Kemal Kılıçdaroğlu, 14 Mayıs seçimlerinden kısa bir süre önce “Sığınmacılar. Kaçaklar.” Başlıklı bir video paylaştı. Kılıçdaroğlu bu paylaşımında açıkça ırkçılık yaptığı gibi bu argümanlarına gerekçe olarak eko-faşizmin klasik argümanlarını kullandı. Şöyle dedi Kılıçdaroğlu:
“Bizim sığınmacı sorunumuz, temelde bir kaynak sorunu. Kimseyi korkutmak değil amacım, ancak açık konuşmam gerekiyor. Bütün analizler gösteriyor ki, önlem almazsak Fırat ve Dicle önümüzdeki 20 yıl içinde kuruma riski ile karşı karşıya kalacak. Bu durum, sadece Türkiye’nin Güney Doğu Bölgesi’nde tarımın zarar görmesi, hidroelektrik santrallerimizin işlevini kaybetmesi ve ciddi bir susuzluk yaşanması anlamına gelmiyor. Hem Türkiye hem güney komşularımız, Suriye ve Irak’ta yaşayan toplam 60 milyondan fazla insanın kıtlık ve susuzlukla karşı karşıya kalması demek. Önlem almazsak Suriye ve Irak’tan aç mültecilerin Türkiye’ye akın etmesi demek.”
Kılıçdaroğlu bu videosunda mesele ırk sorunu değil dese de belli ki ırksal bir sorun çünkü aksi halde Suriye ve Irak’ta kıtlık ve susuzluk yaşayacak 60 milyonun ölümünü engellemek için bölgede barışı sağlamayı, Türkiye’nin Dicle ve Fırat üzerindeki barajlarıyla tuttuğu yüksek miktarda suyu serbest bırakmayı ve iklim kriziyle mücadelede hızla sıfır karbon politikalarına geçeceğini söylemesi gerekirdi.
Kılıçdaroğlu’nun 14 Mayıs öncesi Suriyelileri yine “ırkçı olmayan şekilde” geri göndereceğini açıklaması göçmen karşıtı faşistlerin adayı Sinan Oğan’ın beklenenden fazla oy alarak seçimin kaderini belirleyecek kişi olmasına neden oldu. Yukarıdaki sözleri ise Türkiye’deki iklim ve çevre hareketi içerisine faşistlerin sızmasını sağlayacak tehlikeli bir kapı aralıyor.
Eko-faşistler
Eko-faşizm aslında faşist hareketin ekoloji hareketine sızması, kendisini bu yeni, büyük ve genç toplumsal hareket içerisinde örgütlemesini ve kendisine ekoloji alanının bazı argümanlarını ve tartışmalarını paravan yaparak propaganda yapması anlamında kullanılıyor. Eko-faşizm, ekoloji hareketine tam da Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi hareketin sağ unsurları tarafından yaygınlaştırılan kavramları kullanarak sızıyor.
Eko-otoriter de denilen, içerisinde merkez sağ ve eko-faşistlerin de yer aldığı küme kendisini üç ana argümanda ortaya koyuyor; demokrasi, göçmenler ve aşırı nüfus. Örneğin, Alman Yeşiller Hareketi ve Partisi üzerinde oldukça etkili olan Hans Jonas 1979’da yazdığı Sorumluluk İlkesi kitabında liberal demokrasinin ekolojik krizi çözme konusunda yetersiz kaldığını vurgulamıştı. Jonas, demokrasiler kısa dönem seçim sonuçlarına odaklandıkları için uzun dönemli politikalar gerektiren ekoloji sorununu çözmekten uzaktır diyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası yeraltı grupları haline gelen faşist hareketler, 1968 Hareketi sonrasında ortaya çıkan çevre hareketleri içerisinde bu gibi fikirler nedeniyle yer bulmaya başlamıştı. Günümüzde ekoloji hareketindeki en etkili isimlerden olan ve geçen yıl hayatını kaybeden bilim insanı ve Gaia hipotezinin sahibi James Lovelock, 2010 yılında “En iyi demokrasiler bile, büyük bir savaş yaklaştığında, demokrasinin şimdilik bekletilmesi gerektiği konusunda hemfikirdir. İklim değişikliğinin bir savaş kadar ağır bir sorun olabileceğini hissediyorum. Bir süre demokrasiyi beklemeye almak gerekli olabilir.” demişti. Makul gibi görünen bu fikirler genç iklim hareketi içerisinde faşistlerin yer bulmasına kapı aralıyordu.
Göçmenler ve aşırı nüfus argümanları ise ele ele giden iki argüman. Bu argümanlar, göçmenlerin Batı uygarlığını istila etmekte olduğunu, zaten çok kalabalık olan dünya nüfusunu “medeni” beyazlardan daha fazla üreyerek daha da artırdıklarını ve gezegenin kaynaklarını yok ettiklerini anlatıyor.
Bu teorilerin ekoloji hareketi içerisine sızmasının tehlikeli sonuçlarını da yakın zaman önce yaşadık. 2019 yılında Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde bir camiye elinde otomatik silahla saldıran faşist katil Brenton Harrison Tarrant, 51 kişiyi öldürmüş ve öncesinde 74 sayfalık bir manifesto yayınlamıştı. Kendisini bu manifestoda “etno-milliyetçi bir eko-faşist” olarak tanımlıyordu. Katliamı gerçekleştirme nedenleri arasında “istilacı göçmenleri durdurmak” vardı ama ayrıca “kutsal vatan toprağını” ve sınırlı “doğal kaynakları” da korumak iddiasındaydı.
Bu katliamdan sadece birkaç ay sonra da ABD’nin Texas eyaletine bağlı El Paso kentinde bir başka faşist Patrick Crusius, markete silahıyla girerek çoğu Latin Amerikalı 23 kişiyi öldürmüştü ve yine geride bir manifesto bırakarak kendisini “eko-faşist” olarak tanımlamıştı.
Bu iki faşisti de göçmenlere karşı harekete geçiren temel teori Büyük Yer Değiştirme (Great Replacement) teorisiydi. Yani göçmenlerin beyazların ülkelerine gelerek ve burada çoğalarak beyazları azınlık durumuna düşürmeleri tehdidi. Bu iki yönlü teori hem göçmenleri ve nüfus artışını hem de vatan topraklarını savunmak gerektiğini anlatıyor.
Türkiye’de eko-faşizm bir tehdit mi?
Türkiye’de de son yıllarda AKP iktidarına karşı en önemli mücadele alanlarından biri çevre ve ekoloji mücadeleleri oldu. Köylerinde zeytinliklerini, toprağını, suyunu, ormanını; maden şirketlerine, HES şirketlerine, imar projelerine karşı savunan yerel mücadeleler son derce yaygın. İklim hareketi ise dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi henüz kitlesel değil ama yine de büyük kentlerde zaman zaman sokağa inebilen bir aktivistler ağı var. Hareketin küçüklüğü ve kırsal bölgelerdeki ağırlığı Türkiye’de eko-faşizmin yükselebileceği bir zemin sunuyor. Hatta bu durumun ön sinyallerini yakın zamanda maalesef yaşadık.
Çanakkale’de Kanadalı altın madeni şirketine karşı mücadelede zaman zaman milliyetçi gruplar meselenin yabancı sermayeye karşı vatan toprağını savunmak olduğunu öne çıkarmıştı. Geçen yaz yaşanan Marmaris orman yangınlarında, yangının PKK’liler tarafından çıkarıldığı söylentisi tehlikeli bir ırkçı linç girişimine neden olmuştu. Eli sopalı faşistler Diyarbakır plakalı araçları yolda durdurmuş ve saldırılar yaşanmıştı.
Şimdi de Kılıçdaroğlu, ülkede zaten göçmenlere karşı artan bir önyargı ve ırkçı ayrımcılık varken Zafer Partisi gibi faşistler için yeni argümanlar veriyor. Jonathan Neale adeta Kılıçdaroğlu’nun bu sözlerini öngörmüş gibi şunları yazmıştı Söndür Ateşi kitabında “Ekolojik bir serbest düşüş dünyasında eşitsizliği muhafaza etmek görülmemiş ölçüde gaddarlığı gerektirecek. Yeni egemenlerimiz yeni ırkçılıkların ateşini harlayacak. Bize duvarın öte tarafında yaşayan aç ve evsiz sürülerin neden dışarıda bırakılmaları gerektiğini açıklayacaklar. Üzülerek de olsa neden onları vurmamız ya da boğulmaya terketmemiz gerektiğini anlatacaklar.”
Kılıçdaroğlu bir faşist değil ama bu söylemleriyle faşistlere kapı aralıyor. Sinan Oğan ve Ümit Özdağ gibi faşistlerin bu argümanları sahiplenerek genç ekoloji aktivistlerine ulaşmalarına adeta fırsat sunuyor. Henüz bunu yapamıyorlar çünkü dünya genelinde iklim ve ekoloji hareketi son derece radikal. İklim hareketi, 2050 yılında 200 milyonu bulması beklenen mültecilerin küresel bir sorun olduğunu, bunun ulusal ve güvenlikçi politikalarla durdurulamayacağını söylüyor. İklim adaleti isterken göçmenler için sınırların her yerde açılmasını da istiyor. Irkçılığa karşı tavır alınıyor. “İklim adaleti sosyal adalettir” diyor ve “İklimi değil sistemi değiştir” diyerek kapitalizmi hedef alıyor. Kılıçdaroğlu ise kesinlikle yanlış yöne bakıyor.
“Şimdiki devlet, gelişen emekçi sınıfı temsil etmiyor. Bu devlet, kapitalist toplumu temsil ediyor. Şimdiki devlet bir sınıf devletidir…Reform ve devrim, tarih büfesinden sıcak veya soğuk yemekler seçermiş gibi keyfimize göre seçebileceğimiz, farklı tarihsel ilerleme yöntemleri değildir… Reform çalışmalarını uzun süren bir devrim ve devrimi de yoğunlaştırılmış reformlar dizisi olarak sunmak, tarihe ters düşer…Bunun içindir ki siyasal iktidarın ele geçirilmesi ve sosyal devrimin tersine ve onun yerine yasama reformu yönteminden yana olduklarını söyleyenler, gerçekte aynı amaca yönelmiş daha huzurlu, sakin ve yavaş bir yol seçmiş olmazlar; farklı bir amaç seçmiş olurlar…Programımız sosyalizmi gerçekleştirmek değil, kapitalizmin reformu olur.”
