Bugünün Çin’ini anlamak için 1949 devriminin nasıl bir toplum yarattığını analiz etmek gerekir. Çin Devrimi, yaklaşık 75 yıl önce Batı emperyalizmine büyük bir darbe indirdi.
Avrupalı güçler 19. yüzyıldan beri Çin’e hükmediyordu. İngiltere, Fransa, Portekiz, Avusturya-Macaristan ve Almanya, Çin’den toprak “kiralamıştı.”
Bu topraklar arasında İngiltere’nin Çin’e afyon satma hakkı için yapılan bir savaşın ardından 1841’de ele geçirdiği Hong Kong gibi önemli limanlar da vardı. Sıradan insanlar açısından 1949 öncesi Çin barbarlıktı.
Ortalama yaşam süresi 40’ların ortasındaydı.
Kadınlar genellikle “ev işçisi” olarak alınıp satılırdı. Kadınların daha “çekici” görünmeleri için ayaklarını sıkıca sardıkları ayak bağı uygulaması, kadınların ezilmesinin simgesel bir göstergesiydi.
Rakip savaş ağaları, kabileler ve toprak ağaları gücü ellerinde tutuyordu. Ancak Çin Komünist Partisi (ÇKP) 1 Ekim 1949’da Mao Zedung önderliğinde hepsini devirdi. 1950’lerde sıradan Çin halkının çoğunluğunun yaşamı iyileşmişti.
ÇKP toprakları toprak ağaların elinden alarak yeniden dağıttı. 1952’de çıkarılan Evlilik Kanunu ile kadınlar artık kocalarının malı olarak görülmüyordu.
Ancak Çin Devrimi, işçi sınıfının iktidarı ele geçirdiği ve toplumu yönetmeye başladığı sosyalist bir devrim değildi. ÇKP’nin Halk Kurtuluş Ordusu 1949’da Pekin’e girdiğinde, işçiler onları karşılamak için sokaklara dizildiler.
Ancak işçiler devrimde aktif bir rol oynamadı. Yeni rejimin sosyalist hiçbir yanı yoktu. İşçiler fabrikaları ya da ofisleri yönetmiyor, köylüler de köyleri ve toprakları kontrol etmiyordu.
Mao’nun zaferi 1927’de başlayan uzun süreli bir iç savaşın ardından geldi. Komünist güçler General Chiang Kai-shek’in milliyetçi Kuomintang partisi tarafından yönetilen Çin Cumhuriyeti ile savaştı.
İki güç 1937’den itibaren Çin’in kuzey ve doğu kıyılarının büyük bölümünü işgal eden Japonya’ya karşı ittifak kurdu. Kızıl Ordu başarılı bir gerilla savaşı yürütürken ÇKP’nin gücü de arttı.
Komünistler, büyük ölçüde kendi ürettikleriyle geçinen köylüler arasında yaygın bir destek kazandı. ÇKP, partinin kontrolü altındaki kurtarılmış bölgelere gerçek bir sosyal değişim getirdi.
ÇKP ve Kuomintang hükümeti arasındaki çatışmalar 1945 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Japonya’nın teslim olmasından kısa bir süre sonra yeniden başladı.
Ancak bu kez daha büyük güçler oyuna dâhil olmuştu. ABD ve Rusya arasında Soğuk Savaş başlıyordu. ABD, Rusya ile ittifak kuracaklarından korktuğu komünistlerin Çin’de iktidarı ele geçirmesini ümitsizce engellemek istiyordu.
ABD, Kuomintang hükümetine milyonlarca dolar değerinde yardım ve silah akıttı. Ancak Kuomintang ve hükümet yetkilileri, hem ABD’den gelen ödülü kaptı hem de Komünistleri yenmeyi başaramadı.
Komünistler köylülerin desteğini kazanmaya devam etti. Ve 1945’te Rusya tarafından ele geçirilen kuzey bölgeleri Çin’e verildi. Böylece daha fazla kırsal alan Komünistlerin kontrolü altına girdi.
Milliyetçiler bazı eyaletlerde 1950’ye kadar direndi. Ancak Mao, 1 Ekim’de Pekin’de Çin Halk Cumhuriyeti’ni ilan ettiğinde milliyetçilerin direnişi büyük ölçüde kırılmıştı.
Kuomintang, Tayvan adasına çekilmek zorunda kaldı. ÇKP 1920’lerin başında Mao’nun da aralarında bulunduğu küçük bir grup sosyalist aktivist tarafından kurulmuştu.
O dönemde Çin’in küçük ama güçlü işçi sınıfının devrimci değişimi gerçekleştirecek güce sahip olduğunu savunuyorlardı. 1925’te bir işçi mücadelesi dalgası şehirleri kasıp kavurdu ancak bu hareketin yenilgisi ÇKP’nin devlet kapitalizmini bir model olarak benimsemesine yol açtı.
Çin’de devlet kapitalizmi ve Mao’nun sicili
1 Ekim 1949’da Mao Zedung, Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) lideri olarak Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan ederken “Çin halkının ayağa kalktığını” söyledi.
Yüzyılı aşkın bir süredir devam eden emperyalist boyunduruk sona erdi ve dünyanın en büyük nüfusuna sahip ülkesi Çin, onlarca yıl süren bölünmüşlüğün ardından birleşti. ÇKP liderliği, eski yöneticilere göre halktan daha az kopuktu ama daha demokratik değildi.
Gerçek seçimler yapılmıyordu, fabrikalarda işçiler, köylerde köylüler yönetici değildi. Mao’nun devrimi, işçilerin kendi kendine özgürleşmesini değil, ekonomik olarak Çin’in kendi kendine yeterliliğini sağlamakla ilgiliydi. ÇKP yetkilileri, sanayileşmeyi körüklemek için tarımı sömürürken kentsel ve kırsal alanlar arasındaki eşitsizlikler devam etti.
Bu “kendine yeterlilik” fikri, uluslararası kapitalist büyüme karşısında Çin’in gücünü kanıtlamayı amaçlayan Mao’nun ekonomi politikalarının kilit noktasıydı ve Rusya’daki Stalinist tek ülkede sosyalizm programına benzemekteydi: Batı ile rekabet edebilecek, kendine yeterli bir ekonominin varlığı için işçi sömürüsü yoluyla hızlı sanayileşme.
Sosyalist İşçi Partisi’nin kurucularından Tony Cliff, 1957’de şöyle yazmıştı: “Mao’nun Çin’inin tüm ekonomik ve siyasi gelişiminin temelinde yatan şey, bir elitin halkı geri kalmış, dar bir tarımsal temel üzerine muhteşem bir ekonomik-askeri makine inşa etmeye yönlendirme çabasıdır.”
1958’e gelindiğinde ÇKP köylüleri 30 bin kişilik devasa ‘Halk Komünlerine’ sürmeye başladı ve Mao “Büyük İleri Atılımın” başladığını ilan etti. ÇKP, günde 18 saate kadar gece gündüz çalışan köylülere yoğun iş gücü dayatarak endüstriyel genişlemeyi sürdürdü.
Hükümet yetkilisi Mah-ki, “Çiftlik üretimindeki artışın büyük bir kısmı aşırı iş yoğunluğundan kaynaklanmaktadır. Erkekler, kadınlar, yaşlılar ve çocuklar gece gündüz ‘acı savaşa’ katılıyor.” diyordu.
Program 1961 yılına gelindiğinde kitlesel kıtlığa dönüştü ve yaklaşık 30 milyon insan açlıktan öldü. On milyonlarca insan ot, yaprak ve ağaç kabuğu yemek zorunda kaldı.
Mao Çin’in ekonomik büyümesini ileriye taşıyamamıştı. ÇKP tarafından siyasi olarak kenara itilmişti ama liderliğin onun hızlı sanayileşme stratejisine karşı bir alternatifi yoktu.
Mao daha sonra ÇKP’nin kontrolünü yeniden ele geçirerek 1966’da Kültür Devrimi’ni başlattı. ÇKP içindeki muhalifleri uzaklaştırdı ama tekrarlayan krizlerden kaçamadı. Maoist devlet uluslararası alanda diğer kapitalist devletlerle rekabet etmek zorunda kaldı ve bu yüzden halkını sömürmeye devam etti.
Mao 1976’da öldü ve yerine Aralık 1978’den Kasım 1989’a kadar Çin’i yöneten Deng Xiaoping geçti.
Xiaoping piyasa güçlerinin çoğalmasına izin vererek ekonomiyi daha dinamik ve kapitalist hale getirdi. Kârı arttırmak için sömürü arttırıldı ve özel sektör teşvik edildi.
