Melike Işık, yayınlanmasının üzerinden 174 yıl geçen Komünist Manifesto’nun hem içinden çıktığı koşullara nasıl ayna tuttuğunu hem de bugünü anlamamızda neden hâlâ önemini koruduğunu tartışıyor.
Zilan Akbulut ve Ozan Tekin, Marksist geleneğin en önemli teorisyen ve aktivistlerinden ve Ocak 1919’da savaş yanlısı sosyal demokratlar ve sağcılar tarafından katledilen Rosa Luxemburg’un mücadele mirasını inceliyor.
Hrant Dink cinayeti göz göre göre geldi. Devlet görevlilerinin yalnızca bilgilerinin olduğu değil, birçoğunun bizzat örgütlenmesine katkıda bulunduğu bir cinayetti. Genelkurmay, MİT, İstanbul Valiliği onu çağırıp tehdit ettiler. Faşist gruplar Agos’un önünde gösteriler yaptı. Tutarlı bir enternasyonalist solcu olmasına rağmen, sert milliyetçi siyasi zemin içerisinde defalarca “Türklüğü aşağılamak” suçundan yargılandı. Mahkemelerinde aşırı sağcılar hedef gösterdi, ona ve arkadaşlarına fiziksel saldırılarda bulunuldu. Yaşamını yitirdiği gün yazdığı yazıda, ruh hâlinin güvercin tedirginliğini anlatıyor, ancak 2007 yılının zor geçeceğini tahmin etmesine rağmen kalıp mücadele edeceğini söylüyordu.
Hrant Dink, egemen sınıfın yönetim mekanizmasının tüm kanatlarının içerisinde olduğu bir planın sonucunda 19 Ocak 2007 günü, Agos gazetesinin önünde, 17 yaşındaki bir faşist katil tarafından öldürüldü. 14 yıllık yargılama sürecinde kâh kamera kayıtları “bulunamadı”, kâh cinayeti işleyen “örgüt” bulunamadı. İktidarın siyasi ajandasına göre suçlu kâh Ergenekon oldu, kâh FETÖ. Devlet Denetleme Kurulu’nun yürüttüğü incelemenin sonucunda “Dink’in yaşam hakkının korunmasında ağır kamu hizmeti kusuru vardır” ifadelerine yer veriliyordu. Ancak bir türlü Dink ailesi avukatlarının istediği türden bir yargılama yapılamadı. Dink hakkında linç örgütleyenlerle ilgili sağlıklı bir süreç yürütülmedi ve Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz, Oktay Yıldırım gibiler hakkında kovuşturmasızlık kararı oluşturuldu. Sorumluluğu tartışılan devlet kurumlarının mahkemelere verdikleri beyanlar ile yetinildi. Cinayette sorumluluğu olan İstanbul Valilik görevlileri ile İstanbul ve Trabzon MİT Bölge Başkanlığı görevlileri soruşturulmadı, yalnızca iki tanesinin şüpheli sıfatı ile ifadesi alındıktan sonra kovuşturmasızlık verildi. İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü ve görevlileri hakkında iddianame bile düzenlenmedi. Ailenin avukatlarından Hakan Bakırcıoğlu, tüm bunların sonucunda şöyle diyordu: “Davanın kapsamını ve sınırlarını belirlemeye çalışan, cinayeti tüm yönleri ile yargılamaya konu etmeyeceğini ortaya koyan Mahkemenin oluşturacağı kararının müdahil taraf olarak bizim için de davaya duyarlı olan toplum kesimleri için de ikna edici olmayacağını bu tarih itibari ile beyan etmekteyiz.”
Dink’in mücadelesi
15 yıldır adalet arayan bizler için, Ermeni devrimci Hrant Dink’in verdiği mücadeleyi anlatmak ve bugünün özgürlükçü aktivistlerine taşımak son derece önemli. Ermeni Soykırımı’ndan sonra on yıllar boyunca devam eden inkâr politikaları, onu destekleyen yalan mekanizmaları, 1990’lara geldiğinde iflas etmeye başlıyordu. Bunda öncü rol 1996 yılında Hrant Dink ve arkadaşları tarafından çıkarılmaya başlanan Agos gazetesindeydi. Hrant Dink zaten gençliğinden itibaren sol örgütlerin içinde yer almış, hayatı boyunca demokrasi için mücadele etmişti. Agos’la birlikte Türkiye’deki Ermeni toplumunun sorunlarını dile getiriyor ve tabuların yıkılmasını, konuşulmayanların konuşulmasını sağlıyordu.