Rosa Luxemburg’un 100 yıldan uzun süre önce dile getirdiği bu görüşler bugün tümüyle güncel. 1990’lı yıllardan beri çeşitli biçimlerde ilerleyen ve döngüler halinde kapitalizmi, şirketleri, diktatörlükleri hedefleyen hareketler her seferinde mücadelenin bir aşamasında, devlet, seçimler, reformlar, devrim ve hareket içerisinde işçi sınıfının rolü tartışmaları ile belirlenmek zorunda kalıyor.
Tartışmalar her seferinde milyonlarca işçinin katıldığı genel grevler de olsa on milyonlarca insanın bir araya geldiği ve grevler tarafından desteklenen meydan işgalleri şeklini de alsa daima devlet sorunu ile yüzleşmek zorunda kalıyor.
Eylemlerin bir aşamasında ordunun rolü hareket içerisindeki grupların ve aktivistlerin siyaseti kavrayışlarına göre değişik şekillerde ele alınıyor. Bu tartışma sadece son 30 yılın meydan okuyan eylemlerinin değil, antikapitalist hareketten Arap Baharına, Arap Baharından ABD’deki ırkçılık karşıtı gösterilere, buradan diktatörlere meydan okuyan, askeri darbelere direnen eylemlere kadar son dönemin güncel tartışması olarak görülmemeli. 20. yüzyıl boyunca da mücadele içinde devletin nasıl ele alınacağı tartışmaları yapıldı. Bugün bütün mücadeleler de acil bir tartışma olarak gündeme geliyor aynı sorun. Yokoluş İsyanı iklim krizine karşı acil eylem durumu ilan ederken bir yandan da bu tartışmayı yani devletin baskı mekanizmasının nasıl aşılacağı tartışmasına kendince bir yanıt vermiş oluyor. Şimdi bu tartışma Fransa’daki direnişlerle, İran’da geçen yılın sonlarında başlayan kadınların başını çektiği büyük isyan dalgası ile yeniden gündemde.
Fransa direniyor
Fransa’da Macron’un emeklilik yaşını yükseltme girişimine, bu girişimin parlamentoyu pas geçerek yapılmasına karşı milyonlarca işçiyi kapsayan, gençlerin işçilerle omuz omuza durduğu eylemler Fransa’yı kısa sürede politik bir krizin içerisini yuvarladı. Grev ve gösteriler devletin çok sert bir şiddet mekanizması ile yanıt verdiği eylemler halini aldı. İşçiler sonuçta başarı kazanamamış gibi görünse ve Macron yasayı geçirmiş olsa da Fransa’da siyasi iktidar egemen sınıfın bazı kesimleri tarafından bile tartışılır bir hal aldı.
Fransa da işçi sınıfının işçi ve öğrenci gençlerle beraber milyonları harekete geçirmesi ve hareketler içinde çok büyük dayanışma örneklerinin yaşanması Avrupa çapında sık sık gücü, potansiyelleri ve hareket kabiliyeti tartışılan işçi sınıfının gündemi belirleyen temel toplumsal güç olduğunu gösterdi. Fransa’dan gelen haberler işçilerin eylem dalgasının göçmenlere yönelik ayrımcı yasalar çıkartmayı hedefleyen iktidara karşı mücadele etmek isteyen ırkçılık karşıtlarına da çok büyük bir cesaret verdiği yönünde.
İşçi sınıfının grev silahı
Önümüzdeki dönemde protesto grevlerinin iktidarın saldırılarını püskürtmek için ciddi bir harekete geçirme etkisi olsa da hakların kalıcı bir şekilde kazanılması ve iktidarın saldırılarının bir daha gündeme getirilmemek üzeri püskürtülmesi açısından kazanana kadar bir grev tartışmasını sendikaların tabanında ve işçi sınıfının saflarında önemli bir tartışma haline getirdi.
Fransa’da işçilerin neredeyse her hafta milyonlar halinde sokağa çıkıp devlet karşısında geri adım atmayan hareketi emin olmak gerekiyor ki dünyanın bütün ezilenlerine ilham veren bir mücadele oldu. Hem Fransa’da önümüzdeki dönemde hem de dünyanın çeşitli yerlerinde bu mücadelenin etkilerini, bu mücadelelerden ezilenlerin neler öğrendiğini hep birlikte göreceğiz.
Sınıf devleti
Fransa’da polis plastik mermi, eylemcilerin parmaklarının kopması ile sürdürdüğü şiddet dalgasını, gözlatında kötü muamele, eylemlerden sonra müslümanların ve azınlıkların yaşadığı mahallelerde terör estirerek, tutukluluk sürelerinde kurallara uymayarak, aşırı güç kullananarak, gaz bombasına yüklenerek sürdürdü. Rosa Lüxemburg’un vurguladığı gibi çağdaş devletin bir sınıf devleti olduğunu net bir şekilde gösterdi.
Sonuçta yasa çalışan insanların iki yıl daha fazla çalışıp emekli olmasını geiriyor, iki yıl daha fazla işçilerin sömürülmesini hedefleyen bu yasayı devlet işçi sınıfına saldırarak, gaz bombası atarak, tutuklayarak, hayata geçiriyor. Bu, devlet makinesinin ne anlama geldiğini hem de uygar Avrupa’nın göbeğinde gösteren çok çarpıcı bir örnek. Bütün devletler, eğer işçi sınıfının aşağıdan yukarı öz yönetim organlarına dayanmıyorsa, başka bir deyişle azınlığın çoğunluğu yönetmesinin karmaşık mekanizmaları olarak işleyen bir örgütse kitle eylemlerini dizginleyemeyeceğinii düşündüğü her seferinde şiddeti gündeme getirir.
Bu açıdan devletlerin şiddet şov yaptığı dönemlerde sosyalistlerin devletin doğasını, kimin için çalışan bir komite olduğunu, hangi sınıfın aracı olduğunu, parlamenter mekanizmalarla bu aracın ezilenler lehine düzenlenebilip düzenlenemeyeceğini ve giderik seçimlerde çoğunluk kazanarak parlamento ile kapitalizmin aşılıp açılmayacağını tartışmak açısından çok önemli bir fırsat.
Sokak, parlamento ilişkisi
Bu yüzden parlementer mücadeleyi küçümsemeden ama ancak ezilenlerin genel direnişine yardımcı olmak üzeri kapitalizmin tüm ikiyüzlülükleri ve vahşetini teşhir edecek bir platform olarak kullanılması anlamında parlamentoyu ciddiye alabiliriz. Meclisi, işçi sınıfı ve ezilenlerin aşağıdan mücadelesinin sözcülerinin yer almasında fayda bulunan bir platform olarak ele almanın tek koşulu bu.
Türkiye’deki son tartışmalar ya parlamenter mücadeleyi, parlamentoda görünür olmayı küçümseyen bir ton kazanıyor ya da parlamenter mücadeleyi, parlementoda olmayı, oradan yüksek sesle yapılan konuşmaları, çok önemli, giderek ezilenlerin gündelik yaşantısında örülen mücadelelerden daha belirleyici bir platform olarak ele alıyor. Bu yüzden içimizden geçen çok açık ki, “bay bay Erdoğan, kimse seni özlemeyecek” sözüdür. Ama bu söz seçimlerden sonra Türkiye’deki bütün ezilenleri kıran kırana bir mücadelenin beklediği gerçeğini gölgelemek için kullanılmamalıdır. Seçimler bitecek sokakta mücadele başlayacak.
Lenin, 22 Nisan 1870’te doğdu. Neden bir Rus devrimcinin doğrum günü 153 sene sonra bir öneme sahip olsun ki? 153 sene önce doğmuş bir insanın fikirleri bugün mücadele eden insanların eylemine nasıl bir katkı sağlayabilir? Bu sorunun yanıtı çok önemli, çünkü Lenin hem işçi sınıfının öncülerinin, en mücadeleci kesimlerinin örgütlenmesi için gösterdiği çabayla hem de mücadelenin içinden çıkan sorulara verdiği teorik yanıtlarla sosyalist geleceğin tarihinde çok özel bir yere sahiptir. Bu yer o kadar önemlidir ki tersine, bugün dünyanın hemen her yerinde süren direnişlerdeki insanlar, Lenin’in dünya tarihsel mücadele döneminin içinde serpilip gelişen fikir ve örgütlenme yaklaşımına sahip çıkması gerekir.
Örneğin son iki aydır Avrupa’nın merkezinde, Fransa’da politik gündemin ana sorunu haline gelen dev işçi ve gençlik eylemlerine yönelik devlet şiddeti, Lenin’in devlet konusundaki tartışmaları kavranmadan anlaşılamaz ve bu şiddet sorununa çözüm bulunamaz. devletin uyguladığı şiddet sorunu, devletin sınıfsal karakterinden ayrılmaz.
Yakın zamanda kaybettiğimiz Neil Faulkner devletin sınıfsal karakteri hakkında şunu söylüyordu: “Bu çelişkili ikilik (yoksulluk ve mülkiyet), sınıfsal eşitsizliği, devlet iktidarını ve savaş halini ortaya çıkarır. Sümer’de askeri ve dini uzmanlara, görevlerini bir bütün olarak toplum adına yerine getirebilsinler diye artık ürünü kontrol etme gücü verilmişti. Konumları ilk başlarda halkın onayına bağlıydı. Ama artık üzerindeki kontrolleri onları güçlendirdi ve otoriteleri pekiştikçe, bunu kullanarak halkın onayı olmaksızın servetlerine servet katabileceklerini ve konumlarını koruyabileceklerini anladılar. Bu yolla, şehirli Sümer’in yüce rahipleri, savaş ağaları, şehir yöneticileri ve küçük kralları, artığı kendi çıkarına biriktiren ve tüketen sömürücü bir yönetici sınıfa dönüştü: Artık topluma ait bir güç olmaktan çıkıp, toplum üzerinde bir güç oldu.”
