Marksist fikirler üzerine dizimizde Sky Harrison, devletin demokratik kontrolümüz altında tarafsız bir organ olduğu yönündeki liberal iddiaları ele alıyor.
Bugün, sınıf mücadelesine giriştiğimizde, sisteme karşı mücadele ettiğimizde veya kapitalist düzeni tehdit ettiğimizde devletin gücüyle karşı karşıya kalmaktayız. Eylemlerimizi yakından izleyen, bizden isteneni yapmadığımızda ya da fazla militanlaştığımızda bizi tutuklayan polistir. İklim aktivistlerini hapse mahkûm eden mahkemelerdir. Küçük dozajda uyuşturucu bulundurmak gibi uydurma suçlamalarla çok sayıda genç siyah insanı tutan hapishanelerdir. Ve maruz kaldığımız bu yasaları yöneten, hükümet bürokrasileridir.
Temel mesele, devletin doğasını ve kökenini anlamaktır. Kapitalizm altındaki yaşamlarımız sınıf ve sınıf ayrımları tarafından şekillendirilmektedir. Karl Marx ve Frederick Engels'in Komünist Manifesto'daki ünlü satırları şöyleydi: "Şimdiye kadar var olan bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir." İster Roma İmparatorluğu'ndaki köle isyanları, ister ortaçağ İngiltere’sindeki köylü ayaklanmaları, isterse de bugün greve çıkan işçiler olsun hepsi sömürülen sınıfların karşı çıkma mücadelesidir.
Bununla birlikte egemen sınıfların sömürülen sınıfları baskı altında tutma mücadelesi de sınıflı toplumlarda değişmez bir olgudur. Tarih boyunca bunu başarabilmek için değişik araçları kullandılar. Bugün insanları bölebilmek için medya aracılığıyla propagandaya güvenebilirler. Ancak egemen sınıf, işçi sınıfını kendi yerinde tutmayı başarmak için cebir ve baskıyı kullanmaya devam etmektedir.
Devlet bu sınıf karşıtlıkların bir ürünüdür. Devrimci Frederick Engels'in ilk defa saptadığı gibi, devlet "silahlı adamlardan teşekkül eden özel birliklerden" oluşur. Bunlar devletin güçleridir - hapishaneler, polis, ordu ve mahkemeler gibi seçilmemiş bürokrasiler. Devlet "meşru güç" tekelini elinde tutmaktadır. Polis, Suç, Hüküm ve Mahkemeler Yasası, eylemlerin etkisini ve boyutunu azaltmaya çalışan devletin bu tekeli güçlendirişinin bir örneğidir. Muhafazakârların (The Tories) yeni Kamu Düzeni Yasa Tasarısı, şimdi otoriter baskıyı daha da güçlendirmeyi amaçlıyor.
İngiltere ve ABD gibi liberal demokrasilerde dahi devlet gerekli gördüğü durumlarda şiddeti kullanmaktadır. Bu şiddetin İngiltere devletinden geldiğini, Mart 2022'de Londra'nın güneyindeki Clapham Common'da Sarah Everard için tutulan gece nöbetinde gördük. Everard’ın katiliyle aynı üniformayı giyen polis, barışçıl yas tutanların üzerine salındı. Kalabalığı dağıtırken coplar ve kelepçeler kullanmaktan geri durmadılar.
Bir sapma olarak nitelenmekten çok uzak olan bu olay, İngiltere polisinin ve devletinin sıradan insanlara karşı uyguladığı uzun süreli şiddetin bir parçasıydı. Anti-faşistler 1970'lerde İngiltere’de Nazi National Front (NF) ile mücadele ederken devlet yine acımasızdı. Polisin özel bir birimi ırkçılık karşıtı sosyalist öğretmen Blair Peach'i öldürdü. Ve bu gibi olaylardan sonra devletin bürokrasileri olayları gizlemeye ve anlatıyı değiştirmeye uğraşmaktadır.
Dünyanın dört bir yanında egemen sınıflar, emperyalist çıkarlarını arttırabilmek için devlet gücünü kullanmaktadır. Devlet, İsrailli yerleşimci kolonyal güçlerin Filistinlileri ezmek için tepeden tırnağa silahlandırdığı ve ABD emperyalist devletinin çıkarları için bir bekçi köpeği gibi hareket ettiği Filistin'de özel bir vahşete bürünmektedir.
Devlet hep var mıydı?
Birçokları için devletin her zaman var olduğunu söylemek mantıklı görünür. Ne de olsa insanlık tarihi boyunca insanlar, ister ilkel aile biçimlerinde ister klanlar halinde olsun, kendilerini örgütlemişlerdir. Bu bir devlet değil midir? Karl Marx ve Engels Komünist Manifesto'da "Şimdiye kadar var olan bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir" demişlerdi. Bu, bir sınıfın diğerine tahakkümü için her zaman bir devletin olduğu anlamına gelmiyor mu?
"Varolan toplum" derken, sınıflı toplumlardan bahsediyorlardı-"yazılı tarih"i kastettiklerini açıklayan bir de dipnot var. Sınıflar ortaya çıkmadan önce de toplumlar vardı. Marx buna “primitif (öncül) komünizm" diyordu, gelgelelim bunlara "sınıf öncesi toplum" demek çok daha kolay. Bu toplumları putlaştırmamalıyız, ancak bize sınıfsız, sömürüsüz ve baskısız daha eşitlikçi bir toplumun mümkün olabileceğini gösteriyorlar. Kadınlara baskı yoktu, bunu destekleyen hiçbir antropolojik kanıt yok ve cinsellik ve cinsiyet kimliği bastırılmamıştı.
Temelde, sınıflar bulunmadığı için bir sınıfın diğeri üzerinde baskısından da söz edilemez. Devrimci Vladimir Lenin'in ifadesiyle, hiçbir noktada "başkalarını yönetebilmek için, yönetebilmek uğruna ve bu amaca tahsis edilmiş özel bir insan kategorisi" bulamamaktayız. Dolayısıyla, bir sınıfın başka bir sınıf tarafından bastırılmasına gerek yoktu ve bu sebeple bir devlet de mevcut değildi. Alt sınıf olmadığı için hapishaneler, polis ya da alt sınıfı itaat altında tutabilmek için kullanılan diğer araçlar da yoktu.
Özel bir kontrol ve baskı aygıtı olarak devlet, ancak sınıfsal bölünmeler ortaya çıkmaya başladıktan sonra ortaya çıkmıştır. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni isimli çalışmasında devletin gelişiminin bir haritasını çıkarır. Yerleşik tarımın gelişiminin toplumda nasıl bir "üretim fazlası" ortaya çıkmasına olanak sağladığını anlatır. Yeni üretim metotları daha büyük bir planlama gerektirmekteydi, bu ise bazı insanların yıpratıcı işlerden ayrışması anlamına geliyordu.
Zaman içinde, üretim fazlasını kontrol edenler bir sınıf oluşturdu. Ancak başkalarının emeğiyle yaşayabilen ve "silahlı adamlardan oluşan özel birliklere ihtiyaç duyan" küçük bir toplum kesimi ya da basitçe ifade etmek gerekirse bir devlet görüyoruz. Lenin'in tanımladığı gibi, devlet "sınıf karşıtlığının bağdaşmazlığının bir ürünü ve tezahürüdür".
Sınıflar değiştiği gibi devlet de çağlar boyunca şekil değiştirmiştir. Yunan site devletleri ve Roma İmparatorluğu gibi köleci toplumlarda temel ayrım köleler ve köle sahipleri arasındaydı. Feodal toplumlarda, serfler ve derebeyleri arasındaydı-evvela savaşçı derebeyleriyle, daha sonra ise merkezî mutlakiyetçi devletlerle. Yapı ne olursa olsun, yöneten sınıf devleti sınıf egemenliğini sürdürebilmek için bir araç olarak kullanmıştır.