1915, Türkiye siyasetindeki iki anaakım çizginin, hem Kemalist geleneğin hem de muhafazakâr sağ geleneğin üzerinde milliyetçi temellerde anlaştığı bir konuydu. Türkiye devletinin temelleri bu büyük acının üzerinden şekillenmiş, ilkel sermaye birikimini sağlayan bir mülk gaspı yaşanmıştı. Böylesi büyük bir toplumsal travmayı devletin inkâr politikası yok saymış, görünmez kılmıştı. Hrant Dink’in başını çektiği mücadele, bu karanlık perdeyi yırtıp attı.
Dink için mücadele
Bu enternasyonalist mücadele, devasa bir miras bıraktı. Öyle ki, Dink’in cenazesinde İstanbul’da yüz binler sokağa çıktı. “Hepimiz Ermeni’yiz” diyerek Türkiye devletinin tarih tezine, tüm varlık sebebine meydan okuyorlardı. Öyle ki, cinayeti tasarlayanların bir kısmı, cenaze yürüyüşünden sonra “Operasyon başarısız oldu” diye yazıyorlardı. Bu devasa kalabalık, önce “Ermenilerden özür diliyorum” imza kampanyasının, ardından 2010 yılından itibaren Taksim’de yapılmaya başlanan 24 Nisan anmalarının yolunu açtı. Büyük yüzleşme mücadelesi, Hrant Dink’ten devralınarak sürdürülüyordu.
Diğer yandan Hrant Dink için adalet mücadelesi de dur durak bilmedi. 14 yıl boyunca her dava öncesi Hrant’ın Arkadaşları adliye önünden sesini yükseltti. 19 Ocaklarda binler Agos’un önünde buluştu. Avukatlar sık sık, sınırlı da olsa yürüyen davanın ve soruşturmaların bu adalet arayışının ürünü olduğuna vurgu yapıyorlardı. Şimdi 19 Ocak geliyor. Bir kez daha eski Agos binasının önünde olacağız. Hrant için adalet için.
Enternasyonalizm
Marksizmin en temel özelliklerinden birisi, uluslararası işçi sınıfının çıkarlarının teorisi olmasıdır. Farklı uluslardan patronlara karşı farklı uluslardan işçilerin kardeşliğini, soyut bir barışçıl temenni olarak değil, sömürülenlerin mücadelesinin somut bir gerekliliği olarak savunuruz. Hem 24 Nisanlarda hem 19 Ocaklarda verdiğimiz mücadele, işte bu anlayışın bir sonucudur.
“Hepimiz Ermeni’yiz” diye çıkan her ses, Türkiye’de işçileri patronların hakimiyetine sokan en temel ideolojiye, milliyetçiliğe vurulmuş büyük bir darbedir. Bu ses büyüdükçe, bugünlerde hayat pahalılığı ve yoksulluk karşısında büyük bir öfke duyan tek tek işçilerin kendileri için bir sınıf hâline gelmeleri mümkün olacaktır.
Dolayısıyla Hrant Dink için adalet arayışı yalnızca demokrasinin gelişmesi, özgürlüklerin tesis edilmesi için değil; aynı zamanda Türkiye’de sınıf mücadelesinin gelişimi için de gerek şarttır. Bu mücadeleyi büyütmek için, tüm dostlarımızla ve yoldaşlarımızla kol kola, “Faşizme inat kardeşimsin Hrant” demek için bir kez daha Şişli’de buluşalım…
52 yıl önce Salvador Allende Şili Cumhurbaşkanı seçildi. Geçtiğimiz hafta da Gabriel Boric cumhurbaşkanı seçildi. Allende ABD destekli bir darbeyle üç yıl sonra devrildi. Sophie Squire’ın, umudu korkuya dönüştürenin ABD ve ordudan daha derin sorunlar olduğunu tartıştığı bu makalesi güncelliğini koruyor. Bu tartışma bugün de Şili’nin kaderinde önemli bir yer tutuyor.
