Şenol Karakaş, Roni’nin hastanedeki en mutlu gününü yazdı: Roni’den sonra…

Dünyayı anadille kavrarız

Kime sorsanız;  “anadili çok kıymetli”, “ana sütü gibi helal”, “geliştirilmeli”, “özen gösterilip mutlaka kullanılmalı”dır. Ya başkasının anadili? Sizin için “ikinci kanal” olan o dil?  Sahibine “kıymetli ve ana sütü gibi helal” değil midir?  Değil, maalesef değil.  Egemenler için de değil, o toplumun bireyleri için de…  Çünkü anadili; bireyi ailesine ve kendi toplumuna bağlayan yegane kültürel ögedir. Bu gerçekliğin farkında olan ve ulus devlet yaratmak isteyen yönetimler bundandır ki “asli” kabul ettikleri milletin haricindeki diğer bütün millet ve toplulukları asimile etmek için ilk saldırıları alanı olarak anadili cephesini oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti de kurulduktan sonra “Ulus Devlet” olmayı yani “Üniter Yapıya” geçmeyi hedeflemiş. Bu durum yıllar içinde ülkede Türkçe dili haricindeki dillere (Ayrı bir tartışma konusu ama, Türkçe ’ye de az zarar verdiği söylenemez) telafisi güç zararlar vermiştir. Yadsınamaz gerçek, bireyin anadili ile dünyayı kavradığı ve anlamlandırdığıdır.  Bir çocuk yedi yıl boyunca anadili ile tanımaya çalıştığı dünyasını bir günde bir başkasının dilinde yaşamaya başlamak zorunda kaldığı zaman, onca yıl yüzdüğü uçsuz bucaksız deninizin balığı değil de karada zıplayan kurbağa olması gerektiği gerçeği ile karşı karşıya kalır. Buyurun zıplayın zıplayabilirseniz. Kırklı yaşlardaki her Kürdün ilkokul yılları ve Türkçe-Kürtçe ikilemiyle ilgili hikayeleri aynıdır neredeyse.  Son 15-20 yıldır bu durum daha trajik bir hal almış durumda maalesef.  Çocuklar anadillerini öğrenip okula başlıyorlarken artık günümüzde ana dillerini hiçbir şekilde öğrenememe gibi bir durumla karşı karşıyayız. Çünkü bir önceki kuşak eğitim, ekonomik faaliyetler, siyasi baskılar ve de medya gibi etkenlerden kaynaklı olarak, anadillerini kendi çocukları olan yeni kuşaklara aktar(a)mamakta. Bu da dillerin sonunu trajik bir şekilde hızlandırmaktadır. Karşılaşılan yeni durum tam bir oto-asimilasyona dönüşmüşken devlet güvencesinden mahrum bırakılan diller adeta can çekişmektedir. Günümüzde okullarda seçmeli dersler adı altında “Yaşayan Dil ve Lehçeler Dersi” veriliyor gibi gösterilse de öğretmenler ve dil eğitimcilerinin olmaması bahanesinin ardına saklanılarak bu dersler kendilerini seçen öğrencilere sunulamamakta, aksine “öğretmen yok” bahanesiyle çocuklara zorunlu din dersleri dayatılmaktadır. Bu da günümüz iktidarının meşrebine uygun bir uygulamadır.  

Uluslararası Hrant Dink Ödülü, Açık Radyo'ya verildi

Uluslararası Hrant Dink Ödülü bu yıl da Hrant Dink’in doğum günü olan 15 Eylül’de verildi. Ödülün Türkiye'den sahibi Açık Radyo oldu. Ödülün Türkiye dışından sahibi Kolombiya'dan José Alvear Restrepo Avukatlar Kolektifi.

