Şenol Karakaş, Roni’nin hastanedeki en mutlu gününü yazdı: Roni’den sonra…

(Seçtiklerimiz) Bülent Bilmez yazdı: Şairinin Arkasından Gelen Harfiyat Kamyonları

Roni Margulies’in anısına Bugünkü LiteraTur, şehrimizden hiç eksik olmayan, ama muhtemelen daha önce fark etmediğiniz Harfiyat Kamyonları ile yapılacak… Gözünüz korkmasın, kamyona bindirilmeyeceksiniz… ve evet, yaşadığımız dehşetli inşaat çağında herkes şehrinde gezen hafriyat kamyonları görmüştür en az bir kez… Ancak, burada söz konusu olan hafriyat kamyonları değil Harfiyat Kamyonları’dır… Roni Margulies’in son şiir kitabının adıdır bu… Maalesef hayatının son şiir kitabı. Yaklaşık bir yıl önce, 19 Temmuz 2023’te Margulies’i kaybettiğimizde, bitirip matbaaya gönderecek hale getirmiş olduğu ama maalesef Nisan 2024’te yayınlanan versiyonunu göremediği kitabı… Evet, kitabın isminde küçük bir yazım hatası söz konusu ama bu hata şairimize ait değil… Hayatımızda maalesef gittikçe daha çok karşımıza çıkan bu kavramın sıkça hatalı bir şekilde, f ve r harfleri yer değiştirilerek yazılmasından kaynaklı yaygın hatalı versiyon, kitaba isim olarak seçilmiş. Bu küçük yazım hatasını ilk anda fark etmek zor, ama Roni görmüş: Kitabın hemen girişinde (s. 11) bulabileceğiniz bu görselin ardından, kitapta yer verilen (s. 13) ilk şiirdeki diyalog, (kral çıplak diyebilen) çocukça görmenin erdemini sergiliyor adeta: ***** Roni Margulies’i çok özleyen dostları bugün İstanbul’da Harfiyat Kamyonları kitabı vesilesiyle düzenlenen anma için bir araya gelecek: Kitap içinde tura başlamadan önce, her zamanki gibi metin-ötesi (extra-textual) bilgiler yararlı olacaktır. KİTABIMIZ Öncelikle Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan bu kitabı yayınevinin kendi mağazasında gördüğümde çok sevindim ama tezgahtaki tüm kitapların giyotin makasa girmemiş halde, açılması zor bir şekilde satıldığını görmek ve bunun özellikle seçilmiş bir ‘konsept’ olduğunu kasada öğrenmek çok şaşırttı. Hangi estetik kaygısıyla buna karar verildiğini bilmiyorum, ama pek güzel, iyi veya anlamlı bulduğumu söyleyemem…. Şairlik kariyerinin başında (Yücel Kayıran’ın sözleriyle “lüks ve burjuva standartlarında çıkan”) Gergedan dergisinde şiirleri yayınlanmış olsa da bildiğimiz Margulies’e ve şiirlerine pek uymayan bir ‘artistlik’ bence bu… Diğer yandan, bence kapak tasarımını bozam ön kapaktaki dizelere arka kapakta yer vermek daha uygun olurmuş gibi geliyor… ***** Yeri gelmişken, bu dizelerin de parçası olduğu şiir -ki bence kitaptaki en iyi şiir- (s. 14) aracılığıyla kitabın içine kaçamak bir dalış iyi olabilir: 65 yaşına girdiği 2020 yılında, yani vefatından üç yıl önce yazılmış bu şiir üzerinden Margulies şiiri üzerine çok şey söylenebilir. Hep yoldaşlarıyla omuz omuza kalabalıklarda, eylemlerde ve militan mücadelenin içinde olan bir şair, yazar, çevirmen ve aktivist için farklı bir anlam taşımaktadır elbette bu yalnızlık ki şiirlerine de yansıdığı görülür bazen… ŞAİRİMİZ Diğer yandan, kitabın yazarı Roni Margulies hakkında söylenecek şeyler kısa ve öz olarak Cemal Yardımcı tarafından çok iyi ifade edilmiş bence: “Dünyayı yurt bellemiş İstanbullu şair, devrimci, sosyalist.” Buna, Yahudiliğini ve ömrünün önemli bir bölümünü geçirdiği Londralılığını eklemek iyi olacaktır. Şüphesiz hem İstanbulluluk hem Londralılık hem Yahudilik hem de dünyalılık ile kurduğu barışık ilişkiyi genç yaşından itibaren sahiplendiği sosyalistliğine borçludur. Sınıfsal sömürü başta olmak üzere, dünyanın çarpık düzenine karşı hiç bitmeyen (dozajında ve ayarında) düşmanlığını da sosyalistliğine borçludur… Hakkında yazılanlarda ve aynı ortamlarda bulunmalarımda dikkatimi çeken kişilik özelliklerinin başında ise gençliği geliyor. Kitabın başında yer alan Yolun Sonundaki Şiir başlıklı giriş yazısının (s. 7-10) yazarı Şavkar Altınel’in öne çıkardığı özelliklerinden biri ise yalnızlığıdır. Hep yoldaşlarıyla omuz omuza kalabalıklarda, eylemlerde ve militan mücadelenin içinde olan bir şair, yazar, çevirmen ve aktivist için farklı bir anlam taşımaktadır elbette bu yalnızlık ki şiirlerine de yansıdığı görülür bazen… Tam da burada kitabın