Diyalog-müzakere-çözüm-barış ya da mücadele: Kürt halkının kararının yanındayız

22.10.2024 - 20:46

Şenol Karakaş'ın bu makalesi Enternasyonal Sosyalizm dergisinin yakında çıkacak 14. sayısından alınmıştır.

Son 15 günde siyasi iklimde çok ani bir değişiklik oldu. Normal hızla giden trenden dışarıyı seyrederken tren birden yoldan çıkmış gibi. Çok sert bir değişiklik yaşandı. Erdoğan bundan bir sene önce bugünlerde Diyarbakır'da yeni bir süreç başlatmak için hamle yaptığında Devlet Bahçeli sürecin başlamasını engellemişti. Aynı Bahçeli, kalktı TBMM’de Sezai Temelli ve Tuncer Bakırhan’ın elini sıktı. Birçok barış yanlısının ve bazı gazetecilerin heyecanlanarak belirttiği gibi Bahçeli’nin arkasında ayakta Efkan Âlâ vardı. Efkan Âlâ çözüm süreci döneminde İçişleri Bakanlığı yaptığı için bu simgesel duruma çeşitli anlamlar yüklendi. Devlet Bahçeli ile Erdoğan'ın da simgesel mesajları çok sevdiğini düşündüğümüzde Efkan Âlâ’dan heyecan duyanlar haksız sayılmazlar.

Bu el sıkışmanın ardından Bahçeli, meclis resepsiyonunda şunları söyledi: “Yeni bir döneme giriyoruz. Dünyada barışı isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım.”[1] Sonra bu sözlerine biraz daha açıklık getirdi Bahçeli: “Meclisteki uyum, mutabakat, karşılıklı saygı çerçevesinde tartışma ve istişare, buradan sokağa yansıyacak, ülkenin huzur ve emniyetine kapı aralayacaktır. Bölgemizin içinde bulunduğu gerilimli atmosferde siyasi rekabeti, siyasi husumete dönüştürme teşebbüslerine izin vermeyeceğinize inanıyorum.”[2]

Bahçeli’den bu sözleri duymak, kesinlikle şaşırtıcıydı. Çünkü aynı Bahçeli HDP’nin kapatılması için[3] konuşmalar yapan, Dem Parti’nin kapatılmasını isteyen, her canı sıkıldığında idam tartışmasını gündeme getiren[4], AYM’nin demokrasiyi biraz olsun kollayan kararlarında bu kurumun devrini doldurduğu iddia eden ve mahkemenin üyelerini Can Atalay davasında aldıkları karar nedeniyle “kara cübbeli işbirlikçiler” olarak niteleyen, TTB’nin kapatılmasını isteyen[5], HDP hakkında ağır sözler söyleyen[6] siyasi figürdür. Hatta hızını alamayıp seçmen iradesini de kapatmayı hedeflemişti ve şöyle demişti: "“Cam tavanı kırdık” diyenlerin Türk devletinin çatısını ve Türk milletinin varlığını dinamitlemesine asla fırsat verilmeyecektir. Türkiye Cumhuriyeti sandıkta kurulmamıştır. Türk tarihi sandıkta yazılmamıştır. Herkes aklını başına almalı, rüzgâr ektiği müddetçe fırtına biçeceğini unutmamalıdır."[7]

Şimdi aynı Bahçeli, düşmanlaştırdığı siyasetçilerin elini sıkıyor. Barış kelimesini kullanıyor. Tabii ki gün geçtikçe ağzında tuttuğu baklayı saha fazla saklayamasa da son 15 günde olanların şaşırtıcı olduğu kesin.

AKP ve Erdoğan da benzer bir hızla Bahçeli’nin konuşmasını desteklediler. Erdoğan Bahçeli’nin açıklamalarını takdir ettiklerini söyledi. Bahçeli de zaten, Erdoğan’dan feyz aldığını söylemişti.[8] Benzer açıklamalar değişik tonlamalara sahip olsa da arka arkaya gelmeye devam etti. Sıkılan ellerin yerini çok hızla sertleşen uyarılara bıraktığı görülse de gelişmelerin özü bir ve aynı. Kürt sorunu etrafında bir değişim dinamiği işlemeye başlamış durumda ve bu dinamiğin hangi arka planda işlediğini kavramak da çok önemli.

Dünyayı sarsan Filistin yılı

Bir anda faşist bir partinin liderinden bu türden açıklamalar gelince hangi arka planının bu yerli-millî iktidar blokuna bu açıklamaları yaptırdığı önem kazanıyor. Burada, kuşkusuz, bir dizi yorumcunun ve gazetecinin ele aldığı gibi, sürecin 7 Ekim Aksa Tufanı ve ardından İsrail’in soykırımı hayata geçirmek için tırmandırdığı işgalin yattığı çok açık. Gazze tüm dünyayı politik olarak ikiye bölmekle kalmadı, tek tek tüm ülkelerde siyasal iktidarlar Gazze’de izledikleri politikalara bağlı olarak çeşitli kırılmalar yaşadılar. 21. yüzyılın ilk soykırımından söz ettiğimiz ve katliam tüm dünyanın gözünün içine baka baka işlendiği için bu kaçınılmaz. Üstelik, son iki ayda, İsrail şımarık bir zengin çocuğu gibi her türden terör yöntemini, suikastları, uzaktan çağrı cihazlarını patlatma yöntemlerini, çadırlarda kalan insanları yakmayı, Hizbullah ve Hamas liderlerini özel olarak örgütlenmiş saldırılarla öldürmeyi işgal politikalarının bir parçası olarak geliştirirken aynı anda Lübnan, Suriye ve İran’la bir savaş gerilimini inşa ediyor. Çatışmanın çapının yayılması hem bölge ülkelerin bütününü hem de tüm dünyayı sarmalama ihtimali olan başka bir savaşın İsrail’in Gazze soykırımının üzerine oturması ihtimali tüm ülkeleri bu ihtimale göre hazırlanmaya zorluyor.

İşte Türkiye’de devlet de AKP-MHP koalisyonuyla aktif bir işbirliği içinde Gazze’de yaşanan ve yaşanabilecek olsan sarsıcı gelişmelerin etkisini ölçmeye ve egemen sınıf için buna uygun bir planlamaya girişmiş durumda. Kürt sorununda son günlerde yaşanan gelişmelerin bir nedeni bu dinamik. Fakat, bir başka dinamik daha söz konusu.

