99 yaşındayken hayata gözlerini yuman Chanie Rosenberg, tüm yaşamını bugün hâlâ dünya politikasının merkezinde konumlanan adaletsizliklere karşı mücadeleyle geçirdi.
Yahudi bir ailenin çocuğu olarak, o sıralar İngiliz İmparatorluğu’nun bir parçası olan Güney Afrika’da doğdu, Avrupa’da soykırım vahşetiyle sonuçlanan antisemitizmi deneyimledi.
Fakat aynı zamanda, siyahlara karşı korkunç bir ırkçılıkla kodlanmış olan Apartheid rejimine de tanıklık etti.
Sisteme karşı cephe alıp sosyalist oldu. Fakat hâlâ, Filistin’de İngiliz egemenliğinde daha iyi bir toplumun inşa edilebileceğini vaaz eden Siyonist mitlere inanıyordu
İkinci Dünya Savaşı’nın şiddetlendiği dönemde Güney Afrika’dan ayrıldı ve oraya gitti. Ne var ki 1948’de Filistinlilerin sınırdışı edilmesi felaketi olan Nakba’dan bile önce Siyonist proje Filistin’de Araplara karşı berbat bir ayrımcılığı içeriyordu.
Bunu hızla kavrayan Chanie kararlı bir anti Sisyoniste dönüştü. Bu Chanie’ı hayatı boyunca partneri olacak Filistinli bir Yahudi ile; Tony Cliff’le temasa geçirdi.
Irkçılık İngiliz İmparatorluğu’nda tüm yönleriyle gelişti. Çok açıktı ki bu tutum emperyalizm ve kapitalist sistemle bağlantılıydı.
Chanie ve Cliff açısından, bu yaşananlar karşısında basitçe adaletsizliği ve baskıyı tanımaktan, olan biteni kavramaktan fazlasını yapmaya ihtiyaç vardı. Soru şuydu: Bu konuda ne yapılabilirdi?
Bu sorunun kolay bir yanıtı yoktu. Uluslararası anlamda, Joseph Stalin’in Moskova’sında bir umut ışığı gören Komünist Partiler antikapitalist sola hakimdiler.
Bununla beraber, zaman, 1917 sosyalist devrimini gerçekleştirenlerin hemen hemen tümünün yok edildiği Moskova duruşmaları zamanıydı.
Chanie bir Troçkist oldu. Bunun nedeni, 1940’ta Stalin’in emriyle bir suikatle öldürülen Leon Troçki’nin insanlığın kurtuluşu ve kendini özgürleştirmesi olarak sosyalizmin özgün ruhunu onaylamasıydı. Bu, bürokratik bir devlet sistemi değildi.
Diğer bir deyişle, bu sadece politik bir duruş değildi. İnsan yaşamının, çoğunluk için gündelik hayatın angaryasından, istismardan ve baskıdan daha fazlası olabileceğiyle ilgiliydi.
17 yaşından son anlarına kadar Chanie uluslararası sosyalist devrimin yol gösterici ışığını nasıl izlediğini anlattı.
Bu adımı atmak hiçbir ülkede kolay bir seçim değildi. Troçkistlerin sayısı çok azdı.
Fakat Filistin’de bir Troçkist olmak sadece yoksulluk tarafından öğütülmeyi içermiyordu; aynı zamanda İngiliz otoritelerinin ve yükselen Siyonist güçlerin düşmanlığını kazanmak anlamına geliyordu.
Haliyle kısa süre sonra sürdürülemez hale gelecekti ve böylece savaştan kısa bir süre sonra İngiltere’ye gittiler. Burada devrimci sosyalist bir organizasyonun inşa edilmesi için daha büyük olanaklar mevcuttu.
Hemen Uluslararası Sosyalizm ve Sosyalist İşçi Partisi’nin kuruluşuna temel hazırlamak için kolları sıvadılar ve Chanie bunda büyük bir rol oynadı.
SWP’nin teorik temelleri açısından Troçki’den sonra Marksist düşüncenin gelişmesinde Cliff, yazılarıyla kilit bir rol oynadı. Bu yazılar Stalinist Rusya’nın neden kapitalizmin yeni bir türü olduğunu gösterdi, bunun apaçık devlet kapitalizmi olduğunu ortaya koydu. Yazıları aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomilerin silahlanma harcamalarıyla nasıl geçici olarak dengede durmayı başardığını ve Çin ile Küba’daki yeni iktidarların doğasını da açıkladı.
Chanie olmasaydı bunların hiçbiri gün ışığına çıkmayacaktı. O hem evin ekmeğini kazanıyor hem de Cliff’in okunması mümkün olmayan el yazmalarını daktilo ediyordu – ki Cliff de kendi yazılarını deşifre etmekte zorlandığını itiraf ederdi.
Fakat Chanie para kazanmaktan ve daktilo başına oturmaktan çok daha fazlasını yapıyordu. Bir sendika aktivistiydi ve Hackney’de öğretmenler sendikasının sekreteriydi. Ayrıca çok çeşitli konulardaki kampanyalara kendi özel katkılarını sundu. Politik teorinin gelişmesiyle, Marksizm için çok merkezi olan pratikten test etme ve pratikten öğrenme arasındaki yaşamsal bağın kurulmasını sağladı.
Chanie aynı zamanda eğitim alanı ve Troçki’nin kültür yazıları başta olmak üzere daha pek çok konuda içerik üretmiş bir yazardı.
Uluslararası devrimci geleneğin inşa edilmesinde benzersiz bir rol oynadı. Kapitalist yabancılaşmanın aşılması için işçi sınıfının devrimci geleneğinin yaşayan bir öğe olduğunu kanıtlayan ve Troçki’nin ölümünden hemen sonra devrimci faaliyetlerini zorlu koşullarda sürdüren o kuşağın son büyük aktivistlerinden biriydi.
Donny Gluckstein’ın Sosyalist Worker’daki yayınlanan makalesinden kısaltarak çeviren: Şenol Karakaş
Geçtiğimiz günlerde küresel kapitalizme yön verenler iki önemli toplantıda bir araya geldi.
Bunlardan ilki (12-13 Haziran 2021) G7 toplantısıydı. Pandemi, iklim krizi ve küresel servet eşitsizliği gibi devasa sorunlar hakkında liderler nutuklar atsa da dünyanın en zengin 7 emperyalist devletinin başındakilerin en önemli derdi, bir başka emperyalist güç olan Çin ile rekabetti. G7’de alınan en önemli kararsa Çin’in Kuşak ve Yol projesine karşı alternatif bir ticaret yolu açılması oldu.
Hemen ertesinde dünyayı yöneten emperyalist devletler ve müttefiklerinin askeri örgütlenmesi olan NATO zirvesi toplandı. Alınan kararlar arasında Batı emperyalizminin bir türlü çıkamadığı bataklık Afganistan'dan NATO'nun çekilişi, özellikle ABD tarafından tehdit olarak görülen Rusya'ya gözdağı verme ve Ukrayna ile dayanışma öne çıktı. Fakat NATO toplantısında da G7’de olduğu gibi en önemli mesele Çin'in geriletilmesiydi: "Uzak bölgelerde daha güçlü ortaklıklar kurulması. Asya Pasifik, Afrika ve Latin Amerika'daki ülkelerle yakınlaşma girişimleri". Yani hem Çin'in yanı başında hem de kredilendirme ağıyla hakim olduğu yerlerde NATO etkinliğinin artırılmasına karar verildi.
Dünya kan ağlarken, her iki zirve sonrası kameraların karşısına geçen liderler gülümseyerek poz verdi. Bu gülümsemelerin sebebi, önceki ABD başkanı Donald Trump tarafından yaratılan kırılmaları gidererek anlaşmış olmaları mıydı acaba?
Dağılan hiyerarşiyi yeniden kurmak
Troçki'ye göre, Batı emperyalizminin dünya üzerindeki hegemonyası ABD'nin Avrupa üzerindeki ve her ikisinin dünya üzerindeki hegemonyasına dayanıyordu. Bu hegemonyanın kökeni, dünya ticaret yollarını ve piyasalarını kontrol etmek, kendi imtiyazlarını korumak ve genişletme idi.