Otoriter yönetimin emekçi sınıflara dayattığı fakirlik ve kötü yaşam koşullarına öfke, her geçen gün büyüyor. İşçi hareketi içinde bu gidişatın nasıl tersine çevrileceği tartışılıyor.
Bu tartışmayı uluslararası işçi hareketinin deneyimlerinden yola çıkarak sürdürmek, bugün kapitalistlere ve iktidara karşı haklarını savunmak isteyen işçilerin sıfırdan başlamamasına yardımcı olabilir.
Sendikaların işyeri örgütlenmesi
Merkezileşmiş eli sopalı bir iktidar, sayısız patron örgütlenmesi, onların borazanı olan hâkim medya gibi sermaye silahları karşısında işçilerin kendilerini savunabilmeleri, görüş-parti farkı gözetmeksizin işyerlerinde birlik olmaları, örgütlenmeleri ve ortak talepleri için mücadeleden geçer.
Sendikayı etkin bir mücadele örgütü yapan yegâne özellik işyeri örgütlenmesidir. Sendikanın örgütlü olduğu iş yerlerinde, işyeri temsilciliği tüm işçilerin demokratik tartışma yürüttüğü ve karar aldığı bir organa dönüştüğü takdirde taban inisiyatifi oluşur.
Bugün çoğu kişi sendika yönetimlerine kızıyor, onları korkaklıkla suçluyor. Bazı sendikacıların işçileri göz göre göre satması sanki bir kadermiş gibi algılanıyor. Asıl sorun sendikal örgütlenmenin gerçek gücünün var olduğu yerdeki örgütlenmelerin zayıflığı, harekete geçirilmemesi, işyerleri arasında bağlantı kurulamamasıdır. Işyeri örgütlenmesi ve temsilciliklerin çalıştırılması karşısında hiçbir sendika yöneticisi kolayca koltuğunda oturamaz.
1989-1991 Bahar eylemlerinin en önemli dersi, sendikaların işyeri örgütlenmelerine ve onların koordinasyonuna dayanmasıdır. Bu öylesine yaygın bir harekete dönüşmüştür ki Türk-İş’in 12 Eylül darbesiyle gelen tüm uzlaşmacı yöneticileri gitmiş, yerine genç mücadeleci sendikacılar gelmiştir. Protesto eylemleri ve grevler sonucunda, darbecilerin tırpanladığı ücretler 12 Eylül öncesi durumuna getirilebilmiştir. Bu hareket sayesinde büyük sınıf mücadeleleri 1996’ya kadar sürdü.
Bugün de ihtiyacımız olan sendikaların işyeri örgütlenmelerinin etkin ve belirleyici hale gelmesidir. Tüm işçilerin katılımıyla demokratik bir şekilde ortak tutumun belirlenmesi, işyerleri arasındaki koordinasyon sağlanarak birlikte davranılmasıdır.
Işyeri temsilciliklerinin taban inisiyatifi olarak örgütlenmesi sendikal bölünmüşlüğü ve rekabeti pratikte aşacaktır. Aynı sektörde aynı işleri yaptığı halde Türk-İş ya da DİSK üyesi olan işçiler, işyeri temsilciliklerinin koordinasyonu sayesinde birlikte irade gösterebilecektir.
Taban örgütleri
İşçi sınıfının ortak taleplerini savunma mücadelesinden doğan tek örgütlenme sendikalar değildir.
Kapitalistlerin azgın saldırıları karşısında ve sendikaların etkili olmadığı durumlarda, işçiler kendi taban örgütlerini yaratarak bu saldırılara karşı koymuş ve sınıfı birleştirmişti. Bu taban örgütlerinin en bilineni 1905 ve 1917 devrimlerinde Rusya’da ortaya çıkan sovyetler (yani işçi konseyleri) ve bunların üzerinde yükseldiği fabrika komiteleridir.
