Brecht: Diyalektik tiyatro

Süper kütleli kara deliğin yutabileceği en büyük madde nedir?

Kara delikler bilimin olduğu kadar popüler kültürün de bir konusu. Hakkında filmler, belgeseller çekilen bu gizemi Tuna Emren açıklıyor. Teoride, bizimki kadar engin olmasa, evrenin kendisini bile yutabilir.  Kara deliklerin, kendilerine çok yaklaşan her cismi içlerine çektikleri yutulma sınırı, yani ‘olay ufku’ ışığın bile kurtulamadığı bir girdap yaratıyor. Onlara kara delik denmesinin sebebi de bu; ışığı dahi yuttukları için görünmez olabiliyorlar.  Evren hızlanarak genişliyor. Diğer bir deyişle, genleşme hızı arttıkça artıyor. Bu senaryoda bir kara delik tarafından yutulması mümkün değil. Fakat teoride, bu kadar engin olmayan durağan bir evrenin süper kütleli bir kara deliğin olay ufkuna yakalanması durumunda – bu kara deliğin boyutsal olarak evrenden çok daha küçük olması durumunda bile – kaçınılmaz bir facia yaşanırdı. Peki, olay ufkunu geçen her cismi yutarken evrenin dokusunu tahrip edemezler mi? Edebilirler ve ediyorlar da. Hatta ışığın da onlardan kaçamamasının sebebi bu. Kara delikler muazzam kütleleriyle çevrelerindeki uzay-zaman geometrisini büktükleri için ışık da bu bükülmüş uzay-zamanda hareket etmeye mahkum oluyor.  Bir kara delik büyük miktarda madde yutarsa kendisi de büyümeye başlar ama bu onun aralıksız yaptığı bir şey değildir. Yani yuttukça büyüyen ve büyüdükçe daha fazla, daha büyük cisimleri de yutan, sonunda hızla olağanüstü miktarlarda madde yutabilecek duruma erişen obur bir kara delik canlandırması pek doğru olmaz.  Şu ana dek keşfedilmiş en aktif kara deliklerden biri, Samanyolu’nun merkezindeki süper kütleli kara deliğin 4 bin katı boyutlara erişmeyi başarmış olan (Güneş’in de 17 milyar katı) NGC 1277.  NGC 1277, zamanın başları sayılabilecek bir evrede bile (Büyük Patlamadan 1 milyon yıl sonra) 5.000 Güneş’e eşdeğer büyüklükteydi. Şu anda, bulunduğu galakside toplam kütlenin yüzde 14’ünü oluşturuyor.  Günde ortalama bir Güneş kütlesinin yarısına eşdeğer gökcismi - ya da madde - yutabiliyor. Ancak o zamandan bugüne yaşadığı bu şaşırtıcı değişim, her 1 milyon yılda yaklaşık %1’lik bir büyüme hızıyla gerçekleşti. 

(Seçtiklerimiz) Roni’den beklenen şaka

2005 yılında Hasnun Galip Sokak’taki yere taşındıktan sonra kimi zaman sabaha kadar süren sohbetler oluyordu Bitap Sahaf’ta… İşte öyle gecelerden birisinde, gece yarısından sonra, oturduğu meyhaneden sigara içmek için dışarı çıkan Roni ışığı görüp içeri girmişti: “Bu saatte açık bir sahaf nasıl oluyor?” diye sorarak… Sigara yasaklarının ilk günleri olduğuna göre, 2009’un Ağustos ya da Eylül’ü olmalı… O ilk gece birkaç saat kalmıştı yanımızda da meyhanedeki arkadaşları merakla sokakta aramaya başlayınca o kadar zaman geçtiğini anlamıştık… İlk baskı şiir kitapları topladığını söylemişti, eh bende de çokça vardı.. Ne ki Roni’nin ilgilendikleriyle benim ilgilendiklerim çoğunlukla çakışıyordu da kitabı gösteriyor ama, satmıyordum… Kitapla ilgili bir hikaye anlatınca, alamamaktan kaçan keyfi yerine geliyordu..  Oktay Rifat’ın Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler‘inin ilk baskısını gösterdiğim zaman çok şaşırmıştı, kendisinde de ilk baskısı vardı ama, bu o değildi.. Hikayesini anlatınca “harika yahu!” diye bağırmıştı… R’leri tam telaffuz edemeyişi ve gür sesi unutulmaz… Bir başka gün Sait Faik’in Medar-ı Maişet Motoru‘nun imzalı, ilk baskısını gösterirken: “Kitap ilgini çekmez ama hikayesini anlatayım istersen” demiştim… Kitap da ilgisini çekiyordu elbette ama hikayesinin daha hoşuna gideceğini biliyordum…  Sık sık uğrardı Bitap’a ki uzun bir süre sonra özellikle çarşambaları geldiğini fark ettim… Meğer Robert Kolej’den arkadaşı Osman Tümay ile buluşurmuş her çarşamba… Sanırım o çarşambalardan birisiydi, Bitap’ın merdivenlerinden çıkarken konuşmaya başlamış “bana bu hikayeleri yazsana” deyivermişti de aval aval bakışım karşısında açıklamıştı: “Anlattığın kitap hikayelerini yaz da Altüst dergisinde yayımlayayım.” Hikayeler genelde kısaydı, o yüzden farklı hikayelerle birleştirip yazıyordum zaten… Dosyamın ismi Kahraman Okur Süper Editöre Karşı’ydı… Roni’nin isteği karşısında dosyayı ayırarak hikayeleri tekrardan yazmaya başladım, böylece 2012 yılında yazılmaya başlandı Kitap Hikayeleri… Bir kısmı Altüst‘te yayımlandı ama, benim savrukluğumla ancak bu yıl tamamladı… Her yazıyı ilk Roni’ye gönderiyordum ki kitap halini de ilk Roni inceledi, düzeltti, ekledi, çıkarttı…  Bir tek “kitabın adı başka bir şey olmalı” önerisini kabul etmedim, “Kitabın adı, içeriğini en iyi şekilde tarif etmeli, alengirli bir isme gerek yok” diye yanıtlayarak… “Mantıklı” dedi ama, birkaç ay sonra yayımlanacak Kitap Hikayeleri’ni göremeyecek Roni… Bir başka gün, gene merdivenlerden çıkarken konuşmaya başlayıp “Hadi hemen çekelim” diye girmişti Bitap’tan içeri.. Bu sefer ne olduğunu biliyordum, şiirlerini seslendirecekti.. Şair dostlarıma, şiirlerini seslendirmeleri ve onları kurmayı düşlediğim Şiir Televizyonu’nda yayımlamayı öneren e-postalar göndermiştim… Birkaç kişiden yanıt gelmişti sadece ama, Roni’nin çok hoşuna gitmişti proje, yanıt vermek yerine koşarak gelmişti… Ne ki henüz akıllı telefonlar hayatımıza girmemişti, teknoloji cahili bizler için o kadar kolay değildi bu çekimler… Sonrasında ise ihmalkarlık, unutuldu gitti Şiir TV… Pandemi sırasında Burgazada’da kalmayı tercih etmişti Roni, ben de online imza günleri yaparak pandemide Bitap’ı ayakta tutmaya çalışıyordum.. İlk imza günlerinden birisini de Roni ile yaptık, kitapları Burgazada’da bir öğlen rakısı eşliğinde imzaladı ki gün bitti, muhabbet bitmedi, son vapuru yakalamak için koşarken öğlen rakılarını tekrarlamayı konuştuysak da sadece bir kere daha gidebildim… İmza gününe fazladan kitaplar götürmüştüm, ithafsız imzalar attı onlara… Akşam olmuş, ay çıkmıştı, “bak bu kitabın son iki dizesine” dedi ve Vay Vay’lı bu imzayı attı… Kitabın son iki dizesi şöyleydi: ve bir şeyler anlatırmış gibi hararetle Doğan’a, farkında bile olmadan, öleceğim heyecanla. Önce Sait’e gidelim demiştik rakılı imzaya oturmadan; yol üstünde annesine de uğradık.. Bahçedeki bir çiçeği gösterdi, “bak telgraf çiçeği bu.” dedi.. O günden sonra her yerde karşıma çıktı telgraf çiçeği, annemin balkonunda bile varmış… Kısa kısa Bilim Şiirleri yazıyordu bir süredir ve bir kitap bütünlüğüne ulaşmak üzereydi.. Bir sayfada şiir olsun istiyordu bir sayfada da grafik çizimler… Arkadaşım Turgut Yüksel’in çalışmalarını gösterdim, hoşuna gitti… İkisini tanıştırmak için buluştuk Burgaz’da öğle rakısında… Yayınevi telif öder miydi bilmiyordu ama, çizimleri o kadar beğenmişti ki kendi telifinden vazgeçmeyi bile düşünmüştü… Behçet Hastalığı Garip adammış Behçet Bey! Allah’ın belası bir hastalığa Kendi adını takar mı insan? Düşmanının adını taksana!