ABD açık ara askeri üstünlüğüyle Batı kapitalizminin ordusu vazifesi görürken, müttefikleri ise bunu ekonomik ve kısıtlı da olsa askeri olarak destekliyordu.
İkinci Dünya Savaşı sonrası NATO'nun ABD liderliğinde kuruluşuyla oluşturulan askeri ittifak, Batı emperyalizminin kalkanı oldu. Fakat 1963-1973 yılları arasında süren Vietnam işgalinde ABD ordusunun yenilgisi ile bu model başarısızlığını gösterdi. 2003-2011 yıllarında vahşetle süren Irak işgalinde ABD ve müttefiklerinin yenilmesi bir dönüm noktası oldu. Irak’ta olduğu gibi 2001'de NATO tarafından işgal edilen Afganistan'da da yenildiler ve şimdi oradan nasıl çekileceklerinin endişesiyle birbirlerine sarılmış durumdalar.
Troçki'nin bahsettiği emperyalizmin uluslararası hiyerarşisine, alt-emperyalist ya da bölgesel güç olarak tanımlanan, orta kademedeki devletleri de eklemek gerekir.
ABD ve NATO art arda yenilgiler alırken, oluşan hegemonya boşluklarını Türkiye gibi devletler askeri güç kulllanımıyla doldurmaya başladı. Düne kadar ABD'ye sadık olan İsrail, Mısır ve Türkiye gibi bölgesel güçler birbirileriyle rekabet etmeye başladı. Rakip emperyalist devletler Rusya ve Çin bu durumdan istifade ederek etkinliklerini küresel ölçekte artırdı.
2008 krizi sonrası oluşan koşullar
Batı emperyalizminin iç hiyerarşisini dağıtan ana faktör, 2008 küresel ekonomik krizidir. G7'de patlak verip dünyaya yayılan bu kriz ile uluslararası kapitalizm büyük bir hasar aldı. Finans sermayesinin para satarak para kazanma politikası tam anlamıyla çökerken, üretim yapan devasa küresel şirketler büyük kayıplara uğradı.
Dünyanın geri kalanı açısından krizin yarattığı en önemli sonuç kredi musluklarının kapatılması oldu. ABD ve NATO'nun güvenlik kalkanı içinde dış kredilere bağlı birçok devlet (Türkiye gibi) borç krizine girdi.
2008 finans krizinin büyük siyasal sonuçları da oldu. Chris Harman'ın ortaya koyduğu gibi, Mısır'da 2006-2008 yılları arasında yoğunlaşan grev hareketi, küresel krizin bir sonucuydu ve 2011 yılı başında rejimi deviren bir politik devrime yol açtı. Ortadoğu'da ABD'nin desteklediği baskıcı rejimler, halk ayaklanmalarıyla yıkılırken, kitle protestoları G7'nin içine sıçradı.
Egemen sınıfın bölünmesi
Bir başka sınıf mücadelesi ise egemen sınıfların saflarında baş gösterdi. Eski hiyerarşinin sürdürücüsü olan merkez partiler güç yitimine uğrarken, ulusal içe kapanmayı savunan ve küresel örgütlere karşı çıkan aşırı sağ partiler güç kazandı.
ABD emperyalizminin yönetimine gelen Donald Trump, Avrupa kapitalizmi ile yapılan birçok anlaşma ve kurumdan çekilirken, müttefiklerinin askeri harcamaları karşılamalarını istedi ve NATO'yu felç etti. Bu öylesine bir krize yol açtı ki Fransa devlet başkanı Macron, Avrupa'nın kendi ordusunu kurmasını istedi.
Trump'ın gidişiyle işbaşına gelen Biden, ekonomik ve siyasi nedenlerle kırılan, Trump döneminde ise yıkılan ABD ve Avrupa ilişkilerini onarmak istiyor. Çin ve diğer rakipleriyle başı dertte olan Avrupa devletlerinin şimdiki yönetimleri de eski hiyerarşinin kurulmasında istekli.
Türkiye kapitalizminin yeri
Batı emperyalizmi hiyerarşisinin dağılması ve hegemonyasının zayıflaması sürecinde Türkiye önce en büyük ortağı ve yatırımcısı olan Avrupa Birliği ile bozuştu, ABD ile ilişkileri kopma noktasına geldi. Rusya ile ittifak kurdu, Çin'e de büyük ihaleler vererek yeşil ışık yaktı. Ayrıca sınırlarının ötesinde askeri güç kullanarak (Suriye'nin dörtte birinin kontrolü) etkinliğini artırdı.
İktidar çevreleri ABD ve AB'ye karşı onca düşmanca söz sarf etmesine rağmen Erdoğan yönetimindeki Türkiye'nin de G7 ülkeleriyle eskisi gibi ilişkilerin kurulmasına hevesli olduğu ortaya çıktı.
Meydanlarda "üst akıla" durmadan çatan Erdoğan, NATO'ya ve Batı ittifakına ne kadar bağlı olduğunu söylerken, Afganistan'dan kaçmaya çalışan ABD ve müttefiklerinin yerine Batı yanlısı hükümet güçlerinin güvenliğini (Macaristan ve Pakistan ile birlikte) sağlamaya talip oldu.
Gelecek
Dünyayı yönetenler ve ortağı olan bölgesel güçler, dağılan ve sarsılan düzenlerini bugünün yeni şartlarında kurmak istese de karşılarında dikensiz bir gül bahçesi yok.
Emperyalizmin zayıflamasına neden olan ekonomik kriz, pandemi ile birlikte üst boyuta sıçramış durumda. G7'de ve NATO'da poz veren liderler, güçlü kamuoyu tepkileri ve mücadelerle karşı karşıyalar, krizleri yönetemez durumdalar.
ABD'de Trump gitmiş olsa da Avrupa'da durum karışık. Gelecek sene yapılacak Fransa genel seçimlerinde Le Pen'in faşist partisi hükümet olabilir. Almanya'da ise faşistler ve aşırı sağcıların etkinliği, Hitler iktidarından bu yana en üst seviyede.
Trump döneminde Asya Pasifik'te Çin ile girişilen soğuk savaş ve ardından ilan edilen ticaret savaşı dünya ekonomisinin büyümesini engeller hale gelmişti. Birçok kapitalist, geleceğe dair öngörülerinin olmadığını belirterek 1929 bunalımından beterinin geldiğini söyledi.
Büyük bunalımın nedeni kâr oranlarının düşüşünün önlenememesi. Bunun sonucu ise karalarda ve denizlerde devletler arasındaki rekabetin keskinleşmesidir. Ekonomik rekabet beraberinde askeri rekabeti de getirir. Trump ile Biden'ın ortak noktası, temsil ettikleri ABD tekellerinin Çin şirketlerini yenmesini garanti altına alma ve dünya pazarına yeniden hakim olma çabası. Bu ortak nokta aynı zamanda dünya ekonomisini yavaşlatan ve çelişkilerini derinleştiren temel unsurlardan biri.
G7 ve NATO zirvelerinden ortaya çıkan sonuç, emperyalist devletlerin Trump ile birlikte ve sonrası oluşan kaotik koşulları bir an önce ıslah etmek, emperyalizmin dağılan birliğini küresel kapitalist şirketlerin çıkarları doğrultusunda toparlamak isteği.
Sorunlar o kadar büyük ki bu sorunları, onları yaratanlar çözemez. Tek dertleri kârlarını artırmak ve büyük krizlerle sarsılan iktidarlarını korumak.
G7 ve NATO toplantıları bir kez daha gösterdi ki emperyalizme karşı mücadele, milliyetçiliğe, bir bağımsızlık meselesine indirgenemez. Emperyalist devletleri yenmenin yolu, küresel kapitalizmin hiyerarşisinde yer alan her parçada, yani her ülkede işçilerin ve emekçilerin kendi egemenlerini yenmesinden ve diğer ülkelerdeki işçilerle birlikte hareket etmesinden geçiyor.
Antikapitalist Öğrenciler tarafından düzenlenen Çağdaş Felsefe Tartışmaları üçüncü günündeki oturumla sona erdi.