Bölgesel yayılmacılığın keyifli suları

Mevcut iktidar blokunun hangi politik temeller üzerinde inşa edildiğini hatırlamak çok önemli. Bugünü anlamak açısından kısa bir süre öncesine kadar çok popüler olan Mavi Vatan meselesinin nasıl gündeme geldiğini de hatırlamak bir zorunluluk. Yerli-Milli koalisyonun şekillendiği dönemde bu bloğun bileşenlerinin hangi zemin üzerinde bir araya geldiğini şöyle tariflemeye çalışmıştım:

Devletle AKP arasında bir koalisyon şekillenmeye başladı. AKP, MHP, Perinçek ve geleneksel devlet aygıtının bir koalisyonuydu bu. Bu ittifak kendisi açısından elzem olarak gördüğü 6 konuda anlaştı ve anlaşmanın adına “yerli ve milli konsept” adı verildi. Fakat, bu, kâğıt üzerine maddelerin yazıldığı bir uzlaşma değil, zaman içerisinde gelişen, bir hamlenin ya da uzlaşmanın diğerini de tetiklediği bir süreç oldu. Bu yerli-milli koalisyonun temel hedefleri şunlardı: Birincisi, emperyalist ülkelerin hegemonya sarsıntısı yaşadığı, Çin ve Doğu’nun güçlendiği dönemde Türkiye bölgesel bir güç olma şansına sahip olarak görüldü. (…) Yerli milli konseptin ikinci tezi, Kürt sorununda şiddet politikasının öne çıkarılmasıydı. Kürt sorununda içeride çözüm denemeleri sona erecekti. Dışarıda (Irak ve Suriye) askeri yöntemlerle, Kürtlere Türkiye dışında da siyasal varoluş alanı bırakılmayacaktı. Üçüncü başlık Fethullahçıların tasfiye edilmesiydi. Dördüncü olarak, bu ittifak bir rejim değişikliğini gündeme getirdi. Unutmayalım ki “fiili durumu yasal hâle getirmek gerekir” diyerek başkanlık referandumunun kapısını aralayan Devlet Bahçeli’ydi. Demokrasinin kademeli olarak askıya alınması ve neoliberal politikaların en utanmazca şekilde uygulanması son iki temel hedefiydi bu ittifakın. İşçi sınıfının örgütlenme kanalları kutuplaşma siyasetleriyle tarumar edilecekti.[9]

Yerli-milli koalisyonun temel hedefleri, emperyalist ülkelerin güç kaybı yaşadığı ve Çin ile Doğu’nun güçlendiği bu dönemde Türkiye’nin bölgesel bir güç olma fırsatını değerlendirmekti. Emperyalist ülkelerin güç kaybettiğinin düşünüldüğüm bir dönemde bölgesel güç olmak için hinlik üstüne hinlik yapmak yerli-millî koalisyonun temel hedefiydi. Davutoğlu’nun derin olduğu söylenemeyecek stratejik derinlik tezi gibi Mavi Vatan tezi de tıpkı yıllar önce neoconların önleyici savaş doktrini gibi Türkiye’nin savunmasını sınır ötesinden askeri güçle el ele ilerleyen başka ülkelerin iç politik gelişmelerinde tayin edici olmayı hedefleyerek başlatmayı amaçlıyordu. Türkiye, Suriye ve Libya’ya gibi ülkelere asker göndermesinin ve ABD’den sonra kendi sınırlarının dışında en fazla asker bulunduran ülke olmasının nedeni de bu. Türkiye, hem Rusya hem ABD ile hem gergin hem dostane bir ilişki kurarak iki ülke arasında pazarlık yapabileceği bir dönem yaşadı.[10]

Fakat emperyalist ülkelerin çatlaklarından yararlanarak bölgesel bir güç olmaya çalışma stratejisi “birçok krizi aynı anda yaşayan Türkiye’nin ekonomik ve askeri gücünün çok ötesinde” olması nedeniyle pırıltısını yitirdi. Fakat bir stratejinin pırıltısını yitirmesi devletin o stratejiden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Bu da bizi, son günlerde Kürt sorununda atılan adımların arka planında Türkiye'nin bölgesel güç olarak yayılma eğilimlerinden bağımsız olarak ele alınıp alınamayacağı tartışmasına getiriyor. Bu açıdan Erdoğan’ın 1 Ekim’de meclis açılış konuşması ve ardından Bahçeli’nin Dem Parti liderliğiyle tokalaşmasının arkasında çok açık ki Ortadoğu’da gelişmekte olan kasırganın etkisini azaltmak ve aynı zamanda bu kasırgayla beraber sörf yaparak bölgesel düzeyde, Türkiye dışında güçlenmek, yeni fırsatları değerlendirmek için iç politikada en gergin fay hattı olan Kürt sorununu halletme arzusu yatıyor.

Eriyen iktidar blokunun hamleleri

İktidar blokunun Şebnem Korur Fincancı’nın hapsedilmesini, TTB, Baro, Anayasa Mahkemesi gibi kurumların kapatılmasını isteyen ortağının, birdenbire “Halkların kardeşliği, dünyada barışı sağlayalım, bize de barış gelsin” gibi şeyler söylemeye ve mecliste, "Karşılıklı saygı çerçevesinde tartışma ve istişare yapalım; bu, ülkenin huzur ve emniyetine katkı sağlayacaktır" şeklinde konuşmalar yapmasının bir nedeni de iç politikada iktidar blokunun ihtiyaçları olabilir elbette. Ama bu adımların ne seçim kazandıracağının garantisi var ne de 2015 yılından beri genetiğine kadar kodlanmış MHP tabanında oluşacak kafa karışıklığı bu parti açısından çok gerekli bir bela.[11]  

Elbette, bu sürece girerken, 31 Mart seçimlerinde aldığı ağır yenilgi de iktidar partisi açısından bir etkendir. Başka etkenler de vardır muhtemelen. Konu hakkında konuşan herkesin altını çizdiği gibi yeni anayasa girişimi için Dem Parti’nin muhalefet “bloku”ndan kopartılması da iktidarın cin fikirleri arasında yer alıyor olabilir. Ama Öcalan’ı bu kadar lanetledikten sonra yeniden siyasal alanda etkin bir figür olmasının önünü açma ihtimali taşıyan bir hamle bu iktidar bloku açısından çok akıllıca olmazdı. Hâlâ en akla yatkın açıklama ateş topuna dönme ihtimaliyle yüz yüze olan Ortadoğu’da, Kürt örgütlerinin gerilemeden durmasının taşıdığı potansiyelin çözülmesi gereken bir sorun olarak algılanması. İran’da, Suriye’de ve Irak’ta Kürt örgütleri güçlerini kaybetmeden, tersine, güçlerini koruyarak ya da daha da güçlenerek var olmaya devam ediyorlar. Kürt sorunu, sadece Türkiye’de her düzeyde derinleşmiş değil ayrıca tüm bölgeye de yayılmış vaziyette. Suriye, İran ve Irak Kürt örgütlerinin dinamik ve siyaset ve çatışma alanlarında etkin olduğu bir konumdalar. Dolayısıyla, Kürt halkının en temel haklarının tanınmadığı koşulların ürünü olan siyasal krizin en azından dinlendirildiği bir siyasal atmosferle ABD-İsrail ekseninin bölgede estirdiği terörün Türkiye’ye etkilerini bir ana sorunda uzlaşma sağlamış olarak atlatmak bugün devletin güvenlik programının temelini oluşturuyor. Erdoğan, bu nedenle 1 Ekim’den beri her fırsatta İsrail’in saldırganlığından söz ediyor.[12]

“Pragmatist” bir diyalog kurma hevesi

Bahçeli’nin tokalaşmasını gördüğümde, ilk önce, tıpkı Ertuğrul Kürkçü gibi bu sefer ne gibi bir hinlik içinde diye düşündüm. Çünkü bu kaçıncı sürpriz tokalaşmaydı.[13] Ancak kısa süre sonra ortayşa çıktı ki, şimdiki süreç bir farklılık içeriyor. Şimdi içinde olduğumuz diyalog sürecinin 2013 yılında ilan edilen çözüm sürecinden en büyük farkı, Abdullah Öcalan’ın süreçte aldığı rolün belirsizliği. 2013 yılında yüzbinlerce insan Diyarbakır meydanında Öcalan’ın İmralı’dan yolladığı ve çözüm sürecinin mantığını anlattığı mektupla değişimin bir parçası hâline gelmişti.