Ancak yeni strateji Çin’in sorunlarını çözmeye Mao’nunkine oranla daha muktedir değildi. 1989 yılına gelindiğinde Çin sosyal ve ekonomik kriz içindeydi.
Kırsal sanayiler kapanarak milyonlarca kişiyi işsiz bıraktı ve yerel yönetimlerin köylülere ürettikleri ürünler için ödeyecek parası kalmadı.
Çin 1949’da Stalinizm model alınarak inşa edildi ve devlet kapitalisti olarak kalmaya devam etti.
Özel işletmelerin ülkeye girişi ve uluslararası rekabeti amaçlayan büyük üretim, Çin’in 814 milyarderle dünya milyarderler başkenti olması anlamına geliyor. Ve Çin emperyalist projelerini sürdürüyor.
Foxconn’un Zhengzhou’daki iPhone fabrikasında 2022’nin sonlarında ödemelerin gecikmesi üzerine başlayan grevler, Çin’de işçilerin hala nasıl sömürüldüğünü ve direnmeye devam ettiğini gösteriyor. İşçiler kendi sömürülerini pasif şekilde izlemezler ve Çin tarihi sadece işçilerin sosyalist bir devrim gerçekleştirebilecek güce sahip olduğunu göstermektedir.
Kemalist propagandaya göre “Milli Mücadele” en başından beri mağdur ve mazlum Türk milleti tarafından emperyalizme karşı verilmişti. Başta Mustafa Kemal olmak üzere bu mücadelenin liderleri “Batılı” ve “aydın” insanlardı, “karanlığa” ve “İslamcı gericiliğe” karşı ayağa kalkmış, daha ilk andan itibaren “aydınlık” bir cumhuriyetin kurulmasını hedeflemişlerdi. Yaptıkları her şey iyi, doğru ve güzeldi; bunların sorgulanması teklif dahi edilemezdi. 30 Ağustos da kurtuluşun son mühürlerinden biriydi. Bu kuruluş mitosu, bugün hem Kemalistler hem de kendisini sosyalist solda gören bazı çevreler arasında yaygın olarak kabul görüyor.
Kemalizm nedir?
Kemalizm, cumhuriyetin kurucu ideolojisine verilen isim. Cumhuriyeti kuranlar, aslında neredeyse tümüyle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) kadrolarıydı. İTC, 1908’de tarihe “II. Meşrutiyet’in ilanı” olarak geçen, gerçekte kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliğinin önündeki son feodal engel olan Saray’ı alaşağı eden burjuva devrimini gerçekleştiren örgütlerden biriydi. Sivil ve askeri bürokrasi ile Müslüman ticaret burjuvazisini temsil eden İTC, devrimden birkaç yıl sonra Saray’ı devirmekte işbirliği yaptığı Ermeni ve Rum örgütlerine ihanet etti, ordudaki gücünü kullanarak darbeyle iktidarı ele geçirdi, İkinci Meşrutiyet’in demokratik kazanımlarının neredeyse tümünü rafa kaldıran bir tek parti diktatörlüğü kurdu ve Türk/Müslüman/Sünni bir ulus devlet kurmak için harekete geçti. Bu hedefin önünde engel olarak gördüğü Ermeni ve Rum halklarını Birinci Dünya Savaşı’nın en kızgın günlerinde soykırımlarla ortadan kaldırmaktan çekinmedi.
Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı ve müttefiklerinin yenilgisiyle sonuçlanması üzerine, İTC liderleri başta Almanya olmak üzere çeşitli ülkelere kaçtı. Osmanlı topraklarında kalan İTC üyeleri ise Mustafa Kemal etrafında birleşerek ve Avrupa’da ortaya çıkan devrimci durumun yarattığı konjonktürden faydalanarak ulus-devlet projesini tamamladı ve cumhuriyeti kurdu. Buna göre Kemalizm, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin takipçisi, Osmanlı topraklarındaki Hıristiyan halkların katlinden ve servetlerinin Müslümanlara transferinden sorumlu, Kürtler başta olmak üzere halkların varlığını inkâr eden, Batı kapitalizmiyle bütünleşmeyi öngördüğü için tepeden inme reformlarla toplum mühendisliği yapan, mevcut dindarlığı “modern” burjuva devleti için tehlike olarak görerek dini kendi kontrol ve tekeline alan, askeri-sivil bürokrasiyi egemen sınıfın bir parçası olarak siyasetin merkezine koyan, işçi sınıfını akla gelebilecek her şekilde ezen bir burjuva ideolojisi. İktidara gelen partilerin niteliğine göre bazı özelliklerini öne çıkartıp bazılarını arka plana atarak, varlığını 100 yıldır sürdürüyor.
Bir kısım “sol” neden 30 Ağustos kutluyor?
Cumhuriyetin kuruluş döneminde Kemalistler kendilerini hiçbir zaman siyasi yelpazenin solunda görmedi, aksine filizlenmekte olan işçi hareketlerini, kadın hareketini, her türlü toplumsal muhalefeti şiddetle bastırmaktan bir an bile çekinmedi. Kendilerini komünist olarak tanımlayan birçok kişiyi ağır hapis ve sürgün cezalarına çarptırdı.
Peki, nasıl oluyor da bugün kendilerini siyasi yelpazenin solunda gören birçok örgüt, dernek, parti, Kemalizmin önemli günlerini kutlama derdinde? Özellikle 19 Mayıs ve 30 Ağustos gibi günler, neden bu kadar iştahla sahipleniliyor?
Bunun en önemli sebebi, ideolojilerinin merkezine antikapitalizmi değil de antiemperyalizmi koyan, yani, kendi egemen sınıfının safında yer tutan milliyetçi solcuların, Kemalizmin de antiemperyalist bir savaş verdiğini ve bu savaştan küresel emperyalizme büyük bir darbe indirerek çıktığına inanmış olmaları. Öyle ya, kurucu mitosa göre Kemalizmin zaferi tüm mazlum milletler için ilham kaynağı olmuş, dünyanın her yerindeki ulusal kurtuluş hareketleri kendilerine “Milli Mücadele”yi örnek almıştı!
Oysa “Kurtuluş Savaşı” olarak da adlandırılan bu dönemde “yedi düvel” olarak adlandırılan büyük emperyalist devletlerle yaşanan tek bir çatışma bile yok gibidir. Olanların önemli bir kısmı resmi tarihte “iç isyanlar” olarak anlatılan, gerçekte İttihat ve Terakki’nin ardılları arasında yaşanan bir tür iç savaş halinin bir parçasıdır. Bunların arasından liderliğini Mustafa Kemal’in yaptığı Kuvayi Milliye grubu üstün gelmiş; sonradan Kemalistler olarak adlandırılacak olan bu grup bir yandan rakiplerini ortadan kaldırırken, öte yandan Pontos bölgesinde etnik temizlik yapmış, Birinci Dünya Savaşı’nda katledilen ve kovulan Ermeni ve Rumlardan hayatta kalabilenlerin geri dönme ihtimaline karşı askeri ve siyasi tedbirler almıştı. Bütün bunları yaparken emperyalist güçlerle çeşitli anlaşmalar imzalayarak uzlaşı zemini yakalamış, 30 Ağustos’ta da geri çekilen Yunan ordusunu kovalama bahanesiyle Ege’nin yerli Rumlarını denize dökmüştü. Kısacası, “Milli Mücadele” antiemperyalist olmaktan ziyade emperyalizmle anlaşmaya varılarak ulus-devletin kurulma hedefinin bir aşamasıydı.
Dünyayı sınıflar savaşı üzerinden değil de “medeniyetler çatışması” üzerinden okuyan “solcular” ise Batı kapitalizmine kendisini ispat etmek için yaptığı tepeden inme bazı reformlara dayanarak Kemalizme ilericilik atfediyor, Kemalizmin ırkçı, milliyetçi, tekçi, sağcı politikalarına karşı çıkmayı çağdışılık, yobazlık, gericilik olarak yaftalıyor. Başı açık olmayı “ilericilik”, başı kapalı olmayı ise “gericilik” olarak damgalarken, başını kapatmayı tercih eden milyonlarca kadına karşı nefret suçu işlediklerini ve bu yöntemle yeni bir dünya kurmayı bir yana bırakalım, bu dünyanın yanına bile yaklaşamayacaklarını, hatta, tam aksi tarafında durduklarını belirtmek lazım.