Devlet ve sınıflar
Doğrudan üretim sürecinden kopuk bir profesyonel yöneticiler fikri ve hem üretim sürecinde kullanılan üretim aletlerini hem de üretilen artık ürünü korumak üzere örgütlenen silahlı birliklerin varlığı, yönetim sürecinin ayrıcalıklı bir iş hâline gelmesine yol açtı. Sınıflar mücadelesinin tarihsel seyri, çağdaş burjuva devletin, yönetim sürecinin ayrıcalıklı bir iş haline gelmesinde zirve noktasını ifade eder. Lenin, Fransa’da sokaklara çıkan işçilerin parmağını kopartan, plastik mermiyle yaralanmasına sebep olan, gaza boğan devletin özünü şöyle anlatıyordu: “Marx’ın devlet öğretisinin özünü, bir sınıfın diktatörlüğünün, yalnızca genel olarak bütün sınıflı toplumlar için, yalnızca burjuvaziyi devirecek olan proletarya için değil, ama kapitalizmi ‘sınıfsız toplumdan’, komünizmden ayıran tüm bir tarihsel dönem için de zorunlu olduğunu anlayanlar, yalnız onlar, iyice kavramışlardır. Burjuva devlet biçimleri son derece çeşitlidirler, ama özleri birdir: Bütün bu devletler, son çözümlemede, şu ya da bu biçimde, ama zorunlu olarak, bir burjuvazi diktatörlüğüdür.”
Devletin en kibar, en “nazik” görüntüsünün dahi, burjuvazinin vahşi diktatörlüğünün arkasına gizlenen maske olduğunu anlamak, bu örgütün, egemen sınıfın genel çıkarlarını sadece sermayeler arası rekabetten korunmasına değil, esas olarak patronlar sınıfını ezilenlerin tepkisinden de korumak için örgütlendiğini unutmamak gerekiyor.
Yine Lenin, “Burjuva demokrasisi, ortaçağla karşılaştırıldığında büyük bir tarihsel gelişmeye karşılık düşse de, her zaman için sınırlı, güdük, sahte ve ikiyüzlü, zenginler için bir cennet, sömürülenler ve yoksullar için bir tuzak, bir aldatmaca olarak kalır ve kapitalizm altında bu şekilde kalmaya yazgılıdır.” diyordu: “Hilekârlık, şiddet, çürümüşlük, yalancılık, ikiyüzlülük ve yoksulların ezilmesi: Modern burjuva demokrasisinin, uygar bir görünüm verilmiş, cilalanıp parlatılmış dış görünüşünün ardında gizlenen şeyler bunlardır.” Bu satırlarda, Fransa’da bugün milyonlarca gösteriye yönelik acımasız saldırının bir tesadüf olmadığını, devletin doğasından kaynaklandığını da anlatmış oluyor.
Devlet ve devrim
Bu nedenle büyüyen her hareketin asli sorunu olan, “şimdi bu devleti ne yapacağız?” sorusuna doğru yanıtı vermek için Lenin’in devlet konusundaki fikirlerine yaslanmak çok önemli. Sadece bu nedenle değil elbette, Lenin ve çağdaşları, kapitalizmin şiddetine, yıkımına ve yokediciliğine yakından tanıklık etti. I. Dünya Savaşı’nda milyonlarca insan öldüğünde tüm Avrupa çapında başlayan isyan dalgasının öncülüğünü Rus işçileri üstlendi. Hem savaşı, hem de yoksulluğun ve ölümlerin bir azınlık mülk sahibi sınıflar için kalıcı olmasının aygıtı olan devleti yok etmek üzere inisiyatif aldı. Azınlığın çoğunluğu ezmesi için örgütlenen ve bu nedenle de karmaşık aygıtlara ihtiyaç duyan burjuva devletin yerine, çoğunluğun azınlığın mülk sahibi konumunu ortadan kaldırmayı amaçlayan ve çok basit demokratik mekanizmalarla işleyen işçilerin ve ezilenlerin aşağıdan yukarı örgütlenen öz yönetim organları olarak, yani devlet olmayan devlet olarak işçi devleti Rus işçilerin kendi deneyimlerinin içinde süzüldü. Lenin, böyle bir devletin ezilenler için simgelediği umudun önemini bu örgütlenmenin ayrıntılı bir analizini yaparak anlatmayı başaran özel bir devrimcidir.
Savaş ve milliyetçilik
Bugün devletlerin öldürdüğü, işkence ettiği, hapse attığı, ezdiği, şiddet uyguladığı ve yerinden ettiği milyonlarca insana başka bir alternatifin mümkün olduğunu anlatmak için Lenin’e bakmak zorundayız.
Rusya’nın Ukrayna işgali, NATO’nun bu işgal zeminindeki rolü, ABD ve Çin arasında her geçen gün tırmanan gerilim, kapitalizm ve savaş konusundaki her fikri çok önemli olan Lenin’i neden mercek altına almamız gerektiğini gösteriyor. Lenin’in emperyalizme karşı mücadele analizi olmadan savaşlar konusunda konuşan ve tutum alanlar genellikle emperyalist kamplardan birisini desteklemek zorunda kalıyor.
Ama Lenin’e en çok ihtiyaç duyduğumuz konuların başında egemen sınıf milliyetçiliklerine karşı verdiği amansız mücadele geliyor. Kapitalizmden, onun canlı yaşamının tümünün başına musallat ettiği belalardan, iklim krizi, göç, savaşlar, emek sömürüsü ve toplumsal cinsiyetçi baskılardan kurtulmak için verilen mücadeleler, sık sık egemen sınıfların milliyetçi fikirleriyle bölünmeye çalışılıyor. Lenin hem ezilen halkların kendi kaderini tayin hakkını koşulsuz bir şekilde savunurken hem de savaşa giren devletlerin işçi sınıflarının ilk görevinin kendi devletlerinin savaşta yenilmesi için mücadele etmek olduğunu anlatırken ve en önemlisi sosyalizmin ancak dünya çapında bir mücadelenin ürünü olabileceğinin altını çizerken, bugünün, belki de kendi döneminde olduğundan çok daha yakıcı olan sorunlara yanıt veriyordu.
Lenin’in bir parçası olduğu geleneğe yaslanmadan reformlarla ve parlamenter mücadeleyle yetinmek, göçmenlerle dayanışmamak, milliyetçiliğe zaman zaman tavizler vermek, cumhuriyetin kurucularıyla barışmak ve onları hayırla yad etmek ve ezilen halkları koşulsuz bir şekilde desteklememek, hatta sürekli olarak şartlar koymak solun normaliymiş gibi algılanabilir. Bu nedenle Lenin’in fikirlerine yaslanmak bugün her zamankinden önemli.
Paris halkı işçisi, emekçisi, kadınları, sosyalistleri, anarşistleri, tüm ötekileriyle birleşerek 18 Mart 1871’de hayal ettiği özgürlük ve eşitlik toplumunun küçük bir modelini yaratmak için şehrin yönetimini üstlendi ve Paris Komününü kurdu.
Paris komünü bir ütopyanın kapısını aralamaktı, egemen sınıfın çaldığı hayatları geri almaktı. Anarşist coğrafyacı Élisée Reclus’un tanımıyla:
“Doğum, ünvan ve varlık yoluyla efendi olmayan ve köken, toplumsal sınıf ve maaş aracılığıyla köle olmayan yeni bir toplum. “Komün” ifadesi her yerde, yeni insanlığa işaret eden, özgür ve eşit ortaklığı icat eden, eski sınıfların varlığından habersiz, dünyanın bir ucundan öbür ucuna barış içinde birbirine yardım etmek anlamına geliyordu -en geniş anlamıyla.” Halk 72 gün boyunca demokratik ilkelerle işleyen kendi öz yönetimini sağlayarak, toplumsal kurtuluş mücadelesini tarihe kaydetti. İşçi sınıfının kendi devletini kurmasından heyecan duyan Marx arkadaşı Kugelmann’a yazdığı mektuba şu satırı eklemişti: “Tarihte buna benzer bir büyüklük örneği görülmemiştir.”
1870 yılında III. Napolyon tarafından başlatılan Fransa-Prusya savaşı Fransızların ağır kayıplarıyla aylarca devam etti ve Prusya Paris’i kuşatma altına aldı. Bu kuşatma esnasında Paris halkı açlık ve sefaletle mücadele etmek zorunda bırakıldı. III. Napolyon’un esir düşmesi, kralın savaş politikalarını destekleyenlerin kentten kaçmasına neden oldu. Ordu dağıldı ve iktidar boşluğu beraberinde kaos getirdi. Prusyalıların Paris’i işgal etmesiyle birlikte halk kendi kaderini tayin etmekten başka bir çaresi olmadığını anladı ve aylardır çekilen sefaletin öfkesi işgal karşıtı yurtsever direnişe dönüştü. Bu noktada işçi sınıfı temsilcilerinin, devrimci sol grupların ve anarşistlerin etkisiyle yurtseverlik halinin hızla radikal ve enternasyonalist nitelik kazandığını söyleyebiliriz. Komünde üst düzey görev üstlenenler tanınmış kişiler değil, halkın içindenlerdi. Bu nitelik Komünü güçlü kılmıştı. Enzo Traverso “Paris Komünü Neden 150 Yıl Sonra Bile Yankılanıyor?” isimli makalesinde:
“Devrimci yurtseverliğin bir ifadesi olarak doğan Komün “Her şehrin bir işin ucundan tutan yabancılara vatandaşlık hakkı tanımaya izin vermesi gerektiğini” bildirdi ve Fransa’nın başkentinde yaşayan binlerce göçmen, sürgün ve sığınmacının bütünleştiği “evrensel Cumhuriyet”in ilkelerine somut bir anlam kattı. Arşive kayıtlı 1725 yabancı Komün Üyesi birçok durumda önemli sorumluluklar aldılar: Komün ordusunun üçte ikisi önemli Polonyalı kumandanlar ve İtalyan lejyonunu içeren Ulusal Muhafızlar tarafından yönetiliyordu.” Ve göçmen Yahudi devrimci Leo Frankel de komünün unutulmaz isimlerinden birisiydi.