Bugün, Bahçeli’nin el sıkışması sis bulutu içinde süren tartışmalar yapmamıza neden oluyor. İmralı’dan yollanan mektup o gün sürecin taraflarını da muhataplarını da net bir şekilde gösterirken, bugün, tarafların kimler olduğu ve hangi tartışmaların yaşandığı belirsiz. Bir sürecin düzeyini, sınırını Bahçeli belirliyorsa konuşulacak tek konunun hızla PKK’nin silahsızlanmasına indirgenmesi kaçınılmazdır. Üstelik bu indirgeme, seslendiği muhataplarını küçültmeye çalışarak yapıldığında daha da umutsuz bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşünmemiz kaçınılmaz.

İktidarın zirvelerinden çok kısa sürede yapılan açıklamaların tonuna bakınca durum daha da anlaşılır oluyor. Erdoğan, 1 Ekim’de meclis açılışında yaptığı konuşmada, Bahçeli’nin hemen ardından yürüyeceği yol haritasını çizmiş ve şöyle demişti: “‘Vaat edilmiş topraklar’ hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dinî bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır.”

Birkaç gün sonra Bahçeli’nin açıklamalarına da destek verdi. Bahçeli’yi "çok takdir ediyoruz" diyerek onayladı. Sonrasında, samimi mi değil mi sorularıyla ilgili Bahçeli, durumu daha agresif bir tavırla ele aldı. Bu el sıkma olayını sadece siyasi nezaketin ötesinde, önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimi ve yeni anayasa için bir fırsat olarak görenler var. "Dümenlerle, düzenlerle el uzatmayız. Biz durduk yere el sıkmayız, öylesine yerimizden kalkıp el sıkmanın merakını taşımıyoruz," gibi ifadelerle bu el sıkmanın, cumhurbaşkanından başlayan bir devlet politikasının sonucu olduğunu vurguladı.

Bir süre sonra ise Bahçeli, önce şöyle bir açıklama yaparak diyalog kurarken hedefinin ne olduğunu açığa serdi:

Türkiye Cumhuriyeti’nin âli menfaatleri uğruna her vasatta temel ve ortak değerler etrafında el ele tutuşmaya, elimi uzatmaya varım ve hazırım. Ancak bu elin yanlışa yorumlanmasını, açılan kollarımın, gülümseyen yüzümün ihanetin saklanacağı kisve olarak tevilini asla affetmem, buna da cihan yıkılsa razı gelmem. Bu hususta DEM Parti’nin aklını başına alması, uzattığım eli sabote etmek amacıyla tahrik ortamını kamçılamaktan uzak durması herkesin hayrınadır.[14]

MHP gibi bir partinin lideri kendileriyle tokalaştığı için sevinçten havalara zıplaması beklenen Dem Parti sözcüleri böyle davranmayınca yine aba altından sopa gösterilmesine maruz kaldılar. Bahçeli, hızını alamayıp devam ettiği açıklamasında Abdullah Öcalan hakkında bir diyalog başlangıcında söylenmemesi gereken hakaretleriyle durumun barış umudu besleyenler açısından daha da iç karartıcı bir hâle gelmesine neden oldu. Şöyle dedi: “Senin memlekete hizmet sözün vardı. Hadi hizmetini yap. Dağıt örgütünü.”[15]

Ahmet Hakan, bu açıklamayı ballandıra ballandıra ve Öcalan’ın yakalandığı dönemde çekilen meşhur bir fotoğrafla beraber köşesinde yayınladı. Önceki süreçte, Öcalan devlet yetkilileri tarafından böyle yıpratılmıyordu. Elbette sık sık buna benzer açıklamalarla prestijini yerle bir etmeye çalışanlar olsa da örgütünün üstündeki otoritesinin farkında olanlar sürecin hassasiyetiyle frene basıyordu. Bahçeli, Dem Parti yöneticilerini emir eri sandığı ve emretmeye çok alışık olduğu için kutsiyet atfettiği tokalaşma hamlesinden sonra tüm Kürt siyasilerin karşısında hizaya geçeceklerini düşündüğü için olsa gerek ağzını da asabını da hemen bozdu.

Dolayısıyla süreçlerin öne çıkan aktörleri arasındaki fark, 2013 dönemiyle bugün karşı karşıya olduğumuz devlet açısından pragmatist bir netlikle ele alınan diyalog adımının farklarını da gösteriyor.

Gün geçtikçe bu fark, diyalog için el uzatmaktan daha da uzaklaşıyor.

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı değil de devletin tek ve has sözcüsü ve temsilcisi gibi davranan Mehmet Uçum, yine devlet adına yaptığı izlenimini verdiği bir yazısında “çözüm mözüm yok!” anlamına gelen şunları söyledi:

"Yumuşama, normalleşme, tokalaşma hangi tutum ve dil referans verilirse verilsin Türkiye’de ne önceki uygulamaya benzer ne de yeni versiyonla bir çözüm süreci olmaz, olamaz.

Devlet deneyip tam sonuç alamadığı yol ve yöntemleri bir daha denemez. Devlet başka etkili yol ve yöntemler bulur. O da 15 Temmuz'dan sonra uygulanan güçlü ve etkili siyasi ve askeri stratejilerdir. Bunların yumuşatılması veya bunlardan vazgeçilmesi söz konusu olmaz.

Terör Türkiye içinde nerdeyse tamamen tasfiye edildi. Sınır ötesi güvenlik bölgeleriyle birlikte ise tümden tasfiye edilecek bir sürece girildi. Kimse bu sürece engel olamaz. Ama bu durum siyasette özellikle Mecliste yapıcı bir dil geliştirme ve herkesle diyalog kurma yaklaşımlarını dışlamaz."[16]

Sadece çözüm süreci günlerinin öne çıkan aktörlerindeki farklılaşma değil bugün başlayan kıpırdanmaları 2013-2015 döneminden farklı kılan aynı zamanda Mehmet Uçum gibi isimlerin demokratik her gelişmeye en baştan ket vurmak için cüretli sağcılıklarının ana akım tartışmalarda bu kadar öne çıkması da farkın bir başka kanıtı. Uçum’un konuşmasında Dem Parti’ye akıl veren bölümler ise özel olarak bir diyalog döneminin, politik iklimde minik bir yumuşamanın başlamasını engellemek için tasarlanmış gibi görülüyor. Özetle devlet adına konuştuğu havasını atsa da, atanmış bir bürokrat olan Uçum’un milyonlarca insanın oyunu alan Kürtlerin partisine yönelik sözlerinden diyalog, barış, kardeşlik değil sonu gelmez bir husumet çıkar. Bir kararnameyle görevden el çektirilebilecek insanların bu cüreti sergilemesi mevcut rejimin, tek adam yönetiminin yarattığı çözümü mümkün olmayan sorunların bir dışavurumudur.[17]

Süreçler arasındaki farklar

Oslo ve ardından gelen çözüm süreci, diyalogdan çözüme hızla bir geçişin yaşandığı, adı üstünde çözüm ve barış bağlamında bir dizi radikal tartışmanın yapıldığı ve radikal adımların atıldığı keskin, belki de cumhuriyet tarihinin ezilenler açısından en müstesna dönemiydi.

