Hemşire Lucy Letby gibi seri katiller ya da savaş gibi daha büyük çapta vahşet gerçekleştirenler sadece kötü müdür? Korkunç, şok edici eylemleri akıl almaz şeyler olarak sunma eğilimi var.
Bu eylemlerin, kara bir kötülük bulutunun bir şekilde bireylerin veya dünyanın tüm bölgelerinin üzerine çökmesinden başka bir açıklaması olmadığı söyleniyor. Bu sözde kötülük, seri katillerden savaşla harap olmuş ülkelere ve soykırım şiddetine doğru ilerliyor.
Korkuya çok yakından bakmama eğilimi anlaşılabilir olsa da, analize girişmek için güçlü nedenler var.
Örneğin, Holokost'a Bir Daha Asla demek istiyorsak, bu onun neden olduğunu anlamaya çalışmamız anlamına gelir. Korkunç eylemleri muğlak bir “kötülüğün” sonucu olarak basitçe göz ardı etmek, sistemin onları teşvik ettiği ve meşrulaştırdığı gerçek yöntemleri gizler. Sistemin sorumluluktan kurtulmasını sağlar.
Daha da önemlisi, Marksistler için bu, her bireysel eylemi tam olarak açıklama ya da onlardan anlam çıkarma çabası değildir.
Bir katilin bugün bu eylemi bu şekilde gerçekleştirmesinin nedeni, failler hakkında müstehcen TV belgesellerin, kurbanların anılarını ve polis araştırmalarının üretimi ile ticaretidir de.
Rus devrimci Leon Troçki şöyle yazmıştı: “Marksizm satranç tarihine bile çok büyük bir başarıyla uygulanabilir. Ama satranç oynamayı Marksist bir şekilde öğrenmek mümkün değil.” Evet CSI: Marksizm bu konuda önerilemez.
Bir kişiyi belirli bir eylemi gerçekleştirmeye iten nedenlerin, koşulların ve seçimlerin kesin etkileşimini açıklayamayız ancak bağlam sağlayabiliriz.
Marx, insanların "kendi tarihlerini kendilerinin yaptığını, ancak bunu kendi istedikleri gibi yapmadıklarını; kendi seçtikleri koşullar altında değil, halihazırda var olan, geçmişten gelen ve verili koşullar altında yaptıklarını" söyledi.
Marx'ın anlayışı, cinsiyete özgü diline rağmen, insanların birbirleriyle etkileşimde olduklarına ve etraflarındaki dünyayı şekillendirdiklerine ama aynı zamanda bireylerin, içinde bulundukları koşullardan bağımsız olarak iradelerini ortaya koyamayacaklarına işaret etmekti.
Sosyolog Elliot Leyton tarafından 1980'lerde bireysel katliamcılara ilişkin ilk ciddi çalışma şu iddiayı öne sürüyordu: "Bu insanlar dahi değil; onlar şeytani, öfkeli moronlar." Ama aynı zamanda tehdit altındaki sınıf konumlarını savunan insanların birden fazla katil ürettiğine dair bir teori sunmaya da çalıştı.
Feodal dönem, lordların ve kralların köylü sınıfının emeğiyle geçindiği şiddetli eşitsizlik sisteminin ürünü olan toplu katliamlarla doluydu.
İsyan dönemlerinde hakimiyetlerini öldürerek savundular. Bu koşullar köylüleri kurban olarak avlayan aristokrat katliamcıları doğurdu. Leyton'un örneklerinden biri 15. yüzyıl Fransız Baronu Gilles de Rais'tir.
O, "141 ile 800 arasında köylü çocuğu öldürdü. Kendi sınıfının yaygın, baskıcı saldırısının kişiselleşmiş bir ifadesiydi".
Sanayi dönemlerine dönersek Leyton şunu savundu: "Yeni muzaffer burjuvaziye hizmet etmesi için yaratılan sınıftan orta sınıf görevliler -doktorlar, öğretmenler, profesörler, memurlar alt tabakanın üyelerini, özellikle de fahişeleri ve hizmetçileri avladılar."
Bu her şeyi açıklamıyor ve tarihte boşluklar var.
Leyton, modern zamanlarda istikrarsız bir işçi sınıfının, çoğunlukla ezilenleri ve zayıfları öldüren katiller üretme şeklini hafife almıştı. Troçki'nin işaret ettiği gibi, kim bir çocuktan daha zayıf olabilir ki?
Ancak medyanın ve hukuki yaklaşımın insanlara "deli", "kötü" ya da her ikisi birden muamelesi ile karşılaştırıldığında bu, bilgeliğin başlangıcına işaret ediyor.
Kapitalizme doğal olarak uyum sağlamak şöyle dursun, çoğu insan kapitalizm tarafından hırpalanıyor ya da kırılıyor. Sistem onları doğrudan öldürmezse, fiziksel ve zihinsel gelişimlerini sekteye uğratıyor. Zekaları ihmal ediliyor, sanatsal yetenekleri keşfedilmiyor veya takdir edilmiyor.
Ve insana özgü, yaratıcı, toplumsal açıdan yararlı işlere girişme kapasitesi, yalnızca kapitalistin ödeyeceği değerde bir metaya indirgeniyor.
Marx'ın "çağların çamuru" olarak adlandırdığı ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, rekabetçilik, uyumluluk, pasiflik, güvensizlik gibi, kapitalistlerin kitleleri bölmek, zayıflatmak ve azınlık olarak iktidardaki gücünü korumak için ihtiyaç duyduğu tüm bu fikirlerin içinde boğuluyoruz.
“Daha iyilerimizin” kararlarını veya performanslarını pasif bir şekilde izlemeye indirgenmiş durumdayız. Sıradan insanlara, kendi yaşamlarımızda değişimin aracısı olamayacağımıza inanmaları öğretiliyor.
Toplumun ve aslında tarihin harika bireyler, genellikle beyaz adamlar tarafından yapıldığı fikri bombardımanına tutuluyoruz. Dolayısıyla "başarısızlığın" zayıf bireysel seçimlerden kaynaklandığı veya daha da kötüsü, doğal olduğu söyleniyor.
Ancak örneğin cinsel şiddet, erkeklerin doğuştan kadın düşmanı olmasının değil, kadınlara meta ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılan, cinselliğin yabancılaştırıldığı bir dünyada yaşamamızın bir sonucudur.
Ekonomik kriz, baskı, yoksulluk ve işsizlik kapitalist toplumun, hiçbir bireyin tek başına değiştiremeyeceği özellikleridir.
Şiddete ve hırsızlığa dayalı bir toplumda yaşamanın ve bu durumun bireylerin kendileri hakkındaki görüşlerini nasıl şekillendirdiğinin yanı sıra çatışma ve hayal kırıklığıyla başa çıkma biçimlerine birçok etkisi vardır.
Troçki'nin yazdığı gibi, “Benzer koşullardaki benzer (tabii ki aynı olmaktan uzak) rahatsızlıklar benzer refleksleri ortaya çıkarır- öfke ne kadar güçlüyse, kişisel özelliklerin üstesinden o kadar çabuk gelinir”.
"İnsanlar gıdıklanmaya farklı tepki verirler ama kızgın demire aynı şekilde tepki verirler. Nasıl ki bir buhar çekici bir küreyi ve bir küpü metal levhaya dönüştürüyorsa, çok büyük ve amansız olayların darbesi altında da dirençler kırılır ve 'bireyselliğin' sınırları kaybolur.”
Artık toplumdaki öfke, sömürü ve yabancılaşma, insanların çekişmesine neden oluyor. Bu, hepsi olumlu olmasa da, çeşitli şekillerde kendini gösteriyor.
Kötü şeyleri açıklamaya çalışmak, onları haklı çıkarmak anlamına gelmez. Toplumda bir grubun diğerine hakim olmasına ve baskı yapmasına yol açabilecek her türlü bölünme vardır.
Her ordu rutin ve bürokratik katiller üretmeyi umar. Ancak bunun için gereken çabaya bakıldığında doğal olmadığı görülüyor. Hannah Arendt'in kötülüğün sıradanlığı olarak adlandırdığı şey sistemin içine yerleşmiş durumda. Bunun bedeli, savaşın kurbanları ve çoğunlukla, daha sonra askerlerin kendileri üzerindeki etkileridir.
Bu sistemin varlığını korumak için kurulan kurumlar, ölümü ve yıkımı en üst düzeye çıkarmak, normalleştirmek anlayışıyla yapılandırıldığından, toplumdan benzer bir yola giren bireyler çıkması şaşırtıcı değildir.
Neyin kötü olduğuna dair hakim fikirlerin ikiyüzlülüğünün yanı sıra, "iyi" olmanın ne olduğuna dair de bir dizi kuralımız var. Ahlaki kavramlar sosyal ürünlerdir. Toplumun işlemeye devam etmesi için insanların nasıl davranması gerektiğine dair bir görüş ileri sürerler.
Herkese net faydalar sağlayan istikrarlı, adil bir toplumda yaşasaydık, neyin "iyi" olduğu açık ve net olurdu.
Sosyalist bir toplumda “iyi”, kolektife fayda sağlayan eylemler anlamına gelir. Ancak sınıflı toplumlarda çelişkiler ve çatışmalar nedeniyle neyin “iyi” olduğuna dair çelişkili kavramlar gelişir.