Hollywood grevde: Emmy Ödülleri 4 ay ertelendi

Senaristlerin başlattığı greve, set ve ofis işçileri, ardından oyuncular katıldı. Grev o kadar etkili oldu ki TV alanının prestijli ödüllerinin töreni, ertelenmek zorunda kaldı. Ajansların bu durumu "11 Eylül 2001 saldırılarından sonra bir ilk" olarak geçti. Neden grevdeler? - İlk sebep tüm işçiler gibi Hollywood emekçilerine de düşük ücretlerin dayatılması. Ücretlerinin artırılmasını talep ediyorlar. - Yapay zeka ile dil öğrenme yeteneğine sahip yazılımların senaryo yazımında yaygın olarak kullanılmaya başlanması sonucu, senaristler işten atılmaya başlamıştı. Senaristler iş güvenliği güvencesi istiyor. Sendika Hollywood oyuncularını temsil eden Beyaz Perde Aktörleri Derneği ve Amerikan Televizyon ve Radyo Sanatçıları birliği (SAG-AFTRA) üyeleri yukarıdaki talepler karşılanmadığı için 2 Mayıs’ta grev başlatmıştı.. SAG-AFTRA üyelerinin film prömiyerlerine katılması, yer aldıkları yapımlar için röportaj vermesi, ödül törenlerine gitmesi, film festivallerine katılması ve sosyal medyada filmlerinin reklamını yapması yasaklamıştı. Grev, setlerde tam katılımla sürüyor. Diziler çekilemeyip, bekliyor.

