Son on yılda, yönetmen çeşitliliğini gözle görülür bir şekilde içeren bir biçimde, korku türünde bir canlanma yaşandı. Bu filmlerin çoğu aileyi oluşturan unsurları bilinçli olarak eleştiriyor ve tabu konuları gün ışığına çıkarıyor. Bu kadar dehşet verici filmlere ilham veren bu kurumun özelliği nedir?
Aile bir cennet ya da cehennem olabilir, genellikle her ikisinden de biraz vardır. Hollywood bize bir cennet göstermeyi sever, ancak korku türü de bu cennette zengin bir malzeme kaynağı bulur. Görünürde korku filmlerinde katı bir ahlak anlayışı vardır. Cinsel bir geçmişiniz mi var? Vahşice ölmeye hazır olun.
Biyolojik olarak akraba olmadığınız birini ailenizin evine mi davet ettiniz? Son duanızı edin. Ne yaparsanız yapın, çocuk bakıcısı tutmayın. Tüm bunlar tehdidin dışarıdan geldiğini gösterir. Ancak kötülüğün kaynağının ailenin kendisi olduğuna dair ipuçları da çoğu zaman bulunabilir.
Stanley Kubrick'in The Shining (Cinnet) filminde Torrance ailesi, perili Overlook Oteli'ne gelmeden çok daha önce bir istismar cehennemidir. The Exorcist'te (Şeytan) 12 yaşındaki Reagan bir iblis tarafından ele geçirilir, ancak ilk sahneler annesiyle arasındaki hoşnutsuzluğu ortaya koyar. Reagan'ın ele geçirilmesi, ergenlik ve yaklaşan kadınlık beklentileri için güçlü bir metafordur.
Bedensel değişiklikler, kötü cilt, öfke patlamaları, garip sıvı atılımları... Tanıdık geliyor mu? Şeytan kovulduktan sonra Reagan, kızlık çağının uysal, kibar ve itaatkâr bir örneğidir. Amerika Birleşik Devletleri'nde kürtaj haklarına yönelik saldırıların ardından bu yıl zorunlu hamilelikle ilgili üç korku filminin gösterime girecek olması dikkat çekici.
The First Omen (İlk Kehanet) ve Immaculate (Arınma) filmlerinde kadınlara ilaç veriliyor, hamile bırakılıyor ve hamileliklerini sonlandırmaya zorlanıyorlar. Apartman 7A ise Rosemary'nin Bebeği'nin öncesini anlatıyor ve bir kadın şeytani bir tarikat tarafından Şeytan'ın dölüyle hamile bırakılıyor. The Babadook (Karabasan), annelik konusundaki ikircikliliği hesaba katması açısından dikkat çekiyor.
Aile kurumu mahremiyet kavramına dayanır: Kapalı kapılar ardında olup bitenler kimseyi ilgilendirmez. Bu, gerçek dehşeti maskeleyebilir ve özellikle bedenlerini ve arzularını keşfeden gençler için çok fazla mahcubiyete yol açabilir.
Bir tür olarak korku, böylesi zor ve rahatsız edici duyguları ifade etme konusunda özel bir yeteneğe sahiptir. Ancak daha ileri de gidebilir. Jordan Peele'in 2017 yapımı Get Out (Kapan) filminde beyaz, üst sınıf aile kötülüğün kaynağıdır. Onlar aynı zamanda sistemi, beyaz üstünlükçü Amerika Birleşik Devletleri'ndeki yönetici sınıfı temsil eder.
Peki canavar kimdir ya da nedir? Nevrotik anne mi yoksa şiddet yanlısı baba mı? Yoksa bunun yerine bu dinamiklerin ortaya çıktığı topluma bakabilir miyiz?
Canavarlığı tanımlamanın farklı yolları vardır: Kötülüğün kaynağı ya da sistemleri altüst eden bir şey olarak tanımlanabilir. Karl Marx, sermayeyi ölümsüz bir vampire ve doymak bilmeyen bir kurt adama benzetmişti ama aynı zamanda Komünist Manifesto'da Avrupa'ya musallat olan bir hayaletten, egemen sınıfın bu şeytanı bünyesinden çıkarmak için örgütlendiği komünizm hayaletinden de söz etmişti.
Korku filmlerinin yeniden canlanması, sistem eleştirisi için harika bir çıkış noktası sağlayabilir ve belki de 21. yüzyılda kapitalizme musallat olan bazı hayaletleri teşhis edebilir.
Sally Campbell
Socialist Worker’dan çevrildi
Ölümünden sonra yayınlanan şiir kitabının tanıtım toplantısında yoldaşları ve arkadaşları Roni hakkında, kitap hakkında, hatta çok daha eski arkadaşları çocuklukları hakkında bile konuştular. Ölümünün üzerinden işte bir yıl geçti. Siyasi bir görevmiş gibi yazıp çizsem de henüz ne olduğunu anlamış değilim. Nasıl bir boşluk kaldığını Roni’nin ardından üç dört ay sonra fark edebildim.
Yüz yüze ilk karşılaşmamız 1995 yılında, o vakitler Deva Çıkmazı’nda kocaman tam bir katta tuttuğumuz büroda gerçekleştirdiğimiz Marksizm toplantılarında olmuştu, biz Özden’le beraber mutfak işlerini organize ederken “Şenol Karakaş sensin değil mi?” diye sormuştu.
Roni’nin adını elbette biliyordum da onun benim adımı bilmesi ilginç gelmişti, ilginç olan başka bir şey de adımı bildiğini bana göstermesi olmuştu. Seni tanıyorum demişti, radarında olduğumu göstermişti. O Marksizm toplantıları sırasında pratik sonucu ÖDP’nin kuruluşu olacak olan tartışmalar tüm sol saflarda yaşanıyordu. O dönemin bir grup DSİP üyesi bizlerin de bu birlik hamlesinin bir parçası olmamız gerektiğini dile getiriyor, hatta DSİP adına konuşmacı oldukları Marksizm panellerinde açıktan bu görüşünü propagandasını yapıyorlardı.