Hollywood: Bu işyerinde grev var

Marvel filmleri izleyicileri, ABD yapımı birçok dizinin izleyicileri gibi size (başta) kötü gibi gözükebilecek bir haberimiz var. Hollywood gazetelerinin yazdığına göre 6 yeni Marvel projesi ertelenecek. Sebep nedir? Grev. Önce senaristler greve başladı. Zaten güvencesiz bir şekilde, düşük ücretlerle, uzun saatlerde çalıştırıyorlardı. Üstüne üslük AI (Yapay Zeka) teknolojisi geldi. Yapım şirketleri senaryoları ChatGPT gibi AI'lere yazdırmayı başlayıp, senaristleri kovmaya başladı ki bu bardağı taşıran son damla oldu.  Senaristleri, düşük ücretle çalıştırılan set ve ofis işçileri izledi. Ardından birçok oyuncu, sendikalarının kararıyla greve katıldı. Son olarak grev furyasına video oyun oyuncuları da katılacaklarını duyurdu. Düşük ücretler hepimizin derdi. Bize popüler eğlence ve düşünce kaynaklarını yaratan Hollywood gibi kötü şöhretli bir merkezin emekçilerin mücadelesiyle değişmesi sadece onların haklarını almasıyla sonuçlanmayacak. Bunlar bize yaratıcılık olarak geri dönecek. Disney Plus'ta grev var, bunlar gecikecek:  - Hawkeye yan dizisi Echo. (2024 Ocak'ta gösterime girecekti) - X-Men '97 animasyon filmi.  (2024 Ocak'ta gösterime girecekti) - Agatha: Darkhold Günlükleri dizi. (2024 sonbaharında gösterime girecekti) - Ironheart adlı dizi çekimleri tamamlandı, ancak grevler nedeniyle bitirilemeyecek.  - Daredevil: Born Again ve Wonder Man dizileri de grevler sırasında prodüksiyon aşamasındaydı.

Kült etkinlikte iklim felaketi

Nevada'nın çölünde yıllardır gerçekleşen toplum ve sanat etkinliği Burning Man bu sene aşırı yağışların gazabına uğradı. 80 bin katılımcı çamurlar içinde iki gün mahsur kaldı. Bir kişi hayatını kaybetti. Her şey böyle başlamamıştı. Güneşli bir günde festival katılımcılarının yolu, kadın iklim aktivistlerinin kendilerini zincirlediği sivil itaatsizlik barikatıyla kesildi.  Aslında 1986'da ilk kez bu festivali - Reganizm ve neoliberalizme rağmen - başlatan aktivistler, bunu harika bir başlangıç performansı görüp, barikatı bir enstalasyon olarak kabul edebilirdi. (Etkinlik bitince yakılmak üzere) Böyle olmadı. Bazı kızgın erkek katılımcılar, derme çatma barikatlarıyla yolu kapatanlara bağırdı. Elbirliğiyle basit ve hafif metallerden yapılan dökümü kaldırmaya çalıştılar. Uzun süre sonra bir eyalet polisi geldi. Eylemciler gözaltına alınırken, yol açıldı. Çölde sel Etkinliği bir festival olarak görenler ilk saatlerde memnun olsa da ikinci gün herkesle birlikte aşırı hava olaylarına maruz kaldı. Eyalet tarihinde ilk kez bu mevsimde aşırı yağışlar yaşandı. Yağmur suyunun oluşturduğu çamur olan çöl bunun kanıtıdır. Mad Max filmlerindeki gibi çölde bulunan kişilerin araçları çamura saplandı. Sahneler, çadırlar çöktü. Yapılan heykeller  yakılamadan yağışla toprağa battı.  Gıda ve su, çamur nedeniyle tedarik edilemediği için 80 bin kişi etkinlik komitesi tarafından kapanma koşullarına çağrıldı. Yağmur bitince çölden çıkabildiler. Tek tek kişilerin yaptığı, Burning Man'in tüm katılımcılarını elbette kapsamıyor. Çoğu iklim krizinin farkındadır ve bunu hep birlikte yaşayarak gördü. Bize 'oh olsun' demek değil, varoluşumuzu tehdit eden iklim krizini durdurmak ve sorumlularını eleştirmek düşer.  Volkan Akyıldırım

Süper kütleli kara deliğin yutabileceği en büyük madde nedir?