Rusya’da sendikalar devlet tarafından kurdurulmuştu. Tabandaki tüm işçileri demokratik tartışma ve karar alma ile birleştiren bu komiteler sayesinde tarihin en baskıcı devletlerinden biri olan Çarlık yıkılırken, ekmeği bulunamaz hale getiren savaş ekonomisine son verilmiştir.
20. yüzyıldan bir başka önemli deneyse İspanya’da faşist Franco diktasına karşı mücadele eden işçilerin kurdukları İşçi Komisyonları’dır.
1936’daki işçi devrimini boğmayı başaran faşist Franco 1950’lerin ortasından itibaren yeni bir ücret sistemi getirmişti. Bu şiddetli bir yoksulluğa yol açarken, mevcut sendika devlet sendikasıydı. İşçiler çözümü 1960’ların başında buldu. İşçi Komisyonları, İspanya’nın bütün bölgelerine yayıldı. Özyönetim ve özdenetim organı olarak bütünüyle demokratik bir taban örgütlenmesi olan İşçi Komisyonları, devlet tarafından yasa dışı ilan edilse de işçilerin doğrudan demokratik katılımıyla iş yerlerinde örgütlendi, taleplerini duyurmayı ve etkin grevler örgütlemeyi başardı. Franco’nun bir avuç kapitalisti ihya etme girişimi, bu taban örgütlenmelerinin merkezinde olduğu grev hareketleriyle engellenmiştir.
Sadece Rusya ve İspanya değil. 20. yüzyılda yaşanan büyük işçi hareketleri ve devrimlerin merkezinde komite, komisyon, konsey, sovyet, şura gibi farklı isimlerle ortaya çıkan taban örgütleri vardır.
Peki ya Türkiye’de?
Türkiye’de işçi hareketi, bazı dönemler yasaklı, çoğu dönem kısıtlı olsa da sendikalar etrafında gelişmiştir.
Sendikaların işyeri örgütlenmeleri güçlü ve etkin kullanıldığı, taban inisiyatifinin ortaya çıktığı anlarda en sağcı sendikalar bile grev yapmış ve sokağa çıkmıştır.
Taban örgütlenmelerine en yakın deney ise işyerlerinde grev sırasında oluşturulan grev komiteleridir. Grev komiteleri, taban örgütlerinin nüvesini içinde taşır.
İşçi mücadelesi, tepeden alınan kararlarla gelişmez. Tüm sendikal hareketin ve taban örgütlerinin deneyimine bakıldığında, başarılı ve kazandırıcı olanın, işyerlerinde tüm işçilerin faydalı işbirliği olduğu görülüyor.
Bugün mücadeleden yana her işçi, işyerindeki arkadaşlarını ikna etmeli ve herkesle birlikte hareket etmeli.
Her sendikalı işçi, işyeri örgütlenmelerinin taban inisiyatifi temelinde örgütlenmesi için çalışmalı.
Tabandaki demokratik tartışmalar sonucu belirlenen ortak talepler içinde sendikalar etkin mücadeleye zorlanmalı.
İşçilerin gücü, tam da sömürüldükleri yerdedir. Üretimden gelen gücün kullanılması için taban inisiyatiflerini büyütelim.
Volkan Akyıldırım 1917 Rus Ekim Devrimi’nin ardından yaşanan gelişmelerin ele alınış biçiminin sosyalizmi kavrayış biçimine doğrudan bağlı olduğunu tartışıyor.