Paris Komününün Yahudi Bakanı Leo Frankel
Leo Frankel 28 Şubat 1844’te Macaristan’ın Obuda kentinde Almanca konuşan Aşkenaz Yahudisi bir ailede dünyaya geldi. Baba Albert Frankel Obuda tershanesinde doktordu. Fransız tarihçi ve işçi hareketleri araştırmacısı Julien Chuzeville’nin Leo Frankel hakkında kaleme aldığı biyografiye göre:
“Leo Yahudi işçilerin yoğun olduğu bir mahallede büyümüştü. İşçi mahallesinde yaşamak belki de zanaatkar yönünü keşfetmesine olanak tanımıştı. Bu sayede hangi ülkeye giderse gitsin kendisini geçindirecek işler bulabilmişti.”
Aile oğullarının zanaat öğrenmesini, kuyumcu olmasını istiyordu. Leo da uydu bu plana. 1860’ların başında Viyana’ya ve ardından Almanya’ya gitti. Sosyalist teorilerle tanıştığı yer kuşkusuz Münih’ti. Burada filozof aktivist Ferdinand Lassalle’in fikirlerine kendini kaptırmış, işçi örgütlenmelerinin parçası olmaya başlamıştır.
1864’te Londra’da kurulan Birinci Enternasyonal’in bir üyesi olan Frankel, biri Macar diğeri Danimarkalı iki arkadaşı ile birlikte örgütün Almanca konuşulan bölümünü Paris’te kurdu. İsviçre, Almanya ve Birleşik Krallık’ta bulunan aktivistlerle temas sağlayan Frankel örgütün aktif bir üyesi olmuştu. Karl Marx ile yakın teması da bu çalışmaların neticesinde gelişti.
Tarihçi Julien Chuzeville’ye dönersek: “Frankel Fransa’da Kapital’i ilk okuyanlardan birisiydi. O dönem sınırlı sayıda basılan Kapital, henüz Fransızcaya çevrilmediği için yalnızca Almanca olarak mevcuttu. Frankel, Paul Lafargue’ye sık sık gider ve Karl’ın kızı Laura Marx aracılığıyla bir Kapital cildi edinirmiş. Bu nedenle Enternasyonal’in kolektivist-devrimci akımının bir parçası olmuştur Leo Frankel. Her ne kadar Frankel ve Marx’ın ne zaman yazışmaya başladığını tam olarak bilemesek de Paris Komününün başlangıcına denk gelen bir yazışma arşivlerde mevcuttur.”
1870’in başlarında siyasi faaliyetleri ve Enternasyonal üyesi olması nedeniyle Paris’te tutuklanmıştı Leo Frankel. Müesses nizam Enternasyonal üyelerini mevcut düzeni bozmaya çalışan, gizli işler çeviren “tehlikeli” şahıslar olarak görüyordu. III. Napolyon’un Prusya birlikleri tarafından Sedan’da ele geçirilmesinden ve yeniden Cumhuriyet ilan edildikten 1 gün sonra 5 Eylül’de Leo Frankel serbest bırakıldı.
Savaş devam ederken sorumluları çok ağır eleştiriyordu ve Prusya’nın Paris’i işgal etmesiyle birlikte şehri savunmak için Ulusal Muhafızlara katıldı. Kent savunmasında ön saflardaydı. Komün Paris Belediye binasına kızıl bayrağı asıp şehrin yönetimini el geçirdiğinde hiçbir milliyet ayrımı yapmadı ve açıkça işçi sınıfının uluslararası birliğini savundu. Dahası da oldu. Çalışma bakanı olarak aslında Parisli olmayan göçmen bir Yahudi’yi, Leo Frankel’i seçmişti Komün. Karl Marx, “Fransa’da İç Savaş” adlı metninde, Komünün bir yabancı işçiyi bakan olarak seçmesiyle övünür; çünkü bu örnek alınması gereken güçlü bir enternasyonalist eylemdir.
Çalışma bakanı Leo Frankel ilk olarak iş gücünü işyeri sahiplerinin sömürüsünden kurtarmak için adımlar attı. Çalışma komisyonu Komünün Kadınlar Birliğine bağlanmıştı. Frankel’in şu sözleri tarihe geçmişti:
“Kadın erkek eşitliğine karşı yapılan tüm itirazlar, siyah ırkın kurtuluşuna karşı yapılan itirazlarla aynı türdendir. İnsan ırkının yarısının yetersiz olduğunu iddia ederek erkekler, kadının koruyucusu gibi görünmekle böbürleniyor. Bu iğrenç bir iki yüzlülük! Ayrıcalık engellerini kaldırın da neler olduğunu hep birlikte görelim!”
25 Mayıs’ta, Komünün Adolphe Thiers hükümetinin emrindeki Versailles birlikleri tarafından bastırıldığı “kanlı hafta” sırasında, Rue du Faubourg-Saint-Antoine’daki barikatta ciddi şekilde yaralandı Leo Frankel. Hayatta kalmasını kadın komünar Elisabeth Dmitrieff’e borçludur.
Eşitlik için kurulan Komün ne acı ki müesses nizamın emir erleri tarafından kuruluşundan 72 gün sonra kanlı bir şekilde dağıtıldı. Yaklaşık 20 bin Komün üyesi öldürüldü, 38 bini tutuklandı ve 7 binden fazlası sınır dışı edildi.
Leo Frankel İsviçre’ye kaçmayı başararak ölümden kurtulmuştur. Komünün bastırılmasından yıllar sonra tekrar Paris’e dönmüş ve 1896 yılında bir zamanlar ütopyanın kapısının aralandığı, gökyüzünün fethedildiği o şehirde hayata gözlerini yummuştur.
1871 Paris Komünü sırasında ve sonrasında, Fransa’da, Avusturya-Macaristan’da, Almanya’da ve hatta Birleşik Krallık’ta işçi haklarının boyun eğmez bir savunucusu olan Leo Frankel’in adı doğduğu ülke Macaristan’da bir sokağa verilmiştir. 90’lı yıllarda başlatılan ve sağcı Viktor Orbán’ın partisi Fidesz’in 2010’da iktidar olmasıyla yaygınlaştırılan “komünist figürlerden arındırma” politikasına rağmen sokak ahalisinin başka isim istemiyoruz çıkışıyla Leo Frankel sokağı günümüzde hâlâ korunmaktadır.
Melike Karaosmanoğlu
*Bu yazı 18 Mart 2023’te Avlaremoz sitesinde yayınlanmıştır.
Marx, işçi hareketinden ders almak zorundaydı. Önemli bir olay, Haziran 1844'te Almanya'da yaşandı. Silezya bölgesinde dokumacıların isyanı çıktı. Bu isyanda işçiler, ücretlerinin düşürülmesine neden olan makineleri parçaladılar. Tekstil tüccarlarının merkezlerinden birine doğru yürüyüşe geçen 3.000 kişilik silahsız işçileri durdurmak için askerler çağrıldı; 11 işçi vurularak öldürüldü, 24 işçi ağır şekilde yaralandı. Başlangıçta işçiler direndi ve askerleri kovaladı, ancak ertesi gün üzerlerine piyade, topçu ve süvari birlikleri gönderilince yenildiler.
Marx'ın eski radikal arkadaşlarından Arnold Ruge, işten çıkarılmalarla ilgili bir makale yayınladı ve “zayıf dokumacılarla başa çıkmak için yalnızca birkaç askere ihtiyaç olduğunu” yazdı. Marx ise tam tersine, demokrasi hareketinin güçsüzlüğüne kıyasla Alman işçilerinin teorik ilerlemeleri ve militanlıklarından bahsederek, işçilerin direnişini övdü.
İlk kez işçilerin kendi eylemlerine vurgu yaparak şunları söyledi: "Sadece sosyalizm felsefi bir insanın içinde düşüncelerine karşılık gelecek eylemi bulabileceği bir şeydir; bu nedenle proletarya özgürlüğünün etkin unsurunu ancak sosyalizmde bulur...”
Şimdiye kadar Marx kendini bir komünist olarak tanımlıyordu ve işçi hareketini keşfetmekle uğraşıyordu. Onun 1844 Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları, Marx'ın eski yaklaşımlarıyla yeni fikirlerinin kaynaşmış unsurlarını içerir: “Özel mülkiyet fikrinin yerini almak için komünist fikirler yeterlidir, ancak gerçekte özel mülkiyetin yerini almak için gerçek komünist faaliyetler gerekiyor. Fransız sosyalist işçileri bir araya geldiklerinde, insanların kardeşliği boş bir söz değil, bir gerçekliktir ve insanın asaleti, onların emekle yıpranmış bedenlerinden üzerimize parlar.”
İşçiler hala mağdur olarak görülüyordu, ancak aynı zamanda da yoksunluklarına karşı mücadele etmeye yönlendirilen gruplardı.
Engels’in katkısı
İşçi mücadelelerine verdiği desteğin yanı sıra, ikinci önemli faktör, Marx'ın Ağustos 1844'ten itibaren Engels ile olan dostluğuydu. Engels, tekstil üreticisi babasının Peter Ermen firmasıyla ortaklığa girdiği Manchester'daki fabrikalardan kısa bir süre önce dönmüştü.
Engels, Marx gibi, Hegel ve demokrasi hareketini iyi tanıyordu, ancak daha çok endüstriyel kapitalizmin gerçekliğiyle ilgiliydi. Manchester'da bulunduğu süre boyunca “Chartist”lerin toplantılarına katıldı ve bölge liderlerinden biri olan James Leach ile yakınlaştı. Onun aracılığıyla da Engels, satışı on binlerce olan en yüksek tirajlı işçi gazetesi Northern Star'ın arkasındaki itici güç George Julian Harney ile tanıştı. Ayrıca radikal Alman göçmenlerin oluşturduğu gizli bir topluluk olan “League of the Just” üyeleriyle tanışmak için Londra'ya da gitti.