Bugün ise Kürtlerin bir dizi talebinin ancak PKK’nin silahsızlanmayı kabul etmesi şartıyla tanınacağının ilan edildiği bir süreç.

Çözüm süreci demokrasi mücadelesinin bir dizi kazanımının üzerinde yükselmişti. Darbecilere karşı mücadele çok büyük mevziler kazandı. Ergenekoncular nefes alamaz hâle geldi. O dönem kirli savaş adı verilen sayısız karanlık uygulamanın sorumluları yargılanmaya, kudretli generaller mahkemelerde sürünmeye başladı. Gelişmelerin aşağıdan yukarı basınç yapan niteliğiyle 1915’le hesaplaşma mücadelesi devreye girdi, Taksim Meydanı’nda soykırım anmaları düzenlendi, cumhuriyet tarihiyle hesaplaşma hakları gasp edilen halkların seslerini yükselttiği, hak arama mücadelesini sokaklarda örgütlendiği bir demokratikleşme döneminin kapısını araladı. 11 Mayıs 2011’de “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele (İstanbul Sözleşmesi)” imzalandı ve Ağustos 2014’te yürürlüğe girdi. 2010 Eylül’ünde 1980 darbesinden itibaren ezilenlerin buldukları her fırsatı değerlendirerek inşa ettikleri ve her alanda rejimin baskıcı karakterine darbe vuran mücadeleler referandumla zirvesine çıktı ve “yetmez ama evet” kampanyası bu aşağıdan demokrasi mücadelesinin zirve noktalarından birisi oldu.

Bugünkü diyalog adımları ise hikayesi çoktan bitmiş olan, topluma yalanlardan başka anlatabileceği hiçbir şeyi kalmamış olan AKP iktidarının MHP ve devletin belirli kesimleriyle birlikte sürekli olarak inşa etmeye çalıştığı bir korku ikliminin içinde gelişiyor.

Bütün bu arka plana rağmen, sosyalistlerin, neden barışın “b”sini duydukları anda böyle bir sürecin ezilenler, başta işçi sınıfı ve ezilen Kürt halkı açısından taşıdığı muazzam potansiyelleri görüp heyecanlanması gerektiğine geçmeden önce, bir başka olumsuz faktöre, tartışmanın göbeğinde tüm kasvetli varlığıyla dikilip duran faşist partinin etkisine de değinmemiz gerekiyor.

Faşist parti ve diyalog süreci

Faşist partinin etkin konumda olduğu bir diyalog başlangıcı bir çözüm sürecine evirilebilir mi? Bu soruya verilecek yanıt elbette çok önemli. Ama Türkiye’de sol içinde faşizm tartışması gerçek faşizm analizlerinden kopuk bir şekilde ele alındığı ve faşizmin analizinde yanlış geleneklere saplanıp kalındığı için, faşist parti dendiğinde AKP’den söz ettiğimizi sananların sayısı bir hayli fazla.[18]

Türkiye dünyadaki en köklü, en çok vukuata imza atmış olan en eski faşist partisine ev sahipliği yapıyor. Bu parti iktidar blokunun aktif bir parçası. İktidarın belirleyici bir parçası olmaya devam ederken iktidarda olmanın yıpranmışlığından da korunuyor aynı zamanda. 15 Temmuz darbesinden sonra devlet bürokrasisinin içinde korkunç bir kadrolaşma içinde olduğu da bir sır değil. Sorunu, PKK’nin tasfiye edilmesine indirgeyerek de olsa bu partinin inşacısı olduğu bir süreçten diyalog, çözüm ya da barış süreci çıkabilir mi?

Bu soruya verilecek ilk yanıt, faşist partilerin devletle kurdukları politik ve örgütsel ilişkide ikili bir yana dikkat edilmesi gerekliliğidir. Devlet konusunda İtalyan faşizminden hiç de aşağı kalmayan Nazizmin bakışını Daniel Guerin şöyle yazıyordu:

Bu konuda nasyonal sosyalizm, faşizmden hiç de aşağı kalmaz. Goering şöyle der: "Bizim için asıl önemli olan, fert değildir ( ... ). Değer ifade eden bir tek şey vardır: nasyonal sosyalist devletin her şeyin üstünde yer alması gereği. "Hikmet-i hükümet," Nazi hukukunun temeli demektir. Fert, "varlığı, gelişmesi ve sürekliliği yüce sayılan" devletin üstünlüğünü tanımalıdır.[19]

Faşistler, devletin faşist bir temelde dönüşmesine kadar, sahte bir antikapitalist vurguya sahip çıksalar da mevcut devletin varlığına, politikalarına ve uygulamalarına en sağ, en milliyetçi, en bürokratik ve antidemokratik öğeleriyle birlikte sahip çıkarlar. “Bu” devletin çıkarlarını korurlar. “…burjuvazinin, tehdit altındaki karlarını koruya bilmek için, örgütlü proletaryayı ezmekten, teröre başvurarak hükümet etmekten başka bir çaresi” kalmayana dek, faşist parti devleti en sert şiddet dalgasını inşa ederek korur. Bu koruma süreci, mevcut devletin kodamanlarına yaranma, onlara kendisini kanıtlama sürecidir aynı zamanda. Bu devlet için kurşun atmayı da yemeyi de şerefli olmakla eş tutarken, her düzeyde ve her yöntemi kullanarak örgütlenirler ve devletin faşist bir devlete dönüşeceği nihai hamleyi kapsayan bir süreci inşa ederler. Elbette bu dönüşüm ancak bir dizi tarihsel hadisenin aynı anda yaşanmasıyla gerçekleşebilir. Ama faşist partinin sürekli reaksiyoner olmasının nedeni, bu nihai süreci başlatana kadar, daima devlet kadrolarına ve egemen sınıflara güç göstererek ikna etme perspektifleridir. Özetle, tüm faşist partiler çeşitli farklılıklara sahip olsalar da esas olarak devletin mevcut çıkarlarını korurken aslında bu milli çıkarları gerçekten koruyacak olanın faşist bir devlet örgütlenmesi olduğunu vaaz ederler. Abdullah Öcalan yakalandığında iktidar ortağı olan Bahçeli o gün devletin çıkarları gereği idam konusunda geri adım atarken, bir yandan da tabanına ve egemen sınıf ve devletin aşırı sağcı bloklarına MHP’nin tek başına iktidarıyla yaşanacak dönüşümü beklemelerini vazediyordu. Dolayısıya dün HDP’nin kapatılması için çağrı yapan, klasörlerce belge toplayan da Bahçeli’nin MHP’siydi, şimdi Öcalan’a çağrı yapan da Bahçeli’nin MHP’si. Burada faşist hareket açısından bir tutarsızlık yok. Hem bugün devletin beka algısına sahip çıkıyor hatta bu algının şekillenmesine katkı sunuyor ve Dem Parti’ye çağrı yapıyor hem de diyalog adımlarının merdivenin ilk basamağından yukarı çıkmayacağının devlet ile tüm aşırı sağcı unsurlar için garantörü oluyor. Bu yüzden devlet adına konuştuğunu iddia eden tüm bürokratlar ve başdanışmanlar önce Bahçeli’nin konuşmasını olumlayıp, sonra aynı sınırları çiziyorlar.