içinde tura başlamak gerekiyor ama turumuzun bu aşamasını tamamlarken, M. Şeref Özsoy, Yücel Kayıran, Necmiye Alpay ve Cemal Yardımcı tarafından Margulies ve şiir hakkında yazılmış çok iyi anma yazılarını, tur sonrası okuma için tavsiye etmek isterim. Ayrıca vefatından 10 yıl önce Semih Gümüş tarafından gerçekleştirilen söyleşi (2013), Roni Margulies duruşunu anlamak için çok kıymetli. ***** Kitabın içine girip dolaşmaya başladığımızda, bence kitabın başına konulan ‘fazla öznel’ dile ve içeriğe sahip (yukarıda andığım) yazının kitabın başına konulan tek yazı olması iyi olmamış. Kitabın sonunda veya daha bilgilendirici bir giriş/önsöz yazısının arkasında bu yazıya yer verilmesi çok daha uygun olurmuş. Nitekim, yazarın vefatından sonra yayınlanmış bu kitabın sayfalarını çevirmeye başladığınızda,  daha önce yayınlanmış şiirlerinden seçkiden oluşan bir anma kitabı ile karşı karşıya olduğunuzu sanmanız mümkün. Şiirlerin daha önce yayınlanmadığını bir şekilde anladığımızı farz edelim. Fakat yine de vefatından önce şair tarafından oluşturulmuş bir dosyanın mı, yoksa yayınlanmamış eldeki şiirlerden başkası tarafından hazırlanmış bir derlemenin mi söz konusu olduğu anlaşılmıyor. Bunlardan birincisinin geçerli olduğunu ve kısmen kitabın hikayesini M. Şeref Özsoy’un Avlaremoz’da yaylanan harika yazısı sayesinde öğrenebiliyoruz. Aynı dalganın ürünü olan kendisiyle fazla meşgul sübjektivizm ve bu anlayıştan doğan (güya okuyucu tarafından anlaşılmayı umursamayan) ‘şairin kendisine şiir yazma’ narsisizminden uzak durduğunu düşündüm hep… BİTİRİRKEN: MARGULIES İLE KARŞILAŞMALAR Bugünkü LiteraTur’un ölümünün yıldönümüne yakın bir tarihte yapılmış olması vesilesiyle, Roni Margulies’le olan maceramla ve bendeki imajı hakkında birkaç sözle anmak isterim “yoldaş” demeyi çok seven değerli şairimizi… Roni Margulies adıyla ilk karşılaşmam, Berlin’de genç bir doktora öğrencisiyken meşhur Amerika-Gedenkbibliothek (AGB) kütüphanesinin görece zengin Türkçe popüler kitaplar bölümünün açık raflarında gördüğüm düz yazısı vesilesiyle olmuştu. Hangi kitaptı, hangi yazıydı şimdi hatırlamıyorum, ama mealen şu şekilde özetleyebileceğim argümanı o zaman ilaç gibi gelmişti bana: Şair elbette dille oynar, eğer, büker ama öncelikle (konvansiyonel) dili iyi bilmesi gerekir. İyi şairin dil birikimini en iyi düz yazılarındaki dilinden anlayabiliriz… Yılarca değişik ortamlarda tekrarladığım bu argümanın sahibiyle yıllar sonra, 2010’ların başında İstanbul’daki soykırımın yüzüncü yılına hazırlık toplantılarında tanıştım. Soykırım failleri konusunda aramızda konunun bir boyutuyla ilgili  tartışmaya yol açan önemli bir fark bulunmakla birlikte, alçak gönüllülüğü, herkese dostça tavrı ve (gençliğimde ‘devrimci abi ve ablalar’da görüp sevdiğim) tartışmalarda bazen yerini hırçınlığa bırakan mülayimliği ile dikkatimi çekmişti. Bir de yoldaşlarının kendisine gösterdiği büyük sevgi… MARGULIES’İN ARDINDAN Bendeki Roni Margulies imajı, her şeyden önce (1) Londra’daki sağlam Torçkiskt birikimden nasibini almış, teori ve pratiği ile devrimci bir sosyalist, (2) ‘kafa dengi’ bir şair, (3) enternasyonalist entelektüel ve (4) DSİP’li yoldaşları arasında kendini hep iyi hisseden bir aktivist olmuştur. Şair olarak ‘kafa dengi’ olması ise, içerik, tarz ve dil olarak 1980 sonrası ortalığı kasıp kavuran postmodern dalgaya kapılmaması ve bu nedenle nihilizm ve çakma mistisizme hiç yüz vermemiş olmasıyla ilgilidir. Şiirlerindeki rafine (diyalektikten payını almış) materyalizm ve (özellikle son dizelerinde dışa vurduğu) dava/mesaj adamlığı, kendime hep yakın hissettirmiştir şiirlerini. Aynı dalganın ürünü olan kendisiyle fazla meşgul sübjektivizm ve bu anlayıştan doğan (güya okuyucu tarafından anlaşılmayı umursamayan) ‘şairin kendisine şiir yazma’ narsisizminden uzak durduğunu düşündüm hep… ***** 2000 yılında Uzaklıklar adıyla ve 2014’te Telgrafçiçeği adıyla yayınlanan “toplu şiirleri” de dahil olmak üzere Roni Margulies’in bugüne kadarki tüm şiirlerinin bir kitapta toplanması hem anısına saygı hem de yeni kuşakların bütünlüklü bir entelektüel-şair analizi için çok yararlı olacaktır…