Kara delikler bilimin olduğu kadar popüler kültürün de bir konusu. Hakkında filmler, belgeseller çekilen bu gizemi Tuna Emren açıklıyor. Teoride, bizimki kadar engin olmasa, evrenin kendisini bile yutabilir.  Kara deliklerin, kendilerine çok yaklaşan her cismi içlerine çektikleri yutulma sınırı, yani ‘olay ufku’ ışığın bile kurtulamadığı bir girdap yaratıyor. Onlara kara delik denmesinin sebebi de bu; ışığı dahi yuttukları için görünmez olabiliyorlar.  Evren hızlanarak genişliyor. Diğer bir deyişle, genleşme hızı arttıkça artıyor. Bu senaryoda bir kara delik tarafından yutulması mümkün değil. Fakat teoride, bu kadar engin olmayan durağan bir evrenin süper kütleli bir kara deliğin olay ufkuna yakalanması durumunda – bu kara deliğin boyutsal olarak evrenden çok daha küçük olması durumunda bile – kaçınılmaz bir facia yaşanırdı. Peki, olay ufkunu geçen her cismi yutarken evrenin dokusunu tahrip edemezler mi? Edebilirler ve ediyorlar da. Hatta ışığın da onlardan kaçamamasının sebebi bu. Kara delikler muazzam kütleleriyle çevrelerindeki uzay-zaman geometrisini büktükleri için ışık da bu bükülmüş uzay-zamanda hareket etmeye mahkum oluyor.  Bir kara delik büyük miktarda madde yutarsa kendisi de büyümeye başlar ama bu onun aralıksız yaptığı bir şey değildir. Yani yuttukça büyüyen ve büyüdükçe daha fazla, daha büyük cisimleri de yutan, sonunda hızla olağanüstü miktarlarda madde yutabilecek duruma erişen obur bir kara delik canlandırması pek doğru olmaz.  Şu ana dek keşfedilmiş en aktif kara deliklerden biri, Samanyolu’nun merkezindeki süper kütleli kara deliğin 4 bin katı boyutlara erişmeyi başarmış olan (Güneş’in de 17 milyar katı) NGC 1277.  NGC 1277, zamanın başları sayılabilecek bir evrede bile (Büyük Patlamadan 1 milyon yıl sonra) 5.000 Güneş’e eşdeğer büyüklükteydi. Şu anda, bulunduğu galakside toplam kütlenin yüzde 14’ünü oluşturuyor.  Günde ortalama bir Güneş kütlesinin yarısına eşdeğer gökcismi - ya da madde - yutabiliyor. Ancak o zamandan bugüne yaşadığı bu şaşırtıcı değişim, her 1 milyon yılda yaklaşık %1’lik bir büyüme hızıyla gerçekleşti. 