(Seçtiklerimiz) Şairin bir genç devrimci sosyalist olarak portresi

Roni Margulies İstanbullu bir şair, dünya vatandaşı bir devrimci sosyalist idi. Kafasına göre yaşadı, hep bildiğini okudu. Kafasının, bilip okuduğunun, yaşamının özü, özeti ise bundan ibaret: Dünyayı yurt bellemiş İstanbullu şair, devrimci, sosyalist. Roni’nin gençlik günlerinin tanığı değilim. Ama sözünü etmeyi sevdiği, sıkça anlattığı ve yazdığı için onu biraz tanıyan herkes gibi ben de biliyorum. Üniversite için Londra’ya giderken kafasında edebiyat okumak vardı. Katı bir itirazla karşılaşmamıştı ama öyle olsa da fark etmezdi. Merkezinde şiir ve edebiyat olan bir hayat, delikanlı için üniversitede bir bölüm, bir meslek, bir sanat seçmenin ötesinde, kafasına göre yaşamaya dair bir seçimdi. Bu dünyada nasıl varolacağına dair bir seçim. O yıllara ilişkin tekrar tekrar keyifle anlattığı bir başka anı daha var: Geoffrey Kay’in Marksist İktisat dersinde yaşadığı aydınlanmanın hikâyesi. O dersi almış olması elbette bir ilgi ve eğilime işaret ediyor ama o bunu önemsemez, Marksist teoriyle karşılaşmanın yarattığı kavrayışı vurgulardı. Taşlar yerine oturmuş, gördüğü manzara berraklaşmış, çizgiler daha keskin, renkler daha parlak hale gelmişti. Delikanlı, Marksist teoride, işçi sınıfı, emek, değer, sömürü, sınıf mücadelesi, devrim gibi kavramlarda dünyanın nasıl işlediğini anlamanın anahtarını bulmuştu. Ne hayat tecrübesi, ne de adaletsizliğe isyan, zulme direnişti onu örgütlü devrimci mücadeleye götüren sebep. Enternasyonal sosyalistler arasına katılması esas olarak entelektüel bir süreçti. Olan biteni anlama ve zihninde oluşturduğu anlam haritasında kendi yerini belirleme süreci. Kafasının dikine gitmeye kararlı bir gençti. Kafasının onu götürdüğü yer devrimci sosyalist bir örgüt oldu. 50 yıl öncesine bakınca hayatın eşiğinde bir genç görüyorum. Şiirin eşiğinde bir şair. Örgüte yeni katılmış bir sosyalist. Genç devrimci sosyalist şair. “Genç devrimci sosyalist şair” o kadar ayrıksı bir figür sayılmaz. Gençlik heyecanı herkesi biraz şair yapar, herkes dünyayı altüst etmeye niyet eder o yaşlarda. Roni’yi benzersiz kılan yarım yüzyıl boyunca hep o genç devrimci sosyalist şair olarak kalmasıydı. Hayatını kendi elleriyle şekillendirmeye kararlı o delikanlının kendine yakıştırmayacağı, onaylamayacağı bir sözü ya da eylemi olduğunu sanmıyorum o günlerden bu yana. Sevenlerini üzdüğü, sevdiklerinden uzaklaştığı, insanları kırdığı, küstürdüğü oldu elbette. Ama o delikanlıya hep sadık kaldı, onu hiç hayal kırıklığına uğratmadı. İmparatorlukların çözülmesi ve ulus-devletlerin yükselmesi, dünya savaşları ve Ekim Devrimi, sosyalizmi inşa girişimi ve devlet kapitalizmi: 20. yüzyıl Avrupası’nın büyük dönüşümleri ve bu süreçlere ilişkin tartışmalardaki tavırlar o delikanlının insan, toplum ve dünya kavrayışının nirengi noktalarını oluşturmuştu. 50 yıl önce okuduklarıyla, yaptığı tartışmalarla, çıkardığı sonuçlarla biçimlenen zihinsel haritayı ömrü boyunca korudu. Roni, Avrupalı bir 20. yüzyıl Marksistiydi. Sadece entelektüel formasyonu açısından değil, 50 yıl önce kurduğu düşünce çerçevesine ve siyasi angajmana ısrar ve inatla bağlı kalmayı etik bir ilke olarak gördüğü için. Böyle bir inat çoğu kişiyi bir katılaşmaya, kurumaya götürür. Roni için bu asla söz konusu olmadı. Onu kendisi yapan birkaç özelliği sayesinde esnekliğini, değişen dünyaya uyum yeteneğini daima korudu. Bu özellikler arasında belki en başta anlama tutkusunu ve tükenmez merakını belirtmem gerekiyor. Zihinsel haritasının doğruluğundan hiç kuşku duymasa da dünya haritasının dünyanın kendisi olmadığını bilirdi. Aykırılıklar, uyumsuzluklar karşısında kafası mazeret, bahane, şemaya uydurma yönünde çalışmaz, hakiki bir anlama gayretine girişirdi. Haritayı işlevini kaybedecek ölçüde ayrıntılandırma çabası türünden bir teori düşkünlüğünü küçümserdi. Aslolan, haritadan da yararlanarak dünyada yol alırken karşılaşılan manzaraları anlamak, anlamlandırmaktı. Zihninin genç ve kıvrak kalmasını sağlayan bir diğer kişilik çizgisi, adalet duygusunu bir vicdan meselesi olmanın ötesine taşıyıp bir düşünme ilkesine dönüştürmesiydi. Vicdan üzerinden akıl yürütmeyi yersiz görür, kişinin sadece karşılaştığı durumlarda işleyen bir dürtüyü kısıtlı bulurdu. Kimseden daha vicdanlı, daha adaletli değildi, öyle olduğunu da düşünmezdi. Ama eşitlik ve adalet duygusunu düşünce sistematiğinin merkezine yerleştirmesi açısından eşi az bulunurdu. Son derece kitabına uygun Marksist sınıf mücadelesi kavramlarıyla düşünmesine rağmen, düşünce kalıplarını zorlayan farklı, yeni hak arama mücadeleleri ve çeşitli toplumsal hareketler ortaya çıktığında daima eşitlik ve adalet talep edenlerden yana, daima egemenin, düzenin ve devletin karşısında oldu. 20. yüzyıl Marksistlerinin çoğunu klişeler dışında söz söyleyemez hale getiren ya da savuran son elli yılın çalkantıları içinde Roni hep genç bir devrimci olarak kaldı. Göstermeyi sevmese de öyleydi; ama yufka yürekli, vicdanlı, iyi biri olduğu için değil, ezilenden yana, devlete karşı olmayı bir ilke gördüğü, giderek bir tutarlılık ve fikir namusu meselesi saydığı için. Hep bir genç devrimci sosyalist olarak kalmasını sağlayan bir özelliği de aklının hep eylem, “bir şeyler yapma” doğrultusunda çalışmasıydı. O çok sözü edilen huysuzluğuna, aksiliğine rağmen hep hayatın içinde, hep insanlarla birlikteydi. Bir hareket inşa etmek, bir protesto örgütlemek, anlamlı bir tartışma yürütmek ya da hoş bir sohbet sürdürmek, birlikte yapılabilecek şey ne olursa olsun, bu imkânı gördüğü kişilere olağanüstü bir nezaket ve anlayışla yaklaşır, sözünü hiç sakınmasa da birlikte çalışmayı sağlayacak esnekliği ve uzlaşmacılığı göstermeyi becerirdi. Tahammül etmekte zorlandığı kişilere, beraber yapılacaklar adına gösterdiği sıradışı sabra şahidim. Varoluşunu anlamak ve anlatmak üzerine kurmuş bir entelektüel olsa da, o müthiş yaşama iştahına denk bir dünyaya müdahale iradesi, eylemciliği vardı. Bunlar sayesinde şair 50 yıl boyunca bir genç devrimci sosyalist olarak kaldı. Roni muhtemelen gazetelerde ve Sosyalist İşçi dergisinde yazdıklarıyla değil, şiirleriyle anılacak. Ama şairi anlamanın anahtarının onu 50 yıl boyunca bir genç devrimci sosyalist olarak kalmasını sağlayan kişilik çizgileri olduğunu düşünüyorum. Poetikasının kurucu ilkesi anlamak ve anlatmaktı. Derdi anlamak ve anlatmak olan bir poetik tavrı, farklı şiirlerinin, öykülerinin, anılarının, hatta siyasi makalelerinin üslup ve yapısında ayırt etmek mümkündür. O genç devrimci sosyalistin sesini bilen biri, aynı sesi Roni’nin bütün yazdıklarında duymakta zorlanmayacaktır. Türkçe ve İngilizce edebiyat kaynaklarıyla beslenmiş bir delikanlının şiiri üzerine düşünürken bu edebiyat çemberleri içinde referans noktaları, ipuçları, esin kaynakları yakalamak zor bir iş değil. Bu referanslar belki kitapları kütüphanede uygun raflara yerleştirmede yardımcı olabilir ama şairin sesini tanımak, meramını kavramak ve şiirinden tat almak için pek gerekli değildir. Ama şöyle bir anlatının Roni’nin şiirine kulak verenler için ipucu olabileceğini düşünüyorum: Bir olay, bir hikâye, bir sahne, bir söz, bir görüntü, bir hayal ya da bir duygu ânının dikkatini çekmesi, özel ve paylaşılası bir şey yakaladığını hissetmesi onun için işe koyulmanın ön koşuluydu. Kimi zaman insanlarla paylaşmaya değer bir şeyler bulmak için bu amaçla çevresini inceler, söylenenleri dinler, dolaşır, okur, konuşur, bakınırdı. Kimi zaman da böyle bir şey açıklanamaz bir şekilde pat diye karşısına çıkıverirdi. Bundan sonrası,öncelikle bir anlama, anlamlandırma, açıklığa kavuşturma süreciydi. Anlamadığı, önünü arkasını tartmadığı, kafasında bir yere oturtmadığı bir izlenim yazıya dökülmeye, paylaşılmaya layık değildi. Anladığını anlatmak ise neredeyse bir tutkuydu onun için. Sohbetle, siyasi makale, öykü, anı ya da şiirle anlatmak. Anlattıklarının kimin ilgisini çekeceğini, ne işe yarayacağını da hesaba katardı nasıl anlatacağına karar verirken. Anladığı ama ne işe yarayacağını kestiremediği ve herkesle paylaşmak istediği şeyleri anlatmanın yoluydu şiir. 50 yılın ardından tekrar baktığımda yorulmuş ama durulmamış, kalemini bırakıp defterini kapayana kadar gençliğine sadık kalmış bir şair görüyorum. Kendini “önce sosyalist” diye tanımlayan 50 yıldır örgütlü bir devrimci. Genç, devrimci sosyalist, şair. Roni Kuşkusuz kuşağının en seçkin kuşbilimcisiydi Şehir kuşlarıydı –güvercin, serçe, kumru ve martı– Ömür boyu bakıp izlediği, bilip anlattığı. Bir de –sığırcık, kırlangıç– göçmen kuşlar, Bir de sayısı ezberine kazınmış uçuşlar.   Muharrer, muhtemel ve muhayyel kuşlar Uçuşuyordu zihninde son günlerinde. Hep olurdu böyle tuhaf takıntıları Ama sanki bu defa farklıydı. “Mustaribim,” diyordu, mustaripti anlayamamaktan “Simurg kendini neden böcek sanırmış?” Soruyor muydu, sırrını mı veriyordu bilmiyorum.   Hiç konmadan yükseklerden seslenen Huma, Küllerinden alev alev doğan Anka, Kafdağı’nın ardındaki aynaya konan otuz kuş, Ya da kırk mumluk ampulün etrafında yüz pervane, Ya da kör karanlıkta ışıldayan bin ateş böceği, Ya da hiç durmadan çalışan birkaç milyon karınca, Şiir olmayı bekleyen sayısız ihtimal tomurcuğu. Ama art arda dizmek yetmez, anlamak gerek önce.   Son defa gittiğimde ziyaretine Bilmiyorum ikna etmeye mi çalışıyordu, teselli etmeye mi, “Anladım” dedi zorlanarak, az doğrulup ekledi: “Biliyorum ama anlatamıyorum...” Havada asılı kaldı söylenmeden: “... ve bundan pek mustaribim.”