Mevcut toplumu korumak için mücadele eden bir sınıf, toplumu ayakta tutmak için neyin gerekli olduğuna dair bir dizi düşünceye sahiptir ve buna karşılık gelen ahlaki kavramları insanlara empoze etmeye çalışır.
Yaydığı değerleri toplumun bütünü için gerekli değerler olarak, kendisi için iyi olanı mutlaka “iyi” olarak göstermek zorundadır. Örneğin Hıristiyanlık , insanların “kötü” olarak doğduğunu öğretiyordu.
Bu, hem kilisenin onlara öbür dünyada kurtuluş getirme gücünü, hem de devletin onları bu hayatta düzende tutma gücünü haklı çıkarıyordu.
Ve "iyi" davranışa ilişkin fikirler yönetici sınıfın yararına göre şekillendiğinden, bu ahlak kuralları genellikle işçi sınıfından insanlara empoze edilirken, tepedekiler istediklerini yaparlar.
Buna karşılık, ihtiyaçlarının karşılanmadığını hisseden ve toplumun farklı bir temelde değişmesi için baskı yapan bir sınıf, ahlaki kavramlara dair farklı yorumlar geliştirmeye başlar. Bu nedenle feodalizmin yerini kapitalizm alırken ahlaki değerlerde bir değişim yaşandı.
Kapitalizmle birlikte, yalnızca çoğunluğun sömürülmesine dayanmayan, aynı zamanda herkesin ve onunla birlikte gezegenin de varlığını tehdit eden bir üretim tarzı aşamasındayız.
Bu, toplumun işleyişini engelleyen bu düzeni koruyan aynı ahlakın, kitlesel ölçekte tekrarlanan barbarlığı meşrulaştırması ve yerel düzeyde yeniden üretmesi anlamına geliyor.
Her türlü kritere göre bu, “kötü”dür. Bu sistem altında sömürülenlerin mücadeleleriyse, tam tersine, dayanışma, paylaşım ve eşitlikçilik kavramlarını öne çıkarıyor.
Bu kavramlar çıkış yolunun temelini oluşturuyor ve bu, en azından iyi bir şey.
Bugüne kadar var olmuş tüm toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir.
Karl Marx ve Friedrich Engels
Marx ve Engels, Komünist Manifesto’ya böyle başlıyordu. Gerçekten de tarih boyunca kölelerden köylülere tüm yoksul sınıflar, dönemin egemenlerinin üzerindeki baskıya karşı başkaldırmış, ayaklanmış, bunlar bazen devrimlere dönüşmüştür. Peki, ezilen sınıflar zaten ayaklanıyorsa sosyalistler neden işçi sınıfı politikasında ısrar ediyor? Neden Marx ve Engels ile sonraki bütün takipçileri işçi sınıfına özel bir vurgu yapıyor ve dünyayı değiştirebilecek tek sınıfın işçi sınıfı olduğunu söylüyor?
Marksizm için, kapitalizm diğer sınıflı toplumlardan farklı bir tarihsel sürece tekabül ediyor ve bu toplumda işçi sınıfı tüm zenginliğin yaratıcısı olarak özel bir kategori oluşturuyor. İşçi sınıfının diğer ezilen sınıflardan farklı olmasının çeşitli sebepleri var. Öncelikle köylü ayaklanmaları kalıcı bir birlik oluşturamıyor ve sınıfsız bir topluma doğru ilerleyemiyordu, köylüler feodal beyin elindeki toprağı ele geçirecek güce elbette sahipti ve bunu defalarca yaptılar ama mesele toprağı ele geçirdikten sonra ne yapacaklarıyla ilgiliydi. Küçük mülk sahibi olmaya çalıştığı için doğası gereği köylülük rekabetçiydi, egemene karşı bir araya gelip güç oluşturabiliyor ancak sonraki aşamada birlik olamayarak başarısız oluyordu.
Modern kapitalizmde ilk defa kalıcı bir birlik oluşturabilecek bir sınıf olarak işçi sınıfı tarih sahnesine çıktı.
Kapitalizmde sınıfsal bölünmeler bir zorunluluk değil. Bugün dünyada öylesine büyük bir zenginlik yaratılmış durumda ki tüm nüfusu beslemek ve refah koşulları içinde yaşatmak mümkün. Ancak daha da önemlisi, kapitalizm altında yaşam işçileri pek çok açıdan toplumun kontrolünü ele almaya hazırlar. Kapitalizm, nüfusun büyük çoğunluğunu kolektif davranabilecekleri, birbirleriyle yakın ilişkiler içine girebilecekleri devasa kentlerde yoğunlaştırmış durumda. Günümüzde işçi sınıfı, gerek beyaz yakalı gerek mavi yakalı olmak üzere, üretim süreçlerinin bütününe hakim ve bu süreçleri kolaylıkla kontrol edebilecek durumdadır.
Kapitalizmdeki emek süreci de işçileri bir araya getirme potansiyeline sahiptir. İşçiler üretim sürecinde işbirliği yapmak zorundadır. Bu işbirliği sendikalar gibi örgütlenmeler aracılığıyla sistemin karşısına diğer ezilen sınıflardan çok daha kolektif biçimde çıkabilme yeteneği kazandırmaktadır. Kapitalizm daha önceden sınıfın parçası olmayan teknisyenler, avukatlar, akademisyenler gibi pek çok kesimi de ücretli işçiye çevirdiği için sınıf sürekli olarak genişlemektedir.
Kapitalizmin geliştirdiği teknik yenilikler de daha önceki sınıfların düşünemeyeceği düzeydedir. Özellikle iletişim teknolojilerindeki yenilikler, işçi sınıfına hem ulusal hem de uluslararası bazda kolektif örgütlenme yeteneği kazandırmıştır.
Bütün bunlar, işçi sınıfını daha önce ayaklanmış olan ezilen sınıflardan daha yetenekli kılmaktadır. Sadece sistemi hedef alma konusunda da değil, sistemi yıktıktan sonra kolektif olarak toplumun yönetimini ele alma konusunda da yetenekli kılmaktadır.
Dolayısıyla Marx’ın dediği gibi, daha önceki tarihsel hareketlerin hepsi belli bir azınlığın çıkarları doğrultusunda hareket etmiş azınlık hareketleriydi, işçi sınıfının eylemi ise toplumun büyük çoğunluğunun, toplumun büyük çoğunluğunun çıkarı için özbilinçli ve bağımsız hareketidir.
Kendisiyle beraber herkesi özgürleştirebilecek olan sınıf
Bunlar teorik düzeyde kalan saptamalar değil. Marx, teorisini bir işçi sınıfı fetişi üzerine kurmadı. Silezyalı dokuma işçilerinin eylemini görene kadar Marx için sınıf soyut bir kategoriydi, kendi çıkarları için harekete geçebileceklerini düşünmüyordu, bir grup aydının felsefe içinde yapacakları devrimlerle proletaryanın harekete geçeceğini düşünüyordu. Ancak işçilerin eylemine şahit olduktan sonra bütün anlayışı değişti ve işçi sınıfını bir özne olarak görmeye başladı.
Ardından işçi sınıfının kolektif hareketine defalarca şahit olundu. Manifesto’yu yazdıkları sırada 1848 devrimleri patlak vermek üzereydi. 20. Yüzyıl başı ise dünya savaşının yarattığı devasa yıkımın yanısıra Avrupa’dan Rusya’ya kadar uzanan bir devrimler dalgasını başlattı. İşçiler, her yerde kendi özyönetim aygıtlarını oluşturdular. Rusya’da Sovyet, Almanya’da ve İtalya’da konseyler şeklinde ortaya çıkan bu özyönetim aygıtları işçilerin nasıl bir toplum kuracağının somut kanıtlarıydı: kolektif, demokratik ve bir grup kapitalist azınlık dışında toplumun bütününü örgütleyen bir yönetim biçimi.
Yani Marx’ın dediği gibi işçi sınıfı kendi kurtuluşunu örgütlerken geri kalan tüm insanlığı özgürleştirebilecek olan tek sınıftır.
İşçi sınıfı geçmişte mi kaldı?
1970’li yılların ortalarından itibaren üretim sürecinin kısmi parçalanması ve post-fordist üretim rejiminin öne çıkmasıyla birlikte solun içinde, işçi sınıfının artık geçmişte kaldığı yönünde düşünceler ortaya atılmaya başlandı. Hatta proletaryaya “elveda” diyen yazarlar dahi oldu. Bu dönemde nükleer silahlanma karşıtlığından kadın hareketine, LGBTİ+ hareketinden ekoloji hareketlerine birbirinden ayrı başlıklarda mücadele yürüten grupların öne çıkışı ve işçi sınıfının hareketinin neoliberal saldırı karşısında örgütlülüğünün dağılmaya başlamasıyla bu kanaat giderek güçlendi.
Ancak işçi sınıfının devrimci rolü sadece geçmişte kalan bir şey değil. 1995 yazında Fransa’da grevler yapıp sokağa dökülen işçiler, bütün bu teorileri bir anda çöpe yolladı. 1999 yılında ise Seattle’dan başlayarak yukarıda bahsedilen tekil hareketleri kapitalizme karşı bir araya getiren devasa bir hareket ortaya çıktı. 2010’lu yıllarda ise bugün Arap Baharı diye adlandırılan devrim dalgasına şahitlik ettik. Tunus’tan başlayan grev ve isyan dalgası, Mısır’a, Suriye’ye ve başka ülkelere sıçradı. Özellikle Tunus ve Mısır’daki diktatörlerin devrilişinde işçi sınıfının eylemi merkezi bir rol oynadı. Bu hareketler yenilgiye uğradı ancak geride unutulmayacak bir miras bıraktı. 2020’ler de Şili’den Hong Kong’a işçilerin ve ezilenlerin kitlesel eylemleriyle başladı. Pandemi sırasında bu hareketler geriye çekilse de işçi sınıfı hâlen belirleyici bir güç olduğunu ortaya koyuyor.
