan Şam Barış Anlaşması toplumda hak ettiği ilgiyi ve heyecanı yaratmadı.

Aksine her gün binbir çeşit oyun ve planla, çözüme, barışa dair umutlar yok ediliyor, toplumun üzerini kasvetli bir siyasal atmosfer kaplıyor. İktidar ortağı partiler, siyasal geleceklerini bu atmosferin sürdürülmesine bağlamışlar.

Öcalan'ın çağrısı doğrultusunda PKK’nın kendisini feshetmesinin hukuki, toplumsal zeminini hazırlamaya yönelik bir çaba söz konusu olmadığı gibi, Şam Barış Anlaşması'nın kadük kalması için diplomatik siyasal baskılar ve  askeri hareketlilik yoğunlaştı.

Anayasasızlık

Bütün bunlara, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu'na yönelik iki gün üst üste yargı eliyle yapılan operasyonla suç örgütü lideri yaratma ve Kent Uzlaşısı İttifakı operasyonlarıyla gözaltına alınmalar eklendiğinde, Cumhur İttifakı partileri kendi rotalarını alenileştirdiler.

İmamoğlu’nun bir gün önce 30 yıllık üniversite diploması iptal edilmişti. Gazeteci İsmail Saymaz 13 yıl önceki Gezi direnişi haberleri nedeniyle gözaltında alındı.

PKK silahlara veda yolculuğuna hazırlanırken Cumhur İttifakı bu yolcuğunun önünü açmak istemediğini, bu türden siyasi operasyonlarıyla bütün toplumun gözüne sokuyor.

Burada da durmuyor, Kürt siyasal hareketiyle demokratik siyasal mücadelede yan yana duranların, ortaklaşanların iki yakasının bir araya gelmemesi için elinde gelenin fazlasını yapıyor. Yargı başta olmak üzere bütün devlet kurumları, olanaklarını hukuksuzluk için seferber ederek kendi siyasal geleceklerini garanti altına almaya çabalıyorlar.

Tıpkı farklı ülkelerin otoriter ve siyasal güç zehirlenmesi yaşayan liderleri gibi siyaseten batıyorlar. Batışları derinleştikçe toplum çürütülüyor, evrensel hukukta, siyasal değerlerde kıymet yitimine yol açılıyor. 

Cumhurbaşkanı aday adayı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu Kürtlerle yerel seçimlerde işbirliği yaptı diye, gazeteci İsmail Saymaz’ı Gezi Davası kumpasına dahil ederek “terör” suçlamasıyla şafakta gözaltına alanlar/aldıranların, terörsüz Türkiye iddiaları hiç inandırıcı değil. 

Kaybetme korkusu saran siyasal bünyelerin sık sık bu tür davranışlara başvurmasına şahit olunur. Ancak bugüne kadar hiç birinin makûs tarihi değiştirilememiştir.

Cumhur İttifakı partileri kararlarını vermişe benziyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, seçimleri/iktidarı kaybetme korkusu ile Türkiye için tarihi bir fırsat olan PKK’nın silahsızlanma yolculuğunu Kent Uzlaşısı operasyonu yaparak riske atmıştır.

Türkiye'de artık anayasal bir düzenden söz edilmesi mümkün değil. Her şeyin varlığı kâğıt üzerinde anlamsız bir hiçlik hali. 

Kürtleri demokratik siyaset alanından dışlama, bir başka partiyle ittifak yapmasını, her hangi bir muhalefet partisini desteklemesini “terör” parantezine alan bir iktidarın, 'Terörsüz Türkiye' iddiasıyla PKK'nin silahsızlandırılması çabası/yaklaşımı büyük bir tutarsızlıktır/yanılsamadır.

Bu siyasal atmosfer, bu hukuksuz davranış ve uygulamalar, 2013-2015 sürecindekine benzer, barışa dair umutların yeniden canlanması için elverişli olmadığı çok açık. Barış arayışlarına toplumsal desteğin güçlenmesini önemsememek, ülkeyi iktidarın tabiriyle teröre mahkûm etmektir. Şiddetin, çatışmanın sürmesinin zemini korumaktır. Hukuku askıya almak anayasayı ilga etmektir.

İktidarın Kürt seçmeni ya da muhalefetin değişik kesimlerini birbirinde uzaklaştırarak muhalefeti yenilebilir duruma düşürme stratejisi yönetilebilir ve sürdürülebilir değildir.

Bu yolun çıkışı yok. İktidar, rejimin, sistemin esaslı sorunlarının çözümüne değil, kendi iktidarının geleceğine odaklandığı için ülkeye kolektif kötülük yapmayı siyaset ve ülke yönetmek sanıyor. Daha da kötüsü yaptığı kötülüğün farkında ama, milletin farkına varmaması için yanlış algı yaratmakla uğraşıyor.

Hakan Tahmaz



Melike Işık Tüm Yazıları

Sahipsiz köpeklere yönelik saldırılara son!

Sokak köpeklerinin konumunu ve fotoğraflarını yayımlayan web sitesi Havrita’nın son aylarda gerçekleşen köpek cinayetleriyle ilişkisi gündeme gelince toplumdan tepki yağdı. 

Uygulamada önce kendi halinde öylece yatan sahipsiz köpekler, ardından kimi sahipli köpekler ve hatta köpekleri besleyen insanlar sanki varlıkları birer suçmuş gibi ifşalanarak hedef gösterilmeye başlandı. 

Uygulamanın son aylarda artan köpek cinayetleriyle ilişkili olduğu ve uygulamada işaretlenen bölgelerdeki köpeklerin zehirleme gibi saldırılarla karşılaştığı belirtiliyor. Sosyal medyada bu işaretlemelerin gündem olmasıyla sitenin kapatılması için binlerce imza toplandı. Nihayetinde siteye ve sosyal medya hesaplarına erişim engellendi fakat sahipsiz köpeklere yönelik saldırılar devam ediyor.

Uygulamanın sahipleri her ne kadar uygulamanın “önlem ve bilgilendirme” amacı taşıdığını ve hatta hayvan refahını gözettiğini iddia etse de “başıboş köpek çeteleşmesi”, “köpek saldırısı” gibi başlıklarla daha en başından çözüm sunma amacından ziyade bir korku ve nefret aşılama amacı güttüğü anlaşılıyor. Üstelik Havrita, diğer pek çok köpek düşmanı sosyal medya hesabı tarafından destekleniyor. Tüm bu siteler ve sosyal medya hesapları, sokaktaki sahipsiz köpeklere yönelik bir nefretin örgütlenmesi ve yöntemi muğlak bir “başıboş köpeklerden kurtulma” gayesinde birleşiyor. 

Sokakların köpekler için güvenli bir yer olmadığı ve sahipsiz köpek nüfusunun kontrol edilmesinin hem hayvanlar hem insanlar için gerekli olduğu konusunda herkes hemfikirken yapılan bu “başıboş sokak hayvanlarından kurtulma” vurgusu, yöntemi ne olursa olsun başıboş köpeklerden kurtulmak için başvurulan her yöntemin meşru olduğu fikrini pekiştiriyor. 

Oysa medyada sokak hayvanlarını hedef göstererek sunulan saldırıların sorumlusu sokak köpekleri değil; hayvan hakları savunucularının yıllardır dile getirdiği güvenli kısırlaştırma seferberliğini yürütmeyenler, hayvanları birer silah olarak kullanan sahipler ve hayvanların barınma, beslenme gibi temel haklarını hiçe sayan yönetimlerdir. Gelgelelim hesap vermeye, sorumluluk almaya pek de niyeti olmayan tüm bu sorumlular, sahipsiz köpekleri toplamayı, zehirlemeyi ve hatta öldürmeyi bir çözümmüş gibi sunmaya cesaret edebiliyorlar.

Havrita gibi, hayvanların temel haklarını doğrudan tehdit eden uygulamalar tamamen kapatılmalı, bu uygulamalar aracılığıyla hayvanlara saldırılar düzenleyenler 5199 sayılı Hayvanların Korunması Kanunu’nu ihlalden cezalandırılmalı. 

Sokak köpeklerine yönelik saldırılar ve onları hedef alan söylemlere derhal son verilmeli. 

Melike Işık

(Sosyalist İşçi


Meltem Oral Tüm Yazıları

Saldırılara karşı birleşik mücadele

AKP-MHP blokunun sokak köpeklerinin katlini yasalaştırmasına karşı geniş katılımlı protestolar ve basın açıklamaları aylardır devam ediyor. Hayvanlara zarar vermek hâlâ suç olsa da yasanın alelacele meclisten geçmesiyle birlikte cinayetler de benzer bir hızla başladı. İktidarın “öldürmeyeceğiz, toplayıp barınağa göndereceğiz” argümanının boş laftan ibaret olduğunu öngören aktivistler ne yazık ki haklı çıktı. Milletvekilleri meclis kürsüsünden iddialı bir şekilde “biz bu yasayı hiçbir belediyemizde uygulamayacağız” diyen CHP’nin birçok belediyesi de toplamalara başladı.  

Yasaya karşı mücadele edenlerin, yine ne yazık ki haklı çıkan bir başka öngörüsü ise sokak hayvanları üzerinden yaşam hakkının toplumda “tartışılabilir” kılınmasının, bir katliam kararının mecliste “oylanabilir” olmasının bir bütün olarak tüm ezilenler için yaratacağı tehlike. Bunun salt politik analiz için yapılan bir soyutlama olmadığı, bizzat saldırıları kışkırtan sağcıların bu meseleler arasındaki bağlantıyı kurduğu, sosyal medyadaki kara propagandayı organize eden trollerin yasa geçer geçmez yazdıklarıyla ortaya çıkmıştı. “Başıboş itleri hallettik şimdi sırada nafaka var”, “bundan sonra mücadele edeceğimiz konu ne olsun: LGBTİ+, İdam, bireysel silahlanma”, “İtperestlerin çoğu evde kalmış, evlenmemiş, başıboş kadınlar aynı itler gibiler, devlet bu başıbol kadınları evlendirip sahiplendirsin”!

Yani göstere göstere gelmekten olan geldi ve sokak hayvanlarının ölüm fermanını oylatan AKP-MHP, sazı eline almışken bu kez LGBTİ+’ların varoluşu ile tüm toplumsal muhalefete saldıran bir torba yasayla aynı şarkıyı söylemeye girişti. Katliam yasasının oylanmasının senei devriyesi olmadan bu kez başka bir yasayla toplumda kutuplaşma yaratma, toplumun bir kesimini marjinalize etme, hedef gösterme hazırlığındalar.

İmal edilen güvenlik kaygısı

Birtakım yasa maddeleri, kanun değişiklikleri, sözleşme fesihleri üzerinden temel hakları tartıştırarak toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmek iktidar için bir yönetme metodu. Esasen yenilmiş olan iktidar, korkunç bir ekonomik kriz, süreklileşmiş bir siyasi kriz, istikrarsız dünya koşulları derken toplumda moral panik yaratacağı gündemler imal ediyor. Bu durum hıncı körükleyen ve örgütleyen faşist eğilimlere alan açıyor, seslerinin daha gür çıkmasını sağlıyor. “Sessiz istila milletimizi tehdit ediyor” denilerek göçmenleri “demografimizi, değerlerimizi tehdit ediyor” denilerek kadınları, “ailemiz, çocuklarımız tehlike altında” denilerek lubunyaları hedef haline getiren siyasi atmosfer yoksulluğun, yolsuzluğun, güvencesizliğin vb getirdiği mutsuzluğun temel müsebbibi olan AKP’nin her türlü sorumluluktan azade varlığını sürdürebilmesine yarıyor.  

İmal edilmiş güvenlik kaygısının yarattığı başka bir sonuç da toplumun en güvencesiz kesimlerinin marjinalleştirilerek hedefe alındığı ve çoğunlukla cezasızlıkla sonuçlanan şiddet. Şu anda özgürce yapılabilen tek şeyin hem iktidar tarafından hem de faşist argümanların anaakımlaşmasıyla tehdit ilan edilen, toplumun en güvencesiz kesimlerine yönelik saldırganlık olduğunu söylemek pek de abartı sayılmaz. 

Toplumda biriken öfkenin sermaye sınıfına ve onun temsilcisi iktidara yönelmesinin tüm araçlarını ortadan kaldırmaya, demokratik kanalları tıkamaya, grev örgütleyen sendikacıyı hapisle, toplumsal muhalefeti operasyonlar ve kolluk gücü zoruyla baskı altına almaya çalışan iktidar eşzamanlı olarak öfkeyi üzerinden savuşturmak için cezasızlığın garanti edildiği bir ödül mekanizmasını devreye sokuyor. Yoksulun, kendinden daha zayıf ve korunmasız görünene saldırma özgürlüğü!