Roni o zaman, Doğan Tarkan’la ve ÖDP’ye katılmaya gerek yok diyen hepimizle beraber, basit bir matematik hesabıyla yaklaşmıştı tartışmaya. ÖDP’de birbirinden bütünüyle farklı politik geleneklerden gelen grupların günün birinde ayrılacak olması ve ÖDP’nin dağılacak olması kaçınılmaz. Bu durumda ÖDP’ye katılıp dağıldığında o yapıdan çıktığımızda mı daha güçlü oluruz yoksa ÖDP’ye hiç katılmayı dışında örgütlenirsek mi?
Darbe geleneğinin İslamcı hareket üzerinde dişlerini göstermeye başladığı, Kürt sorunun tüm keskinliğiyle ortada olduğu politik atmosferde politik olarak anlaşmış olmayan bir siyasi grubun ayakta durması mümkün değildi. ÖDP’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra 28 Şubat darbesi gerçekleşti. Bir süre daha sonra Kürt sorunu sertleşti, cezaevinde kitlesel ölüm oruçları başladı. Böylece ÖDP’nin politik bölünmesi de başladı.
Roni, siyasal İslam tartışmasında çok belirleyici bir rol oynadı. Şu net perspektifi kaleme aldı:
“Faşizm örgütlediği kitleleri milliyetçilik, ırkçılık ve militarizm temelinde örgütler ve yarattığı örgütlenmeyi (iktidar olduğu taktirde) işçi sınıfını ezmek için kullanır. Dolayısıyla, faşizme karşı
mücadele bu örgütlenmeyi engellemek ve üstelik gerektiğinde kitlesel güç kullanarak, sokağa her çıktıklarında kafalarını ezerek engellemek amacını gütmelidir. Şeriatçı hareket ise örgütlediği kitleleri, yukarıda gördüğümüz gibi, aslen ekonomik özlemler temelinde örgütler. Şeriatçı harekete katılan veya oy veren kitlelerin çok büyük bir kesiminin özlemleri bir gün siyah üniformalar giyip ellerinde Türk bayraktarıyla grev çadırlarına saldırmak veya Orta Asya’yı fethetmek değil, daha adil, daha istikrarlı, daha insancıl bir hayattır. Bu kesimin mevcut düzenle bir sorunu vardır. Bu kesim işçi sınıfının düşmanı değildir. Dolayısıyla, şeriatçı harekete karşı mücadelenin temeli, bu kesime umutlarını yanlış yere bağladıklarını anlatabilmektir. Sıradan bir faşiste Türkeş teşhir edilemez. Sıradan bir Müslüman’a Erbakan teşhir edilebilir. Teşhir etmenin yöntemi ise Refah Partisi’nin sermaye sınıflarının partisi olduğunu göstermektir. Bunu göstermek de, bizzat Refah’ın kendi içindeki çelişkilere işaret ederek mümkündür; bu çelişkiler zaten Refah’ı sürekli teşhir etmektedir. Şunu unutmamak gerekir: sosyalizmin canlı bir alternatif olarak gündeme getirilmediği yerde adalet isteyen, işsizlikten ve varoşlarda yaşamaktan bezen kitlelerin başka çarelere bel bağlamaları doğaldır. Biz bu alternatifi yarattığımız zaman, gözlerini sosyalizme çevirecek kitlelerin önemli bir kısmı bugün Refah’a bakıyor. Bizim işimiz faşistleri ezmek, şeriatçıları ise kazanmak.”
Berbat, aşırı sağcı her fikri ve örgütlenmeyi faşist olarak kodlayanlardan daha farklı bir tutum alıyordu Roni. Bunun bir nedeni de faşizmin sınıfsal kökenlerine dair güçlü bir bakış açısı sunan Troçki’nin fikirlerini tüm ayrıntılarıyla kavramı olmasıydı elbette.
Türkiye’de solda faşizm konusu kadar sulandırılmış başka hiçbir konu yoktur. Roni kadar da faşizm tartışmalarının sulandırılmasına öfke duyan kimse olmamıştır. Yahudi soykırımında ölen yüzbinlerce insan, İkinci Dünya Savaşı’nda ölen milyonlarca insan, bir açıdan Stalinist Komünist Partisi’nin faşizmi sulandırması ve sosyal demokratları sosyal faşist olarak kodlayıp Nazilerden daha tehlikeli görmesine nedeniyle kaybedildi.
Karmaşık olguları sade bir şekilde açıklama yeteneği herkese nasip olmuyor. Bu bir yıl Roni’nin yokluğundan kendisini en çok hissettiren gerçeklik bu oldu. Bir memleket ya da dünya meselesi hakkında uzun uzun konuşmak istediğinde net açıklamalar (her zaman doğru olan açıklamalar anlamında değil) yapacağını bildiğiniz, bundan emin olduğunuz bir yoldaşınızı kaybedince o kocaman boşluk duygusu azalmak yerine zaman zaman her tarafı sarıyor gibi oluyor.
Cenazesinde de söylemeye çalışmıştım. Roni açısından kilitlenmesi gereken tek bir hedef vardı: devlet!
Tüm benliğiyle devlet denilen bir örgütler toplamı olan örgütlenmeden nefret ederdi. Düpedüz devlet düşmanıydı. Tek bir devlete değil elbette, tüm devletlere. Ama İstanbul’da yaşamaya karar verip Türkiye’de her günkü mücadelenin aktif bir parçası olunca, burada devletin nobran yüzüyle sık sık karşılaştı. Askeri darbeler ve Türkiye’deki darbeci gelenek, devletin sarih bir şekilde organizasyon niteliğini açığa serdiği süreçlerdi.
Darbelere karşı tüm gücüyle mücadele ederken, sivil olmayan alandan ne kadar, ne düzeyde ayrıldığı belirgin olmayan sivil alanda burjuvazinin programını uygulayan iktidara da hiçbir zaman taviz vermedi. Kurulduğu yıllarda ve darbe girişimlerine maruz kaldığı süreç boyunca insanların neden AKP’ye oy verdiğini anlama çabası, AKP’yi aklama çabası halini hiçbir zaman almadı Roni’de.