(Seçtiklerimiz) Şair Roni Margulies’in ardından…

Seçimlerin birinci turu yapıldıktan sonraki cumartesi akşamı sevgili dostum Prof. Selim Deringil’i eve yemeğe davet etmiştim. Selim’in sevdiği İtalyan yemeği lazanya pişirmeyi kafaya koymuştum. Aynı günün sabahı Selim aradı ve “Yahu, bu akşam Roni’yi de getireyim mi?” diye sordu. Ben de “Harika olur” diye cevap verdim. O akşam yedik içtik, bir güzel kaynattık. Roni bir süre önce akciğer kanseri geçirmiş, ameliyat olmuştu. Sigarayı da bırakmıştı. O gece keyfi yerindeydi. Gecenin sonunda taksi çağırmaya niyet ettik, ama tabii ki duraklarda taksi yoktu. Selim’in evi metro güzergahı üzerindeydi, o metroya yöneldi. Ben de arabamı otoparktan çıkarıp Roni’yi Fulya’daki evine bırakmaya karar verdim. Bilenler bilir, cuma-cumartesi akşamları İstanbul’da tuhaf bir trafik oluşur. Şehrin varoşlarında gece hayatı olmayan, görece karanlık semtlerde oturan gençler babalarının araçlarını ödünç alarak şehrin merkezindeki parlak ışıklı ve hayat dolu semtlerine doğru akar. Genellikle yeni yetme gençlerin doluştuğu aracın ses sistemi sonuna kadar açılır ve içindekiler ‘cıstak cıstak‘ gürültüsü içinde etrafı hayran hayran seyrederek Beşiktaş-Taksim-Nişantaşı-Şişli-Levent güzergahında birkaç tur atarlar. Bu nedenle gece 24.00-03.00 civarında Boğaz Köprüsü’nün Rumeli tarafında ciddi bir yığılma oluşur. Milliyetçi-muhafazakâr kesim, ‘yerli ve milli‘ doğrultuda yetiştirdiklerini sandıkları gençlerin parlak ışıkların ve tüketim nesnelerinin peşine takılmalarından hep rahatsız olmuştur. Azgın milliyetçi Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye (1931) romanında Fatihli Faiz beyin kızı Neriman, Harbiyeli alafranga genç Macit ile kırıştırmaktadır. Şehrin parlak ışıkları Neriman’ı da kendine çeker. Sınıf arkadaşı ve ‘yerli ve milli’ tornadan geçmiş kemençeci Şinasi ile Beyoğlu’nda gezinirken, Neriman bir parfümeri dükkanının vitrinine bakmaya başlar. Şinasi’nin yorumu şöyledir: “Bu camekânlar kimbilir kaç Türk kızını baştan çıkardı ve çıkaracak!” Müthiş değil mi? Aynı kitapta, Neriman, Doğu ve Batı uygarlıklarını karşılaştırırken babasına bir itirafta bulunur: “Şark da böyle miskin, uykucu, lâpacı… Bakın şimdi [Fatih’te] her taraf uyuyor. Bir de şimdi Beyoğlu’na çıkın… Ortalık mahşer gibi… Herkes ayakta, uyanık…” Bu sürekli ayakta olma hâli, uyanıklık, parlak ışıklar ve enerjik tavırlar ‘Ağır ol, molla desinler‘ havasındaki muhafazakâr abilere ters gelir. Roni ile birlikte trafik sıkışıklığında yol almaya çalışırken, önümüzdeki ‘Doğan görünümlü Şahin‘ tipinde bir aracın arkasında ‘Ya sev ya terk et‘ yazdığını gördüm. “Roni, bak ne yazıyor” dedim. Roni, hemen patladı: “Hadi oradan. Ben, itin kopuğun lafıyla doğduğu memleketi, dostlarını ve yoldaşlarını terk edecek bir değilim. Beğenmiyorlarsa onlar gitsinler!” Ben de “Yahu Roni, çocuklar Schengen vizesi alabilseler gidecekler zaten. Ama vatanımızın ve milletimizin bütünlüğüne kastetmiş Batılı emperyalistler bu genç kardeşlerimize vize vermiyorlar” dedim. Bastık kahkahayı. Sonra, ikimizin de aklına meşhur gri pasaport yolsuzluğu geldi. ‘Yerli ve milli’ siyasi kadrolar tarafından yönetilen bazı belediyelerde ‘Çevreye Duyarlı Bireyler Yetiştirmek Projesi’ adlı bir proje kapsamında Hannover kentine gitmek için Gri Hizmet Pasaportu çıkaran 43 kişinin tümünün Almanya’ya iltica etmesiyle başlayan skandalı hatırladık. Tekrar gülmeye başladık. Sonra, alaturka milliyetçiliğin Batı medeniyetiyle kurmuş olduğu aşk-nefret ilişkisi üzerine biraz konuştuk. ‘Yerli ve milli‘ siyasal seçkinlerimizin çocuklarını Saint Joseph Lisesi veya Robert Kolej gibi yabancı okullara veya yurt dışına okumaya gönderirken, fakir aile çocuklarına da imam hatip okullarını münasip gördükleri aklımıza geldi. Roni, Murathan Mungan’ın, “TC’nin resmi dini ikiyüzlülüktür” tespitini hatırlatarak, “Murathan çok haklı” dedi. Roni’yi evine bırakırken artık kendisinin yemek pişirip bizleri davet etmesinin iyi olacağına karar verdik. Ne yazık ki Roni iki gün sonra hastaneye kaldırıldı ve uzun süre yoğun bakımda kaldıktan sonra kendisini 19 Temmuz'da kaybettik.