14 Kasım Hegel’in ölümünün (1831) 190. yıldönümü. Bu türden yıl dönümlerinde kişi ve olaylara tekrar dönme ve hatırlama oldukça yaygın olarak yapılan bir şey. Bu yıldönümü vesilesiyle Hegel’i ve Hegel ile Marx arasındaki ilişkiyi tekrar anımsamak ve doğrudan Marx’ın Kapital’in sonsözündeki ifadeleriyle Hegel’deki "mistik kabuğun içindeki rasyonel çekirdeği keşfetmek" için iyi bir zamandır da. Konunun ele alınma biçimindeki yoğunluk zaman zaman farklı düzeylere çıksa da Hegel ve Marx arasındaki ilişki oldukça uzun yıllardır tartışılmakta, konu çeşitli biçimleriyle ele alınmaktadır. Bütün bu birikimden sonra ortaya çıkan en yalın gerçeklerden biri Hegel ve Marx arasındaki ilişkinin basit bir tersine çevirme ilişkisinden çok öte, iç içe geçen, asli bir kaynak olarak oradan beslenen, yöntemsel olarak devam eden bir süreklilik ilişkisi olduğudur.
Yöntem
Marx yine Kapital’e yazdığı aynı sonsözde, yani satır aralarında kalmış, pek az kişinin erişebildiği bir yerde değil, olgunluk döneminin en büyük eseri olarak ortaya koyduğu abidevi eserinde “ben kendimi bu büyük düşünürün açıkça öğrencisi görürüm.” demektedir. Yalnızca bu ifade bile aradaki pozitif yönlü ilişkiyi görmek için oldukça güçlü bir veridir. Peki bu öğrencilik nereden kaynaklanmaktadır? Hangi noktalar itibarıyla Marx kendini Hegel’in öğrencisi olarak görmektedir.
Bu soruya her şeyden önce içeriği de belirleyen bir şey olarak “yöntem” cevabını vermek mümkün. Marx’ı Hegel’e öğrencisi olarak bağlayan, rasyonel çekirdek olarak ifade etmesini sağlayan ana bağlantı noktası kuşkusuz Hegel’den aldığı yöntemdir. Daha özel ifadesiyle diyalektik yöntemdir. Bu yöntem esas olarak odaklanarak ele aldığı konuların/kavramların kendilerine özgün bağlamları içerisinde oluşum süreçlerine, onların kendine has ön/koşullarına, belirleyici unsurlarına ve hepsiyle bağlantılı olarak ortaya çıkan sonuçlara belirli bir bütünlük içerisinde bakabilme, bunları görebilme ile karakterize olmaktadır. Bu anlamda tarihsellik vurgusu da tam olarak burada oluşum, gelişim, unsur, koşul gibi kavramlarla birlikte adeta otomatik olarak oluşmaktadır. Hegel’in özellikle Mantık Bilimi kitabında ortaya konulan bu süreçler, bu karşılıklı etkileşimler Marx’ın Kapital’inin ilerleyişinde pratik olarak gösterilmektedir.
Nitekim Dünya Savaşı koşullarında sürgün yıllarında felsefe ama özellikle de Hegel okumalarına odaklanan Lenin’in Felsefe Defterleri’nde Hegel’in Mantık kitabında kurduğu kavramsal ilerleyiş-çözülme sistemi ile Marx’ın Kapital’inde izlenen yöntemin oldukça benzer olduğuna dikkat çekmesi bu arka plan ile birlikte düşünüldüğünde anlamını daha iyi bulmaktadır. İç içe geçen kavramlar, daha soyut olandan daha somut olana doğru bir akış buradaki esas yöntemdir. Hatta Lenin oldukça coşkulu bir şekilde Hegel’in Mantık kitabının Marx’ın Kapital’inin özellikle de ilk cildinin ilk bölümünü tam olarak anlamak için zorunlu önkoşul olduğunu söyleyecek kadar iç içe geçmiş bir ilişkiden söz etmektedir.
Son olarak Marksizmin felsefi/düşünsel kurucu karakterlerinden biri olarak en az Marx kadar belirleyici bir isim olan Friedrich Engels de Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu kitabında Hegel’e dair benzeri bir ‘eleştirel sahiplenme’ yöntemini “bu bakış açısının muhafazakârlığı göreceli, devrimciliği ise mutlaktır” ifadesiyle diyalektik yöntem olarak adlandırılan yöntemin kendileri için yön verici yanını öne çıkarmaktadır.