Kurtarıcılara ihtiyaç yok
Marx-Engels ortaklığının ilk ürünü olan Kutsal Aile, tam da işçilere karşı kibirli tavırlarıyla bilinen eski felsefi düşünürleri hedef aldı: “Eleştirel Eleştiriye [yani Genç Hegelcilerin çalışmasına] göre, tüm kötülük işçilerin 'düşüncesinde' yatmaktadır. Ancak, örneğin Manchester ya da Lyon’daki atölyelerde çalışan çok sayıdaki komünist işçi, ’saf düşüncenin' patronlarıyla olan ilişkilerini ve pratik aşağılamalarını açıklayabileceğine inanmıyorlar.”
Başka bir deyişle: "proletarya kendini özgürleştirebilir ve özgürleştirmelidir". Bu aşamada Marx, Parisli otoritelerin dikkatini çekiyordu. Kutsal Aile basılmadan önce Marx, Fransa'dan sürülmüş ve Brüksel'e taşınmıştı. Burada iki devrimci, el yazması bir eser ortaya çıkardılar; “Alman İdeolojisi”. Eser, işçilerin gerçek mücadelesine bağlı bir komünizm vizyonu sunuyordu: “Toplumdan dışlanan, diğer tüm sınıflara karşı en kararlı düşmanlığa zorlanan bir sınıf ortaya çıkıyor; toplumun çoğunluğunu oluşturan bir sınıf ve temel bir devrimin gerekliliği bilincinin, komünist bilincin yeşerdiği bir sınıf.”
Bu bilincin, "elbette, bu sınıfın durumunun düşünce yoluyla diğer sınıflar arasında da ortaya çıkabileceğini" ekliyor. Brüksel'deyken, Marx tam da bu bakış açısını benimseyecek ve Komünist Yazışma Komitesini, işçilerin kendi özgürleşmesi ilkesini somutlaştırarak inşa edeceği sonraki birkaç siyasi örgütün embriyonik biçimini oluşturacaktı.
Bu ilke o kadar merkeziydi ki, iki devrimcinin yirmi yıl sonra kurulmasına yardım edeceği Uluslararası Emekçiler Birliği tüzüğünün başına şöyle yazmıştı: “İşçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendi eseri olacaktır.”
Joseph Choonara
Socialist Worker’dan Çeviren: TN
Devrim, sıklıkla savaşları takip etmiştir tarihte.
Sıradan zamanlarda emekçi kitleler, köle emeklerini uysalca icra ederek, alışkanlıkların büyük gücüne teslim olarak günbegün çalışırlar. Kapitalizme sadakatle hizmet ettiren bu alışkanlıklar olmasaydı, hiçbir şef, polis, gardiyan ya da cellat kitlelere boyun eğdiremezdi.
Kitleleri işkenceden geçiren ve imha eden savaş, insanları tek bir darbeyle alışıldık durumlarından koparır, en geri ve karanlık unsurları bir gök gürültüsüyle uyandırır, kendi durumlarını değerlendirmeye, etrafa bakmaya zorlar ve bu sebeple yönetenler için de tehlikelidir.
Savaş ve Devrim
Milyonlarca emekçiyi ateşlere atan yöneticiler, alışkanlıkların yerine vaatlere ve yalanlara başvurmak zorunda kalır. Burjuvazi savaşını kitlelerin cömert ruhu için kıymetli tüm özelliklerle resmeder: Savaş “Özgürlük” içidir, “Adalet” içindir, “Daha İyi Bir Hayat” içindir! Kitleleri en derinlerine kadar karıştıran savaş, sürekli olarak onları kandırarak sonlanır: yeni yaralar ve zincirlerden başka hiçbir şey getirmeyerek. Bu sebeple savaşın yarattığı kandırılan kitlelerin gerginliği, sıklıkla yönetenlere karşı bir patlamaya yol açar; savaş devrimi doğurur.
On iki yıl önce, Rus-Japon savaşı sırasında bu yaşanmıştı: savaş insanların memnuniyetsizliğini artırdı ve bu 1905 devrimine yol açtı.
Kırk altı yıl önce, Fransa’da da bu yaşanmıştı. 1870-71’deki Fransa-Prusya savaşı, işçilerin başkaldırısına ve Paris Komünü’nün oluşumuna yol açtı.
Komün
Paris işçileri burjuva hükümeti tarafından silahlandırıldı ve başkentin Alman birliklerine karşı korunması için Ulusal Muhafızlar olarak örgütlendi. Fakat Fransız burjuvazisi, Hohenzollern’in birliklerinden ziyade kendi proletaryasından korkuyordu. Paris teslim olduktan sonra, Cumhuriyetçi hükümet, işçileri silahsızlandırmaya yeltendi. Ama savaş içlerindeki isyan ruhunu çoktan uyandırmıştı. Savaştan önceki aynı tezgahlara dönmek istemediler. Parisli işçiler ellerindeki silahları teslim etmeyi reddettiler. Silahlı işçiler ve hükümetin askeri birlikleri arasında çatışma çıktı. Bu 18 Mart 1871’de gerçekleşti. İşçiler galip gelmişti: Paris ellerindeydi ve 28 Mart’ta başkentte Komün olarak bilinen bir işçi hükümeti tesis ettiler. Komün’ün ömrü uzun sürmedi. Kahramanca bir direnişin ardından, 28 Mayıs’ta Komün’ün son savunucuları da burjuva yanlılarının saldırısı karşısında düşmüştü. Devam eden haftalarda ve aylarda, proleter devrimin katılımcılarına karşı kanlı misillemeler yapıldı. Fakat, kısa süreli varlığına rağmen Komün, proletaryanın mücadele tarihindeki en büyük olay olarak yerini aldı. Dünya proletaryası ilk kez, Parisli işçilerin deneyimlerine dayanarak, proleter bir devrimin ne olduğunu, amaçlarının neler olduğunu, hangi yolların izlenmesi gerektiğini görebilmişti.
Komün’ün Kazanımları
Komün, tüm yabancıların işçi hükümetine seçilebilmesini onaylayarak işe başladı. Komün şunu ilan etmişti: “Komün’ün bayrağı, Dünya Cumhuriyeti’nin bayrağıdır”
Komün, devleti, dini okulları tasfiye etti, idam cezasını kaldırdı, Vendome Sütunu’nu (şovenizm anıtı) kaldırdı, tüm görev ve mevkileri halkın gerçek hizmetçilerine devretti, maaşları bir işçi maaşını geçmeyecek şekilde tanzim etti.
Üretimi toplumsal temelde başlatmak için, ürkek kapitalistler tarafından kapatılan tüm fabrika ve imalathanelerde sayım başlattı. Bu, ekonomik yaşamın sosyalist organizasyonu için atılan ilk adımdı.
Komün, önerilen önlemleri yerine getiremedi, ezilmişti. Fransız burjuvazisi, “ulusal düşmanı” olan fakat birden sınıf müttefiki haline gelen Bismarck’ın işbirliğiyle, gerçek düşmanı işçi sınıfını kana boğdu. Komün’ün planı ve görevleri gerçekleşmemişti. Bunun yerine, tüm dünyadaki proletaryanın gerçek evlatlarının kalbine girdiler, mücadelemizin devrimci antlaşması haline geldiler.
Ve bugün 18 Mart 1917’de, Komün’ün sureti hiç olmadığı kadar açıkça önümüze çıkmakta; zira uzun bir aradan sonra, bir kez daha büyük devrimci mücadeleler çağına girdik
Dünya savaşı, on milyonlarca emekçiyi içinde çalıştıkları ve kök saldıkları alışıldık koşullardan kopardı. Bu şimdilik sadece Avrupa’da böyleydi, yarın aynı şeyleri Amerika’da da göreceğiz. Daha önce emekçi kitlelere hiç böyle vaatler verilmemişti. Daha önce hiç böylesine gökkuşakları belirmemişti emekçiler için. Daha önce bu savaşta olduğu gibi gururları okşanmamıştı. Sermaye sahipleri “vatan müdafaası” yalanını savunmak için halktan bu kadar çok kan talep etmemişlerdi. Ve emekçiler daha öncesinde böylesine kandırılmamış, ihanete uğramamış ve eziyet görmemişti.
Dünya Savaşı
Kan ve çamurla dolu siperlerde, açlıktan kıvranan kentler ve köylerde, milyonlarca yürek kızgınlık, çaresizlik ve öfkeyle atmakta. Ve bu duygular sosyalist fikirlerle ilişkilenerek devrimci bir ateşe dönüşüyor. Yarın alevler işçi kitlelerin güçlü ayaklanmalarında ortaya çıkacak.
Rusya proletaryası büyük Devrim yoluna çoktan koyuldu ve bunun etkisiyle dünyanın görüp görebileceği en rezil despotizmin temellerini yıkıyor ve parçalıyor. Rusya’da devrim, tüm Avrupa ve tüm dünyadaki proleter ayaklanmaların habercisidir.
Komün’ü hatırla! Biz, sosyalistler, isyankâr işçi kitlelere şunu söyleyeceğiz: Burjuvazi dışardaki düşman için sizi silahlandırdı. Parisli işçilerin 1871’de reddettiği gibi, silahlarınızı teslim etmeyi reddedin! Karl Liebknecht’in çağrısına kulak verin ve bu silahları gerçek düşmanınıza, kapitalizme çevirin! Devlet mekanizmasını ellerinden koparın! Onu, burjuvazinin baskı aracından işçi sınıfının özyönetim aygıtına dönüştürün! Bugün, Komün zamanındaki atalarınızın olduğundan çok daha güçlüsünüz. Tüm parazitleri tahtlarından indirin! Topraklara, madenlere, fabrikalara kendi kullanımınız için el koyun. Çalışmada kardeşlik, emeğin meyvelerinden faydalanmada eşitlik!
Komün’ün bayrağı, Dünya Emek Cumhuriyetinin bayrağıdır!