Sosyalistler ne yapmalı?
“Milli Mücadele” dönemi ve Kemalist kuruluş miti, ta çok küçük yaşlardan itibaren gerek aile içinde gerekse her kademe okulda çocukların kafasına kazındığı için hâlâ toplum üzerinde güçlü bir etkiye sahip. Bütün yabancı devletlerin gece gündüz demeden Türkiye’yi yok etmeye çalıştıklarına inanan, bu yüzden de hükümetlerin zenofobik söylemlerin ardına saklanarak uyguladıkları baskı/sömürü politikalarına onay verenlerin sayısı çok fazla. Neredeyse her türden hak arama mücadelesi, Kürtler, LGBTİ+’lar, feministler, dış mihrakların ve hatta emperyalizmin maşası olmakla yaftalanıp şeytanlaştırılıyor, o eski korku daima canlı tutulup tek kurtuluş yolunun “Atatürkçülük” adı altında ırkçı, milliyetçi, işçi düşmanı, kadın ve LGBTİ+ düşmanı, zenofobik politikalara biat etmek olduğu dayatılıyor.
Marksistlerin bu konuda yapması gereken egemen sınıfla bir olup bu politikalara biat etmek değil, aksine “Milli Mücadele” ve Kemalist kurucu mitolojisiyle ilgili yalanları her zaman teşhir etmek, işçi sınıfını kıskıvrak bağlayarak devrime ve sosyalizme doğru yürümesini engelleyen ırkçı, milliyetçi, fobik zincirin halkalarını gevşetmeye çalışmak olmalıdır. Bu 30 Ağustos da bunun için iyi bir başlangıç olabilir.
Dünya 20. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da faşizmle tanıştı. O günden bu yana insanlığın karşılaştığı bu korkunç rejimin niteliği hakkında pek çok tartışma yaşandı. Türkiye’de olduğu gibi dünyada da her tür baskı rejimini faşizm olarak tanımlamak yaygın bir tutum. Oysa “normal” koşullar altında kapitalizm rızanın yanı sıra baskı mekanizmalarına ihtiyaç duyar. Burjuva demokrasisinin işlemediği koşullarda farklı baskı rejimleri devreye girebilir. Otoriter yönetimler, sivil veya askeri diktatörlükler bu türden rejimlerin örnekleridir. Ancak bunları faşizm olarak adlandırmak, faşizmi sadece tanımlamayı değil karşısında mücadele etmeyi de zorlaştırmaktadır.
Peki faşizm nedir ve diğer baskı rejimlerinden nasıl ayırt edilebilir? Faşizm, İtalya’da 1922’de, Almanya’da ise 1933 yılında iktidara geldi. Bu iki iktidarın da ayırt edici yönü kitle hareketlerine yaslanmasındaydı ve büyük işçi hareketlerine karşı ortaya çıkan reaksiyonla şekillenmişti.
Dönemin işçi partileri, yani sosyal demokratlar ve komünist partiler faşizmin bu niteliğini kavrayamadılar. Sosyal demokrasi faşizmin yükselişi karşısında sessizliğe ve kaçışa sürüklenirken, Stalinizmin etkisi altındaki Alman Komünist Partisi 1930’larda “sosyal faşizm” teorisiyle sosyal demokrasiyi de faşizmin bir kanadı ilan ederek işçi hareketini böldü. Kısa bir süre sonra ise bu sefer çubuğu tamamen sağa bükerek burjuvazinin “ilerici” kesimleriyle bir Halk Cephesi kurulmasını savundu.
Lev Troçki, faşizmi sosyal demokrasiden de Stalinizmden de farklı bir şekilde tanımladı. Troçki’ye göre faşizm, en berrak hâliyle işçi sınıfı örgütlerini, sendikaları ve solu bütünüyle yok etmeyi amaç edinen, aşağıdan bir kitle hareketiydi ve faşizmin yükselişini engellemenin tek yolu işçi sınıfının birleşik cephesiydi. Dolayısıyla komünist ve sosyal demokrat işçileri birleştirmek ve faşizme karşı tek yumruk hâline getirmek gerekiyordu. Ancak Troçki’nin fikirleri devasa komünist ve sosyal demokrat partilerin politikaları karşısında ancak bir azınlığa seslenebildi ve faşizm Avrupa’yı kasıp kavurdu.
Faşizmin esas kaynağı krizler karşısında umutsuzluğa kapılan ve ne yapacağını bilmeyen küçük burjuva yığınlarıdır. Umutsuzluğu, ırkçılık, milliyetçilik ve sahte bir zafer sarhoşluğu ile örgütlemek faşizmin temel besin kaynağıdır. Faşizm tarafından örgütlenen küçük burjuva kitleler, paramiliter çeteler olarak örgütlenir ve sızabildikleri her yerde bu çetelerin şiddetiyle farklı gördükleri her tür örgütlenmeyi dağıtmaya girişirler. İtalya’da Benito Mussolini, Almanya’da Adolf Hitler bu yollarla iktidara gelmeyi başarmıştır. MHP, Ülkü Ocakları adı altında örgütlediği paramiliter güçle 1970’lerde sola ve işçi hareketinin bütününe savaş açmıştır.
Krizin olmadığı koşullarda faşizm, egemen sınıfın tercih edeceği bir hareket değildir. Faşistler, her zaman burjuvaziye dikensiz bir gül bahçesi yaratmayı ancak faşistlerin başarabileceği propagandasını yapar. Yükselen krizler ve işçi hareketi karşısında faşizm burjuvazi için tercih edilebilir bir alternatif hâlini almaya başlar.
Kapitalizm altında faşist tehdit her zaman günceldir. Kapitalizmin çoklu krizleri karşısında günümüzde de faşistler, dünyanın pek çok yerinde ırkçılık, cinsiyetçilik, göçmen düşmanlığı, LGBTİ+fobi gibi temaları kullanarak güçleniyor. Faşizmi durdurmak 1920’lerde ve 30’larda da mümkündü, bugün de mümkün. Faşist tehdide karşı işçilerin ve ezilenlerin birleşik cephesini şimdiden oluşturmak ve faşizmi “normalleştiren” her tür akımın karşısına dikilmek gerekiyor. Bütün bu mücadeleyi kapitalizme karşı mücadeleden ayırmak mümkün değil, faşizm kapitalizmin çocuğudur ve kapitalizm var olduğu sürece tüm ezilenler için bir tehdit olmaya devam edecektir.
Son dönemde sosyalist solda gözüken bazıları her 24 Nisan’da Ermeni Soykırımı kurbanları anan devrimcileri, sosyalizm mücadelesine zarar vermekle suçluyor.
Osmanlı Ermenilerini katleden İttihatçı çetelere ilericilik atfediyor.
Onlara göre bu işçi sınıfının dışında yer alan bir “kimlik meselesi.” Kimlik meselesi dedikleri ezme ve ezilme ilişkileri dışında bir “sınıf kimliğinin” var olduğu iddiası.
Bunlar elbette ki yeni fikirler değil. Fakat bir yandan “yerli-milli” denilen ideolojik dayatma ve sansür mekanizmasının başkanlık rejiminde yeniden devreye girişi diğer yandan “kızıl elmacı” ulusalcı-faşist ittifakının kazandığı mevzilerle cesaret bulup yeniden türeyebildiler.
Bu yazıda bir tarihsel anmaya atıf bulunup, ulus-devletin kuruluşu, Türkiye burjuvazisi ve işçi hareketi açısından Ermeni Soykırımı’nın ne anlama geldiğini ele almaya çalışacağız.
Bir tarih
Ermeni Soykırımı’nın başlangıç tarihi olarak 24 Nisan 1915’te Ermeni toplumunun önde gelen aydınlarının İstanbul’da gözaltına alınması ve sürgünde ölüme gönderilmeleri kabul edilir.
Bu sadece bir başlangıçtır. Osmanlı İmparatorluğu altında yaşayan Anadolu Ermenileri kitlesel olarak Suriye çöllerinde ölüme yollanmaya başlanmıştır.
İşin tuhaf yanı 1908’de Osmanlı’ya karşı gelişen aşağıdan devrim İttihat ve Terakki Partisi öncülüğünde gelişmiş, imparatorluk vatandaşı Ermenilerin ve Rumların katılımı ile ittifak büyümüştür.
Fakat bu ittifak dağılan imparatorluk içinden Türkçü ve Sünni İslam’a dayalı bir ulus-devlet yaratmayı hedefleyen İttihatçı liderlik tarafından bozulmuştur.