Ankara'da açık hava sineması: Sandalyeni al gel!

Hayvan, Yaşam, Özgürlük İnisiyatifi, 9 Ağustos akşamı Ankara'da film gösterimi yapıyor. İkizler Parkı'nda gerçekleşecek gösterimde yönetmen Lasse Hallström'ün Hachiko: Bir Köpeğin Hikayesi isimli filmi izlenecek. İnisiyatif "sandalyeni al da gel" diyor. Yer: Remzi Oğuz Arık Mahallesi'nde bulunan Şimşek Sokak

(Seçtiklerimiz) Cehennemde bir kartopu

Roni’yi ilk ne zaman gördüğümü tam olarak biliyorum. “İlk” ve “görmek” kelimeleri tabii sözlük anlamlarında alınmamalı. Aynı semtte büyüdüğümüze göre kim olduğunu öğrenmeden önce onu farkına varmadan defalarca sokaklarda görmüş olmam gerek. Bunu izleyen, aynı okullara devam ettiğimiz dönemde de yollarımızın kesişmesi tabii gündelik bir olaydı. Ama, ayrı şubelerde olduğumuzdan, artık kim olduğunu bilsem de nasıl birisi olduğunu bildiğim pek söylenemez. Benim için taşıdığı belirsizlikten sıyrılıp birçoğunu paylaştığım duyarlılıkları, eğilimleri, güçlü ve zayıf yanları, zevkleri, değerleri, inançları, istekleri olan somut birisine dönüşmeye başladığı nokta bir kış tatilinde çıktığımız Göreme yolculuğu. Bir yerden bir yere, gezmek amacıyla değil gerekli olduğu için gidildiği o günlerin Türkiye’sinde bu geziyi iki okul arkadaşımız kendileri için planlamış, ama son anda biri beni, öteki de Roni’yi onlara katılmaya davet etmişti. Ankara üzerinden Kayseri’ye, oradan da Nevşehir’e gittik, daha öteye taşıt bulamayınca da, eşyalarımızı handan bozma bir otele bırakıp yüzümüzü zonklatan soğuğa ve yukarıdaki kül rengi bulutlara aldırmadan şehirlerarası asfalta çıkıp yürümeye başladık. Neredeyse beş kilometre gittikten sonra Peri Bacalarının başka bir gezegenden çıkmış gibi duran dev çıplak taş gövdelerinin ileride belirdiği ânı hiç unutmayacağım. Tek unutmayacağım bu da değil. Dönüşte, Nevşehir’e giden bir minibüs durup bizi alana kadar gene uzun süre yürümek zorunda kaldığımız için yarı donmuş halde vardığımız köhne otelimizde tanık olduğum sahnenin üzerimde eşit derecede iz bıraktığı açık. Dördümüz, karyolalarımızın üzerine oturmuş, ısınmak için çay içerek, gençlerin her fırsatta yaptığı, hayatla ilgili o alabildiğine ciddi konuşmalardan birini yaparken Roni’nin, bir süredir şiir yazdığını söyleyip çantasının dibinden bu ilk ürünlerini kaydettiği defteri çıkartışı hatırladıklarımızın yaşadıklarımızı aşabilen o şaşırtıcı canlılığıyla kafamda duruyor. Ama, garip bir şekilde, en net olarak geriye kalan da, akşam yemeğinde, yasal olarak gereken yaşın altında olmamıza rağmen kimsenin ısmarlamamıza itiraz etmediği dublelerin oluşturduğu sis perdesinin içinden gördüğüm birkaç sokak ötedeki lokanta. Duvarda asılı siyah beyaz fotoğrafında bir tren penceresinden bakan Atatürk, yaldız kapaklı su şişeleriyle küçük tabaklara konulmuş salata ve tatlı porsiyonlarının durduğu soğutmalı vitrinin tepesini yazı masası olarak kullanarak Sportoto kuponunu dolduran garson, boş olmayan tek öteki masada oturan, Ziraat Müdürü, Hükümet Tabibi ve Odalar Birliği Başkanı olarak etiketlediğim gürültülü üçlü ve yemeğin ortasında dışarıda gökten inmeye başlayan kar hâlâ benimle. Başka bir yaşta olsaydım o akşam orada otururken bütün bunlar bana Çehov’un kaleminden çıkmış bir taşra dekorunun parçaları gibi görünebilirdi. Ama onyedimdeyken Marlowe çok daha sık aklıma geldiğinden, şiirle ilgilendiğini yeni öğrendiğim Roni’ye doğru eğilip İngilizce “Cehennemdeyiz, sevgili Faustus” dedim ve yüzünden geçen ifadeden cesaret alıp gene İngilizce bir deyime başvurarak daha alaycı bir tonla ekledim: “Ve Cehennemde bir kartopundan fazla şansımız yok.” Bunları söylerken ilk kez gerçek karmaşıklığıyla gördüğüme inandığım, özgüven sahibi, kültürlü, duyarlı, zeki, esprili insanla yarım yüzyıl dost kaldık. Ortak yanımız Cehennemde Bir Kartopu gibi yaşamaya razı olmamamızdı. Hayatlarımızın esiri değil efendisi olmak istiyorduk ve bu amaçla başvurduğumuz yöntemler –içinde bulunduğumuz durumlardan elimizden geldiğince geriye çekilmek, duygusallıktan titizlikle, gerçek duygulardan da daha büyük bir titizlikle kaçmak, her şeyde her zaman bir ironi öğesi yakalamaya çalışmak– temelde aynıydı. Ama ben böylelikle bir tür bilgeliğe sığınırken, Roni belli bir uzaklıktan baktığı için yapısını kavradığını düşündüğü dünyaya çok daha elle tutulabilir bir şekilde hâkim olmanın peşindeydi. Söz konusu olan yalnız kendi hayatını etkileyen koşullar da değildi; bütün tarihe gem vurup başını doğru yöne çevirmeye çabalamadıkça rahat etmeyeceği belliydi. Siyasi mücadeleye atılıp devrimciliği benimsemesine yol açan bence bu oldu. Dünyaya hâkim olmak isteyen birisinin elbette her şeyden önce onun şimdiki durumu ve istenen geleceği hakkında kesin bir fikrinin olması gerekir. Böyle bir konuda kararsızlığa düşmek ya da ciddi görüş ayrılıklarının oluşmasına izin vermek nasıl hareket edilmesi gerektiğini görmeyi imkânsız hale getirerek dünyayı ancak hâkim olunamaz kılabilir. Roni’nin yalnız siyasette değil, başka