Her işçi hareketi devrimci bir dönüşüm ortaya koyacak diye bir şey yok. İşçilerin tarihin her döneminde harekete geçeceklerini biliyoruz ancak sonuçlarını bilmiyoruz. Başarılı olmanın yolunun ise işçi sınıfının kendi eylemini tüm toplumu özgürleştirecek bir mücadeleye çevirmeye, işçi sınıfının bütün ezilenlerin mücadelelerini sahiplenmesini sağlayacak ve sınıfın içindekiler de dahil her türlü ayrımcılık biçimine karşı çıkacak bir politik hattı örgütleyerek hegemonik hâle gelmesini sağlamaya çalışacak bir devrimci partinin inşasında olduğunu biliyoruz. Lenin’in deyişiyle “ezilenlerin kürsüsü” olacak böyle bir sınıf partisinin inşası hâlen en önemli görev.
Bu yıl, 1973 yılında Durban'da gerçekleşen kitlesel grev dalgasının 50. yıldönümünü. Konferanslar, işçi toplantıları ve sergilerle kutluyoruz. O yılın başlarında Coronation tuğla işçileri Ekim 1972'deki liman grevini takip ederek bir grevden diğerine geçen bir hareket başlattılar. O yılın Nisan ayına kadar 146 işyerinde 61.410 siyah işçinin grevde olduğu kaydedildi ve yılsonuna kadar grevcilerin sayısı 100.000'in üzerine çıktı. Bölgede ve ötesinde etkilenmeyen hiçbir işyeri kalmadı.
Baskının Afrika Ulusal Kongresi'nin "neredeyse ölü" olarak görülmesine yol açtığı apartheid'ın en karanlık günlerini aşan bu ücret ayaklanması, geniş kapsamlı etkiye sahip bir direniş patlamasıyla kışla, polis, geçiş izni ve kısa süreli sözleşmeli işçilikten oluşan ucuz işgücü sistemine karşı patladı.
Yükselen bu mücadele, talep edilen insana yakışır iş ile geçim ücretinin henüz elde edilememesi nedeniyle hala durulmuş değil.
Durban grevleri, apartheid'a karşı bölgesel bir işçi direnişi hareketinin parçası olarak ortaya çıktı. Namibya'da 1971'in sonları ile 1972'nin başlarında apartheid sözleşme sistemine karşı yapılan grevler buna öncülük etti. Buna karşılık olarak bazı sektörlerde ücretler son derece düşük seviyelerden yüzde 60 oranında artırıldı.
Durban'daki grevciler mevcut ücretlerinin derhal iki ya da üç katına çıkarılmasını ve kadınlar için eşit ücret talep ettiler. Bu, hiçbir kurtuluş hareketinin platformunda yer almayan somut bir toplum vizyonuydu. Mağduriyet beklentisi içindeki işçiler, işverenlerin talep ettiği gibi temsilci seçmeyi reddetmiş, bunun yerine taleplerini haykırmış, Rand-5 artışı için ellerini "çak" şeklinde kaldırmış ve işverenler daha fazlasını kabul edene kadar tavizleri alaya almışlardır.
Bu doğaçlama strateji, liderliği aşağıdan korudu ve kolektif bir ses ve işçilerin vetosu ile kamu pazarlığını gösterdi. Tüm grevlerde olduğu gibi açlık grevinde de direnişin bir sınırı vardı ama aynı zamanda eşi benzeri görülmemiş fırsatlar da vardı.
Birçoğu ani grevler olsa da, birçoğu daha uzun sürmüş ve güçlü bir şekilde mücadele etmiştir: grevlerin yaklaşık yüzde 23'ü bir gün veya daha kısa sürmüş, yüzde 34'ü 1 günden fazla ile 2 gün arasında devam etmiş ve yüzde 23'ü de 3-7 gün arasında sürmüştür.
Grevciler grevleri, spontane gösterileri ve grev gözcülüğünü yasaklayan apartheid yasalarını; "ayaklanma", "Bantu çalışma düzenlemesi", "kamu düzenini bozma", "endüstriyel uzlaşma", geçiş yasaları düzenlemelerini ve sabotaj, terörizm ve diğer baskıcı yasalarla ilgili güvenlik mevzuatını görmezden geldi veya reddetti.
Rıhtımlardan tuğla fabrikalarına, oradan tekstil fabrikalarına, küçük şirketlere, metal dökümhanelerine, nakliye şirketlerine, şeker fabrikalarına ve daha ileriye doğru koşarken, değişen arazi ve ivme polisi şaşırttı. Demiryolu boykotu söylentileri çıktı ve polis şafakta ilçe istasyonlarına koştu; ardından tekstil işçileri Umgeni Yolu'nda yürüyüşe geçti ve polis oraya da koştu.
Perulu devrimci, köylü lideri, eski parlamento üyesi, yerli halkların hakları ve çevre için mücadele eden Hugo Blanco, kısa süren akut bir hastalık döneminin ardından hayatını kaybetti. 1934 yılında Peru'da, yerlilerin kalbinin attığı Cusco'da doğdu ve sürekli olarak oraya geri döndü. Aynı zamanda, hayatı boyunca hep yollarda oldu, çeşitli ülkelerde yaşadı, eleştirdiği iktidarlar tarafından defalarca sınır dışı edildi. Mart ayı gibi geç bir tarihte, ülkesindeki darbenin ardından yaşanan siyasi çalkantılar nedeniyle bir kez daha İsveç'e geldi. İstediği gibi, İsveç'teki iki kızı Carmen ve Maria'nın yanında öldü.
Hugo uzun yıllar boyunca, önce genç bir öğrenci olarak geldiği Arjantin'de, sonra da 1950'lerin sonunda Peru'ya döndükten sonra Dördüncü Enternasyonal'e bağlı örgütlerin bir üyesi oldu. Burada Peru And Dağları'ndaki zalim, neofeodal latifundista saltanatına karşı campesino hareketine katıldı ve öncü bir rol oynadı. Köylülerin toprak talebi acımasız bir baskıyla karşılandı. Hugo silahlı öz savunma oluşumunda yer aldı. Bir çatışmada bir polis öldürüldü. Hugo askeri mahkemede yargılandı ve savcı idam cezasını savundu, ancak sonunda 25 yıl hapse mahkum edildi.
Tutuklanmasının hemen ardından Hugo Blanco'nun özgürlüğü için uluslararası bir kampanya başlatıldı. Hugo'nun kendisi, hayatının tehdit altında olduğu her durumda - ki gerçekten de pek çok durum söz konusuydu - Dördüncü Enternasyonal'in onu kurtarmak için yürütülen kampanyaya öncülük ettiğini söylemiştir. İsveç'te Uluslararası Af Örgütü onu 1968'de yılın mahkumu seçti. Peru'da 1970 yılında sözde ilerici bir askeri rejimin iktidarı ele geçirmesinden sonra serbest bırakıldı ancak bir süre sonra Meksika'ya sınır dışı edildi.
Şili'deki Allende döneminde Hugo oraya taşındı ancak 1973'teki askeri darbeden sonra ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Diğerleri gibi İsveç Büyükelçisi Harald Edelstam tarafından kurtarıldı ve İsveç'e sığındı. Bu, Hugo ile İsveç'teki sosyalistler, dayanışma örgütleri ve toplumsal hareketler arasında uzun bir ilişkinin başlangıcı oldu. Orada kurduğu ailesini görmek için birkaç kez geri döndü - ama aynı zamanda sınır dışı edildikten ya da Peru'da ölüm tehditlerinden kaçtıktan sonra da defalarca geri döndü.
1970-80'li yıllarda Dördüncü Enternasyonal'in Peru örgütünün de içinde yer aldığı sol cephelerin temsilcisi olarak Peru'da parlamento meclislerine seçildi. 1980 yılındaki seçimlerde başkan adayı olarak yarıştı.
Meksika'daki sürgünü sırasında 1994'te Zapatista hareketinin ayaklanmasıyla tanıştı ve ondan ilham aldı. Yerli halkların geleneklerini temel alarak aşağıdan güç inşa etme yönelimleri ona ilham verdi. Hugo daha sonra Peru'daki köylü hareketindeki çalışmalarına devam etti. Hayatının son on yılında çabalarını ağırlıklı olarak yerli halkların hakları için mücadeleye ve doğal kaynakların sömürüye karşı savunulmasına adadı. Yerlilerin sorunlarına odaklanan ve halen Hugo'nun yoldaşları tarafından yayınlanmakta olan aylık Lucha Indígena (Yerli Mücadelesi) gazetesini yayınlamaya başladı.
Hugo'nun sağlığı uzun yıllar boyunca zayıftı. Hapishanede, polis ve ordu tarafından pek çok kez dövülmüştü. 2002 yılında Meksika'da bir beyin ameliyatı geçirdi ve ameliyattan sonra Küba'da tedavi gördü. 2019 yılında İsveç'i ziyaret etti ve Covid pandemisi nedeniyle seyahat kısıtlamaları nedeniyle ziyareti uzadı. Kötüleşen sağlığına rağmen Greta Thunberg ve Fridays For Future ile iklim gösterilerine katıldı ve İsveç, Norveç, Finlandiya ve Rusya'nın kuzey bölgelerinde yaşayan yerli bir halk olan Sami örgütlerinden aktivistlerle bir araya geldi.
