Milliyetçilerle enternasyonalistler arasındaki ayrım: Paramaz ve yoldaşlarını anıyoruz

Enflasyonun nedeni ücretler değildir

Hem bu iktidarın bakanı hem de patronlar sınıfının tüm sözcüleri ücret artışlarının yüksek enflasyona neden olduğunu iddia ediyorlar. Bu neredeyse 150 yıllık bir tartışma. Marx, ücret artışı istemenin boşuna olduğunu, bunun patronların kârlarını korumak için fiyatları artıracağını, dolayısıyla enflasyonun yükseleceğini ve satın alma gücünün azalmasına neden olacağını söyleyenlere karşı bu ücret-fiyat sarmalı teorisinin saçma olduğunu şöyle gösterdi.  Michael Roberts, Marx’ın öncelikle “ücret artışlarının, önceki fiyat artışları doğrultusunda gerçekleştiğini” vurguladığını söylüyor. Gerçekten de Türkiye’de asgari ücret zammının asıl amacı, son bir yıldaki kayıplarımızı karşılamak istememiz. Biz henüz önceki fiyat artışlarının yarattığı zararı karşılamak için uğraşıyoruz. Bu artışlar ise işçilerin daha yüksek ücretler için aşırı ve gerçekçi olmayan talepleri nedeniyle değil “üretim miktarı yani büyüme oranları, emeğin üretken güçleri yani verimlilik artışı, paranın değeri yani para arzının büyümesi, fiyat ayarlamaları ve endüstriyel döngünün yükseliş ve çöküş aşamaları gibi evreleri tarafından belirlenir. Üstelik ücret artışları esas olarak genel kâr oranlarında bir düşüşe yol açacak, esas olarak malların fiyatlarını etkilemeyecektir. Bu yüzden ücret zamlarının yüksek enflasyona yol açacağını iddia edenlerin patronların kârlarının gönüllü ya da paralı bekçiliğini yaptıklarını görmeliyiz. Tıpkı İngiltere Merkez Bankası Başkanı Bailey’in yaptığı gibi: “Kimse maaş zammı almaz demiyorum, beni yanlış anlamayın. Ama benim söylediğim şu ki, maaş pazarlığında kısıtlama görmemiz gerekiyor, aksi takdirde iş kontrolden çıkacaktır”. Michael Roberts; ABD eski başkanı Obama’nın bir ekonomi danışmanının “ücretler yükselirse fiyatlar yükselir ve böylece her şeyin fiyatları dizginlenemez bir şekilde yükselir” yönündeki açıklamasının da aynı sermaye yanlısı önyargıların bir ürünü olduğunu anlatıyor. IMF’nin, birçok ülkede son 60 yıldaki verileri inceleyerek hazırladığı ücret fiyat artışları arasındaki ilişkiyi anlatan raporu, patronların sözcülerini yalanlıyor. IMF çalışması şu sonuca varıyor: “En azından fiyatların ve ücretlerin sürekli olarak hızlanması olarak tanımlanan ücret- fiyat sarmallarını, son tarihsel kayıtlarda bulmak zor. Gerçek ücretlerin önemli ölçüde düştüğü günümüze benzer dönemlere bakıldığında, sürekli ücret ve fiyat artışı bulmak daha da zor. Bu durumlarda, nominal ücretler, reel ücret kayıplarını kısmen telafi etmek için enflasyonu yakalama eğilimindedir.”  Dolayısıyla ortada egemen sınıfların bir örgütü olan IMF’nin hazırladığı raporla kanıtlanmış bir gerçek var: Ücret artışları enflasyonun nedeni değildir. İşçi sınıfının geçmiş dönemde yaşadığı kayıpları gidermek için verdiği bir mücadeledir. Marx’a inanmayan, şu iddiayı dile getiren IMF’ye inanabilir: " Nominal ücretlerdeki hızlanmanın, ücret-fiyat sarmalının tutunmaya başladığının bir işareti olarak görülmemesi gerektiği sonucuna vardık."  Patronların sözcüleri sadece Türkiye’de değil tüm büyük ekonomilerde ücretlerin GSYİH içindeki payının 1980'lerden beri düştüğünü görmemizi engellemeye çalışıyorlar.  Önümüzdeki hafta başlayacak asgari ücret görüşmelerinde Çalışma Bakanını gerçekleri konuşmaya çağırmak zorundayız. Sendikaların görevi asgari ücret artış oranlarına değil, gerçekte ne kadar arttığına bakmak ve bunun için kitlesel bir mücadele örgütlemek olmalıdır. Bir kez daha Marx’a danışabiliriz. Marx, ücret zamlarında oranlara bakmanın da başka bir tehlike içerdiğini şöyle anlatıyordu: “Haftalık ücreti 2 şilin olan bir adamın ücreti 4 şiline çıkartılsaydı, ücret oranı yüzde yüz yükselmiş olurdu. Her ne kadar ücretin gerçek tutarı, haftada 4 şilin, gene de çok küçük, önemsiz bir ücret, bir açlık ücreti olarak kalsa da bu, ücret oranı olarak takdir edilecek bir şey olurdu. Demek ki, ücret oranındaki etkileyici yüzdelerin sizi şaşırtmasına izin vermemelisiniz. Her zaman artıştan önceki ilk tutarın ne olduğunu kendi kendinize sormanız gerekir.” Asgari ücret ve ücret zamları konusunda yalan söylemeye devam edecekler.  Yalanlarını başına çalmanın bir yolu gerçekleri anlatmaksa bir başka yolu da mücadeledir. İnsanca bir yaşam için işçilerin birleşik, kitlesel, işyerlerine yaslanan azimli mücadelesine ihtiyaç var.

Sosyalizm için örgütlü mücadele

Devrimci partilere neden ihtiyaç var? Bunca toplantıyı, sonu gelmez tartışmaları, çıkarılan yayınları, onları dağıtma çabasını, küçük veya büyük çeşitli eylemleri, bildirileri niye ısrarla ve ısrarla düzenliyoruz, bunlara vakit harcıyoruz? Mücadeleye yeni atılan yoldaşlar için bu iğneyle kuyu kazma çabası gibi görünen faaliyet zaman zaman anlamsız geliyor. Oysa işçi hareketinin tarihi, kitlesel devrimci partiler yaratılamadığında muazzam ayaklanmaların nasıl heba olduğunu gösteriyor. Bunun karşısında 1917 yılında Rusya’da ise Bolşevikler’in yıllar süren emeğinin, bitmek tükenmek bilmez enerjisinin ilk muzaffer işçi devrimini nasıl hazırladığını ortaya koyuyor. Neoliberalizme ve otoriterleşmeye karşı kitlesel protesto gösterileriyle sarsılan dünyamızda bu ihtiyaç hâlâ güncel ve yakıcı. 2019’daki küresel isyan yılında Sudan’da başlayan eylemler olağanüstüydü. Genç bir kadın bir arabanın üstüne çıkarak söylediği şarkıyla harekete önderlik ediyor, mücadelenin içindeki iş bırakma süreçlerinden yeni emek ve meslek örgütlenmeleri doğuyor, insanlar sokaklarda kazanımlarını yitirmemek için kitlesel olarak 24 saat nöbet tutuyorlardı. Pandeminin ardından Sri Lanka’da yoksulluğa karşı başlayan eylemler devlet başkanını devirdi. Bugün İran’da kadınların başlattığı isyanı Kürtler, gençler, diğer yoksullar ve sonunda işçiler takip etti. Haftalardır rejim bu protestoları nasıl yatıştıracağının yolunu bulamıyor. Bütün bu mücadeleler çok güzel, ancak ortak özellikleri nihai bir başarıya, emekçileri ve tüm ezilenleri özgürleştirecek, sömürüyü sonlandıracak bir iktidar hamlesine girişememiş olmaları. Eşitsiz gelişim ve örgüt Devrimci bir örgüt inşa etmenin gerekliliği, kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişiminden kaynaklanıyor. Sistemin her yerde verili anda eşit ölçüde olgunlaşmış olmayan, ama diğer yandan en geri bölgeleri hızla en ileri kapitalist ülkeler seviyesine taşımaya çabalayan doğası, işçi sınıfının içinde de mücadeleye güvenin, bilincin ve deneyimlerin eşitsiz gelişmesine yol açıyor.  Her eylemde, grevde, okul işgalinde diğer arkadaşlarını öne çekmeye çalışan, masanın üzerine çıkıp kitleye ajitasyon çeken, ilk hamleyi yapan daha kararlı, daha mücadeleci aktivistler görürsünüz. Bunların yanında yine her mücadelenin içinde hareketi geriye çeken, pesimizm yayan, yapılması planlanan bir sonraki adımın yapılmamasını, tehlikeli olduğunu savunan insanlar da vardır. Sınıf mücadelesi aslında, ilk örnekte saydığımız aktivistlerin, sonradan saydığımız fikirleri mağlup ederek geniş kitleleri mücadeleye çekme mücadelesidir. Sınıf bilincinin şekillenmesi Tam da bunun için örgütleniyoruz. Uluslararası Sosyalist Akım sınıf içerisindeki bilinç düzeyleri farklılaştığı için 30’a yakın ülkede devrimci partiler inşa etmeye çalışıyor. Bu böyle olmasaydı, işçi sınıfı artık toplumda patronlar karşısında ezici bir çoğunluk oluşturduğuna göre, devrimi yapmak oldukça kolay olurdu! Ama tam tersine devrimci partiler olarak işçi sınıfının içinde dahi küçük bir azınlığı temsil ediyoruz. Çünkü egemen sınıfın mevcut sistemin tek geçerli yol olduğunu anlatan, siyasetin parlamentodan ibaret ve sadece yetenekli/akıllı iyi eğitimli kimselerce yapılması gerektiğini vadeden devasa mekanizmaları var. Okullar, televizyonlar, gazeteler ve daha nicesi. İşçi sınıfının bilinci tüm bunların da etkisiyle belirleniyor. İşte devrimci parti, bu hegemonyayı kırmak için, hâlihazırda bunu kendi kafasında halletmiş olan en ileri aktivistlerin, işçi sınıfının mücadele içerisinde öncülük eden kesimlerinin bir araya geldiği bir aktivistler ağıdır.  Sınıfın içerisinde, geçmişin deneyimlerine yaslanarak, bir sonraki adımın doğru tayin edilmesi ve devrime kadar verilen mücadelenin rotasının doğru bir yola oturtulması için mücadele eder. Kritik bir rol Bazen bir devrimcinin kafasına tam olarak oturmayan bu örgüt inşası çabası, tarihin belirleyici anlarında kritik bir rol oynuyor. Almanya’da 1918’de başlayıp 1923’e kadar süren işçi devrimi kazanabilseydi, belki 100 yıldır bambaşka bir dünyada yaşıyor olacaktık. Dönemin en ileri kapitalist ülkesinde, dönemin en güçlü ve örgütlü işçi sınıfı, başka bir dünyanın kapılarını aralamak için ayaklandı. Zaman zaman bazı bölgelerde sosyalist cumhuriyetler dahi kuruldu. Fakat ülke içerisindeki ana sosyalist örgüt, Sosyal Demokrat Parti, çoktan devrim yolunu terk etmişti ve işçilerin ayaklanmasını bastırmaya çalışıyordu. O partiden kopup devrimci örgüt inşa etmeye çalışan Rosa Luxemburglar ise çok geç kalmışlardı. Bu gecikmenin bedelini maalesef canlarıyla ödediler.  Alman Devrimi’nin yenilgisi egemen sınıfların bu kalkışmadan intikamını aldığı süreçte faşizm denen insanlık tarihinin başına gelmiş en büyük belayı ortaya çıkardı.  Rusya’daki Bolşevikler ise aynı dönemde başka bir örneği, dünyanın eşit ve özgür bir yer olabileceğine dair umudu yarattılar. Yıllar boyu fabrikalarda yarım kopek yarım kopek para toplayarak finanse ettikleri gazeteleri Pravda, her şehirde ve işkolunda deneyim kazanmış işçi önderleri, solda sosyal şovenizmden savaş destekçiliğine çeşitli akımlara karşı ısrarla verdikleri mücadele, 1917’de Şubat Devrimi’nin işçi sınıfı iktidarıyla taçlanması gerektiğini savunan politik hatları ile tarihin en görkemli sıçramasına imza attılar. Ekim Devrimi sömürüyü kaldırmak için gerekli ilk adım olmanın yanı sıra kadınların, LGBTİ+ların, ezilen ulusların, köylülerin ezilmişliğine karşı da büyük bir başkaldırıydı. İşte bazen çok ufak ve anlamsız gibi görünen çabalar, aslında işçi sınıfının kaderini değiştirmek için verilen böylesi radikal bir projeye hizmet ediyor. Elinizdeki gazeteyi size satmak ve okutmak için gösterilen ısrarın ardında bu niyet yatıyor.