alanlarda da zaman zaman sergilediği kestirip atıcılık ve dediğim dedikliğin böyle bir korkuya bağlanabileceğini düşünüyorum. Onun dillere destan hırçınlığından ben de oldukça sık payımı aldım (“Zırvalamayı kes, Şavkar”, “Saçmaladığının farkındasın değil mi, Şavkar?”, “Aptal, aptal konuşma, Şavkar”) ama görünürdeki zorbalığının ardında yatan gerginlik ve endişelerin farkında olduğumdan her seferinde beni azarlamayı bitirmesini bekleyip, “Krizin geçtiyse, devam edebilir miyim?” demekle yetindim. Gülüşüp kaldığımız yere döndük. Başka bazı arkadaşlarımla yaşadığım dargınlıkları onunla hiç yaşamadım. Ve tabii o öfkeli, kırıcı, şiddetin eşiğindeki Roni tanıdığım tek Roni değil. Dünyaya hâkim olma çabasının bir parçası olarak önündeki bütün engellere rağmen gençliğinin değer ve inançlarından ve sürdüğü bohem hayattan vazgeçmemekte direnen, kelimeleri seven, üç dil bilen, her an bir şiir okumaya ya da espri yapmaya hazır insan benim için çok daha önemli. Bir öğlen Londra’da gittiğimiz küçük Polonya lokantasında sofradan kalkarken, çok geldiği için kadehimin dibinde bıraktığım bir parmak şarabı fark edince, böyle bir şeyden gerçekten korkuyormuş gibi “Bitir şunu lütfen; birisi görür filan, rezil oluruz” diye fısıldayan, evde başka bir şey olmadığı için rom içtiğimiz bir gece aklına gelen “zayıflatmasa da mutlu edeceğini” düşündüğü “Korsan” diyetini “Sabah kahvaltısında bir maşrapa rom, öğle yemeğinde rom çorbası, akşama rom flambé” olarak özetleyen, başka bir gece saat ikiyi geçmişken hâlâ oturduğumuz meyhanenin sahibine “Siz gidin, biz kapatırız,” diyen hep aynı yarı ayyaş-yarı ermiş, zeki ve saf, sert ve kırılgan çocuk-adam. Ama tabii sonuçta dünyaya hâkim olmak boş bir düş. Nasıl insanlar olursak olalım ve nasıl davranırsak davranalım, hayatlarımızla artık baş edemediğimiz kötü günler er geç gelip bizi buluyor. Yıllarca ertelemeyi becerdiği bu dönem Roni için, ellisini geçtikten sonra geldi. İlkin, birkaç defa ayrılıp barıştığı Yunanlı sevgilisi Elsa’yla ilişkisi kesin olarak sona erdi, ardından uğruna Londra’daki hayatını bırakıp Türkiye’ye taşınacak kadar önemsediği Taraf’taki köşe yazarlığından gazetedeki gelişmeleri onaylamadığı için istifa etmek zorunda kaldı, o tarihlerde o da Türkiye’de bir üniversitede ders veren, bebeklik günlerinden beri tanıştıkları İrvin’in Amerika’ya dönmeye karar vermesiyle de ancak böylesine yakın bir dostun sağlayabileceği desteği kaybetti. Bütün bunlara, yenilgi kabul etmeyen tipik meydan okuyuculuğuyla karşılık vermesi ne kadar yıpranıp örselendiğini o noktada görememiş olmamın tek nedeni değil. Seyahat etmemi güçleştiren sağlık sorunları yüzünden Türkiye’ye artık çok seyrek gittiğim, Roni de sadece Londra’da hâlâ duran eviyle ilgilenmesi gerektiğinde İngiltere’ye geldiği için çok az görüşebilir hale gelmiştik. Bir arada olduğumuzda onda gördüğüm değişiklikleri, ağır ağır oluşurken tanık olsaydım farkına varmayacağım ayrıntılar olarak geçiştirebiliyordum.  Ama sonunda bunu yapamadığım gün geldi. Hesapta olmayan bürokratik bir işlem İstanbul’a uçmamı gerektirince Roni’yi aradım, arada bir, elli yıl önce onu “ilk gördüğüm” meyhanede otururken başlayan karı aşan yağışların olduğu soğuk bir Şubat haftasında buluşup gideceğimiz son meyhaneye gittik. Burada neden tuhaf bir durumla karşı karşıya olduğum duygusuna kapıldığımı anlamam biraz zaman aldı: Normalde yerine oturur oturmaz masanın üstündeki tabakları ve diğer sofra eşyalarını tam istediği şekilde yeniden yerleştiren, sonra da garsonları çağırıp su, buz ve rakının, belirlediği noktalara bırakıldıktan sonra bir daha asla ellenmemesi konusunda uyaran Roni bu defa da bu işlemleri tamamlamış, ama sanki gerekliliğine bütünüyle inanmadığı bir formaliteyi yerine getiriyormuş gibi, bunu biraz mekanik ve isteksiz bir şekilde yapmıştı. Düzensiz bir dünyaya hâkim olup düzene sokmanın artık onun için eski önemi kalmamışa benziyordu. Meyhaneden çıkınca bindiğimiz taksi kardeşimin yaşadığı apartmanın kapısında durunca Roni yukarı gelip bir şey içme davetimi kabul etti, ama gene biraz mekanik ve isteksiz bir havası vardı. İkinci bir viski teklif ettiğimde geri çevirdi, gece burada kalması ya da hiç olmazsa kar dinene kadar beklemesi konusunda dediklerimi ise dinlemeye bile gerek görmeden dönüp gitti. Merdiven boşluğundan asansörün aşağıda kapanan kapısını duyunca pencereye gidip baktım ve gene biraz geç olsa da, buraya kadar viski içmek için değil, sağlık sorunlarım zaman zaman denge kaybını da içerebildiğinden sokaklarda düşmemi önlemek için geldiğini anladım. Çoktan, seslenilse duymayacak kadar uzaklaşmış, başında kendi kardeşinin hediyesi mor kukuleta, üstünde kısa siyah paltosu, ayak izlerini hızla örten kara aldırmadan, kimsenin yaşamak isteyemeyeceği, hâkim olunması imkânsız bir dünyanın karanlık yüreğine doğru ilerliyordu. Bir işe yaramayacağını bilmeme rağmen, gittikçe ufalıp gözden silindikten sonra bile ardından bakmaya devam ettim.