Dune ve "kahraman kurtarıcı"

Frank Herbert’in yazdığı ve ilk kitabı 1965 yılında yayınlanan Dune serisi, Denis Villeneuve’ün yönetmenliğini üstlendiği, bu yıl ikinci kez beyaz perdeye taşınan ve gişe rekorları kıran filmler sayesinde, yeniden azımsanamayacak bir popülerlik kazandı.  Dune’un politik ve ekolojik eleştirileri, tam da kapitalizmin çoklu krizler yaşadığı günümüz dünyasında, beyaz perde ile popüler kültüre dönüşünü son derece ilginç hale getiriyor. Yayınlandığında Hugo ve Nebula ödüllerini kazanan, dünyanın en çok satan bilim kurgu kitaplarından biri olan Dune’da pek çok farklı tema bulabiliyoruz: din, savaş, çevre ve ekoloji, politik çatışmalar, sömürgeleştirme… Feodal yapılar, emperyal mandalar ve kritik bir kaynağın tekelci kontrolü tarafından çerçevesi çizilen Dune evreni, politik pek çok tartışma için son derece verimli bir zemin sunuyor. Bütün bu temaların iç içe geçtiği bir metin olması, Dune’un yayınlandığından bu yana çok farklı şekillerde yorumlanmasına yol açtı. Kimileri kitabı öjeniyi öven Oryantalist bir rüya olarak görürken, diğerleri kahraman kültünü eleştiren ve ihanete uğrayan devrimci hayalleri anlatan bir hikaye olarak değerlendirdi.  Frank Herbert ise birçok kez Dune’un ana temasının, “süper kahramanın tehlikeleri” olduğunu dile getirdi. Herbert, romanı ortaya çıkaran kıvılcımın, “süper kahramanların insanlık için bir felaket olduğu” inancı ve bir kahramanı yücelten mit yaratma dürtüsünün, kaçınılmaz olarak “demagoglardan, fanatiklerden... ve masum ya da o kadar masum olmayan seyircilerden” oluşan, zehirli ve totaliter bir toplumsal sistem yaratışını dramatize etme arzusu olduğunu söylüyor. Denis Villeneuve’ün filmi de toplumsal dinamikleri ve çok uluslu bir imparatorluğun karmaşık mekanizmalarını inceleyerek, “toplumun kaderini" şekillendirmede inancın ve liderlerin etkisi hakkında sorular gündeme getiriyor ve izleyicileri Herbert'in kurgusal dünyası ile kendi toplumsal yapılarımız arasındaki paralellikler üzerine düşünmeye davet ediyor.  Film, Paul'un kişisel yolculuğunu güç, din ve kader temalarıyla iç içe geçirerek yalnızca "kahraman kurtarıcı" arketipine meydan okumakla kalmıyor, aynı zamanda izleyiciyi toplumların kahramanlarını inşa etmekte kullandığı mekanizmaları incelemeye çağırıyor. Bu nedenle, belki de hem kitabın hem de filmin verdiği cevaplardan çok, sorduğu sorulara odaklanmamız gerekiyor.  Irmak Yavlal (Sosyalist İşçi)