Beğenilmeyen isyanlar

Doğu Bloku’nun 1989-1991 yılları arasında çöküşü de dahil olmak üzere sayısız halk ayaklanması bazı çevreler tarafından; renkli devrimler, Sorosçu hareketler ve batıcı eylemler olarak yaftalandı, bu hareketlere sırt çevrildi.  İsyan eden halk hareketlerini beğenmemezlik, 2010’lu yıllara damgasını vuran Arap Baharı’nda iyice ayyuka çıktı. Arap halkların diktatörlükleri salladığı ve milyonlarca insanın yaratıcı eylemler sergilediği bu halk hareketleri, gerekli derslerin çıkartılması ve hızla dayanışmaya geçilmesi gereken hareketler olarak değil, içinde dış güçlerin parmağı aranan gösteriler olmakla suçlandı. Tahrir Meydan’nında milyonlarca insanın toplanması, günlerce direnmesi, tekstil sektöründe çalışanların grev hareketinin meydan işgalleriyle birleşmesi sonucunda eli kanlı bir diktatörün devrilmesi, Mısır halkının yaratıcı inisiyatifinin ürünü olarak görülmedi bazı çevrelerce. Şimdi önemsenmeme sırası İran’da. Üstelik sekülerlerin aşırı heyecan duyması gereken bir hareketle karşı karşıyayız. Eylem zinciri, Mahsa Amini’nin saçları göründüğü için öldürülmesiyle başladı ve hızla zorunlu başörtüsüne karşı bir kadın isyanı halini aldı. Giderek tüm toplumun baskı, yoksulluk ve kokuşmuşluğa karşı mücadelesine dönüştü. Hayallerdeki devrim İsyan dalgalarına dudak büken bu eğilimin nedenlerinden biri, sosyal patlamaların içinde boşalan devrimci enerjinin kendiliğinden politik devrimlere yol açabileceğine dair duyulan güvensizlik. Düzenli kortejler halinde yürüyen ve bir ya da birkaç devrimci parti tarafından önderlik edilen kitleler parti yönlendirmeleriyle bir devrim yapabilmeliler. Bunun dışında, her türlü dış etkiye açık isyan dalgaları, özü itibarıyla güvenilmez eylemler olarak algılanıyor. Bu, bir anda patlayan sosyal isyanların milyonlarca yoksulun muktedirlerden daha güçlü, daha etkin, daha kalabalık olduğunu görmelerini sağlayan arındırıcı etkisini görememenin ürünüdür.  Devrimlerin parti kararnameleriyle olacağını düşündüğü için, her türlü kendiliğinden eylemin zaaflarını, eksikliklerini öne çıkartanların bir başka sorunu da devrimi şablonlarla ele alma eğilimidir. Lenin’in saf devrim aramakla suçladığı bu görüşteki insanlar, bugün bir devrimin, bugünün sınıf çelişkileri içinde şekillenen, bugünün ahlak anlayışlarına sahip, bugünün çürümüşlüğüne basan ama bugünün çürümüşlüğünü aşmak için çaba gösteren insanların ve iç içe geçmiş toplumsal katmanların eylemi olarak görmüyorlar. Bir tarafta egemen sınıfın orduları ile karşılarında bizim kızıl bayraklarımızla donanmış işçi ordularımızın çarpışmaya hazırlanması olarak devrim anlayışı, sosyal patlamaların dinamiğine bütünüyle aykırıdır. Sosyal patlamanın coşkusu gerçekten iktidar değişikliğine yol açacak bir çapa, güce ve yaygınlığa ulaştığında devrimci olmayanları da önüne katar ve düpedüz reformist olan, hayatı kapitalizmi reforme etme mücadelesiyle geçen siyasi figürler de bu devrimci kasırganın içinde yer alırlar. İlk fırsatta devrimden vazgeçmenin önemi hakkında tutkulu konuşmalar yapmak üzere devrimin gerekliliğini savunanların heyecanına ortak olurlar. Üstelik devrim, sadece devrimden beklentileri farklı olan güçleri içine katmakla kalmaz, devrim anlayışı farklı olan, yeninin içinden doğduğu krizin uzlaşmayla çözülmesini savunan sayısız figür hareketin içinde de beklenmedik ölçüde önemli roller oynar. Bu yüzden bir anda, bir örgütün emriyle değil kendiliğinden başlayan patlamalar, olağanüstü bir canlılık ve benzersiz bir fikri zenginlikle el ele gider. Bu hareketlerin derinliği ve mücadele içerisinde örgütlü işçi sınıfının bu mücadelelerle ne ölçüde örtüştüğü, devrimin iktidarı devirip devirmeyeceğini, devirdikten sonra politik bir devrimden sosyal bir devrime doğru ilerleyip ilerleyemeyeceğini tayin eder. İşçi sınıfının tüm ezilenlerin ilham verici liderliğini ya da popüler sözcüsü görevini üstlendiği ve sadece iktidarı değiştirmekle yetinmeyip, toplumsal üretim düzeninin sınıfsal niteliğini değiştirmek için de kolları sıvadığı aşamaya geçip geçmediğini de belirleyecek olan budur. Hareket korku duvarını parçalarken İran’da kadınların toplumun tüm öfkelilerini peşleri sıra sürükledikleri isyan dalgası, kendiliğinden eylemlerin bir aşamada içindeki aktivistlerin ruh halini nasıl değiştirdiğini de çok iyi gösteriyor. Eylemlerin ikinci, üçüncü gününde, molla kıyafeti giymiş zorbalar, toplu taşıma araçlarında başörtüsüz gezen kadınlara hakaretler edebilirken, beşinci haftanın sonunda kadınlar istedikleri gibi gezebiliyorlar. Daha da önemlisi, dün saçın görünmesi tehlikeliyken, bugün durum tamamen değişti. Bir gazeteci, aralarında kadınların da olduğu kalabalık bir grubun molla kıyafetiyle gezen bir adama saldırısını paylaştıktan sonra şunları yazdı: “Protestocuların Mollalara yönelik nefreti, kini ve öfkesi çok derin. Bu öfke öyle büyük ki, protesto büyüdükçe molla kıyafetiyle dolaşmak tehlikeli hale geliyor. İran toplumunun Şiilikle ilişkisi değişiyor. Molla, mezhebin değil, zulmün ve zalimliğin temsilcisi olarak görülüyor.” Rüzgar eken egemen sınıf temsilcileri fırtına biçmek zorundalar. Kuşkusuz kendiliğinden sosyal patlamaların göklere çıkartılmasına gerek yok. O hareketin on binlerce aktivisti onlarca ölü, yüzlerce yaralı, binlerce gözaltıyla bedel ödeyerek hareketi sürüklüyor. Önemli olan, öncü işçilerin, sosyalist aktivistlerin bu hareketlere müdahalesinin örgütlenmesinde. Fakat bu örgütlü müdahale için de Arap halklarının isyan dalgalarından, kadınların devrimci hareketlerinden, korku duvarını aşan devrimci inisiyatifi görmek gerekiyor.  Yanı başımızda önce Şah rejimini devirmiş, ardından gelen Humeynici karşı devrime engel olamamış ama o gün bugündür bu baskıcı rejime karşı mücadeleden geri durmayan bir direniş dalgası var.