(Seçtiklerimiz) Roni Margulies’in ardından çok öznel bir iki söz

İnsan ailesini seçmez ama dostlarını seçer derler. Her zaman öyle değildir ama. Roni benden 38 gün sonra doğmuş. Ailelerimiz yakındı, bebek arabalarında beraber gezdirildik. Aynı ilkokula, aynı ortaokula, aynı liseye gittik. Ayrı ülkelerde üniversiteye gittiğimizde ben onu, o beni ziyaret ettik. Hesap ettim bugün, 24.950 gün yaşamışım şimdiye kadar. Bunların sadece ilk 38’inde Roni olmadığına göre, yaşadığım günlerin yüzde 99,85’inde Roni hayatımın bir parçası oldu. Birbirimizi seçmedik, ama hiç de vazgeçemedik birbirimizden. Her zaman aynı fikirde olmadık; hatta sıklıkla aynı fikirde olmadık. Kavga ettiğimiz oldu. Ama genelde aynı değerleri paylaştık, farklı biçimlerde de olsa daha güzel bir dünya kurmak için gayret sarf ettik. O beni siyasi açıdan naif bulurdu, ben onu fazla araçsalcı. Siyasi nedenlerle aramız açıldığı oldu, ama hep de onun alttan alması, ilk adımı atması sayesinde dargın kalmadık fazla. Ergen erkeklik saçmalıklarından beraber geçtik, kadınların farklı uzuvlarına düşkün olduğumuzu erken fark ettik. Ben nitelik konusuna önem verdim, o nicelik ve neticede birbirimize gıpta ettik hep. Ben feminist oldum, o olmadı. O iktisatçı oldu ama meslek edinmedi, ben önce mühendis, sonra matematikçi oldum ve bu konuları terk etme cesaretini bulmam onyıllar sürdü. O şiir yazdı, ben resim yaptım, o şair oldu, ben ressam olamadım. Ben iki kere evlendim, o hiç evlenmedi, ama ilk aşkına benden fazla sadık kaldı. O önce fotoğraf, sonra camaltı topladı, ben hat eserlerinde karar kıldım. Ben yazılarımda çok dipnotu kullandım, o fazla dipnotu kullanmamı eleştirdi durdu. İkimiz de kitap delisi olduk. Ayrı kıtalarda olunca aylarca görüşmediğimiz oldu ama hep kaldığımız yerden devam ettik. Roni’nin var olmadığı bir dünya nasıl bir şey, bilmiyorum, tasavvur bile edemiyorum. Yokluğu hâlâ bana gerçekdışı gibi geliyor. Nasıl yani, bir daha meyhaneye gidemeyecek, müstehcen fiyatlara kalkan paylaşamayacak, o yarım şişe ben bir duble içemeyecek, ben ciddi takılırken o garsonlarla sululuk etmeyecek, hemfikir olmadığımız konularda anlamsız tartışmaların tadını çıkaramayacak mıyız? Olur mu öyle şey? Hem sonra Londra’ya gittiğimde kimin evinde kalacağım ben? Roni birçok kişinin hayatına dokunmuştur, siyasi yazılarını, anılarını, şiirlerini beğenip okuyanlar çoktur. Onlar sanırım önümüzdeki günlerde ayakları daha fazla yere basan şeyler yazacaktır. Benim şu anda söyleyebileceklerim bunlar sadece. Bir ömürlük dostluk nasıl kelimelere dökülebilir? Ya düşülen kocaman bir boşluk? Arap kıyafetiyle İrvin Cemil Schick, kovboy kıyafetiyle Roni Margulies. 1958/1959.