Burada yakından bakılması gereken nokta, Bahçeli’ye bu adımı attıran koşullardır. Bu koşulların içinde Bahçeli mevcut devlet perspektifine sahip çıkmak zorunda kalarak uzun yıllardır ağzına almadığı barış kavramını kullanmak zorunda kaldı. Tam buradan yakalamak zorundayız. Onu diyaloğa zorlayan koşulları biz, MHP’nin diyaloğu donuk bir devlet projesine çevirme politikasını püskürtüp diyalog sürecinin bir müzakere, çözüm ve barış sürecine evirilmesi için kitlesel bir hareketi inşa edip etmeyeceğimizdir.

Erdoğan da çözüm sürecinde Kürt halkının kaşını gözünü sevdiği için değil, iktidarını pekiştirecek ve devletin çıkarlarının garanti altına alınacağı yolun da çözüm hamlesinden geçtiğini düşündüğü için gerekirse baldıran zehri içeceğini ilan etmişti. Hem genel olarak sınıf mücadelesi için hem de sınıf mücadelesinin ulusal kimlikler ardında süregiden bugün tanık olduğu diyalog süreci gibi gelişmeler için Chris Harman’ın şu görüşlerini hatırlamakta büyük yarar var: “Bu tür büyük çatışmaların sonunun ne olacağını önceden söyleyebilmek mümkün değil. Bu yalnızca, nesnel sınıf güçlerinin -kendiliğinden sınıfların büyümesinin- çatışmasına değil, fakat ayrıca genişlemiş ‘evrensel’ işçi sınıfı içinde, nasıl savaşılacağını ve yoldaşlarının bu anlayışa nasıl kazanılacağını bilen bir çekirdeğin ne ölçüde ortaya çıkacağına bağlıdır.”[20]

Harman devamla İrlandalı Marksist James Connolly’den bir alıntı da yapar: “Gerçek peygamberler yalnızca geleceği kendisi için yaratabilenlerdir.”

Kürt halkının direnişi

Bu nokta bizi, faşist partinin liderinin ağzından “barış” sözünün çıkmasının sadece egemen sınıf ve devletin geleceğe dair planlamasının ötesinde başka bir nedeni daha olduğu sonucuna götürüyor kaçınılmaz olarak. Bu sonuca gelmeden önce, 2013-2015 çözüm sürecine şüpheyle bakan sol muhalefetle tartışmalarında Doğan Tarkan’ın sık sık dile getirdiği bir fikrin altını bir kez daha çizmek gerekiyor. Barış süreci, savaşan taraflar arasında inşa edilen dolambaçlı bir süreçtir. Savaşan tarafların en keskin unsurlarının aynı zamanda barış sürecinde de rol oynamalarının birkaç anlaşılabilir nedeni vardır. Öncelikle, savaşı en çok arzuluyor görünen grubun sözcülerinin barıştan söz etmesi savaşan grubun mensuplarının uzun bir dönemdir maruz kaldığı savaştan başka bir yol yok propagandasının yarattığı fanatizmin (hakları için savaşanlarla hakları gasp etmek için savaşan arasındaki ayrımın bu tartışma bağlamında büyük bir önemi yok ama söylemek zorundayız ki bu fanatizm esas olarak hakları gasp edenlerin saflarında şişirilen yalanlarla eş anlamlıdır hemen hemen) törpülenmesi için elzemdir. Konu hakkında yazan herkesin Kolombiya örneğini vermesi boşuna değil.

Kolombiya’da 2008 yılında paramiliter odaklara ve devletin işlediği suçlara karşı düzenlenen büyük protesto eylemlerinin hemen ardından dört sendika lideri suikastlarla katledilmişti.

1964 yılında devlet güçleri ve Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri Halk Ordusu (Fuerzas Armadas Revolucionarias de Colombia-Ejército del Pueblo, FARCEP) arasında çatışmalar başlamış ve taraflar arasında resmi ismi  “Silahlı Çatışmayı Sonlandırmak ve İstikrarlı ve Sürekli Bir Barış İnşa Etmek İçin Nihai Sözleşme” olan anlaşma imzalanmıştır. Burada önemli olan 2002 yılında fanatik bir sağcı olan Álvaro Uribe Vélez’in iktidara gelmesinden sonra yaklaşık 10 bin erkeğin gerilla olduğu bahanesiyle öldürülmesi ve ölü başına kontrgerillalara para verilmesiydi. Bu kanlı dönemin Savunma Bakanı olan isim, 2010 yılında Kolombiya’da devlet başkanlığına seçildi. İki sene sonra ise Kolombiya’da devletle FARC arasında başlayan barış görüşmelerinde belirleyici bir rol oynadı.

Benzer başka örnekler de var. Burada önemli olan, ezilenlerin direnç düzeyidir. Kolombiya’da Savunma Bakanı Santos’a, Güney Afrika’da Apartheid’ı bir rejim olarak uygulayan De Klerk’i beyaz üstünlüğüne son veren görüşmelerde merkezi bir rol oynamaya sürükleyen Kolombiya’da gerilla mücadelesinin, Güney Afrika’da ise siyahların verdiği mücadelenin yaygınlığı, kararlılığı ve gücüdür. Egemen sınıflar, bir sorun etrafında tercih edilen politikaların ya da askeri uygulamaların sürdürülebilir olmaktan çıktığını görmeden koşulları radikal bir şekilde değiştirecek adımları atmazlar. Bunu egemen sınıflara gösteren, kanıtlayan ise ezilenlerin direnişidir. Bu açıdan, şimdiki diyalog adımlarına bakarken, burnundan kıl aldırmayan kibirli Türk milliyetçilerinin barıştan söz etmesine neden olan asli olgu, Kürt halkının milim gerilemeyen mücadelesi, stratejik başarıları ve kitlesel gücünün kararlı bir şekilde korunmuş, çoğu kez geliştirilmiş olmasıdır. Bu yüzden, bu sefer gerçekleşen tokalaşmanın öncekilerden büyük bir farkı olduğunu görmek gerekir. Bu sefer, bükemediği bileği öpecek cesareti olmadığı için mecburen tokalaşan bir sağ siyasete tanıklık ediyoruz.