1917 Ekim Devrimi'nden günümüze dersler ve deneyimler

21. yüzyılın koşullarında yaşayan her emekçi mutsuz. İklim krizi, berbat sonuçlarıyla karşımıza dikildi. Nükleer silah kullanma tehditi, küresel siyasetin içinde yeniden belirdi. Dünya nüfusunun önemli kısmı yoksulluk içinde. Cinsiyet eşitsizliği gibi ırkçılık ve faşizm de kol geziyor. Bazı ülkeler ekonomik iflaslarını duyuruken, Türkiye’nin aralarında bulunduğu bir dizi ekonomi uçurumdan aşağı yuvarlanıyor. Burjuva demokrasisinin sınırları daralırken otokratik rejimler varlık buluyor. Her gün kapitalizmin yarattığı felaketlere sahne olan dünyada başka şeyler de oluyor. Son olarak İran’da baş gösteren büyük mücadele dalgasında olduğu gibi son yirmi yılda pek çok ülkede politik devrimler, sosyal ayaklanmalar, grevler ve militan protestolar gelişiyor. Bunlar kimi zaman kanla, kimi zaman darbelerle batırılsa da dipten gelen mücadele dalgaları müesses nizam tarafından engellenemiyor. Rus işçileri, insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden birinde, zorlu koşullarda kendi iktidarını kurmayı başarmıştı.  Tarihte zafere ulaşan ilk işçi devriminden bu yana 105 yıl geçti. Bugün kapitalizmi yıkmak isteyenler, 1917 Ekim Devrimi’nden nasıl dersler çıkarabilir? Zorlu koşullar Rus devrimci sosyalist Vladimir Lenin, kapitalizmi bir zincire benzeterek, bu zincirin en zayıf halkası kadar güçlü olabileceğini düşünüyordu. 100 yıl önce küresel kapitalizmin zayıf halkası, Rusya’ydı. 1914’teki I. Dünya Savaşı, Bolşevik ve enternasyonalist azınlık dışında, tüm politik akımlar tarafından coşkuyla karşılanmıştı. İşçi sınıfı tarafından desteklenen sol partiler ise şovenizm rüzgarına kapılmıştı. Çarlık, o güne dek kurulan en baskıcı yönetimlerden biriydi. Lenin’in deyimiyle “otokratik bir polis devletiydi.” Devrimci partiler, 1905 devriminin yarattığı geçici durum dışında açıktan örgütlenemiyordu. Savaş yönetimi ile birlikte tüm haklar askıya alındı. Milliyetçi histeriye kapılan kitleler başta bu savaşın kendi savaşları olduğunu düşündü. Bu koşullarda savaşa karşı mücadeleye atılan, bunu hem fabrikalarda hem askeri birlikler içinde yaygın olarak gerçekleştiren Bolşeviklerin işi çok ama çok zordu. İşçiler için de hayat zordu. Zorunlu askerliğe alınmayanlar savaşın ihtiyaçları için fabrikalarda çalışıyordu. Savaş tüm ekonomiyi tahrip ederken büyük şehirlerde kıtlık ve açlık krizleri yaşanıyordu. Bu koşullara bakan pek çok kişi Rusya’da değişimin çok uzak olduğunu düşündü. 1916 yılının sonunda, sürgündeki Bolşeviklerin toplantısında konuşan Lenin devrimin uzak bir gelecekte mümkün olabileceğini söylemişti. İki ay sonra despot Çarlık devleti, başını kadınların çektiği işçilerin kendiliğinden ayaklanması ile yıkılacaktı. Marx, krizlerin devrimci olasılıkları bağrında taşıdığını söylerken, işçi sınıfının devrimci potansiyellerine bakıyordu. Bir tarım ülkesi olan Rusya’da büyük şehirlerde yoğunlaşan sanayi, ekonominin belkemiğiydi. Buralarda çalışan işçiler, ekmek ve adalet taleplerini kazanmak, korkunç savaşı durdurmak için üretimden gelen güçlerini kullanarak, despot devlete son verdiler. Mücadele değiştirir Yüz yıl önce bugünkü yaygın eğitim yoktu. Üniversiteye gidebilenler nüfusun çok küçük bir azınlığıydı. Rus işçilerinin çoğunluğunun eğitimi ilk öğretim, okuma-yazma öğrenmek ile sınırlıydı. Rus işçi kitleleri dindardı. Hakim ortodoks inancın yanı sıra aralarında bir çok farklı cemaatin üyeleri de vardı. Rus milliyetçiliği, anti-semitizm ve cinsiyetçilik işçi sınıfının saflarında yaygın görüşlerdi. 1917 yılı Şubat’ında Çarlık rejimine son veren ve ekim ayında kendi doğrudan örgütlenmeleriyle iktidar olan Rus işçi sınıfı bunu nasıl başardı? Maddi koşulların değiştirilmesi için verilen mücadelede, cahil ve kaba görülen işçi kitleleri değişir. 1917 deneyimini müthiş kılan, sıradan insanların devrimci mücadele içinde değişimidir. Bugünkü işçi sınıfına bakıp, ‘bunlardan hiçbir şey olmaz’ diyenlerin görüşü her seferinde yanlış çıkmaya mahkumdur. Devrimci partinin gerekliliği 1917’de Rusya’da gerçekleşen devrim, dünya devrimi dalgasının ilk adımıydı. 1918’de Almanya’da, 1919’da Macaristan’da, 1921’de İtalya’da, 1923’te yine Almanya’da, 1927’de Çin’de de işçi sınıfı ayaklandı. Fakat bu ayaklanmaların her biri başarısız oldu. Başarısızlıklarının nedeni, Rus işçi sınıfının sahip olduğu Bolşevik Partisi gibi bir araca sahip olmamalarıydı. Mevcut parti ve liderlikler, Bolşevik partisinin mücadele içinde işçi sınıfını birleştirmek ve kazanmak için hayata geçirdiği yönetimi izleyemedikleri ya da izlemeyi reddetikleri için dünya devrimi yenildi. Tek bir ülkeye sıkışan Rus devrimi de Stalinizm tarafından boğazlandı. 1917 yılındaki büyük toplumsal krizin içinde Lenin ve Troçki’nin liderliğindeki Bolşevik Partisi olmasaydı, diğer siyasi liderliklerin istediği olacaktı: Savaşın devamı, devrimin bastırılması, burjuvazinin kendi düzenini kurması.