Hugo Blanco siyasi mücadelelerde taviz vermedi ve kendisine sunulan ayrıcalıklara ne teslim oldu ne de ikna oldu. Örneğin, 1970'lerin başında askeri rejimin yarım yamalak toprak reformuna katılma tekliflerini tamamen reddetti. Parti ve hareketlerde kendi kendini atayan liderlere karşı çıktı. Hugo, hareketlerin günlük çalışmalarına pratik olarak dahil olmanın ve ilgili herkesi dinlemenin önemini vurguladı. Ayrıca insanlara ulaşma ve onları ikna etme konusunda da ender rastlanan bir niteliğe sahipti. Askeri mahkemede gardiyanlara hitaben yaptığı konuşmada onlarla üst makamlar arasında net bir fark yarattığını açıklaması buna bir örnektir. Hapishanede tutulduğu süre boyunca ve duruşma sırasında, gardiyanları kendisine fazla sempati duymaya başladıkları için defalarca değiştirilmek zorunda kalmıştır. Dünya siyasetinin dramatik anlarında hazır bulundu ve her mücadeleden stratejik dersleri bizlere aktarmayı başardı.
Bu yılın Nisan ayında Kırmızı Oda Yayıncıları, Derek Wall'un Hugo Blanco - yaşam için bir devrimci adlı kitabının çevirisi olan Hugo'nun biyografisini İsveççe olarak yayınladı. Yayınevinde kitapla ilgili olarak çalışan bizler, kitabın Hugo'nun eline geçmesi için zamanında bitirilmiş olmasından özellikle memnunduk. Haziran ayı başında Stockholm'de düzenlenen kitap lansmanında, Hugo'nun Uppsala kentindeki hastane yatağından zoom bağlantısıyla militan bir selamlama ile katılması orada bulunan herkes için yoğun bir an oldu. Lansmanda kızları Hugo'nun kendi hayatlarında ve ortak siyasi çalışmalarında ne anlama geldiğini anlattılar. Kızlarından Maria, sunumunu 1960'larda Peru'daki köylü hareketi ve Hugo Blanco ile her zaman özdeşleşecek olan sloganla bitirdi:
Tierra o Muerte! Toprak ya da ölüm
Hallas teorisyenliğinin yanı sıra yaşam boyu aktivistlik yapmıştır. Phil Webster, yeni çıkan Boyun Eğmez Devrimci: Duncan Hallas adlı kitabı tanıtıyor.*
Merhum Duncan Hallas, Tony Cliff ve yaklaşık 30 kişiyle birlikte 1950 yılında İngiltere'de küçük bir anti-Stalinist Marksist grubun kurucu üyesiydi. Bu grup daha sonra bugünkü Sosyalist İşçi Partisi'ne (SWP) dönüştü.
Bu harika kitap, Duncan'ın seçme yazılarının yanı sıra başkaları tarafından kendisi ve fikirleri hakkında yazılmış bölümleri de içeriyor. Duncan benim en sevdiğim siyasi konuşmacıydı. Toplantılarda fevkalade bir kesinlik ve keskinlikle konuşurdu.
Bu kitap bana bu ifade netliğinin konuşmalarında olduğu kadar yazılarında da geçerli olduğunu hatırlattı.
Alex Callinicos bir yazısında şöyle demişti: "Duncan için akademik Marksizmin soyutlamaları ve belirsizlikleri söz konusu değildi. Kısa ve özlü cümlelerle noktalanmış sade bir İngilizce ile yazardı." Paul Foot ise "İster yazarken ister konuşurken olsun, tanıdığım en tutarlı sosyalistti" diyordu.
Marx şöyle yazmıştı: "Filozoflar dünyayı sadece yorumladıla, asıl mesele onu değiştirmektir." Ve Duncan kesinlikle onu değiştirmeye çalıştı.
Teorisyen, konuşmacı ve yazar olmasının yanı sıra yaşamı boyunca bir aktivist oldu. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra 1946'da Mısır'daki İngiliz ordusunda askerlerin terhis edilip evlerine gönderilmeyi talep ettikleri bir isyanda rol oynaması buna bir örnektir.
Marx gibi Duncan'ın da sosyalist devrime bakışı "işçi sınıfının kendi kendini özgürleştirmesi" şeklindeydi. Yani, çoğunluğun kolektif ve demokratik bir şekilde iktidarı sömürücü kapitalist azınlığın elinden alma hareketi anlamına geliyordu. Demokrasi ve sosyalizmin birbirinden ayrılamaz olduğuna dair bu inanç, Duncan'ın sözde "komünist" devletleri hiçbir şekilde gerçekten sosyalist ya da Marksist olarak görmediği anlamına geliyordu.
Leon Troçki'nin ortodoks takipçileri de Sovyetler Birliği'ni eleştirmiştir. Ancak onlar Troçki'nin Joseph Stalin yönetimindeki Rusya'nın "yozlaşmış bir işçi devleti" olduğu görüşünü takip ediyorlardı. Duncan, Troçki'nin bu konuda işçi demokrasisi ve işçi iktidarına odaklanmaktan uzaklaştığını savunanlardan biriydi.
Duncan'ın işçilerin kendi kurtuluşlarını sağlamaları konusundaki ısrarı devrim görüşünden kaynaklanıyordu.
Marx'ı izleyerek devrimin gerekli olmasının iki nedeni olduğunu söylüyordu. Birincisi, egemen sınıfın ekonomi, medya ve devletin baskıcı mekanizmaları üzerindeki kontrolü yoluyla demokratik olmayan gücüdür. Bu durum sosyalizme giden her türlü parlamenter yolu kapatmaktadır.
İkinci olarak da, işçilerin fikirleri sınıf mücadelesi sürecinin kendisi sayesinde değişir ve sosyalist argümanlara açık hale gelirler.
Eminim Duncan sınıf mücadelesinde son dönemde yaşanan canlanmayı görse çok memnun olurdu. Ancak bu mücadelelerin sendikaları yöneten bürokratlar tarafından bastırılması tehlikesine de dikkat çekerdi.
Son bir nokta. Bu kitap sadece Duncan'la tanışmış olan benim gibi "eski tüfek" sosyalistlere yönelik değil.
Kitabın arkasında yazdığı gibi, "olağanüstü bir yaşama övgü ve yeni kuşaklara Duncan'ın çalışmaları aracılığıyla devrimci sosyalizm anlayışlarını zenginleştirmeleri ve derinleştirmeleri için bir çağrı".
* Boyun Eğmez Devrimci: Duncan Hallas, Bir Saygı Duruşu - Alex Callinicos, Sheila McGregor, John Rudge ve Dave Sherry'nin denemeleriyle Duncan Hallas'ın çalışmalarının bir derlemesi. Bookmarks 2023
Tony Cliff, Stalinist Rusya'nın Doğası - Rusya'da Devlet Kapitalizmi adlı araştırmasını 75 yıl önce bu ay yayınladı. Joseph Choonara, kitabın işçi sınıfının kendi kurtuluşuna dair Marksist geleneği Stalinist çarpıtmalardan koruduğunu savunuyor.
Haziran 1948'de, İngiliz Troçkist grup Devrimci Komünist Parti'nin (RCP) iç bülteninde 142 sayfalık devasa bir metin yayınlandı. Stalinist Rusya'nın Doğası 31 yaşında Filistinli bir Yahudi göçmen olan Ygael Gluckstein tarafından yazılmıştı.
Filistin'de solun Stalinist egemenliğine meydan okuyan küçük bir Yahudi-Arap Marksist akım inşa etmişti.
Ancak, Filistinli küçük işçi sınıfının, Arap kitlelerin sürülmesiyle yaratılan İsrail'in gücünün üstesinden gelemeyeceğinin giderek daha fazla farkına varıyordu.
Gluckstein yurtdışına taşınmaya karar verdi. Çok daha güçlü bir Arap işçi hareketine ev sahipliği yapan Mısır'ı düşündü, ancak kısa süre sonra ülkedeki küçük Troçkist ağının yeraltı çalışması için gerekli desteği sağlayamayacağını fark etti.
Daha sonra İngiltere'ye seyahat etme fırsatı doğdu. Partneri Chanie Rosenberg'in babasının Cape Town'da bir fabrikası vardı ve Gluckstein 1947'de şirketin temsilcisi olarak İngiltere'ye gelebildi.
Orada 400 kişilik RCP'ye katıldı ve üyeler arasında ciddi ve keskin görüşlü bir Marksist olarak hızla ün kazandı.
Üç ay sonra İngiliz yetkililer tarafından yakalanarak sınır dışı edildi ve Dublin'e giderek Trinity College'da eğitim görmeye başladı. 1952'de Britanya'ya dönmesine izin verilene kadar orada kaldı.
Bülten makalesi burada yazıldı, İrlanda Denizi'nin ötesine İngilizce ve İbranice karışımı bir dille bölümler gönderildi ve Rosenberg tarafından özenle bir araya getirilerek tutarlı bir metin haline getirildi.