(Seçtiklerimiz) Roni’den beklenen şaka

2005 yılında Hasnun Galip Sokak’taki yere taşındıktan sonra kimi zaman sabaha kadar süren sohbetler oluyordu Bitap Sahaf’ta… İşte öyle gecelerden birisinde, gece yarısından sonra, oturduğu meyhaneden sigara içmek için dışarı çıkan Roni ışığı görüp içeri girmişti: “Bu saatte açık bir sahaf nasıl oluyor?” diye sorarak… Sigara yasaklarının ilk günleri olduğuna göre, 2009’un Ağustos ya da Eylül’ü olmalı… O ilk gece birkaç saat kalmıştı yanımızda da meyhanedeki arkadaşları merakla sokakta aramaya başlayınca o kadar zaman geçtiğini anlamıştık… İlk baskı şiir kitapları topladığını söylemişti, eh bende de çokça vardı.. Ne ki Roni’nin ilgilendikleriyle benim ilgilendiklerim çoğunlukla çakışıyordu da kitabı gösteriyor ama, satmıyordum… Kitapla ilgili bir hikaye anlatınca, alamamaktan kaçan keyfi yerine geliyordu..  Oktay Rifat’ın Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler‘inin ilk baskısını gösterdiğim zaman çok şaşırmıştı, kendisinde de ilk baskısı vardı ama, bu o değildi.. Hikayesini anlatınca “harika yahu!” diye bağırmıştı… R’leri tam telaffuz edemeyişi ve gür sesi unutulmaz… Bir başka gün Sait Faik’in Medar-ı Maişet Motoru‘nun imzalı, ilk baskısını gösterirken: “Kitap ilgini çekmez ama hikayesini anlatayım istersen” demiştim… Kitap da ilgisini çekiyordu elbette ama hikayesinin daha hoşuna gideceğini biliyordum…  Sık sık uğrardı Bitap’a ki uzun bir süre sonra özellikle çarşambaları geldiğini fark ettim… Meğer Robert Kolej’den arkadaşı Osman Tümay ile buluşurmuş her çarşamba… Sanırım o çarşambalardan birisiydi, Bitap’ın merdivenlerinden çıkarken konuşmaya başlamış “bana bu hikayeleri yazsana” deyivermişti de aval aval bakışım karşısında açıklamıştı: “Anlattığın kitap hikayelerini yaz da Altüst dergisinde yayımlayayım.” Hikayeler genelde kısaydı, o yüzden farklı hikayelerle birleştirip yazıyordum zaten… Dosyamın ismi Kahraman Okur Süper Editöre Karşı’ydı… Roni’nin isteği karşısında dosyayı ayırarak hikayeleri tekrardan yazmaya başladım, böylece 2012 yılında yazılmaya başlandı Kitap Hikayeleri… Bir kısmı Altüst‘te yayımlandı ama, benim savrukluğumla ancak bu yıl tamamladı… Her yazıyı ilk Roni’ye gönderiyordum ki kitap halini de ilk Roni inceledi, düzeltti, ekledi, çıkarttı…  Bir tek “kitabın adı başka bir şey olmalı” önerisini kabul etmedim, “Kitabın adı, içeriğini en iyi şekilde tarif etmeli, alengirli bir isme gerek yok” diye yanıtlayarak… “Mantıklı” dedi ama, birkaç ay sonra yayımlanacak Kitap Hikayeleri’ni göremeyecek Roni… Bir başka gün, gene merdivenlerden çıkarken konuşmaya başlayıp “Hadi hemen çekelim” diye girmişti Bitap’tan içeri.. Bu sefer ne olduğunu biliyordum, şiirlerini seslendirecekti.. Şair dostlarıma, şiirlerini seslendirmeleri ve onları kurmayı düşlediğim Şiir Televizyonu’nda yayımlamayı öneren e-postalar göndermiştim… Birkaç kişiden yanıt gelmişti sadece ama, Roni’nin çok hoşuna gitmişti proje, yanıt vermek yerine koşarak gelmişti… Ne ki henüz akıllı telefonlar hayatımıza girmemişti, teknoloji cahili bizler için o kadar kolay değildi bu çekimler… Sonrasında ise ihmalkarlık, unutuldu gitti Şiir TV… Pandemi sırasında Burgazada’da kalmayı tercih etmişti Roni, ben de online imza günleri yaparak pandemide Bitap’ı ayakta tutmaya çalışıyordum.. İlk imza günlerinden birisini de Roni ile yaptık, kitapları Burgazada’da bir öğlen rakısı eşliğinde imzaladı ki gün bitti, muhabbet bitmedi, son vapuru yakalamak için koşarken öğlen rakılarını tekrarlamayı konuştuysak da sadece bir kere daha gidebildim… İmza gününe fazladan kitaplar götürmüştüm, ithafsız imzalar attı onlara… Akşam olmuş, ay çıkmıştı, “bak bu kitabın son iki dizesine” dedi ve Vay Vay’lı bu imzayı attı… Kitabın son iki dizesi şöyleydi: ve bir şeyler anlatırmış gibi hararetle Doğan’a, farkında bile olmadan, öleceğim heyecanla. Önce Sait’e gidelim demiştik rakılı imzaya oturmadan; yol üstünde annesine de uğradık.. Bahçedeki bir çiçeği gösterdi, “bak telgraf çiçeği bu.” dedi.. O günden sonra her yerde karşıma çıktı telgraf çiçeği, annemin balkonunda bile varmış… Kısa kısa Bilim Şiirleri yazıyordu bir süredir ve bir kitap bütünlüğüne ulaşmak üzereydi.. Bir sayfada şiir olsun istiyordu bir sayfada da grafik çizimler… Arkadaşım Turgut Yüksel’in çalışmalarını gösterdim, hoşuna gitti… İkisini tanıştırmak için buluştuk Burgaz’da öğle rakısında… Yayınevi telif öder miydi bilmiyordu ama, çizimleri o kadar beğenmişti ki kendi telifinden vazgeçmeyi bile düşünmüştü… Behçet Hastalığı Garip adammış Behçet Bey! Allah’ın belası bir hastalığa Kendi adını takar mı insan? Düşmanının adını taksana!

Hollywood grevde: Emmy Ödülleri 4 ay ertelendi

Senaristlerin başlattığı greve, set ve ofis işçileri, ardından oyuncular katıldı. Grev o kadar etkili oldu ki TV alanının prestijli ödüllerinin töreni, ertelenmek zorunda kaldı. Ajansların bu durumu "11 Eylül 2001 saldırılarından sonra bir ilk" olarak geçti. Neden grevdeler? - İlk sebep tüm işçiler gibi Hollywood emekçilerine de düşük ücretlerin dayatılması. Ücretlerinin artırılmasını talep ediyorlar. - Yapay zeka ile dil öğrenme yeteneğine sahip yazılımların senaryo yazımında yaygın olarak kullanılmaya başlanması sonucu, senaristler işten atılmaya başlamıştı. Senaristler iş güvenliği güvencesi istiyor. Sendika Hollywood oyuncularını temsil eden Beyaz Perde Aktörleri Derneği ve Amerikan Televizyon ve Radyo Sanatçıları birliği (SAG-AFTRA) üyeleri yukarıdaki talepler karşılanmadığı için 2 Mayıs’ta grev başlatmıştı.. SAG-AFTRA üyelerinin film prömiyerlerine katılması, yer aldıkları yapımlar için röportaj vermesi, ödül törenlerine gitmesi, film festivallerine katılması ve sosyal medyada filmlerinin reklamını yapması yasaklamıştı. Grev, setlerde tam katılımla sürüyor. Diziler çekilemeyip, bekliyor.