(Yukarıdaki makale, Amerika’da yazılmış ve 17 Mart 1917’de New York’ta çıkan Novy Mir’de yayınlanmıştır.)
Çeviri: Ozan Ekin Gökşin
İşçilerin kendilerini özgürleştirmeleri gerekiyor. Joseph Choonara, radikal siyasete bu zor kazanılmış ve en özgün katkıyı vurgulamamız gerektiğini belirtiyor. Yazı dizisinin 1. bölümü:
Karl Marx her ne idiyse, kesinlikle ilk antikapitalist olduğunu iddia edemeyeceğinin farkındaydı. Saint-Simon, Charles Fourier ve Robert Owen gibi ütopik sosyalistler Marx'tan çok önce kapitalizme duydukları nefreti dile getirmişlerdi. Marx ve Frederick Engels için onlar, Engels'in “ideal bir toplumun hayal gücü yoluyla uydurulması" dediği şeyle uğraşan gerçekten de işçi sınıfının ilk büyük teorisyenleriydiler.
Marx’ın sınıf mücadelesini keşfettiği de iddia edilemez. Bir dizi düşünür, kapitalizmin yıkılmasını savunmasa da, bu düşünceye çoktan ulaşmıştı. 1848’de devrimle yıkılmadan önce Fransa başbakanı olan François Guizot, sınıflar arası mücadeleyi tarih yazılarının merkezine yerleştirmişti. Fransız Devrimi'ne giden yolda, burjuvazinin öncüleri olan kentli burjuva sınıfının yükselişini ve feodal egemen sınıflarla yaşadıkları çatışmalarının izini süren Guizot, tarihin itici gücünü bu çatışmalardan aldığını ileri sürmüştü.
Zaten 1845'te Marx, işçi sınıfı ve mücadeleleri hakkında yeni bir anlayış geliştiriyordu. Çünkü Engels'le birlikte Marx'ın ilk kez farkına vardığı ve sistematik olarak ayrıntılandırdığı şey, proletaryanın eşsiz devrimci potansiyeliydi. Bu, yoktan var edilen bir keşif değildi. Kristof Kolomb'un Amerika'yı "keşfine" daha çok benziyordu: orada zaten yaşayan insanlar vardı. Marx ve Engels sadece sınıfın öğretmenleri değillerdi; önce işçi sınıfının mücadelelerinden dersler çıkarmaları gerekiyordu.
Marx'ın siyasi sorularla ilk ilgisi, 1830'ların sonlarında ve 1840'ların başlarında felsefe öğrencisiyken başladı. Genç Hegelciler olarak bilinen filozof Georg Hegel'in haleflerinden bazıları, yazılarından radikal sonuçlar çıkarıyorlardı. Hegel'in felsefi sistemi karmaşıktır ve anlamı, ortaya çıkışından beri tartışılmaktadır, ancak özünde filozofun dediği gibi “Gerçek olan her şey rasyoneldir; ve rasyonel olan her şey gerçektir.” Rasyonel, o zamanlar Almanya'da çok büyük bir güç olan baskıcı Prusya devleti ve bürokrasisi ile özdeşleştirilebilir. Alternatif olarak, feodal siyasi yapıları paramparça eden ve liberal fikirleri kıtaya yayan Fransız Devrimi'nin radikal dürtüsüyle de tanımlanabilir.
Bir çağda rasyonel görünen şey, bir başka çağda, rasyonelliğinin geçici ve kısmi olduğu teşhir edildiğinde yıkılabilirdi. Engels'in ifadesiyle, "Ama Hegelci felsefenin gerçek önemi ve devrimci karakteri tam da burada yatıyor, o, insan düşünce ve eyleminin kesinliğine ölümcül bir darbe indirdi." Ayrıca Hegel, görünüşte tutarlı olan sistemlerin içerdiği çelişkileri, değişimin motoru olarak görmüştür.
Bu, o zamanlar bir ulus devlet olamayan ve İngiltere gibi ülkelerdeki endüstriyel kapitalizmi yaşamamış Almanya'nın, muhafazakarlığına ve geri kalmışlığına karşı çıkan radikal entelektüeller için bariz bir çekiciliğe sahipti. Radikallikeri, birçok Genç Hegelciyi bir dizi siyasi soruyla yüzleşmek zorunda kaldıkları demokrasi hareketine sokacaktı.
1842'de Marx, Prusya'daki en radikal demokrat gazete olan Rheinische Zeitung'da gazeteci olarak kariyerine başlıyordu. Çok sonraları, "1842-3 yıllarında kendimi maddi çıkarlar olarak bilinen şeyleri tartışmak zorunda kaldığım için utanç verici bir durumda buldum" diye düşündü. Bu, siyasi tartışmalarda söz konusu olan sosyal gerilimlerin giderek daha fazla belirginleşmesine yol açtı. Odun hırsızlığı, kaçak avlanma ve toprak bölünmesi yasaları gibi konuları ele alan bir dizi makale üzerinde çalışan Marx, bu tartışmalardaki farklı konumları giderek “her sınıfın karakteristik görünümü” ile özdeşleştirdi.
Rheinische Zeitung, radikal içeriği nedeniyle artık yetkililerin dikkatini çekiyordu. Rakip bir dergi, onu komünizmle flört etmekle suçladı. Marx itiraz etti: "Rheinische Zeitung, komünist fikirlerin pratik gerçekleşmelerini arzulamak şöyle dursun, bugünkü biçimleriyle teorik geçerliliğini bile kabul etmiyor.” Yine de, artık geniş çapta tehlikeli bir aşırılık yanlısı olarak görülen Rheinische Zeitung ve editörü için zaman tükenmişti. Ancak Marx'ın Paris'e sürgünü, onu çok daha gelişmiş bir sosyalist hareketle buluşturdu. Fransız sosyalistlerin ve Alman göçmen gruplarının toplantılarına şevkle katıldı.
Marx'ın düşüncesindeki değişim, 1843 ve 1844'ün başlarındaki bir dizi yazısına yansır. Marx, devrimi savunmaya ve işçileri Almanya'daki mücadelenin anahtarı olarak tanımlamaya başlar. İşçilerin çektiği acılara ve bu perişan kitleyi felsefenin entelektüel silahıyla kaynaştırma gerekliliğine vurgu yapıyordu: "Peki Almanyanın kurtuluşunun gerçekleşme olasılığı nerede? Cevap veriyoruz: evrensel acıları nedeniyle evrensel bir karaktere sahip radikal zincirleri olan bir sınıfın oluşumunda. Bu kurtuluşun başı felsefedir; kalbi proletaryadır.”
Yine de bir yıl içinde, Marksizmin en temel kavramı - işçilerin kurtuluşu - belirginleşmeye başladı; ancak mevcut sosyalist literatür çok yardımcı olamadı. Marx'ın düşüncesinin gelişimi üzerine seçkin çalışmasını “Karl Marx'ın Devrim Teorisi” başlığıyla yayınlanan Hal Draper şuna dikkat çekiyor: "O tarihlerde bilinen herhangi bir istisnası olmaksızın ilk sosyalist ideologlar, yeni düzenin, kitleler için 'iyilik yapacak' yardımsever seçkinler tarafından yukarıdan bir sosyalizmle kurulacağını savunuyorlardı."
Marx, işçi hareketinden ders almak zorundaydı.
► Yazının 2. bölümü Sosyalist İşçi sonraki sayısında yayınlacak. Sitemizden takip edebilirsiniz.
Nick Clark yazısında Yapay Zeka’nın (YZ) hayatlarımızı nasıl etkilediğini sorguluyor ve sınırlarını tahlil ediyor.
Robotlar işlerimizi çalıyor! Uzmanlar yaygın işsizlik uyarısında bulunurken YZ istilası ufukta yükseliyor. Bunu ben yazmadım. ChatGPT adlı bir yazılıma bu makaleyi benim yerime yazmasını söyledim ve o yazdı.
ChatGPT YZ yazılımlarına etkileyici bir örnek. Kasım ayının sonunda yayınlandı ve çevrimiçi olarak denemek bedava. Yalnızca birkaç saniye içinde dilediğiniz her şeyi yazabiliyor; bu ister bir mektup, ister bir senaryo, ister bir öykü, ister bir şarkı, bilgisayar kodu veya isterse bir gazete makalesi olsun. Ayrıca bilmek istediğiniz şeyleri, çoğu zaman bir Google aramasından daha hızlı biçimde derli toplu birkaç paragraf içinde size söyleyebiliyor.
Aynı şirketini ürünü olan Dall-E de benzer ölçüde etkileyici bir yazılım. Bu ise metin yerine görsel üretiyor.
ChatGPT’nin piyasaya sürülmesini takip eden günlerde, bir yığın gazete yazısında YZ’nın o veya bu meslekleri ortadan kaldırıp kaldıramayacağına dair türlü türlü varsayımlar yapılıyordu. Şu sıralar ise aynı gazeteler daha ziyade kurnaz öğrencilerin bunu ödevlerinde kopya çekmek için kullanabileceğinden endişe edilmekte. Bunu bilemiyorum ama bu programa ders planlarını ve ödev kağıtlarını yazdırabileceğini söyleyen bir öğretmen tanıyorum.
Teknolojideki her gelişme gibi YZ da esasen yaptığımız işlerin angaryasını, stresini ve zorluklarını azaltmak, bizleri bunları yaparken harcadığımız onlarca saatten kurtarmak için kullanılabilir. Ancak kapitalizm altında gerçekleşen her teknolojik gelişme gibi bunlar için kullanılmayacak.
ChatGPT hakkında yapılan yorumların neredeyse hiçbirinin hayatı iyileştirme potansiyeli üzerine olmayışı dikkate değer. Tartışma daha ziyade YZ’nın insanların işlerini ellerinden almak için kullanılıp kullanılmayacağı etrafında dönüyor. Yahut İşçi Partisi milletvekili Darren Jones’un deyişiyle bu işleri “çoğaltması” ihtimali üzerinde duruluyor.