Gluckstein daha sonra Tony Cliff takma adıyla tanınacaktı. Daha sonra kitap olarak yayınlanan makalesi, parçalanan RCP'nin Cliff ve onun gibi düşünenleri dışarı itmesiyle kurulan Sosyalist İnceleme Grubu'nun temel metni olacaktı.
Sosyalist İnceleme Grubu, Uluslararası Sosyalistler ve nihayetinde Sosyalist İşçi Partisi'ne (SWP) dönüştü. Cliff'in çalışmaları RCP gibi grupların troçkist ortodoksluğuna meydan okuyacaktı.
Troçkizm, Sovyetler Birliği'nin stalinistlerce ele geçirilmesinden bu yana Marksist geleneğin korunmasına yardımcı olmuştu.
Leon Troçki, Lenin'le birlikte, sosyalizmin ve toplumsal kurtuluşun kısa bir süre içinde yeşerdiği 1917 Rus devriminin lideri olarak muazzam bir otoriteye sahipti.
Ancak yeni rejim, özellikle 1918'de Almanya'da başlayan devrimci mücadelenin başarısızlığa uğramasının ardından izole edildi. Rusya'daki devrimi acımasız bir iç savaş ve yeni kurulmuş bir sosyalist devleti ezmeye hevesli yabancı emperyalist güçlerin işgali izledi.
Bolşevik Parti iktidara tutunmaya devam etti, ancak işçi sınıfı yok edilmiş ve ekonomi tahrip edilmişti. Bu değişikliklerle birlikte, sovyetler gibi demokratik kurumlar -devrimde kurulan işçi ve asker konseyleri- yıprandı.
Başlangıçta Bolşevikler, devrimi yaymaya odaklanırken 1917'den ellerinde kalanları korumaya çalıştılar. Bu, Rusya'yı yurtdışındaki çok daha büyük işçi sınıflarına bağlayacaktı.
Ancak zaman içinde devleti yöneten bürokrasi, geriye kalan işçi sınıfından koptu. Artık Komünist Parti olarak yeniden adlandırılan Bolşevikler, genellikle "eski Bolşeviklerin" açık sosyalist taahhütlerinden yoksun olan yeni katılımcılar tarafından ezildi.
Joseph Stalin gelişmekte olan devlet bürokrasisinin başında duruyordu. 1920'lerin sonlarına doğru, Troçki'yi sürgüne göndererek ve sonunda "eski Bolşeviklerin" büyük bölümünü öldürerek egemenliğini pekiştirecekti.
Devrimi uluslararası alanda yayma hedefi, "tek ülkede sosyalizm" lehine terk edildi.
Troçki Stalinizme meydan okumaya devam etti, ancak analizleri genellikle hatalıydı. Sovyetler Birliği'nin "yozlaşmış" da olsa bir "işçi devleti" olarak kaldığını savunuyordu.
Bunun nedeni, işçilerin hala yasal olarak üretim araçlarına "sahip" olması ve partinin sağlıklı unsurlarının bürokrasiyi yenmek için işçi sınıfıyla ittifak kurabileceğini düşünmesiydi.
Bu, bürokrasinin kıtlığı yönetmek için ortaya çıktığı fikriyle bağlantılıydı. Ona göre bu, toplumda gerçek bir tabanı olmayan görece zayıf bir güçtü.
Troçki 1940 yılında stalinist bir ajan tarafından öldürüldü ama takipçileri daha da büyük bir muamma ile baş başa kaldı.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Doğu Avrupa'da, Sovyetler Birliği'ndekine benzer ekonomilere ve bürokratik elitlere sahip rejimler kuruldu. Bu, işçi devrimi yoluyla değil, yukarıdan dayatılarak gerçekleşti.
Troçkistler bu rejimlerin "deforme olmuş işçi devletleri" olduğunu iddia ederlerdi. Ama eğer tankları sınırdan geçirerek bir işçi devleti yaratabiliyorsanız, Marksist işçi sınıfının kurtuluşu geleneğinin anlamı neydi?
Devrimcilerin, işçilerin pratikte devlet ya da ekonomi üzerinde gerçek bir kontrole sahip olmadığı bir işçi devleti için mücadele etmelerinin anlamı neydi?
Cliff'in argümanı ileriye dönük bir yol öneriyordu. Sovyetler Birliği ve benzerlerinin işçi devleti olmadığı sonucuna vardı. Onlar "bürokratik devlet kapitalizminin" bir ifadesiydi.
Sovyetler Birliği'nde belirleyici an 1920'lerin sonunda, Stalin yönetimindeki bürokrasinin ilk Beş Yıllık Planı dayatmasıyla geldi.
Toprak kolektifleştirilerek köylülük ezildi ve işçiler sıkıştırılarak ülke hızla sanayileşti. Devlet bürokrasisi artık tutarlı bir sınıf olarak hareket ediyordu.
Sanayileşme, tıpkı Batı'da olduğu gibi, sermaye birikiminin işçilerin tüketiminden daha öncelikli olduğu anlamına geliyordu. Bu da işçileri sömürmek, onlardan karşılıksız emek pompalamak ve bu emeği bürokrasinin hedeflerine yönlendirmek anlamına geliyordu.
Devlet bürokrasisi ekonomiyi yönetiyor, onu çok bölümlü devasa bir fabrika gibi yönlendiriyordu. Ancak bunu kapitalist bir şekilde yapmak zorundaydı.
Çünkü Sovyetler Birliği artık küresel kapitalist sistem içinde kendine bir rol biçmeye çalışıyordu. Bu da diğer güçlerle emperyalistler arası rekabete katılmak anlamına geliyordu.
İçeride pazar rekabeti ortadan kaldırılmıştı ama uluslararası askeri rekabet kapitalist bir mantığı dayatıyordu.
Bu, ekonominin Batı'dakiyle aynı olduğu anlamına gelmiyordu. Cliff'in çalışmaları devlet kapitalizmi altında işleyen kendine özgü dinamikleri ortaya koydu, ancak bunlar bir tema üzerinde çeşitlemelerdi ve tema sömürü ve birikimdi.
SWP ve öncülerinin üyeleri, teorinin oynadığı hayati rolün bilinciyle Soğuk Savaş sırasında sık sık "devlet şapkalı" olarak adlandırıldı. Bu sayede Stalinizme taviz vermekten ya da sosyalizmin işçi devrimi dışında yollarla kazanılabileceği fikrinden kaçınabildiler.
Aynı zamanda, Sovyetler Birliği kapitalizmin bir varyantı olduğu için, benzersiz bir barbar toplum biçimi olarak görülmüyordu ve bu nedenle Cliff ve onun gibi düşünenler Batılı egemen sınıflara destek vermekten kaçındılar.
Bu durum, bu gazetenin künyesinde yer alan "Ne Washington ne Moskova, Uluslararası Sosyalizm" sloganında ifadesini buluyordu.
Teorinin geçerliliği Soğuk Savaş'ın ötesine geçti. Tam bürokratik devlet kapitalizmi rotasına girmeyen ülkelerde bile devlet kapitalizminin unsurları mevcuttur.
Cliff'in teorisi bize devletin bir şekilde kapitalizmin ötesinde yer almadığını ya da ona bir alternatif sunmadığını, kapitalizmin içsel bir parçası olduğunu hatırlatıyor
Kamu hizmetlerinin kamusal kontrolünü savunuyor olsak da, kamulaştırma sosyalizm değildir. Sosyalizm işçilerin kontrolünü gerektirir ki bu da ancak işçilerin kitlesel devrimci mücadelelerinin ürünü olabilir.
Bugün devlet kapitalizmi yöntemlerine kısmi bir dönüş görüyoruz. Bunun nedeni kısmen kapitalizmin devletleri sistemi kurtarmak zorunda hissettirecek kadar krize eğilimli hale gelmesidir. Aynı zamanda devletin sahip olduğu ya da yönettiği şirketlerin merkezi bir rol oynamaya devam ettiği Çin'in yükselişini de yansıtıyor.
Joe Biden yönetimindeki ABD de dahil olmak üzere diğer devletler buna, kendi devletlerine ekonomide daha açık bir rol vererek yanıt verdiler.
Benzer şekilde, İşçi Partisi'nin gölge başbakanı Rachel Reeves'in Washington'da yaptığı son konuşma, "yükselen Çin "in meydan okumasını karşılamak için "aktif devlet "e yapılan atıflarla doluydu.
İşçi Partisi'nin İngiliz kapitalizmini güçlendirmek için devleti destekleme girişiminde hiçbir yanılsamaya kapılmamalıyız. Çin'in kapitalizme bir alternatif oluşturduğu yanılsamasına da kapılmamalıyız - Çin yükselen kapitalist ve emperyalist bir güçtür.
Cliff'in teorisi her şeyden önce marksizmin ana fikrini, yani işçilerin öz-eyleminin kurtuluşu getirebilecek tek şey olduğu fikrini korumakla ilgilidir.
Devrimler sadece ekonomik dönüşümün temelini oluşturmaz. Hayatın her alanına nüfuz edebilirler. Mücadele zamanlarında çocuk bakımının nasıl devrimcileştirildiğine bir göz atmak, yaşamanın başka yolları da olduğunu kanıtlıyor. İngiltere'de çocuk bakım hizmetlerinin hızla artan maliyetler ve piyasalaşma nedeniyle çöktüğü bir dönemde, sıradan insanlar tarafından uygulanan dönüştürücü değişim örneklerine bakmak ilham verici.