(Seçtiklerimiz) Şairin bir genç devrimci sosyalist olarak portresi

Roni Margulies İstanbullu bir şair, dünya vatandaşı bir devrimci sosyalist idi. Kafasına göre yaşadı, hep bildiğini okudu. Kafasının, bilip okuduğunun, yaşamının özü, özeti ise bundan ibaret: Dünyayı yurt bellemiş İstanbullu şair, devrimci, sosyalist. Roni’nin gençlik günlerinin tanığı değilim. Ama sözünü etmeyi sevdiği, sıkça anlattığı ve yazdığı için onu biraz tanıyan herkes gibi ben de biliyorum. Üniversite için Londra’ya giderken kafasında edebiyat okumak vardı. Katı bir itirazla karşılaşmamıştı ama öyle olsa da fark etmezdi. Merkezinde şiir ve edebiyat olan bir hayat, delikanlı için üniversitede bir bölüm, bir meslek, bir sanat seçmenin ötesinde, kafasına göre yaşamaya dair bir seçimdi. Bu dünyada nasıl varolacağına dair bir seçim. O yıllara ilişkin tekrar tekrar keyifle anlattığı bir başka anı daha var: Geoffrey Kay’in Marksist İktisat dersinde yaşadığı aydınlanmanın hikâyesi. O dersi almış olması elbette bir ilgi ve eğilime işaret ediyor ama o bunu önemsemez, Marksist teoriyle karşılaşmanın yarattığı kavrayışı vurgulardı. Taşlar yerine oturmuş, gördüğü manzara berraklaşmış, çizgiler daha keskin, renkler daha parlak hale gelmişti. Delikanlı, Marksist teoride, işçi sınıfı, emek, değer, sömürü, sınıf mücadelesi, devrim gibi kavramlarda dünyanın nasıl işlediğini anlamanın anahtarını bulmuştu. Ne hayat tecrübesi, ne de adaletsizliğe isyan, zulme direnişti onu örgütlü devrimci mücadeleye götüren sebep. Enternasyonal sosyalistler arasına katılması esas olarak entelektüel bir süreçti. Olan biteni anlama ve zihninde oluşturduğu anlam haritasında kendi yerini belirleme süreci. Kafasının dikine gitmeye kararlı bir gençti. Kafasının onu götürdüğü yer devrimci sosyalist bir örgüt oldu. 50 yıl öncesine bakınca hayatın eşiğinde bir genç görüyorum. Şiirin eşiğinde bir şair. Örgüte yeni katılmış bir sosyalist. Genç devrimci sosyalist şair. “Genç devrimci sosyalist şair” o kadar ayrıksı bir figür sayılmaz. Gençlik heyecanı herkesi biraz şair yapar, herkes dünyayı altüst etmeye niyet eder o yaşlarda. Roni’yi benzersiz kılan yarım yüzyıl boyunca hep o genç devrimci sosyalist şair olarak kalmasıydı. Hayatını kendi elleriyle şekillendirmeye kararlı o delikanlının kendine yakıştırmayacağı, onaylamayacağı bir sözü ya da eylemi olduğunu sanmıyorum o günlerden bu yana. Sevenlerini üzdüğü, sevdiklerinden uzaklaştığı, insanları kırdığı, küstürdüğü oldu elbette. Ama o delikanlıya hep sadık kaldı, onu hiç hayal kırıklığına uğratmadı. İmparatorlukların çözülmesi ve ulus-devletlerin yükselmesi, dünya savaşları ve Ekim Devrimi, sosyalizmi inşa girişimi ve devlet kapitalizmi: 20. yüzyıl Avrupası’nın büyük dönüşümleri ve bu süreçlere ilişkin tartışmalardaki tavırlar o delikanlının insan, toplum ve dünya kavrayışının nirengi noktalarını oluşturmuştu. 