Çünkü Troçki’nin fikirleri önem sırasına göre dizilirse, doğrudan işçi sınıfının çıkarlarını savunmayan her iktidar burjuvaziye hizmet etmek zorundadır. Bazı solcular AKP savunuculuğunda o kadar ileri gittiler ki, Roni’den kendi AKP severliklerine tanıklık göstermek üzere eski yazılarından, Roni’nin AKP’nin askeri vesayetin tehdidi altında olduğu dönemde yazdığı yazılardan alıntılar yapmayı tercih ettiler.
Öleceği yılın başlarında Serbestiyet’te yazdığı kimi yazılarda AKP’nin yaşadığı değişimin altını net bir şekilde çizmişti:
“AKP zaten (laikliğin en azgın uygulamaları dışında) hiçbir zaman Türkiye devletinin resmî ideolojisine düşman bir parti değildi. Sadece laiklik politikalarının aşırılığı ve dışlayıcılığı onları rahatsız ediyordu. Bu dışlayıcılık (dindarların siyasal hayattan ve kamusal alandan dışlanması ve, daha önemlisi, Müslüman sermayenin büyüme olanaklarından dışlanması) törpülendikten sonra, AKP’nin ve onu destekleyen muhafazakâr tabanın Kemalist devletle bir kavgası kalmadı. Genelkurmay bu hükümeti ilk yıllarında devirmeye kalkışmasaydı zaten iki taraf da baştan hiç sorun yaşamayacaktı. Ve artık yaşamıyorlar. Devrilmeyeceklerine akılları yattıktan sonra, Erdoğan ve AKP “normal” hâllerine, fabrika ayarına döndü. Normal olan 2002-2012 değildi; normal olan bugünkü AKP.
…
Uzun zamandır Kemalizm’le dalga geçen, eleştiren yazılar yazamıyorum. Yazsam, “AKP dururken niye Kemalistlerle uğraşıyorsun?” denecekti, bir ölçüde haklı olarak.
…
Ve şimdi, Genelkurmay’ın, millîliğin ve Kemalizm’in bayrağını AKP de en az CHP kadar salladığına göre, Kemalizm’le ve Kemalistlerle yine dalga geçmeye başlayabilirim, değil mi?”
Hemen yanı başındaki insanların bir gün örgüt içi iktidar hırsıyla yanıp tutuşup şu basit gerçeği çarpıtacağını hiç tahmin etmiyordu muhtemelen. Darbeye maruz kalan AKP ile darbeci diye canının çektiğini kokteyl terörle yargılayan AKP arasında büyük bir ayrım vardır. Bu basit ayrımı göremeyenler, Roni açısından düpedüz ulusalcı olan sosyalistlerden daha büyük bir zafiyete sahiplerdi.
Çünkü, galiba, hangi gerekçeyle olursa olsun bir devletin yönetici kadrosunu aklamak Roni’nin affedilemezler listesinin birinciliği ödülünü kazanmak anlamına geliyordu. Egemen sınıfla ve onun devletiyle uzlaşmazlık dışında herkesle her konuyu tüm açıklığıyla tartışmaktan asla geri durmazdı. Ölümünün ardından hem Türkiye’de hem de Almanya ve Londra’da yapılan anma toplantılarında ve ardından yazılan anma yazılarında o kadar çok insanla o kadar çeşitli konularda konuşmuş, tartışmış ve tam bir dayanışma içinde olduğunu gördük, çoğumuzu şaşırttı bu hikayeler.
Hele Londra’da 1980’lerde işyerinde direnen Türkiyeli işçilerin ve Kürt işçilerin mücadelesiyle dayanışmak için her sabah onlarla buluşması çok hoş bir anıydı, anlatan arkadaşın samimiyeti olayı daha da keyifli hale getirmiş ve dinleyenler, en azından ben, içte içe “vay canına” demiştim.
Roni, kişisel olarak aklının başında olmasına ve zihinsel ve teorik tutarlılığa çok büyük bir önem atfediyordu. Aklı başında değilse başsız kalmayı tercih ederdi. Her an, her ilişkide, her konuşmada insanların kelime, telaffuz ya da harf hatalarını bu yüzden düzeltirdi. Hem karşısındakini aklı başında olmaya davet ederdi hem her hata yakaladığında kendi aklı başındalığına kısa bir selam çakmış olurdu hem de sonuç itibarıyla bir hatayı düzeltmiş olurdu. Kendi yazılarını Sosyalist İşçi için yolladığında bazen telefon ederdi, “bak şurası italik, onun italik olması çok önemli” diye.
Galiba aklının başında olması ve zihinsel tutarlılığın sürekli kanıtlanması gerekliliği dışında kısa ya da uzun yazdığı her makale, kafasında daha uzun, daha kapsamlı bir projenin, bir kitap taslağının bir parçasıydı. Yine de son iki ayını geçirdiği hastanede doktorlara ve hemşirelere hastalığıyla ilgili sorular sorduğunda geçiştirdiklerini hissederse, “bakın beni oyalamayın ben de bir doktorum” diyerek daha net açıklamalar istiyordu.
Hastalık süreci kötüleşip de hastaneden çıkacağı günü beklemek yerine yoğun bakımdan normal odaya çıkmayı özler hale geldiğimiz günlerde, bir şekilde “Mesafeler” şiirinde yazdığının tersine, (“Elsa’yı aramak gelmeyecek kimsenin aklına.” yazmıştı bir dizesinde), birilerinin aklına aramak gelmişti ve aşklarının yoğunluğunu, derinliğini, çelişkili doğasını ve yer yer yıkıcı yanlarını benzersiz bir şiir kitabıyla ölümsüzleştirdiği Elsa, Yunanistan’dan hastaneye ziyarete gelmişti.
“Her paylaştığımız şarap şişesi uzun bir ayindi adeta, birlikteliğimizi teyid ederdi.
Tanıştığımız yaz Girit’te bir bağda durup yediğimiz üzümleri anmış gibi olurduk her bardakla.
Şimdi de, kim olursa olsun yanımda masama gelen her şarap şişesini Elsa’yla birlikte içiyoruz.”