Mücadele devam ediyor

Yasanın meclisten geçmesinin sokaktaki harekette demoralizasyona yol açtığı, birçok aktivistin köpekleri korumak için haklı olarak mahallesine çekildiği görülüyor. Ancak mücadele bitmiş değil, AYM’den yasanın iptali yönünde bir karar çıkabilir. Bunun için mücadeleye, sokak eylemliliklerini sürdürmeye, nefreti örgütleyen tetikçi “Güvenli Sokaklar Derneği” gibi yapıların kapatılmasını talep etmeye devam etmeliyiz. Toplamaları engellemeye, katliamları durdurmaya, tek tek her sokak hayvanını korumaya çalışan birçok hayvan aktivisti için bir yandan da yasayı durdurma mücadelesini örgütlemek yorucu ve yıpratıcı bir süreç. Sokak hayvanlarının özgürlüğü meselesi sağın hedef listesindeki tüm kesimlerin özgürlük mücadelesine göbekten bağlıyken hepimizin kurtuluşu için ortak bir hareketi inşa etmek zorundayız. Bu saldırı dalgasını göğüslemenin yolu, meseleleri kendi alanına izole başlıklar olarak ele almayan bir politik çizgi ile birleşik mevziler, zeminler yaratabilmekten geçiyor. Bu iklimi dağıtmadan hiçbirimiz güvende değiliz. 

Meltem Oral


Nevzat Onaran Tüm Yazıları

Mustafa Suphi, Ankara’nın tuzağına düştü

Mustafa Suphi, yoldaşlarıyla ne büyük umutla kar kış demeden yola çıkmıştı. Davet sahibi TBMM Reisi Mustafa Kemal’di. Kabul eden de Suphi liderliğindeki Türkiye Komünist Fırkası’ydı (TKF). Kars’ta Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’in konuğu olarak üç haftaya yakın kalmalarından şüphelendiler mi? Bilemiyoruz. 22 Ocak’ta Erzurum’a geldikten sonra artık geç kalınmıştı. Çünkü, Ankara-Kars-Erzurum üçgeninde belirlenen plan yürürlükteydi. Büyük olasılıkla Erzurum’da esir alındılar ve Trabzon yolculuğu böyle başladı; 28 Ocak 1921 gecesi Karadeniz sularında bitti. Erzurum ve Trabzon Kuvayı Milliyecileri görev başındaydı. Suphi ve yoldaşlarının katli, siyasal cinayet zincirinin 1921’deki halkasıydı. Öncesinde 1915’te Ermeni mebuslar Krikor Zohrab’la Vartkes ve sonrasında 1948’de Sabahattin Ali, 1979’de Abdi İpekçi, 1980’de Kemal Türkler, 1991’de Vedat Aydın, 1992’de Musa Anter, 1993’te Uğur Mumcu ve 2007’de Hrant Dink… Hiç şüphesiz onlarca isim sayabiliriz. Onlarca fiil, ama fail yok; ne tesadüf?

Suphi’ye resmi davet

TBMM Reisi Mustafa Kemal ile TKF Merkez Heyeti Reisi Mustafa Suphi arasında doğrudan ve dolaylı ilişki kuruldu. Mustafa Suphi, Mustafa Kemal’le ve Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’le hem yazıştı hem de parti görevlileri görüştü. Süleyman Sami, “BMM Reisi M. Kemal Paşa Hazretlerine” hitabıyla başlayan 15 Haziran 1920 tarihli mektupla Ankara’ya gitti. Sonra 2 Ağustos’ta [Ermenileri imha edenlerden eski Zor Mutasarrıfı] Salih Zeki, Karabekir’le görüştü ve Karabekir’in mektubuyla[1] Trabzon üzerinden Ankara’ya ulaştı. Kâzım Paşa'nın sırf memleketin yararı için komünist ve Bolşevik göründüğünü[2] belirten Mustafa Kemal, Salih Zeki’den de bir mektup aldı. Mektupta komünist teşkilatın amacı açıklanıyordu. Mustafa Suphi’ye, Mustafa Kemal yazılı ve Kâzım Karabekir şifahi cevap verdi. Mustafa Kemal’in “Mustafa Suphi Yoldaş” hitabıyla başlayan 13 Eylül 1920 tarihli mektubunda, halk hükümeti ve idarenin esas olarak seçimle belirlendiği gibi şuralara atıf yapıldı. Aynı hedefe yüründüğü için TBMM’ye yetkili bir delegenin gönderilmesini isteyen Mustafa Kemal’in ikili görüşmede önemle üzerinde durduğu bir konu da Sovyetlerden gelen yardımdır.[3]

Yardımların başladığı bir dönemde Sovyet Rusya’yla ilişkiye önem veren Mustafa Kemal ve diğer muhatapların Suphi’ye yazılı veya şifahi verdiği ortak mesaj, tek yetkili makam TBMM’dir. Suphi de sonraki iki mektubunda bu düşüncede olduğunu beyan edecektir.

Mustafa Kemal’in 14 Eylül’de Garp Cephesi Kumandanı Ali Fuat’a (Cebesoy) gönderdiği şifresinde konu, Mustafa Suphi ve komünizmdir. Mustafa Kemal, “Mustafa Suphi Yoldaşa da yazdığım veçhile ne yapılacak ise hükümet vasıtasıyla” yapılmasını ve alenen komünizm ve Bolşevizm aleyhtarlığını uygun bulmadığını yazdı. Mustafa Kemal, Ali Fuat’a 26 ve 31 Ekim tarihlerinde de gönderdiği iki şifredeyse, “hükümetin malûmatı tahtında” 18 Ekim’de resmen TKF’nin kurulduğunu ve “maksadı millimizin kahramanı arkadaşlarımız[ın] bu teşkilâtta” bulunacaklarını bildirdi.[4]

Suphi, Kasım 1920’de ikinci mektubunu Mustafa Kemal’e cevaben yazdı, yedi maddeydi. Karabekir’in Ermenistan harekâtı ve gönderilen ‘Türk Kızıl Alayı’ hakkında değerlendirme yapılan mektupta, temel talep, Türkiye’de kendiliğinden doğan komünist teşkilatların kanuni bir şekle sokulmasıydı.[5]

M. Kemal’in Suphi’ye yazdıktan sonra resmi TKF’yi kurdurması, gerçekte neyi amaçladığını anlaşır kılmaktaydı. İki tane TKF olamayacağına göre öncelikle tasfiye edilecek olan Suphi’nin partisiydi. Suphi ve yoldaşlarının imhası, hiç kuşkusuz bu yönde bir icraattır ve devamında komünizme yasak dili resmileştirildi.

M.Kemal-M. Suphi yazışması ve ilgililer arasındaki ikili görüşmeler ortaya koymaktadır ki, resmen Suphi şahsında TKF heyeti davet edilmiştir. Bu genel kabule rağmen, Yavuz Aslan “gönüllü davet” olmadığı iddiasındadır. M. Suphi de davete icabet edecek tavrındadır.[6] Suphi’ye davet Meclis’te de müzakere edildi; hem de Suphi ve yoldaşlarının Erzurum’a geldiği 22 Ocak 1921’de. Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni’nin TKF ile ilişki kurmak ve mektuplaşmakla ilgili ağır ithamına cevaben net konuştu: “Mustafa Suphi ile ilk temasta bulunduğu[m] zaman yalnız muhabere etmedim. Benim nezdimde ademi mahsus göndermişti. Hakikaten Eskişehir’de bulunduğum sırada Mustafa Suphi’nin ve daha bir adamın [Azadan Mehmet Emin] imzasıyla bir vesikayı ve bir [15 Haziran 1920 tarihli] mektubu hamilen bir zat [Süleyman Sami] bana mülaki oldu (ulaştı). Mustafa Suphi bana müracaat ediyor ve diyor ki, bizim hariçte maksadı teşekkülümüz dâhildeki maksadı millimizi teshil (kolaylaştırmaktan) ve teminden (sağlamaktan) ibarettir […] Bu adam [Mustafa Suphi] Lenin’in yegâne adamıdır. Lenin, Türkiye hakkında bir iş yapmadan evvel mutlaka Suphi ile [görüşmektedir.] […] Ben doğrudan doğruya Mustafa Suphi’nin mektubuna cevaben [13 Eylül 1920 tarihli mektubu] yazdım […] Asıl mektubu getirip de mahrem tebligatta bulunan, söylediğim şeylerin hepsi hakkında müspet, müeyyid delaili (doğrulayan deliller) kafiye (yeterince) mevcuttur. Tekrar delile hacet yoktur.”[7]

Mustafa Kemal'den plana onay

Suphi ve yoldaşları Kars’a gelmeden çalışmaya başlandı. Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir, 25 Aralık 1920’de Müdafaa-i Milliye Vekâleti’ne yazdı. Önerisi, Suphi’nin refakat eşliğinde Ankara’ya gönderilmesiydi. Telgraf, TBMM Reisi Mustafa Kemal dâhil ilgililere aktarıldı. Bunun üzerine Mustafa Kemal’in Karabekir’e gönderdiği 29 Aralık tarihli şifresinde, Suphi’nin komünizm cereyanlarını körüklemesinin mahzurlu olduğu belirtildi.[8] Bu, Ankara-Kars hattında ne yapılacağını belirlenmenin yazışmasıydı.

Suphi liderliğindeki TKF heyeti ancak 28 Aralık’ta Kars’a gelebildi ve üç haftaya yakın burada tutuldu. Neden beklendi veya bekletildi? 2 Ocak 1921’de Suphi, Moskova’ya giden ekipten Moskova Sefiri Ali Fuat, Maarif Vekili Rıza Nur’la görüştü[9] ve elbette buradan notlar Ankara’ya aktarıldı. Hem bu görüşme notları hem de Mustafa Kemal’in 29 Aralık tarihli şifresinde belirtildiği gibi, Kâzım Karabekir’in Suphi’yle görüşmesinden ne yazdığıyla ilgili bilgi, anıları saymazsak gün yüzüne çıkmadı.

Mustafa Kemal’in, Suphi’nin Kasım 1920 tarihli mektubuna cevap verip vermediği bilinmiyor. Kars’ta bulunan Suphi, 2 Ocak’ta TBMM Riyaseti’ne bir mektup daha yazdı.[10] Resmi TKF’nin kurulmasının memnuniyetle karşılandığı belirtilen mektupta, “Emelimiz memleketin müdafaa cephesini zayıf düşürmek değil […] hükümete yardımcı olmaktır. Bu gayeyi kanunların veregeldiği müsaadeler dâhilinde gereken kolaylığın gösterilmesini rica […] ve sizlere katılmakla onur duyacağımızı arz ederiz” denildi. Mektupta hükümetin 4 Ocak’ta okunduğu notunun varlığı çok önemlidir.

Suphi, sonunda bu iyi niyetinin kurbanı oldu. Zaten TKF’nin dönemsel politik analizi Ankara’dan ayrıksı değildir. TKF’nin 8 Kasım 1920’de aldığı kararda ve sonraki değerlendirmelerinde[11] Anadolu [Türk] millî kuvvetlerine, Hıristiyan milletlere ve Sevr’e bakışında Ankara ile paralellik vardır. Paralellik sonrasında daha da derinleşti. 1986’da TKP MK ve 1988’de TBKP MK Üyesi Ahmet Kardam’a göre, TKP, Ermeni soykırımını göremedi ve “Kürt isyanlarını gerici feodal isyanlar olarak” değerlendirdi.[12]

Mustafa Kemal’in vurguladığı gibi hükümetin Kâzım Karabekir’e verdiği talimat[13] ve Ankara-Kars hattında belirlenen plan, Erzurum Valiliği’ne Ankara emri olarak bildirildi. 2 Ocak’ta Kâzım Karabekir, Erzurum Valisi Hamit’e Suphi ve heyetinin Ankara’ya gönderilmemesinin Ankara emri olduğunu yazdı. Valinin yaptığı hazırlıkta öne çıkan teşkilat, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Heyeti’nin istifa etmesiyle 15 Ocak’ta kurulan Erzurum Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. Anlıyoruz ki, cemiyet, 1960’lardaki Komünizme Mücadele Derneği’nin 1920’ler versiyonudur. Mete Tunçay’a göre, bu cemiyetin Erzurum’daki kışkırtmalarının arkasında Erzurum Valisi ‘Deli’ namıyla tanınan Hamit (Kapanlı) ve Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir vardır. 16 Ocak’ta vali, Mustafa Kemal’e gönderdiği telgrafında hem yeni kurulan cemiyeti hem de Kâzım Karabekir’le alınan kararı aktardı. Buna göre, Suphi ve TKF heyeti halkın galeyanından korunacak ve hudut haricine sevk etmek amacıyla Trabzon’a gönderilecektir.[14]

Erzurum’da Suphi ve yoldaşlarına ne yapılacağı, 3/4 Ocak’ta Kâzım Karabekir-Vali Hamit yazışmasına göre netleştirildi. 11 Ocak’ta Kâzım Karabekir, plan hakkında hem Ankara’yı bilgilendirdi hem de valiye cevaben onaylandığını yazdı. Aynı gün Kâzım Karabekir, Mustafa Suphi ve Ethem Nejat’la görüştü[15] ve onlara hükümeti haberdar ettiğini bildirdi. Üç gün sonra Karabekir, validen, saldırının olmaması için tedbir almasını istedi. 16 Ocak’ta valilikten Mustafa Kemal’e plan bilgisi aktarıldı ve 18 Ocak’ta Ankara’dan cevaben “Tedabiri âliyeleri musiptir (isabetlidir)” denildi.[16] Böylece valilik, ‘onay’ bilgisini Kâzım Karabekir’in bildirmesine rağmen, Ankara’dan ikinci kez aldı.