50 yıl önce okuduklarıyla, yaptığı tartışmalarla, çıkardığı sonuçlarla biçimlenen zihinsel haritayı ömrü boyunca korudu. Roni, Avrupalı bir 20. yüzyıl Marksistiydi. Sadece entelektüel formasyonu açısından değil, 50 yıl önce kurduğu düşünce çerçevesine ve siyasi angajmana ısrar ve inatla bağlı kalmayı etik bir ilke olarak gördüğü için. Böyle bir inat çoğu kişiyi bir katılaşmaya, kurumaya götürür. Roni için bu asla söz konusu olmadı. Onu kendisi yapan birkaç özelliği sayesinde esnekliğini, değişen dünyaya uyum yeteneğini daima korudu. Bu özellikler arasında belki en başta anlama tutkusunu ve tükenmez merakını belirtmem gerekiyor. Zihinsel haritasının doğruluğundan hiç kuşku duymasa da dünya haritasının dünyanın kendisi olmadığını bilirdi. Aykırılıklar, uyumsuzluklar karşısında kafası mazeret, bahane, şemaya uydurma yönünde çalışmaz, hakiki bir anlama gayretine girişirdi. Haritayı işlevini kaybedecek ölçüde ayrıntılandırma çabası türünden bir teori düşkünlüğünü küçümserdi. Aslolan, haritadan da yararlanarak dünyada yol alırken karşılaşılan manzaraları anlamak, anlamlandırmaktı. Zihninin genç ve kıvrak kalmasını sağlayan bir diğer kişilik çizgisi, adalet duygusunu bir vicdan meselesi olmanın ötesine taşıyıp bir düşünme ilkesine dönüştürmesiydi. Vicdan üzerinden akıl yürütmeyi yersiz görür, kişinin sadece karşılaştığı durumlarda işleyen bir dürtüyü kısıtlı bulurdu. Kimseden daha vicdanlı, daha adaletli değildi, öyle olduğunu da düşünmezdi. Ama eşitlik ve adalet duygusunu düşünce sistematiğinin merkezine yerleştirmesi açısından eşi az bulunurdu. Son derece kitabına uygun Marksist sınıf mücadelesi kavramlarıyla düşünmesine rağmen, düşünce kalıplarını zorlayan farklı, yeni hak arama mücadeleleri ve çeşitli toplumsal hareketler ortaya çıktığında daima eşitlik ve adalet talep edenlerden yana, daima egemenin, düzenin ve devletin karşısında oldu. 20. yüzyıl Marksistlerinin çoğunu klişeler dışında söz söyleyemez hale getiren ya da savuran son elli yılın çalkantıları içinde Roni hep genç bir devrimci olarak kaldı. Göstermeyi sevmese de öyleydi; ama yufka yürekli, vicdanlı, iyi biri olduğu için değil, ezilenden yana, devlete karşı olmayı bir ilke gördüğü, giderek bir tutarlılık ve fikir namusu meselesi saydığı için. Hep bir genç devrimci sosyalist olarak kalmasını sağlayan bir özelliği de aklının hep eylem, “bir şeyler yapma” doğrultusunda çalışmasıydı. O çok sözü edilen huysuzluğuna, aksiliğine rağmen hep hayatın içinde, hep insanlarla birlikteydi. Bir hareket inşa etmek, bir protesto örgütlemek, anlamlı bir tartışma yürütmek ya da hoş bir sohbet sürdürmek, birlikte yapılabilecek şey ne olursa olsun, bu imkânı gördüğü kişilere olağanüstü bir nezaket ve anlayışla yaklaşır, sözünü hiç sakınmasa da birlikte çalışmayı sağlayacak esnekliği ve uzlaşmacılığı göstermeyi becerirdi. Tahammül etmekte zorlandığı kişilere, beraber yapılacaklar adına gösterdiği sıradışı sabra şahidim. Varoluşunu anlamak ve anlatmak üzerine kurmuş bir entelektüel olsa da, o müthiş yaşama iştahına denk bir dünyaya müdahale iradesi, eylemciliği vardı. Bunlar sayesinde şair 50 yıl boyunca bir genç devrimci sosyalist olarak kaldı. Roni muhtemelen gazetelerde ve Sosyalist İşçi dergisinde yazdıklarıyla değil, şiirleriyle anılacak. Ama şairi anlamanın anahtarının onu 50 yıl boyunca bir genç devrimci sosyalist olarak kalmasını sağlayan kişilik çizgileri olduğunu düşünüyorum. Poetikasının kurucu