Kapitalist devlet
Feodalizm yerini, sınıf sömürüsüne dayanan ve her zamankinden daha güçlü bir devlete sahip başka bir sınıflı toplum şekli olan kapitalizme bırakmaya başladı. Marksistlerin "burjuva devrimi" olarak adlandırdıkları 1789 Fransız Devrimi, kapitalist gelişmenin önünde bir engel teşkil eden eski mutlakiyetçi devleti süpürüp attı. Kapitalizmin büyümesinin ve tüm Avrupa'yı etkisi altına almasının önü böylece açılmış oldu.
Sanayi Devrimi, muazzam ticaret genişlemesi ve emperyal çabalar yeni bir sınıfın belirginleşmesine vesile oldu. Bu gruba şimdi "burjuvazi" ya da kısaca kapitalist sınıf demekteyiz. Ancak, Marx ve Engels'in yazdıkları gibi, kapitalizm kendi potansiyel "mezar kazıcısını" da yaratmaktaydı. Patronların kârlarının kaynağı olan işçi sınıfı, büyük kent merkezlerinde bir araya gelmiş ve mücadele etmeye başlamışlardı. Burjuvazi, içeride ve dışarıda egemenliğini sürdürebilmek için güçlü bir devlete ihtiyaç duymaktaydı. Örneğin, 19. yüzyılın başından itibaren İngiltere'de, yeni bir baskı ve kontrol aracı olarak daimi bir polis gücünün geliştirildiğini görmekteyiz.
Bugün dünya üzerinde kapitalizm tarafından dokunulmamış hiçbir yer kalmadı. Devletler, liberal demokrasiler ve otoriter devletler gibi farklı biçimler almış olsa da aslında hepsi bir sınıfın ötekine hükmedebilmesi içindir.
İngiltere’de 20. yüzyıldan itibaren kapitalist devlet kendisini demokratik ilan etmiştir; genel oy hakkı, hükümetin "halk için ve halktan" olduğu anlamına gelmektedir. Ancak her beş yılda bir, bir kutuya X işareti koymak için 15 dakika harcamak son derece sınırlı bir demokrasi biçimidir. Parlamenter demokrasi, büyük ekonomik kararları işçi sınıfına değil, büyük şirketlerin kontrolüne bırakmaktadır. İngiltere parlamentosunun seçmenlere pek az hesap verme sorumluluğu bulunur. Milletvekilleri bir yana, yargıçlardan generallere ve polis şeflerine kadar devlet içindeki pozisyonların çoğu, seçilmemiş ve güçlü, geniş bürokrasinin bir parçasıdır. Zaman zaman büyük şirketlerle el ele veren kamu hizmetlerindeki pozisyonlar için de oy kullanmıyoruz.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra devlet, sosyal yardımları büyük ölçüde genişletmek durumunda kaldı. Aşağıdan gelen hareketler ve savaşın dehşeti, devletin sağlık, refah ve eğitim rolünde genişlemeye sebep oldu. Kıdemli bir Muhafazakar 1943'te şu uyarıda bulunmuştu: "Eğer insanlara sosyal reform yapmazsanız onlar size sosyal devrim yapacaklar.”
Bunun yanında devletin bu fonksiyonları yine de sermaye birikimine hizmet edebilir. Evrensel sağlık hizmetleri işçilerin daha sağlıklı, dolayısıyla daha üretken ve verimli olması anlamına gelir. Eğitim sistemi, modern kapitalizmin ihtiyaç duyduğu vasıflı ve eğitimli işgücünün sağlanmasına yardımcı olur. Aynı zamanda yöneticilerimiz için ideolojik bir rol oynayarak kapitalist ideolojiyi, İngiltere tarihi ve sözde "İngiliz değerleri" hakkındaki anlatıları güçlendirir. İşçiler bu reformlardan faydalanırken, kapitalist devletin sınıfsal doğasını değiştirmekle uğraşmıyorlar.
Bazı devletler daha liberal bir cilaya bürünmüştür. "Silahlı erkeklerin özel birlikleri", silahlı erkek ve kadınların özel birlikleri haline geldi. Eyaletlerimiz daha ilerici görünebilir, ancak onların gücüne meydan okumaya kalkıştığımız anda, devlet aygıtları bizi kıskacına alacaktır. ABD Başkanı "Siyahların Hayatı Önemlidir" diyebilir, aynı zamanda dışarıdaki siyahların bombalanmasını onaylayan da odur. Devlet, bir sınıfın öteki sınıf üzerinde egemenliği için bir araç olmaya hala devam ediyor.
Marx'ın devlet hakkında değişen görüşleri
Birçok kişi, toplumun sosyal düzeni korumak için bir devlete ihtiyacı olduğunu savunmaktadır. 17. ve 18. yüzyılların ilk burjuva filozofları bunu "insan doğasına" bağlıyorlardı. Bu, Karl Marx'ın yaşadığı dönemde yaygın bir argümandı ve bugün hala popülerdir.
Marx 1830'larda yazmaya başladığında, devleti "sivil toplumdaki" çatışmaların üzerinde duran ve vatandaşların "ortak çıkarlarını" temsil eden bir yapı olarak görmekteydi. Hegel'in fikirlerinden etkilenmiş ve onun Genç Hegelciler olarak da bilinen daha radikal takipçilerinden biri olmuştur. Marx, mutlakiyetçi monarşiler tarafından kontrol edilen feodal bir Almanya'da yaşıyordu. Fransız Devrimine baktı ve onun gölgesinde Almanya'da demokratik bir cumhuriyet yaratmayı arzuladı.
Ancak Marx'ın devlet anlayışı, toplum üzerine sınıfsal analizleri derinleştikçe değişmeye başladı. 1830'larda liberal kapitalistlerle ittifak halindeydi ve demokratik reformlar için onları zorluyordu. Ancak kısa süre sonra eski toprak sahiplerinin ve yeni sanayicilerin özel mülkiyetin korunmasında bir sınıfsal çıkarları olduğunu fark etti. Bu durum, işçi sınıfının toplumda sosyalist bir dönüşümünü gerçekleştirebilmek için devleti basitçe kullanamayacağı anlamına geliyordu.
Marx'ın devlet hakkındaki görüşleri, işçilerin kısa süreliğine iktidarı ele geçirdiği ve ilk işçi hükümetini kurdukları 1871 Paris Komününden etkilenmişti. Komünün "işçi sınıfının hazır bir devlet mekanizmasını kolayca ele geçirip kendi amaçları için kullanamayacağını" gösterdiğini söyledi. Ona göre "Fransız Devriminin bir sonraki girişimi artık eskisi gibi bürokratik-askeri makineyi bir elden diğerine aktarmak olmayacaktır, onu parçalamak olacaktır”.
Devrimlerde, işçi sınıfından insanlar siyasi yönetimin alternatif birlikleri haline gelebilecek kendi demokratik birliklerini kurmuşlardır. Rusya'da bu, devrim sırasında kurulan sovyetlerdi (işçi konseyleri). Aynı şey 1970'lerde İran devrimi esnasında işçi "şûraları" ile bir anlığına görüldü. Bunlar işçilerin işyerlerini demokratik bir şekilde kontrol etmelerine dayanmaktaydı. Aynı şeyi bugün Sudan'daki direniş komitelerinde de görmeye başlıyoruz.
Bu konseyler, işçilerin işyerlerinin kontrolünü ele geçirmelerinin ya da Marx'ın deyimiyle "üretim araçlarını ele geçirebilmelerinin" ilk adımıdır. Daha iyi bir toplum yaratmanın ilk adımlarıdır. Ve Rusya'da olduğu gibi birleşip iktidarı ele geçirirlerse, bir işçi devletinin temelini teşkil edebilirler.
Neden bir işçi devletine ihtiyacımız var?