(Seçtiklerimiz) Şair Roni Margulies

Alper Görmüş, Roni Margulies’le ilgili çok değerli bir anma/ uğurlama yazısı yayımladı. Yazıda Alper Görmüş’ü çok az, ama şairin kendisini daha fazla okuyoruz; en çok, Görmüş’e gönderdiği en son şiirleri. Nefis şiirler bence bunlar, bir tür Cemal Süreya’nın “Üstü kalsın”ı değerinde ve çok sayıda. On kadar. Aynı zamanda, Margulies’in bütün şiirleri açısından aydınlatıcı. Son haddindeki bir açıklık, kesinlik ve isabet ihtiyacı, Roni Margulies’in siyasi hayatı kadar şiirdeki tavrından da okunan temel bir özellik. Bu ihtiyacın siyasi alandaki gerçekleşme tarzına keskinliği de eklemek gerekir, Troçkist bir ana yol üzerinde, pratikteki kişisel tutumlarında çelişkiler, bazen de şaşırtıcı falsolarla. Bu fasla girmeyeceğim, kimin hayatı falsosuzdur ki? Şairin poetik serüvenine bakmak istiyorum bu yazıda, olabildiğince. Sözünü ettiğim ihtiyacın, açıklık, kesinlik ve isabet ihtiyacının, şiir alanındaki gerçekleşme tarzını esas olarak, yer yer zayıflasa da gitgide daha eşsiz ve tutarlı bir bütünlük içinde, hikemî içerikli anlatı-şiir oluşturuyor. Poetika yazıları açısından ise mesele daha karmaşık. Demek yakında otuz yıl olacak, 1994 yılında Sombahar şiir dergisine “Attilâ İlhan ve bizim kuşak” başlıklı, tuzlu biberli bir yazı yollamıştı. İlk iki ya da üç şiir kitabını yayımlamış bir şairdi o sıralar kendisi. Yazı hayli kışkırtıcıydı. Attilâ İlhan’ın bir yazısından yola çıkarak, 1980 Kuşağı’nın şiirinde yaygın sayılan ve genellikle “kapalı, anlaşılmaz” diye betimlenen özelliğine veryansın ediyordu: “günümüz Türk şairinin anlam ve çağrışım yükünün sıfır olması” vb. Kesinleyici ve keskindi. Düşünüyorum da, Orhan Koçak’ın idealindeki “geçimsiz”liğe en yakın şairlerden biriydi Roni Margulies o sıralar. Sombahar’a yazarak polemik yaratan iki şair vardı: Roni Margulies ve Yücel Kayıran. İkisi de boş konuşmuyor, başka boşluklar karşısında huysuzlanıyor, ama retlerinde fazla genel, fazla toptancı davranıyorlardı, işi şiirin bazı olanaklarını reddetmeye vardıracak kadar. Roni Margulies, ilki 2000 yılında Uzaklıklar adıyla, ikincisi 2014’te Telgrafçiçeği adıyla olmak üzere derlediği “toplu şiirler”ini her seferinde aynı “Önsöz”le yayımladı. O önsözde, genel olarak kötü şiirin ‘sahte duygular, boş sözler ve kof sesler’ diye özetlenebilecek özelliklerini, “Divan şiirinin, İkinci Yeni’nin ve günümüz şiirinin tanımlayıcı özellikleri arasında” sayıyordu. Diyeceğim, poetikasında yıllar içinde bir devamlılık görülüyor. Gerçi, başta Edip Cansever olmak üzere, Turgut Uyar ve Ece Ayhan’ı, yani İkinci Yeni’nin atlılarını arada bir büyük şair bağlamında anmaktan geri durmadığını da hatırlıyorum! Belki Sombahar’a yolladığı yazıda kuşağını anlamsız ilan ederken “kral çıplak!” diye bağıran çocuk gibi hissetmiştir kendini. Ama daha büyük bir olasılık şu: Şiirde “sahicilik” ilkesini durmaksızın yinelemiş olması, bunu “açık anlatım”la ilişkilendirerek açık olmayan anlatımları “sahte” sözcüğüyle bir hamlede dışlaması belki de bu “açık / kapalı” kavram çiftinin çok fazla abartıya ve yüke maruz bırakılmasıyla doğan bir “yanlış bilinç” probleminden kaynaklanmıştır. Çok iyi hatırlamıyorum ama, beni Sombahar dergisi için Jean-Yves Masson’un “Anlatı şiirine ilişkin, yitirilmiş hak üzerine” başlıklı yazısını çevirmeye yönelten de bu problem olabilir. Öyle görünüyor ki “sahte”ye karşı “sahici” olanı, “boş sözler”e karşı “anlam” taşıyanı ve “kof sesler” yerine gerçek sesleri savunması Margulies’in kendi şiirinde çoğu durumda karşılığını bulmuştur. 1991 yılında çıkan ilk kitabı Her Rind Bilir’in ve 1992’de çıkan Gün Ortasında’nın Yahya Kemal’e selama durmuş olması, seçtiği yolun göstergesi gibidir. Bu selama durmayı “el almak” gibi değil, kuşaktaşlarından farklı olarak şiirde uzlaşımsal (“anlamlı”, “anlaşılır”) dilde yazan kulvarın seçildiğine ilişkin bir gösterge saymak yerinde olur. İçerik açısından buna bir de hayatın ve her şeyin geçiciliği duygusu –her zaman altta yatan ve hep doğrulanan! duygu– eklenebilir. Roni Margulies, Yahya Kemal’le başlayıp Nâzım, Orhan Veli, Attilâ İlhan diye devam eden o dilde yoldan çıkmamış ve kendisini anlatı şiirinin en özgün şairlerinden biri kılan şiirler yazmıştır. Orhan Kahyaoğlu, Roni Margulies’in Ornitoloji adlı kitabının çıktığı 2017 yılında o kitap vesilesiyle Margulies’in tüm şiir kitaplarını gözden geçirdiği uzun ve önemli bir yazı yazmış, yazısında “öykülemecilik” ve “anlatımcılık” terimlerine başvurmuştu. Onun bu değerlendirmesine ilişkin bir iki notum var. Sanıyorum Kahyaoğlu “öykü-şiir” terimini “anlatı-şiir” anlamında, “anlatımcılık” terimini ise İngilizcedeki “expressionism” karşılığı olarak kullanıyor. Genel kullanım açısından burada bir sorun yok, epey yaygın da bir tutum. Ancak Roni Margulies’in şiiri bağlamında “öykü-şiir” terimi ile “anlatı-şiir” terimi arasında bir fark gözetmek anlama çabamızda daha yararlı olabilir: Bu şiirlerden bazıları “öykü” sözcüğünün çağrışımlarını (“olayın bütününü”) neredeyse tamamen karşılarken, bazıları aslında Kahyaoğlu’nun da “öyküleme” diyerek yorumunu daha teknik bir düzeye çekmesini haklı kılar biçimde, “anlatı-şiir” kavramının geniş kapsamına ihtiyaç göstermektedir. Öykü-şiir kavramına sahne-şiir kavramını eklemek istiyorum bir de. Margulies, anlatısını bir tür sahne gibi kesit olarak, somut ayrıntıları iktisadi bir isabetle yazılmış betimlemeler halinde sunduğundan ve kısa, kesin dramatik kurgulara yer verebildiğinden, tiyatro bağlantısına ihtiyaç gösteriyor. “Persona” terimini en açık biçimiyle çağıran Mağrur Olma Padişahım adlı kitap için özellikle geçerli bir kavram, sahne-şiir. Personalara Margulies’in başka şiirlerinde de rastlayabiliyoruz. Zengin bir edebiyata dair kısa ipuçları sunmaktan öteye gidemeyen bu yazıyı Margulies’in 2002 yılında çıkan Saat Farkı adlı kitabından, aynı adlı şiirle bitireyim: Saat Farkı Yıllar var ki, ne zaman bir sevdiğim gelse aklıma, saatleri hesaplıyorum hemen ardından ve her seferinde düşünmem gerekiyor baştan: Oradan bu yana geldiğine göre güneş, gelirken geride bıraktığı yerde vakit geç olmalı, kararmış olmalı hava çoktan. Uyumuşlardır, arayamam artık kimseyi. Diyebilsem ki oysa: “Yağmur yağıyor. Sapsarı bir ışık yansıyor kaldırımlardan. Yaşlı bir kadın geçti az önce sokaktan, az kalsın uçuyordu elinden şemsiyesi.” Çok değil, iki saatlik bir fark. Kırılıyor ama işte zaman ve ilişkiler ve yaşam. Uçup gitmesi gibi bir şemsiyenin. Necmiye Alpay

Geri 1 2 3 4 5 6 7 8 İleri

Bültene kayıt ol