Hamidiye Alayları’nı yanlarını alıp Ermenileri zorla yerlerinden etmeye, mallarına mülklerine el koymaya giriştiler.
1915’te Anadolu Ermenileri tehcire zorlanırken, Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’nin 20 yöneticisi, 15 Haziran 1915 günü Beyazıt Meydanı’nda asılarak idam edildi.
O dönem bütün sosyalistler, sosyal demokrat adı altında anılıyordu.
Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’nin kurucuları, merkez yöneticileri ve İstanbul’daki üyeleri, 17 Eylül 1913’te Romanya’nın Köstence şehrinde yapılan SDHP’nin 7. Kongre’sinde, İttihat ve Terakki yöneticisi Talat Paşa’ya suikast düzenlenmesi kararı alındığı gerekçesiyle bir yıl sonra, Haziran 1914’te tutuklandı.
Yaklaşık 120’den fazla tutuklu, İstanbul Merkez Cezaevi’nin bodrumunda zincire vuruldu ve ağır işkencelerden geçirildi. İlerleyen haftalarda tutuklu sayısı hatırlı kişilerin araya girmesi ve verilen rüşvetlerle 49’a kadar indi. Ancak artık Ermeni Soykırımı için harekete geçilmişti. 24-25 Nisan 1915 tarihinde İstanbul’da yaşayan ileri gelen Ermeniler, kanaat önderleri, entelektüeller, gazeteciler tutuklandı.
Tutuklamaların ardından, yaklaşık bir yıldır son derece ağır koşullarda mahkemeye çıkarılan Ermeni devrimciler, mayıs ayında yargılanmaya başladı. Divan-ı Harbe çıkartılan ve aralarında Hınçak Partisi Merkez Komite Üyesi “Paramaz” Madteos Sarkisyan’ın da bulunduğu 20 kişi “özgür ve bağımsız bir Ermenistan kurma amacıyla silahlı eylemlerde bulunmak”, “kışkırtıcı çalışmalar örgütlemek”le suçlanarak idam cezasına çarptırıldı.
Sözde yargılama, üç hafta gibi kısa bir sürede tamamlandı. Sanıkların tümüne idam cezası verilmiş ve cezalar Enver Paşa tarafından onaylanmıştı.
15 Haziran sabahı cezalar infaz edildi. İnfazdan önce Paramaz arkadaşlarına dönerek, “Yoldaşlar, yiğitçe, başımız dik gideceğiz ölüme” diye seslendi. Cellatlarına da “Siz, sadece bizim vücudumuzu yok edebilirsiniz, fakat inandığımız fikirleri asla…!” diye haykırdı.
Paramaz ve yoldaşları Beyazıt Meydanı’nda katledildi!
24 Nisan anmalarını düzenleyen enternasyonalist sosyalistleri suçlamaya cüret edenler, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar devam eden sosyalist hareketin tarihini inkar ediyor.
Osmanlı döneminde gelişen sendikal hareketleri örgütleyen ve bugün azınlık olan, Müslüman olmayan halkların mensubu işçilerin mücadelesini de unutturmak istiyor.
İttihatçılara ilericilik payesi verenler, onlar sayesinde ilk sermaye birikimini sağlayan ve cumhuriyet döneminde egemen sınıf olan kapitalistlerin çıkarlarını savunuyor.
Soykırım kime yaradı?
Talat ve İttihatçıların liderliği sadece gaddar oldukları için Osmanlı Ermenilerini katletmedi.
Amaçları onların mallarına mülklerine çökmekti.
Osmanlı, Dünya Savaşı’ndan yenik çıktığında, İttihat ve Terakki’nin lider kadrosunun bir kısmı sadık işbirlikçisi olduğu Almanya’ya kaçtı.
Ülkede kalan İttihatçıların büyük kısmı kendilerini Kuvayı Milliye olarak örgütlediler ve cumhuriyetin kurucularının arasında yer aldılar. Kuruluş yıllarında Ermeni Soykırımı failleri ödüllendirildi ve Ermenilerden kalan zenginliği yağmalayanlar Türkiye burjuvazisinin en varlıklı ailelerini oluşturdular.
Bugün 1915’in konuşulmasının bile yasaklanmasının başlıca nedeni budur.
Ve bu sadece zorla mülksüzleştirme yoluyla sermayenin el değiştirmesi sonucunu yaratmadı.
Osmanlı döneminde farklı dinlerden ve halklardan enternasyonalist işçi hareketi geleneği de yok edildi.
Cumhuriyet döneminde, bir önceki dönemde var olan ve aşağıdan kurulan işçi sendikaları on yıllarca kurulamadı.
Ermeniler öldürülmüştü. Fakat tarihsel TKP’nin kurucuları Mustafa Suphi ve yoldaşlarının akıbeti Paramaz ve yoldaşlarınınkiyle aynı oldu.
Sosyalist ve komünist aktivistler faili meçhul cinayetlerde, işkence tezgahlarında, sürgünlerde hayatını kaybetti.
Bize “Niye 24 Nisan anmalarını yapıyorsunuz” diye kafa tutanlar, kendilerine ne paye verirlerse versinler sosyalist değil bayağı milliyetçilerdir.
Kapitalizmde saf bir işçi sınıfı ile sermaye arasında mücadele yoktur. Ulus, din, cinsiyet, ırk gibi kategoriler üzerinde baskı vardır.
İşçilerin bir devrimci sınıf olabilmesinin yolu sadece ekonomik alanda verdikleri mücadeleden değil, bunun dışındaki ezilenleri fark etmelerinden, onların kurtuluşunun (ya da tarihsel adalet talebinin) kendi öz kurtuluşları için zorunlu olduğunu kavramalarından geçer.
Ezilen, kıyılan, haksızlığa uğramış, hala baskı altında olan halklar ve sosyal grupların mücadelelerini “kimlik sorunu”na indirgeyenler, ekonomi ile siyaset arasında duvar örmeye çalışan düzen için fikirlerden başka bir şeyi savunmuyor.
Onlar ne derse desin biz Paramaz ve yoldaşlarını anmaya, Osmanlı’dan bugüne işçi hareketinin geleneğine sahip çıkmaya, bugünkü işçi sınıfı için Ermenilere karşı nefret ve benzeri ırkçı fikirlere karşı mücadele etmeye devam edeceğiz.
Doğumundan 206 yıl sonra Karl Marx’ın devrimci fikirleri gelişen mücadeleler içinde var olmaya devam ediyor, 19. yüzyıldaki kapitalizme yönelttiği eleştiriler, 21. yüzyıl kapitalizmi için de güncelliğini koruyor.
Peki Karl Marx kimdi?
Marx hayatını işçi sınıfı mücadelesine adamış bir devrimciydi.
Hayatı boyunca sık sık zorluklara katlandı ve neredeyse beş parasız öldü. Cenazesine sadece bir avuç insan katılmıştı.
1818’de Almanya’nın Trier kentinde orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Marx, Bonn Üniversitesi’nde hukuk eğitimi aldı. Burada, bir öğrenci grubu olan Genç Hegelciler’e katıldı. Alman filozof Hegel’in çalışmalarını tartışıyorlardı.
Üniversiteden ayrılıp Fransa’ya taşındıktan sonra Marx, Almanya’da gördüğünden daha büyük ve daha gelişmiş bir işçi sınıfıyla karşılaştı. Bu durum, işçi sınıfının sahip olduğu benzersiz gücü anlamasına katkıda bulunmuştu ve devamında da, hayatı boyunca işçi sınıfının mücadelelerinden dersler çıkardı.
Deneyimlerden öğrenmek
Marx 1841’de gazeteciliğe yöneldi ve burada “ilk kez sözde maddi çıkarlar üzerine tartışmalara katılmak zorunda kalmanın utancını” yaşadığını hatırlayacaktı.
Rheinische Zeitung gazetesinde yazarken, ekonomiye ilgi duymaya başladı.
Tarihi cesur bireylerin eylemleri olarak değil, toplumsal güçlerin bir ürünü olarak görmeye ve anlamaya başlamıştı. Diğerleri –örneğin Genç Hegelciler– işçi mücadelelerini küçümsüyordu. Mücadeleye katılanların siyasi olarak yeterince ileri olmadıklarını düşünüyorlardı. Ancak Marx, tarihsel değişimin sıradan insanlar harekete geçtiği için gerçekleştiğine ve bunun da toplumu değiştirirken aynı zamanda kendilerini de değiştirdiğini savunuyordu.