(Şişe şiirinden.)
Gerçekten de Elsa’nın geleceğini öğrenen Roni, heyecanlanmıştı.
Defalarca okuduğum bir şiir kitabından çıkıp bir anda karşımda beliren Elsa ile Roni’nin yoğun bakımdaki odasına girdiğimizde, onu yatakta değil sandalyede bulmuştuk.
Her şey ayarlanmıştı, fonda çok etkileyici bir müzik çalıyordu, Roni çok zorlansa da sandalyede dimdik oturuyordu. Elsa, yasak olmasına rağmen kucakladı Roni’yi, o kadar sıkı sarıldı ki Roni aşkın zaman tüneli varsa orada salınmaya başladı, bıraktı kendini Elsa’ya, tam önümde, haftalardır ölüm kalım mücadelesi veren yoldaşımın, ne kadar şanslı olduğunu düşündüm, olağanüstü bir aşk hikayesiydi onlarınki.
Roni Margulies’in anısına
Bugünkü LiteraTur, şehrimizden hiç eksik olmayan, ama muhtemelen daha önce fark etmediğiniz Harfiyat Kamyonları ile yapılacak…
Gözünüz korkmasın, kamyona bindirilmeyeceksiniz… ve evet, yaşadığımız dehşetli inşaat çağında herkes şehrinde gezen hafriyat kamyonları görmüştür en az bir kez…
Ancak, burada söz konusu olan hafriyat kamyonları değil Harfiyat Kamyonları’dır…
Roni Margulies’in son şiir kitabının adıdır bu…
Maalesef hayatının son şiir kitabı.
Yaklaşık bir yıl önce, 19 Temmuz 2023’te Margulies’i kaybettiğimizde, bitirip matbaaya gönderecek hale getirmiş olduğu ama maalesef Nisan 2024’te yayınlanan versiyonunu göremediği kitabı…
Evet, kitabın isminde küçük bir yazım hatası söz konusu ama bu hata şairimize ait değil… Hayatımızda maalesef gittikçe daha çok karşımıza çıkan bu kavramın sıkça hatalı bir şekilde, f ve r harfleri yer değiştirilerek yazılmasından kaynaklı yaygın hatalı versiyon, kitaba isim olarak seçilmiş.
Bu küçük yazım hatasını ilk anda fark etmek zor, ama Roni görmüş:
Kitabın hemen girişinde (s. 11) bulabileceğiniz bu görselin ardından, kitapta yer verilen (s. 13) ilk şiirdeki diyalog, (kral çıplak diyebilen) çocukça görmenin erdemini sergiliyor adeta:
*****
Roni Margulies’i çok özleyen dostları bugün İstanbul’da Harfiyat Kamyonları kitabı vesilesiyle düzenlenen anma için bir araya gelecek:
Kitap içinde tura başlamadan önce, her zamanki gibi metin-ötesi (extra-textual) bilgiler yararlı olacaktır.
KİTABIMIZ
Öncelikle Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan bu kitabı yayınevinin kendi mağazasında gördüğümde çok sevindim ama tezgahtaki tüm kitapların giyotin makasa girmemiş halde, açılması zor bir şekilde satıldığını görmek ve bunun özellikle seçilmiş bir ‘konsept’ olduğunu kasada öğrenmek çok şaşırttı.
Hangi estetik kaygısıyla buna karar verildiğini bilmiyorum, ama pek güzel, iyi veya anlamlı bulduğumu söyleyemem….
Şairlik kariyerinin başında (Yücel Kayıran’ın sözleriyle “lüks ve burjuva standartlarında çıkan”) Gergedan dergisinde şiirleri yayınlanmış olsa da bildiğimiz Margulies’e ve şiirlerine pek uymayan bir ‘artistlik’ bence bu…
Diğer yandan, bence kapak tasarımını bozam ön kapaktaki dizelere arka kapakta yer vermek daha uygun olurmuş gibi geliyor…
*****
Yeri gelmişken, bu dizelerin de parçası olduğu şiir -ki bence kitaptaki en iyi şiir- (s. 14) aracılığıyla kitabın içine kaçamak bir dalış iyi olabilir:
65 yaşına girdiği 2020 yılında, yani vefatından üç yıl önce yazılmış bu şiir üzerinden Margulies şiiri üzerine çok şey söylenebilir.
Hep yoldaşlarıyla omuz omuza kalabalıklarda, eylemlerde ve militan mücadelenin içinde olan bir şair, yazar, çevirmen ve aktivist için farklı bir anlam taşımaktadır elbette bu yalnızlık ki şiirlerine de yansıdığı görülür bazen…
ŞAİRİMİZ
Diğer yandan, kitabın yazarı Roni Margulies hakkında söylenecek şeyler kısa ve öz olarak Cemal Yardımcı tarafından çok iyi ifade edilmiş bence: “Dünyayı yurt bellemiş İstanbullu şair, devrimci, sosyalist.”
Buna, Yahudiliğini ve ömrünün önemli bir bölümünü geçirdiği Londralılığını eklemek iyi olacaktır.
Şüphesiz hem İstanbulluluk hem Londralılık hem Yahudilik hem de dünyalılık ile kurduğu barışık ilişkiyi genç yaşından itibaren sahiplendiği sosyalistliğine borçludur.
Sınıfsal sömürü başta olmak üzere, dünyanın çarpık düzenine karşı hiç bitmeyen (dozajında ve ayarında) düşmanlığını da sosyalistliğine borçludur…
Hakkında yazılanlarda ve aynı ortamlarda bulunmalarımda dikkatimi çeken kişilik özelliklerinin başında ise gençliği geliyor.
Kitabın başında yer alan Yolun Sonundaki Şiir başlıklı giriş yazısının (s. 7-10) yazarı Şavkar Altınel’in öne çıkardığı özelliklerinden biri ise yalnızlığıdır.