Çocuk bakımı ve "aile hayatı" meseleleri, sıradan insanların birlikte mücadele ettiği her dönemde coşkuyla ele alınmıştır. Örneğin, 1919 yılında Macaristan'da yaşanan devrimci dönem, iş ve aile yaşamının örgütlenme biçiminde dramatik değişikliklere sahne oldu. İşçiler fabrikaları kendi kontrolleri altına aldılar. Budapeşte'deki bir fabrikada işçiler, yakınlardaki konaklarda bulunan ilave odaların "fabrika işçilerinin çocukları için gündüz bakımevlerine dönüştürülmesine" karar verdiler.
O dönemde habercilik yapan ABD'li gazeteci Alicia Riggs Hunt şöyle yazıyordu: "Böylece aile sabah fabrikaya gelebiliyor, çocukları yakınlardaki hoş evlerde yatırabiliyor, öğlen anne ve babalar iki saatlik dinlenme sürelerini çocuklarla geçirebiliyor ve akşam aile tekrar eve dönüş yolculuğunda birleşebiliyordu."
Bu işyeri kreşlerinin yanı sıra, ciddi halk sağlığı girişimlerini hızla hayata geçirmek için büyük bir çaba sarf edildi. Çocuk Esirgeme Kurumu'nun sağlık müdürü Yolan Fried, "Budapeşte'nin her bölgesinde 70.000 çocuğun her hafta zorunlu olarak banyo yaptığı halk hamamları kurmak sadece altı hafta sürdü" diyordu. Yetimhaneleri modern çocuk evlerine dönüştüren Fried, "çocukların eğlencesini üstlenme" ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılama sözü verdi.
Bazen "Kızıl Viyana" olarak da bilinen dönem, çocukların bakımında köklü değişikliklerin yaşandığı bir başka dönemdir. I. Dünya Savaşı'nın ardından yoksulluk ve yetersiz beslenme Avusturya'yı kasıp kavurdu. Sosyal demokrat politikacı Max Winter, "her gün dış mahallelerden şehre akın eden ve yüksek sosyetenin eteklerinde yiyecek arayan" çocukları tanımlamıştır.
"Orada, mutlu zenginlerin gezip dolaşmak için toplandığı yerde, ince, sefil bedenlere çok az koruma sağlayan acınası yırtık pırtık, kirli giysiler içindeki küçük figürler, hışırdayan ipekler arasında kayıyor".
Viyanalı sosyal demokratlar, özellikle aileleri hedef alan dramatik bir refah reformu programını öne çıkardılar. Ve kamu sağlık hizmetlerini günlük hayata entegre etme çabası çok önemliydi.
Bir siyasetçi ve doktor olan Julius Tandler, çocuk bakımını "diğer tüm refah biçimlerinin temeli" ilan eden bir yaklaşımı savundu. Sosyal hizmet görevlilerinin eğitilmesi, çocuk hastalıklarının önlenmesi ve hijyen ve sağlık konusunda tavsiyelerde bulunan anne merkezlerinin kurulması için girişimlere öncülük etti.
Bu işe akıtılan kaynakların boyutu çok büyüktü. 1924 yılında ulusal bütçenin yaklaşık yüzde 2'si frenginin yayılmasını durdurmak için tasarlanan yeni sağlık merkezlerinin inşasına harcanmıştır. Bu örneklerin hepsi birbirlerinden sadece birkaç yıl sonra gerçekleşmiştir. Bu tesadüfi değil, hepsi doğrudan ya da dolaylı olarak o dönemde Avrupa'yı kasıp kavuran devrimci havanın bir sonucuydu.
Bunun gösterdiği şey, devrimci ayaklanmalar sırasında insanlara gelişme fırsatı verildiğidir. 1917'deki Rus Devrimi, sosyalist dönüşümün en kapsamlı örneğidir, ancak çocuk bakımı konusunda daha dar kapsamlı bir örnektir.
Yüzyılı aşkın bir süredir, sıradan insanların ailelerin yaşam biçimini değiştirmeye yönelik en radikal girişimi olmaya devam ediyor. Sosyalistler, nihayet 1917'de devrilen baskıcı Çarlık rejiminin yıkıntılarından yeni bir işçi toplumu inşa etmeye çalıştılar. Bunu yoksulluk, yaygın açlık ve filizlenmekte olan bir İç Savaş koşullarında yaptılar.
Kadınların rolünde ve aile yaşamında meydana gelen değişiklikler belki de en iyi Rus devrimci Alexandra Kollontai'nin çalışmalarında görülebilir. O, diğer önde gelen Bolşevik kadınlarla birlikte, devrimden önce ve sonra kadınların özgürleşmesine ilişkin maddi meseleler üzerinde sürekli olarak ajitasyon yapmıştır.
Ciddi zorluklar da yok değildi. Kollontai, devrimden birkaç gün sonra, hem zorlu koşulların yarattığı çaresizlikten hem de elde ettiklerinin verdiği özgüvenden beslenen bir işçi sınıfıyla mücadele ediyordu. Yetimhane çalışanları bebekleri beslemedikleri takdirde kaçırmakla tehdit ederken, bakımevi sakinleri de taleplerini kabul ettirmek için işçi konseyleri örgütlemekle meşguldü.
Ekim devriminden sadece birkaç hafta sonra, yaklaşık 80.000 kadını temsil eden 500 kadın delege geleceği tartışmak üzere bir araya geldi. Kollontai, delegeler ve çocukları için yiyecek, konaklama ve bir kreş kurdu.
Burada Bolşeviklerin ücretsiz çocuk bakımını finanse edeceğini ve kadınların ebeveyn olmaları halinde yeni Rusya'ya katılımlarının tehlikeye atılmaması gerektiğini duyurdu. Görkemli bir şekilde adlandırılan "Annelik Sarayı" Kollontai'nin ilk büyük projelerinden biriydi ve Şubat 1918'de açılacaktı. Esasen bir anne ve bebek hastanesi olan sarayda ayrıca bir kreş, bir tıbbi laboratuvar, bir ameliyathane, bir mandıra ve bir kütüphane de yer alacaktı.
Bu, Çarlık döneminde yaşanan kitlesel yoksulluk ve açlık gerçeğinden bambaşka bir şeydi. Çarlık döneminde pek çok ebeveyn çocuklarını "melek fabrikaları" olarak bilinen yetimhanelere vermek zorunda kalmıştı. Ancak, devrimcilerin aylarca süren çalışmalarının ardından, Annelik Sarayı, açılışından bir gece önce Çarlık rejimine sadık olanlar tarafından düzenlenen bir kundaklama saldırısında yakıldı.
Bolşeviklerin anneliği toplumsallaştırmak ve çocukları ebeveynlerinden çalmak istediklerini iddia ettiler. Çalışan insanların sorumlu olması gerektiği fikri her şeye yön veriyordu. Böylece kadın fabrika işçilerinden oluşan bir Sosyal Araştırma Ekibi, en iyi nasıl yönetilebileceklerine karar vermek için çocuk bakım tesislerini ziyaret etti.
Kollontai'nin ilk resmi kararnamesi çalışan annelerin korunmasına odaklanıyordu. Düzgün işletilen kreşler, yeni anneler için en fazla dört günlük çalışma haftası, sıcak odalar ve işe döndüklerinde çocuklarını emzirmeleri için fırsatlar vaat ediyordu. En önemlisi de yaklaşık 16 haftalık ücretli doğum izni sunuyordu. Bugün dünyanın pek çok yerinde annelik hakları devrim Rusya'sından daha kötü durumda.
2023 yılında, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, İsveç, Meksika ve Norveç şu anda 16 haftadan daha az ücretli izin sunan ülkeler arasında yer almaktadır. Aralık 1918'de Kollontai, kadınların yükünü hafifletmek için işyerlerinde kreşler ve kantinler kurulmasını öngören bir önergeyi kabul ettirerek "büyük bir zafer" kazanmayı başardı.
Rusya'nın kreşlerini, bekar annelere desteği ve evsizlerin barınmasını finanse etmek için toplum çapında bir vergi oluşturmak istedi. 1918'de kadınların hayatlarının nasıl değiştiğine dair belki de en etkileyici şey kapsam değil, hızdır.
Tüm bunlar Çarlığın yıkılmasından sonraki günler, haftalar ve aylar içinde gerçekleşti. Bu kadar hızlı olmak zorundaydı çünkü birkaç yıl içinde Rusya'nın 1917'deki devrimci umudu işgalci ordular ve nihayetinde Stalinizm tarafından paramparça edildi. Yine de bu örnekler bugün devrimciler için bir dizi ders sunmaktadır.
Kitlesel ayaklanmalar süreci, radikal değişime kapitalizm altında var olmayan bir ivme kazandırır. Ama aynı zamanda devrimlerin insan yaşamının gündelik sorunlarını nasıl ele aldığını da gösterir – devrimci dönemlerde insanlar kapitalizm altında siyasetin darlığıyla sınırlı değildirler.
İşçi sınıfı mücadelesi - sosyalist devrimle ifade edilen en yüksek noktada - insanların birbirleriyle nasıl ilişki kuracakları konusunda yeni fırsatlar sunmaktadır. Bu, ebeveynler ve çocuklar arasındaki ilişkileri de dönüştürme potansiyeline sahiptir. Yüz yıl önceki sosyalistler, tıpkı şimdiki sosyalistler gibi, kapitalizm altında bakım vermenin en sıkıcı unsurlarından bazılarını ortadan kaldırmanın mümkün olduğunu düşünüyorlar.