1844’te Frederick Engels ile tanıştı ve hayatının sonuna kadar sürecek bir dostluk başladı. Engels’in tereddütsüz siyasi ve mali desteği Marx için kritik bir önem taşıyordu.
Mükemmeliyetçiliğe olan bağlılığı Kapital’i yazmak için yıllarını harcamasına neden oldu. Ölümünden önce sadece ilk cildi yayınlanabilmişti.
Marx, kapitalizm üzerine yaptığı çalışmalarını hiçbir zaman akademik bir egzersiz olarak değil, sınıf mücadelesinde güçlü bir silah olarak görüyordu. Nitekim 1847’de Komünist Birlik’in ve 17 yıl sonra da Birinci Enternasyonal’in kurulmasında etkili oldu.
1848’de devrimci bir dalga Avrupa’yı kasıp kavururken Komünist Manifesto yayınlandı. Ardından gelen yenilgi deneyimi, Marx’ın sosyalist örgütlenmenin her zamankinden daha önemli olduğuna inanmasına yol açtı.
Bugüne dersler
Marx, geleceğe yönelik dersler çıkarmak için günün koşullarına bakar.
Sanayi kapitalizmiyle birlikte gelişen işçi hareketinden derinden etkilenmiştir.
1871 Paris Komünü’nde işçiler kontrolü ele geçirdiğinde bunun, kendisi üzerinde muazzam bir etkisi olmuştu: Komün, işçi sınıfının gücünün ve devlet makinesini parçalama ihtiyacının yaşayan, nefes alan bir örneğiydi.
Marx 1883’te öldüğünde tarihe sadece büyük bir düşünür ve üretken bir yazar olarak geçmekle kalmamış, aynı zamanda aktif bir sosyalist olarak insanlığa büyük bir miras bırakmıştı.
Ona göre etrafımızdaki dünya hakkında yorum yapmak asla yeterli değildi, onu şekillendirmek de gerekiyordu.
Mezarı başında konuşan Engels, Marx’ın ölümünün “ölçülemez bir kayıp” olduğunu söylüyordu; “Onun hayattaki gerçek misyonu kapitalist toplumun yıkılmasına şu ya da bu şekilde katkıda bulunmaktı.”
Marx’ın olağanüstü yaşamına yöneltilebilecek en iyi övgü, onun fikirlerini devrimci değişim için mücadele etmek üzere kullanmaktır.
Sosyalizmi ilk merak etmeye başladığımda evde bulduğum İzmler Nedir? başlıklı bir kitabı okumaya başlamıştım. Kitaba göre sosyalizm, her şeyin devlet mülkiyetinde olmasını savunan, devleti öne çıkaran bir görüştü. Komünizm ise bu mülkiyetin daha diktatörce bir biçimiydi. Bir yandan eşitlik, adalet ve özgürlükten söz eden bir akımın devlete bu kadar vurgu yapmasını bir çocuk olarak yadırgamıştım doğrusu. O güne kadar bildiğim sosyalistler hep devlet tarafından düşman olarak görülmüştü. Durum böyleyken sosyalistler neden devleti savunsundu ki?
İyi ki, o günlerde o kitaba kanıp da sosyalizm ile ilgilenmekten vazgeçmemişim. Daha sonradan öğrendim ki yazılanların sosyalizm ile pek ilgisi yok. Evet, sosyalistler kapitalist devletin yıkılmasını ve yerini kolektif mülkiyete dayalı bir işçi devletinin alması gerektiğini savunuyor. Ancak bunun devleti yüceltmekle değil yok etmekle ilgisi var.
Günümüzde kendini tüm toplumun devletiymiş gibi gösteren devletler en temelde bir sınıfın, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran burjuvazinin toplumun diğer sınıfları üzerinde baskı kurmasının bir aracı. Kapitalist devlet asıl olarak bu sınıfın iktidarını sürdürmeye yarıyor. Bunu sadece baskı aracılığıyla yapmıyor, aynı zamanda toplumun büyük çoğunluğunu “hepimiz aynı gemideyiz” masalına ikna ederek de yapıyor. Bunun için de kendilerini “ulus” kutsaması üzerine inşa ediyorlar. Ancak ne zaman bu iktidar tehlikeye düşse devletin gerçek yüzü ortaya çıkıyor. İşçiler hak aradığında, kadınlar eşitlik talep ettiğinde, ezilen uluslar kendi kaderlerini tayin etmek istediğinde, LGBTİ+’lar varlıklarının tanınmasını istediğinde yani ezilenler hak talep ettiğinde karşılarına çoğu zaman devlet dikilir.
Ezilenler elbette tarih boyunca mücadele etmiş ve devlet karşısında pek çok hak elde edebilmiştir. Burjuva devleti elbette çeşitli mücadelelerle daha demokratik kılınabilir ve kılınmalıdır. Ancak burjuva devlet aygıtı ve onun işleyiş biçimlerinden olan burjuva demokrasisi, nihai olarak gerçek bir demokrasiyle yani sömürünün ortadan kalktığı bir düzenle çelişmek zorundadır. Burjuva devlet, son tahlilde demokrasiye karşıdır.
Karl Marx, işçi sınıfının mücadelelerini odak noktasına alarak devletin sınıflar üstü olduğu fikrine saldırmıştı. İşçilerin ilk iktidar deneyimi olan 1871 Paris Komünü’nde işçiler kendi özyönetim organı olan Komün’ü kurmuş, Fransa ile savaş hâlinde olsalar da işçi iktidarını ezmek için o devletle beraber tavır alan Avrupalı kapitalist devletler tarafından ezilmişti. Marx, buradan yola çıkarak kapitalist devletin işçi sınıfı tarafından devralınamayacağını görmüştü. İşçi sınıfına, tamamen yeni türden bir devlet gerekliydi.
Bu devletin hangi aygıtlar üzerine yükseleceği, 20. yüzyıl başındaki devrimlerle daha da belirgin hâle geldi. Rusya’da Sovyet adı verilen işçi konseylerini kuran işçiler 1917 Ekim Devrimi’nde iktidarı ele geçirdi. Bu Lenin’in tabiriyle ‘tamamen yeni türden bir devlet’ti. Ekim Devrimi’nden ilham alan Almanya, Macaristan ve İtalya gibi pek çok Avrupa ülkesinde benzer konseyler kuruldu. Ancak bu devrimler Rusya’daki gibi başarıya ulaşamadı.
En demokratik burjuva devletinden çok daha demokratik olan işçi iktidarının amacı, tüm toplumu özgürleştirerek sınıf iktidarının kendisine son vermek ve devletin ortadan kalkması, devletsiz komünist bir dünya kurulmasıydı.
Rusya’da devrimin tek ülkeye sıkışması sonucu iktidara gelen Stalinist bürokrasi, kendisini egemen sınıf olarak örgütleyerek işçi devletini yok etti. Geriye İzmler Nedir? kitabındaki gibi devleti yücelten bir diktatörlük kaldı ve nihayetinde bu ve benzeri devletler yine işçilerin eylemiyle yıkıldı.
Sosyalistler, işçi konseylerine dayalı bir demokrasi ve bir gün devletin ortadan kalkacağı bir dünya için mücadeleye devam ediyor.
Lenin’in son yazıları ve son mektupları işçi sınıfı devrimcilerinin Rusya’da Stalinizme karşı mücadelesinin önemli belgelerinden birisidir. Bu yazılar Büyük Rus şovenizminin tehlikeli yükselişine dikkat çekiyordu.
16 Aralık 1922 günü şiddetli bir kriz geçiren Lenin’in yaşamının son ürünleri, kısa bir süre sonra toplanacak olan parti kongresine yazdığı bir mektup, ulusal sorun üzerine bu mektubuna yaptığı ekler, ‘Günlükten Sayfalar’, ‘Kooperatifler Üzerine’, ‘Devrimimiz’ ve ‘Az Olsun, Öz Olsun’ başlıklı makalelerden oluşmaktadır. ‘Kongre’ye Mektup’ aynı zamanda ‘Lenin’in Vasiyeti’ olarak bilinmektedir.
Mektupların ezici çoğunluğu 1956’ya kadar yayınlanmadı. Lenin’in kongrede okunsun diye yazdığı mektupları kongre delegeleri göremediler. Lenin, mektupların ana öğesi olan Rus milliyetçiliğine, 1922 yılında ortaya çıkan iki olay üzerine yoğunlaşmaya başladı. Bunlardan birincisi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kuruluşu, ikincisi ise Gürcistan sorunudur.