Eko-faşizmin ayak sesleri

Cixin Liu'nun Hugo ödüllü üçlemesinin ilk kitabı olan “Üç Cisim Problemi” geçtiğimiz günlerde, "Game of Thrones"un yaratıcılarının elinde şekillenmiş bir Netflix uyarlaması olarak çıktı karşımıza. Fakat bu uyarlama kitabın TV ekranlarına ilk yansıyışı sayılmazdı. Nitekim üçlemenin ilk kitabı geçtiğimiz yıl Çin’de, “San-ti” (Üç Cisim) ismiyle uyarlanmış ve kitaba oldukça sadık kaldığı için övgüyle karşılanmıştı. İleri derecedeki bilimsel bilgisi ile bilimkurgunun araçlarını harmanlayan yazar bu üçlemesine Çin’in Kültür Devrimi ile başlıyor ve Maoizmin çevresel yıkımını da Kültür Devrimi eleştirisine dahil ederek ilerlerken hikayesini, insanlığı yok etmekle tehdit eden istilacı bir uzaylı uygarlığına doğru taşıyor. Netflix’in yapımı, Çin kültüründen öğelerle yoğrulmuş bir romanı fazlaca "Batılılaştırdığı", kaynak materyalden saparak kendine göre değişiklikler yaptığı argümanlarıyla, Çin milliyetçileri tarafından eleştiri yağmuruna tutuldu. Aslında kitabın ve anlatıda ona sadık kalan ilk TV uyarlamasının çok daha rahatsız edici birkaç yönü var ki bunlardan biri de uzaylıların ele alınış biçimi. Liu çeşitli röportajlarında, uzaylıları ırk ve/veya milliyet için bir metafor olarak kullanan yaygın bilimkurgu davranışından kaçınıyor olduğunu ima etse de okuyucusuna öyle yansımıyor. Hatta üçlemenin ikinci cildinde, birbirlerinin varlığını öğrenen akıllı medeniyetlerin birbirlerini yok etmeye çalışacaklarına dair bir teori de çıkıyor ortaya: ‘Uygarlıklar büyümeye ve genişlemeye çalışır’. Bir diğeri ise yerkürenin ekolojik sorunlarını, ele geçirdikleri gezegende tek başlarına yaşamak istedikleri ta en başından belli olan uzaylıları dünyaya davet ederek çözmeye çalışan bir karakter olan Mike Evans (Jonathan Pryce) karakterinde ortaya çıkıyor. Babasının Kızıl Muhafızlar tarafından öldürülmesinin acısını tüm insan uygarlığına yönlendirilmiş bir intikam arzusu gibi taşıyan ve bu arzusunu, insanların kendi sorunlarına çözüm geliştirme becerisi olmadığı iddiasıyla mantıklı kılmaya çalışan Ye Wenjie (Rosalind Chao) tüm insanlık adına –fakat insanlığın geri kalanından gizleyerek– karar verip San-ti uygarlığıyla dünyanın konumunu paylaşıyor. Daha sonra devreye giren Evans karakteri ise ekolojik sorunların çözümünü, tanrısallaştırdığı bu otoriter ve sömürgeci uygarlığın ellerinden bekliyor.  Böylece yazarın kitap boyunca normalleştirilmiş bir anlatıyla işlediği milliyetçi, hatta ırkçılığa kapı aralayan tutum ile yerleşimci sömürgecilere kucak açma tutumu arasında gidip gelen bir hatta bırakıyor okuyucusunu Liu. Ve bunu yaparken, daha nitelikli bir etik algı geliştirmiş de büyük resme oradan bakıyormuş gibi davranıyor. İşin tuhaf yanı, kitap bu unsurlarına rağmen pek eleştirilmeyip bilakis bilimselliğinin yanı sıra “çevreci” de olmakla ve “insan-sonrası”nı açık fikirlilikle yeniden düşünmeye teşvik etme becerisiyle övüldü. Eleştirilere maruz kalmış olsa da Britanya uyarlamasını, kitabın neredeyse birebir işlenmiş hali olan Çin uyarlamasından çok daha iyi yapan unsur, bu kaygan zeminden hızla uzaklaşılmış olması. Ancak o da hikayenin en kritik noktalarından birinde, neden gerek duyulduğunu çözemediğimiz bir şiddet pornografisine başvurma hatasına düşüyor.

Brecht: Diyalektik tiyatro

1898 yılında Almanya’nın Augsburg kentinde doğan, 1956’da Berlin’de ölen Bertolt Brecht, 20. yüzyılın en etkileyici tiyatrocularından biri olarak kabul edilir. Brecht, politik tiyatro kuramının kurucusu ve uygulayıcısı Piscator’dan da etkilenerek epik-diyalektik tiyatro anlayışını geliştirdi. Brecht’in geliştirdiği tiyatro kuramının kaderciliğe karşı olması, seyirci ile oyuncu arasındaki dördüncü duvarı yıkması geleneksel tiyatroyu derinden sarstı. Brecht’in geliştirdiği epik-diyalektik kuram, tiyatroda biçimsel açından kökten bir değişim getirmekle birlikte esas olarak tiyatroyu devrimci bir mecraya taşır.  Brecht başlangıçta kendi tiyatrosunu “epik” olarak adlandırsa da sonradan “diyalektik” demeyi tercih eder; çünkü epik Hegel’den alınmış bir kavramdı. Tarihi kahramanlar yapar tezini savunan bireyci tarih felsefesinin sanatsal biçimi olan epik, Brecht’in savunduğu diyalektik materyalist tarih anlayışı ile tezattır. Bu gerekçelerden dolayı “hatasının” farkına varan Brecht, tiyatrosunu diyalektik olarak adlandırmayı tercih etmiştir.  Ezilenlerin Tiyatrosu kuramı ile dikkatleri üzerine çeken Agosto Boal de aynı eleştiriyi haklı olarak Brecht’e yöneltmiş:  “İdealist poetikaya göre toplumsal düşünce toplumsal varlığı belirler; Marksist poetikaya göre ise toplumsal varlık toplumsal düşünceyi belirler. Hegel’e göre dramatik eylemi tin yaratır, Brecht’e göre ise dramatik eylemi karakterin toplumsal ilişkileri yaratır. Brecht, kesin, bütünsel ve genel olarak Hegel’e karşıdır. Bu yüzden kendi poetikasını tanımlamak için Hegel’in poetikasında bir tür anlamına gelen bir sözcüğü tercih etmesi bir hatadır. Brechtyen poetika sadece “epik” değildir: Onun poetikası Marksist’tir.” Brecht aslında epik kavramını epizot anlamında kullanmakta. Çünkü bir durumu anlamak ve seyirciyi burjuva tiyatrosunun büyüsünden kurtarmak için dramatik yapının parçalı anlatılması gerektiğini savunur.  Marksist tarih felsefini oyunlarında temel bir çizgi olarak uygulayan Brecht’in tiyatro anlayışının temel ilkeleri şöyledir: 1- Brecht’in tiyatrosu, toplumsal sorunları ve sınıf çatışmalarını sıkça ele alır. Onun oyunlarında, işçi sınıfının yoksulluğu, emek sömürüsü ve sosyal adaletsizlik gibi temalar ön plandadır. Brecht, tiyatroyu bir propaganda aracı olarak kullanarak toplumu dönüştürme ve değişim için bilinçlendirme amacı güder. 2- Brecht’in performans yöntemleri, oyuncuların karakterlerini yaratırken duygusal bağlanma yerine analitik bir yaklaşım benimsemelerini sağlar. Bu da izleyiciyle etkileşimin şeklini değiştirir ve seyirciyi daha eleştirel bir bakış açısıyla olayları değerlendirmeye teşvik eder. 3- Bertolt Brecht’in tiyatrosu, sahne sanatlarını sadece bir eğlence aracı olmaktan çıkarır ve onları toplumsal değişim için güçlü bir araç haline getirir. 4- Dramatik eylem gerçek eylemin yerini almaz. 5- Antik Yunan tragedyalarında temel hata olarak kaderine karşı çıkmak gösterilir. Kaderine karşı gelen kahramanların sonu trajiktir. İzleyiciye bu oyunlar aracılığıyla kaderine razı olması öğütlenir. İzleyiciler “temel hatalarının” farkına vararak katarsis yaşar. Brecht’in diyalektik oyunları katarsise karşıdır.  6- Tiyatro sanatı estetik bir kaygıyla yapılmakla birlikte aynı zamanda devrimci bir eylemdir.