17 Haziran Perşembe akşamı yapılan program, Ferda Keskin’in sunumuyla başladı.
Ferda Keskin sunumunda şunları söyledi:
“Sol her zaman tartışır: Sanatın, estetiğin siyasi işlevi var mıdır? Buna nasıl katkıda bulunabiliriz, nasıl destekleriz, nasıl teorize edebiliriz? Burada önemli bir dal olarak edebiyat var. Lenin, Troçki, Adorno, Marcuse, Lukacs’ın bu konuda yazıları, analizleri var.
Fransa’da gelişen bir edebiyat geleneği var. Thompson ve Terry Eagleton var. Konu sadece edebiyatla sınırlı değil. Özellikle sanatın ön kabullerinin ele alınması ve eleştirisi söz konusu. Bu eleştiriler bir tarih felsefesi de barındırmak zorunda.”
Daha sonra Antikapitalist Öğrenciler’den Tibet Şahin, Marcuse’nin düşüncülerini analiz etti, sanata bakış açısını anlattı, şunları söyledi:
“Marcuse, Ortodoks Marksizm’in sanat anlayışını eleştirir. Ortodoks Marksizm’e göre sanatın bir sınıfı destekleyen karakteri olmak zorundadır. Sosyalist gerçekçilik sanat anlayışında, sanat bir süreci temsil edemez, sadece sınıfın çıkarına hizmet eder. Sanat ekonominin yansımasıdır. Marcuse diyor ki, sanatı böyle tanımlarsanız, boş bir tanım yapmış olursunuz, onun özerkliğini görmemiş olursunuz.
Marksist tez, sanatı sınıf ilişkileri içinde değerlendirmek gerektiğini söyler, Marcuse de öyle yapar. Bu noktada benzer düşünürler. Sosyalist gerçekçilik sanatı basitleştirir. Üst yapı hâline getirir, diğer uç fikir ise sanatı bulutların üstüne yükseltir. Doğrusu ise bu ikisinden farklı olarak sanata diyalektik bakmak demektir. ‘Sanat edilgen değildir’ der Marcuse.
Sosyalizm estetik bir ütopya değildir. Diyalektik bir rasyonalitedir.”
Furkan Kemer ise Georg Lukács’ın sanat anlayışını anlattı ve “Lukács’ın estetik konusunda önemli analizleri vardır. Gerçekçiliğe yeni tanımlar getirdi, devrimci gerçekçiliği, naturalizmden ayırmaya çalıştı” dedi.
Toplantının videosunu izlemek için:
Antikapitalist Öğrenciler’in düzenlediği Çağdaş Felsefe Tartışmaları ikinci gününde devam etti.
Antikapitalist Öğrenciler’in ikinci kez düzenlediği Çağdaş Felsefe Tartışmaları başladı. 15 Haziran Salı akşamı ilki yapılan program, Sinan Özbek’in sunumuyla başladı.
Sinan Özbek, Engels’in hayatından kısa bilgiler verdi. Konuşmasında özetle şunlara değindi:
“Marx ve Engels’in ilişkisi sadece teorik değil, pratik düzlemde de sürmüştür, örgütlenme faaliyetlerini birlikte yürütürler.
Engels zengin bir işadamının oğlu olarak doğar, sınıfına yani burjuvaziye ihanet eden birisidir, işçi sınıfından yana olmuştur. 20’ye yakın dil bilir, 12 dili aktif olarak konuşur.
Marx’ın ölümünden sonra boşluğu doldurmak, bazı yanlış anlaşılmaları engellemek için (örneğin yapı-üst yapı tartışmasında olduğu gibi) önemli çalışmalar yapmıştır.”
Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi’nin Sonu
Toplantıda ikinci olarak konuşan Z. Soner Dinç, Engels’in Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi'nin Sonu kitabından hareketle, Engels’in Hegel ve onun devamcısı olduğunu söyleyen Feuerbach hakkındaki düşüncelerini analiz etti. Değindiği konular özetle şöyle:
“Geçen yıl Kasım ayı, Engels’in doğumunun 200. yıl dönümüydü, bu vesile ile pek çok toplantı yapıldı, biz de bir anlamda bu anma toplantılarının devamını yapıyoruz.
Engels’in pek çok kitabı vardır. Ekonomi politik, felsefe, doğa ve evrim üzerine araştırmaları vardır. Engels politik mücadeleler tarihinin en asli insanlarından birisidir.
Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi'nin Sonu kitabı, Engels’in son dönem eserlerindendir, 1986’da yayınlandı. Engels kitapta, idealizm-materyalizm tartışması, din-ahlak tartışması ve diyalektik materyalizmin ne olduğu konularını yazmıştır. Hegel ve onun takipçileri ile tartışır. Hegel konusunda önemli düşünceler ileri sürer, Hegel’in değerini kabul eder. Aynı şekilde Marx da Hegel’in özellikle yöntem konusunda devrimci olduğunu söylemiştir. Yine Lenin, Marksizmin kaynaklarını sayarken klasik Alman felsefesinden yani Hegel’den bahseder.
Engels de kitabının son cümlesinde şöyle der: Alman işçi hareketi, klasik Alman felsefesinin mirasçısıdır.“
Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni
Dila Ak, Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabından yola çıkarak günümüz aile yapısını tarihsel olarak analiz etti, özetle şunları söyledi:
“Bugünkü toplumsal yapının ortaya çıkmasında aile yapısı çok önemli. Bugünkü sömürü düzeninin sürmesinde ailenin çok önemli bir rolü var.
Eski dönemde aile yapıları çok çeşitliydi. Tek eşli aile kavramı mevcut değildi. Grup evliliği vardı, avlanma beslenme grubun toplu işleriydi, çocuğun ana babası belliydi ama diğer insanlar da ana baba sayılıyordu. Kadınlar özgür, işler ortaklaşa yapılıyordu.
Grup evlilikleri topluluklar arasında farklılıklar gösteriyordu, ama genel olarak kadın erkek eşitliği söz konusuydu.
İnsanlık tarihine ve ilişkilere baktığımızda tek eşli evlilik çok yeni bir durum.
Sınıfların olmadığı ilk insan toplumlarında hayvanların evcilleştirilmesi, sürülerin oluşturulması yaşam tarzını değiştirdi. Başlangıçta bu servet tüm grubun malıydı, ama giderek artık ürünlerin miktarı arttı, sürüler büyüdü.
Yerleşik hayata geçildi, değişik meslekler, dokumacılık, tüccarlık vb. ortaya çıktı. Nüfus arttıkça artık ürünün korunması ve dağıtımı belli görevlilere verildi. Bu başlangıçta bir ayrımcılık getirmese de zamanla bu görevler ayrıcalıklı hâle geldi.
Mirasın ortaya çıkması, erkeğin kendi soyunun devam etmesi ihtiyacı, kadının sadece bir erkeğe ait olması ihtiyacını doğurdu, kimin kimle evleneceğine büyükler karar veriyordu. Bu tek eşlilik tabi sadece kadının tek eşliliği, erkekler için geçerli değildi.
Bireysel özgür aşk ilk defa işçi sınıfı arasında ortaya çıktı. Kadına baskı insanlık tarihinin çok küçük bir bölümüne tekabül ediyor, sınıflı toplumlara.
Aile, kapitalist sistemde yeni işçiler üretecek birimler hâline geldi. Bu aile biçimi ortadan kalkmadıkça, bu sistem köklü olarak değişemez. Kadına hem aile içi emek hem de çocuk yetiştirme emeği yükleniyor. İşçiler böylece daha az ücretle idare edebilecek, hem de verimi artacak.
İşçinin tüm bakım masrafı böylece kadının üzerine yüklenmektedir. Hane içi emek, karşılıksız el konulan bir emektir. Bütün bu hizmetlerin aslında devlet tarafından karşılanması gerekir. Devlet ve kapitalistler bu anlamda kadının emeğini sömürmektedir.
Kadının özgürleşmesi, eşit işe eşit ücret, kürtaj hakkı, evlenmeme hakkı demektir. Kapitalizm devam ettikçe, özel mülkiyet devam ettikçe eşitlik ve adaletli toplumlarda yaşamak imkansız. Elbette bir devrim oluncaya kadar beklemeyeceğiz, haklarımızı aramaya devam edeceğiz.”