Hep yoldaşlarıyla omuz omuza kalabalıklarda, eylemlerde ve militan mücadelenin içinde olan bir şair, yazar, çevirmen ve aktivist için farklı bir anlam taşımaktadır elbette bu yalnızlık ki şiirlerine de yansıdığı görülür bazen…
Tam da burada kitabın içinde tura başlamak gerekiyor ama turumuzun bu aşamasını tamamlarken, M. Şeref Özsoy, Yücel Kayıran, Necmiye Alpay ve Cemal Yardımcı tarafından Margulies ve şiir hakkında yazılmış çok iyi anma yazılarını, tur sonrası okuma için tavsiye etmek isterim.
Ayrıca vefatından 10 yıl önce Semih Gümüş tarafından gerçekleştirilen söyleşi (2013), Roni Margulies duruşunu anlamak için çok kıymetli.
*****
Kitabın içine girip dolaşmaya başladığımızda, bence kitabın başına konulan ‘fazla öznel’ dile ve içeriğe sahip (yukarıda andığım) yazının kitabın başına konulan tek yazı olması iyi olmamış. Kitabın sonunda veya daha bilgilendirici bir giriş/önsöz yazısının arkasında bu yazıya yer verilmesi çok daha uygun olurmuş.
Nitekim, yazarın vefatından sonra yayınlanmış bu kitabın sayfalarını çevirmeye başladığınızda, daha önce yayınlanmış şiirlerinden seçkiden oluşan bir anma kitabı ile karşı karşıya olduğunuzu sanmanız mümkün.
Şiirlerin daha önce yayınlanmadığını bir şekilde anladığımızı farz edelim. Fakat yine de vefatından önce şair tarafından oluşturulmuş bir dosyanın mı, yoksa yayınlanmamış eldeki şiirlerden başkası tarafından hazırlanmış bir derlemenin mi söz konusu olduğu anlaşılmıyor.
Bunlardan birincisinin geçerli olduğunu ve kısmen kitabın hikayesini M. Şeref Özsoy’un Avlaremoz’da yaylanan harika yazısı sayesinde öğrenebiliyoruz.
Aynı dalganın ürünü olan kendisiyle fazla meşgul sübjektivizm ve bu anlayıştan doğan (güya okuyucu tarafından anlaşılmayı umursamayan) ‘şairin kendisine şiir yazma’ narsisizminden uzak durduğunu düşündüm hep…
BİTİRİRKEN: MARGULIES İLE KARŞILAŞMALAR
Bugünkü LiteraTur’un ölümünün yıldönümüne yakın bir tarihte yapılmış olması vesilesiyle, Roni Margulies’le olan maceramla ve bendeki imajı hakkında birkaç sözle anmak isterim “yoldaş” demeyi çok seven değerli şairimizi…
Roni Margulies adıyla ilk karşılaşmam, Berlin’de genç bir doktora öğrencisiyken meşhur Amerika-Gedenkbibliothek (AGB) kütüphanesinin görece zengin Türkçe popüler kitaplar bölümünün açık raflarında gördüğüm düz yazısı vesilesiyle olmuştu. Hangi kitaptı, hangi yazıydı şimdi hatırlamıyorum, ama mealen şu şekilde özetleyebileceğim argümanı o zaman ilaç gibi gelmişti bana: Şair elbette dille oynar, eğer, büker ama öncelikle (konvansiyonel) dili iyi bilmesi gerekir. İyi şairin dil birikimini en iyi düz yazılarındaki dilinden anlayabiliriz…
Yılarca değişik ortamlarda tekrarladığım bu argümanın sahibiyle yıllar sonra, 2010’ların başında İstanbul’daki soykırımın yüzüncü yılına hazırlık toplantılarında tanıştım. Soykırım failleri konusunda aramızda konunun bir boyutuyla ilgili tartışmaya yol açan önemli bir fark bulunmakla birlikte, alçak gönüllülüğü, herkese dostça tavrı ve (gençliğimde ‘devrimci abi ve ablalar’da görüp sevdiğim) tartışmalarda bazen yerini hırçınlığa bırakan mülayimliği ile dikkatimi çekmişti.
Bir de yoldaşlarının kendisine gösterdiği büyük sevgi…
MARGULIES’İN ARDINDAN
Bendeki Roni Margulies imajı, her şeyden önce (1) Londra’daki sağlam Torçkiskt birikimden nasibini almış, teori ve pratiği ile devrimci bir sosyalist, (2) ‘kafa dengi’ bir şair, (3) enternasyonalist entelektüel ve (4) DSİP’li yoldaşları arasında kendini hep iyi hisseden bir aktivist olmuştur.
Şair olarak ‘kafa dengi’ olması ise, içerik, tarz ve dil olarak 1980 sonrası ortalığı kasıp kavuran postmodern dalgaya kapılmaması ve bu nedenle nihilizm ve çakma mistisizme hiç yüz vermemiş olmasıyla ilgilidir.
Şiirlerindeki rafine (diyalektikten payını almış) materyalizm ve (özellikle son dizelerinde dışa vurduğu) dava/mesaj adamlığı, kendime hep yakın hissettirmiştir şiirlerini.
Aynı dalganın ürünü olan kendisiyle fazla meşgul sübjektivizm ve bu anlayıştan doğan (güya okuyucu tarafından anlaşılmayı umursamayan) ‘şairin kendisine şiir yazma’ narsisizminden uzak durduğunu düşündüm hep…
*****
2000 yılında Uzaklıklar adıyla ve 2014’te Telgrafçiçeği adıyla yayınlanan “toplu şiirleri” de dahil olmak üzere Roni Margulies’in bugüne kadarki tüm şiirlerinin bir kitapta toplanması hem anısına saygı hem de yeni kuşakların bütünlüklü bir entelektüel-şair analizi için çok yararlı olacaktır…
Frank Herbert’in yazdığı ve ilk kitabı 1965 yılında yayınlanan Dune serisi, Denis Villeneuve’ün yönetmenliğini üstlendiği, bu yıl ikinci kez beyaz perdeye taşınan ve gişe rekorları kıran filmler sayesinde, yeniden azımsanamayacak bir popülerlik kazandı.