Bu tokalaşmanın, kelimenin iki anlamıyla da “devlet” açısından 2015-2016 yılından hayata geçirilmeye çalışılan yerli-millî politikanın başarısızlığının tescil edilmesi demek olduğunu göremeyenler gelişmeleri önemsiz kılmaya çalışıyorlar. Görmedikleri ve çok büyük ihtimalle sekter dünyalarında hiçbir şekilde önemsemedikleri nokta şu: Kürt hareketi milim geri adım atmadı. belediye başkanlarını seçti, başkanlar hapse atıldı, geri adım atmadı. Miletvekillerini seçti, vekilleri hapse atıldı, geri adım atmadı. Anadilini konuşanlar yollarda bıçaklandı, geri adım atmadı. Selahattin Demirtaş yıllardır hapiste, geri adım atmadı. 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin elinden çoğunluk olma yeteneğini söküp aldı o dönemki seçim taktiğiyle, bunun bedeli çok pahalı ödetildi her düzeydeki Kürt liderliklerine, Kürt halkı geri adım atmadı. Binlerce üyesi tutuklandı, gözaltına alındı geri adım atmadı. 31 Mart seçimlerinde kimsenin beklemediği bir taktikle AKP-MHP’nin kilit büyük şehirlerde ağır bir yenilgi almasında etkili oldu, yine saldırıya maruz kaldı, geri adım atmadı. Kürt halkının aktvistleri, ‘Gerçek peygamberler yalnızca geleceği kendisi için yaratabilenlerdir.’ sözündeki gibi, geleceği kendi direnişleriyle yaratıyor. Bu yüzden, sosyalistler, kibir gibi tehlikeli bir yaklaşımdan uzak durmak ve yeni başlayan diyalog süreci için Kürt hareketinin çeşitli düzeylerdeki temsilcilerinin görüşlerini baz almak zorundadır.

Sosyal şovenizmin geçit töreni

Kürt halkının mücadeleci kesimlerine, batıda örgütlü muhalefet tarafından yıllardır estirilen ve neredeyse bezdirici bir mobbing uygulaması hâline gelen bir basınç uygulanıyor. Bu 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra başlayan emanet oy rezilliğiyle başladı. Hiçbir parti değil ama Kürtlerin partisi öngörülenin çok üzerinde oy aldığında, bu oy artışı olsa olsa emanet oy olabilir denilerek açıklandı. O gün bugündür Kürtlerden emaneti teslim etmesini talep eden milliyetçi sayısında bir azalma olsa da bunların “özgül ağırlıklarında” değişen bir şey yok. HDP’nin aldığı oylar HDP’nin aldığı oylardır. Kürt halkının mücadelesinin yaşadığı yükselişin bir ifadesidir.

Emanet oy iddiası kadar sosyal şovenist bir yaklaşım zor bulunur. Ama Türkiye’de söz konusu olan sosyal şovenizm ise arzda bir daralmadan hiçbir zaman söz edemeyiz. Sosyal şovenizmin arkasına gizlendiği bir diğer maske de Kürtleri kendi demokrasi anlayışı ve mücadelesinin mecburi destekçisi olarak kodlamak. Kürtler, Türkiye’nin demokratikleşmesi için çabalamalılar ve bu hedefe ulaşılmadan önce iktidarı muhatap alacak hiçbir adımı atmamalılar. Bu, ‘demokrasi olmadan barış olmaz’ diye özetlenen yaklaşımdır. Bu sahte demokrasi vurgusunun altını kazdığımızda ortaya çıkanın neden kaba saba bir Türk milliyetçiliği olduğunu anlamak çok kolay. Buradaki ilk ukalalık, demokrasi mücadelesinde Kürtlerin gösterdiği performansın onda birini sergileyemeyen, hali hazırda zaten böyle bir demokrasi perspektifine de sahip olmayan ulusalcı sosyalistlerin ve bilcümle milliyetçinin hadlerini aşmasıdır. Düğünlerde halay çektiği için şehrin neredeyse tüm kolluk kuvvetleri tarafından yapılan bir operasyonla gözaltına alınanların demokrasi konusunda kimseden ders almasına gerek yok. Cezaevlerinin önünden bile geçmeyenlerin anadillerini konuştukları için terör örgütü üyeliğinde hapis yatan, cezaevindeki akrabalarına para yolladıkları için terörist muamelesi görerek hapse atılanlara demokrasi konusunda fikir verebileceğine yönelik hüsnükuruntuya yakından bakılırsa cıvık cıvık bir sosyal şovenizmle karşı karşıya olduğumuz görülebilir. En temel demokratik hakları inanılmaz bir şiddetle yanıtlanan bir halka, bir diyalog ihtimali ortaya çıktığı anda akıl verme yarışına girenlerin yarattığı kakafoniye bir son vermek zorundayız.

Demokrasi olmadan barış olur

Barış süreci, demokrasiye bağlı değildir, tersine, eğer barışın güçlü bir toplumsal öğe haline gelmesi için önce demokratik gelişmelerin yaşanmasını beklersek, sonsuza kadar bekleyebiliriz. Problemi baş aşağı koyanlara bir kez daha hatırlatmak zorundayız ki barış süreci, demokratik bir mücadelenin ürünü olarak gündeme gelebilir. Devletler savaştıkları halklarla diyalog kurmaya çok meraklı değillerdir, meğer ki bu halklar tüm demokratik mekanizmaları kullanarak yığınsal mücadelelerini sürekli kılmayı başarmamışlarsa. Bu yüzden, ilk bakışta siyasal demokrasinin sınırlarını hiçbir şekilde esnetmiyormuş gibi görünen diyalog ve çözüm süreçleri başladığı anda itibaren alttan alta demokratik bir basıncın birikimine neden olur. Kısık ateşte ısıtılan su başlangıçta el yakmaz ama bir aşamada su kaynamaya başlar. Bu yüzden, sorunu başaşağı durmaktan kurtarırsak, diyalog süreçlerinin her bir adımının demokratikleşme için doğrudan bir ivme yarattığını görmek mümkün olur. Faşistler barıştan, otoriter iktidarlar huzurun inşasından söz etmeye başlamak zorunda kalırlar. 2013-2015 çözüm sürecinin ise demokrasinin kapılarını sonuna kadar açtığını görmek için hemen sürecin birinci yılında başlayan Gezi direnişini hatırlamak yeterli olacaktır.

Demokrasi olmadan barış ya da diyalog olmaz diyenler, bir anlamda bu süreçler her yönüyle anti demokratik bir nobranlık rejimi olan mevcut tek adam rejimiyle el sıkışılamaz diyorlar bir yandan da. Diyaloğun ilk adımları atıldığından beri en çok konuşulan yön bu. Bu, alttan alta Kürtlerin  muhalefeti “sattığı” lafzıyla, kandırıldığı iddiasıyla el ele ilerleyen bir suçlama.