Milli bir bürokrasi gelişiyor
Parti politbürosu Ağustos 1922’de Rusya Sovyet Sosyalist Federal Cumhuriyeti (RSSFC) ile Ukrayna, Beyaz Rusya, Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan cumhuriyetleri arasındaki sorunların incelenmesi üzerine bir komisyon kurdu. Komisyon adına bir rapor yazan Stalin, sovyet cumhuriyetleri arasında birlik öneriyordu. Stalin’in raporuna göre RSSFC hükümeti diğer cumhuriyetlerin de hükümeti haline gelmekteydi. RSSFC Halk Komiserleri Konseyi, Rusya Sovyet Kongresi Yürütme Komitesi, Rusya’nın çeşitli Halk Komiserlikleri diğer cumhuriyetlerin ilgili organlarının yerini almaktaydı. Stalin’in raporu açıkça Büyük Rusları egemen ulus haline getirmekteydi.
Gürcistan Komünist Partisi Merkez Komitesi, Stalin’in önerisine şiddetle karşı çıktı. Stalin Gürcistan Merkez Komitesi’ne yolladığı bir telgrafta RSSFC iktidar organlarının bütün diğer cumhuriyetler için bağlayıcı olduğunu açıkça belirtti.
Lenin’in rapora tepkisi ise daha da sert oldu. Gürcistanlı komünistlerin tepkisinden iki hafta sonra Lenin, Kamenev’e yazdığı bir notta “Biz kendimizi, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ve diğerleri ile eşit görmekteyiz ve onlarla eşit bir temelde yeni bir birliğe, Avrupa ve Asya Sovyet Cumhuriyetleri Birliği’ne girmek istiyoruz” diyor ve ekliyordu: Birlik Hükümeti, Sovyet Yürütmesi kurulmalıdır.
Lenin’in Kamenev’e gönderdiği not üzerine Stalin, Lenin’i ulusal sorun konusunda liberal olmakla suçladı. Bir hafta sonra Lenin politbüroya şu notu gönderdi: “Egemen ulusal şovenizme karşı ölümüne bir savaş ilan ediyorum. Birlik Merkez Yürütmesi kesinlikle Rus, Ukrayna, Gürcü vs. komiteleri tarafından rotasyonla oluşturulmalıdır.”
Lenin’in uyanları Stalin tarafından pek dikkate alınmadı. Fakat buna rağmen yeni kurulan Birlik’in anayasası Stalin’in raporundaki önerileri gibi de gerçekleşmedi.
Fakat, Büyük Rus şovenizmi ile ilgili asıl mesele Gürcistan sorununda doğdu. Yukarıda da belirtildiği gibi Gürcistan Parti Merkez Komitesi Stalin’in önerisine karşı çıkmıştı. İki çok eski Bolşevik’in önderliğindeki Gürcistan MK’sının tutumuna iki diğer Gürcü, Stalin ve Ordzhonikidze şiddetle saldırdılar. 22 Ekim’de Gürcistan MK’sı istifa etti, istifaları kabul edildi ve Ordzhonikidze yeni bir Merkez Komitesi tayin etti. Bütün bu gelişmeler içinde küçük bir olay, Lenin’in tüm ilgisini meseleye çekti. Tartışmalar sırasında Ordzhonikidze, eski bir Gürcistan MK üyesini tokatladı. Bunun üzerine Gürcistan eski MK’sı yeni bir araştırma açılmasını istedi. Stalin’in parti, devlet ve gizli polis aygıtı bu isteği hasır altı edemedi fakat Lenin’e ulaşmasını ellerinden geldiğince engellediler. Hastalığı bahane edilerek Lenin’in dışarıyla görüşmeleri engellendi, sadece günde 5 dakika yazı yazması emredildi. (Bu sırada Lenin yarı felç olmuştu ve yazı yazamamakta fakat dikte ettirmekteydi.) Gürcistan üzerine sorularına ise cevap verilmemesi emredildi. Bütün bunlara rağmen Lenin, ‘Kongre’ye Mektup’a ek olarak yazdırdığı ulusal sorun üzerine notlarında Büyük Rus şovenistlerini, Stalin ve Ordzhonikidze’yi şiddetle eleştirdi: “Bu gerçekten Büyük Rus milliyetçisi kampanyanın politik sorumluluğu tabii ki Stalin ve Dzerzhinsky'e yüklenmelidir.” Ölümünden çok kısa bir süre önce ise Gürcistanlı komünistlere gönderdiği bir mektubunda şöyle diyordu:
“P.G. Mdivani, F.Y. Makharadze ve diğerlerine
Kopyalar yoldaş Troçki ve Kamenev’e
Çok gizli
Sevgili yoldaşlar,
Olayınızı bütün kalbimle izliyorum, Ordzhonikidze’nin kabalığına ve Stalin ve Dzerzhinsky’nin bu olaya müsamahasına haklı olarak infial içindeyim. Sizin için notlar ve konuşma hazırlıyorum.”
Lenin aynı günlerde Troçki’den ise kongrede bu sorunu izlemesini ve Gürcistanlıları savunmasını istemektedir.
Ne var ki Lenin kongreye katılamadı. Gürcü delegelere ‘notlar ve konuşma’ hazırlayamadı. Kongrede Troçki de Gürcüleri savunmadı. Böylece Büyük Rus şovenistleri kongreden kazasız belasız kurtuldular ve kısa süre sonra da Gürcü Merkez Komitesi’nin tamamını ‘milliyetçi’ oldukları suçlaması ile imha ettiler.
Bürokrasiye karşı mücadele
Lenin, elbette bu sorunun arka planında parti içinde gelişen bürokrasinin de farkındaydı. Esas olarak öncü, sınıf bilinçli işçilere güvenmektedir fakat onların da çok az olduklarını görmektedir. ‘Kongre’ye Mektup’a yaptığı 24 Aralık tarihli ekte politbüro üyelerinin her biri için tek tek görüşlerini belirtir. 25 Aralık’ta bu eke bir ek daha yapar ve Stalin’in Genel Sekreterlik görevinden alınması gerektiğini daha da şiddetle vurgular. Lenin’in mektubunun bu eki kongre delegelerine okunmaz. Basılmaz. Sadece politbüro üyelerinin bilgisi dahilinde kalır. Stalin yerinde kalır ve Lenin’in gözbebeği gibi korumaya çalıştığı parti birliğini, hemen hemen bütün eski Bolşevikleri imha ederek darmadağın eder. 1919-35 arasında seçilen 31 politbüro üyesinin 20’si ‘hainlikle’ suçlanarak imha edilir. Aynı oranlar daha da kabararak Merkez Komitesi, bölge ve alt bölge komiteleri için de geçerlidir. 1917-19 arasının Halk Komiserleri Konseyi üyelerinin 1926 sonrasında yaşayanlarının bir iki istisna hariç hemen hepsi gene ‘hainlik’ ile suçlanarak imha edildi. Ancak katliam sadece SSCB sınırları içinde kalmadı. Birçok partinin önde gelen liderleri 1936 ve sonrasında imha edildiler. Polonya, Baltık ülkeleri partileri dağıtıldı. 1919 Macar devriminin önderi Béla Kun kurşuna dizildi.
Stalinist bürokrasi 1917 Ekim Devrimi’nin tüm kazanımlarını imha ederek, işçi sınıfının tüm şekillenmesini dağıtan bir karşı devrim sürecini nihayete erdirerek Rusya’da bürokratik bir devlet kapitalisti rejimi inşa etti.
Doğan Tarkan
* Bu yazı Sosyalist İşçi dergisinin 14. sayısında Doğan Tarkan’ın kaleme aldığı yazının kısaltılmış versiyonudur.
Vladimir Lenin olarak bilinen Vladimir İlyiç Ulyanov 10 Nisan 1870’de Rusya’nın Simbirsk kentinde doğdu. Lenin, Bolşevik Parti’nin lideri olarak savaş, emperyalizm ve devlet üzerine yazdı. Her zaman bağımsız bir devrimci partinin gerekliliğini vurguladı, emperyalizm tarafından ezilenlerin, emperyalist efendilerine karşı çıkma ve eşit haklar talep ederek kendi kaderlerine karar verme hakkını destekledi. Kendi kaderini tayin hakkının, yani daha büyük bir devletin parçası olup olmamaya demokratik olarak karar vermenin, emperyalizme karşı mücadelenin merkezi bir parçası olduğunu savundu.