Kapitalizm altında ebeveynlerin çocuklarına duydukları sevgi ve şefkat, onlara bakmanın sıradan, tekrarlayıcı, fiziksel ve duygusal olarak yorucu göreviyle iç içe geçmiştir. Ancak işçi sınıfının büyük huzursuzluk dönemleri, bu işin işçi sınıfı insanları tarafından ve onlar için ne kadar hızlı bir şekilde yeniden düzenlenebileceğini göstermektedir.
Bu örneklerden yola çıkmak, bu ayaklanmaların her bir parçasının mükemmel olduğunu ya da sosyalist zaferle sonuçlandığını söylemek anlamına gelmiyor. Ancak kapitalizmin sınırlamalarıyla lekelenmemiş bir toplum için nelerin mümkün olabileceğine dair bir umut ışığı sağlamaktadır.
Kemal Kılıçdaroğlu, 14 Mayıs seçimlerinden kısa bir süre önce “Sığınmacılar. Kaçaklar.” Başlıklı bir video paylaştı. Kılıçdaroğlu bu paylaşımında açıkça ırkçılık yaptığı gibi bu argümanlarına gerekçe olarak eko-faşizmin klasik argümanlarını kullandı. Şöyle dedi Kılıçdaroğlu:
“Bizim sığınmacı sorunumuz, temelde bir kaynak sorunu. Kimseyi korkutmak değil amacım, ancak açık konuşmam gerekiyor. Bütün analizler gösteriyor ki, önlem almazsak Fırat ve Dicle önümüzdeki 20 yıl içinde kuruma riski ile karşı karşıya kalacak. Bu durum, sadece Türkiye’nin Güney Doğu Bölgesi’nde tarımın zarar görmesi, hidroelektrik santrallerimizin işlevini kaybetmesi ve ciddi bir susuzluk yaşanması anlamına gelmiyor. Hem Türkiye hem güney komşularımız, Suriye ve Irak’ta yaşayan toplam 60 milyondan fazla insanın kıtlık ve susuzlukla karşı karşıya kalması demek. Önlem almazsak Suriye ve Irak’tan aç mültecilerin Türkiye’ye akın etmesi demek.”
Kılıçdaroğlu bu videosunda mesele ırk sorunu değil dese de belli ki ırksal bir sorun çünkü aksi halde Suriye ve Irak’ta kıtlık ve susuzluk yaşayacak 60 milyonun ölümünü engellemek için bölgede barışı sağlamayı, Türkiye’nin Dicle ve Fırat üzerindeki barajlarıyla tuttuğu yüksek miktarda suyu serbest bırakmayı ve iklim kriziyle mücadelede hızla sıfır karbon politikalarına geçeceğini söylemesi gerekirdi.
Kılıçdaroğlu’nun 14 Mayıs öncesi Suriyelileri yine “ırkçı olmayan şekilde” geri göndereceğini açıklaması göçmen karşıtı faşistlerin adayı Sinan Oğan’ın beklenenden fazla oy alarak seçimin kaderini belirleyecek kişi olmasına neden oldu. Yukarıdaki sözleri ise Türkiye’deki iklim ve çevre hareketi içerisine faşistlerin sızmasını sağlayacak tehlikeli bir kapı aralıyor.
Eko-faşistler
Eko-faşizm aslında faşist hareketin ekoloji hareketine sızması, kendisini bu yeni, büyük ve genç toplumsal hareket içerisinde örgütlemesini ve kendisine ekoloji alanının bazı argümanlarını ve tartışmalarını paravan yaparak propaganda yapması anlamında kullanılıyor. Eko-faşizm, ekoloji hareketine tam da Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi hareketin sağ unsurları tarafından yaygınlaştırılan kavramları kullanarak sızıyor.
Eko-otoriter de denilen, içerisinde merkez sağ ve eko-faşistlerin de yer aldığı küme kendisini üç ana argümanda ortaya koyuyor; demokrasi, göçmenler ve aşırı nüfus. Örneğin, Alman Yeşiller Hareketi ve Partisi üzerinde oldukça etkili olan Hans Jonas 1979’da yazdığı Sorumluluk İlkesi kitabında liberal demokrasinin ekolojik krizi çözme konusunda yetersiz kaldığını vurgulamıştı. Jonas, demokrasiler kısa dönem seçim sonuçlarına odaklandıkları için uzun dönemli politikalar gerektiren ekoloji sorununu çözmekten uzaktır diyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası yeraltı grupları haline gelen faşist hareketler, 1968 Hareketi sonrasında ortaya çıkan çevre hareketleri içerisinde bu gibi fikirler nedeniyle yer bulmaya başlamıştı. Günümüzde ekoloji hareketindeki en etkili isimlerden olan ve geçen yıl hayatını kaybeden bilim insanı ve Gaia hipotezinin sahibi James Lovelock, 2010 yılında “En iyi demokrasiler bile, büyük bir savaş yaklaştığında, demokrasinin şimdilik bekletilmesi gerektiği konusunda hemfikirdir. İklim değişikliğinin bir savaş kadar ağır bir sorun olabileceğini hissediyorum. Bir süre demokrasiyi beklemeye almak gerekli olabilir.” demişti. Makul gibi görünen bu fikirler genç iklim hareketi içerisinde faşistlerin yer bulmasına kapı aralıyordu.
Göçmenler ve aşırı nüfus argümanları ise ele ele giden iki argüman. Bu argümanlar, göçmenlerin Batı uygarlığını istila etmekte olduğunu, zaten çok kalabalık olan dünya nüfusunu “medeni” beyazlardan daha fazla üreyerek daha da artırdıklarını ve gezegenin kaynaklarını yok ettiklerini anlatıyor.
Bu teorilerin ekoloji hareketi içerisine sızmasının tehlikeli sonuçlarını da yakın zaman önce yaşadık. 2019 yılında Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde bir camiye elinde otomatik silahla saldıran faşist katil Brenton Harrison Tarrant, 51 kişiyi öldürmüş ve öncesinde 74 sayfalık bir manifesto yayınlamıştı. Kendisini bu manifestoda “etno-milliyetçi bir eko-faşist” olarak tanımlıyordu. Katliamı gerçekleştirme nedenleri arasında “istilacı göçmenleri durdurmak” vardı ama ayrıca “kutsal vatan toprağını” ve sınırlı “doğal kaynakları” da korumak iddiasındaydı.
Bu katliamdan sadece birkaç ay sonra da ABD’nin Texas eyaletine bağlı El Paso kentinde bir başka faşist Patrick Crusius, markete silahıyla girerek çoğu Latin Amerikalı 23 kişiyi öldürmüştü ve yine geride bir manifesto bırakarak kendisini “eko-faşist” olarak tanımlamıştı.
Bu iki faşisti de göçmenlere karşı harekete geçiren temel teori Büyük Yer Değiştirme (Great Replacement) teorisiydi. Yani göçmenlerin beyazların ülkelerine gelerek ve burada çoğalarak beyazları azınlık durumuna düşürmeleri tehdidi. Bu iki yönlü teori hem göçmenleri ve nüfus artışını hem de vatan topraklarını savunmak gerektiğini anlatıyor.
Türkiye’de eko-faşizm bir tehdit mi?
Türkiye’de de son yıllarda AKP iktidarına karşı en önemli mücadele alanlarından biri çevre ve ekoloji mücadeleleri oldu. Köylerinde zeytinliklerini, toprağını, suyunu, ormanını; maden şirketlerine, HES şirketlerine, imar projelerine karşı savunan yerel mücadeleler son derce yaygın. İklim hareketi ise dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi henüz kitlesel değil ama yine de büyük kentlerde zaman zaman sokağa inebilen bir aktivistler ağı var. Hareketin küçüklüğü ve kırsal bölgelerdeki ağırlığı Türkiye’de eko-faşizmin yükselebileceği bir zemin sunuyor. Hatta bu durumun ön sinyallerini yakın zamanda maalesef yaşadık.
Çanakkale’de Kanadalı altın madeni şirketine karşı mücadelede zaman zaman milliyetçi gruplar meselenin yabancı sermayeye karşı vatan toprağını savunmak olduğunu öne çıkarmıştı. Geçen yaz yaşanan Marmaris orman yangınlarında, yangının PKK’liler tarafından çıkarıldığı söylentisi tehlikeli bir ırkçı linç girişimine neden olmuştu. Eli sopalı faşistler Diyarbakır plakalı araçları yolda durdurmuş ve saldırılar yaşanmıştı.
Şimdi de Kılıçdaroğlu, ülkede zaten göçmenlere karşı artan bir önyargı ve ırkçı ayrımcılık varken Zafer Partisi gibi faşistler için yeni argümanlar veriyor. Jonathan Neale adeta Kılıçdaroğlu’nun bu sözlerini öngörmüş gibi şunları yazmıştı Söndür Ateşi kitabında “Ekolojik bir serbest düşüş dünyasında eşitsizliği muhafaza etmek görülmemiş ölçüde gaddarlığı gerektirecek. Yeni egemenlerimiz yeni ırkçılıkların ateşini harlayacak. Bize duvarın öte tarafında yaşayan aç ve evsiz sürülerin neden dışarıda bırakılmaları gerektiğini açıklayacaklar. Üzülerek de olsa neden onları vurmamız ya da boğulmaya terketmemiz gerektiğini anlatacaklar.”