Dune’un politik ve ekolojik eleştirileri, tam da kapitalizmin çoklu krizler yaşadığı günümüz dünyasında, beyaz perde ile popüler kültüre dönüşünü son derece ilginç hale getiriyor.
Yayınlandığında Hugo ve Nebula ödüllerini kazanan, dünyanın en çok satan bilim kurgu kitaplarından biri olan Dune’da pek çok farklı tema bulabiliyoruz: din, savaş, çevre ve ekoloji, politik çatışmalar, sömürgeleştirme… Feodal yapılar, emperyal mandalar ve kritik bir kaynağın tekelci kontrolü tarafından çerçevesi çizilen Dune evreni, politik pek çok tartışma için son derece verimli bir zemin sunuyor.
Bütün bu temaların iç içe geçtiği bir metin olması, Dune’un yayınlandığından bu yana çok farklı şekillerde yorumlanmasına yol açtı. Kimileri kitabı öjeniyi öven Oryantalist bir rüya olarak görürken, diğerleri kahraman kültünü eleştiren ve ihanete uğrayan devrimci hayalleri anlatan bir hikaye olarak değerlendirdi.
Frank Herbert ise birçok kez Dune’un ana temasının, “süper kahramanın tehlikeleri” olduğunu dile getirdi. Herbert, romanı ortaya çıkaran kıvılcımın, “süper kahramanların insanlık için bir felaket olduğu” inancı ve bir kahramanı yücelten mit yaratma dürtüsünün, kaçınılmaz olarak “demagoglardan, fanatiklerden... ve masum ya da o kadar masum olmayan seyircilerden” oluşan, zehirli ve totaliter bir toplumsal sistem yaratışını dramatize etme arzusu olduğunu söylüyor.
Denis Villeneuve’ün filmi de toplumsal dinamikleri ve çok uluslu bir imparatorluğun karmaşık mekanizmalarını inceleyerek, “toplumun kaderini" şekillendirmede inancın ve liderlerin etkisi hakkında sorular gündeme getiriyor ve izleyicileri Herbert'in kurgusal dünyası ile kendi toplumsal yapılarımız arasındaki paralellikler üzerine düşünmeye davet ediyor.
Film, Paul'un kişisel yolculuğunu güç, din ve kader temalarıyla iç içe geçirerek yalnızca "kahraman kurtarıcı" arketipine meydan okumakla kalmıyor, aynı zamanda izleyiciyi toplumların kahramanlarını inşa etmekte kullandığı mekanizmaları incelemeye çağırıyor.
Bu nedenle, belki de hem kitabın hem de filmin verdiği cevaplardan çok, sorduğu sorulara odaklanmamız gerekiyor.
Irmak Yavlal
(Sosyalist İşçi)
Cixin Liu'nun Hugo ödüllü üçlemesinin ilk kitabı olan “Üç Cisim Problemi” geçtiğimiz günlerde, "Game of Thrones"un yaratıcılarının elinde şekillenmiş bir Netflix uyarlaması olarak çıktı karşımıza. Fakat bu uyarlama kitabın TV ekranlarına ilk yansıyışı sayılmazdı. Nitekim üçlemenin ilk kitabı geçtiğimiz yıl Çin’de, “San-ti” (Üç Cisim) ismiyle uyarlanmış ve kitaba oldukça sadık kaldığı için övgüyle karşılanmıştı.
İleri derecedeki bilimsel bilgisi ile bilimkurgunun araçlarını harmanlayan yazar bu üçlemesine Çin’in Kültür Devrimi ile başlıyor ve Maoizmin çevresel yıkımını da Kültür Devrimi eleştirisine dahil ederek ilerlerken hikayesini, insanlığı yok etmekle tehdit eden istilacı bir uzaylı uygarlığına doğru taşıyor.
Netflix’in yapımı, Çin kültüründen öğelerle yoğrulmuş bir romanı fazlaca "Batılılaştırdığı", kaynak materyalden saparak kendine göre değişiklikler yaptığı argümanlarıyla, Çin milliyetçileri tarafından eleştiri yağmuruna tutuldu.
Aslında kitabın ve anlatıda ona sadık kalan ilk TV uyarlamasının çok daha rahatsız edici birkaç yönü var ki bunlardan biri de uzaylıların ele alınış biçimi. Liu çeşitli röportajlarında, uzaylıları ırk ve/veya milliyet için bir metafor olarak kullanan yaygın bilimkurgu davranışından kaçınıyor olduğunu ima etse de okuyucusuna öyle yansımıyor. Hatta üçlemenin ikinci cildinde, birbirlerinin varlığını öğrenen akıllı medeniyetlerin birbirlerini yok etmeye çalışacaklarına dair bir teori de çıkıyor ortaya: ‘Uygarlıklar büyümeye ve genişlemeye çalışır’.
Bir diğeri ise yerkürenin ekolojik sorunlarını, ele geçirdikleri gezegende tek başlarına yaşamak istedikleri ta en başından belli olan uzaylıları dünyaya davet ederek çözmeye çalışan bir karakter olan Mike Evans (Jonathan Pryce) karakterinde ortaya çıkıyor. Babasının Kızıl Muhafızlar tarafından öldürülmesinin acısını tüm insan uygarlığına yönlendirilmiş bir intikam arzusu gibi taşıyan ve bu arzusunu, insanların kendi sorunlarına çözüm geliştirme becerisi olmadığı iddiasıyla mantıklı kılmaya çalışan Ye Wenjie (Rosalind Chao) tüm insanlık adına –fakat insanlığın geri kalanından gizleyerek– karar verip San-ti uygarlığıyla dünyanın konumunu paylaşıyor. Daha sonra devreye giren Evans karakteri ise ekolojik sorunların çözümünü, tanrısallaştırdığı bu otoriter ve sömürgeci uygarlığın ellerinden bekliyor.
Böylece yazarın kitap boyunca normalleştirilmiş bir anlatıyla işlediği milliyetçi, hatta ırkçılığa kapı aralayan tutum ile yerleşimci sömürgecilere kucak açma tutumu arasında gidip gelen bir hatta bırakıyor okuyucusunu Liu. Ve bunu yaparken, daha nitelikli bir etik algı geliştirmiş de büyük resme oradan bakıyormuş gibi davranıyor.