Kitlesel bir devrimci parti için

Ezilenlerin küresel düzeyde büyük bir öfke içinde olduğu çok açık. Pandemi koşulları bu öfkeyi daha da derinleştirdi ve kapitalizmin nasıl tam çaplı bir iki yüzlülük olduğunu gösterdi. Ama pandemi dönemi tek tek inanlarda mücadeleden kaçma, içe kapanma ve başkalarıyla beraber, daha kalabalık güçlerle birlikte olma yönünde bir eğilimi de güçlendirdi. Gerçekten devrimci bir partinin sürekli inşa edilmesi gerektiği fikri dönemin daha acil görülen görevleri nedeniyle ötelenebiliyor. Belki de çeşitli kampanyalar varken, kitlesel yan yana gelişler yaşanırken devrimci bir partiye neden gerek olsun ki düşüncesi yaygınlaşıyor. Marksizm’in küçümsenmesi, başka politik ya da felsefi eğilimlerin yanında daha önemsiz ilan edilmesi de bir başka etken olabilir. Kaldı ki Türk solunda sekterizm, milliyetçilik ve Kemalizm öylesine güçlü köklere sahip ki gerçek bir devrimci partinin bu türden geleneklerle karıştırılması da mümkün. Öte yandan gerçek devrimci örgütler inşa etmesi gereken sosyalistlerin her fırsatta Stalinist ya da sol Kemalistlerle birlikte partiler kurma çabasına girmesi, sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte partiler üstü “sol kanaat önderleri”nin sayısal tırmanışı da özel olarak devrimci bir partinin örgütlenmesiyle uğraşmayı gereksiz kılıyor olabilir. Oysa açık olan şey, kitlesel bir devrimci partinin tam da bugün inşa edilmesi gerekiyor. Aktivistlerin tartışma birliği Mücadeleler içinde yan yana gelen aktivistler, ayrı örgütlenmelere neden gerek olduğunu sorabilirler. Oysa işçi sınıfının mücadele içinde birleşik hareketinin kalıcı kazanımlar elde eden bir harekete dönüşebilmesi için fikri düzeyde bir birlik gerekir. Tartışmak, birliğe zarar vermez, tersine tartışmadan kurulan birlikler ya eylem anında keskin tartışmalarla bölünürler ya da baştan sağ fikirler üstünlük sağlamış demektir. Hareketlerin büyüdüğü ve kritik bir viraj alması gerektiği anlarda hareket içindeki tartışmalar da keskinleşir. Yakın zamanda gerçekleşen iki büyük hareketten örnek verilebilir. Birisi gezi direnişi. Gezi direnişi içerisinde diğerleri üzerinde fikri hegemonyasını sağlayabilecek, emek örgütlerini harekete geçirebilecek bir devrimci parti olsaydı, direnişin kaderi daha değişik olabilirdi. Liderliğinde hiçbir milliyetçi öğeyi barındırmayan, bu güçlerin hareketi belirlemesine izin vermeyecek kadar aktif ve büyük bir örgüt, Gezi direnişinin emek örgütlerinin işyeri temelli direnişiyle bütünleşmesi için tartışabilirdi. Uzun süre devam eden mahalle forumlarına daha kalıcı müdahalelerde bulunabilirdi. 15 Temmuz’da ise darbeye karşı sokağa çıkan insanların haklı öfkesini, aynı zamanda AKP’nin teşhiri için de örgütleyebilirdi. Devasa bir halk direnişi, gerici bir kalkışma olarak anlatıldığında, kitlesel bir devrimci parti propagandaya karşı çıkabilir, hareketin liderliğinin sağcıların elinde alınması için mücadele edebilirdi. Darbenin püskürtülmesinde belirleyici olan siyasal güçler, darbe püskürtüldükten sonra oluşan siyasal ortamı otoriter tek adam rejiminin inşası için bir lütuf olarak gören sağcıların elinde bu olanağı alabilirdi. Bir başka örnek ise son bir yılda yaşanan sert fakirleşme. Ana akım siyasal alanda tüm siyasi figürler gelişmeleri tayin edici güç olarak seçimleri bekliyor ve bugün yaşanan can yakıcı sorunlara karşı mücadeleyi seçimlere erteliyor. İnanılmaz bir fakirleşme yaşanırken ve bu fakirleşme net bir şekilde rejimin ekonomi yönetimini bilmemesi nedeniyle yaşanıyorken, bu şiddette bir enflasyona karşı işçilerin birleşik mücadelesini örgütlemek yerine, tersine bu mücadelenin seçimlere kadar ertelenmesinin propagandasını yapmak mümkün oluyorsa bunun temel nedeni her işyerinde onlarca üyesi olan bir kitlesel devrimci partinin aşağıdan yukarı bu tartışmaları yaparak emek örgütlerini harekete geçmeye zorlayamıyor olmasıdır. Aktivistlerin enternasyonalist birliği Marksist fikirlerin üzerinde yükselen bir devrimci parti, millet kavramının hayali bir yapı olduğunu tüm temasta olduğu işçilerle tartışabilirdi. Millet yüceltmesi ve milliyetçilik, bu hayali fikri o toplumun sömürüye mahkûm edilmesi için kullanan egemen sınıfın en sevdiği araçlardır. Oysa Türkiyeli bir işçiyle, yoksulla Türkiyeli bir patronu birleştiren hiçbir ortak özellik yoktur.  Aktivistler, milli çıkar diye öne sürülen her iddianın arkasında egemen sınıfın, en azından patronların bir kesiminin çıkarlarının yattığını ve işçi sınıfının milliyetçilikle bağını kopartmadan kendi egemen sınıfına karşı mücadelesinde başarı kazanmasının mümkün olmadığını savunmak için bugünden tartışmak zorundadır. Milliyetçilik yoksulların sırtına sürekli vurulan bir kırbaçtır. Düşmanın gerçekte nerede olduğunu kavramamızı engeller bu kırbacın her çarpışı. Üstelik kırbacı kullanan patronlar da sırtımızdadır. Milliyetçilik, esas düşmanın içeride olduğunun görülmesini engeller. Türkiyeli bir işçinin pandemi boyunca servetine servet katan patronlarla hiçbir ortak bağı olmadığını ama Suriyeli bir işçiyle, Yunanistan’da emeğini satarak yaşayan bir işçiyle aynı sınıfın üyeleri olduğunu görmesi, egemen sınıfın tüm manevralarını rahatça püskürtmesini sağlayabilir. Bu yüzden 1923’ü devrim olarak gören, böylece cumhuriyet tarihinin gizli kalması istenen suçlarının görünmez olmasına hizmet edenler, kritik an geldiğinde, milli çıkarları savunmakta hiçbir sakınca görmezler.  Milliyetçiliğin, hayali cemaatler yarattığını bilen aktivistler, bu hayali cemaatlerin içinde ırkçıların özgürce hareket edebildiğini bilerek mücadele edebilirler. Bu nedenle, milli tarihi günleri yüceltmek yerine Kürt halkıyla batıda işçi sınıfının mücadele birliğinin inşası için her düzeyde çabalarlar. Soykırımla yüzleşmeyi, ezilenlerin milliyetçi fikirlerden hemen şimdi kurtulması için önemserler. Bugün, aktivistler arasında parlamentoyu, seçimleri küçümsemeyen ama reformları biriktire biriktire sistemi, siyasal alanı, ekonomiyi düzeltmenin imkân dahilinde olmadığını bilenlerin sayısı ne kadar çok olursa kitle mücadelesi içinde illüzyonların yaygınlaşması o ölçüde engellenir. Ne kadar çok sayıda işçi aslolanın sokakta verilen mücadele olduğunu, sosyal bir devrim gerçekleşmeden ve tüm dünyanın ezilenlerinin desteğini arkasına almadan bir hareketin kazanma ihtimali olmadığını bilirse kapitalist sistemin, devletin ve siyasal figürlerin sol görünümlü tüm seçeneklerini rahatça yenebilirler. Devrimci parti birleştirir DSİP, elbette kitlesel bir devrimci parti değil. Ama kitlesel kampanyalarla emek örgütlerinin harekete geçmesine yardımcı olarak devasa kitle eylemleri örgütlemekte belirleyici bir partidir. ABD’nin Irak işgaline karşı eylemlerden iklim krizine karşı kitle hareketlerine, darbecilere karşı sokakta verilen mücadeleden LGBTİ+’ların özgürlüğü için verilen mücadeleye, göçmenlerle dayanışmak için verilen mücadeleden ırkçılıkla ve milliyetçilikle hesaplaşma mücadelesine, emek örgütlerinin birleşik direnişi için gösterilen çabalardan Kürt halkının temel haklarının tanınması için verilen mücadeleye kadar sayısız başarılı, önemli, etkin kampanya bu örgütün aktvistlerinin harekete geçme yetenekleri sayesinde inşa edilmiştir. Yıllar önce iklim krizine karşı kitlesel eylemlerle uyarılar örgütlerken, aynı zamanda hareket içinde temiz kömür diye bir şeyin olmayacağından iklim krizinden kurtulmak için kapitalizmden topyekûn kurtulmak zorunda olduğumuza kadar bir dizi önemli tartışmayı yapıyor ve kazanıyorduk. Hareketin bugün her düzeyde “İklimi değil sistemi değiştir” sloganını sahiplenmesi bu mücadelenin bir ürünüdür. Bütün bu tartışmalar içinde aslında apaçık olan ama Marksistlerin hareket içinde hegemonya kuramaması nedeniyle silik olan, işçi sınıfının dünyayı değiştirme gücü, ısrarla öne çıkartılmalıdır. Marksist gelenek ve bu geleneğin örgütlü hali olan kitlesel devrimci partiler, işçi sınıfı mücadelesiyle sosyalizm fikrinin örtüştüğü, sosyalizm fikrinin bizzat işçi sınıfı mücadelesinin bir ifadesi haline geldiği süreçlerin örgütlenmesi için vardır.  Zira, sosyalizm, sadece ve sadece işçi sınıfının geniş kitlelerinin kendi öz eyleminin ürünü olabilir ve sosyalizm gerçekleşmeden sınıflı toplumlardan kurtulmak mümkün değildir. Bir devrimci partinin önemi, sınıflı toplumların sona ermesi için verilmesi gereken örgütlü mücadelenin en etkili aracı olmasındadır. 