"Kapitalizmin ötesinde devletin rolü nedir?" diye sormalıyız. Sosyalist bir devrimin hemen sonrasında sınıfsız komünist bir topluma geçmeyiz. İşçiler üretim araçlarını kapitalistlerin ellerinden aldıktan sonra bir devrim onları toplumsal güçlerinden yoksun bırakacaktır. Ancak yine de kontrolü yeniden ele geçirmek için yanıp tutuşan hoşnutsuz kapitalistlerle ve devrimin henüz başarıya ulaşmadığı diğer ülkelerdeki kapitalist sınıflarla uğraşmak zorunda kalacağız. Buna 1917 Rus Devriminden sonraki "iç savaşta" acı bir şekilde şahit olduk. İngiltere ve ABD de dâhil dünyanın dört bir yanından on dört emperyalist ordunun istilasıyla kontrolü yeniden ele geçirmek için "Beyazlar" ile birlikte savaştığını gördük. Yani, basitçe söyleyecek olursak bu karşı-devrimci güçle savaşmanın bir yoluna ihtiyacımız olacak.
Bir sınıfın diğeri üzerindeki egemenliği devam edecektir ancak bu egemenlik, işçilerin geri kalan kapitalist sınıf üzerindeki egemenliği olacaktır. Kapitalist bir devlette cebir ve şiddet, profesyonel katillerden oluşan bir azınlık tarafından çoğunluğa uygulanır. Örneğin polisler kapitalist devletin emirlerine itaat etmek üzere eğitilir, ırkçılık gibi egemen sınıf fikirleriyle yoğrulurlar ve işçi sınıfı topluluklarını "şüpheli" olarak görmeleri onlara öğretilir. Bir işçi devletinde, işçi kitlesinden ayrılmış silahlı gruplar olmayacaktır. Ve herhangi bir işçi milisi, hesap vermeyen bir subay birliği tarafından değil, işçi kitlesinin doğrudan seçilmiş temsilcileri tarafından idare edilecektir.
Bu yeni devlet, devrimden önce gördüğümüz işçi gücü birliklerini kullanan bir işçi demokrasisine dayanacaktır. Bu durum, işçi demokrasisi olmadan, bir işçi devleti anlamına gelemez. Bunu Rusya'da işçi denetimini ortadan kaldıran ve Rusya'yı devlet kapitalisti bir cemiyete dönüştüren Stalinist karşı-devrimde gördük.
Vurgulamamız gereken şey, işçi devletinin kalıcı olarak var olması gerekmediğidir, bunun yerine o zaten kendiliğinden "sönüp gidecektir". Sosyalizm fikri dünyada hâkim oldukça eski egemen sınıflar ortadan kalkacak, enternasyonalizm ve işçilerin idaresi önceki düzenin yerini alacaktır. İşçi devletinin karşı-devrimci güçleri bastırmak için kullanacağı araçlar, eninde sonunda bastırılacak karşı-devrimci güçler kalmayacağı için kendiliğinden önemsiz hale gelecektir.
Bu, Marx ve Engels'in "devletin sönümlenmesi" olarak adlandırdıkları durumdur. Engels şöyle yazmıştı: "Devletin toplumsal ilişkilere müdahalesi, bir alandan diğerine gereksiz hale gelir ve sonra kendiliğinden yok olur; kişilerin idaresinin yerini şeylerin idaresi alır.". Baskıya gerek kalmayacak, sadece işçi konseylerinin insan ihtiyaçlarını karşılamak için nasıl üretim ve bölüşüm yapılacağına karar verebilmesi amacıyla kurulacak mekanizmalar var olacaktır.
Sosyalizmde insanların ihtiyaçları karşılandıkça suç oranı da hızla düşecektir. Tam istihdam ve temel ihtiyaçların karşılanması sayesinde hırsızlık ya da soygun yapmaya gerek kalmayacaktır. Dikkatsiz araç kullanma ve vandalizm gibi diğer suçlarda da azalma olacaktır çünkü insanların masrafsızca keyif alabilecekleri daha tatmin edici faaliyetler bulunacaktır. Sosyalist bir toplum diğer saldırgan ve zalim suçların toplumsal kökünü kazıyacaktır.
Ziyadesiyle bolluk ve eşit dağıtımla birlikte paranın kendisi de ortadan kalkacak, ancak Karl Marx'ın dediği gibi büyük olasılıkla bu, ortadan kalkan son şey olacaktır. Esasen paraya ihtiyacımız olmayacak çünkü her şey anında ve erişilebilecek noktalarda elimizin altında olabilecek.
Marx sosyalist bir toplumun "herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre" olacağını yazmıştı. Bizim amacımız da budur; adalet ve özgürlüğe dayanan, aramaları ortadan kaldıran ve baskının kökünü kazıyan bir toplum.
Bununla birlikte Marx bize "hazır ütopyalar olmadığını" da söylüyor – bu, aşağıdan kendimizin oluşturması gereken bir şey. Bunların hiçbiri hemen gerçekleşmeyecek ancak devlet ortadan kalktıkça ve sosyalizmin koşulları geliştikçe bir gerçeklik halini alacaktır.
Devlet binlerce yıl önce doğdu, güç kazandı ve bugün o, kapitalizmin sırtındaki tüfektir. İşçilerin iktidarı almasını engellemek için dişe diş mücadele edecektir. Bu devleti parçalayacağız, o zaman sınıflı toplumun ihtilafları çözülecek, işçi devleti de kuruyacak ve ölecektir. Vladimir Lenin bunu en iyi şekilde ifade etmişti: "Devlet olduğu sürece özgürlük olmayacaktır. Özgürlük olduğu zaman, devlet de olmayacaktır.".
Sky Harrison
Çeviren: A. Deniz Sorucu
John Molyneux İrlandalı yoldaşlarımızın anlattığı gibi savaş karşıtı bir toplantıdan eve döndükten sonra yaşamını kaybetti. Sosyalizm geleneğini dünden bugüne taşıyan çok önemli bir devrimciyi kaybettik. İşçi sınıfının kendi eyleminin ürünü olan bir sosyalizm perspektifine uzun yıllardır aşağıdan sosyalizm geleneği adını veriyoruz. Bu gelenek, işçi sınıfının kapitalist üretim tarzının içinde tuttuğu konuma özel bir önem verir. Üretimin kolektif doğası, doğrudan üreticilerin kolektif etkinliğinin gelişmesine neden olur. Büyük sanayi, atomize edilemez, minik minik parçalara ayrılamaz, üretilen ürünler, dev bir sanayi kompleksinin, kısaca bu kompleksi canlı bir organizma haline getiren işçilerin kolektif emeğinin ürünüdür.
Üretim sürecinin kolektif doğasıyla üretilen ürünlerden elde edilen kâra bireysel el koyuş arasında büyük bir çelişki vardır. Bu, üretim sürecinin kolektif karakteriyle üretim araçları üzerindeki kapitalist/bireysel özel mülkiyet arasındaki çelişkinin bir yansımasıdır.
Bilinç ve deneyim eşitsizliği
İşçi sınıfı, üretim sürecinde kolektif olarak yer alan bir sınıf olmakla kalmaz sadece, aynı zamanda bu çelişkileri de kolektif olarak görür, yaşar ve yaşadıkları kolektif olarak sınıfsal bir şekillenme geçirmesine neden olur. Aşağıdan sosyalizm geleneği, sosyalizmi işçi sınıfının üretim yerlerinde yaşadığı sınıf şekillenmesinin bir ürünü, bir ifadesi olarak görür.