Otoriter rejimlerin doğası üzerine hiciv ve gerçekçilik

HBO’nun yeni serisi Rejim; usta oyunculuklar, önemli politik saptamalar, güncel ve tarihsel bir dizi göndermeyle başladı. İsimsiz bir Orta Avrupa ülkesinde geçen dizide başrolü ülkenin başkanı olarak Kate Winslet oynuyor. Sarayda geçen entrikalarla başlayan dizi, siyasi elitlerin arasında bir madenci katliamına karışan onbaşının özel görevli olarak işbaşı yapmasıyla bambaşka bir hal alıyor. Dizinin yaratıcısı Will Tracy, dersine iyi çalışmış. Avrupa’daki otoriter liderlerden, Trump ve dünyadaki benzerlerine uzanan bu sağ dalganın karakteristik özelliklerini bu hayali diktatörlüğe yerleştirmeyi başarıyor. Bir diğer yan ise ABD emperyalizmi ile olan ilişkileri, Çin ile yaşanan ticaret savaşlarını, madencilik faaliyetleri sonucu meydana gelen çevre felaketlerini ve işçi isyanlarını da ele alması. Başroldeki başkan ve en yakınında olmayı bir şekilde başaran onbaşı karakterleri etrafındaki otoriter rejimleri var eden siyasi ittifakın doğası anlatılıyor. Buraya kadar yazılanların hiçbiri ‘spoiler’ değildir. Çok daha fazlasını The Regime dizisini izleyerek görebilirsiniz.

Ölümsüz antifaşist roman: Fontamara

Otoriter rejimler ve aşırı sağ rüzgarların dünyasında, faşist partiler ayrı bir bela. 20. yüzyılın ilk feci deneyinin yaşandığı ve faşizm teriminin doğduğu İtalya’nın Başbakanı Giorgia Meloni, diktatör Mussolini’nin devamcısı olan bir partide yetişmiş biri. Lideri olduğu İtalya Kardeşliği adlı parti ve koalisyon ortağı Kuzey Ligi, son 20 yılda ülkede yaşanan siyasi krizlerle güç kazanmış birbirinden berbat iki faşist parti. Faşizmin yükselişi her zaman ve her yerde önlenebilirdir. Ayrıca faşistlerin mutlak iktidarı (ki parlamenter/yasal yöntemler bu amaçlarına giden birer araçtır) direnişle yenilebilir. Ünlü antifaşist İtalyan romancı Ignazio Silone’nin başyapıtı olan Fontamara, 1933’te yayınlandı. İspanya İç Savaşı’nın arifesinde, Almanya’da Naziler iktidara geldikten birkaç ay sonra yayınlanan roman, birçok dile çevrildi ve o dönem 7 milyon adet satışa ulaşarak popüler oldu. Faşist lider Mussolini 1922’de iktidara geldi ve 1945’te partizanlar tarafından bacağından asılana kadar İtalya’yı demir yumrukla yönetti. Fakat iktidarının başından itibaren kendisi ve partisine karşı aşağıdan bir direniş de gelişti. Fontamara, Abruzzo bölgesindeki Marsica’da kurgusal bir köydür. Taşranın ücrasında, fakirlik diz boyudur ve köylüler, şehirde yaşanan, faşizmin yükselişi gibi olağanüstü bir değişiklikten bile habersizdir. Fakat bir kişi kısa sürede bölgenin en zengini haline gelir. Roman bu kişi şahsında faşist rejimin doğası, yozlaşma, güç ve iktidar ilişkilerini konu edinir. Yüzyıllardır yaşamak için her gün saatlerce çalışmak zorunda olan yoksul köylüler, böylelikle faşizm ve sosyalizm gibi tarihin zıt siyasi hareketleriyle tanışır. Silone, 1921'de İtalyan Komünist Partisi’nin (PCI) kurucu üyelerinden biriydi. Silone, Ulusal Faşist Parti’nin yönetimi sırasında partinin gizli liderlerinden biri oldu. Kardeşi komünist olmadığı halde tutuklandı ve 1931’de hapishanede işkenceyle öldürüldü. Fontamara mücadelenin romanıdır ve anti-faşistler sonunda kazanacaktır. Bugün de kazanabiliriz. Bu tarihi romanı, cumhuriyet tarihinin ilk faili meçhul cinayetiyle öldürülen Sabahattin Ali’nin eşsiz çevirisiyle okuyabilirsiniz.