İşin tuhaf yanı, kitap bu unsurlarına rağmen pek eleştirilmeyip bilakis bilimselliğinin yanı sıra “çevreci” de olmakla ve “insan-sonrası”nı açık fikirlilikle yeniden düşünmeye teşvik etme becerisiyle övüldü.
Eleştirilere maruz kalmış olsa da Britanya uyarlamasını, kitabın neredeyse birebir işlenmiş hali olan Çin uyarlamasından çok daha iyi yapan unsur, bu kaygan zeminden hızla uzaklaşılmış olması. Ancak o da hikayenin en kritik noktalarından birinde, neden gerek duyulduğunu çözemediğimiz bir şiddet pornografisine başvurma hatasına düşüyor.
1898 yılında Almanya’nın Augsburg kentinde doğan, 1956’da Berlin’de ölen Bertolt Brecht, 20. yüzyılın en etkileyici tiyatrocularından biri olarak kabul edilir. Brecht, politik tiyatro kuramının kurucusu ve uygulayıcısı Piscator’dan da etkilenerek epik-diyalektik tiyatro anlayışını geliştirdi. Brecht’in geliştirdiği tiyatro kuramının kaderciliğe karşı olması, seyirci ile oyuncu arasındaki dördüncü duvarı yıkması geleneksel tiyatroyu derinden sarstı. Brecht’in geliştirdiği epik-diyalektik kuram, tiyatroda biçimsel açından kökten bir değişim getirmekle birlikte esas olarak tiyatroyu devrimci bir mecraya taşır.
Brecht başlangıçta kendi tiyatrosunu “epik” olarak adlandırsa da sonradan “diyalektik” demeyi tercih eder; çünkü epik Hegel’den alınmış bir kavramdı. Tarihi kahramanlar yapar tezini savunan bireyci tarih felsefesinin sanatsal biçimi olan epik, Brecht’in savunduğu diyalektik materyalist tarih anlayışı ile tezattır. Bu gerekçelerden dolayı “hatasının” farkına varan Brecht, tiyatrosunu diyalektik olarak adlandırmayı tercih etmiştir.
Ezilenlerin Tiyatrosu kuramı ile dikkatleri üzerine çeken Agosto Boal de aynı eleştiriyi haklı olarak Brecht’e yöneltmiş:
“İdealist poetikaya göre toplumsal düşünce toplumsal varlığı belirler; Marksist poetikaya göre ise toplumsal varlık toplumsal düşünceyi belirler. Hegel’e göre dramatik eylemi tin yaratır, Brecht’e göre ise dramatik eylemi karakterin toplumsal ilişkileri yaratır. Brecht, kesin, bütünsel ve genel olarak Hegel’e karşıdır. Bu yüzden kendi poetikasını tanımlamak için Hegel’in poetikasında bir tür anlamına gelen bir sözcüğü tercih etmesi bir hatadır. Brechtyen poetika sadece “epik” değildir: Onun poetikası Marksist’tir.”
Brecht aslında epik kavramını epizot anlamında kullanmakta. Çünkü bir durumu anlamak ve seyirciyi burjuva tiyatrosunun büyüsünden kurtarmak için dramatik yapının parçalı anlatılması gerektiğini savunur.
Marksist tarih felsefini oyunlarında temel bir çizgi olarak uygulayan Brecht’in tiyatro anlayışının temel ilkeleri şöyledir:
1- Brecht’in tiyatrosu, toplumsal sorunları ve sınıf çatışmalarını sıkça ele alır. Onun oyunlarında, işçi sınıfının yoksulluğu, emek sömürüsü ve sosyal adaletsizlik gibi temalar ön plandadır. Brecht, tiyatroyu bir propaganda aracı olarak kullanarak toplumu dönüştürme ve değişim için bilinçlendirme amacı güder.
2- Brecht’in performans yöntemleri, oyuncuların karakterlerini yaratırken duygusal bağlanma yerine analitik bir yaklaşım benimsemelerini sağlar. Bu da izleyiciyle etkileşimin şeklini değiştirir ve seyirciyi daha eleştirel bir bakış açısıyla olayları değerlendirmeye teşvik eder.
3- Bertolt Brecht’in tiyatrosu, sahne sanatlarını sadece bir eğlence aracı olmaktan çıkarır ve onları toplumsal değişim için güçlü bir araç haline getirir.
4- Dramatik eylem gerçek eylemin yerini almaz.
5- Antik Yunan tragedyalarında temel hata olarak kaderine karşı çıkmak gösterilir. Kaderine karşı gelen kahramanların sonu trajiktir. İzleyiciye bu oyunlar aracılığıyla kaderine razı olması öğütlenir. İzleyiciler “temel hatalarının” farkına vararak katarsis yaşar. Brecht’in diyalektik oyunları katarsise karşıdır.
6- Tiyatro sanatı estetik bir kaygıyla yapılmakla birlikte aynı zamanda devrimci bir eylemdir.
HBO’nun yeni serisi Rejim; usta oyunculuklar, önemli politik saptamalar, güncel ve tarihsel bir dizi göndermeyle başladı.
İsimsiz bir Orta Avrupa ülkesinde geçen dizide başrolü ülkenin başkanı olarak Kate Winslet oynuyor.
Sarayda geçen entrikalarla başlayan dizi, siyasi elitlerin arasında bir madenci katliamına karışan onbaşının özel görevli olarak işbaşı yapmasıyla bambaşka bir hal alıyor.
Dizinin yaratıcısı Will Tracy, dersine iyi çalışmış. Avrupa’daki otoriter liderlerden, Trump ve dünyadaki benzerlerine uzanan bu sağ dalganın karakteristik özelliklerini bu hayali diktatörlüğe yerleştirmeyi başarıyor.
Bir diğer yan ise ABD emperyalizmi ile olan ilişkileri, Çin ile yaşanan ticaret savaşlarını, madencilik faaliyetleri sonucu meydana gelen çevre felaketlerini ve işçi isyanlarını da ele alması.