ilkesi anlamak ve anlatmaktı. Derdi anlamak ve anlatmak olan bir poetik tavrı, farklı şiirlerinin, öykülerinin, anılarının, hatta siyasi makalelerinin üslup ve yapısında ayırt etmek mümkündür. O genç devrimci sosyalistin sesini bilen biri, aynı sesi Roni’nin bütün yazdıklarında duymakta zorlanmayacaktır. Türkçe ve İngilizce edebiyat kaynaklarıyla beslenmiş bir delikanlının şiiri üzerine düşünürken bu edebiyat çemberleri içinde referans noktaları, ipuçları, esin kaynakları yakalamak zor bir iş değil. Bu referanslar belki kitapları kütüphanede uygun raflara yerleştirmede yardımcı olabilir ama şairin sesini tanımak, meramını kavramak ve şiirinden tat almak için pek gerekli değildir. Ama şöyle bir anlatının Roni’nin şiirine kulak verenler için ipucu olabileceğini düşünüyorum: Bir olay, bir hikâye, bir sahne, bir söz, bir görüntü, bir hayal ya da bir duygu ânının dikkatini çekmesi, özel ve paylaşılası bir şey yakaladığını hissetmesi onun için işe koyulmanın ön koşuluydu. Kimi zaman insanlarla paylaşmaya değer bir şeyler bulmak için bu amaçla çevresini inceler, söylenenleri dinler, dolaşır, okur, konuşur, bakınırdı. Kimi zaman da böyle bir şey açıklanamaz bir şekilde pat diye karşısına çıkıverirdi. Bundan sonrası,öncelikle bir anlama, anlamlandırma, açıklığa kavuşturma süreciydi. Anlamadığı, önünü arkasını tartmadığı, kafasında bir yere oturtmadığı bir izlenim yazıya dökülmeye, paylaşılmaya layık değildi. Anladığını anlatmak ise neredeyse bir tutkuydu onun için. Sohbetle, siyasi makale, öykü, anı ya da şiirle anlatmak. Anlattıklarının kimin ilgisini çekeceğini, ne işe yarayacağını da hesaba katardı nasıl anlatacağına karar verirken. Anladığı ama ne işe yarayacağını kestiremediği ve herkesle paylaşmak istediği şeyleri anlatmanın yoluydu şiir. 50 yılın ardından tekrar baktığımda yorulmuş ama durulmamış, kalemini bırakıp defterini kapayana kadar gençliğine sadık kalmış bir şair görüyorum. Kendini “önce sosyalist” diye tanımlayan 50 yıldır örgütlü bir devrimci. Genç, devrimci sosyalist, şair. Roni Kuşkusuz kuşağının en seçkin kuşbilimcisiydi Şehir kuşlarıydı –güvercin, serçe, kumru ve martı– Ömür boyu bakıp izlediği, bilip anlattığı. Bir de –sığırcık, kırlangıç– göçmen kuşlar, Bir de sayısı ezberine kazınmış uçuşlar.   Muharrer, muhtemel ve muhayyel kuşlar Uçuşuyordu zihninde son günlerinde. Hep olurdu böyle tuhaf takıntıları Ama sanki bu defa farklıydı. “Mustaribim,” diyordu, mustaripti anlayamamaktan “Simurg kendini neden böcek sanırmış?” Soruyor muydu, sırrını mı veriyordu bilmiyorum.   Hiç konmadan yükseklerden seslenen Huma, Küllerinden alev alev doğan Anka, Kafdağı’nın ardındaki aynaya konan otuz kuş, Ya da kırk mumluk ampulün etrafında yüz pervane, Ya da kör karanlıkta ışıldayan bin ateş böceği, Ya da hiç durmadan çalışan birkaç milyon karınca, Şiir olmayı bekleyen sayısız ihtimal tomurcuğu. Ama art arda dizmek yetmez, anlamak gerek önce.   Son defa gittiğimde ziyaretine Bilmiyorum ikna etmeye mi çalışıyordu, teselli etmeye mi, “Anladım” dedi zorlanarak, az doğrulup ekledi: “Biliyorum ama anlatamıyorum...” Havada asılı kaldı söylenmeden: “... ve bundan pek mustaribim.”