İmhadan üç gün önce 25 Ocak’ta Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Mustafa Durak ve Elcezire Cephesi Kumandanı Nihat Paşa’ya Suphi ve yoldaşlarına yapılacakları, o güne kadar yapılanları yedi maddede özetledi. 22 Ocak’ta gizli celsedeki müzakere, birinci maddede “Komünizm sorunu, Meclis’te gizli toplantıda konuşuldu. Meclis ve hükümet komünizmin ülkede uygulanmayacağı hakkındaki kanısını kesin ve heyecanlı bir surette açıkladı” diye aktarıldı. Doğrudan plan, icrası ve onay hakkında olan beşinci maddede, “Erzurum’da Mustafa Suphi hakkında ulusal tepkilerin planını, daha önce Kâzım Karabekir Paşa’nın ve sonra [vali] Hamit Beyin yazılarıyla öğrenmiş ve uygun bulmuştum. Herhalde doğrudan gelecek yıkıcı herhangi bir akıma karşı Erzurum ve Trabzon’un ve bütün ülkenin bir demir duvar durumunda bulunacağına güveniyorum” denildi. Diğer maddelerde, hükümetin komünizme karşı gerekli önlemi aldığı, Rusya ile dostça ilişkilerin bozulmayacağı, Erzurum’daki cemiyetin önemli görev icra ettiği ve ayrıca Karabekir’e yazıldığı da ifade edildi.[17]

“Teçhizat ve para yardımı yapan Sovyetler gücendirilmeyecek” koşuluyla Ankara-Kars-Erzurum üçgeninde belirlenen ve Ankara’nın onayladığı plan şöyledir: 1- Heyet [Suphi ve yoldaşları] Erzurum’a vardığında halk kışkırtılmalıdır. 2- Heyette, Ankara’ya gidemeyecekleri ve kalamayacakları izlenimi uyandırılmalıdır. 3- Heyet Trabzon’a yönlendirilmelidir. 4- Trabzon’da da halk heyete karşı kışkırtılmalıdır. Yazılmayan 5’inci maddeyse, komünistlerin Karadeniz’de imhasıydı.

18 Ocak’ta Suphi ve yoldaşları, imha planından habersiz ve başlarına ne geleceğini bilmeden Kars’tan Erzurum’a trenle hareket etmiştir.

Ferman TBMM tutanağında

Suphi ve yoldaşlarının Kars’a gelişinden imhasına, Yahya Kâhya’nın[18] ve Trabzon Mebusu Ali Şükrü’yle Topal Osman’ın öldürülmesi bir bütün olarak dikkate alındığında, Erzurum üzerinde karar/onay mercii Ankara’dır. 22 Ocak 1921 tarihli TBMM gizli celse zaptı[19] da İsmail Hakkı’nın (Tekçe) itirafı öncesinde konumu itibariyle Mustafa Kemal’in rolünü anlaşılır kılmaktadır. Tutanak aslında “komünistlerin katli vaciptir” fermanıdır.

22 Ocak’ta Mustafa Kemal, Hüseyin Avni’nin bazı konularda bilgilendiğini kabul ederek, “Kâzım Karabekir Paşaya Heyeti Vekile’den verilen talimata vakıf mısınız?” diye sordu. Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir’i takdir ediyor ve onay makamının hükümet olduğunu hatırlatıyordu! Sonraki aylarda TBMM’de Mustafa Kemal’in I. Grubu’na karşı oluşacak II. Grup lideri Hüseyin Avni’nin, yaptığı konuşmanın dört mesajı vardı: 1- Mustafa Suphi’ye millet ve hükümet namına mektup yazılmış ve söz verilmiştir. Bununla Kâzım Karabekir ve Mustafa Kemal, ismi verilmeden suçlanmıştır. 2- Mustafa Suphi’yle ilişki kuran ve heyeti davet eden cezalandırılmalıdır. 3- Mustafa Suphi, şarkta yalnız başına değildir. Bir heyet gönderilmeli ve tetkik edilmelidir. 4- Ankara’da kurulan [resmi] TKF’ye para aktarılması usulsüzdür.

TBMM Reisi Mustafa Kemal de Hüseyin Avni’yi yanıtladı: 1- Komünizm “memleketimiz, milletimiz ve dinimiz” adına kabul edilemez. 2- Resmi TKF, Mustafa Suphi’nin TKF’sine karşı özel izinle kuruldu ve gerektiğinde kendileri dağılacaktır. 3- Evet, Mustafa Suphi ile ilişki kuruldu ve mektuplar yazıldı. 4- Bundan sonra Mustafa Suphi ile görüşülmeyecek ve mektup yazılmayacaktır. 5- Mustafa Suphi’yi şarkta karşılayan Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’dir. 6- Mustafa Suphi’yi ve heyettekileri “sınır dışına tard” etme yani Ankara’ya gelmesini engelleme planını hazırlayan Kâzım Karabekir’dir. 7- Suphi ve yoldaşlarıyla ilgili [imha] planın gereği yapılacaktır.

Anlıyoruz ki, Mustafa Kemal ve Hüseyin Avni anti-komünizmde yarışıyor. Tutanak ortadadır, Mustafa Kemal net konuşmuştur: Anti-komünizm ötesinde Suphi ve partisini TKF’yi bitirecek plan icra edilecektir! Plan gereği 22 Ocak’ta Erzurum’dan kovalanan Suphi ve 13 yoldaşı, 28 Ocak’ta gece Trabzon’a sokulmadan Batum’a gönderilmek gerekçesiyle motorlara bindirildi ve Karadeniz’de imha edildi. Böylece Ankara’nın Türk millî güçleri, Türk komünistlerini, Yunan işgalci askerinden önce denize döktü!

Komünistlerin imhası

Plan icrasının ilk adımı teşkilatlanmaktır. 15 Ocak’ta Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu ve Ankara’yla temasa geçti. Mustafa Kemal, 22 Ocak’ta gizli celsede cemiyetin okunan telgrafına cevabını 25 Ocak’ta gönderdi. 22 Ocak’ta heyecanlı görüşme yapıldığı ve milletin komünizmi kabul etmeyeceği belirtilen cevapta, “Hükümetin, bu görüşe uygun olarak hareket edeceği tabii bulunmakla, Erzurum’un sayın ahalisini, milli birliğimizi daima yenileyip güçlendirici olan sağlam durumlarını iç rahatlığıyla” sürdüreceği vurgulandı.[20]

Suphi ve yoldaşları, Erzurum Valisi’nin Bayburt kaymakamına ve Ankara’ya yazdığı gün, 22 Ocak’ta Erzurum’a geldi. Mustafa Kemal, planın Erzurum’daki icrası hakkında tekrar bilgilendirildi. Buna göre, cemiyetin faaliyetiyle, Suphi ve yoldaşları kovuldu, onlar da Trabzon’a kaçtı ve halk yiyecekle yatacak yer vermedi. Trabzon’a kovalanan Suphi ve yoldaşları için 24 Ocak’ta Kâzım Karabekir, Bayburt kaymakamını ve 12. Fırka Kumandanlığını uyardı: TKF mensupları kabul edilmeyecekti.[21]

TKF heyeti öncelikle Erzurum’dan, ardından Bayburt, Gümüşhane ve Torul güzergâhında Trabzon’a kadar kovalandı. Heyet ancak 28 Ocak’ta gece Trabzon’a vardı. 2/3 Şubat’ta, Trabzon’a sokulmayan Suphi dâhil 14 kişinin motorla sahilden uzaklaştırıldığını Genelkurmay’a bildiren Kâzım Karabekir, ölümden bahsetmedi. Heyet 19 kişi olup beş kişi alıkondu. Bunlardan biri de Suphi’nin karısı Mariya (Meryem) Suphi’dir. Trabzon’da imhayı organize eden Yahya Kâhya, Mariya Suphi’yi “kendisine kapatma yapmış” ve heyetin maddi imkanlarına da el koymuştur.[22]

TKF’ye göre 16 partili öldürüldü.[23] Canını kurtaranlardan biri de Süleyman Sami’dir ve 3. Fırka Kumandanı Rüşdü’nün 20.7.1921 tarihli raporuna[24] göre, heyette Ankara’yla temaslı kişidir. TKF’de de bu yönde tartışma[25] olmuştur, ama o sıra bitirilememiştir.

TKF, aylar sonra yoldaşlarına ne olduğunu gündemine alabildi. Merkez Komitesi, Suphi ve yoldaşlarının katledilmesini 3 Mart 1921’de ilk kez görüştü ve ancak bir ay sonra 2 Nisan’da Moskova’ya bildirdi.[26] Bu arada 16 Mart’ta Sovyetlerle antlaşma imzalandı. Peki TKF teşkilat merkezi, katliamı Bolşeviklere bildirmekte neyi bekledi?

Sovyetlerle ilişkinin bozulmasının istenmediği koşullarda, Suphi ve yoldaşlarının katli hemen o anda akla gelmiş ve uygulanmış olamazdı. Nitekim ilgili yazışma ve görüşmeler, heyetle ilgili Ankara-Kars-Erzurum hattının işletildiğini, imhanın kararlaştırıldığını ve M. Kemal’den onay alındığını göstermektedir. Anadolu’daki varlığından bahsedilen komünist-Bolşevik hareket de o denli zayıftır ki, Suphi ve yoldaşlarını karşılamada ve katliam sonrasında bir varlık gösteremedi.

‘Öldürün’ diyen bellidir

Ankara hükümeti, Sovyet Dışişleri’ne M. Suphi ve yoldaşlarının ölümünün bir deniz kazası olduğunu yazdı. Yahya Kâhya’ya kimin emir verdiği bilinmiyor[muş]! Mete Tunçay, “Yahya’ya Suphi grubunun ortadan kaldırılması için kimin emir verdiği kesinlikle belli değildir. Bu buyruğun Karabekir’den çıkmış olması muhtemeldir. Ankara’nın ise, önceden haberinin olup olmadığını kestirmek güçtür” ve “eğer günün birinde M. Suphilerin öldürülmesinin onun [M. Kemal] emrettiği kanıtlanırsa, çok şaşacağım!” değerlendirmesini yaptı.[27] Ayrıca Yahya’ya emri verenin ya İttihatçılar[28] ya da doğrudan Ankara veya Ankara insiyatifiyle Kâzım Karabekir-vali Hamit ikilisi olabileceği[29] de öne sürüldü. Kâzım Karabekir[30] ise, Mustafa Suphi’nin İttihatçı aleyhtarlığı yüzünden öldürülmüş olacağını belirtti ve Enver Paşa’nın Sovyetlerle mücadelesinden dolayı Bolşeviklerin de Yahya Kâhya’yı öldürtebileceğini iddia etti.

Yahya’nın tutuklanması, beraat etmesi ve ardından 3 Temmuz 1922’de öldürülüp susturulması, iç çekişme ve saireyle gerekçelendirilirse de dönemin ‘özel muhafızı’ ve sonra Çankaya Muhafız Alay Komutanı İsmail Hakkı’nın (Tekçe), Topal Osman’ın iki fedaisiyle Yahya Kâhya’yı (300 kurşunla)[31] öldürdüğünü açıkladığı 4 Aralık 1977’de, düğüm çözüldü. Çünkü İsmail Hakkı Tekçe, Mustafa Kemal’e rağmen Trabzon’a gitmiş olamazdı. TBMM heyeti, zaten bu adrese ulaşmıştı; Yahya’yı öldürenler Ankara’dan gelen Topal Osman’ın adamlarıydı; bu kadar! İstihbarat Müdürü’yken Trabzon’da soruşturma yapan Feridun Kandemir’e göre, suikastın faili Yahya da “Yalnız değildim” tehdidini savurmuştu.[32] İsmail Hakkı Tekçe, bu fiiliyle ilgili beyanı öncesinde 16 Kasım 1968’de de Trabzon Mebusu Ali Şükrü’nün öldürülmesini organize eden Topal Osman’ın 2 Nisan 1923’te kendisinin yer aldığı ekip tarafından öldürüldüğünü açıklamıştı.[33] Bitmedi İsmail Hakkı Tekçe, Çankaya Muhafız Alay Komutanı Albay olarak 1937 yılı Nisan-Eylül döneminde, Dersim’de de görevlidir.[34] İcrasıyla İsmail Hakkı Tekçe, kelimenin tam anlamıyla Çankaya’nın özel fedaisidir.

Ankara’da Suphi ve yoldaşlarının 28 Ocak 1921’de katlinden ve 16 Mart’ta Sovyetlerle antlaşmanın imzalanması sonrasında komünizme karşı taktikte yeni aşamaya geçildi. Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1921 tarihli mektubunda, komünizme müsamahanın bittiğini yazdı.[35] Artık resmî TKF’ye de gerek kalmayacaktır. Ve zamanla anti-komünizm, Türk devletinin ideolojik konumlanmasında içselleştirdiği bir unsuru olacaktır!

Buraya kadarki tüm yazışmalardan/anlatımdan çıkardığım yalın gerçek şudur:

1- Mustafa Suphi ve yoldaşları resmen Ankara’ya davet edilmiştir.