Hiroşima ve Nagasaki: Kapitalist aklın dehşet verici mantığı

6 Ağustos 1945 sabahı Japonya'nın Hiroşima kentine atom bombası atıldı. ABD genelkurmay başkanı William Leahy, “Karanlık Çağ’ın barbarlarının başvurduğu bir etik standardı benimsedik” diyordu. Oysa ortaçağın ceberrutları bile böylesi bir katliama kalkışmamıştı. Kentin yüzde 60'ını haritadan silmeleri birkaç saniye bile sürmedi. 350 bin nüfuslu şehirde 140 bin kişiyi katlettiler. Üç gün sonra Nagazaki'ye bir bomba daha atıldı ve yine nüfusun yarısı katledildi. Nükleer saldırılar o zaman olduğu gibi şimdi de işe yarayabilecek yegane çözüm olarak sunulup meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Gerçekteyse Japonya savaşı sürdürebilecek durumda bile değildi. Öyle ki, devlet yöneticileri bu saldırının öncesinde teslim olmaya hazırlanıyordu. Winston Churchill, “Japonya'nın kaderinin atom bombasıyla belirlendiğini varsaymak yanlış olur,” diyordu yazılarında; “Yenilgisi, ilk bombanın düşüşünden önce de kesindi.” Lakin bomba, ABD ve İngiltere'nin Japonya'yı yenmek için Rus birliklerine ihtiyaç duymadıklarını gösteren yanıttı. Bunun ne caydırıcılıkla bir alakası vardı ne de azgın savaş çığırtkanlarının etik standardı olarak betimlenebilecek bir yöntemdi. Yalnızca stratejik güç savaşına hizmet ediyordu ve tümüyle göstermelik bir hamleydi. ABD başkanı Harry Truman, "Bomba bizi savaşın sonunun şartlarını dikte edecek konuma getirebilir" derken zaten bu gerçeği itiraf etmişti. Bombaların nereye atılacağına karar veren ABD Hedef Komitesi’nin kayıtlarında, Hiroşima'nın seçilmiş olmasına dair şöyle bir açıklamada bulunuldu; “bombanın uluslararası onayı için, ilk kullanımının etkileyici bir gösteriye dönüşmesi” gerekir. ABD egemen sınıfı, dünyanın yeni hakimi olduğunu göstermeye çalışıyor ve bunun için de gelişmiş silahlarına başvurmayı istiyordu. Nadiren de olsa kimi insanların, bu bombanın savaşı sonlandırıp barış ve huzur ortamını temin eden hamle olduğunu söylediklerine denk gelebilirsiniz. Hayır, öyle olmadı. Hiroşima'dan bu yana geçen 70 yıl içinde, kanlı savaşlarını hiç sonlandırmayıp dünyaya zulmetmeye devam ettiler. Art arda yaşanan savaşlar, nükleer saldırıların acı deneyimlerini unutturmadan tırmandırıldı ve yaklaşık 50 yıl boyunca son derece ağır silahlarla donanmış iki süper güç, ellerindeki ölümcül gücü yarıştırmak adına çekişip durdu. Egemenlik yarışı Nükleer silahlar, ekonomik, siyasi ve askeri rekabete dayalı bu sistemin kendi aklınca makul gördüğü mekruh bir ürünüdür. Birbirleriyle rekabet halindeki şirketler nasıl yarışıyorsa, emperyalist güçler de egemenliklerini sergilemek adına aynı şekilde yarışır ve bunun için başvurdukları yöntemlerden biri de giderek daha fazla silaha sahip olmaktır. Bunun en açık örneği Soğuk Savaş döneminde, ABD ile Rusya arasında yaşanan silahlanma yarışıydı. Tüm kapitalist sistemin önceliklerini bu yarışla belirlediler ve sonuçta dünya kaynaklarının çok büyük bir kısmı kitle imha silahlarının üretimi için kullanıldı. En nihayetinde dünya, kendisini bir değil birkaç kez yok etmeye yetecek kadar silahla donatılmış oldu. Soğuk Savaş'ın zirvesindeki tabloyla kıyaslanacak olursa, günümüzde çok daha fazla sayıda nükleer silaha sahipler ve bunların birçoğu 1945'te Hiroşima ile Nagazaki'yi yerle bir eden o bombalardan 40 kat daha öldürücü. Artık Çin, Fransa, Hindistan, İsrail, Pakistan ve İngiltere gibi pek çok başka ülke de nükleer silahlara sahip ki bu da, tüm bölgesel çatışmaların bir nükleer yıkımla sonuçlanabileceği anlamına geliyor. Bu güç gösterisinin, gezegeni daha huzurlu bir yer haline getirmekle falan da en ufak bir ilgisi yok. Sonuçta ‘kirli bomba’ olarak anılan nükleer silahlara başvuran da terörist ilan edilenler değil, sözgelimi Irak'ta defalarca seyreltilmiş uranyum kullandığı bilinen ABD’dir. Nükleer silahlar, büyük güçlerin, egemenliklerini sürdürmek için başvurdukları bir gösteriden başka bir şey değildi ve hâlâ da öyle. Bombalardan kurtulmak istiyorsak, onları kullanan emperyalistlerden ve nihayetinde o emperyalistleri yaratan sistemden kurtulmaktan başka bir çaremiz yok. Socialist Worker’dan çeviren Tuna Emren.

Felaketler ve devrimler çağında aslolan mücadeledir

Pandemiyle birlikte kapitalist üretimin ne kırılgan, akıl dışı, yaşama her yönüyle zararlı bir sistem olduğu daha da görünür oldu. İki üç yıldır dünya sanki savruluyor gibi. Gelişmeler baş döndürücü bir hızla yaşanıyor. Sanki bilinmeyen bir güç hepimizi bir çuvala koymuş da başının üzerinde sallıyormuş gibi. Gelişmeler bu kadar baş döndürücü olduğunda, merdivende başı dönen bir insanın merdiven tırabzanlarına tutunması gibi aktivistler de Marksist geleneğe sıkı sıkıya sarılmalıdır. Dönem marksizme sımsıkı sarılmayanların savrulmak ve savrulmuş hallerini de tek doğru politik tutummuş gibi anlatmak zorunda kaldıkları bir geçiş süreci çünkü. İnsanların hem kişisel hayatları hem de toplumsal sınıflar, devlet bürokrasileri, yönetici güçler ve küresel ölçekte sınıf çelişkileri pandemiden derinden etkilendi. Her düzeyde kriz yaşanıyor: Pandemi bir kriz halini aldı; ekonomik kriz egemen sınıfların dünya ölçeğinde enflasyonu ezilenlerin kursağında kalan son lokmaları almak için kullanmasıyla el ele gidiyor. Emperyalizmin krizi ve neoliberalizmin krizi, siyasal bir eğilime neden oldu ve bir dizi ülkede otoriter rejimler inşa edildi. Fakat şimdi bir tepkinin ifadesi olan otoriter rejimlerin krizi sadece derinleştirmekten başka bir işe yaramadığı da görülüyor. Giderek, tüm canlı yaşamı faşist alternatifler ya da askeri darbelerle işçi sınıfının aşağıdan mücadelesiyle kendi ellerinde toparlayacağı siyasal iktidar alternatifleri arasında seçeneğe zorlanıyor. Göçmen krizi Kriz başlıklarından biri; savaşlar, çatışmalar, katliamlar, açlık ve kıtlıktan kaçan milyonlarca insanı içine çeken göç olgusu. Küresel bir göçmen krizi yaşanıyor.  Göçmenler, hem merkez sağ rejimler tarafından hem “sol” iktidarlar tarafından hem de otoriter rejimler tarafından, milliyetçiliği ve ırkçılığı yaygınlaştırmak için asli düşman olarak kodlanıyorlar. Böylece kapitalizm kendi yarattığı sorunlardan birisinin daha sorumluluğunu üstünden atmayı başarıyor.  Hem göç ettikleri ülkelerde hem de göç yollarında bir yandan katlanılmaz bir acı yaşıyor göçmenler ama aynı zamanda büyük bir cesaret ve direniş gösteriyorlar.  