Ama burada sınıf şekillenmesinin tek tek işçilerin bir ve aynı mücadele deneyimine, bir ve aynı sınıf bilincine ulaşması anlamına gelmediğini görmek çok önemli. John Molyneux’nün çağdaşı bir çok Marksist’ten çok daha net bir şekilde gördüğü gibi, devrimci bir işçi partisinin varlığını zorunlu kılan bu durumdur. Sınıf şekillenmesi tüm işçi sınıfını etkileyen bir süreçtir ama mücadelenin her bir aşamasında işçi sınıfı içerisinde derin bir eşitsizlik vardır. Bu, bir genel grev anında da, bir işçi barikatının önünde de bir protesto gösterisinde de yaşamayı sürdüren bir eşitsizliktir. Molyneux, bu eşitsizliğin önde duran, harekete liderlik eden işçilerin lehine çözülmesi, önde duran işçilerin işçi sınıfının geniş kesimlerinin desteğini kazanabilmesi için sadece bir partinin değil, sınıf mücadelesinin keskin dönemeçlerine uyarlanabilmek için Lenin’in fikirlerindeki ipuçlarını değerlendirebilecek kitlesel bir devrimci işçi örgütünün sürekli olarak inşa edilmesi gerektiğini savundu.
Leninizm’in savunusu
Bu nedenle, tekrar tekrar Leninizm’i savunmaya devam etti.
Lenin’i ve onun gibi binlerce sosyalist işçinin deneyimin sadece 1917 Ekim Devrimi günlerinde oynadıkları rol nedeniyle savunmak tek başına anlamlı değil. O rolü görmezden gelenler tarihi açıkça çarpıtmaya çalışanlar oluyor. Molyneux, bu durumu şöyle anlatıyor: “Lenin önemlidir. Rus tarihinde ya da yirminci yüzyıl tarihinde önemli olduğundan bahsetmiyorum ki bu zaten açık. Lenin’in hala önemli olduğunu söylüyorum. Burjuvazi için ve bugünün sosyalist pratiği için öneminden bahsediyorum.”
Molyneux, Leninizm’in Savunusu adlı broşüründe “Adına Lenin/Stalin devamlılık tezi” dediği ve Türkiye sol hareketi içinde de son derece güçlü bir moda haline gelen ama aynı zamanda küresel bir dogma haline gelmiş olan görüşün temelleriyle tartışıyor. Bu demokratik-merkeziyetçilik ilkesinin parti yönetiminin demir yumruğunun otoritesi anlamına geldiği iddiasıyla özetlenebilecek eski bir tartışma. Lenin’in savunduğu parti anlayışı, “Lenin’in metodu şuraya gider: Parti örgütü (kongre) önce tüm olarak partinin yerine geçer; sonra Merkez Komitesi örgütün yerine geçer; sonunda bir tek ‘diktatör’ Merkez Komitesinin yerine geçer.” sözleriyle eleştirildi. Lenin’in üzerine yapışan, 100 sene sonra hala Leninizm tartışmasında, devrimin kaderini çizen güçlerin ele alındığı polemiklerde ve Doğu Bloku’nun çöküşünün kökenlerini araştıran analizlerde akla ilk gelen suçlama, 100 küsur sene önce dile getirilen bu eleştiri olmuştur. Oysa, parti tartışmasında Lenin’in dile getirdiği görüşün bu yaklaşımla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Molyneux, broşüründe, “Lars Lih, muazzam bir akademik eser olan “Lenin’i Yeniden Keşfetmek: Bağlamıyla ‘Ne Yapmalı’”da Lenin’in işçi sınıfına dönük olumsuz bir tutum takındığı fikrini çürütmüştür. Lih, sayısız kanıt sunarak Lenin’in bütün Rus Marksistleri içinde Rus işçi sınıfının politik kapasitesi ve potansiyelini en şevkle savunan Marksist olduğunu gösterir.
Parti ve hareket
Ne 1905 ne de 1917 devrimi, bir kişinin, bir partinin başlattığı isyanlardı. Her iki devrimci dalga da işçi sınıfının sosyal patlamaları olarak gündeme geldi. Sorun, bu sosyal patlamalar, işçi sınıfının kaderini ele almak üzere doğrudan eylemlerle sahneye çıktığı anlarda öncü işçilerin sınıfın geri kalanını kazanmayı ve süreci bir işçi sınıfı iktidarına dönüştürmek için tüm harekete nasıl müdahale edeceğini tartışmaktır. Bu sorunun ne kadar güncel olduğunu görmek için son 30 yılın küresel mücadelelerinin döngülerine bakılabilir. Ama dört örnek, Arap Baharı, özellikle Mısır’daki devrimci dalga, Sudan ve Sri Lanka büyük kitlesel isyanların rejimleri zorlamanın ötesinde kalıcı ve sınıfsal bir iktidar değişimine yol açması için kitlesel devrimci partilerin varlığının ne kadar yaşamsal önemde olduğunu gösteriyor. Son örnek ise İran’da yaşanıyor. Yaklaşık üç aydır süren isyan dalgası, grev hareketlerini de içererek sürüyor ama İran rejimi şimdi sert bir terör dalgası başlatmış durumda.
Molyneux’nun Lenin’i savunusu bu yüzden çok önemli. Ama unutulmaması gereken, Lenin’in savunduğu parti anlayışının siyasetten kopuk olmadığıdır. Örgüt siyasete tabidir ve siyasal taktikler ve stratejiler, Marksist geleneğin her güncel çarpıcı gelişmeyle yeniden güçlendirildiği devrimci fikirlere yaslanarak geliştirilir. Molyneux, “Lenin’in politikasının özünün (tabii ki tüm detaylarıyla değil) geçerliliğini korumakla kalmayıp bugünün devrimci sosyalist teori ve pratiği için önemli bir temel olduğunu Lenin’in düşüncesinin üç yönüne odaklanarak tartışacağım. Bence bu yönler Leninizm’in tanımlayıcı özelliklerini oluştururlar: emperyalizm ve savaş teorisi, devlet teorisi, parti teorisi ve pratiği.”
Leninizm’i terk etmek mi?
Molyneux broşürünü şöyle tamamlıyor: “Devrimci durum için uygun koşullar beklemek bir işe yaramayacaktır. 1917’de Rusya’daki zaferle 1919-23’te Almanya’daki yenilgi arasındaki fark Bolşevik Parti uzun yıllardır örgütlenip işçi sınıfının önemli kesimlerinin güvenini kazanırken, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve Alman devrimci sosyalistlerin Sosyal Demokratlardan kopmak için çok geç kalıp devrimin sıcağında güçlü bir partiyi inşa edecek zamanları olmamasıydı. Mümkün olabildiğince hazırlıklı olmakta fayda var; bu da partiyi devrimden önce –şimdi– inşa etmek anlamına geliyor… dünya değişiyor, kapitalizm gelişiyor ve Marksizm de her cephede çağdaş gerçekliğin somut analizi temelinde gelişmelidir. Bununla birlikte benim görüşüme göre bunu yapmanın en iyi yolu Leninizm’i terk etmekten değil onu temel almaktan geçiyor.”
John Molyneux uluslararası işçi sınıfı mücadelesi açısından çok büyük bir kayıp. Bir önceki kuşağın sınıf mücadelesinin deneylerini ve derslerini bir sonraki kuşağa, üstelik devrimci pratikten, mücadelenin günlük rutin işlerinden bir saniye bile kopmadan müthiş bir ustalık ve entelektüel bir keskinlikle aktardı. İşçi sınıfı içinde örgütlenenler onun mücadelesinden güç almaya devam edecekler.
Jess Walsh sosyalistlerin işçi sınıfının neden toplumu değiştirecek güç olarak gördüğü üzerine yazdı.
2022 yazında başlayan grev dalgası işçi sınıfı mücadelesini on yıllardan sonra tekrar İngiltere siyasi gündemine oturttu. Demiryolu, posta ve telekomünikasyon işçilerinin organize ettiği grev nöbetleri grev yapmayı tekrar popüler bir direniş biçimine getirdi. Liverpool liman işçilerinin zaferle biten grevlerinde olduğu gibi kimi mücadeleler bize gösteriyor ki işçi sınıfının ruh hali anlaşmazlık çizgisinin çok ötesinde.