2- TBMM Reisi Mustafa Kemal’le Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir yazışmasıyla belirlenen plan, TKF heyetinin Erzurum-Trabzon hattında kovalanması ve Karadeniz’de imhasıdır. Bunun için Erzurum ve Trabzon Kuvayı Milliyecileri seferber edildi.

3- Planı onaylayan BMM Reisi Mustafa Kemal’dir.

4- Planın sahada teşkilatlandırılmasını yapan kumandan Kâzım Karabekir’dir

5- Trabzon’da imhayı yapacak görevli Yahya Kâhya’dır.

6- Plan icrası sonrasında Yahya Kâhya, ardından mebus Ali Şükrü ve Topal Osman öldürüldü. Çankaya fedaisi İsmail Hakkı Tekçe’nin beyanlarıyla sabittir ki, Çankaya, cinayet zincirinin ortasındadır!

1915’lerden, 1921’e ve bugüne, faili meçhul siyasal cinayet zincirinin herhangi bir halkasını kopartacak hukuki sistem oluşturulamadığı için yeni halkalar eklendi, ekleniyor. Zincirin kopartılması, hiç kuşkusuz siyasal cinayetleri var eden Türkçü-Sünni İslamcı ekonomik politiğin ilgasıyla mümkün olacaktır!

NOTLAR

[1] Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul-1960, s. 831-832, 834.

[2] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 335-336.

[3] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-1 (1908-1925), BDS Yayınları, İstanbul-2000, s. 100-101 ve Belgeler-s. 338-339; Yavuz Aslan, Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, Türk Tarih Kurumu, Ankara-1997, s. 269-280; Dönüş Belgeleri-1, TKP MK 1920-1921, çeviren: Yücel Demirel, TÜSTAV, İstanbul-2004, s. 49-50, 112-117.

[4] Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hâtıraları, Temel Yayınları, İstanbul-2000, s. 515-518, 551-554; Mete Tunçay, age, s. 151.

[5] Dr. Samih Çoruhlu’dan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 339-340.

[6] Mete Tunçay, age, s. 102 ve Belgeler-s. 354; Yavuz Aslan, age, s. 288-291; Hamit Erdem, Mustafa Suphi, 3. Baskı, Sel Yayıncılık, İstanbul-2010, s. 200-202; Dönüş Belgeleri-1, s. 72-78, 123, 160, 238, 271.

[7] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 336.

[8] ATASE’den aktaran Yavuz Aslan, age, s. 299-301.

[9] Mete Tunçay, age, 102, 152; Yavuz Aslan, age. S. 301-303; Hamit Erdem, age, s. 225-229.

[10] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 341, 345.

[11] Dönüş Belgeleri-1, s. 152-155 (8 Kasım 1920), 323, 331; Dönüş Belgeleri-2, TKP MK 1920-1921, çeviren: Yücel Demirel, TÜSTAV, İstanbul-2004, s.79.

[12] Birikim, Eylül 2020, sayı: 377, s. 43.

[13] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 337

[14] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 351; Yavuz Aslan, age, s. 306-307, 312-314.

[15] Kâzım Karabekir, age, s. 909-910.

[16] Mete Tunçay, age, s. 152 ve Belgeler-s. 351, 353; Yavuz Aslan, age, s. 307-315; Hamit Erdem, age, s. 230-237.

[17] Cihat Akçakayalıoğlu’ndan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 246.

[18] Yahya Kâhya olarak bilindi, ama hakkındaki çalışmada adı Kâhya Yahya’dır (Uğur Üçüncü, Kâhya Yahya, Serander Yayınları, Trabzon-2015).

[19] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 326-337.

[20] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 326; Cihat Akçakayalıoğlu’ndan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 245-246.

[21] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 352-353; Yavuz Aslan, age, s. 316-320.

[22] Mete Tunçay, age, s. 102, 153 ve Belgeler-s. 356; Yavuz Aslan, age, s. 321, 331-332. Türkiye Komünist Gençler Birliği azası Abdülkadir’in 1 Ekim 1921 tarihli anlatımı, Dönüş Belgeleri-2, s. 157-169.

[23] Dönüş Belgeleri-2, s. 151-153

[24] ATASE’den aktaran Yavuz Aslan, age, s. 271-273.

[25] Dönüş Belgeleri-2, s. 131-136, 141-142.

[26] Dönüş Belgeleri-2, s. 115-121, 128-130.

[27] Mete Tunçay, age, s. 153-154 ve Belgeler-s. 356.

[28] Yavuz Aslan, age, s. 353-359.

[29] Hamit Erdem, age, s. 267.

[30] Kâzım Karabekir, age, s. 1147-1148.

[31] Lazistan Mebusu Ziya Hurşid açıkladı (TBMM ZC, devre: 1, cilt: 28, 29 Mart 1923, s. 231).

[32] Mete Tunçay, age, s. 154 ve Belgeler-s. 355; Yavuz Aslan, age, s. 339-342, 353-354; Feridun Kandemir, Atatürk’ün Kurduğu Türkiye Komünist Partisi ve Sonrası, Yakın Tarihimiz Yayınları, İstanbul-1965, s. 184-186.

[33] TBMM ZC, devre: I, cilt: 28, 29 ve 31 Mart 1923, s. 226-233 ve 243-244 ile 2.Nisan 1923, s. 304-308; Cemal Şener, Topal Osman Olayı, Ant Yayınları, 3. baskı. İstanbul-1998, s. 101.

[34] Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyeti'nde Ayaklanmalar (1924-1938), Genelkurmay Basımevi, Ankara-1972, s. 399-401; BCA-F: 030.10/K: 110, D: 745, S: 19; BCA-F: 030.10/K: 111, D: 745, S: 18; BCA-F: 030.10/K: 111, D: 745, S: 19; BCA-F:490.01/K: 1137, D: 146, S: 4.

[35] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 246-247.


Nuran Yüce Tüm Yazıları

Sezgin Tanrıkulu yalnız değildir

CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, katıldığı bir canlı yayın programında şu sözleri dile getirdi: 

“TSK’nın yaptığı her şey, eleştiriden azade değil. Biz milletvekiliyiz bunları sorgularız. TSK değil mi 12 Eylül’de darbe yapan? Bu ordu değil mi 15 Temmuz’da darbe girişimi yapan, köyleri yakan... Benim takip ettiğim davalar var. 15 köylüyü helikopterden atan TSK değil mi? AİHM kararıyla sabit hale gelen... Biz eleştirel yaklaşırız. Soru sorarız, doğru olup olmadığını sorarız, TSK üzerinden bu tür şaibelerin kalkması amacıyla bunu sorarız. 40 yılda her şeyi doğru yapsaydı Türkiye bu durumda olmazdı. AİHM kararı orada, 15 tane köylüyü kim attı? Bu kadar köyü kim yaktı? Daha yeni Roboski Uludere oldu... Sizler de eleştirel yaklaşamadığınız için Türkiye bu noktaya geldi.” 

Bu sözlerinin ardından da iktidar, TSK ve kendi partisi tarafından hedef haline getirildi.  Ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı bir tatil gününde alelacele Sezgin Tanrıkulu hakkında “Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin Kurum ve Organlarını Aşağılama ve Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik veya Aşağılama” suçlamalarından soruşturma açtı. Tanrıkulu’nun dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin fezleke de TBMM’ye iletilmek üzere Cumhurbaşkanlığına gönderildi.

Tanrıkulu’nun televizyondaki sözleri kendi yargıları değil belgelerle, görgü tanıklarıyla, ifadelerle kanıtlanmış ve AİHM’in de Türkiye’yi mahkum ettiği davalara ilişkindi. 

1990’lı yılarda yakınları kaybedilmiş insanların yıllara yayılan, her türlü hukuksuzluğa mahkum bırakılan zorlu mücadelelerinin sonrasında açılan davalar ile sabitlenmiş suçlara ilişkindi. 

Tanrıkulu’nun ifade ettiği, Diyarbakır Kulp’ta kaybettirilen 11 kişi için AİHM’de açılan dava dosyasının başlığı “Mehmet Salih Akdeniz ve diğerleri vs Türkiye”. 

97-98 yıllarında iki kere Türkiye’ye gelen üç hukukçunun yaptığı incelemeler sonucu, 99 yılında yayınlanan raporda TSK’nın bölgede yaptığı operasyon sırasında gözaltına alındıkları ama hiçbir resmi gözaltı işlemi yapılmayan 11 kişinin en son helikoptere bindirilirken görüldüğü ve bir daha kendilerinden haber alınamadığı söyleniyor. 

2001 yılında AİHM bu davada Türkiye’yi, kaybolan 11 kişinin ailesine toplamda 311 bin sterlin ödemeye mahkum etti. 2003 yılında ise aynı bölgede köylüler tarafından bulunan kemik ve eşyalar için bölgeye savcının gelmesi talep edildi. Savcı güvenlik gerekçesi ile gelmeyi reddedince köylüler kemikler ve diğer eşyaları çuvallara doldurup savcıya götürdüler. Adli Tıp Kurumu tarafından verilen raporda kemiklerin en az dokuz kişiye ait olduğu ve bunlardan ikisinin Mehmet Salih Akdeniz ile Behçet Tutuş’a ait olabileceği (yüzde 99.99 oranında) söylendi.

Sezgin Tanrıkulu yıllardan beri hak, adalet ve eşitlik mücadelelerinin içinde yer alıyor. 

Kendisine karşı başlatılan, başta AKP milletvekilleri, yöneticileri olmak üzere İYİ Partiden MHP’sine dek uzanan tepkiler ve tabiî ki kendi partisinden de yapılan “milletimizin gözbebeği Türk Silahlı Kuvvetleri’ni töhmet altında bırakan ifadeleri kabul edilemez” açıklamasına karşı hakikatlerin şimdiki siyasi atmosfere göre eğilip bükülemeyeceğini dile getirerek gerçekleri söylemeye devam ediyor.

Bu gerçekleri ifade eden kişilerin yanında, amasız fakatsız durmak, bugünkü karanlık ortamı aşmanın tek koşuludur. 

Sezgin Tanrıkulu’nun yanındayız.


Onur Korkmaz Tüm Yazıları

İğneada’ya nükleer santral tasarıları kabul edilemez!

Türkiye'nin enerji politikaları ve özellikle nükleer enerji kullanımı hakkındaki tartışmalar son yıllarda büyük bir önem kazandı. Hükümetin Akkuyu ve Sinop'tan sonra İğneada'ya da bir nükleer santral kurma girişimleri, çevresel ve güvenlikle ilgili endişeleri de beraberinde getiriyor. 

Nükleer santrallerin potansiyel sızıntılar ve çekirdek erimeleri gibi felaketlere yol açabileceği bilinse de Enerji Bakanlığı bu sorunları görmezden gelerek iklim krizini nükleer enerji için bir fırsata dönüştürme çabası içinde. Hükümet, nükleersiz bir dönüşüm ile karbon nötr olmanın ancak 2050’lerden sonra sağlanabileceğini iddia ediyor.

Bahaneler ve Gerçekler

‘Karbon nötrleşme’ yolundaymış gibi anlatılsa da Türkiye fosil varlıkları yakıt olarak kullanmaya devam etmede ısrarlı gözüküyor. 

Hükümet dünyanın en verimsiz kömürü ve bir o kadar verimsiz termik santralleri için Akbelen’i her türlü tepkiye rağmen yok ederken, bir yandan da nükleer santral inşa ederek karbon salımlarını düşüreceğini söylüyor. 

Görünen köy kılavuz istemiyor ama burada çelişkili olan sadece durumun kendisi değil aynı zamanda bakanlığın “nükleersiz karbon nötr olamayız” söylemleri. 

Nükleer enerjinin yatırım süresi uzun ve maliyetlidir. Ayrıca anlatıldığı gibi yüksek kapasiteli falan da olmaz. Bunu görebilmek için Akkuyu Nükleer Güç Santrali ile Karatay Güneş Enerjisi Santralinin verilerine bakmak yeter:

  • Neredeyse 11 milyon dönümlük bir araziye inşa edilen Akkuyu NGS’nin kapasitesi 4,8 GW, kurulum maliyeti 20 milyar dolar ve inşaat süresi 10 yıl. 
  • 1 GW kapasiteli Karatay GES 20 bin dönümlük arazi üzerine yalnızca 2 yılda kuruldu ve inşası 1,3 milyar dolara mal oldu. 

Akkuyu’nun aldığı güneşin daha fazla olacağı gerçeği de görmezden gelindi. Oysa Akkuyu’ya kurulacak 4,8 GW’lık bir fotovoltaik GES santrali, nükleer santralin 10’da biri kadar bir araziye, 3’te 1’inden ucuza ve 5’te 1’i kadar bir sürede yapılabilirdi. 

Dahası, işletme maliyetlerini göz önünde bulundurunca nükleerin yanında 8’de 1 seviyelerinde kalacağı da anlaşılıyor. Benzer bir hesabı Sinop’ta rüzgâr enerjisiyle de yapmak mümkün.

Acaba benim 10 dakikalık bir araştırmayla yaptığım bu hesaplamayı Enerji Bakanlığında yapabilen kimse yok mudur? 