Kapitalizmin kendi ürünü olan ve devletler tarafından bütünüyle yönetilemez kılınan göçmen krizi, ırkçılık ve milliyetçiliği işçi sınıfını bölen en temel egemen sınıf fikirleri olarak görenler açısından en kritik mücadelenin verilmesi gereken başlıklardan birisi. Ekonomik kriz Bu yıl küresel ölçekte gıda fiyatları yüzde 20 oranında arttı. Yoksul ülkelerde gıda fiyatlarındaki artış milyonlarca insanı açlar ordusunun içine itiyor. Pandemide yoksulların uğradığı hak kayıpları, şimdi Ukrayna işgalinin tetiklediği koşullarda gübre maliyetlerinin yüzde 100 artış göstermesi gibi gelişmeler gübre kullanımını, dolayısıyla tarımsal üretimi daha büyük bir şokla vuracak. Üstelik en büyük ekonomilerin büyük çoğunluğu Merkez Bankaları’nın balyoz gibi kullandığı para politikalarıyla işçileri sistemli bir şekilde yoksulluğa itiyor. Ekonomik şok dalgasının arka planında da yoksulları alım güçlerindeki bu düşüşü kabullenmeye zorlamak var. Son üç yılda aşırı zenginlerin hem sayısı hem de ellerinde biriktirdikleri servet artarken yoksullar uçurumun kenarına kadar iteklendiler. Ama 2019 yılına gelindiğinde ezilenlerin dünya çapında cereyan eden direnişlerinin çok daha görkemli bir şekilde sahneye dönmemesi için hiçbir sebep yoktu. Tersine, Sri Lanka örneği kitlelerin haklarını savunma mücadelesinden militan bir saldırı evresine geçebileceğinin göstergesi olarak duruyor. Önümüzdeki aylar ve yıllar, ekonomik krizin faturasının sırtına yüklenmek istendiği işçi sınıfının ve yoksulların göstereceği tepkinin düzeyiyle tayin edilecek. İklim krizi İklim krizinin şiddetinin göstergesi 2021 yılının Ağustos ayında BM Genel Sektereri Antonio Guterres’in Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli IPCC’nin Altıncı Değerlendirme raporu hakkında söylediklerinde apaçık ortadaydı.  BM sekreteri raporun “İnsanlık için kırmızı kod” anlamına geldiğini söyledi. John Bellamy Foster’ın altını çizdiği gibi, önümüzdeki on yıllar, birbirini tetikleyecek ve birleşerek büyüyecek aşırı hava olaylarının çoğalmasına tanık olacak: Aşırı yağışlar, mega fırtınalar, seller, sıcak hava dalgaları, kuraklıklar ve orman yangınları.  Deniz seviyesindeki yükselme, bu yüzyıl boyunca ve sonrasında devam edecek. Mahsuldeki verimin küresel ölçekte azalması bekleniyor. Üstelik iklim mültecilerinin sayısı yüz milyonlara çıkacak. Dahası, “biyolojik çeşitlilik kaybı, okyanusların asitlenmesi, azot ve fosfor döngülerinin bozulması, ormanlar dahil yer örtüsü kaybı, tatlı su kaynaklarının kaybı, kimyasal ve radyoaktif kirlenme de var. Kapitalizm doğayı alınıp satılır bir mal haline getirirken insanın doğanın parçası olduğunu unutturdu. Rekabete dayalı sömürü ilişkileri doğayı tahrip ediyor; “Kapitalizm, tam da motoru ve amacı sonsuz, katlanarak çoğalan sermaye birikimi sürecinde bulunduğu için, ancak ve ancak yok ederek ilerleyebilir.”  Gerçekten de 2050 yılına kadar net sıfır emisyona ulaşılamazsa, kapitalizm, uygarlığın çöküşüne neden olacak. Yılda beş kez yaşanarak rekor kıran sıcak hava dalgaları, yılda 14 kez yaşanmaya başlayacak ve katlanılması mümkün olmayan bir ekosistemle yüzleşeceğiz. İklim krizi sosyal, ekonomik ve iklim için reformlar mücadelesinin önemini saklı tutmak kaydıyla, kapitalizmden işçi sınıfının topyekûn mücadelesiyle kurtulmanın bir ölüm kalım meselesi haline geldiğini gösteriyor. Emperyalizmin krizi Putin’in savaşı, savaş seslerinin bu sefer Avrupa’nın göbeğinde yankılanmasına neden oldu. Kanlı ve emperyalistler arası ilişkilerde var olan gerginliği tırmandırma niteliği taşıyan işgal bir yandan da bu gerginliğin dışa vurumuydu. ABD liderliğindeki NATO bu savaş sayesinde genişlemesini hızlandırdı. Rusya ise bin bir yalanla başlattığı işgalden istediği sonuçları alabilmiş görünmüyor.  Ukrayna işgali militarist gerginliği tırmandırırken, devreye birdenbire ABD-Çin gerginliği girdi. ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Pelosi'nin Tayvan ziyareti Çin’in bütün sert açıklamalarına rağmen gerçekleşti. Çin bir yandan büyük bir askeri tatbikat gerçekleştirip meydan okurken öte yandan da ABD’nin Çin büyükelçisini Dışişleri Bakanlığı’na çağırıp ABD’nin ateşle oynadığını belirtti. Şimdilik Tayvan etrafında süren ABD-Çin gerilimi daha büyük bir krize dönüşmese de küresel emperyalist sistemin geleceğine bir ayna tutan gelişmelerle karşı karşıyayız. Dünyanın askeri, ekonomik ve politik patronunun kim olduğunu tayin edecek asli gerilim ABD ile Çin arasında sürüyor. ABD tüm dünyada askeri gerilimleri tetikliyor. Tayvan boğazına savaş uçakları yollayan Çin ise Tayvan’ı kendi topraklarının bir parçası olarak görüyor. Buna itiraz eden Tayvanlıları ayrılıkçılar olarak görüyor. Emperyalist hegemonya krizi alt-emperyalist hedefleri olan ülkelerin de iştahını kabartıyor ve askeri gerilimler, çatışmalar, bölgesel çatışmalar her an kapıda bekliyor. Emperyalistler arası gerilim savaş demek olduğu için, diğer tüm kriz başlıklarıyla, ekonomik krizle, iklim kriziyle, göç kriziyle iç içe geçiyor. Egemen sınıflar, milliyetçiliğe ve ırkçılığa yatırım yapıyor. Merkez siyaset hem gücünü yitiriyor hem de daha sağa kayıyor. Faşist, aşırı sağcı, ırkçı siyasi güçler merkez siyaset üzerinde hegemonya kuruyor ve dünya birbirini izleyerek öğreniyor. Hindistan’da Modi, İtalya’da faşist hareket, Macaristan’da Orban, ABD’de Trump’ın sırtını yasladığı Neonaziler, silahlı ırkçı çeteler, ABD’de siyasetin sağa kayışının ve bir dönemlik otoriter iktidarın bakiyesi olarak öne çıkartılan kürtaj yasağı, Brezilya’da Bolsonaro, Putin, Mısır’da cuntacılar, Suud rejimi, Çin’de tek parti diktatörlüğü, Fransa’da büyüyen faşist alternatif birbirine ilham veriyor. Birbirinden öğreniyor. Ama tek öğrenen bu otoriterler değil elbette. Pandemiden önce dünya ezilenlerin hareketiyle sarsılıyordu. Tüm kıtalarda milyonlarca insanın içinde yer aldığı yığınsal eylemler silsilesi yaşanıyordu. Pandemide verilen aradan sonra, bu kez ABD’de ırkçılığa karşı başlayan mücadeleler yeniden bir küresel direniş dalgası için güçlü bir zemin oluşturdu. Gerçekten de Sri Lanka’daki direniş, işçilerin sokak hareketi, işgaller ve isyanlar gibi pek çok yöntemin beraberinde en büyük güçlerini harekete geçirip grevleri de gündeme taşımaya başlayacaklarını gösteriyor. Türkiye’de yaşanan ve yaşanacak gelişmeleri bu çerçevede ele almalıyız.