Doğanın Diyalektiği
Toplantıda son olarak konuşan Umut Mahir Özen ise Engels’in Doğanın Diyalektiği kitabının analizini yaptı, özetle şunları söyledi:
“Engels bu kitap için 1873 yılında çalışmaya başlıyor, 1886 yılında yayınlıyor. Arada 1878 yılında Anti-Dühring kitabını yayınlıyor. Bu dönemde pek çok yeni bilimsel keşifler yapılıyor. Engels ktabında tüm bu bilimsel keşiflerin analizini de yapıyor. Evrim teorisinden yararlanır. Maymundan insana geçiş konusunda et yemek ve alet kullanmayı öne çıkarır, ancak günümüzde bu konuda farklı düşünceler vardır.
Doğanın korunması konusunda bazı değinmeleri vardır. Orman kesimlerinden bahseder. İnsanın doğa üzerindeki egemenliğinin doğru kullanılmasını ister ama buna karar verecek olan egemen sınıf burjuvazidir, onu yıkmadan bunu yapamayız, der.
Sınıflı toplumlarda olduğu gibi, doğanın da dönüşen bir yapısı olduğunu söyler. En sonunda da insan-doğa ilişkisinin diyalektik olduğunu, üretim ilişkilerinin sonucu insanların bu şekilde davrandığını söyler. Bütün olumsuzlukların çözümü için devrimin gerekli olduğunu da belirtir.”
Çağdaş Felsefe Tartışmaları, 16 ve 17 Haziran’da saat 20.30’daki oturumlarla devam edecek. Program şöyle:
16 Haziran Çarşamba, 20.30
Can Irmak Özinanır’ın Sunumuyla: Rosa Luxemburg
Reform mu Devrim mi? – Ayşegül Kandemir
Savaş ve Anti-Militarizm – Zilan Akbulut
Kitle İnisiyatifi ve Parti – Ramazan Kümek
17 Haziran Perşembe, 20.30
Ferda Keskin’in Sunumuyla; Estetik, Sanat ve Sol
Sahnedeki Komünist: Bertolt Brecht
Sanatsal Yaşamak: Herbert Marcuse – Tibet Şahin
Praksis ve Edebiyat: Georg Lukács – Furkan Kemer
Toplantılar Antikapitalist Öğrenciler Facebook sayfası ve Youtube Marksist.org hesabından canlı olarak yayınlanacak:
İletişim: 05556372450
Ozan Tekin, kapitalizmin canlı yaşamına kasteden bir sistem olduğunun pandemiyle birlikte milyonlarca insan tarafından görülmeye başlamasını analiz ediyor.
Devrimci Sosyalist İşçi Partisi'nin (DSİP) 30 yıldır düzenlediği, solun ve antikapitalistlerin en geniş tartışma platformu Marksizm 2021, “Pandemi koşullarında sosyalizm mücadelesi” toplantısı ile 26 Mayıs Çarşamba günü başladı. Toplantılar 30 Mayıs gününe kadar devam edecek.
İlk toplantıda İrlanda’dan Sosyalist İşçiler Ağı ve Kârdan Önce İnsan Platformu adına John Molyneux, ABD’den Marx-21 örgütü adına Clare Fester, Yunanistan’dan Sosyalist İşçi Partisi (SEK) adına Panos Garganas ve Türkiye’den DSİP adına Yıldız Önen konuşma yaptılar.
Türkiye’den DSİP adına Yıldız Önen’in konuşması:
Bir buçuk senedir yaşadığımız Covid19 salgınıyla kapitalizmin çoklu krizi derinleşti. Ekonomik, politik, ekolojik, jeostratejik ve pandemik her alanda kriz yaşanıyor. Büyük bir aşı krizi, büyük bir aşı adaletsizliği var. Aşısı bulunan bir salgın hastalık, yüz binlerce insanı her gün etkisi altına almaya devam ediyor. İnsanları bir yandan yaşamak için çalışmaya zorluyorlar, bir yandan sözde kapanma tedbirleri ile insanların nefes alabilme olanaklarını engelliyorlar.
Suriye’ye hemen her ülkenin müdahalesi, milyonlarca insan için yıkım demek oldu. Çok kutuplu dünyada hegemonya kurmak isteyen ülkelerinin rekabetinde Suriyeliler mahvoldu. Ukrayna, Libya, Akdeniz, Karadeniz tartışmalarında küresel hegemonya krizini, hem emperyalist ülkeler arasındaki krizlerde hem de bölgesel güç olma hırsındaki ülkelerin gerginliklerinde tekrar tekrar yaşıyoruz.
Güncel ve ölümcül krizler aynı zamanda kapitalizmin bir sistem olarak da akıl dışı-çalışamaz bir mekanizma olduğunu kanıtladı. Kapitalizmin bu sıkışıklıktan çıkması için daha fazla kamusal işler yapması gerektiği, kapitalizmin yöneticileri tarafından bile söyleniyor. Son on yıldır yükselen sağ otoriter rejimlerin iktidara gelmesinin arkasında da bu krizler vardı.
Otoriter sağ hatta aşırı sağ liderlikler dünyayı yaşanmaz kılıyor, ama direnişler de devam ediyor. Hindistan’da geçen aylarda Modi’ye karşı milyonlarca işçi direndi, son eyalet seçimlerinde Modi önemli eyaletlerde seçimleri kaybetti. Filistin ile dayanışmak için covid koşullarına rağmen yüzbinlerce insan sokaklara çıktı, gösteriler devam ediyor.
Türkiye’de bu krizlerin hepsini yaşadığımız gibi, politik kriz sonrası aşırı sağ ve otoriter bir rejim altında yaşıyoruz. Erdoğan 15 Temmuz darbe girişiminin ardından MHP ile yerli-milli ideolojisine dayalı otoriter ve sağcı bir iktidar kurdu, işçi sınıfının tüm demokratik haklarını tırpanladı. Binlerce insan tutuklandı. Ahmet Altan’dan Osman Kavala’ya en son Ömer Faruk Gergerlioğlu’na bir çok insan hakları savunucusu temelsiz iddialarla yıllarca tutuklu kaldılar, kalmaya devam ediyorlar.
En son Sedat Peker’in itirafları ile iktidar ittifakının ne kadar kokuşmuş olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Mafyatik ilişkiler, yolsuzluk vs ifşa edilirken, yine de hiçbir ciddi istifa, tutuklama olmadı. Son anketlerin çoğu artık AKP-MHP ittifakının bir sonraki seçimi kazanamayacağını gösteriyor.
Son bir yılda pandemi döneminde bile oldukça önemli direnişler gerçekleşti. 2021’e Boğaziçililerin kayyuma karşı direnişi ile umutla başladık. Kadınlar kürtajdan sözleşmeye, nafakadan ceza indirimlerine kadar pek çok konuda sokaklara dökülerek direniyorlar, LGBTİ+ direniyor. Kürtlerin en son Newrozdaki kitlesel gösterilerini, İkizdere direnişini, sendikaların grevlerini ve daha pek çok alanda direnişleri sayabiliriz.
Tüm bunlar bize aşağıdan mücadelenin örülebileceğini gösteriyor. 1989’da işçilerin bahar eylemleri ile darbe sonrasının antidemokratik uygulamaları sona ermeye başlamıştı, karanlık ve umutsuz hava hızla dağılmıştı. 2001’deki Esnaf krizinde bile eylemler müthişti. Şu anki öfke doğru yolları bulursa büyük işler yapmaya gebe. Bekir Ağırdır geçen hafta bir konuşmasında “değişiklik gelecek, umutlu olmak gerekir” derken doğru bir noktaya parmak basıyordu.
Kapitalist sistem işçi sınıfının önderliğinde tüm ezilenlerin kurtuluşunu sağlayacak bir devrim ile değiştirilmeden en basit kazanımları bile koruyamayacağımızı dünya tarihi defalarca gösterdi. Her meselede çözümümüz devrim. Her meselede çözümümüz devrim. İklim krizine karşı, kadınlara dönük bu kadar saldırıyı meşrulaştıran cinsiyetçiliğe, militarizme, savaşlara, milliyetçiliğe, sömürgeciliğe karşı tek çözüm devrim.