Yerleşimci sömürgeciliğin vahşetini ortaya koyan yeni bir film

Yerleşimciler (Los Colonos), Şili ve Arjantin’in en güney bölgeleri olan Tierra del Fuego’daki yerleşimci sömürgeciliğinin tarihine üzücü bir bakış. Felipe Gálvez’in yönettiği film 1901 yılında geçiyor ve İskoçyalı eski bir asker olan Alexander MacLennan’ın (Mark Stanley) gerçek hikâyesini anlatıyor. MacLennan zengin toprak sahibi José Menéndez (Alfredo Castro) için çalışmaktadır. Menéndez, koyun çobanlığı işini geliştirmek ve daha fazla kâr elde etmek için yerli nüfusu topraklarından “temizlemeye” uğraşmaktadır. MacLennan’ı topraklarının sınırlarını belirlemesi için bir keşif gezisine gönderir. Amaç aslında yerli Selk’nam halkından mümkün olduğunca çok insan öldürmektir. MacLennan’ın yanında Teksas’tan Amerikalı bir paralı asker olan Bill (Benjamin Westfall) vardır. Yerli ve Avrupa kökenli keskin nişancı Segundo Molina (Camilo Arancibia) da onlara katılır. Molina cinayetlere ortak olmak zorunda kalır. Yolculukları, sömürge toplumunun dinamiklerine ve sömürgeleştirilmiş insanların karşılaştığı baskıya bir pencere açıyor. İngiliz ordusundaki kırmızı ceketinden dolayı Chancho Rojo ya da “Kızıl Domuz” olarak bilinen MacLennan, vahşet ve soykırım eylemleriyle ün salmıştır. Filmde tasvir edilen katliamlar dehşet verici ve gerçeğe dayanıyor. Toprak sahiplerinin, öldürülen yerlilerin “her kulağı için bir sterlin” vermesi de bu korkunç olaylardan biri. Hem Arjantin hem de Şili, ticaretin gelişmesi için toprakları temizleme hedefini paylaşıyordu. Filmde Menéndez’in yakın bir müttefiki, onu savunan yerel bir rahiptir. Kilise, soykırımların “medenileştirme” misyonu olarak meşrulaştırılmasında suç ortağı olmuştur. Tierra del Fuego’daki katliamlar, yerli Selk’nam halkının nüfusunun 1880’de 4.000’den 1930’larda sadece 100’e düşmesine yol açtı. Bu arada, yerleşimciler tarım ve hayvancılık alanındaki yeni girişimlerin yarattığı fırsatlardan yararlandılar. Filmin başında Menéndez çorak bir arazide bir kampta yaşamaktadır. Yedi yıl sonra ise lüks bir malikanede oturmaktadır. Galvéz’in filmi muhalif bir kültürel harekete ve sömürge tarihinin alternatif bir anlatımına katkıda bulunmayı amaçlıyor. Liam Winning-Jessica Walsh (Socialist Worker’dan çevrilmiştir)