Siz bizim Türkiyelileştiremediklerimizden misiniz? - II

Demirtaş’ın açıklamaları etrafında süren tartışmalara değinmeye çalıştığım ilk yazıda, özelikle aşırı sağ iktidar bloğuna gazeteci maskesi altında hizmet eden yorumcuların görüşleri üzerinde durmuştum. Bu kanat, tüm tartışmayı HDP’yi terör örgütünün kolu olduğunu kanıtlamaya indirgemiş durumda. Doğal olarak Demirtaş’ın tartışmalarının bir önemi yok. O, ne yaparsa yapsın, terör savunucusu olarak kodlanıyor. Bu kodlama üzerine “koca koca” davalar inşa ediliyor. Geçen yazıda çözüm sürecinin sonlanmasıyla el ele işleyen yerli-milli devlet ideolojisinin ve uygulamalarının inşa sürecine, Kürt sorununun ne olduğuna da değinmeye çalışmıştım. İktidarın aşırı sağcı “kanaat önderleri” sorunun bu yanını tamamen silikleştirmeye, Kürt sorununu kapsayan bir şekilde inkâr etmeye (“sorun vardı, ama biz çözdük” yaklaşımı inkâr etmiyormuş gibi görünen yeni türden bir inkarcılık biçimi) devam ediyorlar. Sorun, bu insanlar açısından, giderek Kürtlerin herhangi bir kazanım elde etmesinin, haklarını kullanmasının önüne geçmek. İç politikada da dış politikada da yerli-milli ideoloji bu açıdan umulmadık bir işlev görüyor. Hem Erdoğan-Bahçeli ittifakını pekiştiriyor bu yaklaşım, hem de devletin çeşitli kesimlerini bu ittifakın parçası haline getiriyor. Dış politika manevraları ve Kürt sorunu Bu açıdan dış politikada izlenen çizgi, bütünüyle Kürtlerin bölge düzeyinde elde ettiği kazanımların Türkiye’ye zarar vereceği endişesiyle tuzla buz edilmesine dayanmış görünüyor. Bu politika başlangıç noktası olarak Suriye’nin Kuzey’ine, Kürt bölgelerine müdahale hırsıyla başlasa da kısa sürede bölgesel güç olma hırsıyla iç içe geçti. Çarpıcı bir örnek olması açısından Türkiye’nin Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğiyle ilgili pazarlıkta öne çıkarttığı ilk konu (ikincisi Fethullahçı darbecilerle alakalı) Kuzey Suriye’deki Kürt oluşumların bu ülkeler tarafından terör kapsamında değerlendirilmesi. En son örnek ise İran-Rusya-Türkiye’nin bir araya geldiği Suriye zirvesinde Türkiye’nin ABD’nin bölgedeki Kürt oluşumlara destek vermeyi sona erdirmesi ve bölgeyi terk etmesinin gerekli olduğunu açıklamasıydı. Bütün bu tartışmaların arasında ansızın Zaho’nun bombalanması ve sivillerin öldürülmesi ise üzeri kolay kolay örtülemez bir gelişme olarak kayda geçti. Ya 6’lı? İktidar adına tartışanlar o kadar sağcı ve her yeni tartışmayı öylesine bir hızla ve hırsla yeni devlet ideolojisinin pekiştirilmesi için çaba gösteriyorlar ki 6’lı masa adı verilen muhalefet ittifakı zaman zaman melek gibi görünüyor. Demirtaş bir TV kanalının sorduğu sorulara – soru şuydu: Toplumda büyüyen Erdoğan karşıtlığı muhalefetin rehavetine yol açıyor mu? ‘Bu iş bitti’ mi?- verdiği yanıtta şunları söylüyor: “Hayır bitmedi. Çünkü mesele Erdoğan karşıtlığına indirgenemeyecek kadar derin ve önemlidir. Kurumsal, radikal, demokratik değişime ihtiyaç var. Bunun için AK Parti'nin gitmesi yetmez. Demokrasiyi içselleştirmiş, demokrasiye yürekten bağlı kişilerin göreve gelmesi ve sonrasında da halkı siyasetin öznesi haline getirerek demokratik dönüşüm sürecini ilerletmesi gerekir. Bu dönüşüm de şimdiden başlamalı. İşte bu konuda 6’lı muhalefet henüz ciddi bir hamle yapamadı. Sayın Kılıçdaroğlu’nun önemli çabaları oluyor. Diğer siyasetçilerin biraz daha fazla çaba göstermeleri gerektiğini düşünüyorum.” Demirtaş, her ne kadar, mesele Erdoğan karşıtlığına indirgenemeyecek kadar derindir dese de 6’lı ittifakın varlık nedeni ve bu ittifaka bu ölçüde sempati duyulmasının sebebi, sorunun, Erdoğan’ın gitmesine indirgenmiş olması. Bu yüzden, sorun, 6’lı ittifakın bileşenlerinin Demirtaş’ın dediği gibi, “demokrasiye yürekten bağlı kişilerin göreve gelmesi ve sonrasında da halkı siyasetin öznesi haline getirerek demokratik dönüşüm sürecini ilerletmesi”nde değil. Farkına varılması gereken nokta, bu altı partinin demokrat olmaması. Hem de maksimalist bir açıdan bakıldığında değil, temel bir dizi gündelik mesele konusunda, demokrasiyi içselleştirmiş partiler değiller bunlar. Demokrat olmayan siyasetçilerin demokrasiyi içselleştirmesini ve bugünden demokratik siyasal ilişkilerin inşası yönünde adım atmasını beklemek, gerçekte sorunu Erdoğan karşıtlığına indirgemek anlamına geliyor. Burası çok açık. Bu rahatça anlaşılabiliyor. Ana muhalefet ittifakını demokrat bir adım atabilirmiş gibi gösteren asli öğe, iktidar ittifakının aşırı sağ karakteri. Bu sağcı karakter, Abdullah Öcalan’la görüşmeyenin ciddiye alınmadığı günlerden Demirtaş tişörtü giyenlerin gözaltına alındığı günlere geldiğimizi düşünürsek, tüm toplumun üzerinde öyle bir kâbus etkisi yaratıyor ki düpedüz göçmen düşmanı olan açıklamalar yapan siyasi partilerin demokratikleşebileceğini düşünebiliyoruz. Düpedüz LGBTİ+ düşmanlığı yapan bir partinin bu ittifakta yer alması çok dert olmuyor.  Biricik muhalefetin “Kürt sorunu” CHP ve İYİP’in başını çektiği muhalefetin, iktidarın artık eline yüzüne bulaştırdığı ekonomik politikalarına karşı önerdiği, egemen sınıfın bir başka programı. Tüm sosyal sınıfların kardeşçe, elbirliğiyle aynı anda kalkınacağı ama özünde neoliberal programın bir türevi olan öneriler getirdiği çok açık. Pandemiyle bütünüyle zorlaşan yaşam koşullarında işçilerin gözünün içine bakarak tüm sosyal sınıfların aynı anda toparlanacağını söyleyen siyasi alternatifler ezilenlerin sözcüsü, umudu olamaz. Öve öve bitirilemeyen Ali Babacan'ın ekonomik aklın ve sağduyunun simgesi haline gelmesi, AKP'nin neoliberal programını şekillendiren isimlerden birisi olduğunu unutturmamalı. İktidara alternatif olduğunu söyleyen muhalefet, sermayeye alternatif değil. Bu yüzden, krizden çıkış için dev sermaye gruplarını vergilendireceğiz, sağlık, eğitim, barınma için gerekli kaynakları böylece yaratacağız diyemiyorlar. Ama bunu da bir kenara bırakalım. Nasılsa iktidar ittifakından kurtulmanın sihirli formülünü 6’lı masayla bulmuş olduk! Peki Kürt sorunu? Akşener, sadece çözüm sürecinin değil, hemen öncesindeki Oslo sürecinin sorumlularının da yargılanmasını talep edip duruyor. Muhalefet ittifakı Kürt sorununun çözümü için parlamentoyu işaret etse de her sınır ötesi operasyon, bir iki sıra dışı tutumunu saymazsak, “milli birliği” koruduğunu ilan ederek meclise gelen her türlü yaptırımı destekliyor. Zaman zaman iktidarı, sınır ötesi operasyonlar için heyecana getirmeye çalışan çıkışları hepimizin aklındadır. [1]   Mesele sadece muhalefetin anaakımının Kürt sorununa hemen hemen devletin çizgisinde yaklaşmasından ibaret değil. Herkes, her siyasi parti, her parti sözcüsü, başkanı ya da eş başkanları biliyor ki seçimde HDP’nin oyuna ekmek kadar su kadar muhtaç durumdalar. Hem bu muhtaç olma durumu hem de Kürt sorununa devletin geleneksel resmi tezleri içinden yaklaşmaları hem de iktidarın Kürt sorununu muhalefeti korkutacağı bir sopaya çevirmiş olması muhalefetin HDP’ye yaklaşımına çelişkili bir nitelik veriyor. Daha önce bir yazıda durumu şöyle özetlemeye çalışmıştım: Millet İttifakı sözcüleri, iktidar ittifakının kendilerini “terörle iltisaklı” göstermesinden çok korkuyor ve kamuoyunun bazı en milliyetçi kesimlerinin HDP hakkındaki yargılarını aşırı ciddiye alıyorlar. Bazı gazeteci kılıklı devlet görevlilerinin HDP’nin çağrılmadığı bir toplantının bile HDP’yle gizli ittifak kurmak, dolayısıyla terörle uzlaşmak anlamına geldiğini yazdıkları yorumları okuyunca, Millet İttifakı liderlerinin tutumuna hak verilebilir gibi geliyor. Ama kesinlikle haklı değiller. Kürt sorununu AKP’nin bu konudaki ortalama sağcılığının bile gerisinde bir şekilde ele alan, HDP’nin milyonlarca oy alan bir parti olduğunu açık açık savunmayan, HDP’yle görüşmeye yönelik iktidar eleştirilerine “vız gelir” diyemeyen, Kürt sorunu konusunda derli toplu bir cümle bile kuramayan bir güç birliğinden, umutlu olmak için bir neden yok. Herkesin zihninin derinlerinde, HDP kitlesi zaten Millet İttifakı’na oy verir diye geçirdiğine şüphe yok! [2] Gerçekten de “Politika, kurnaz esnaf pazarlığı değildir. İktidar beka sorunu etrafında giderek daha az insanın inandığı milliyetçi bir “hikâye” örerken, bu hikâyenin köşe taşlarını doğru kabul edip Kürt sorununu önemsizleştiren, hatta bu sorunun çözümü için atılan adımları yargı konusu yapacağını söyleyen bir muhalefet anlayışı milyonlarca insana umut olamaz.” Murat Sabuncu T24 için yaptığı röportajda Demirtaş’a şu soruyu soruyor: “‘Muhalefetin seçimlere kadar geçecek zamanda Kürt meselesini ele almaya ya da bu konuda net mesajlar vermeye yatkın olmadığı, nasıl olsa Erdoğan’ın gitmesi şart diyecek Kürt seçmenin oylarını ister istemez muhalefet adayına vereceği hesabı yaptığı, bunun rahatlığını yaşadığı’ tartışmaları var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?” Demirtaş’ın yanıtı şöyle: “Umarım böyle basit bir hesap içine girmezler çünkü kesinlikle yanılırlar. Kimse HDP seçmenini iki kötü arasında seçim yapmaya zorlayamaz. O nedenle iyi bir seçenek yaratılması için uğraşmak en doğrusu olur. Muhalefetin de buna dikkat edeceğini sanıyorum.” Sağa karşı sağcılar Ne yazık ki görünen köy kılavuz istemiyor. Muhalefet bileşenleri, Kürtlerin oyuna Kürtlerin siyasi öznelerinin görünmez olmasını isteyerek talipler. Kürtler ise her zamanki gibi en yüce gönüllü siyasal toplumsal kesim olarak batıyı, Kürt olmayanları ve tüm toplumu ikna etmek gibi ağır bir yükün altına giriyorlar. Kürt aktivistlerin mücadelesi, sanki tanrıların cezalandırdığı Sisyphos’un yapmak zorunda kaldığı gibi sonsuza kadar iri bir kayayı dağın zirvesine taşıyıp, zirveye her yaklaştığında aşağıya yuvarlanan taşı yeniden zirveye taşımak zorunda olması gibi zorlu. Demirtaş, T24 röportajında HDP’nin daha fazla birlik ve barış mesajı vermesi gerektiğini anlatıyor. Şöyle söylüyor: “Benim HDP için söylediğim, çizgisini daha görünür kılmak için çaba sarf etmesidir. Toplumun önemli bir kesimi bölünme, silah, şiddet, terör korkusu yaşıyor. İktidar da bu korkuları sürekli kaşıyarak öfkeyi HDP’ye yönlendiriyor. Dolayısıyla HDP bir günah keçisine dönüştürülmüş oluyor.” Oysa mesele bu değil. Meselenin bu olmadığını muhalefet partileri de biliyor. Mesele hiçbir şiddet çağrısında bulunmamış olan HDP’nin iktidar ittifakı tarafından şiddet odağı olarak lanse edilmesi ve ana muhalefetin de bu propagandaya teslim olmuş olmasıdır. HDP, barışın partisidir. Çözüm sürecinin partisidir. Her şeyden önce Kürt halkının eşit koşullarda kardeşlik isteyen kesiminin partisidir. HDP ile temas kurmaktan çekinen, iktidara meydan okumayı, HDP’nin kapatılma davasını şu şekilde yorumlamak olarak görenlere anlatılacak çok fazla bir şey yok. İYİP Genel Başkan Yardımcısı Yavuz Ağıralioğlu, HDP'nin kapatılmasına yönelik gazetecilere yaptığı açıklamada "Seçilmiş olmayı suç işleme hürriyeti gibi algılamamalıdır hiç kimse. Hiç kimse seçildim diye suç işleme hakkını kazandım duygusu ile siyaset yapmamalıdır" demişti. Bu insanların sorunu demokratikleşmeyi bugünden inşa etmeleri gibi kendilerine birkaç beden büyük gelen siyasi misyonları yerine getirmemek değil, sağcı olmalarıdır. Bu yüzde, sağa karşı sağ bir ittifaka açık çek veren her yaklaşım, ne kadar tersi iddia edilse de şahıs olarak Erdoğan’dan kurtulmayı ama Erdoğan’ın hem üzerinde yükseldiği hem de başlıca inşacılarından olduğu sağ milliyetçi siyasi zemini güçlendirmeyi hedefleyenlerin ellerini serbest hissetmelerine neden olur. Kürtler bir kez daha bir kez daha Türkiye partisi olduklarını kanıtlamaya çalışırken, muhalefet ittifakının bileşenlerinin soruna yaklaşımı, özetle, HDP’nin Türkiye partisi olmasını değil Türk partisi olmayı kabul etmesini talep etmek. Sonraki yazıda solun Demirtaş’ın açıklamalarına nasıl yaklaşması gerektiğini tartışmaya çalışacağım. Şenol Karakaş   [1] Bırakalım sınır ötesini, muhalefet zaman zaman öyle kararlara imza atıyor ki yerli ve millilikte iktidardan geri kalmadığını bir anda anlaşılır oluyor. Ocak ayının ortasında Kazakistan’da halkın iktidara karşı isyanına AKP-MHP-CHP-İYİP “Kardeş Kazakistan'da son günlerde meydana gelen gelişmeleri endişeyle takip etmekteyiz. Kazakistan'ın istikrar ve huzuru bizler için ülkemizin barış ve huzuru kadar önemlidir” diyen ortak bir bildiriyle tepki gösterdiler. [2] https://marksist.org/icerik/Yazar/17292/HDPsiz-ittifak-ne-anlama-geliyor?