Tabi ki devrim bekleyerek gerçekleşebilecek bir şey değil. Bugünden reform mücadelelerini vermek, taleplerimizin kazanması için mücadele etmek gerekir. Bugünün temel sorunu sağlık, yoksulluk, işsizlik ve açlık. Yaygın aşı ve herkese iş, gelir desteği gibi talepleri öne çıkaran, işçi sınıfı etrafında örgütlenen bir siyasi harekete ihtiyacımız var.
Devam eden çevre, öğrenci, kadın, LGBTİ+ hareketlerini bir araya getirip antikapitalist bir blok kurmamız gerekir. Bu bloku inşa edecek, mücadele içerisinde işçi sınıfının liderliğini savunacak DSİP gibi devrimci partilere ihtiyacımız var. Bunu savunan sadece Türkiye’de DSİP değil. Bugün burada Yunanistan, İrlanda ve Amerika’dan yoldaşlar mücadeleyi ve bu mücadele içerisinde kendi partilerinin aldığı rolü anlatacaklar. Akım örgütleri olarak bulunduğumuz her yerde işçi sınıfının öncü partisini kurarak mücadeleyi birleştirmeye çalışıyoruz. Herkesi DSİP’e üye olmaya davet ediyorum.
Toplantı sonunda, 27 Mayıs Perşembe, saat: 20.30’da yapılacak “Yeni bir barış süreci mümkün mü?” toplantısının çağrısı yapıldı.
Yunanistan’dan Sosyalist İşçi Partisi (SEK) adına Panos Garganas’ın konuşması:
Pandemi bir kaza veya kötücül güçlerin bir komplosu değildi. Çevreyi harap eden kapitalist açgözlülüğün ve her ülkede sağlık sistemini yıkıma uğratan neoliberal kemer sıkma politikalarının sonucuydu. Bu Yunanistan’da da böyleydi. Bunu akılda tutarak antikapitalist propagandamıza erkenden başladık ama çok kısa sürede sözden eyleme geçtik, sağlık emekçilerinin mücadelesine destek olduk.
Aynı zamanda Altın Şafakçıların hapse atılmasını talep eden kampanyamızı sürdürdük. Mahkeme Altın Şafak’ın bir suç örgütü olarak çalıştığına karar verdi ve Nazi katillerine üst sınırdan ceza verdi. Bu çok önemli bir zaferdi. Polisin antifaşist gösteriyi durdurmakta başarısız olması, insanların sokağa çıkabilmesi için alan açtı.
Geçtiğimiz sonbahardan, geçen Ekim’den beri, öğrenciler gerici üniversite reformuna karşı kitlesel gösteriler düzenliyorlar. Pek çok sektörden işçiler, turizm işçileri, tiyatro çalışanları ve eğlence sektöründe çalışanlar talepleriyle sokaklara çıktılar ve tüm bunlar 6 Mayıs’ta muhafazakâr hükümete karşı kitlesel bir genel greve gidilmesine neden oldu.
Patronların ve hükümetin saldırılarına karşı şu anki direnişle kapitalizme karşı bir alternatif arasında bir köprü kurmaya odaklanmalıyız. Lev Troçki’nin 1930’larda önerdiği geçiş programının devrimci geleneğini unutmamalıyız. Bu program işçi sınıfının o andaki talepleriyle, başarılı bir devrimin ardından işçilerin yönetimindeki bir toplumun örgütlenmesi ihtimali arasında köprü kuruyordu.
Patronlar sokağa çıkma yasaklarını çalışma koşullarını kötüleştirmek için kullanmaya çalışıyor ama işçiler istikrarlı işler, kadrolu işler, daha iyi çalışma koşulları ve daimî sözleşmeler talep ediyorlar. Bu, işçilerin kendi hayatlarına ne olacağını kontrol edebilecekleri bir duruma doğru bir köprüyü gerçekten de kuruyor.
Yunan ve Türk hükümetlerinin Karadeniz’den Libya’ya ve Kıbrıs’a kadar bütün bir bölgede gerilimi arttırdığı bölgemizde, bizler “savaş çılgınlığını durdurun, gezegeni harap eden petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtları aramayı durdurun” diyoruz.
Biz, işçilerin çıkarına olacak bu talepleri dayatabilecek kadar güçlü bir işçi hareketine ihtiyacımız olduğunu söylüyoruz. En iyi militanları güçlü ve devrimci bir sosyalist işçi partisi oluşturma çabamızda bize katılmaya davet ediyoruz. Çünkü bizim stratejik bir yönelimimiz var, önümüzdeki yol net bir slogan gerektiriyor. Tek çözüm devrim veya ortak mücadelemizde dediğimiz gibi “Tek Yol Devrim”.
ABD’den Marx-21 örgütü adına Clare Fester’in konuşması:
Filistin'in İsrail işgaline karşı cesur direnişini selamlıyorum. Geçen haftalarda ABD de dahil olmak üzere dünya çapında büyük yürüyüşler gerçekleştirildi. İsrail'in ayrımcılığına ve ABD'nin işgali finanse etmekteki rolüne dair farkındalık arttı.
ABD’de covid vakaları azalıyor, aşılanma oranı artıyor, insanlar kısmen normal hayatlarına dönmeye başladı. Ama hala dünya çapında devam eden büyük bir sağlık kriziyle uğraştığımız çok açık. Aşıların dünyaya dağıtılmasındaki eşitsizlik bu durumu yaratıyor.
Salgının başında kişisel koruyucu donanımları, maskeleri dağıtmanın merkezi bir yolu olsaydı, dünya çapında vakaları takip etmek ve testler yapmak için merkezi bir yolumuz yolsaydı salgın bu kadar etkili olmazdı. Aşıyı geliştirmek ve herkese eşit bir biçimde dağıtmak için kâr amacı gütmeyen bir yolumuz olsaydı, kâr etrafında örgütlenmemiş bir toplumda yaşıyor olsaydık ve insanlar zenginler daha zengin olsun diye işe gitmeye devam etmek zorunda olmasalardı pek çok kişi ölmezdi.
Geçen yaz ABD ve dünya çapında gerçekleşen Black Lives Matter isyanı, bu korkunç ve zorlu salgın yılında en olumlu şeylerden biri oldu. Çünkü BLM, ABD'de ırkçılığa karşı gelmiş geçmiş en büyük harekettir. BLM protestolarında konuştuğum herkes işsiz kalmıştı, kirasını ödeyemiyordu, salgında akrabasını ya da arkadaşlarını kaybetmişti. Bu yüzden o protestolara gittiğimizde, George Floyd'la ilgili direnişe ek olarak toplumumuzdaki problemlerle ilgili de büyük bir öfke hissediyorduk.
ABD, Trump ile dört korkunç yıl geçirdi, Trump'ın suçlarının listesi çok ama çok uzun. Sadece salgını tehlikeli bir şekilde kötü yönetmedi, çok korkunç, sağcı, ırkçı bir tabanı kızıştırdı. Biden harcama paketiyle insanları biraz şaşırttı, ondan önceki demokrat veya cumhuriyetçi başkanlarınkinden çok daha fazla bir meblağ ilan etti. Bu teşvik bazı durumlarda emekçileri biraz rahatlatacak ama Biden'ın planının ekonomiyi canlandırmak ve insanları işe döndürmek olduğu açık.
Her halükarda Trump yönetiminde yaşadığımız krizlerin hiçbiri sırf Biden yönetime geldi diye ortadan kalkmayacak. Biden seçim kampanyasında ve göreve başladıktan sonra bozuk özel sağlık sistemini değiştirmeyeceğini söyledi. Ayrıca Yeşil Yeni Anlaşma'ya karşı çıktığı için, yıkıcı iklim değişikliği konusunda da önemli hiçbir şey yapmayacağını söyledi. Göçmenlerin sınır dışı edilmesine devam ediliyor.
ABD'de solcular arasında Demokrat partiyi geri kazanıp reforme etmeye ve enerjimizin çoğunu hükümetin farklı seviyelerine ilerici adaylar seçtirmeye yönelik bir saplantı var. Ben bu stratejinin işe yarayacağına inanmıyorum, onlarca yıllık tarih bize mücadelelerimizi demokratik seçim makinesine tabi kıldığımızda solun demobilize olduğunu ve susturulduğunu gösteriyor.