İşçi sınıfının muhafazakarlara ve patronlara karşı eyleme geçecek güveni kazanıyor olduğunu görmek mutluluk verici. Grevler bize işçi sınıfının dünyayı değiştirecek anahtarı elinde tuttuğuna dair küçük de olsa bir fikir veriyor.
Marksizmin büyük iddiası işçi sınıfının kendi kolektif eylemliliği ile içinde yaşadığımız kapitalist toplumdan kendini özgürleştirebileceğini ve aynı sınıfın insanlarının iş birliğine dayalı yeni bir sosyalist toplumu birlikte inşa edebileceğini öneriyor. Yine Marksizm, işçi sınıfının bu süreçte toplumun geri kalanını da sömürü ve baskıdan kurtarabileceğini iddia ediyor. Kapitalizmin insanlığı felakete doğru sürüklediği bu dönemde, yeni bir sisteme duyduğumuz ihtiyaç daha acil olamaz. O yüzden bu tartışma çok önemli.
Sınıf, sosyalist bir toplum için verdiğimiz mücadelenin temelini oluşturduğu için sınıftan ne anladığımız konusunda net olmamız gerekiyor. İşçi sınıfı ile neyi kastediyoruz? Bu konuda ana akım medyada yazılan ya da okullarda öğretilenler kafaları kasıtlı olarak daha da karıştırıyor. Sınıf, hakkında sıkça yazıldığının aksine, kişisel bir kimlik değil – giydiğimiz kıyafetlerle ilgili değil, evimizde kaç bitki olduğu ile ilgili değil, nerde okula gittiğimizle ilgili değil, hangi yörenin aksanı ile konuştuğunla ilgili değil ve hatta mesleğinle ilgili değil. Bunların bazıları sınıfla ilgili ama hiçbiri sınıfı belirleyen şeyler değil.
Sadece gelir miktarınıza bakmak da iyi bir başlangıç noktası olmayabilir – geliriniz sömürülüp sömürülmediğinizi ya da buna karşı mücadele edip etmeyeceğinizi belirlemiyor. Düşük ücretli işçiler tarafından verilen kahramanca bir sürü mücadele yaşandı, ama kimi çok önemli mücadeleler de daha yüksek ücretli işçilerin önderlik ettiği mücadeleler oldu.
Sınıf derken ne kastettiğimiz anlamak için, Karl Marks’ın yazdıklarına tekrar bir dönmemiz lazım. Marks sınıfı esasen insan grupları arasında sömürüye dayalı sosyal bir ilişki olarak tanımladı. Bu sizin kendinizi nasıl tanımladığınızla ilgili olmaktan çok, bir grup insanın toplumdaki diğer insan grupları arasındaki nesnel ilişkiyle ve bir grup insanın diğer insan grubu üzerindeki gücüyle ilgili.
Kapitalizmde, Marks’ın “üretim araçları” dediği şeylere sahip olan ve onları kontrol eden bir grup insan var. Üretim araçları yeni bir mal ya da hizmeti yaratma sürecine dahil olan araçları ve hammaddeleri içeriyor. Amazon depolarını, ofisleri, arama merkezleri ve bilgisayarları, çiftlikleri ve çiftçilik ekipmanlarını ya da süpermarketleri düşünebilirsiniz. Bunlara sahip olan ve bunları kontrol eden insan grubuna kapitalist sınıf diyoruz.
Diğer grup ise üretim araçlarından koparılmış olan grup olup “emek gücünü”, yani çalışma kabiliyetini, hayatını geçindirebilecek bir ücret kazanmak için satmak sorunda. Bu gruba işçi sınıfı diyoruz ve bu grup toplumun çoğunluğunu oluşturuyor. Kapitalistler kar elde edebilmek ve kar akışını sürdürebilmek için işçi sınıfının emeğine ihtiyaç duyuyorlar.
Peki bu ilişki günümüzde değişmiş durumda mı? Şüphesiz dünya Marks’ın kapitalizm üzerine yazdığı döneme kıyasla farklı. Ama bu iki sınıf arasındaki temel ilişki hala değişmiş değil – toplumdaki diğer her şeye bu anahtar “dalış hattından” bir akış olmakta.
Pandemi süresince işçi sınıfının emeğinin toplumun işleyişi için ne kadar temel olduğu bir kez daha açığa çıktı. “Anahtar” ya da “temel” işçilerin genelde en az ücret verilen işlerde olduğunu gördük. Sınıf tekrar görünür hale geldi. Uzun kapanma dönemlerinde hayatın akışını sağlayanları yatırım bankacıları değil bakıcılar, süpermarket çalışanları, hemşireler, doktorlar, liman işçileri, taşıma işçileri, imalat işçileri ve lojistik sektöründe çalışan işçilerdi.
Kapitalizm dünyaya bir ahtapot gibi kollarını savurdukça, küresel bir işçi sınıfının oluşmasına katkıda bulundu. Marks ve Frederick Engels işçi sınıfının kapitalizmi alaşağı edecek yegâne güce sahip olduğunu tespit ettiklerinde işçi sınıfı dünya nüfusunun küçük bir azınlığını oluşturuyordu. İşçilerin sayısı 10 veya 20 milyondu ve esas olarak Batı Avrupa’nın yeni sanayi şehirlerinde yoğunlaşmışlardı. Dünya nüfusunun o dönemde çoğunluğunu işçiler değil köylüler oluşturuyordu. Bugün işçi sınıfı iki milyarın üzerinde bir nüfusa sahip. Marksizmin sınıf analizi güncelliğini yitirmiş olmak bir yana, adeta Marks’ın ne kadar ileri görüşlü olduğunun kanıtı.
İşçi sınıfına odaklanmak bir dogma değil. Sosyalistler işçi sınıfından onu fetişleştirdikleri için habire bahsetmiyorlar. İşçi sınıfının toplumdaki nesnel ilişkisellikten kaynaklanan potansiyel gücü sebebiyle işçi sınıfı merkezli düşünüyorlar. İşçi sınıfı karları üreten ve bu sistemin işlemesini sağlayan sınıf. Ama işçiler yarattıkları şeyin tam değerine karşılık gelecek bir ücret almıyorlar. Marks aradaki bu farka “artık değer” ismini koydu. Kapitalizmde hem karın hem de sömürünün temelini oluşturan şey artık değer.
Bundan dolayı işçiler kolektif olarak örgütlendiklerinde güçlü hale geliyorlar. İşçiler greve gittiğinde, kar akışlarını durdurma ve kapitalist sisteme diz çöktürme gücüne sahipler.
Peki ya orta sınıf?
İşçiler ve kapitalistler arasındaki sömürü ilişkisi toplumun çekirdeğinde yer alan merkezi önemde bir ilişki. Ama bu kapitalistler ve işçiler arasında başka sınıfların olmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin çok az işçi çalıştıran küçük işletme sahipleri var, dükkanlar var, kendi işini kurmuş profesyoneller var. Bu grup, Marks’ın “küçük burjuvazi” ya da küçük kapitalist olarak adlandırdığı grup olup, Britanya toplumunun azınlığını oluşturuyor.
Buna ek olarak da “yeni orta sınıf” dediğimiz menajerler, süpervizörler gibi beyaz yakalı profesyoneller var. Bu sınıf genelde kapitalist sınıfın idari kontrolünden büyük düzeyde muaf olup Britanya toplumunun yaklaşık yüzde 15’ini oluşturuyor – azınlık olmakla birlikte ciddi bir rakam. Bu grup toplumun ortasındaki insan katmanlarından oluşurken kapitalistlerin işçi sınıfını disipline etmek ve üretimi organize etmek gibi işlerini onlar adına yapıyor.