İğneada’ya çivi dahi çakamazsınız: Bu, gezegene ihanettir

Nükleer santral başlı başına bir sıkıntı iken bir de bu santrali İğneada’ya yapma planı var ki bu da başka bir savsata. 

Kırklareli’ne bağlı Karadeniz sahilindeki İğneada, 3155 hektarlık eşsiz bir Longoz ormanına sahip. Amazon ve Afrika Kongosu longozları ile birlikte dünyadaki üç longoz ormanından biridir. 

Türkiye’de biyoçeşitliliğin en zengin olduğu bu bölgeye bir enerji santrali yapılmasının akla gelmesi bile korkunç! 

Longoz’a en ufak zarar verecek hareket, dünya tarihindeki en büyük ihanetlerden biri olur. Bu eşsiz doğal alanın korunması ve gelecek nesillere bırakılması gerekiyor.

Tüm nükleer santral planlarından acilen vazgeçin! 

Türkiye’nin güneş ve rüzgâr potansiyeli yüksek bir coğrafyada, enerji ihtiyaçlarını karşılamak için nükleer kullanması ne akla ne de mantığa sığar. 

Nükleer santrallerin çevresel ve güvenlik risklerini göze alamayız. 

“Karbon emisyonlarını azaltmak için vaktimiz yok” gibi kılıfların arkasına sığınmadan hemen tüm nükleer inşaat ve projelerini durdurun! 

Karbon salımlarına hemen son vermek için bir yol haritası çıkarın, yıllardır beklediğimiz iklim acil durumu ilan edin! 

Dönüşümün maliyetini kamu kaynaklarından değil, sorumlusu olan fosil yakıt şirketlerinden karşılayın. 

Dönüşüm sırasında, kapanan santral ve maden işçileri için göç etmek zorunda kalmayacakları, aynı kalifiyede ve ücretteki işlere kavuşabilecekleri programlar oluşturun.

Hem Adil hem de Acil bir geçiş istiyoruz!

Onur Korkmaz

(Sosyalist İşçi)



Ozan Tekin Tüm Yazıları

Agresif dış politika çöktü

Milliyetçiliğe göre tarih farklı ulusların arasındaki rekabet ve güç hiyerarşisi tarafından belirlenir. Deprem ise asıl olanın farklı uluslardan sıradan insanların bu yaşamdaki ortak çıkarları olduğunu gösterdi.

6 Şubat günü sabaha karşı 04:17’de olan deprem Türkiye’de 10 milyondan fazla insanın yaşadığı 10 şehri sarstı. Depremden hemen bir saat sonra 4. seviye alarm ilan edildi. Bu, uluslararası yardım çağrısını da kapsıyordu. Ve hemen bunun ardından onlarca ülkeden Türkiye’de yardım seferberliği başladı. İnsani yardımlar, arama ve kurtarma çalışmaları, sahra hastanesi kurma gibi birçok alanda çalışan 80’den fazla ülke 7 binden fazla personelle çalışmalara sahada katkı verdi.

Türkiye’nin son birkaç yıldır izlediği agresif dış politika, “yerli milli” söylemler, “Mavi Vatan” tezleriyle komşuların düşman ilan edilmesi gibi birçok gelişmeye rağmen, deprem sonrası gösterilen uluslararası destek muazzamdı. İlk yardıma koşanlar arasında, AKP-MHP iktidarının düşman olarak kodladığı Ermenistan’dan ve Yunanistan’dan gelen ekipler vardı. Hükümet sık sık “Atina’ya füze atarız” tehditleri savururken, “bir gece ansızın gelebiliriz” derken, Yunanistan’dan sınıf kardeşlerimiz Türkiye’deki farklı halklardan depremzedelerin yardımına koştular ve olanca güçleriyle hayat kurtarmak için uğraştılar. Benzer şekilde Ermenistan’dan gelen ekipler de, Türkiye defalarca Azerbaycan-Ermenistan geriliminde taraf olmuşken ve savaşa bizzat müdahale etmişken, insanlığın temel bir gereğini yerine getirerek Türkiye’deki yoksulların acısını kendi acıları olarak görüp yardıma koştular.

Oysa faşist MHP’nin de bir parçası olduğu iktidar bloku, yıllardır Mavi Vatan tezleriyle etrafımızdaki herkesin bize düşman olduğunu anlatıyor. Yunanistan’a karşı Doğu Akdeniz’deki gaz arama çalışmaları ve adaların konumu üzerinden saldırganlık gitgide tırmandırılıyor. Libya’nın yalnızca yarısını kontrol edebilen bir hükümetle bölgedeki hiçbir ülkenin tanımadığı anlaşmalar imzalanıyor. Bütün bunların hepsi “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı”, dolayısıyla güç yoluyla “çıkarlarımızın” korunması gerektiği söylenerek yapılıyor. Benzer şekilde Ermenistan’la bundan 15 yıl önce esen daha ılımlı rüzgarların yerine düşmanlık politikası esas alınıyor. Suriye’nin kuzeyindeki Kürtler sürekli askeri operasyon arayışında bulunulması gereken “milli güvenliğe tehdit” unsurları olarak görülüyor.

Depremde ise hem Türkiye’nin farklı kimliklerden halkları, Türkler Kürtler, mülteciler el ele vererek hayatlarını kurtarmak için ortak bir mücadele veriyorlar. Buna dış ülkelerden gelen yardım ekipleri de katılıyor. Milliyetçiliğin çizdiği yapay sınırlar ve ayrımlar unutuluyor, sıradan insanların, emekçilerin dayanışması öne çıkıyor.

Üstelik bu, asıl olarak devletler arası diplomasiye dayanan sınırlı bir dayanışma. Bir de farklı coğrafyalarda işlerin kontrolünün işçi sınıfına geçtiğini, aşağıdan inisiyatiflerin belirleyici olduğunu düşünelim. Burada tüm halkların yaralarını sarmak için çok daha muazzam bir enerji ve seferberlik ortaya çıkacaktır. Sosyalizm mücadelesi bu yüzden enternasyonalisttir, farklı uluslardan ve ülkelerden işçilerin çıkarlarının farklı uluslardan ve ülkelerden patronlara, sermaye sahiplerine karşı ortak olduğunu savunuruz.

Devletlerin bütün milliyetçi kışkırtmalarına rağmen, halkların dayanışması böyle zor dönemlerde esas oluyor. Nasıl ki bundan birkaç yıl önce Yunanistan’da yaşanan yangınlara karşı Türkiye işçi sınıfı, sendikalar ve tüm demokratik kurumlar dayanışma için elinden geleni ortaya koyduysa, şimdi de bir benzeri komşu ülkelerdeki sınıf kardeşlerimiz tarafından yapılıyor. Öyle ki, Ermenistan’la 30 yıldır kapalı olan sınır kapısından insani yardım geçiriliyor. 

Depremden çıkarmamız gereken sonuçlardan biri de Türk milliyetçiliğinin bölücü argümanlarına karşı enternasyonalizmin işçi sınıfını birleştiren ruhunu baskın hâle getirmenin ne kadar önemli olduğu. Bunun pratikteki karşılığı ise iktidardaki aşırı sağcılığın içe kapalı savaşçı anlayışını geriletmek, Doğu Akdeniz’den Suriye’ye savaş politikalarının terk edilmesine yönelik bir basınç oluşturmak, Yunanistan’dan Ermenistan’a, Suriye de dahil tüm komşu ülkelerle diyalog ve diplomasiye dayalı barışıl bir dış politikanın hayata geçirilmesini savunmak.




Roni Margulies Tüm Yazıları

Mutlu bitmiş bir göç öyküsü

Başta Kılıçdaroğlu ve CHP olmak üzere tüm muhalefetin milliyetçiliğe, ırkçılığa, Kürt düşmanlığına ve en önemlisi göçmen düşmanlığına kapılması, teslim olması, ödün vermesi ve hatta dört elle sarılması ne sonuç verdi?

Basit. Ortalık zafer çığlıkları atan, oylarını yükseltmiş, beklenmedik başarılar kazanmış faşistler ve milliyetçilerle doldu. Sağın politika ve söylemlerini kullanarak sağdan oy kapmak mümkün değildir, böyle yapıldığında siyaset sahnesi tümüyle sağa kayar ve bundan yine sağcılar kârlı çıkar, bir kez daha kanıtlanmış oldu.

Yabancı/Arap/Suriyeli/Rus/sığınmacı/göçmen düşmanlığına kendini kaptırmayanlar için bir göç öyküsü anlatmak istiyorum. İnsanların keyif veya eğlence olsun diye göç etmediğinin, yerlerini yurtlarını, doğup büyüdükleri mekânları, atalarının yaşayıp öldüğü toprakları şımarıklıktan değil ancak mecburiyetten terk ettiklerinin bir örneğini vermek için.

Benim baba tarafım Polonya’dan gelmiştir. Dedem 1897’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir vatandaşı olarak Krakow’da doğmuş, Birinci Dünya Savaşı’nda çarpıştıktan sonra Viyana Üniversitesi’nde okumuş, Berlin’de mühendis olarak ilk işine girmiş ve 1925 Nisan’ında evlendikten hemen sonra Türkiye’ye göçmüş. Kalıcı olmasını düşünmüyorlarmış bu göçün, bir yıl çalıştıktan sonra geri döneceklermiş, ama iş uzamış ve Naziler’in Polonya’yı işgal etmesiyle beraber geri dönülecek yer kalmamış, göç mecburen kalıcılaşmış.

Anlatacağım göç dedeminki değil ama. Kardeşininki.

Frederik Margulies’e Krakow’daki gençliğinde Fredek derlermiş. Keman çalan ve hayatta tek isteği hep ve daha iyi keman çalmak olan Fredek zengin bir ailenin kızına aşık olmuş 1920’lerde. Kızın ailesi evliliklerine izin vermenin koşulu olarak Fredek’in kemancılıktan vaz geçip ailenin tekstil işinin başına geçmesini dayatmış. Margulieslerin tarihinde bildiğim tek yüz kızartıcı olaydır: Fredek bir kadın için sanatı terk etmeyi kabul etmiş! Evlenmişler. Çocukları olmuş. Bilebildiğim kadarıyla mutluymuşlar.

Alman ordusu 1 Eylül 1939’da Polonya’ya girdiğinde, Fredek eşi ve iki küçük çocuğuyla birlikte Fransa’da tatildeymiş. Kemanı bırakıp zengin bir kadınla evlenmenin bazı yararları da var kuşkusuz: Maddî durumları iyi olduğu için, Polonya’ya dönme olanağı ortadan kalkınca Fransa’da kalmaya karar vermişler. Uzun sürmemiş ama; 1940 Mayıs’ında Nazi orduları Paris’e doğru harekete geçince Fredek’le ailesi de önce Fransa’nın güneyine, oradan da zor bela İspanya’ya kaçmış. Artık Avrupa’da barınamayacaklarına ikna olduktan sonra, vize almak için Amerikan elçiliğine gitmişler. Vize bir yana dursun, içeri bile alınmamışlar. Çaresizlik ve korku içinde, tüm Güney Amerika elçiliklerinin kapılarını aşındırmaya başlamış, hepsinden geri çevrilmişler.

Bir gün Fredek ilk kez geçtiği bir yolda yürürken yüksek bir duvarın ardındaki büyük bir bahçe içinde süslü, elçilik olması muhtemel bir bina görmüş. Yaklaşmış, duvarda “Dominik Cumhuriyeti Büyükelçiliği” tabelasını okuyup dalmış içeri. Varlığından bile haberdar değilmiş böyle bir ülkenin, adını bile duymamış; ama ne önemi var, Avrupa’dan, faşizmden uzak bir yer olduğunu tahmin edebiliyormuş. İçerde uyuklayan iki memura vize istediğini söylemiş, herhalde ilk kez böyle bir taleple karşılaşan memurlar pasaportları damgalayıp uyuklamaya devam etmiş.

Dominik Cumhuriyeti, Karayiplerde, Küba’nın yanı başında yatay ve ince uzun Hispanyola adasının doğu yarısını kaplıyor; adanın geri kalanı Haiti. Göçmenlerden çok çekmiş Hispanyola. Kristof Kolomb Avrupalıların ilk yerleşimini burada kurmuş, adını La İsabela koymuş; yerli Taíno halkı ise Avrupalıların getirdiği virüsler nedeniyle kısa süre sonra grip ve çiçek hastalığından tümüyle telef olmuş. İspanyolların altın şehir Eldorado peşinde“Amerika” adını verdikleri kıtaya göçü ve burada yüzlerce yıl sürecek egemenlikleri La İsabela’yla başlamış.