İhtiyacımız olan sokaklarda, iş yerlerinde, okullarda, topluluklarda, kitlesel, örgütlü mücadele ve sosyalistler olarak bu mücadeleler içinde radikal bir anti-kapitalist bir taban inşa etmeliyiz. Marx21 olarak, elimizdeki sınırlı yollarla bu tür hareketler yaratmak için çalışıyoruz. Kaliforniya göçmen hakları konusunda aktifiz. Portland, Oregon'da işsiz işçiler hareketi inşa ediyoruz. New York'ta ve ülke çapında, Trump'ın arkasında bıraktığı aşırı sağcı oluşumlara karşı bir koalisyon kuruyoruz.
Ankara'dan Los Angeles'a, Atina'dan Dublin'e, Uluslararası Sosyalist Akım içindeki örgütler olarak kapitalizmin ekonomik, ekolojik ve sağlık krizlerine sosyalist bir alternatif oluşturmak için çalışıyoruz.
İrlanda’dan Sosyalist İşçiler Ağı ve Kârdan Önce İnsan Platformu adına John Molyneux’in konuşması:
Covid pandemisi, Marx’ın 175 yıl önce yaptığı olağanüstü bir tespitin gerçekliğinin en çarpıcı şekilde anlaşılmasını sağladı. Rob Wallace ve Mike Davis gibi Marksistlerin çalışmaları sayesinde Covid pandemisinin kökeninde, saldırgan kapitalist endüstriyel tarım şirketlerinin vahşi doğayı giderek artan şekilde gasp etmesinin, giderek daha korkunç yöntemlerin kullanıldığı endüstriyel tarım ve hayvancılığın ve küresel gıda dağıtımının irrasyonelliğinin yattığını biliyoruz.
Kapitalizm toplum ve doğa arasındaki ilişkiyi temelden bozuyor ve bunu yaparken geleceğimizi giderek daha çok tehdit ediyor. Pandemi döneminde pek çok kişi işten atıldı. Ama süper zenginler, daha da zengin oldular. Forbes dergisine göre dünyanın dolar milyarderlerinin serveti pandemide beş trilyon dolar artarak 8 trilyondan 13 trilyona çıktı.
Polisin ve devletlerin cinayetleri aynen devam etti, özellikle siyahlara karşı olan cinayetler. Cinayetler sürdü, ama bu sadece ABD’ye özgü değil, Britanya’da da bir polis memuru Sarah Everhard’ı öldürdü, daha sonra polisler hep birlikte onun için yapılan bir anma etkinliğini zor kullanarak dağıttılar. Polislerin davranışının Türkiye ve Amerika’yla kıyaslandığında genelde daha ılımlı olduğu İrlanda’da bile genç bir siyah olan George Nkencho’nun evinin önünde beş kere vurularak öldürüldüğü ırkçı bir cinayet işlendi.
İklim değişimi aynen devam etti. Tarihte ilk kez, milyonda 420 parçacık (PPM) seviyesine ulaşıldı. Üstelik bu rakam endüstriyel faaliyetlerin azaldığı bir pandemide kaydedildi. Herkesin dört gözle beklediği düzelmeyle birlikte, salınımlarda yeni bir artış olacağı açık. Bunun insanlığın ve milyonlarca türden canlının hayatını ne ölçüde tehdit ettiğini size anlatmama gerek yok.
Tüm bunlara karşı direnişte, pandeminin belli bir sönümlendirici etkisi oldu. 2019’da dünya çapında muazzam bir isyan dalgası vardı; Porto Riko’da, Ekvador’da, Şili’de, Sarı Yeleklilerin olduğu Fransa’da, Irak’ta, Lübnan’da, Hong Kong’da, Katalonya’da, tüm bu yerlerde çok büyük eylemler görüldü. 2020’de, pandemi sırasında bu azaldı, açıkça görülen sebeplerden sokağa çıkmak daha zor oldu. Yine de Amerika’da muhteşem Siyahların Hayatları Önemlidir isyanını gördük, bu Amerikan tarihindeki en büyük sokak eylemlilikleriydi, ayrıca Myanmar’daki direnişi gördük.
İrlanda’da da büyük gösteriler ve sokak eylemlerinin eksikliği hissediliyor, Kuzeyde Belfast’ta ve güneyde Dublin’de iki büyük Siyahların Hayatı Önemlidir eylemi yapıldı. Önemli sendikal mücadeleler oldu, Kârdan Önce İnsan, grevci işçilerle dayanışma gösterdi, önde gelen sendika temsilcilerini Kârdan Önce İnsan’a kazanmayı başardık.
İrlanda’da ulusal sorunun geri dönüşüne tanık oluyoruz. 2021, İrlanda’nın bölünmesinin yüzüncü yılı ve biz de Irish Marxist Review dergisinin özel sayısını bu konuya ayırdık, ilgilenenler olursa internetten ulaşabilir. İngiliz emperyalizminin İrlanda’ya dayattığı bölünmenin sona erip İrlanda’nın yeniden birleşmesinin, bugünlerde son yüz yılda olduğundan çok daha muhtemel olduğu açık. Bu bizim için çok çok önemli, çünkü Kârdan Önce İnsan olarak İrlanda’da birleşmenin önde gelen savunucuları olacağız ve bunu alternatif bir ada tahayyülü öne sürmek için bir fırsat olarak görüyoruz.
Kitle mücadeleleri eksikliğini yaşasak da Kârdan Önce İnsan’ın son dönemlerde iyi durumda olduğunu söylemekten memnunum. İstikrarlı bir şekilde üye kazandık ve şimdi üç binden fazla üyemiz var, İrlanda Parlamentosu’ndaki temsiliyetimiz de arttı
Sistemin krizi kesinlikle yoğunlaşıyor ve siyaset kutuplaşıyor. Hem aşırı sağın hem de soldaki kendiliğinden hareketlerin büyüdüğünü, sosyal demokrasinin ise iflas ettiğini görüyoruz. Bu özellikle Corbyn’nin yenilgisinin ardından başa gelen Keir Starmer’in gerçekten berbat biçimde gerici liderliğinde İngiltere İşçi Partisi’nin başına gelenlerde gözüküyor, Starmer seçimlerde bile başarılı değil. Ayrıca bu belirtiler İspanya devletinde Podemos’un başarısızlıklarında ve lideri Pablo Iglesias’ın politikayı bırakmasında da görülebilir.
Dolayısıyla devrimci sosyalistlerin örgütlenip küresel işçi sınıfı hareketini inşa etmesi tarihte daha önce olduğundan çok daha önemli. Ancak elbette işçi sınıfı ve sosyalistler arasında bir uçurum var, bunu aşmanın yollarını bulmaya çalışmalıyız. Hem bir kapitalist çürüme hem de bir isyan çağında yaşıyoruz. Bizim işçi sınıfı içinde uygulanabilir bir sosyalist alternatif yaratma görevine talip olmamız çok önemli. İrlanda’dan DSİP’teki yoldaşlara ve herkese, Türkiye’deki tüm sosyalistlere bunu başarma çabanızda iyi dileklerimizi sunuyoruz
Soru ve cevaplar
Soru: Sizin de söylediğiniz gibi Filistin’e saldırılara karşı bu sefer çok daha büyük gösteriler oldu. Bu gösterilerde BLM hareketinin etkisi oldu mu? Nasıl bir etkisi var? Biden maalesef İsrail’in savunma hakkını savundu, bunu nasıl değiştirebiliriz?
Clare Fester: BLM hareketi bütün taleplerini kazanamadı, ama hareket kolaylıkla Filistin sorununa yüzünü dönebildi. Burada şu anlayış çok gelişkin, ABD hükümetinin Filistin’de yaptıkları ile burada yaptıkları paralellik taşıyor, mesela kullandıkları gaz bombaları aynı. BLM hareketinin bazı üyeleri, buradaki harekete “siyahların intifadası” diyor, birebir paralellik kuruyorlar.