Bu sınıf her iki tarafa da çekilebilir. Sıradan işçilerden daha yüksek alan ve kapitalistlerin rutin işlerini yürüten bu sınıf, güçlü bir sınıf hareketi tarafından kimi noktalarda mücadeleye çekilebilir.
Kolektif ve evrensel bir sınıf
Muhtemelen kapitalizmin bir sınıfın diğer bir sınıf tarafından sömürüsü üzerine kurulu ve sınıf mücadelesinin damga vurduğu ilk toplum olmadığının farkındasınızdır. Ama Marks işçi sınıfını daha önceki ezilen sınıflardan ayıran özelliğinin “evrensel bir sınıf” olmasında yattığını söylüyor. Yetenek ve çıkarları sadece kendileri için kapitalist sömürüyü sonlandırmakla sınırlı olmayan toplumsal sömürü ve baskıyı sonsuzu kadar yok edebilecek evrensellikte bir sınıf.
İşçi sınıfını özel yapan şey nedir? Örneğin, köylülerin feodalizmde sahip olmadığı neye sahip bugün işçi sınıfı? Köylüler şüphesiz sömürülmeyi yaşadılar. Hatta sömürü Antik Yunan gibi çok eski köle toplumlarının odağında yer alıyordu. İşçi sınıfını bunlardan farklı kılan ne peki?
İşçi sınıfı kolektif bir sınıf. Kapitalizm geliştikçe işçileri daha büyük işyerlerine doğru teşvik eder. Daha büyük işyerlerinde işçilerin örgütlenme kapasitesi de artar. Genellikle, kapitalizm işçilerin büyük şehirlerde büyük işgücü olarak toplu halde bulunmasına ihtiyaç duyar. Bu işçileri işbirliği yapmaya doğru iter. Bir tren sistemini işletebilmek için, örneğin, diğer insanlarla çalışmak zorundasındır. Bir montaj hattı, süpermarket ya da hastane bir sürü insanın birlikte koordineli çalışmasını gerektirir.
Köylüler ayaklandığında, toprak sahibini öldürür ve araziyi aralarında bölüşürdü. Fakat, işçi sınıfı mücadeleye atıldığında, kendi öz-örgütlenme biçimlerini geliştirmeye başlıyor. En küçük bir mücadelede bile iş birliği yapmak üzerine kurulu yeni bir toplumun nüvelerini görmemizi sağlıyor. Örneğin, bir grev esnasında işçiler öz-örgütlenmeleri ile patronlara karşı direnip diğer işçi gruplarından dayanışma talep ediyorlar.
Tarihte birçok kez devrimci mücadele dönemlerinde işçiler aşağıdan yeni demokratik organlar yarattılar. Grev, protesto ve direniş örgütlenmeleri kapitalist devlete alternatif olabilecek alternatif politik iktidar organlarına dönüşebilirler. Bunu 1871 Paris Komünü’nde ve 1905 ve 1917 devrimlerinde Rusya’da Sovyetler (işçi konseyleri) biçiminde gördük. Şili’de 1970’lerin başında “Kordonlar” vardı; ya da 1979 İran devriminde “Şuralar” vardı; 1980-81 Polonya’sında grev komiteleri vardı.
Ve çok yakın zamanda, Sudan’da “direniş komiteleri” generallere karşı mücadeleyi örgütlediler ve insanların gündelik ihtiyaçlarını karşılamak için devreye girdiler.
İşçiler hala tarihte sahip oldukları güce sahip mi?
Şu yorumu sık sık duyarız, “Yani, bu dediğiniz 20. yüzyılın başında ya da 1960’lar ve 70’lerde işçi sınıfı daha güçlü ve örgütlüyken doğru olabilirdi. Günümüzde bu fikirler gerçekçi değil ve işçi sınıfı artık o gücünü kaybetti”. Bu doğru değil.
Kapitalizm, rekabetçi doğasından ötürü, sürekli üretimi yeniden yapılandırır ve yeni sömürülecek işçi havuzları yaratır. Geçtiğimiz dönemde Britanya kapitalizminin büyük bir yeniden yapılanmaya gittiği doğru. Bu dönüşümle egemen sınıf eski ve yerleşik sanayi sektörlerini parçaladı ve 1980’lerde işçi sınıfına karşı bir dizi önemli zafer kazandı.
Ama bu yeniden yapılanma aynı zamanda yeni grupların öneminde bir büyümeye yol açtı. Bu yeni işçi gruplarının daha az mücadele deneyimi olabilir ya da örgütsüz olabilirler. Ama kapitalist sömürü onları mücadele etmeye doğru itmeye devam ediyor. Ağustosta iş bırakan binlerce düşük ücretli Amazon işçisini düşünün.
İmalat işgücü Britanya’da azalmış olmasına rağmen, imalat işçileri hala önemli bir güce sahip ve küresel tedarik zincirlerinin parçaları. Örneğin, Ford Dagenham artık doğu Londra’da araba üretmiyor. 1953’te 40.000 olan işçi sayısı bugün 2.000’den az. Ama bu fabrika hala en gelişmiş dizel motorlardan birini ihracat amaçlı üretiyor. İhraç ettiği yerlerden biri Ford’un Türkiye’de araba imalatı yapacak olan yan kuruluşu.
Dünya genelinde, imalat sanayii işgücü 2000’de 393 milyonken 2019’da 460 milyona yükseldi. Eğer buna madencilik, inşaat, ulaşım ve iletişim işçilerini de eklerseniz, “endüstriyel” işgücünün bir milyarın üzerinde olduğunu görürsünüz. Sanayi işçileri kaybolmak şöyle dursun, dünya genelinde işçi sınıfının cüsseli çekirdeği olmaya devam ediyor. Bu işçilerin dağılımı değişmiş olsa da hala hayati önem taşıyorlar.
Üretimin gittikçe küresel bir boyut kazanması bazı işçilere eskiden sahip olduklarından daha fazla güç veriyor. Bu özellikle şehirlerin çeperinde lojistik merkezlerde çalışan işçiler için geçerli. Bu merkezler ürün dağıtım zinciri içinde bulunan birçok şirketi bir araya getiriyor. Bu ise işçilere stratejik bir güç veriyor.
Daha küçük ölçekte bir örnek verelim. Liverpool ve Felixstowe’da bu yıl greve giden liman işçilerini düşünün. Bu işçiler Britanya’daki konteyner trafiğinin yüzde 60’ını kontrol ediyorlar.
Küresel tedarik zincirlerinde uygulanan “tam zamanında” (just-in-time) üretim ve dağıtım metotları karları maksimize etmek için tasarlanmış metotlar. Bu sayede firmalar büyük miktarda malı stoklarında tutmaktan imtina ediyor. Ama bu aynı zamanda şu anlama geliyor. Eğer küresel tedarik zincirinin herhangi bir stratejik noktasında işçiler greve giderse, birçok ülkede aynı anda üretimi durdurabilirler.
Bunula birlikte, eğitim, sağlık ve diğer kamu sektörlerinde çalışan işçiler Britanya işçi sınıfı hareketinin en militan unsurları oldular. Kamu sektörü çalışanları kapitalistler için direk kar üretmiyorlar. Ama yine de öğretmenler ve hemşireler gibi kamu çalışanları kapitalistlerin sistemin başka noktalarında yaptıkları karlılıklarını devam ettirmelerini mümkün kıldıkları için kritik bir yerde duruyorlar. Grev yaptıklarında bu güçleri açığa çıkıyor.
NEU eğitim sektörü sendikasının örgütlediği kitlesel toplantıları hatırlayın. Covid’in 2021’de kontrolden çıktığı dönemde üyelerine okulları tekrar açmamalarını tavsiye etmişti. Çocukların evde olması ebeveynler bakıcı ayarlamak ya da izin almak zorunda kaldıkları için ekonomiyi büyük oranda etkiledi. Okul işçilerinin kolektif eylemi hükümeti ulusal düzeyde bir kapanmaya gitmeye zorladı ve bu sayede muhtemelen binlerce hayat kurtuldu. Bu bize işçilerin örgütlendiklerinde sahip oldukları güçle ilgili küçük de olsa bir fikir veriyor olmalı.