Çoğaltmak ile kastedilen bunların bizleri daha “verimli” hale getirmek, daha az ücret karşılığında bizden daha da fazla kâr elde etmek için kullanılması ihtimali. Aslına bakarsanız şimdiden ikisini de yapıyor. Chatbot’lar daha şimdiden bir zamanlar çağrı merkezi işçilerinin yaptığı işleri yapmaya başladılar.
Ve henüz geçtiğimiz hafta Kanada’da bir mahkeme, bir YZ casusluk yazılımının bir işçinin “işle alakalı uğraşlara” yeterince zaman harcamadığını tespit etmesinin üzerine, işçinin “zaman hırsızlığı” yaptığı sonucuna vararak bu zamanın karşılığını patronlarına tazmin etmesini kararlaştırdı.
Tüm bunlar büyük şirketler. Örneğin OpenAI, çeşitli şirketlerden yazılımlarını kullanmaları karşılığında 1 milyar dolar gelir elde etmeyi hedeflediğini açıkladı.
Ancak günün sonunda tüm bunlar her şeye rağmen insan emeğinin ve çabasının ürünü.
Her şeyden önce ChatGPT de Dall-E de internetten toplanan artık veri üzerinden “öğreniyor”. Bununla birlikte kendi kullanıcılarının bu yazılımlarla girdikleri etkileşimin sonucu olarak sağladıkları görsel ve metin cinsinden veriyi topluyor ve kullanıyorlar. Bunların tümü insanlar tarafından üretilen ve internete konulan veriler sonuçta.
Dahası, yazılımların tüm bunları yapabilmesi için insanların onları programlaması, nereye bakacağını, bulduğu veriyi nasıl saklayıp isimlendireceğini söylemesi gerekiyor. ChatGPT ve Dall-E’nin bu veriyi yorumlayabilmek ve bir kullanıcının komutuna yanıt vermek için kullandığı algoritmaları da yine insanlar yazıyor.
YZ yazılımları pek çok şeyi insanlardan daha hızlı veya daha iyi yapabilir. Ancak bunu biz olmadan yapamazlar. Bu bize insan emeğinin değeri ve vazgeçilmezliği ile alakalı bir şeyler söylüyor.
En temel seviyede hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğumuz temel gereksinimleri karşılamak için çalışmamız gerekiyor. Kapitalizmde ise buna ilave olarak kapitalistlerin kâr için alıp sattığı şeyleri üretmek için de çalışmamız gerekiyor. İnsan emeği olmaksızın hiçbir şey üretilemezdi. Bu ister rafları ve depoları dolduran fiziksel mallar olsun, ister depolanan ve internette alınıp satılan veriler olsun, isterse ikisini de üretmek için gereken makinalar olsun.
Tüm bunların üretimi için gereken altyapı ve hizmetler de yine insan emeği olmadan var olamazdı. Tüm bunları gören Karl Marx, emtianın üretimi için üretime harcanan emeğin bunların değerini belirleyen esas unsur olduğu sonucuna vardı. Toplumsal olarak belirlenen seviyede, sıradan bir işçinin ortalama gereçlerle harcadığı emek arttıkça metanın fiyatı da artıyordu.
Eğer bir patron veya bir şirket ürettiği ürünü değerine satacaksa, ancak işçilere ürettikleri değerin çok küçük bir kısmını geri ödeyerek kâr edebilir. Geriye kalan ise kârın kaynağıdır. Ve çok geçmeden fark edeceklerdir ki, eğer ürünleri daha hızlı ve emeğe daha az para harcayarak üretmeyi becerebilirlerse, daha da çok kâr edebilir ve rakiplerini geride bırakabilirler.
Dolayısıyla patronlar her daim üretimi hızlandıracak, işçilerden daha fazlasını almalarını veya onların bir kısmından tümüyle kurtulmalarını sağlayacak teknolojilerin peşinde koşarlar. Ve bu kısa vadede onlara öncekinden daha fazla para kazandırabilir. Fakat bu teknolojiye yatırım yaptıklarında aslında yaptıkları bu teknolojiyi üretirken harcanan emeğin ücretini ödemekten başka bir şey değildir. Teknoloji yatırımı, yaşayan, insan emeği değildir, “ölü emektir” ve yeni değer üretemez.
Tam tersine, metaı üretmek için gereken insan emeği azaldığı için değeri de azalacaktır. Sonuç olarak teknolojiye ve ölü emeğe harcanan miktar kârlardan yemektedir.
Bu da demek oluyor ki kapitalizm ne kadar insan emeğini teknolojiyle ikame etmeye çalışırsa o ölçüde krize sürüklenir. Kapitalizmin pek çok kökten dönüştürücü teknolojik gelişmeye rağmen insan emeğine olan bağımlılığını aşamamasının sebebi de budur. İşçilerin yaptığı bir işi teknolojiyle ortadan kaldırsa bile, aynı teknoloji başka bir yerde başka işçilere gereksinim duymaya devam eder.
ChatGPT’ye bununla ilgili ne düşündüğünü sordum, “asil ve önemli bir hedef” diye cevapladı.
YZ’nin kökü de insan emeği olduğundan, kaçınılmaz olarak insan emeğinin kapitalizmde üretmeye koşulduğu en kötü şeyleri yansıtır ve vurgular. Bunun en bariz örneği ise bazı YZ üretimi görsellerde görülebilir.
Lensa kullanıcılarına YZ üretimi, kendilerinin idealize temsilleri olan “sihirli profil fotoğrafları” satan bir uygulama. Kullanıcı bir takım selfie’ler yüklüyor ve uygulama kendi görsel veri tabanını kullanarak yüzlerce fantezi portresi meydana getiriyor.
Ancak Lensa erkekleri astronot veya süper kahraman olarak resmederken, kadın kullanıcılar uygulamanın kendilerinin salt cinselliği çağrıştıran özelliklerini vurguladığını düşünüyor. Uygulama kadınları büyük göğüslü ve çoğunlukla çıplak veya cinselliği çağrıştıran pozlarda tasvir ediyor. Siyah kadınlar ise çoğu zaman fiziksel özelliklerinin Avrupalılaştırıldığını, ten renklerinin açıldığını gözlemlemiş. Asya kökenli bir teknoloji muhabiri olan Melissa Heikkila da sonuçlarının aşırı derecede cinsel çağrışımları ön plana çıkardığını ve kendisine neredeyse hiç benzemediğini ifade ediyor.
Lensa gibi uygulamaların yaratıcıları, YZ’nın sadece internetten topladığı veriyi yansıttığını söylüyorlar. Ve bu bir yere kadar doğru. Lensa ve diğer popüler uygulamalar Laion-5B isimli bir açık kaynaklı görsel veri tabanını kullanıyor. Heikkila veri tabanında Asyalı kelimesini arattığında karşılaştıklarını şu şekilde ifade ediyor: “Çıkan tek şey pornoydu. Bolca porno. YZ’nın ‘Asyalı’ kelimesiyle ilişkilendirdiği tek şey çıplak Doğu Asyalı kadınlarmış.”
İnternet, kadınların vücutlarını ve cinselliklerini alınıp satılacak ürünlere dönüştüren devasa bir porno endüstrisine ev sahipliği ediyor. Bu endüstrinin ürünleri cinsiyetçi ve ırkçı kalıpların en beter ve bayağı hallerini yansıtıyor ve bunları olabilecek en uç noktalarına taşıyor. Ve bu sadece pornografi ile sınırlı değil. Reklam sektörü, medya, kısacası toplumun her bir parçası ırkçı fikirlerin ve kadınların toplumdaki rolüne dair önyargıların izini taşıyor. YZ yazılımları ise tüm bu birikimi midesine doldurup üzerimize geri kusuyor. Ancak bu, programcılarının sorumluluğu olmadığı anlamına gelmemeli.
Sonuç olarak yazılımlarının topladığı veriyi onlar kontrol ediyorlar. Giren veriyi filtreleyebilirler ve çıktıyı kontrol etmeleri pekâlâ mümkün.
Belki de YZ yazılımlarının sürekli pornografi yeniden üretmesinin sebebi üreticilerinin amaçlarına çok uygun düşmesinden kaynaklanıyordur. Tıpkı tükettikleri malzeme gibi, aynı zamanda kâr için bedenleri metalaştırıyorlar.
Onların YZ’sının girilen kelimenin en kötü ve en bayağı anlamlarını yeniden üretiyor oluşu hiç de şaşırtıcı değil.
Nick Clark
Socialist Worker’dan çeviren: Deniz Güngören
Yokoluş İsyanı (Extinction Rebellion/XR) çekim alanını genişletmeyi istediğini söylüyor, fakat öte yandan hayatın akışına müdahale eden eylemlerden vazgeçiyor. Sophie Squire diyor ki bu ikisi bileşik olmalıdır ve işin anahtarı işçilerin gücüdür.
Yokoluş İsyanı’nın yakınlarda yayınladığı “İstifa Ediyoruz” açıklaması, ekolojik çöküşü durdurmak için ne gibi taktik ve stratejilere ihtiyaç olduğuna dair tartışmayı tırmandırdı. Grup, karakteristik özelliği haline gelmiş olan sivil itaatsizliğe dayalı yöntemlerinden en azından geçici olarak uzaklaşmayı hedefliyor.
Grubun pek çok önde gelen sözcüsü, böylesi eylemlerin antipati uyandırmaya başladığını ve değişimi kazanma gücü olan etkili bir hareketin önünü tıkadığı yönünde tartışıyor. Üç yıldır Yokoluş İsyanı aktivisti olan Jon, gazetemize yaptığı açıklamada “Bu bildiri, daha çok insanın faaliyete katılması için çıtayı düşürmek anlamına geliyor” diye konuştu: “Bu şekilde Yokoluş İsyanı’nın eylemlerinin parçası olmak için önceden belirlenmiş bir yol izlemenizin gerekmediği herkese malum olacak. Tutkal şişelerini bir kenara bırakıyoruz ve kitle eylemlerini ön plana çıkarıyoruz. Umuyoruz ki bu herkesin 21 Nisan’da meclisin önüne gelmesini sağlayacaktır.”