Bir de yeni bir durum olarak; genç Yahudiler arasında Siyonizm’e ve İsrail’e eleştirel yaklaşım yaygın, birkaç yıl öncesine kadar durum böyle değildi. Şimdi genç Yahudiler de Filistin’le ilgili gösterilere katılıyorlar.
İsrail hala ABD’nin Ortadoğu’daki uç karakolu. Bu nedenle Biden ve Demokratlar İsrail’i destekliyorlar, bunu değiştirmek zor. Buna rağmen ABD’de politika değişiklikleri için tabandan basınç uygulamak bugün çok daha kolay. İsrail’e silah ambargosu vb. politikalar yürütmeliyiz. Ayrıca Temsilciler Meclisinde solda duran temsilcilerin ki birisi Arap kökenli, hareketin taleplerini dile getirmesi, bu taleplerin taban hareketi ile birleşmesini çok daha kolaylaştırdı, 5-10 yıl öncesine göre. Demokrat Partinin dışında durup, tabandan partiye basınç uygulamak, içine girip politika yapmaktan daha yararlı.
Soru: Konuşmanızda Kardan önce İnsan grubu olarak İrlanda’nın birleşmesi için mücadele edeceğinizi söylediniz. Bunu nasıl yapacaksınız?
John Molyneux: İrlanda’da bu akşam Filistin’le ilgili bir gelişme oluyor. Parlamentoda bir oylama yapılacak, Kardan Önce İnsan grubunun önerisi. İsrail büyükelçisinin İrlanda’dan kovulması ve İsrail’e yaptırımlar uygulanması oylanacak. Öneri kabul edilmese de çok sayıda oy alacak, çünkü başta karşı olan ana muhalefet SinFein öneriyi desteklemeye karar verdi. Çünkü İrlanda toplumunun her yerinde Filistin’den yana sempati ve destek var.
Filistin meselesi ile birleşik İrlanda konusu arasında bir ilişki var. İngiliz emperyalizmi 100 yıl önce İrlanda’yı ikiye bölerken dünyayı kendi çıkarları çerçevesinde davrandı, Filistin’de de böyle bir olay 100 yıl önce Skys-piko ile yapıldı. Hem İrlanda’da, hem Ortadoğu’da hem başka yerlerde 100 yıl önce emperyalizmin yaptıkları yüzünden çok acılar yaşandı, yaşanmaya devam ediliyor.
Öte yandan kapitalizmin krizinin derinliği, bu ayrılıkları geçmişten daha kolay aşabilmeyi mümkün kılıyor. Kriz hem İngiltere, hem de pek çok hükümetin sorgulanmasına, fırsatların önünün açılmasını sağlıyor. Aynı durumu İskoçların bağımsızlık mücadelesinde de görüyoruz. Bunun İrlanda’nın birleşmesinde çok fazla etkisi olacak. İrlanda’da yeni genç bir kuşak giderek radikalleşiyor. ABD’deki bu yeni kuşak nasıl ırkçılık karşıtı ise, İrlanda’da yeni kuşak hem Kuzeyde hem Güneyde yerleşik muhafazakar görüşlere prim vermiyor.
Kardan Önce İnsan grubu olarak bizler her zaman İrlanda’nın birleşmesinden yanaydık, ama şimdi büyük kampanyalar yapabiliyoruz. Kampanyalarımızı İrlanda’nın tümünde birleşik olarak yapıyoruz. Örneğin kadının kürtaj seçim hakkını hem Belfast’ta, hem Dublin’de yaptık. Aynı şekilde ırkçılık karşıtı BLM kampanyalarımızı her iki bölgede de yaptık. Mücadele ettiğimiz her konuda bütün İrlanda çapında kampanya yapıyoruz. İrlanda’nın birleşmesi konusu çok canlı ve önemli bir konu. İrlandalı devrimci James Conolly’nin öğretilerine sadık olarak ve Marksizm, mücadelemiz birleşik İrlanda için olacak.
Soru: Konuşmanızda Troçki’nin 1930’lardaki geçiş programından bahsettiniz. 2021’de bir işçi devriminin olanakları var mı? Bunun için neler yapmak gerekir?
Panos Garganas: Bir devrimin olacağını öngörmek her zaman tehlikeli bir çabadır. Ama bu bizim devrimin olacağına olan inancımızı etkilemez. Evet 2021 yılında bir devrim mümkündür. İlk olarak sistemin krizi nedeniyle mümkündür. Kapitalizmin krizi uzun süredir var ve birkaç farklı düzeyde kendini gösteriyor. Her şeyden önce bir ekonomik kriz söz konusu, sistem insanları muazzam bir şekilde yoksulluğa itiyor. Eşitsizlik olağanüstü arttı, zenginler daha zengin oluyorlar, yoksullar da bunu görüyorlar. Görünür olan bu eşitsizlik, siyasi krizi tetikliyor. Egemen sınıf partileri krizi engelleyemiyorlar. Mesela ABD’de Cumhuriyetçiler kaybetti, ama Demokratlar da tam kazanamadı. Yani istem krizde, o yüzden devrim mümkün.
İkinci neden işçi sınıfı içinde olup bitenler. İşçi sınıfı bugün geçmişte yaşanan krizlerin, devrimlerin olduğu zamanlardan sayıca daha büyük. Bu nedenle, dünyanın pek çok yerinde Şili, Sudan vb. işçi sınıfının pek bir şey yapamadığı yerlerde devasa işçi mücadeleleri meydana geldi. Yani devrim olabilir. Peki, biz ne yapmalıyız, devrimin olması için.
Devrimci bir sol inşa etmeliyiz. İşin can alıcı yanı bu. Troçki çok mükemmel bir durum analizi yapabilmişti, ama 1930’larda devrimci bir örgütlenmeye sahip değildi. Dolayısıyla bu konuya odaklanmalıyız. İyimser bir mesaj vereyim. Cumartesi Filistin’e destek gösterileri yaptık. En çarpıcı gösteriler Kuzey’de gerçekleşti. Yunanlılar ve Türkler birlikte özgür Filistin için gösteriler yaptılar. Yani bölgede yoldaşlarımız önemli bir ayrımı aşarak güncel bir konuda tavır gösterdiler. Bizler iyimseriz, Egenin hem o tarafında hem bu tarafında devrimci solu inşa edebiliriz.
Soru: Kapitalist sistem bu krizlerden kendini kurtarabilir mi?
Yıldız Önen: Pandemi öncesinde de kapitalizm krize girmişti. IMF, OECD, AB gibi kurumlar bile neoliberal politikalarla devam edilemez demeye başladılar. Panos da söyledi, zenginler artıyor, aşı krizi var. Trump bu kadar büyük iddialarla geldi, ırkçı milliyetçi bir siyaset izledi, ama daha ilk yılından itibaren insanlar muhalefet ettiler. Biden pek çok solcu milletvekili ile birlikte seçildi. Dünyada merkez sağ ve merkez sol partiler eriyor. Kapitalist sistem 20.yy başında krize girmişti, dünya savaşları oldu.
Şimdi işçi sınıfı ne yapacak o önemli. Filistin eylemleri hepimize moral verdi. Yüzbinlerce insan sokağa çıktı. Ama devrimci bir partinin oluşturulması çok önemi.
19 Nisan 1943. Sabahın erken saatleri. Albay Ferdinand von Sammern-Frankenegg panikle Varşova Bristol oteline giriyor. General Jürgen Stroop - ki Joseph olan ismini “aryan” bulmadığı için Jürgen’le değiştirmiştir - sabahın o saatinde albayı kapısında görünce şaşırmış mıdır bilemiyoruz; lakin bir şeylerin ters gittiğini sezmiş olmalı. SS Ferdinand telaşlı ve afallamış haliyle o günkü planın gerçekleşemediğini, işlerin karıştığını söylemiştir generale.
İmha planı bu kez işlememiştir çünkü Varşova gettosunda geniş çaplı silahlı bir direniş başlamıştır. Yahudiler Nazileri gettodan püskürtmeyi başarmıştır.