Sömürge ülkelerde emperyalizmin kontrolünü zayıflatmak için savaşmak, kitlesel devrimci değişimleri tetikleyebilir. Ancak emperyalist uluslardaki işçileri ezilen ulusların davasına kazanmak da devrimci bilinç yolunda kritik bir adımdır. İşçilerin her türlü ulusal talebi sınıf mücadelesi açısından değerlendirmeleri gerekir. Lenin için ezenin tarafında olmak hiçbir zaman seçeneklerden biri olmamıştır. Ama ezilen bir ülkenin içindeki mücadele geçici olarak kapitalistlerin önderliğindeki ulusal hareketlerin liderleriyle aynı tarafta yer almayı gerektirebilir. İşçiler böyle bir durumda emperyalizme karşı onlarla birlikte dururken, bağımsız sınıf çıkarlarını korumaya devam etmelidirler.
Ezilen ulusların işçilerini birleştirmek ve işçilerin uluslararası mücadelesini inşa etmek sosyalistlerin işidir. Lenin 1914’te başlayan dünyanın en ölümcül savaşının arifesinde ulusal kurtuluş sorunu ile ilgilendi. O dönemde “ulusların hapishanesi” olarak bilinen Çarlık Rusya’sında nüfusun yüzde 57’sini ulusal azınlıklar oluşturuyordu. Avusturya Sosyalist Partisi’nin hattı her ulusun kültürel ve dilsel özerkliğinin tanınacağı vaadini içeriyordu. Aynı zamanda ulus temelli belirlenecek bölgelerden oluşan bir federasyon kurulması ile bu şekilde belirlenmemiş bölgelerdeki azınlıkların haklarını koruyacak yasalar çıkarılması çağrısında bulundu. Bu şekilde ulusal sorun, var olan imparatorluk sınırları içerisinde çözülecekti.
Lenin ise İmparatorluğu tamamen yok etmek için ulusal kurtuluş mücadelesinin nasıl kullanılabileceğiyle ilgilendi. Ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını destekliyordu. Lenin sosyalistlerin ulusal azınlıklar arasındaki emperyalizm karşıtlığının devrimci hareketin inşası için kullanılmasını savundu. Ona göre imparatorluklar bölünmeliyken, işçiler birliklerine vurgu yapmalıydılar. Bunun merkezinde de devrimci örgüt yer alıyordu. Lenin ulusal kurtuluş konusundaki en şiddetli tartışmalarından birini Polonyalı-Alman devrimci Rosa Luxemburg ile yürüttü. Hem Lenin hem de Luxemburg, Karl Marx ve Friedrich Engels’in ulusal kurtuluş konusunda yazdığı özgün yazıları incelediler ve onları kendi dönemlerine uyarladılar.
Marx’ın döneminde devrimci ayaklanmaları bastıran temel güç Çarlık’tı. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Polonya, Rusya’nın ekonomik bir müttefiki haline geliyordu ve bu yüzden Polonya egemen sınıfı bağımsızlık kazanmaya çalışmıyordu. Luxemburg’a göre, Polonya işçi sınıfı da Rusya’dan ayrılmayı savunmuyordu. Luxemburg’un vardığı sonuç, kapitalizmde ulusal bağımsızlık mücadelesinin değer taşımadığı oldu. Sosyalizmde ise ulusal bağımsızlık sloganlarına ihtiyaç olmayacaktı, çünkü işçiler ve halklar uluslararası birliği sağlamış olacaklardı. Luxemburg, yukarıdan milliyetçi talepleri –bir anlamda Polonyalı kapitalistlerle aynı hizaya gelecek biçimde– savunan Polonya Sosyalist Partisi’nin sağ kanadıyla çatışıyordu. Sonuç olarak, Polonya ulusal hareketini desteklemenin kapitalist sınıflarla yan yana gelmek anlamına geldiğini düşünüyordu. Böylesi bir ittifakı engellemek için Luxemburg, Polonya ulusal kurtuluşunun ilerici bir nitelik taşıdığını inkâr etti.
Lenin bu konuda Luxemburg’a katılmıyordu. Şöyle yazdı: “Neden, diğerlerine kıyasla en fazla sayıda ulusu ezen biz Büyük Ruslar, Polonya’nın, Ukrayna’nın ve Finlandiya’nın ayrılma hakkını inkâr edelim?” (…) “Yapılması gereken Rusya’da ezilen ulusların ayrılma hakkına, Polonya’da ise birleşme özgürlüğüne vurgu yapmaktır.” Luxemburg ulusal kendi kaderini tayini sınıf mücadelesiyle bağdaşmaz görürken, Lenin kritik bir biçimde onu sınıf mücadelesine doğru kanalize etmeyi umdu.
Bolşeviklerin içinde bile, Nikolay Buharin gibi önde gelen devrimciler kendi kaderini tayin hakkına karşı çıktılar. Lenin 1914’te şöyle cevap veriyordu: “Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği baskıya karşı yöneltilmiş genel bir demokratik içerik taşır ve bizim koşulsuz olarak desteklediğimiz de bu içeriktir.” (…) “Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olabilir mi? Hayır olamaz.” Kendi kaderini tayin hakkı için mücadele etmek, ezen ülkenin işçi sınıfının ve ezilen ülkenin, gerici fikirlerle savaşmasına katkıda bulunur. Bu yüzden kendi kaderini tayin hakkını savunmak her zaman spesifik bir ulusun emperyalist ülkeden ayrılmasını savunmak anlamına gelmez. Polonya’nın durumunda ise Lenin işçilerin ulusal bir devlet talep etmekten kaçınabileceğini söyler. Ama Rusya’da sosyalistler, Polonyalı işçilerin isterlerse ayrı bir devlete sahip olma hakkı için savaşmalıdırlar.
Ezilen bir ulusun ulusal hareketinin mücadelesi, uluslararası sınıf mücadelesini canlandırma gücüne de sahiptir. Bunun nedeni, egemen sınıfları zayıflatabilmesidir. Lenin bunu vahşi Britanya baskısına karşı İrlandalıların 1916 ayaklanmasında görmüştü. Ezen ülkelerdekilerin, ezilen ülkelerin kendilerini ezenlerden kurtulmaları için mücadele vermeleri gerekiyordu: “Eğer sosyalizme ihanet etmek istemiyorsak, başlıca düşmanımız olan büyük devletlerin burjuvazisine karşı her türlü ayaklanmayı desteklemeliyiz, yeter ki bu ayaklanma gerici sınıfın bir hareketi olmasın.”
Bu mücadele böylece işçileri bir araya getirebilirdi. Kaçınılmaz olarak gerici güçleri de kapsayacak olan ulusal kurtuluş mücadelelerine liderlik etmek ve bu mücadeleleri sosyalizme yönlendirmek, devrimcilerin işiydi. Bunun yerine milliyetçilik temelinde bir ayrımı kızıştırmak ise tam ters etkide bulunacaktır. Eğer ezilen ülkenin işçileri, ezen ulusta hiç kimsenin kendilerinin eşit olma hakkını savunmadığını görürlerse, kendi egemen sınıflarının öncülüğünde milliyetçiliği destekleyeceklerdir. Ama ezen ulusun işçilerinin, onların kendi kaderlerini tayin hakkını desteklediğini görürlerse bu durum birliğe götürür. Ezen ülkenin sosyalistlerinin işi egemenlere karşı hem kendi işçi sınıfında hem de ezilen ülkede uluslararası birliği teşvik etmektir.
Lenin’in teorisi devrimci Rusya’da pratiğe döküldü. Ekim Devrimi’nin ilk günlerinde yeni hükümet Rusya Halklarının Hakları Deklarasyonu’nu yayınladı. Birkaç gün içinde Bolşeviklerin liderliğindeki hükümet Finlandiya’nın bağımsızlık hakkını tanıdı. Bunu Litvanya, Estonya, Transkafkasya, Belarus, Moldova, Letonya ve Ukrayna izledi. Süreç sorunsuz bir şekilde işlemedi ve bazı durumlarda ulusal hareketlerin liderliğini gericiler yaptığı için Bolşevikler tereddüt ettiler. Ama daha önce Rusya İmparatorluğuna tabi olan tüm halkların ulusal haklarına saygı duydular.
Sosyalistler emperyalizme karşı hareketi, bu hareket hangi araçları kullanırsa kullansın desteklemeli, aynı zamanda işçi sınıfı iktidarı için de uluslararası hareketi inşa etmelidirler.