Sosyalistler, değişim için hem kitle eylemlerini hem de doğrudan eylemliliği savunurlar. Ve çoğu zaman en etkili hareketler bu ikisini birleştirirler.
2003 yılındaki büyük savaş karşıtı hareket, hem uluslararası eylem günü olarak 15 Şubat’ta hem de savaşın başladığı gün milyonların sokaklara taştığına şahit oldu. İnsanlar yolları kapadılar ve katliama karşı öfkelerini ifade etmek için çok geniş alanlarda hayatın akışını durdurdular.
Günün sonunda bu eylemler tek başına savaşı durdurmak için yeterli değildi. Ama özellikle İngiltere’de birlikte mücadeleyi ve emperyalizm karşıtı bir genel havayı miras bıraktı.
Bu eylemler hükümetlerin yeni işgaller düzenlemelerini zorlaştırdı. Bununla birlikte geniş kitlelerin gözünde savaşın “insani yardım için müdahale” olduğu yönündeki yalanları ayyuka çıkardı.
1990 Mart’ında gerçekleşen, Kelle Vergisi’ne eylemi ve isyanı uzun süreli ödeme reddi ve militanca eylem dalgasının üzerine gelip bu vergi uygulamasının kaderini belirlemişti. Ayrıca Margaret Thatcher’ın Muhafazakâr Parti liderliğinden atılmasında da elzem rol oynamıştı.
1999’da ABD’de gerçekleşen, Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü binasının önündeki öfkeli eylemler ise antikapitalist mücadeleye yeni bir uzuv kazandırmıştı.
Doğrudan eylemlilik ise geniş isyan dalgalarının fitilini ateşleme potansiyeli taşır. Sıradan insanların neyin mümkün olduğuna dair kabullerini alaşağı ederek başkaları sistemi bizler için yönetirken arkamıza yaslanıp yasalara uymaktan başka bir çaremiz olmadığı düşüncesini aşındırır.
Devleti şaşkına çevirebilir, mücadeleye medyanın ilgisini toplayabilir ve önemli tartışmaları ateşleyebilir. Amerikan yerlilerinin 2016’da Standing Rock’ta gerçekleştirdiği, yeni petrol hatlarına yönelik eylemler yeni bir ekoloji direnişi dalgasının fitilini ateşlemişti.
İklim felaketine karşı Fridays for Future öğrenci eylemleri bireysel ve yerel nitelikte başlamıştı. Fakat genişleyerek küresel ölçekte bir ağa ve direnişin odak noktası haline dönüşerek iklimle ilgili tartışmayı tümüyle değiştirdi. Yani sonuç olarak basitçe “sadece yürüyün” demek de “sadece yolda oturun” demek de iyi bir fikir değil.
Yokoluş İsyanı’nın açıklaması büyük bir tehlike barındırıyor. Sivil itaatsizlik kimilerine “itici geliyor” düşüncesi, bazı grevleri desteklememek için bir sebebe dönüşebilir. Örneğin NHS (Ulusal Sağlık Hizmetleri) grevleri hiç şüphesiz kamu düzenini bozan grevlerdir ve kaçınılmaz olarak sıradan insanların gündelik hayatını etkiler, fakat tümüyle meşru grevlerdir.
Kitlesel eylemler de doğrudan eylemlilik de yalnızca yönetenler üzerinde basınç yarattıkları için değil aynı zamanda insanların kendilerini nasıl gördüklerini değiştirebildikleri için önemlidirler.
Yüzbinlerin katıldığı bir eylemin parçası olmak insana bir kolektif güç hissi verir. Kimi zaman insanlar büyük eylemlere katıldıklarında daha agresif doğrudan eylemliliklerin de parçası olabilecek kadar cesaretlenebilirler.
Bunun iyi bir örneği UCU (Üniversite ve Kolej Çalışanları Sendikası) ve Ulusal Öğrenci Birliği’nin 2011 yılında öğrenci harçlarındaki artışa karşı düzenledikleri eylem. Eylem öncesinde yaklaşık 15.000 kişinin geleceği öngörülüyordu. Ancak 50.000’den fazla öğrenci eyleme akın etti öfkelerinin ifadesi olarak Milibank Kulesi’ndeki Muhafazakâr Parti genel merkezini işgal ettiler.
Yokoluş İsyanı’nın 2019’daki ilk Uluslararası İsyanı’na hem kitlesel katılım oldu hem de Londra’nın merkezini tümüyle kilitleyen bir sivil itaatsizlik vardı. Sokakları boşaltmak günler aldı. Bu isyan sırasında binlerce insan daha önce sahip olduklarının farkında bile olmadıkları bir güçle donanmış olduklarını fark ettiler.
Militanlık düzeyi yükseldiği zaman işçi hareketi, başka bir dünyanın mümkün olduğunu da gösterirler.
Fakat, istediği kadar büyük olsun, hiçbir sayıda eylem veya kırık cam, pencere, zaferi kazanmak için tek başına yeterli değildir.
Polonya asıllı Alman devrimci Rosa Luxemburg terörizm üzerine yazmış ve bunun etkilerini kitlesel işçi eylemliliğinin etkileriyle kıyaslamıştı. En başarılı terörizm örneklerinin bile “Kocaman bir orman yangınının ortasında alevleri yukarı doğru yanan ateşler” olarak tarif ediyordu.
Dünyanın, yangınların ve sellerin hüküm sürdüğü bir kaya parçasına indirgenmesine engel olmak, sistemin tümünü alaşağı edecek bir hareketi gerektiriyor. Kapitalizme karşı en güçlü silah ise işçilerin üretmeyi bırakarak kârın kaynağını kesmesidir.
Bu tek mücadele yöntemi değildir elbette, ama etkisi en büyük olanı da budur. Ve kitle grevlerinin içinde işçiler hem kendileri değişirler hem de çevrelerindeki toplumu değiştirirler.
İşçiler hayatı durdurmak ve kar akışını kesintiye uğratmak için sahip oldukları emeği geri çektiklerinde, tıpkı yukarıda bahsi geçen diğer doğrudan eylemlilik biçimlerinde olduğu gibi, insanlara yön verebilir ve toplumun yönetiliş biçimini sorgulamaya itebilirler.
Örneğin özellikle bu sıralar hangi grevi ziyaret etseniz benzer bir şikayetle karşılaşırsınız: “Salgın boyunca çalıştık, patronlarımızın süreci atlatmasını sağladık ve her şeyin çalışır durumda kalması için elimizden geleni yaptık. Kâr etmeye devam etmeleri için bile çaba gösterdik ama şimdi cezalandırılıyoruz.”
Bu tip şikayetler insanı kaçınılmaz olarak sistemin önceliklerini sorgulamaya iter. Bu gibi şikayetlerin kökünde “nedir esas önemli olan?” sorusu yatar. CEO’ların muazzam kârlar etmeleri midir; yoksa o muazzam kârları üretenlerin insanca yaşamaya devam edebilmeleri mi?
Ve militanlık en üst noktaya ulaştığında işçilerin eylemi aynı zamanda toplumun nasıl çok daha farklı işleyebileceğini gösterir. İşçiler her greve çıktıklarında onların emeği olmadan hiçbir şeyin çalışmayacağını gösterirler.
Ve hal böyle olunca aslında toplumu kendi kendilerine -ve elbette farklı önceliklerle- yönetebileceklerini de ispatlamış olurlar. İklim için verilen mücadeleler ile işçilerin eyleminin kesişebileceği nokta da tam burasıdır.
Her şeyden önce iklim meselesi sınıfsal bir meseledir. Zira iklim değişikliğinin etkilerinin yükünü taşıyanlar işçiler ve yoksullardır.
Örneğin İngiltere’de gittikçe artan ölçüde aşırı hava koşullarında yaşamanın ve çalışmanın gerçekleriyle yüz yüze geliyoruz. Dahası krizin sorumlusu olan fosil yakıt şirketlerinin bize dayatılmasıyla yaşadığımız sefaletin bir de üstüne para veriyoruz. Küresel Güney’de bu çelişki daha da belirgin. İran ve Irak gibi ülkelerde işçiler ve yoksullar su kesintilerine karşı protesto eylemleri yaptılar.
Fosil yakıt şirketlerinin faaliyet gösterdikleri ülkelerde, flaring (petrol çıkarma sonucu oluşan artık gazların tutuşturulması) gibi uygulamalar hem büyük bir emisyon kaynağı hem de çevrede yaşayan insanlar için oldukça zararlı.
Bu talepleri bir araya getirmek sendikalara iklim taleplerini sahiplenmeleri için baskı yapmak anlamına gelebilir. Fakat bunun epey ilerisine gitmek zorundayız.
Büyük ve militan bir iklim hareketi hükümeti tıpkı 2019’da olduğu gibi köşeye sıkıştırabilir; yönetenlerin krizindeki kuvvetli unsurlardan biri haline gelebilir.
Bunun sonucunda da bu, tepedekilere karşı mücadele eden herkese bu kişilerin yenilmez olmadıklarını göstererek cesaret verebilir. İklim hareketinin heyecanı, militanlığı ve taktikleri işçi mücadelelerine de getirilebilir, bu mücadeleleri salt sendikaların örgütlediği sıkı kontrollü eylemliliklerin ötesine taşıyabilir.
Ve sonuç olarak böylesi bir eylemliliğin kuvveti bu toplumdaki gücümüzün tam nerede yattığının ve bu toplumu değiştirme potansiyelimizin herkese gösterilmesinde yatıyor. Böylesi bir atmosferde her türden talep iç içe geçebilir ve ortak bir hedefe, kâr için yaşamlarımızı ve geçim kaynağımızı mahveden bu sisteme karşı birleştirilebilir.
Böyle bir hareketi inşa etmek çok fazla emek ve çok geniş bir vizyon gerektiriyor. Ve bu, şüphesiz olabildiğince çok sayıda insanı çekmek için çabalamak anlamına geliyor.
Ancak bu sistemi kesintiye uğratan eylemlerden çekilmekle değil bilakis bunlara yönelmekle mümkün.
Çeviren: Deniz Güngören