31 Mart seçimlerinin ardından iktidarla ilişkileri “nomalleştirmek” için olmadık adımlar atan Özgür Özel elbette Kürtler gibi, Kürtler kadar eleştirilmedi. Anadili yasaklanmış bir halk için anadilinin 8’inci sınıfa kadar okutulacağının tartışıldığı bir diyalog süreci oldukça demokratik görünebilir. Siz AKP’siz bir kapitalizm istiyor olabilirsiniz, bir halk ise AKP’li ya da CHP’li fark etmeksizin ama en temel ulusal haklarına sahip olduğu kendisi açısından daha demokratikleşmiş bir rejimden yana olabilir. AKP iktidarı altında en sert baskıyla karşılaşan parti DTP-HDP ve şimdi de Dem Parti’dir. DTP’nin nerede olduğunu düşünmek, seçimlere neden HDP çatısı altında katılınamadığını tartmak kibirli sosyal şovenistler açısından uyarıcı olabilir. Kürt halkının kendi haklı talepleri için mücadele ve müzakere sürecini yan yana ilerletmesi, demokrasinin sınırlarının gelişmesi için kritik bir öneme sahiptir. Bir gün demokrasi inşa edildiğinde Kürt sorununun barışçıl bir temelde çözüleceğine dair inancın Kürt halkı için, seçimlerde daima ilk dört partiden birisini inşa etmiş, güçlendirmiş, kalıcı bir demokrasi programına sahip bir parti için neden tercih edilir olsun? Ateş düştüğü yeri yakar. Fakat söz konusu Kürt özgürlük mücadelesi olduğunda bu deyim durumu tam olarak ifade etmiyor. Kürtler, sadece kendi temel sorunlarıyla uğraşan, bu sorunların çözümüne odaklanan bir siyasal programı tercih etmedi. Barış, tüm ezilen toplumsal kesimlerin ve tüm ezilen halkların acil bir ihtiyacı olarak bu parti tarafından ısrarla formüle ediliyor.[21]

Yeni bir diyalog sürecinin Kürt halkının bir dizi talebinin karşılandığı her bir evresi, aynı zamanda demokrasinin sınırlarının geliştiği yeni bir düzleme tekabül edecektir. Kürt halkının demokratik haklarının kısmen de olsa tanınmaya başladığı bir süreç, kendi dinamizmine de sahip olarak ilerleyecek genel demokrasi mücadelesi pistonunu çalıştıran buhar işlevini görecektir.

Kuşkusuz, bugün yüz yüze geldiğimiz süreç devlet tarafından  bir yönüyle milli çıkarlar ve yeni bir tehdit algısına karşı tedbir olarak Kürt silahlı mücadelesini devre dışı bırakmayı önerisi olarak da işleyecek. Fakat ısrarla altını çizmek gerekir ki 2013-2015 sürecinde de devletin başka bir esaslı hedefi yoktu. O süreçten kimin nasıl çıktığına yakından bir kez daha bakmak gerekiyor.

Kürt halkıyla beraber

Sosyal şovenistlerin hiçbir zaman anlayamayacağı bazı gerçekler var. Ezen ülkenin sosyalistleri, ezilen halkın liderliklerine akıl verme memurları değildirler. Şimdi içinde olduğumuz türden bir dinamikle karşı karşıya kaldığımızda tutumumuzu tayin edecek asli öğe, ezilen halkın mücadeleci liderliklerinin tutumudur. Bizim, çözüm sürecini canla başla savunmamızın temel nedeni, Kürt halkının liderliklerinin her düzeyde çözüm sürecini savunmalarıydı. Bugün de Kürt özgürlük mücadelesinin bileşenlerinin bakışı, Dem Parti sözcülerinin yaklaşımı ezen ülkenin sosyalistlerinin diyalog sürecine ilişkin tutumunun belirlenmesinde tayin edicidir. Burada söz konusu olan Marksistlerin tutumudur elbette. Kendinden menkul ve Kemalizm’in her tonundan etkilenerek her taşın altında liberal arayan Türk milliyetçilerinin Kürt aktivistleri kendi eşsiz beyinleriyle donatmak istemeleri konumuzun dışında. Liberal avına coşkuyla silah kuşanıp katılırken milliyetçilerle, milliyetçiliğin sol soslu her versiyonuyla kardeşçe bir tutum içine girenlerin Kürt mücadelesini de bu mücadelenin yanında olanları da liberal olmakla suçlaması hayatın olağan akışına uygundur. Olağan akışa uygun olmayan, bu çevrelerin kendilerini sosyalist ya da Marksist olarak görmeye devam etmeleridir.

Türkiye’de özgürlük ve demokrasi mücadelesinin omurgası işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının kendi eylemi önündeki tüm antidemokratik barikatları aşma yeteneğine sahiptir. Bu eylemin en önemli müttefiki, Kürt halkının haklı taleplerini kazanmak için on yıllardır sürdürdüğü mücadeledir. İşçi sınıfının önünde bütün azametiyle duran barikat, aşması hiç de zor olmayan “alay komutanının” fiziksel barikatı değildir. Asıl barikat ideolojik düzeyde hüküm sürmektedir ve Türk milliyetçiliği aşılması gereken, en önde duran fikri kümedir. İşçi sınıfının özgürlük mücadelesi içinde kendisini özgürleştirmesi için öncelikle aşması gereken Türk milliyetçiliğinin bütün versiyonlarıdır. Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle kurulacak ittifak için, Kürt halkının kendi kaderini tayin etme hakkından başlayarak, halkların eşit koşullarda kardeşliğini temel politik yaklaşım olarak benimsemek çok önemlidir. Bu ittifakın kurulması, her önemli dönemeçte işçi sınıfının bu testten, Türk milliyetçiliğinin etkilerini her gün bertaraf edeceği bir mücadele ve tartışmayla geçebilir.

Bu yüzden, bugün somut durumda, Kürt halkının gelişmeleri yakından izleyen kesimlerinin iyimserliğini, diyebiliriz ki temkinli iyimserliğini[22] paylaşmak bir zorunluluktur[23]. Bunun için hızla bir Barış Koalisyonu inşa etmek ve bu kısıtlı, kaba pragmatist ve dar amaçlı diyalog sürecinin Kürt halkı açısından bir müzakere, çözüm ve barış sürecine çevirmek için harekete geçmeliyiz.

Anlaşılması gereken en önemli konulardan birisi şudur: Düşman olarak kodlanan Kürt aktivistler diyalog kurularak “normalleştiklerinde” demokrasinin kapıları ister istemez açılacak. Bu kapının hızla ve ardına kadar açılması için mücadele etmek çok önemlidir. Bu mücadele, devlete, Kürt halkının bir muhatap sorununun olmadığını da göstermeli ve ısrarla “Muhatap belli” mesajını iletmelidir.[24] Unutulmaması gereken ikinci nokta da bir yandan AKP-MHP ve devletle diyalog sürecinin derinleşmesi için görüşmeler sürdürülürken aynı anda sağcılığa, tek adam rejimine, anti demokratik uygulamalara, hayvan katliamı yasasına, kadın cinayetlerine ve yoksulluğa karşı kıran kırana mücadeleler örgütlenebilir. Bölgedeki gelişmeler, Kürt halkının boyun eğmeyen mücadelesi, batıda işçilerin, emekçilerin ve baskıya maruz kalan tüm güçlerin irili ufaklı direnişlerin Filistin’le dayanışmak için örgütlenen eylemlerden LGBTİ+’ların hakları için gösterdikleri çabalara kadar tüm eylemler, yoksulluğun katlanılmaz basıncını püskürtmek için greve çıkan, basın açıklaması yapan, Ankara’ya yürüyen, miting yapan tüm işçiler devleti bir adım atmaya zorladı. 7 Haziran 2015 seçimlerinin hemen ardından “HDP’yi flu” gördüğünü söyleyerek yerli-millî aşırı sağcı koalisyonun temellerini atan Bahçeli’nin Öcalan’ı mecliste konuşmaya çağırmasının altında bu dinamik yatıyor.