Kamu sektöründe kendilerini bugüne kadar orta sınıf profesyoneli olarak görmüş olanlar “proleterleşme” sürecinden geçiyorlar. Daha uzun saatler çalışmaları, daha düşük ücretleri kabul etmeleri ve işleri üzerinde daha az kontrol sahibi olmaları yönünde bir basınçla karşı karşıyalar.
İstediğiniz öğretmenle sınav, piyasalaştırma ve gündelikleştirme (casualization) konuşun. Neoliberalizmin eğitime sızması her geçen gün gittikçe daha fazla artan bir öfke ve örgütlenmeyi beraberin de getiriyor. İstediğiniz sağlık işçisiyle çalışma koşulları hakkında sohbet edin ve neden gittikçe daha fazla sağlık çalışanının örgütlendiğini anlayacaksınız.
İşçilerin gücü konusundaki bir diğer karşı argüman da “prekarya” ile ilgili. Bu bakış açısına göre artık “gig ekonomisi” hakim istihdam tipi. İşçiler hayali bir kendi-işinin-patronu modeline zorlanırken aslında resmi istihdam sözleşmeleri olmaksızın yarı-zamanlı ve geçici işleri doldurmaktalar. Bu ise işgücünün mücadele edemeyecek kadar güvencesiz, aşırı parçalı ve aşırı kırılgan/belirsiz olduğu anlamına geliyor. Bu bakış açısı neredeyse sağ-duyu haline geldi. Ama doğru değil.
Geçtiğimiz on yıllarda işlerin büyük çapta ve genellemeye izin verecek oranda gündelikleştirildiklerine dair yeterince kanıt yok. Bir işyerine ortalama kalma süresi 16 yıl civarında ve bu süre on yıllardır sabit gibi. “Gig ekonomi” modeli otelcilik ve restoran hizmetleri belirli sektörlerde yoğunlaşmış durumda. Bu sektörlerde patronlar hızlı işçi giriş-çıkışlarını tolere edebiliyorlar. Ama bu model ekonominin tamamına genelleyebileceğimiz bir model değil.
Fakat Deliveroo ve Uber Eats gibi şirketlerde çalışıp yukarıda bahsettiğimiz durumda olan ciddi sayıda işçi var. Bu işçiler genellikle genç göçmen işçiler ve asgari ücretin altında maaş alıyorlar. Büyük sendikalar bu işçileri örgütlemek için yeterince çalışmıyor ve hatta bazılarının patronlarla işçi haklarının altını oyan iş birliği anlaşmaları yaptıklarına şahit olduk.
“Gig ekonomi” işçilerinin birçoğu bugüne kadar IWGB gibi küçük sendikalarda örgütlendiler. WhatsApp grupları ve Zoom gibi uygulamaları ve sosyal medyayı yaratıcı biçimde kullanıyorlar. Diğer işçiler gibi greve gitmek için grev oylaması gibi bürokratik mekanizmalardan geçmek zorunda değiller. Sadece kullandıkları uygulamadan çıkmaları yetiyor. Bunlar bize bu sektördeki işçilerin örgütlenmesinin mümkün olduğunu gösteriyor.
Kendi için sınıf?
Kapitalizm çoklu bir kriz içinde – iklim kaosu, pandemi ve gittikçe derinleşen ekonomik kriz. Umarım yazının bu noktasına kadar işçi sınıfının bu sistemin sonunu getirecek güç olduğunu göstermişimdir. Çünkü sadece bu, yani kapitalizmin yok edilmesi, işçilerin üretimi kontrol ettiği yeni bir sosyalist toplum yaratabilir.
Ama, işçi sınıfının nesnel bir güce sahip olması, bu gücün kullanımının kaçınılmaz olduğu anlamına gelmiyor. Marks “kendi içinde sınıf” (class in itself) – yani işçi sınıfının nesnel varlığı – ve “kendi için sınıf” (class for itself) – yani işçi sınıfının kendi çıkarları için mücadele eden bilinçli bir özne olması – arasında bir ayrım yapıyor. Marks, “Sermayenin kombinasyonu bu büyük kitle için ortak koşullar ve ortak çıkarlar yarattı. Bu kitle bu yüzden zaten sermayeye karşı bir sınıf, ama henüz kendisi için bir sınıf değil” diye yazıyordu.
Devamında, “mücadele içinde, bu kitle birleşik bir kitle haline gelir ve kendi için sınıf olmayı inşa eder” diyordu.
Yani işçi sınıfı mücadele ettiğinde, güçlerinin ve kolektif öz-çıkarlarının farkına varmaya başlayabilir. Tam da bu yüzden sosyalistler grevlere tüm diğer direniş biçimlerinden daha fazla vurgu yapıyorlar. Ancak mücadele aracılığıyla işçi sınıfı ırkçılık gibi tüm geri fikirlerden, yani “çağların çamurlu mirasını silkip atmayı başarabilir” ve böylece “yeni bir toplum yaratmaya uygun bir sınıf haline gelir”.
Bu süreç düz bir süreç değil. Marks işçi sınıfının içindeki farklı bölümlerin nasıl birleşmenin önünde bariyer olduğunu iyi anlamıştı. İşçi sınıfının örgütlülüğü ve bilinç düzeyinin gelişmesinin nasıl “işçiler arasındaki rekabet tarafından sürekli darbe yediğini” söylüyordu.
İçinde olduğumuz mücadelelerin sonucu patronlarla karşı karşıya geldiğimizde bizim saflarımızın ne kadar örgütlü ve birleşik olduğuna bağlı olacak.
Sosyalistler kendilerini tabiri caizse grevlere dalmak zorundalar. Bu da yetmez; grevleri yaymak ve derinleştirmek, patronların cephesinde ciddi yenilgilere yol açacak stratejiler için tartışma yapmak, grev hatlarındaki geri ve bölücü fikirlerle mücadele etmek zorundalar. Sınıf siyasetini baskı, savaş ve iklim mücadelelerine taşımak ve bu mevzuları da örgütlü işçi sınıfının saflarına taşımak zorundalar.
Bunları kapitalist sisteme karşı daha büyük bir mücadele doğru yönlendirmek zorundayız. Bu ise işçi sınıfını sömürü ve baskıyı söküp atmaya muktedir devrimci bir özne haline getirmek için mücadele etmeyi ve sosyalist bir örgütü gerektiriyor.
Jess Walsh
Socialist Worker'dan çeviren: Canan Şahin
Hem bu iktidarın bakanı hem de patronlar sınıfının tüm sözcüleri ücret artışlarının yüksek enflasyona neden olduğunu iddia ediyorlar. Bu neredeyse 150 yıllık bir tartışma. Marx, ücret artışı istemenin boşuna olduğunu, bunun patronların kârlarını korumak için fiyatları artıracağını, dolayısıyla enflasyonun yükseleceğini ve satın alma gücünün azalmasına neden olacağını söyleyenlere karşı bu ücret-fiyat sarmalı teorisinin saçma olduğunu şöyle gösterdi.
Michael Roberts, Marx’ın öncelikle “ücret artışlarının, önceki fiyat artışları doğrultusunda gerçekleştiğini” vurguladığını söylüyor.
Gerçekten de Türkiye’de asgari ücret zammının asıl amacı, son bir yıldaki kayıplarımızı karşılamak istememiz. Biz henüz önceki fiyat artışlarının yarattığı zararı karşılamak için uğraşıyoruz. Bu artışlar ise işçilerin daha yüksek ücretler için aşırı ve gerçekçi olmayan talepleri nedeniyle değil “üretim miktarı yani büyüme oranları, emeğin üretken güçleri yani verimlilik artışı, paranın değeri yani para arzının büyümesi, fiyat ayarlamaları ve endüstriyel döngünün yükseliş ve çöküş aşamaları gibi evreleri tarafından belirlenir.