(Seçtiklerimiz) Şair Roni Margulies’in ardından…

Seçimlerin birinci turu yapıldıktan sonraki cumartesi akşamı sevgili dostum Prof. Selim Deringil’i eve yemeğe davet etmiştim. Selim’in sevdiği İtalyan yemeği lazanya pişirmeyi kafaya koymuştum. Aynı günün sabahı Selim aradı ve “Yahu, bu akşam Roni’yi de getireyim mi?” diye sordu. Ben de “Harika olur” diye cevap verdim. O akşam yedik içtik, bir güzel kaynattık. Roni bir süre önce akciğer kanseri geçirmiş, ameliyat olmuştu. Sigarayı da bırakmıştı. O gece keyfi yerindeydi. Gecenin sonunda taksi çağırmaya niyet ettik, ama tabii ki duraklarda taksi yoktu. Selim’in evi metro güzergahı üzerindeydi, o metroya yöneldi. Ben de arabamı otoparktan çıkarıp Roni’yi Fulya’daki evine bırakmaya karar verdim. Bilenler bilir, cuma-cumartesi akşamları İstanbul’da tuhaf bir trafik oluşur. Şehrin varoşlarında gece hayatı olmayan, görece karanlık semtlerde oturan gençler babalarının araçlarını ödünç alarak şehrin merkezindeki parlak ışıklı ve hayat dolu semtlerine doğru akar. Genellikle yeni yetme gençlerin doluştuğu aracın ses sistemi sonuna kadar açılır ve içindekiler ‘cıstak cıstak‘ gürültüsü içinde etrafı hayran hayran seyrederek Beşiktaş-Taksim-Nişantaşı-Şişli-Levent güzergahında birkaç tur atarlar. Bu nedenle gece 24.00-03.00 civarında Boğaz Köprüsü’nün Rumeli tarafında ciddi bir yığılma oluşur. Milliyetçi-muhafazakâr kesim, ‘yerli ve milli‘ doğrultuda yetiştirdiklerini sandıkları gençlerin parlak ışıkların ve tüketim nesnelerinin peşine takılmalarından hep rahatsız olmuştur. Azgın milliyetçi Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye (1931) romanında Fatihli Faiz beyin kızı Neriman, Harbiyeli alafranga genç Macit ile kırıştırmaktadır. Şehrin parlak ışıkları Neriman’ı da kendine çeker. Sınıf arkadaşı ve ‘yerli ve milli’ tornadan geçmiş kemençeci Şinasi ile Beyoğlu’nda gezinirken, Neriman bir parfümeri dükkanının vitrinine bakmaya başlar. Şinasi’nin yorumu şöyledir: “Bu camekânlar kimbilir kaç Türk kızını baştan çıkardı ve çıkaracak!” Müthiş değil mi? Aynı kitapta, Neriman, Doğu ve Batı uygarlıklarını karşılaştırırken babasına bir itirafta bulunur: “Şark da böyle miskin, uykucu, lâpacı… Bakın şimdi [Fatih’te] her taraf uyuyor. Bir de şimdi Beyoğlu’na çıkın… Ortalık mahşer gibi… Herkes ayakta, uyanık…” Bu sürekli ayakta olma hâli, uyanıklık, parlak ışıklar ve enerjik tavırlar ‘Ağır ol, molla desinler‘ havasındaki muhafazakâr abilere ters gelir. Roni ile birlikte trafik sıkışıklığında yol almaya çalışırken, önümüzdeki ‘Doğan görünümlü Şahin‘ tipinde bir aracın arkasında ‘Ya sev ya terk et‘ yazdığını gördüm. “Roni, bak ne yazıyor” dedim. Roni, hemen patladı: “Hadi oradan. Ben, itin kopuğun lafıyla doğduğu memleketi, dostlarını ve yoldaşlarını terk edecek bir değilim. Beğenmiyorlarsa onlar gitsinler!” Ben de “Yahu Roni, çocuklar Schengen vizesi alabilseler gidecekler zaten. Ama vatanımızın ve milletimizin bütünlüğüne kastetmiş Batılı emperyalistler bu genç kardeşlerimize vize vermiyorlar” dedim. Bastık kahkahayı. Sonra, ikimizin de aklına meşhur gri pasaport yolsuzluğu geldi. ‘Yerli ve milli’ siyasi kadrolar tarafından yönetilen bazı belediyelerde ‘Çevreye Duyarlı Bireyler Yetiştirmek Projesi’ adlı bir proje kapsamında Hannover kentine gitmek için Gri Hizmet Pasaportu çıkaran 43 kişinin tümünün Almanya’ya iltica etmesiyle başlayan skandalı hatırladık. Tekrar gülmeye başladık. Sonra, alaturka milliyetçiliğin Batı medeniyetiyle kurmuş olduğu aşk-nefret ilişkisi üzerine biraz konuştuk. ‘Yerli ve milli‘ siyasal seçkinlerimizin çocuklarını Saint Joseph Lisesi veya Robert Kolej gibi yabancı okullara veya yurt dışına okumaya gönderirken, fakir aile çocuklarına da imam hatip okullarını münasip gördükleri aklımıza geldi. Roni, Murathan Mungan’ın, “TC’nin resmi dini ikiyüzlülüktür” tespitini hatırlatarak, “Murathan çok haklı” dedi. Roni’yi evine bırakırken artık kendisinin yemek pişirip bizleri davet etmesinin iyi olacağına karar verdik. Ne yazık ki Roni iki gün sonra hastaneye kaldırıldı ve uzun süre yoğun bakımda kaldıktan sonra kendisini 19 Temmuz'da kaybettik.

Geri 1 2 3 4 5 6 7 8 İleri

Bültene kayıt ol