Lenin’i ve işçi sınıfının mücadelesini anlatan 4 film

Lenin’in ölümünün yüzüncü yılı herkese onun fikirlerinin ve eylemlerinin işçi sınıfının mücadele hafızasında ne denli önemli bir yer tuttuğunu gösterdi.  Ekim Devrimi’nin ardından onlarca yönetmen ve yazar bu süreci eserlerinde işleyerek bu deneyimin kuşaklar arasında aktarılmasına ön ayak olmuştu. Öte yandan Stalinizmin politik ajandasının hâkim olduğu yıllarda sanat eserlerine uygulanan sansür ve sanatın araçsallaştırılarak sanat eserinin bir propaganda materyaline indirgenmesi, devrim sonrası dönemin mühim problemlerinden biriydi.  Bu gibi yaklaşımlardan uzak ve tarihi gerçekleri aslına uygun olarak ele almalarının yanı sıra sinematografik olarak da rüştünü ispatlamış filmlerden dört tanesini seçtik. Kızıllar (Reds), 1981 Kızıllar, Amerikalı komünist, yazar ve gazeteci John Reed’in Ekim Devrimi’nin ilk günlerini anlatan “Dünyayı Sarsan On Gün” isimli kitabından beyaz perdeye uyarlandı. Warren Beatty’nin yönettiği, yine kendisinin (John Reed) ve Diane Keaton (Louise Bryant) ile Jack Nicholson’ın (Eugene O'Neill) başrollerini üstlendiği film, Reed’in Amerika’dan yola çıkarak Ekim Devrimi öncesinde Lenin’le yaptığı röportajı ve ardından yaşanan devrim sürecinin yanı sıra devrim sonrasında Amerika Sosyalist Partisi’nde yaşanan politik tartışmaları ele alıyor.  Kızıl Çanlar II (I dieci giorni che sconvolsero il mondo), 1983 Ünlü Sovyet yönetmen Sergei Bondarchuk’un iki bölümden oluşan Kızıl Çanlar serisinin ikinci filmi olan eser, Sovyetler Birliği, İtalya ve Meksika ortak yapımı. Yine John Reed’in kült eserinden yola çıkan serinin ilk filmi Reed’in Meksika’ya yaptığı seyahate ve Panço Villa önderliğinde yürütülen anti kolonyal mücadelenin tarihine odaklanıyor.  Kızıl Çanlar II filminde ise Reed’in Ekim Devrimi sırasında başından geçenleri ve tarihin akışını değiştiren sınıf mücadelesini ele alan Bondarchuk, 1966-67’de Tolstoy’un Savaş ve Barış romanını uyarladığı film serisiyle de tanınıyor. Lenin’in Treni (Lenin...The Train), 1988 Lenin’in Şubat Devrimi’nin ertesinde sürgünde olduğu Zürih’ten Petrograd’a olan yolculuğunu işleyen Lenin’in Treni filminin başrollerinde Ben Kingsley, Dominique Sanda, Leslie Caron, Jason Connery, Timothy West gibi isimler bulunuyor. “Mühürlü tren” Rusya’ya yaklaştıkça farklı ülkelerden geçiyor ve dönemin devrimcileri arasındaki politik tartışmalara ve iş birliklerine ışık tutuyor. Elveda Lenin! (Good Bye Lenin!), 2003 Her ne kadar doğrudan Lenin’in hayatına odaklanıyor olmasa da Berlin Duvarı’nın yıkılması sırasında komada olan Doğu Almanyalı bir kadının hikayesini anlatan film Sovyetler Birliği’nin yıkılmasına giden süreci sıradan insanların gözünden perdeye aktarıyor. 

Naziler mutlaka yenilecek!