Fredek daha sonra, California’da yaşlı bir adam olarak hayatının zengin coğrafyasını hüzünlü bir hayretle incelerken belki de bunları okuyup öğrenmiştir, ama 1940’ta uzun bir vapuryolculuğundan sonra Santa Domingo limanına ayak bastığında bilmiyordu herhalde. Günümüzün turist broşürleri, Kolomb’unoğlu Diego ile eşi Doña María de Toledo’nun şimdi müze olan evinin muhakkak görülmesi gerektiğini yazıyor. O zaman da müze miydi, bilmem, ama öyle de olsa, herhalde Fredek’in çokfazla ilgisini çekmemiştir. Dominik Cumhuriyeti’nde bir hayat kurmayı hiç düşünmemiş çünkü, amaç kapağı Amerika’ya atmakmış. Küba’nın ‘göç kotası’ olduğunu öğrenmiş. O yıllarda, Amerika güçmen göndermek üzere çeşitli ülkelere belli kotalar verirmiş. Fredek ve ailesi önce Küba’ya geçmeyi, sonra da Amerika’ya göçmeyi becermiş. Nasıl becermiş, neler yaşamışlar, nasıl olmuş, bilemiyorum. Krakow’dan Los Angeles’e uzanan, yaklaşık iki yıl süren bu öykü ne korkular, eziyetler, umutsuzluklar, mutsuzluklar içermiştir, kim bilir? Bildiklerim, yukarıdaki dört paragraftan ibaret işte.

Hiç olmazsa ama, Fredek’in öyküsünün mutlu bittiğini biliyorum. Amerika’ya girişte, memur “Margulies ismi burada zor okunur, zor anlaşılır” deyince, Marr soyadını almış aile. Ve benim bugün Amerika’nın çok çeşitli yerlerinde Bill Marr, Bob Marr gibi isimler taşıyan, tanışmadığım uzak akrabalarım var.

Böyle mutlu biten göç öyküsü çok nadirdir. Göç, “gitmek” değil “kaçmak” anlamına gelir: Nazilerden, savaştan, yoksulluktan, işsizlikten, açlıktan kaçmak.

Kaçarak hayata tutunmaya çalışan insanlara nefret ve düşmanlıkla bakanlara ömrüm boyunca nefret ve düşmanlıkla baktım. Ve hep öyle bakacağım.

Roni Margulies

(Bu yazı ilk kez 30 Mayıs 2023 günü Serbestiyet’te yayınlanmıştır.)


Sibel Erduman Tüm Yazıları

Müteahhitlere ve binaların yapılmasına izin verenlere değil mültecilere saldıranlar

Antep’in Şahinbey ilçesi, depremzedelerin yoğun yaşadığı yerlerden birisi, ayrıca mültecileri de barındırıyor. Kendilerine ‘sen Suriyelisin, sana çadır yok” denildiği için kendi yaptıkları çadırlarda kalıyorlar. Depremin ikinci gününde battaniye ve kıyafet gibi ihtiyaçlar dağıtılmış ama mülteciler yararlanamamış, daha doğrusu onlara verilmemiş. Pek çok mülteci ise parklarda hiçbir şeyleri olmadan bekler haldeler. Genel olarak zaten herkesin perişan olduğu bir deprem bölgesinde mülteciler ayrıca dışlanabiliyor. 

Durum buyken, Ümit Özdağ gibi Suriyelilere ve genel olarak mültecilere yönelik ırkçı tutumu olan bir adam, kalkmış bile bile yalan haber yayarak mültecilerin ‘talan’ yaptığını söylüyor. Buna da bir dolu insan teşne oluyor. Ve ilginç bir şekilde AKP ne zaman dara düşse Ümit Özdağ ve mülteci düşmanları hükümetin önüne siper oluyorlar. Orman yangınları sırasında da bu adam ‘ormanları Suriyeliler yakıyor’ demişti. 

Bu tür ırkçı saldırılara karşı net olmak ve şunu söylemek lazım;

Bize ev diye tabut satanlar, onlara imar izni verenler, depremden sonra askerin, madencilerin ve yardım ekiplerinin müdahalesini geciktirenler, en fazla ihtiyaç duyduğumuz anda sosyal medyayı kapatanlar mülteciler değil. Öfkenin yönünü değiştir.

Talan denilen şey de aç ve susuz kalan insanların bir iki dükkâna girip karınlarını doyurmaya çalışmalarından ibarettir sonuçta. Bu kadar vahim bir deprem sonrasında, inanılmaz derecede organize olmayan bir devlet aygıtıyla karşı karşıyız. Devlet organize olup müdahale edemediği gibi bir de yardım götüren insanları ve grupları engelliyor ya da onların yardımlarına el koyup kendisi dağıtıyor. AFAD gibi doğru dürüst hiçbir eğitim almamış gönüllüler ve belki çok az profesyonelle çalışan bir merkezi örgütün bu işi yapamamasından dolayı birçok insan ölmüşken, öfkeyi mültecilere yönlendirmek bilerek yapılan ve devletin beceriksizliğinin üstünü örten bir eylemdir.

Ama görebildiğim kadarıyla bu ırkçı yalanlar pek rağbet görmüyor, en azından sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla. Ama yine de bu ırkçı yalanlardan dolayı saldırıya uğrayan mülteciler oluyor ve canlarıyla ödüyorlar. 

Hiçbir zaman bu tür saldırılarda tarafımızı unutmayalım.

Sibel Erduman


Sibel Erduman Tüm Yazıları

‘Yasadışı’ geçişten 52 yıl hapis cezası

Geçen yıl 27 Şubat'ta Reuters haber ajansının geçtiği haberde, ismi açıklanmayan üst düzey bir Türkiyeli yetkili, Türkiye'deki Suriyeli mültecilerin artık karadan ve denizden Avrupa'ya ulaşmalarının durdurulmaması kararını aldıklarını söylemişti. Yetkili aynı zamanda sahil güvenliğe ve sınır polisine mültecileri engellememe emri verildiğini de sözlerine eklemişti.

Bu haberin ardından Türkiye'deki mülteciler Türkiye-Yunanistan sınır kapısı Pazarkule'ye doğru gitmeye başladılar. Ertesi gün açıklama yapan Erdoğan, “Biz bu kapıları bundan sonraki süreçte de kapatmayacağız ve bu devam edecek. Neden? AB’nin sözünde durması lazım. Biz bu kadar mülteciye bakmak, onları beslemek durumunda değiliz” ifadelerini kullanmıştı.

Zor şartlarda sınır kapısında bekleyen mülteciler için Edirne halkı ve Hepimiz Göçmeniz başta olmak üzere çeşitli sivil toplum kuruluşları mültecilerin yiyecek, su, battaniye gibi temel ihtiyaçlarını sağlamak ve konuyu haberleştirmek için seferber oldu, sınır kapısında bekleyen mültecilerin yanına gitti. Kendileriyle konuşulan mülteciler Yunanistan’a geçme kararlılıklarını vurguluyorlardı.

Bu süreç içerisinde Yunanistan, pek çok kez Ege denizi üzerinden geçmeye çalışan mültecilerin botlarını batırdığı iddiasıyla gündeme geldi. Hatta Report Mainz, Lighthouse Reports ve Alman Der Spiegel'in ortak araştırmalarına dayandırdıkları bir haberde, geçtiğimiz yılın Mayıs ayında, Yunan sahil güvenlik gemisinin bir grup mülteciyi şişme bir cankurtaran salıyla Türk karasularına doğru çektiği ve sığınmacıları açık denizde kaderlerine terk ettiği anlatılıyordu.

Bir tarafta Türkiye’nin mülteciler için yeteri kadar para ödemediğini söylediği Avrupa Birliği’ne, sınırları açınca neler olabileceğini gösterme girişimi, diğer tarafta Avrupa Birliği’nin kendi yasalarına uymayarak mültecileri Türkiye’de ‘bekleme odasında’ bekletmesi, geçen yıl Yunanistan-Türkiye sınır kapısında yaşanılan trajediye neden oldu. Bu arada bir kısım insan Yunanistan’a geçebildi.

İşte şimdi Yunanistan’a ailesiyle birlikte geçenlerden Suriyeli bir kişi (adı verilmiyor), Yunan mahkemesi tarafından ‘yasadışı’ olarak ülkeye girmekten 52 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yunanistan, Avrupa Birliği üyesi bir ülke olarak topraklarına giren ve mültecilik başvurusu yapanları kabul etmek ve durumunu değerlendirmek durumundadır. Böyle diyoruz ama Yunanistan’ın böyle bir cezayı neye göre verebildiğini bilmiyoruz. Bu yazının amacı da kanunlara uyulup uyulmadığını ortaya çıkarmak değil. Çünkü Avrupa Birliği zaten Suriye savaşından itibaren kendi yasalarına uymuyor. Dolayısıyla yasalar ‘askıda’. 

Mülteciler pandemi öncesi de bir krizin cisimleşmiş haliydi. Avrupa’nın ‘mülteci’ krizi (Türkiye’yi de dâhil edebiliriz) sınıra dayanan mülteci sayısından doğmuş gibi gözüküyor. Ama aslında mesele gelenlerin gitgide artması değil; mülteciler daha önce kriz olmayan yere kriz taşımadılar. Daha ziyade gittikleri ülkede kurucu mahiyette ama gizli, bastırılmış, görünmeyen bazı sorunları şiddetlendirip görünür hale getirdiler. Yani hiçbir yerde olmayan ırkçılığın ‘binlerce insanın akın etmesiyle’ baş göstermesi söz konusu değil. Türkiye için de böyle bir durum söz konusu. 

Hükümet mülteci meselesinde Türk kültürünün yardımsever, misafirsever olduğuna dair söylemlerine yaslanıyor. Ancak, geçen seneki olayda insanları bir deneme tahtası gibi sınıra sürmeleri ve pazarlık konusu yapmalarında görüldü ki, Suriyeli ve diğer sığınmacıların Türkiye’de zorunlu olarak kalmasıyla ortaya çıkan bu sözde misafirperverliğin altı boş. 

Aslında zaten hiçbir zaman misafirperverlik söz konusu olmadı. 1941 yılı Aralık ayında Hitler’den kaçıp gelen bir gemi dolusu Yahudi’yi kabul etmeyip denizin ortasında açlık ve susuzluktan ölmeye bırakmalarını düşünün.

Muhalefet partilerine gelince, şimdiye kadar bir şekilde genel bir milliyetçiliği elden bırakmadılar (Türkiyelilerin bir de ırkçı olmadığı söylenir hep). Suriyeliler ile birlikte ırkçı söylemleri gayet açık ve net bir şekilde söylemekte bir beis görmediler ve görmüyorlar. Türk milliyetçiliğinin ırkçı olmaması diye bir şey hiçbir zaman söz konusu değildi zaten. Türkiye’de yaşayan ‘Türk’ olmayanlar, ama Türk vatandaşlığına sahip olanlar, her zaman hedef tahtası oldular ve katledildiler. Dolayısıyla mültecilerin doğurduğu bir kriz olmaksızın bir ‘mülteci krizi’ yaşanıyor, gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de. 

Aslında mülteciliğe ve içinde bulunduğumuz pandemi koşullarında yaşadığımız sorunlara herhangi bir siyasi çözümün yokluğu, gerçek anlamda siyasetin yokluğu anlamına geliyor, bizler buna tanık oluyoruz. Mültecilerle cisimleşen sorunun hukuki bir çözümü yoktur (konu başlığında da görüldüğü gibi). Bu insanların korunmaya ihtiyacı olduğunu pekâlâ herkes biliyor ama bilmiyormuş gibi davranıyor. Sorun siyasidir.

Sibel Erduman



Tuna Emren Tüm Yazıları

Filistin direnişi kazanacak

Filistin halkının direnişi Siyonizmi tüm dünyada teşhir etti. 

Siyonizm Yahudilerin kendilerine binlerce yıl önce “vadedilmiş" olan topraklara geri dönüp orada yaşamaları gerektiğini vazeden bir ideoloji olarak şekillenmişti fakat bu fikirleri Yahudi toplumuna öyle kolayca satamadılar: “1880-1929 arasında 4 milyona yakın Yahudi yaşadıkları ülkeleri terk ederek göçtü. Bunların ezici bir çoğunluğu (3 milyon 250 bini) Rusya ve Avusturya Macaristan imparatorluğundan ABD ve diğer Amerika kıtası ülkelerine göç ettiler. Sadece 120 bin Yahudi Filistin'e, ‘vaat edilmiş topraklara’ gitti. Yahudiler Siyonizme uzak duruyorlardı.”

Doğu Avrupa'dan kaçarak İngiltere, Fransa ve Almanya'ya göç eden Yahudiler gittikleri her ülkede ırkçılığa maruz kalıyorlardı. Fransa'da Yahudi düşmanlığının yükseltildiği yıllarda (Dreyfus Davası) gelişmeleri takip eden gazeteci Theodor Herzl 1896'da yazdığı bir kitapta Yahudiler için yegâne çözümün kendi devletlerini kurmak olduğunu anlatıyordu ve Herzl'in kitabı Siyonist hareketin başlangıcı oldu. 

Tahmin edilebileceği gibi, Siyonizm en büyük desteğini, Yahudileri topraklarından göndermek isteyen ırkçılardan aldı. Tarihteki tüm yerleşimci sömürgecilerin toprak temellükünü meşrulaştırmaya çalışırken ırkçılığı yükselterek bundan beslenmeye çalışmaları bir tesadüf olmasa gerek.