Bu dinamiği Kürtler ve tüm demokrasi ve barış mücadelesi lehine zorlamayacak, elini taşın altına koymayacak[25] olanlar, en azından gölge etmekten vazgeçmeli.  

Şenol Karakaş 

[1] https://www.evrensel.net/haber/531148/baris-vakfi-hakli-kaygilarimizin-pencesinde-kalarak-barisi-kazanamayiz

[2] https://www.haberturk.com/ozel-icerikler/nihal-bengisu-karaca/3728009-yeni-donemin-motivasyonu-duygusal-degil-bolgesel

[3] https://www.ntv.com.tr/turkiye/bahceli-hdp-ve-devami-kapatilmalidir,nrhvNjlH3kqO4Wl8HxI_cQ

[4] https://www.ensonhaber.com/gundem/devlet-bahceli-idam-cezasi-tartismalarini-cok-yararli-goruyorum

[5] https://www.youtube.com/watch?v=bBWYfSfO7Xo&ab_channel=UlusalKanal. Bahçeli’nin hakaret silsilesi şöyleydi: "Ne idüğü belirsiz her olayda millete ters düşen, siyasete alet olmuş kuruluşlarla bir yere varmak mümkün değildir, her defasında söylüyorum Tabipler Birliği kapatılmalıdır. Hekim kardeşlerim o kendi kuruluşlarını yeniden sahiplenmeli ve yeni bir organizasyona gitmelidir, bir avuç ne idüğü belirsiz doktor kılıklı anarşist ruhlu insanlardan mesleği kurtarmak lazımdır."

[6] Bahçeli 22 Kasım 2022'de "HDP Türkiye Büyük Millet Meclisine sızmış düşman bakiyesidir. Böylesi parti görünümlü bir örgütün siyaset hayatımızda bulunması haksızlıktır, bu bölücü şebeke kapatılsın" demişti. Yine aynı konuşmasında "Buradan teröristlere ve destekçilerine açık açık sesleniyorum. Ölünüzü dirinizi her gün birinizi bir gün hepinizi müstahak olduğunuz sonuçlarla billahi yüzleştireceği, taviz yoktur" tehdidini savurmuştu. https://marksist.org/icerik/Yazar/20890/Devletin-rotasini-Devlet-belirliyor

[7] https://marksist.org/icerik/Yazar/20890/Devletin-rotasini-Devlet-belirliyor

[8] https://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/bahcelinin-uzanan-eli-1601449

[9] https://www.enternasyonalsosyalizm.org/iktidarin-sinirlari-ve-donusumu.html

[10] https://marksist.org/icerik/Yazar/16173/Mavi-Vatan-tezinden-geriye-kalan

[11] MHP’nin son “açılım”ına parti tabanını ikna etmek için bölgesel toplantılar yapmayı planladığı da gelen bilgiler arasında.

[12] Erdoğan bir dizi ülkenin dışişleri bakanlarıyla bir araya geldiği 18 Ekim günü, İsrail’in çatışmayı yaymak için provokasyon arayışında olduğunu söyledi. https://www.hurriyet.com.tr/gundem/cumhurbaskani-erdogan-israile-silah-ambargosu-uygulanmali-42565863

[13] https://yeniyasamgazetesi6.com/bahcelinin-tokasi/

[14]https://ankahaber.net/haber/detay/devlet_bahceli_biz_elimizi_yeni_bir_surec_icin_degil_kardeslik_ve_kaderdaslik_icin_uzatiriz_200586

[15] https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-hakan/hani-firsat-verilirse-memlekete-hizmet-edecektin-42564157

[16] https://www.karar.com/yazarlar/ahmet-tasgetiren/mehmet-ucum-bestepenin-nesi-olur-1601570

[17] https://www.enternasyonalsosyalizm.org/iktidarin-sinirlari-ve-donusumu.html

[18] Burada konuyu dağıtmamak için bu tartışmayı derinleştirmeyeceğim. Enternasyonal Sosyalizm dergisinin 4’üncü sayısında konuyu ele almaya çalışmıştım: “Ben sadece Bolsonaro’nun temsilcisi olduğu hareketin değil, diğer otoriter hareketlerin de faşist olduğunu düşünmüyorum. Fakat bu tartışmayı yapmak giderek daha çetrefil bir hâl alıyor. Her türde demokratik hakkı tarumar etmeyi bir beceri, varoluş gerekçesi gibi gören ve buna uygun siyasal pratikleri sergileyen liderlerin faşist bir hareketin liderleri olmadığını söylediğimizde, sanki bu partilerin yıkıcı etkisini hafifsiyormuşuz gibi bir suçlamayla karşılaşma ihtimalimiz çok yüksek. Şimdi otoriterizm bağlamında yaşanan bu tartışmayı, bizler, AKP iktidara geldiği günden beri yaşıyoruz. AKP’nin iktidara gelişi ve milyonlarca insandan oy almaya başlamasıyla bu partinin karakteri tartışılmaya başlandı.” https://www.enternasyonalsosyalizm.org/otoriterizm-tehlikesi-akp-ve-fasizm.html

[19] Guerin, 2014, Kitabın Adı: Faşizm ve Büyük Sermaye • Yazar: Daniel Guerin Çevirmen: Bülent Tanör, 2014 İstanbul, s.195.

[20] Harman, 2010, Yordam Kitap: 122 • Halkların Dünya Tarihi • Chris Harman • Çeviri: Uygur Kocabaşoğlu • İstanbul, 2010, sf.

[21] https://tr.euronews.com/2024/10/21/ozelden-demirtasa-ziyaret-cagri-metni-yayinlandi

[22] Sırrı Süreyya Önder’in meclis konuşmasına bakılabilir: Konuşmak kendi fikirlerimiz karşıdan duymak değildir. Açık el ‘Elimde kötü bir şey yok’ demek. Bunu kıymetlendiren herkese tarih önünde teşekkür etmek istiyorum. Barışın en önemli özelliğini kaybedenin olmamasıdır. Barışta herkes kazanır. Yeter ki dayatmalarla, kendi fikrimizi ve kalıplarımızı karşıda görmemekle başlayalım; gerisi gelir. Dediğim gibi kuyu derin değil, ip kısadır. Bu ipi uzatacak herkese tekraren teşekkür etmek istiyorum. Bu çözülürse bu memleketin bütün sorunları çözülmeye başlar. Bunu da eklemek istiyorum, iyi niyeti aşan bir boyutu var, tecrübelerimle söylüyorum o da ciddiyettir. Bunu kahvehane literatürüyle, kendi sabit düşüncelerimizle de tartışamayız. En etkili dil akıl, gönül dilidir. İnanıyorum ki bu çaba bu minval üzerine yürür ve gelişir.” Önder’in konuşması temkinli konuşmalar arasında değil ama önceki sürecin en çok çalışanlarından birisi olması nedeniyle çok önemli: https://www.diken.com.tr/sirri-sureyya-onderden-erdogan-ve-bahceliye-tesekkur/

[23] Yine bir önceki sürecin en çok çabalayan ve sürecin akamete uğramasının bedelini en ağır şekilde ödemeye devam eden Demirtaş’ın cezaevinde Özgür Özel’le görüşmesi sonrasında yaptığı sosya



Bültene kayıt ol