Almanya’da “Correctiv” isimli araştırmacı bir gazeteci ekibin çalışması ile AfD’nin seçimlerde dikkat çeken yükselişinin hemen ardından bu ırkçı partinin neo Nazilerle açık işbirliği deşifre edildi. Kasım ayında Hitlercilerin 1942 yılında  Yahudileri Madagaskar adasına sürmeyi konuştuğu Postdam kentine 8 km mesafelik uzaklıkta bir yerde AfD nin ve hatta CDU’yla alakalı kişilerin de benzer bir toplantıya katıldığını gördük. Onlar bu sefer Madagaskar adasını değil de Kuzey Afrika’yı uygun görmüş. Almanya’da yabancı ya da eskiden “yabancı” iken artık “Alman” olmuş vatandaşlar dahil, toplam 20 milyondan fazla insan Kuzey Afrika’ya gönderilmeli demişler, şaraplarını yudumlarken ve daha korkuncu sadist kahkahalarla gülerken. Düşünsenize bir avuç cani, insan demeye bin şahit gerektiren, vahşi, canavar bir ruh var karşımızda. Yaşanan bu gerçekleri gördükçe ve de okudukça elbet de öfkelenmemek mümkün değil.  Bir yanda bu planlar yapılırken; öte yanda günlerdir devam eden çiftçi eylemleri var. Ki şaşırtıcı bir şekilde bu eylemlerin liderliğini geleneksel olarak yapan Fransız çiftçiler değildi bu defa. Bu sefer, her zaman katı bir disiplin şartına bağlı olarak çalışan, çalıştığını da hak ettiğine inanan o sabırlı Alman çiftçileri bu dalganın başını çekti. Ardından eylemler Fransa’ya sıçradı, sonra Belçika derken İtalya, Hollanda diye yayılmaya başladı. Yani insanlar örgütlü güçlerini, eylemde birliklerini harekete geçiriyorlar. Büyük ticari yolların geçtiği-kesiştiği Avrupa’daki kritik noktalardaki otobanları işgal ediyorlar. İsterlerse hayatı nasıl durdurabileceklerini herkese gösteriyorlar. Bu güce sahip olduklarını bildiklerini de egemenlere açık açık ilan ediyorlar.  *** Çiftçi eylemleri ya da Almanya’da yüzbinlerce antifaşistin AfD karşıtı gösterileriyle dijital platformlar arasında bir ilişki olabilir mi? Eylemler bitiyor, yarın yeniden eyleme katılmak için evlerimize çekiliyoruz eğer meydan işgali, süresiz grev ya da fabrika işgalleri örgütlememişsek, yatıp dinlenmeden önce belki de dinlenmek için abone olduğumuz bir dijital platformda yaşadıklarımızı andıran filmler, diziler var mı diye dolaşabiliyoruz bazen. Bu turun sonunda Netflix’te bile daha çok sistem dışı diziler ve filmler çıkmaya başlıyorsa, “toplumun genel eğilimi bu yönde demektir” diye düşünüyorum bazı zamanlar. Lakin sonrasında; hayır böyle düşünmemi isteyen bir algoritmaya sahip platform var karşımda diye düşünüyorum… o soruyor “beğendin”, “beğenmedin” ya da “çok beğendim” (çok beğenmedim yok ama seçeneklerde) seçeneklerine verilen puan derecelendirmesine bakıyor ve size daha önce benzer kategorilere dahil ettiği filmleri öneriyor. Mesela art arda dağcılıkla ilgili filmler izlediğimde, bana dağcılıkla filmler öneriyor. Yani bana has-özel bir öneri bu, çünkü benim kullandığım hesap, diğer kullanıcıların hesabındaki algoritmadan farklı çalışıyor. O kullanıcı hesabında misal daha çok dedektif filmleri ya da dizileri izlendiyse ya da o tarzda aksiyon dolu olan La Casa De papel dizisindeki gibi dizi ya da filmler izlendiyse, ona benzer öneriler geliyor. Ama sadece film önermiyor; belki filmin tarzı farklı olabilir ama işte izlediğiniz o dizinin/filmin yönetmeninin çektiği, oyuncularının rol aldığı, bilmem ne ödülüne layık görülen sayısız seçeneği içeren bir tavsiyeler listesi çıkıyor. Yani Netflix yapay zekası her kişinin kendi tercihlerine ve ruhi haline göre bir hizmet sunuyor. Ve bu eminim ki, her zaman olmasa da herkes tarafından tercih edilen bir özelliktir. Ancak benim de yaşadığım ve başkalarının da yaşamış olabileceği düşündüğüm farklı durumlarda, mevzu biraz daha karmaşık olabiliyor. Biraz açayım ne demek istediğimi; aynı hesabı çocuklarınız, partneriniz ve siz  ortak kullanıyorsanız, o zaman film ya da dizi önerileri tavsiyeleri de, sizler kadar çeşitli oluyor haliyle. Mesela sizin izlediğiniz bilim kurgu filmleri-dizileri, çocuğunuz film ararken onun karşısına öneriler listesi olarak çıkabiliyor. Yani bir anlamda, çocuğunuzla dolayımsal olarak sanal-görsel medya üzerinden de iletişim kurabiliyorsunuz. Çocukların medya ile çok sıkı fıkı ilişki içerisinde olmasından dolayı (Tik Tok, Snapchat vb. gibi) sizin onun dünyasının içine, yani o sanal alana girip, orada ona öneriler sunulabilecek bir tavsiyeler listesi sunmuş olma şansını yakalamanızı sağlıyor. Yani çocuğun karşısına; insanlar arası interaktif ilişkiyi kullanarak yaratılmış bir menü çıkıyor. Siz de tesadüfen çocuğun yanındaysanız o esnada, “aa bak bunu izlemiştim, güzel film” diye öneri sunmanıza olanak sağlıyor.  Neyse; Almanya’da neo-faşizmin yükselişinin simgesi haline dönüşen AfD isimli ırkçı partiyle ilgili yazmayı düşünmüştüm ama kapanışa gelirsek eğer, Netflix ve benzeri platformlardan sizlere sunulan hiçbir film önerisi, bir arkadaşın önerisi gibi olmuyor. Genelde en isabetli öneriler, en çok beğendiğiniz filmler, arkadaşınızın size önerdiği filmler ya da sizin arkadaşlarınıza önerdiğiniz filmler oluyor. “Sisu” filmi gibi.  Fince dilinde Sisu; “kötü durumlarda, her türlü olumsuzluk karşısında cesaretli ve dayanıklı olmak, başarısızlıklara rağmen kararlı olmak demek”miş. Tam olarak Türkçeye nasıl çevrilir bilemiyorum ama “Sebat” sözcüğü sanırım en uygun çeviri gibi gözüküyor.  Film; yıkılmakta olan Hitler rejiminin Finlandiya topraklarından geri çekilirken dahi ne kadar gaddar ve vahşi olduğunu, sadece bunu da değil, daha çok da bu Nazilere karşı (efsanevi bir oyunculuk eşliğinde) nasıl mücadele etmek gerektiğini anlatan güzel bir film Sisu. Her türlü saldırıya sebatla direnen ve mücadelesinden bir an dahi vazgeçmeden, yoluna devam eden bir insanın azmini, kararlılığını, kadınların savaşta ki örgütlü gücünü göreceksiniz bu filmde.  Sisu gibi olun. Asla pes etmeyin. Mutlaka kazanılacak sonunda. Keyifli izlemeler. Ali Morgül 

1 2 3 4 5 6 İleri

Bültene kayıt ol