Isabel Ringrose
Socialist Worker’dan çeviren: Onur Devrim
Yüz sene önce ölmüş bir kişiliğin fikirlerinin bugün bir anlamı var mı? Hele ki bu kişiliğin ismi, 20. yüzyılda koca bir dönemde hüküm sürmüş diktatörlüklerle özdeşleştirilmişse.
Söz konusu Lenin olduğunda, onun devrimci fikirlerinden öğrenmek, bugünü anlamak için, Lenin’in sık sık Marx’a başvurduğu gibi Lenin’e başvurmak kaçınılmaz oluyor. Bunun nedenini anlamak için Rosa Luxemburg’un 1906’da yayınladığı, Rusya’da 1905’te patlayan işçi isyanını analiz eden Kitle Grevleri, Politik Parti ve Sendikalar broşüründe parmak bastığı noktaya dönmeliyiz:
“Sınıf duygusu ve sınıf bilinci sanki ilk kez bir elektrik şokuyla uyanmış gibiydi… Milyonlardan oluşan işçi sınıfı kitleleri, aniden ve çok net bir şekilde, on yıllardır kapitalizmin zincirleri içinde sabırla katlanmak zorunda kaldıkları toplumsal ve ekonomik varoluşun aslında ne kadar dayanılmaz olduğunu anlamışlardı… Böylece bu zincirler kendiliğinden sarsılmaya başladı.”
İşte Lenin, tüm çağdaşları arasında, kapitalizmin yarattığı acılar içinde çırpınan işçi sınıfının çok özel bir yeteneği olduğuna, milyonlarca işçinin sabırla katlandığı düşünüldüğü toplumsal ve ekonomik cendereye karşı elektrik şokuyla uyanmış gibi tepki verebileceğini söyleyen en önemli devrimci liderdi. Bu yüzden de tüm yaşamını bu sıçrayışa yardımcı olmaya ve bu sıçrayış anında hareketin kapitalizmi alaşağı edeceği bir örgütsel şekillenmeye sahip olması için adadı.
Elbette Lenin sadece bir yoğunlaşma ve adanmayla anlaşılamaz. Çünkü bu keskin kavrayış, kapitalizmin Marksist analizine bağlı olarak ulaşılan keskin bir kriz teorisine bağlı. Engels, Komünist Manifesto’da şöyle özetliyor bu durumu:
“…büyük ölçekli sanayinin gelişiminin, ilk olarak şimdiye dek duyulmamış ölçüde sermaye ve üretici güçler yarattığı ve kısa bir süre içinde bu üretici güçleri sınırsız bir ölçüde artıracak araçların mevcut olduğu zaman; ikinci olarak büyük halk kitleleri giderek proleter olurken ve durumları, burjuvanın servetinin artmasına ters oranlı biçimde sefalete sürüklenip dayanılmaz hale gelirken, bu üretici güçlerin birkaç burjuvanın elinde toplandığı zaman; üçüncü olarak bu, kolaylıkla artırılabilecek güçlü üretici güçler, her an toplumsal düzende son derece şiddet içeren karışıklıkları tahrik edecek biçimde özel mülkiyete ve burjuvaziye sığmayacak denli büyüdüğü zaman, özel mülkiyetin yok oluşu sadece mümkün olmakla kalmaz, kesinlikle gerekli hale de gelir.
Kapitalizm, krize meyilli bir üretim tarzı ve bu kriz dönemlerine işçi sınıfı ve yoksulların tepki göstermesi kaçınılmazdır. Lenin’in, bu tepkinin “olağan mücadele sınırları” içinde kalmasını bekleyenler ve ezilenlerin kızgınlığını parlamanter yollarla çözmeyi düşünenlerden temel farkı, krizleri kapitalizmin sınırları içinde kalarak aşmanın mümkün olmadığını düşünmesiydi. Bu, kapitalizmin sonuçlarına karşı mücadelenin sürekli olarak kapitalizmin bizzat kendisine karşı mücadeleden neden ayrılmayacağını gösteren bir perspektifti. Şu anda sabrediyor görünse de ilk bulduğu fırsatta harekete geçecek kitlelerin eyleminin nihai hedefine ulaşması için bu devrimci perspektifle anlaşmış ve kitle hareketlerinin kopmaz parçası olan öncü işçilerin, mücadelelerin aktivistlerinin yıllar içinde inşa edilen ısrarlı çabasının örgütsel biçimine ihtiyaç vardır.
Lenin’e yönelik itibar katli girişimleri
Lenin’e yönelik ısrarlı bir kara çalma var. Burjuvaziyi mazur gösterenler tarafından gerçekleştirilen bu kara çalmanın çok önemli olduğunu ve bunun “hatırı sayılır miktarda kişisel karakter katli içer”diğini söyleyen -geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz- büyük devrimci Marksist John Moulyneux, asıl suçlamanın, Leninizmin neredeyse kaçınılmaz biçimde Stalinizme yol açması ve bu sürekliliğin temel unsurunu da Leninist Parti’nin oluşturması yönünde olduğunu söylüyordu.
Bu, Türkiye’de de sosyalist solun Lenin’den kaçınmak için arkasına sığındığı asli gerekçe oldu. Daha önce de yazdığım gibi, 1990’ların başında, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sosyalist sol, sosyalizmin sorunlarını tartışmaya başladı. Bu kaçınılmazdı, zira sosyalizm duvarın altında kalmıştı. Duvarın altından çıkış için akla gelen ilk formül ise çoğulculuk olmuştu. Çoğulculuk tartışması giderek demokrasiye, demokrasi de sosyalist demokrasi tartışmasına büründü. Sosyalist demokrasi tartışmalarıyla Doğu Bloku rejimlerinin yıkılışını açıklamaya çalışmak, iki yanlışı aynı anda yapmaya neden oldu. Yanlışlardan birisi, 1960’ların sonu ve 1970’ler, hatta 1980’ler boyunca mücadele eden örgütlü sol güçlerin örgütlenme modelinin, Leninist parti anlayışının bir ürünü olarak kavranması, böyle kodlanması ve bu örgütlerin ezici çoğunluğunun sahip olduğu monolitik yapıdan Bolşevik Partisi’nin örgütlenme anlayışının sorumlu tutulmuş olmasıydı. İkincisi ise Doğu Bloku rejimlerinin tek parti diktatörlüğü yerine çoğulcu bir sosyalizmi tercih etselerdi, çökmekten kurtulma şansı taşıdıklarının düşünülmesiydi. Bu, aynı zamanda, çöken rejimlerin şu ya da bu derecede Leninist partilerin diktatörlüğü altında hareket eden şu ya da bu derecede sosyalist toplumlar olduğunu da kabul etmek anlamına geliyordu.
Devrime uyarlanmanın önemi
Oysa II. Dünya Savaşı sonrası sol, Leninizm’in sadece adını sahiplenen ama Stalinist bürokrasinin Rusya’daki egemenliğini savunan garip durum içindeydi.
Doğu Bloku rejimlerinin kapitalist karakterini anlayamayan, bu rejimlerin, Lenin’in ve 1917’de iktidarı ezilenlerin ellerinde toparlayan işçi devriminin politik mirasını imha ederek yükseldiğini kavrayamayan solun, sosyalizmi savunmak niyetiyle kapitalizmin daha donuk bir türünü savunması karmaşık süreçler yarattı.
Ama bu kargaşanın sorumlusu elbette Lenin değildi. Kendi bürokratik örgütlenme anlayışlarına ya da bürokratik devlet kapitalisti rejimlerin savunusuna gerekçe yaratmak için Lenin’i çarpıtanlarla bu çarpıtmayı Lenin’in gerçekte savunduğu fikirlerin ve inşa etmeye çalıştığı devrimci kitlesel örgütlenmenin yerine ikame etmeyi tercih edenlerin yaptıkları basitçe, hepimizin, işçi sınıfının, öncü işçilerin her gün yeniden devrime uyarlanmasını engellemek oluyor.
Lenin, devrime uyarlanmanın en önemli politik ve örgütsel hamle olduğunu düşünüyordu. Bu uyarlanma süreci bütünüyle demokratik ilişkileri esas alıyordu.
Tarihin gördüğü en demokratik örgüt, açık arayla Lenin dönemindeki Bolşevik Partisi’dir. Devrime uyarlanmanın, demokratik ve merkeziyetçi süreçleri aynı anda işletmek dışında bir yolu yoktur.
2024 yılı içinde Sosyalist İşçi’de sık sık Lenin’in fikirlerinin güncel önemini işlemeye devam edeceğiz.