Tarih
“[Bir zamanlar] Küçümsenen her şey yüceltilmekte ve daha önce yüksek sayılan her şey toza dumana karıştırılmaktadır." Komünist Manifesto’nun ünlü katı olan her şeyin buharlaşması metaforu çağrışımını yapan bu cümleler Hegel’in Tarih Felsefesi kitabındandır. Özellikle bu kitapta ortaya konulan Hegel’in tarih kavrayışı da Marx’ı çok çeşitli yönleriyle etkilemiş ve asli beslenme kaynaklarından birini oluşturmuştur. Hegel Tarih Felsefesi’nde insanlık tarihinin çeşitli anlarına odaklanmakta İran’dan Çin’e Müslüman dünyadan Avrupa’ya değin tarihin çeşitli faktörlerin etki ettiği evrensel bir yapıda olduğuna işaret etmiştir. Bugün belki azımsanacak küçük bir şey olarak görülebilir, ancak Hegel’e gelene değin, tarihi bir insanlık tarihi olarak gören, çeşitli coğrafyaları bunun içine dahil eden bir felsefe tarihçiliği geleneği yoktu. İnsanlık tarihinin evrenselliği fikri ileride şekillenecek enternasyonalizm açısından da bir çekirdek fikir olarak değerlidir.
Hegel’in Tarih Felsefesi’nde geliştirdiği ‘aklın hilesi’ kavramsallaştırması da Marx’ın ve Engels’in yine Manifesto’daki ünlü bir diğer metafor olan mezar kazıcılığına öncülük etmiştir. Hegel tarihte, büyük adamların, savaşların, fetihlerin, yani büyük dünya tarihsel olayların görünürde işleyen ilke gibi göründüğünü, ancak gerçek anlamda bakıldığında bunların yanılgı içinde olduklarına vurgu yapar. Tıpkı kapitalizm işleyişi içerisinde tek amaç olarak kâr elde etmeyi ortaya koyan burjuvazinin, hiç istemeyeceği bir şekilde işçilerin merkezi olarak toplanmasını ve örgütlenebilecek olmasını da sağlaması durumunda olduğu gibi. Burjuvazi kendi mezar kazıcılarını da bir araya getirmektedir, kâra odaklanan yapının gözden kaçırdığı şey budur.
Hegel ve Marx arasındaki ilişkiye odaklanmak çeşitli dönemlerde oldukça yaygınlaşmıştır, buna Hegel Rönesansı da denilmektedir. Son yoğun odaklanma ‘68 hareketiyle birlikte önce Marx’a, sonra da Marx’ın asli kaynaklarından biri olarak görülen Hegel’e yönelme ile olmuştur. Dönemin pek çok politik figürü, felsefecisi bu ilişkiye daha yakından bakmış ve bağlantı noktalarını görmüştür. Radikalleşme dönemlerinde Hegel’e olan ilgi, Hegel’in kendi döneminin radikal hareketleriyle, elbette en başta Fransız Devrimi ile çok yakından ilgilenmiş olmasıyla da bağlantılıdır. Eleştirileri olmakla birlikte Hegel Devrim’i öğrencilik yıllarından itibaren sahiplenmiş ve yaratılan o dalga görece sönümlendikten, devrim vb. kavramlardan bahsetmenin zorlaştığı dönemlerde bile yıldönümünde Bastille baskınına kadeh kaldırıyorum diyecek kadar net bir konum almıştır. Nihayetinde Marx’ın çok çeşitli biçimlerde eleştirileri olsa da en başta yöntemsel olarak daha sonrasında da içerik düzeyinde Marx Hegel’in her zaman bir öğrencisi, bir takipçisi olmuştur.
Soner Dinç
Can Irmak Özinanır tarihin ilk faşist partisinin ortaya çıkışının ve iktidara yürüyüşünün kaçınılmaz olup olmadığını tartışıyor.
Sosyalist Tartışma 2021 İstanbul toplantıları bugün başladı. İlk toplantıda Ferda Keskin ve Canan Şahin Neoliberalizm konusunu ele aldılar. Neoliberalizmin nasıl bir ekonomik ve siyasi sistem projesi olduğunu, neoliberalizmin demokrasiyi nasıl imha ettiğini anlattılar.