Siyonizm ve Yahudilik bir ve aynı şey değildir, yani tüm Yahudiler Siyonist değildir. Pek çok Yahudi’nin reddettiği Siyonizm, hiçbir zaman Yahudiler için bir sığınak arayışına dönüşmedi. Zaten en başından beri Yahudilerin çoğunlukta olduğu bir devlet yaratmaya yönelik sömürgeci bir proje olarak planlanmıştı. Böyle bir projenin başarısı ise orada yaşayan halkın (Filistinlilerin) kendi topraklarından sürülmesine bağlıydı.

Siyonistler, bu ideolojiye karşı çıkan herkesi antisemit ilan ettiler ve halen de ediyorlar. Oysa antisemitizm ‘Yahudi düşmanlığı’ anlamına geliyor. Diğer bir deyişle, Yahudilere yönelik ırkçı tutumlar sergilemiyorsanız antisemit ilan edilemezsiniz. Özetle, bir insan hem Siyonizme hem de antisemitizme karşı olabilir ki olması gereken de budur zaten.  

İsrail'i kendileri için vaat edilmiş topraklar olarak gören Siyonistlerin Filistin’de 1948’den bu yana sürdürdükleri sistematik yıkıma karşı çıkmak, tüm Yahudi toplumunu Siyonist olmakla itham ederek Yahudi düşmanlığı sergilemeyi hiçbir zamanda ve koşulda haklı çıkarmaz. İkincisi düpedüz ırkçılıktır ve en az Siyonizmin kendisi kadar tehlikelidir. Kaldı ki Siyonizm de bu ırkçılıktan besleniyor, olmadığı koşullarda yoktan var ediyor, bizatihi teşvik edip yaratıyor. Geçmişte Irak’ta bir arada ve barış içinde yaşayan Yahudiler ile Araplara yapılan da buydu. 1950'lerde Siyonistler, Orta Doğu’nun farklı ülkelerinde yaşamakta olan Yahudileri İsrail'e döndürmeye çalıştı ki o ülkelerden biri de iki halkın neredeyse 2 bin yıldır barış içinde yaşadığı Irak oldu. Buradaki barış ortamını bozmak için ırkçılık tohumları ekildi, Iraklı Yahudiler arasında panik yaratmaya çalışıldı. Siyonistler Bağdat'taki bir sinagoga bomba yerleştirdi, ırkçı gruplar harekete geçirildi.

Nakba: 1948’den bu yana süren kırım

Filistin’in ilk bölünme planı 1937’de Peel Komisyonu aracılığı ile önerildi. Arap Yüksek Komitesi bu öneriyi tümden reddederken Filistin topraklarının satışının ve Filistin’e Yahudi göçünün engellenmesini talep ediyordu ancak 29 Kasım 1947’de, henüz yeni kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda, Filistin topraklarının bölünmesi kabul edildi. 

14 Mayıs 1948’te İsrail'in kuruluş bildirgesi imzalandı, BM’de, Filistin'in yüzde 55'inin Siyonist yerleşimcilere verileceği belirtilen bir deklarasyon onaylandı. 

Siyonistler, Filistinlileri Filistin topraklarından ‘gönüllü sürgün’ edeceklerine dair açıklamalar yaparken – elbette ‘gönüllü sürgün’ diye bir şey olamaz; adına ne denirse densin kastedilen şey her zaman zorla yerinden edilmedir— Orta Doğu, petrol kaynakları nedeniyle, emperyalistlerin kontrol altında tutmak istedikleri bir bölgeye dönüştü. Filistin toprakları üzerinde kontrol sahibi olan İngiltere’nin gücü savaşta zayıflayıp ABD’ninki arttı, Orta Doğu petrolü ABD için önemli olmaya başladı. Bunu da bir fırsata çevirmek isteyen Siyonistler ırkçılardan beslenmeyi bir kenara bırakıp bu kez de ABD emperyalizmini kullanmaya karar verdiler. 

Neticede BM planında Yahudi bölgesine ayrılan ekonomik ve tarımsal alanların Filistin bölgesine ayrılanlara kıyasla çok daha avantajlı durumda olması nedeniyle Filistinliler bu planı tümden reddetti ve işgalci İsrail’in gaspa, şiddete dayalı zorla göç ettirme politikaları devreye girdi (Nakba).

Siyonistler 70’ten fazla katliamda 15 binin üzerinde Filistinliyi öldürdü, en az 850 bin Filistinli evlerinden edildi, yaklaşık 500 köy zorla göç ettirildi ve Filistinliler, tarih boyunca yaşadıkları Filistin topraklarında, günden güne küçülen bir alana hapsoldular.

1948'den önce Filistin'de sadece 600.000 Yahudi yerleşimci yaşıyordu. Nakba'yı takip eden üç yıl içinde bu sayı ikiye katlandı. 

Emperyalizm ve Siyonizm

1948'de İsrail'i bir devlet olarak tanıyan ilk ülke, İsrail'in en büyük emperyalist müttefiki olan ABD’ydi.

Nakba'dan sonraki birkaç yıl içinde İsrail kendi nüfusunu ikiye katlarken Yeşil Hat içinde kalan Filistin topraklarının yüzde 93'üne el koydu. 

Esasında o günden bu yana sürdürülmekte olan Nakba 7 Ekim 2023’te hepimizin gözlerinin önünde açık bir soykırıma dönüştürüldü ki bu da stratejik, planlı bir ‘çökme’ politikasıydı. 

Siyonistler de tıpkı tarihteki tüm diğer yerleşimci sömürgeciler gibi kapitalizmin kâr odaklı dişlilerini arkalarına alıp Filistin halkının dayanıklılık ilişkilerini yok ederken en başından bu yana toprak talep etti, yüz binlerce Filistinliyi topraklarından kovdu. 

İsrail, 7 Ekim itibarıyla artık Filistin’de bir tane bile Filistinli bırakmayacağını açıkça gösterecek kadar inanılmaz bir kırıma girişirken yine başta ABD olmak üzere, kendisini her koşulda destekleyeceklerini bildiği emperyalistlere güveniyordu.

İsrail Gazze'de taş üstünde taş bırakmayarak okullara, hastanelere, güvenli bölge olarak belirlenen yerlere sığınan Filistinlilere bomba yağdırmaya devam ederken ABD bu soykırımın her adımında onun yanında yer aldı. Geçtiğimiz günlerde soykırımcıya 20 milyar dolarlık bir silah sevkiyatını daha onayladı. Bu sevkiyatta yine savaş uçakları var, füzeler var. Ve bunu da İsrail’in kendini savunma hakkına verilen destek olarak sunuyor.

ABD başta olmak üzere Batı emperyalizminin bir soykırımı dahi destekliyor olmasının asıl sebebi, devletler arası rekabete dayalı küresel emperyalizmin Filistin halkını zerre kadar umursamıyor oluşu. Kendi çıkarlarını destekleyen İsrail ile, soykırımın ortakları olacak şekilde el ele veriyorlar çünkü ele geçirdikleri gücü diğer emperyalistlere kaptırmak istemiyorlar. El ele verip bir soykırım gerçekleştiriyor ve bunu yaparken de en büyük rakiplerini (Çin) otoriterlikle suçlamaya devam ediyorlar.

Hamas

Hamas, Birinci İntifadanın patlak verdiği 1987 yılında ve bir direniş gücü olarak kuruldu. 

Birinci İntifada 1993’te sona erdiğinde ABD ve Avrupa Birliği'nin aracılık ettiği, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile İsrail tarafından destek bulan bir anlaşmaya imza atıldı. Oslo Anlaşmaları olarak bilinen bu süreçte, İsrail'in tanınması karşılığında FKÖ ve diğer direniş gruplarına Gazze ve Batı Şeria üzerinde sınırlı bir kontrol imkânı sunulmuştu. Ne var ki Doğu Kudüs'ün statüsü ve Filistinlilerin evlerine dönme hakkı gibi önemli başlıklar ileri bir tarihte tartışılmak üzere ertelendi. Bu nedenle anlaşmayı reddeden Hamas (ki o yıllarda İsrail devletini resmen tanımayı reddediyordu) üç yıl sonra Filistin Yönetimi için yapılacak seçimlere de katılmayınca ondan boşalan yeri El Fetih partisi doldurdu ve bu parti parlamentoda çoğunluğu kazandı.

İsrail böylesi gelişmelerin ortasında bile Filistin topraklarına el koymaya devam etti, ABD ise Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak gördüğünü gösteren adımlar attı.

2000’de İkinci İntifada yaşandı ve Hamas bir kez daha merkezde yer aldı. 2006’da ise seçimleri kazanarak yönetime geçti. Ancak hemen ardından İsrail ile ABD tarafından desteklenen El Fetih’in gerçekleştirdiği bir darbe girişimi yaşandı. Siyonistler ve emperyalistlerin bu girişimi Hamas’ın müdahalesiyle başarısızlığa uğratıldı. Ardından gerçekleştirilen müzakerelerde Hamas İsrail’i bir devlet olarak tanıyacağını gösterecek şekilde iki devletli çözümü kabul etmiş oldu. 

Filistin için içeride ve dışarıda verilen mücadelelerin dinamikleri bu hamle ile farklılaşmış görünse de neticede hiçbirimiz Filistin halkının içeride verdiği mücadelenin dinamiklerini eleştirebilecek konumda değiliz. İçeride iki devletli çözüme yönelim gösterilmesi, bizlerin dışarıda verdiğimiz mücadelede Nehirden Denize Özgür Filistin talebini yükseltmemize engel teşkil etmez. Fakat bu talebin arkasında birleşirken de bir halkın on yıllardır verdiği haklı mücadelesinde neyi nasıl yapmaları gerektiğine dair diskur çekme hakkımız yoktur.

Uluslararası Sosyalist Akım’ın (IST) Ekim 2023’te yaptığı açıklamada şöyle diyorduk: “Hamas ve diğer direniş örgütlerinin 7 Ekim'de başlattığı saldırılar, Filistin sorunu çözülmeden Orta Doğu'da barışın olamayacağına dair bir uyarı niteliğindedir.” Nitekim 7 Ekim saldırıları Filistinlilerin daha fazla göz ardı edilemeyeceğini en acı şekilde gösterirken İsrail’in ve Batı emperyalistlerinin gerçek yüzünü de ortaya serdi. 

Gazze’ye verilen sahte destek

7 Ekim’den sonra Türkiye’de birçok kurum, vakıf, Filistin halkı için sokaklara çıktı. İsrail’in öfkeli sloganlarla protesto edildiği bu eylemler bir süre sonra sönümlendi. 

Sönümlenmesinin nedeni, bu eylemleri düzenleyen kurumların Türkiye’de iktidar şemsiyesi altında olmalarıydı. 

İsrail’in saldırıları o kadar şiddetliydi ki eylemler tüm dünyada hızla İsrail’in dünya politika sahnesinde yalnızlaştırılmasına odaklandı. Bu, her ülkede örgütlenen Filistin’le dayanışma eylemlerinde o ülkenin İsrail’le ilişkilerinin teşhir edilmesi anlamına geldi. 

Türkiye’de Filistin’e Özgürlük Platformu olarak bizler, ilk eylemimizden itibaren Erdoğan iktidarının İsrail’le ikili anlaşmaları ve ticareti sona erdirmesini talep ediyorduk. İsrail’in yarattığı yıkım, bu talebin milyonlarca insanın öfkeli talebi olmasıyla sonuçlandı. 

Filistin halkıyla dayanışma içinde olan hiçbir çevre, iktidarın İsrail’le kirli ilişkisini açığa sermeden eylem yapamazdı artık. Bu yüzden, iktidarın teşhirini yapmaktan imtina edenler, Filistin’le dayanışma eylemlerinden geri çekilmek zorunda kaldılar ve derin bir sessizliğe büründüler. 

İktidarın kendisi ve doğrudan iktidar çevreleri de en başta Gazze için mitingler örgütleseler de kısa sürede buna bir son verildi çünkü iktidarın İsrail’le ilişkilerini eleştirmeden sahte Filistin eylemleri düzenlemek artık gerçekten imkânsız hale gelmişti.

AKP’nin Filistin yalanları

AKP iktidarı Filistin konusunda en başından beri yalan söylüyor. Seçim ve miting meydanlarında İsrail aleyhinde en sert konuşmaları yapan iktidar sözcüleri bir gerçeğin halktan sürekli olarak gizlenmesi için mücadele ettiler. Bu, Türkiye ile İsrail arasındaki ticaretin boyutlarının sürekli arttığı gerçeğiydi. 

İktidar bu gerçeği gizlese de devlet kurumlarının verileri ticaretin boyutlarını gözler önüne serdi. 

Bazı bakanlar, yüzleri kızarmadan, bu ticaretten kârlı çıkanın Türkiye olduğunu bile söyleyebildi. Bazı sözcüler ise ticari anlaşmaların 7 Ekim’den önce imzalandığını ve Türkiye’nin anlaşmalara uymazsa yaptırımlara maruz kalabileceğini iddia etti. 

Ortada bir soykırım varken bu soykırımın faili olan devletle ikili anlaşmaları iptal eden ülkeye hiçbir yaptırım uygulanamaz. 

Bu yaptırımları hiç kimse, hiçbir uluslararası kuruluş ciddiye almaz. 