Önce gettolar, sonra imha kampları
Albay Ferdinand Nazi generale Krakow’dan bombardıman uçağı istemeyi önerir. Stroop bu teklifi küçümser. Eğitimli, teçhizatlı askerlerinin basit silahlarla gerçekleştirilmiş bir direnişe yenik düşmesi zaten yeterince “rezil” bir durumdu. Üstün ırkın askerleri nasıl olur da Yahudilere karşı başarısızlıkla karşılaşabilir. Ferdinand’ın teklifini reddeder. Daha fazla destek istemek Üçüncü Reich’ın “itibarını” dünyanın gözü önünde küçük düşürecektir. Stroop elindeki kaynaklarla, meseleyi kısa sürede çözeceğinden emindi. Ama boyun eğmeyen direnişçileri hesaba katmamıştı.
1939 yılında Almanya’nın Polonya’yı işgalinin ardından Gestapo şefi Reinhard Heydrich Polonya’daki tüm Yahudilerin tecrit edilmesini emreder. Amaç çok sayıda Yahudi’yi ufak bir alana hapsederek hem kontrolü kolaylaştırmak hem de yetersiz gıda, yetersiz tıbbi malzeme ile Yahudilerin açlık ve hastalıkla yavaş yavaş ölmesini sağlamaktır. Varşova gettosu işte böyle ortaya çıktı. 1940 yazında Heydrich tifüs salgını bahanesiyle gettonun çevresinin tuğlayla örülmesini istemişti. Lodz, Krakow ve çevre şehirlerde yaşayan Yahudiler gettoya getirildikçe Yahudi Konseyi kısıtlı sayıda verilen yiyeceği paylaştırmada zorluklar yaşamaya başladı. 15 Kasım 1940’ta tüm çıkışlar kapatıldı. Naziler Yahudilerin bazılarını günü birlik işçi taburlarına yolluyordu. O işlere seçilemeyenler ise ellerinde ne var ne yoksa satıp hayatta kalmanın yollarını arıyordu. Açlık ve hastalıklar yüzünden gettonun ilk yılında yaklaşık 43.000, 1942 yılında ise 37.000’den fazla insan öldü. Ama gelin görün ki bu sayı bile Nazi Almanyası’nın ırksal arınma programı için yeterli değildi. Nazi başkomutanı Himmler tüm Yahudilerin imha kamplarına sürülmesini emretti. Her gün 6.000 kişi trenlere doldurulup kampların yolunu tutacaktı.
Direniş
Bu yolculuğa çıkıp kamplardan kaçmayı başaran az sayıda Yahudi, insanların başına gelenleri anlatmak için tekrar gettoya döndü. Auschwitz ve Treblinka gibi kampların son durak olduğunu, bu kamplarda Yahudilerin duş odalarında zehirli gazlarla öldürüldüğünü ve cesetlerin fırınlarda yakıldığını anlattılar. Mademki öldürüleceklerdi o zaman ölene dek boyun eğmemeli, katillerine kök söktürmeli, ellerinden ne geliyorsa yapmalılardı. Ardından, önce Yahudi Askeri Birliği (ŻZW) toplantı çağrısında bulundu. Kısa süre içinde Polonya İşçi Partisinin Yahudi üyeleri Mordechai Anielewicz liderliğinde Yahudi Muharebe Örgütü (ZOB) harekete katıldı. İlk işleri tren vagonlarına gitmeye karşı direnişe çağıran bir bildiri yayınlamaktı. İkinci iş ve aslında daha da zor olanı ateşli silah bulmaktı. Kanalizasyonları geçit olarak kullanan karaborsacılar yüksek fiyata silah satmaya başlamıştı. Yahudi direnişçiler Judenrat’tan ve kapolardan aşırdıkları paralarla cephanelik ve silah alıyorlardı. Polonyalıların anti-Nazi direniş örgütü Armia Krajowa’dan yardım istediler. Fakat hayal kırıklığına uğradılar. Örgütün çoğunluğu kendilerine yetecek kadar silahları olduğunu söylemişti. Sadece içlerinden küçük bir grup dayanışma gösterip bir kısmı bozuk olan silahları gönderdi. 9 Ocak 1943’te Himmler Varşova’ya geldiğinde 360.000 kişilik gettoda nüfus 66.000’e düşmüştü. Şubat ayı bitmeden gettonun tamamen “arındırılması” emrini verdi. Askerler gettoya girer girmez ufak çaplı bir direnişle karşılaşınca geri çekildiler. Naziler geri çekilince küçük bir zafer kazanan direnişçiler daha büyük bir adım için moral bulmuş oldu. Alman askerleri gettoyu boşaltma planlarını geçici olarak durdurmuştu. Öte yandan Armia Krajowa’nın -birkaç antisemit üyesi dışında- desteğini de kazanmış oldular. Karmaşık yeraltı sığınakları yapmaya ve tüneller açmaya devam ettiler. Himmler gelişmelerden çok rahatsızdı. Adolf Hitler’in doğum gününden bir gün önce yani 19 Nisan 1943’te gettoya girip Führer’e ‘Yahudilerden temizlenmiş bir Varşova’ sunmak istiyordu ve general Stroop’u görevlendirdi. 18 Nisan akşamı getto Polonya polisi ile çevrelendi. Direnişçiler baskın olacağını anlayınca planlarına uygun şekilde silahlarıyla yerlerini aldılar. 19 Nisan gecesi Nazi askerleri gettoya girdi. Ortalık sakin görünüyordu. Bu rahatlıkla gettoda beklerlerken saat altı sularında direnişle karşılaştılar. İlk bombayı 17 yaşındaki direnişçi Emily Landau çatıdan fırlatmıştı. Pencerelerden, balkonlardan molotof kokteylleri, el bombaları ve mermiler yağıyordu. 2 saatlik çatışmada düzinelerce Nazi askeri ölmüştü. Naziler tekrar tekrar saldırdıkça getto direnişçileri onları püskürtüyordu. Kadın direnişçiler Niuta Tajtelbaum, Rachel Zilberberg, Tosia Altman, Mira Fuchrer ve daha niceleri ön saflardaydı.
Daha dün dehşet ve çaresizliği yansıtan yüzler, tarif etmesi kolay olmayan bir sevinçle parlıyordu. Gurur dolu bir sevinç. Marek Edelman’ın komuta ettiği bölgede yapılan saldırı sonucu 22 Nazi daha ölmüştü. Ölülerin silahlarını alıp direnişe devam ettiler. Polonyalı anti-faşist gruplar gettoya destek olmaya çalışıyordu ama ne yazık ki polisler ve Nazi askerleri tarafından bastırılıyorlardı. Yahudi direnişinin iki seçeneği vardı: Ya savaşarak ölmek ya da teslim olup gaz odalarında ölmek. Bunu unutmadan eylemlerini 16 Mayıs’a kadar devam ettirdiler. Stroop’un küçümsediği direniş bir aya yakın sürmüştü. Nazilerin kaybı çoktu. Direnişçilerin ne yazık ki çoğu ölmüştü. Fakat umutsuzluğun, Nazi karanlığının tam ortasında boyun eğmeyenlerin sembolü oldu Varşova gettosu direnişi. Diğer gettolardaki, ölüm kamplarındaki ayaklanmalara güç verdiler.
İnsanlığa ve tarihe ise şu sözü miras bıraktılar: Asla pes etme!
Melike Karaosmanoğlu
(Sosyalist İşçi)
Komplo teorileri elbette yeni bir icat değil. Ta eski çağlarda bile doğal felaketlerden ve hastalıklardan cadılar sorumlu tutuluyordu. Yahudilerin şeytanî amaçlarla dünya hakimiyeti peşinde koştuğu da oldukça eski bir komplo teorisiydi. Kapitalizmin sağladığı imkânlarla birlikte komplo teorileri çeşitlendi ve renklendi: Bilgisayarlar dünyayı ele geçirmek isteyen şeytanın icadıydı, İncil’de anlatılan şeytanın işareti aslında her ürünün üzerinde bulunan barkoddu, sadece Yahudiler değil, pek çok farklı kişi ve kuruluş dünyayı ele geçirmek için ha babam uğraşıyordu, bir “üst akıl” bunları sevk ve idare ediyordu, Lozan Anlaşması 100 yıl için imzalanmıştı ve bu süre dolunca Türkiye parçalanacaktı ve buna dair aslında sık sık duyduğumuz, bazılarına da inandığımız bir sürü aslı astarı olmayan hikâye.