Kılıçdaroğlu bir faşist değil ama bu söylemleriyle faşistlere kapı aralıyor. Sinan Oğan ve Ümit Özdağ gibi faşistlerin bu argümanları sahiplenerek genç ekoloji aktivistlerine ulaşmalarına adeta fırsat sunuyor. Henüz bunu yapamıyorlar çünkü dünya genelinde iklim ve ekoloji hareketi son derece radikal. İklim hareketi, 2050 yılında 200 milyonu bulması beklenen mültecilerin küresel bir sorun olduğunu, bunun ulusal ve güvenlikçi politikalarla durdurulamayacağını söylüyor. İklim adaleti isterken göçmenler için sınırların her yerde açılmasını da istiyor. Irkçılığa karşı tavır alınıyor. “İklim adaleti sosyal adalettir” diyor ve “İklimi değil sistemi değiştir” diyerek kapitalizmi hedef alıyor. Kılıçdaroğlu ise kesinlikle yanlış yöne bakıyor.
“Şimdiki devlet, gelişen emekçi sınıfı temsil etmiyor. Bu devlet, kapitalist toplumu temsil ediyor. Şimdiki devlet bir sınıf devletidir…Reform ve devrim, tarih büfesinden sıcak veya soğuk yemekler seçermiş gibi keyfimize göre seçebileceğimiz, farklı tarihsel ilerleme yöntemleri değildir… Reform çalışmalarını uzun süren bir devrim ve devrimi de yoğunlaştırılmış reformlar dizisi olarak sunmak, tarihe ters düşer…Bunun içindir ki siyasal iktidarın ele geçirilmesi ve sosyal devrimin tersine ve onun yerine yasama reformu yönteminden yana olduklarını söyleyenler, gerçekte aynı amaca yönelmiş daha huzurlu, sakin ve yavaş bir yol seçmiş olmazlar; farklı bir amaç seçmiş olurlar…Programımız sosyalizmi gerçekleştirmek değil, kapitalizmin reformu olur.”
Rosa Luxemburg’un 100 yıldan uzun süre önce dile getirdiği bu görüşler bugün tümüyle güncel. 1990’lı yıllardan beri çeşitli biçimlerde ilerleyen ve döngüler halinde kapitalizmi, şirketleri, diktatörlükleri hedefleyen hareketler her seferinde mücadelenin bir aşamasında, devlet, seçimler, reformlar, devrim ve hareket içerisinde işçi sınıfının rolü tartışmaları ile belirlenmek zorunda kalıyor.
Tartışmalar her seferinde milyonlarca işçinin katıldığı genel grevler de olsa on milyonlarca insanın bir araya geldiği ve grevler tarafından desteklenen meydan işgalleri şeklini de alsa daima devlet sorunu ile yüzleşmek zorunda kalıyor.
Eylemlerin bir aşamasında ordunun rolü hareket içerisindeki grupların ve aktivistlerin siyaseti kavrayışlarına göre değişik şekillerde ele alınıyor. Bu tartışma sadece son 30 yılın meydan okuyan eylemlerinin değil, antikapitalist hareketten Arap Baharına, Arap Baharından ABD’deki ırkçılık karşıtı gösterilere, buradan diktatörlere meydan okuyan, askeri darbelere direnen eylemlere kadar son dönemin güncel tartışması olarak görülmemeli. 20. yüzyıl boyunca da mücadele içinde devletin nasıl ele alınacağı tartışmaları yapıldı. Bugün bütün mücadeleler de acil bir tartışma olarak gündeme geliyor aynı sorun. Yokoluş İsyanı iklim krizine karşı acil eylem durumu ilan ederken bir yandan da bu tartışmayı yani devletin baskı mekanizmasının nasıl aşılacağı tartışmasına kendince bir yanıt vermiş oluyor. Şimdi bu tartışma Fransa’daki direnişlerle, İran’da geçen yılın sonlarında başlayan kadınların başını çektiği büyük isyan dalgası ile yeniden gündemde.
Fransa direniyor
Fransa’da Macron’un emeklilik yaşını yükseltme girişimine, bu girişimin parlamentoyu pas geçerek yapılmasına karşı milyonlarca işçiyi kapsayan, gençlerin işçilerle omuz omuza durduğu eylemler Fransa’yı kısa sürede politik bir krizin içerisini yuvarladı. Grev ve gösteriler devletin çok sert bir şiddet mekanizması ile yanıt verdiği eylemler halini aldı. İşçiler sonuçta başarı kazanamamış gibi görünse ve Macron yasayı geçirmiş olsa da Fransa’da siyasi iktidar egemen sınıfın bazı kesimleri tarafından bile tartışılır bir hal aldı.
Fransa da işçi sınıfının işçi ve öğrenci gençlerle beraber milyonları harekete geçirmesi ve hareketler içinde çok büyük dayanışma örneklerinin yaşanması Avrupa çapında sık sık gücü, potansiyelleri ve hareket kabiliyeti tartışılan işçi sınıfının gündemi belirleyen temel toplumsal güç olduğunu gösterdi. Fransa’dan gelen haberler işçilerin eylem dalgasının göçmenlere yönelik ayrımcı yasalar çıkartmayı hedefleyen iktidara karşı mücadele etmek isteyen ırkçılık karşıtlarına da çok büyük bir cesaret verdiği yönünde.
İşçi sınıfının grev silahı
Önümüzdeki dönemde protesto grevlerinin iktidarın saldırılarını püskürtmek için ciddi bir harekete geçirme etkisi olsa da hakların kalıcı bir şekilde kazanılması ve iktidarın saldırılarının bir daha gündeme getirilmemek üzeri püskürtülmesi açısından kazanana kadar bir grev tartışmasını sendikaların tabanında ve işçi sınıfının saflarında önemli bir tartışma haline getirdi.
Fransa’da işçilerin neredeyse her hafta milyonlar halinde sokağa çıkıp devlet karşısında geri adım atmayan hareketi emin olmak gerekiyor ki dünyanın bütün ezilenlerine ilham veren bir mücadele oldu. Hem Fransa’da önümüzdeki dönemde hem de dünyanın çeşitli yerlerinde bu mücadelenin etkilerini, bu mücadelelerden ezilenlerin neler öğrendiğini hep birlikte göreceğiz.
Sınıf devleti
Fransa’da polis plastik mermi, eylemcilerin parmaklarının kopması ile sürdürdüğü şiddet dalgasını, gözlatında kötü muamele, eylemlerden sonra müslümanların ve azınlıkların yaşadığı mahallelerde terör estirerek, tutukluluk sürelerinde kurallara uymayarak, aşırı güç kullananarak, gaz bombasına yüklenerek sürdürdü. Rosa Lüxemburg’un vurguladığı gibi çağdaş devletin bir sınıf devleti olduğunu net bir şekilde gösterdi.
Sonuçta yasa çalışan insanların iki yıl daha fazla çalışıp emekli olmasını geiriyor, iki yıl daha fazla işçilerin sömürülmesini hedefleyen bu yasayı devlet işçi sınıfına saldırarak, gaz bombası atarak, tutuklayarak, hayata geçiriyor. Bu, devlet makinesinin ne anlama geldiğini hem de uygar Avrupa’nın göbeğinde gösteren çok çarpıcı bir örnek. Bütün devletler, eğer işçi sınıfının aşağıdan yukarı öz yönetim organlarına dayanmıyorsa, başka bir deyişle azınlığın çoğunluğu yönetmesinin karmaşık mekanizmaları olarak işleyen bir örgütse kitle eylemlerini dizginleyemeyeceğinii düşündüğü her seferinde şiddeti gündeme getirir.
Bu açıdan devletlerin şiddet şov yaptığı dönemlerde sosyalistlerin devletin doğasını, kimin için çalışan bir komite olduğunu, hangi sınıfın aracı olduğunu, parlamenter mekanizmalarla bu aracın ezilenler lehine düzenlenebilip düzenlenemeyeceğini ve giderik seçimlerde çoğunluk kazanarak parlamento ile kapitalizmin aşılıp açılmayacağını tartışmak açısından çok önemli bir fırsat.
Sokak, parlamento ilişkisi
Bu yüzden parlementer mücadeleyi küçümsemeden ama ancak ezilenlerin genel direnişine yardımcı olmak üzeri kapitalizmin tüm ikiyüzlülükleri ve vahşetini teşhir edecek bir platform olarak kullanılması anlamında parlamentoyu ciddiye alabiliriz. Meclisi, işçi sınıfı ve ezilenlerin aşağıdan mücadelesinin sözcülerinin yer almasında fayda bulunan bir platform olarak ele almanın tek koşulu bu.
Türkiye’deki son tartışmalar ya parlamenter mücadeleyi, parlamentoda görünür olmayı küçümseyen bir ton kazanıyor ya da parlamenter mücadeleyi, parlementoda olmayı, oradan yüksek sesle yapılan konuşmaları, çok önemli, giderek ezilenlerin gündelik yaşantısında örülen mücadelelerden daha belirleyici bir platform olarak ele alıyor. Bu yüzden içimizden geçen çok açık ki, “bay bay Erdoğan, kimse seni özlemeyecek” sözüdür. Ama bu söz seçimlerden sonra Türkiye’deki bütün ezilenleri kıran kırana bir mücadelenin beklediği gerçeğini gölgelemek için kullanılmamalıdır. Seçimler bitecek sokakta mücadele başlayacak.