Sorunun uluslararası bağlayıcılığı olan ticaret kuralları değil, Türkiye’de iktidarın ve bazı şirketlerin gözünü para bürümüş olması olduğu çok nettir. 

Bilhassa da daha yakın zamanda Azerbaycan’dan gelen petrolün Türkiye üzerinden İsrail’e taşındığının açığa çıkması büyük bir skandaldı. Azerbaycan şirketi Socar’ın yöneticileri Türkiye’de Filistin için mücadele eden aktivistleri açıktan tehdit edebildiler ve bunun da nedeni iktidarın İsrail’in kanlı paralarından vazgeçememesidir.

Filistin için direnmeye ara vermeyeceğiz.


Volkan Akyıldırım Tüm Yazıları

İktidarın CHP'ye artan baskısı hangi amaçlarla uygulanıyor?

İktidar, yargı silahını kullanarak CHP'ye adeta savaş açtı.

İstanbul Esenyurt Belediyesi'ne kayyım atanması ve Beşiktaş belediye başkanının tutuklanması, CHP gençlik kolları başkanının gözaltına alınmasını İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında başlatılan iki yeni soruşturma izledi.

Öte yandan Özgür Özel'in yakın zamana dek izlediği AKP ile diyalog/müzakere politikası, sonraki başkanlık seçimlerine hangi adayla katılınacağı, bunun şimdiden tespit edilip edilmeyeceği başlıkları CHP'yi yoğun bir iç tartışmaya sürüklemiş durumda.

İstanbul yenilgisi

29 Haziran 2019'da yapılan yerel seçimlerde CHP'nin büyükşehir belediye başkanı adayı Ekrem İmamoğlu, rakibi AKP adayı Binali Yıldırım'ı az oy farkla mağlup ederek birinci olmuştu.

Fakat AKP bu kararı tanımadı. Oyların tekrar sayımı için Yüksek Seçim Kurulu'na (YSK) başvurdu. Tekrar sayımla geçen gerilimli günlerin sonunda YSK seçimi iptal etti.

Tekrar seçim 29 Haziran'da yapıldı. İmamoğlu, uğradığı haksızlık karşısında geniş kesimlerin tepkisini arkasına alarak 700 bin oydan fazla farkla tekrar kazandı.

Şimdi CHP'ye karşı ilan edilen savaşın temel sebeplerinden biri, 2019'da tekrar ettirilen seçimlerin sonunda AKP'nin tarihi yenilgisinin rövanşını alma arzudur.

Ahmak davası

Dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile Ekrem İmamoğlu arasında yaşanan polemik ise İmamoğlu ve CHP'nin başında sallanan bir kılıç haline geldi.

Soylu, Avrupa Parlamentosu'nda yaptığı konuşmada AKP iktidarının antidemokratik baskısını eleştiren İmamoğlu'na "ahmak" dedi. Ekrem İmamoğlu “31 Mart’ta seçimi iptal edenler ahmaktır” yanıtını verdi.

Bunun üzerine Ekrem İmamoğlu'na Yüksek Seçim Kurulu'ndaki hakimleri hedef alıp hakaret ettiği gerekçesi ile dava açıldı. Ve İmamoğlu'na 2 yıl 7 ay ceza verilerek siyasi yasak kararı çıktı. Dava istinaf mahkemesine taşınmış durumda. İstinaf, yerel mahkemenin kararını tanıdığı takdirde son kararı Yargıtay verecek.

Müteahhit kökenden gelen, kendini demokrat olarak tanımlayan fakat sağa yeşil ışık yakan bir merkez siyasetçi olarak karşımıza çıkan İmamoğlu, seçildiği günden beri CHP başkan adaylığına oynuyor. Fakat siyasi yasak geldiğinde seçim denklemi dışında kalabilir.

Esenyurt'a atanan kayyım

Geçen Ekim ayında Türkiye'nin en kalabalık ilçesi Esenyurt'u yöneten CHP'li Ahmet Özer, PKK üyeliğinden tutuklandı. İçişleri Bakanlığı, Özer'in yerine İstanbul vali yardımcısını kayyım atadı.

Bu baskıcı karar, iktidarın bir eşiği atlamasıydı. Daha önce de birkaç CHP'li belediye başkanı yolsuzluklarından dolayı tutuklanmıştı. Fakat bu kez İstanbul'da önemli bir belediyeye devlet el koydu.

AKP'nin kalelerinden olan Esenyurt'taki yerel seçimde CHP ile DEM Parti arasında kurulan "kent uzlaşısı" sonucu oyların yüzde 49,04'ünü alan Ahmet Özer belediye başkanı olmuştu.

Bu olayda iktidarın CHP’ye açtığı savaşın diğer amacı görülüyor: CHP ve DEM Parti arasında kurulan seçim ittifakının kriminalize edilerek bozulması. Keza yine iki partinin kent uzlaşısı ile seçilen DEM partili Mersin Akdeniz Belediyesi'ne de kayyım atandı. 

Bir yandan İmralı ile bir süreç başlatan ve yakın zamana kadar dışlanan DEM Parti'nin bu süreçte başlıca taraf olarak kabul edilmesi sürerken, aynı anda AKP-MHP ittifakı CHP'nin milliyetçi tabanına da hitap ederek ittifakı bozmak istiyor.

İmamoğlu'nun Erdoğan'dan önceki rakibi Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş. Yavaş, CHP'nin belediye başkanı olsa da eski bir MHP'li ve halen de ülkücü. Kürt meselesinde yeni diyalog sürecine karşı çıktığı gibi DEM Parti ile açık ittifaka karşı olduğu da biliniyor.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel ise sürece başta tam destek vermişti. Fakat CHP'li bazı çevreler bu sözleri yayınladı ve milliyetçi-ulusalcı seçmen kitlesi Özgür Özel'i adeta topa tuttu.

İktidar CHP'nin zayıf noktasını görüyor ve buradan yükleniyor.

Yeni davalar

Esenyurt'a kayyım atanmasının sıcaklığı sürerken bu kez Beşiktaş Belediyesi'ne operasyon yapıldı. Belediye başkanı Rıza Akpolat, 'suç örgütüne üye olmak', 'ihaleye fesat karıştırmak' ve 'haksız mal edinmekle' suçlanarak tutuklandı.

Bu davanın odağında AKP'ye yakın birine ait dev kamu ihaleleri alan şirket yer alıyor. Bu şirket, birçok belediyeden olduğu gibi Beşiktaş'tan da ihale almış. 

Aynı günlerde Özgür Özel'in yaptığı bir konuşmanın videosunu paylaşan CHP Gençlik Kolları Başkanı Cem Aydın evinden "kamu görevlisine hakaret" suçlamasıyla polis eşliğinde adliyeye görüldü.

Özel, söz konusu konuşmasında İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek'e "ayaklı giyotin” diyerek eleştiriyordu.

Kritik davalarda hakimlik yapan Gürlek, CHP eski il başkanı Canan Kaftancıoğlu'na siyasi yasak koyması, HDP lideri Selahattin Demirtaş'ın tutuklanması kararlarıyla tanınıyor. Aynı zamanda tutuklanan CHP milletvekili Enis Berberoğlu'na "hak ihlali" deyip yeniden yargılama hükmü veren Anayasa Mahkemesi kararını da tanımamıştı.

Tam da bu noktada Ekrem İmamoğlu'na iki yeni soruşturma daha açıldı.

Konuşmasında Akın Gürlek'i ve CHP davalarında bilirkişi olan birini eleştiren İmamoğlu, kürsüden inmeden soruşturulmaya başlandı. Ve hakkında hapisle siyasi yasak getiren bir ceza davası daha açıldı.

Söz konusu bilirkişi Esenyurt, Beşiktaş ve İmamoğlu’nun davalarında yer almış ve CHP aleyhine hazırladığı raporlar esas alınmış biri. İmamoğlu, bu kişinin ismini zikredip eleştirmesiyle sıradışı soruşturmalar devreye girdi.

Burada CHP'ye karşı taarruzun bir başka nedeni karşımıza çıkıyor. Bugüne kadar dokunulmaz olan CHP mevzilerine yargı ve kolluk marifetiyle dokunulmasıyla, muhalif seçmen kesimler korkutulmak, mücadeleden uzak tutulmak isteniyor. 

AKP güç kaybederken

31 Mart 2024 seçimlerinin ortaya koyduğu en önemli eğilim, başkanlık seçimlerini Erdoğan kazansa da AKP'nin eriyor oluşuydu.

Geçen 10 ay boyunca özellikle ücretli ve yoksul seçmenlerin AKP'den kopuşu devam ediyor.

Fakat AKP'den kopan kitleler CHP'ye topluca kaymıyor.

Muhalefet erken seçim istese de Erdoğan yaptığı son konuşmalarda seçim tarihi olarak normaldeki takvimi, yani 2028'i işaret etti. Ve partisinin seçim başarısızlığına dikkat çekerek yüzden 50'ya ulaşma hedefini duyurdu.

Tekrarlatılan İstanbul seçimlerinde Ekrem İmamoğlu'na uğradığı haksızlıktan dolayı oy çağrısı yapmıştık. Fakat CHP'ye birçok noktada kökten karşıyız. Bunların başında Suriyeli göçmenlere karşı ırkçı tutumu ve yönettiği belediyelerdeki taşeron düzeni geliyor.

Buna rağmen CHP'li seçilmiş siyasetçiler ve belediye başkanlarına yapılan baskıya karşı çıkmak gerekir.

Haksız hukuksuz yargılamalara, atanmışların seçilmişlere yaptığı müdahalelere ve kayyımlara karşı çıkmak bir zorunluluk. Antidemokratik, baskıcı politikalar halkı kutuplaştırdığı gibi işçileri bölüyor. Herkes için adaletten, demokratikleşmeden yanayız.

Volkan Akyıldırım




Zilan Akbulut Tüm Yazıları

Yasal, güvenilir ve erişilebilir kürtaj haktır!

Kadın bedeni ya da kadınları ilgilendiren pek çok konuda olduğu gibi kürtaj da oldukça tartışmalı ve kadınlara atfedilen soyun devamı için çocuk doğurma rolünü üstlenmiş işlevler üzerinden varlığını sürdüren bir konu. Gebeliğin devam edip etmemesi, kürtajın ücretsiz olup olmaması ya da hangi yöntemlerle veya ne zaman sonlandırılacağına yönelik dönen tartışmalar bu odağın ekseninde şekillendiği gibi yıllardır kadın mücadelesinin önemli bir ayağını oluşturmuş ve bu konuda oldukça önemli kazanımlar elde edilmiştir. 

Kadınlara yüklenen bu üreme rolü “kutsal annelik” kisvesi adı altında kadınlar haricinde herkesin konuşabileceği “iyi niyetli tavsiyelerin” havada uçuştuğu bir nitelik kazanmış ve kadını yalnızca bu role indirgemiştir. Kapitalizm ve ailenin kurumsallaşmasıyla birlikte kadının işgücünü yeniden üretme göreviyle baş başa kalması kadın bedenin nüfus politikalarının aracı haline gelmesine neden olmuştur. Hal böyleyken kürtaj gibi kadın bedenini doğrudan ilgilendiren bir mesele hala dünyada birbirinden farklı kısıtlamalarla sunulan ya da yasaklanan bir işlem olmuştur. Kimi zaman doğrudan bir yasak konulmasa bile maddi ve manevi türlü engellerle birlikte üstü kapalı bir yasak halinde sunulmaya devam etmektedir. 

Türkiye’de ise kürtaj, 10. gebelik haftasının sonuna kadar yasal olmasına rağmen uygulamada böyle bir yasanın pek bir karşılığı yok. Kadınlar hastanelerde kadının evli veya bekar oluşuna ilişkin prosedürlerin farklılaşmasından tutun da böyle bir uygulamanın yasak olduğunu söylemeye kadar pek çok sistematik engellere maruz kalır. Ancak kürtajı kısıtlayan ve kısıtlamayan ülkelerdeki kürtaj oranları birbirine çok yakın olmasından da anlaşılacağı gibi kürtaj yasaklamakla ya da maddi ve manevi bir dizi engelle son bulmuyor. Kadınlar kürtaja ulaşamadığı hallerde gebeliği sonlandırmak için ağırlık kaldırmak, yüksek bir yerden atlamak, düşüğe neden olacağına inandıkları ilaçları içmek, vajinalarına sivri cisimler sokmak gibi tehlikeli, sağlıksız veya geleneksel yöntemlerle bedenlerine zarar verebiliyor. Dolayısıyla kürtajın yasal ve ulaşılabilir olmamasının pratikteki karşılığı kadınların bedensel ve ruhsal sağlığından vazgeçmesine neden oluyor.

Bedenlerimizin, cinselliğimizin ve hayatlarımızın nüfus politikalarına alet edilmesine; kocalar, babalar, sevgililer tarafından denetlenmesine izin vermeyeceğiz. Biliyoruz ki kürtaj değil, kürtajın yasaklanması ya da kürtaj olmak isteyen kadınlara zorluk çıkarılması cinayettir. Bedenlerimiz bizim, kararlar da yine bizim olacaktır!

Zilan Akbulut