Başroldeki başkan ve en yakınında olmayı bir şekilde başaran onbaşı karakterleri etrafındaki otoriter rejimleri var eden siyasi ittifakın doğası anlatılıyor.
Buraya kadar yazılanların hiçbiri ‘spoiler’ değildir. Çok daha fazlasını The Regime dizisini izleyerek görebilirsiniz.
Otoriter rejimler ve aşırı sağ rüzgarların dünyasında, faşist partiler ayrı bir bela.
20. yüzyılın ilk feci deneyinin yaşandığı ve faşizm teriminin doğduğu İtalya’nın Başbakanı Giorgia Meloni, diktatör Mussolini’nin devamcısı olan bir partide yetişmiş biri. Lideri olduğu İtalya Kardeşliği adlı parti ve koalisyon ortağı Kuzey Ligi, son 20 yılda ülkede yaşanan siyasi krizlerle güç kazanmış birbirinden berbat iki faşist parti.
Faşizmin yükselişi her zaman ve her yerde önlenebilirdir. Ayrıca faşistlerin mutlak iktidarı (ki parlamenter/yasal yöntemler bu amaçlarına giden birer araçtır) direnişle yenilebilir.
Ünlü antifaşist İtalyan romancı Ignazio Silone’nin başyapıtı olan Fontamara, 1933’te yayınlandı. İspanya İç Savaşı’nın arifesinde, Almanya’da Naziler iktidara geldikten birkaç ay sonra yayınlanan roman, birçok dile çevrildi ve o dönem 7 milyon adet satışa ulaşarak popüler oldu.
Faşist lider Mussolini 1922’de iktidara geldi ve 1945’te partizanlar tarafından bacağından asılana kadar İtalya’yı demir yumrukla yönetti. Fakat iktidarının başından itibaren kendisi ve partisine karşı aşağıdan bir direniş de gelişti.
Fontamara, Abruzzo bölgesindeki Marsica’da kurgusal bir köydür. Taşranın ücrasında, fakirlik diz boyudur ve köylüler, şehirde yaşanan, faşizmin yükselişi gibi olağanüstü bir değişiklikten bile habersizdir. Fakat bir kişi kısa sürede bölgenin en zengini haline gelir. Roman bu kişi şahsında faşist rejimin doğası, yozlaşma, güç ve iktidar ilişkilerini konu edinir. Yüzyıllardır yaşamak için her gün saatlerce çalışmak zorunda olan yoksul köylüler, böylelikle faşizm ve sosyalizm gibi tarihin zıt siyasi hareketleriyle tanışır.
Silone, 1921'de İtalyan Komünist Partisi’nin (PCI) kurucu üyelerinden biriydi. Silone, Ulusal Faşist Parti’nin yönetimi sırasında partinin gizli liderlerinden biri oldu. Kardeşi komünist olmadığı halde tutuklandı ve 1931’de hapishanede işkenceyle öldürüldü.
Fontamara mücadelenin romanıdır ve anti-faşistler sonunda kazanacaktır. Bugün de kazanabiliriz.
Bu tarihi romanı, cumhuriyet tarihinin ilk faili meçhul cinayetiyle öldürülen Sabahattin Ali’nin eşsiz çevirisiyle okuyabilirsiniz.
Yerleşimciler (Los Colonos), Şili ve Arjantin’in en güney bölgeleri olan Tierra del Fuego’daki yerleşimci sömürgeciliğinin tarihine üzücü bir bakış. Felipe Gálvez’in yönettiği film 1901 yılında geçiyor ve İskoçyalı eski bir asker olan Alexander MacLennan’ın (Mark Stanley) gerçek hikâyesini anlatıyor. MacLennan zengin toprak sahibi José Menéndez (Alfredo Castro) için çalışmaktadır. Menéndez, koyun çobanlığı işini geliştirmek ve daha fazla kâr elde etmek için yerli nüfusu topraklarından “temizlemeye” uğraşmaktadır. MacLennan’ı topraklarının sınırlarını belirlemesi için bir keşif gezisine gönderir. Amaç aslında yerli Selk’nam halkından mümkün olduğunca çok insan öldürmektir.
MacLennan’ın yanında Teksas’tan Amerikalı bir paralı asker olan Bill (Benjamin Westfall) vardır. Yerli ve Avrupa kökenli keskin nişancı Segundo Molina (Camilo Arancibia) da onlara katılır. Molina cinayetlere ortak olmak zorunda kalır.
Yolculukları, sömürge toplumunun dinamiklerine ve sömürgeleştirilmiş insanların karşılaştığı baskıya bir pencere açıyor. İngiliz ordusundaki kırmızı ceketinden dolayı Chancho Rojo ya da “Kızıl Domuz” olarak bilinen MacLennan, vahşet ve soykırım eylemleriyle ün salmıştır. Filmde tasvir edilen katliamlar dehşet verici ve gerçeğe dayanıyor. Toprak sahiplerinin, öldürülen yerlilerin “her kulağı için bir sterlin” vermesi de bu korkunç olaylardan biri.
Hem Arjantin hem de Şili, ticaretin gelişmesi için toprakları temizleme hedefini paylaşıyordu. Filmde Menéndez’in yakın bir müttefiki, onu savunan yerel bir rahiptir. Kilise, soykırımların “medenileştirme” misyonu olarak meşrulaştırılmasında suç ortağı olmuştur. Tierra del Fuego’daki katliamlar, yerli Selk’nam halkının nüfusunun 1880’de 4.000’den 1930’larda sadece 100’e düşmesine yol açtı.
Bu arada, yerleşimciler tarım ve hayvancılık alanındaki yeni girişimlerin yarattığı fırsatlardan yararlandılar. Filmin başında Menéndez çorak bir arazide bir kampta yaşamaktadır. Yedi yıl sonra ise lüks bir malikanede oturmaktadır. Galvéz’in filmi muhalif bir kültürel harekete ve sömürge tarihinin alternatif bir anlatımına katkıda bulunmayı amaçlıyor.
Liam Winning-Jessica Walsh
(Socialist Worker’dan çevrilmiştir)