Orwell’in 1984’ü ve günümüzdeki baskıcı rejimler

Son yıllarda dünyada en çok okunan kitaplardan biri George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksendört’ü. Türkiye’de de en çok satan kitaplardan biri olan roman, günümüz kapitalizmi ve otoriter yönetimlerin eleştirisinin simgesi haline geldi. ABD’de Trump’ın iktidara gelişiyle birlikte başlayan otoriter yönetimler dalgası, yeni kuşakların 1984 kitabına yönelmesine yol açtı. Dünyanın çok kazanan şirketlerinin yönettiği sosyal medyanın bir silah olarak kullanılması ve bu şirketlerin baskıcı yönetimlerle ilişkisi; her türden demokratik ve özgürlükçü kazanımı yok etmek için başlattıkları savaş birçok kişiyi endişeye sürükledi. Brezilya’da Bolsonaro, Rusya’da Putin, Hindistan’da Modi, Macaristan’da Orban ve Türkiye’de Erdoğan’ın yönettiği rejimlere bakanlar otoriterizmin uç örneklerini görüyor ve yaşıyor. Orwell 1984’te acımasız bir diktatörlüğü anlatıyor. Diktatörün tek adam kültü etrafında şekillenen parti ile devlet iç içe geçmiştir. Toplum en ufak parçalarına ayrılmış, atomize edilmiştir. Her birey ve toplumsal hayatın bütün parçaları, devlet tarafından belirlenir durumdadır. Gerek muhbirler ağı gerekse teknolojik dinlemeler/izlemeler aracılığıyla bir avuç azınlık denetlenemez bir baskı rejimi kurmuştur. Halkın sefalet içinde yaşadığı bu diktatörlük öylesine ileri gitmiştir ki artık geçmişi - katı sansürle birlikte - yeniden yazar hale gelmiştir; geçmişi unutturmak istemektedirler. İhanete uğrayan devrim George Orwell, hayatı boyunca işçi sınıfı devriminin gerekliliğini savundu. Rusya’da Stalinizm’in iktidarı ve 1936 yılında başlayan İspanya Devrimi sırasında yaşadıkları, siyasi görüşlerinde ve yapıtlarında etkili oldu. Orwell, Stalinizm’in amansız bir eleştirmenidir. 1917’de Rusya’da devrimle kurulan iktidarın, yozlaştığını ve bir karşı devrimle yerine baskıcı bir toplum kurulduğunu 1930’ların başından itibaren savundu. Tek bir ülkede zafere ulaşan devrim, diğer ülkelerdeki devrimlerin başarısızlığı nedeniyle Rusya’ya sıkışmıştır. Yaşanan iç savaşta, işçi sınıfının büyük bölümü imha olurken, parti ve devlet iç içe geçmiş, partiyi kontrol eden bir avuç bürokrat devleti yönetir hale gelmiştir. 1929’da Stalinist rejim tarafından devreye sokulan I. Beş Yıllık Plan ile sermaye birikimi yeniden başlatılmıştır. Aynı yıl Bolşevik Parti içindeki devrimci muhalefetin yokedildiği, Troçki’nin sürgüne gönderildiği ve parti tarihinin yeniden yazılmaya başlandığı yıldır. Artı değer sömürüsünü artırmak için işçi sınıfının grev dahil her hakkı elinden alınmış, bağımsız örgütlenmeleri yasaklanmış, sanattan bilime toplumun üst yapısını oluşturan her kurum ağır bir sansürle devletin uzantısı haline getirilmiştir. İşçi sınıfının atomize edilmesine dayanan Stalinist diktatörlük, topluma büyük bir terör uygulamış ve 1936’da Moskova Duruşmaları adı verilen siyasi yargılamalarda devrimci geçmiş ve gelenek  “karşı devrimci” suçlamasıyla mahkum edilmiştir. İspanya dersleri Rusya’da Stalinizmin iktidarı milyonlarca kişinin ölümüne neden oldu. Fakat bu rejimin karşıdevrimci etkileri, Rusya ile sınırlı kalmadı. 1917 Ekim Devrimi’nden yıllar sonra İspanya’da devrim patlak verdi. Anarşist sendikanın liderlik ettiği devrim, 1936 yılında işbaşındaki Halk Cephesi hükümetine yapılmak istenen faşist darbeyi püskürtme mücadelesinden doğdu. İçinde işçiler tarafından desteklenen sosyal demokratların ve burjuvazinin çeşitli fraksiyonlarının da yer aldığı Halk Cephesi’ni yıkmak isteyen General Franco’ya karşı mücadele içinde, anarşistlerin liderlik ettiği bir devrim başladı. İşçiler işyerlerine, yoksul köylüler topraklara el koydu ve her şey kamulaştırıldı. George Orwell, her devrimcinin okuması gereken otobiyografik romanı Katalonya’ya Selam’da İspanya devrimini anlatır. Aynı zamanda devrimin nasıl boğulduğunu da. 1937 yılı Mayıs’ına gelindiğinde faşizmle mücadele bir iç savaşa dönüşmüştü. Savaş sırasında Moskova’nın yardımıyla güçlenen İspanyol Komünist Partisi, Halk Cephesi’ni savunuyor ve devrimin daha ileri götürülmesine karşı çıkıyordu. Madrid’de devrimin devamını savunan anarşistlerle silahlı hakimiyet savaşına giren Stalinist parti, Orwell’in milisi ve üyesi olduğu POUM adlı devrimci partinin liderine işkence yapmış ve karşı devrimci ilan etmişti. Stalinist rejim, İspanya’da sosyalist devrimi iki nedenle istemiyordu: Almanya-İtalya ittifakı karşısında İngiltere ve Fransa’yı ürkütmemek istiyorlardı. Daha da önemlisi İspanya’da devrimin zaferi, kendileri için bir tehdit idi. Başka bir ülkedeki işçi iktidarını görenler, Rusya’daki rejimin baskıcılığını görebilir ve Stalinist egemen sınıfa karşı harekete geçebilirdi. Dünyadaki komünist partilerin birleşik örgütlenmesi 3. Enternasyonal’i Rusya’nın dış politika aracı haline getiren Stalinist bürokrasi, bir parçası olan İspanyol Komünist Partisi’ni kullanarak devrimi içeriden yıkmıştır. İşçilerin bölünmesi General Franco’ya fırsat vermiş, onlarca yıl sürecek diktatörlüğünü kurmuştur. Stalin’in Hitler ile imzaladığı saldırmazlık anlaşmasına ve 2. Dünya Savaşı’na tanık olan Orwell için faşizm kadar Stalinizm de mutlaka yenilmesi gereken bir rejimdi. Yazılarında SSCB’nin devlet kapitalisti olduğuna yakın şeyler söyler. Fakat “Bürokratik Kolektivizm” tanımına katılarak, SSCB’nin yeni bir sınıflı toplum olduğunu düşünür. Proleterlerin belirleyici gücüne her zaman inanan Orwell’in karamsarlığı da burada başlar. Tony Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi adlı kitabında bürokratik kolektivizm teorisini çürütmüştür. İşçi devrimlerinin güncelliği 1984 romanında, faşizm ve Stalinizm deneyinden yola çıkarak mutlak baskıcı bir dikta anlatılır. 1930’ların derslerinden yola çıkarak Orwell bizi uyarıyor. Müşfik diktatörler yoktur. Her zaman özgürlük için mücadele etmek gerekir. En kötü koşullarda bile mücadele sürebilir. Günümüzdeki baskıcı rejimlere bakan çoğu kişi 1984’ün karamsar yanını - Büyük Birader İzliyor - öne çıkartıyor. Bugünün farkı, yeni mücadeleci kuşakların henüz yenilmemiş olmasıdır. Nerede bir baskı rejimi varsa orada büyük sosyal mücadeleler var. Düşünce ve ifade özgürlüğü ayaklar altına alınsa da, polis devletleri en ağır baskıları uygulasa da işçilerin sendikaları, emek meslek örgütleri ve sosyalist örgütlenmeler var. En katı sansürle bile siyasi eleştirinin önünü kesemiyorlar. Gerçeğin çarpıtılmasına dayalı egemen sınıf propagandası, derin ekonomik ve sosyal krizler içinde etkisiz hale geliyor. Otoriter rejimler, mutlak hakimiyete sahip değildir; çünkü kendi içlerinde çelişkilere sahiptir. Kitle hareketleriyle yenilebilir ve yenilmelidirler. Bu rejimlerin içlerinde mayalanan faşizmin iktidarına izin vermemek için - George Orwell’ın önerdiği gibi - işçi devrimleri için mücadele etmeliyiz.

Geri 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 İleri

Bültene kayıt ol