Üstelik ücret artışları esas olarak genel kâr oranlarında bir düşüşe yol açacak, esas olarak malların fiyatlarını etkilemeyecektir. Bu yüzden ücret zamlarının yüksek enflasyona yol açacağını iddia edenlerin patronların kârlarının gönüllü ya da paralı bekçiliğini yaptıklarını görmeliyiz. Tıpkı İngiltere Merkez Bankası Başkanı Bailey’in yaptığı gibi: “Kimse maaş zammı almaz demiyorum, beni yanlış anlamayın. Ama benim söylediğim şu ki, maaş pazarlığında kısıtlama görmemiz gerekiyor, aksi takdirde iş kontrolden çıkacaktır”.
Michael Roberts; ABD eski başkanı Obama’nın bir ekonomi danışmanının “ücretler yükselirse fiyatlar yükselir ve böylece her şeyin fiyatları dizginlenemez bir şekilde yükselir” yönündeki açıklamasının da aynı sermaye yanlısı önyargıların bir ürünü olduğunu anlatıyor.
IMF’nin, birçok ülkede son 60 yıldaki verileri inceleyerek hazırladığı ücret fiyat artışları arasındaki ilişkiyi anlatan raporu, patronların sözcülerini yalanlıyor. IMF çalışması şu sonuca varıyor: “En azından fiyatların ve ücretlerin sürekli olarak hızlanması olarak tanımlanan ücret- fiyat sarmallarını, son tarihsel kayıtlarda bulmak zor. Gerçek ücretlerin önemli ölçüde düştüğü günümüze benzer dönemlere bakıldığında, sürekli ücret ve fiyat artışı bulmak daha da zor. Bu durumlarda, nominal ücretler, reel ücret kayıplarını kısmen telafi etmek için enflasyonu yakalama eğilimindedir.”
Dolayısıyla ortada egemen sınıfların bir örgütü olan IMF’nin hazırladığı raporla kanıtlanmış bir gerçek var: Ücret artışları enflasyonun nedeni değildir. İşçi sınıfının geçmiş dönemde yaşadığı kayıpları gidermek için verdiği bir mücadeledir. Marx’a inanmayan, şu iddiayı dile getiren IMF’ye inanabilir: " Nominal ücretlerdeki hızlanmanın, ücret-fiyat sarmalının tutunmaya başladığının bir işareti olarak görülmemesi gerektiği sonucuna vardık."
Patronların sözcüleri sadece Türkiye’de değil tüm büyük ekonomilerde ücretlerin GSYİH içindeki payının 1980'lerden beri düştüğünü görmemizi engellemeye çalışıyorlar.
Önümüzdeki hafta başlayacak asgari ücret görüşmelerinde Çalışma Bakanını gerçekleri konuşmaya çağırmak zorundayız. Sendikaların görevi asgari ücret artış oranlarına değil, gerçekte ne kadar arttığına bakmak ve bunun için kitlesel bir mücadele örgütlemek olmalıdır. Bir kez daha Marx’a danışabiliriz. Marx, ücret zamlarında oranlara bakmanın da başka bir tehlike içerdiğini şöyle anlatıyordu: “Haftalık ücreti 2 şilin olan bir adamın ücreti 4 şiline çıkartılsaydı, ücret oranı yüzde yüz yükselmiş olurdu. Her ne kadar ücretin gerçek tutarı, haftada 4 şilin, gene de çok küçük, önemsiz bir ücret, bir açlık ücreti olarak kalsa da bu, ücret oranı olarak takdir edilecek bir şey olurdu. Demek ki, ücret oranındaki etkileyici yüzdelerin sizi şaşırtmasına izin vermemelisiniz. Her zaman artıştan önceki ilk tutarın ne olduğunu kendi kendinize sormanız gerekir.”
Asgari ücret ve ücret zamları konusunda yalan söylemeye devam edecekler.
Yalanlarını başına çalmanın bir yolu gerçekleri anlatmaksa bir başka yolu da mücadeledir. İnsanca bir yaşam için işçilerin birleşik, kitlesel, işyerlerine yaslanan azimli mücadelesine ihtiyaç var.
Devrimci partilere neden ihtiyaç var? Bunca toplantıyı, sonu gelmez tartışmaları, çıkarılan yayınları, onları dağıtma çabasını, küçük veya büyük çeşitli eylemleri, bildirileri niye ısrarla ve ısrarla düzenliyoruz, bunlara vakit harcıyoruz? Mücadeleye yeni atılan yoldaşlar için bu iğneyle kuyu kazma çabası gibi görünen faaliyet zaman zaman anlamsız geliyor. Oysa işçi hareketinin tarihi, kitlesel devrimci partiler yaratılamadığında muazzam ayaklanmaların nasıl heba olduğunu gösteriyor. Bunun karşısında 1917 yılında Rusya’da ise Bolşevikler’in yıllar süren emeğinin, bitmek tükenmek bilmez enerjisinin ilk muzaffer işçi devrimini nasıl hazırladığını ortaya koyuyor.
Neoliberalizme ve otoriterleşmeye karşı kitlesel protesto gösterileriyle sarsılan dünyamızda bu ihtiyaç hâlâ güncel ve yakıcı. 2019’daki küresel isyan yılında Sudan’da başlayan eylemler olağanüstüydü. Genç bir kadın bir arabanın üstüne çıkarak söylediği şarkıyla harekete önderlik ediyor, mücadelenin içindeki iş bırakma süreçlerinden yeni emek ve meslek örgütlenmeleri doğuyor, insanlar sokaklarda kazanımlarını yitirmemek için kitlesel olarak 24 saat nöbet tutuyorlardı. Pandeminin ardından Sri Lanka’da yoksulluğa karşı başlayan eylemler devlet başkanını devirdi. Bugün İran’da kadınların başlattığı isyanı Kürtler, gençler, diğer yoksullar ve sonunda işçiler takip etti. Haftalardır rejim bu protestoları nasıl yatıştıracağının yolunu bulamıyor. Bütün bu mücadeleler çok güzel, ancak ortak özellikleri nihai bir başarıya, emekçileri ve tüm ezilenleri özgürleştirecek, sömürüyü sonlandıracak bir iktidar hamlesine girişememiş olmaları.
Eşitsiz gelişim ve örgüt
Devrimci bir örgüt inşa etmenin gerekliliği, kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişiminden kaynaklanıyor. Sistemin her yerde verili anda eşit ölçüde olgunlaşmış olmayan, ama diğer yandan en geri bölgeleri hızla en ileri kapitalist ülkeler seviyesine taşımaya çabalayan doğası, işçi sınıfının içinde de mücadeleye güvenin, bilincin ve deneyimlerin eşitsiz gelişmesine yol açıyor.
Her eylemde, grevde, okul işgalinde diğer arkadaşlarını öne çekmeye çalışan, masanın üzerine çıkıp kitleye ajitasyon çeken, ilk hamleyi yapan daha kararlı, daha mücadeleci aktivistler görürsünüz. Bunların yanında yine her mücadelenin içinde hareketi geriye çeken, pesimizm yayan, yapılması planlanan bir sonraki adımın yapılmamasını, tehlikeli olduğunu savunan insanlar da vardır. Sınıf mücadelesi aslında, ilk örnekte saydığımız aktivistlerin, sonradan saydığımız fikirleri mağlup ederek geniş kitleleri mücadeleye çekme mücadelesidir.
Sınıf bilincinin şekillenmesi
Tam da bunun için örgütleniyoruz. Uluslararası Sosyalist Akım sınıf içerisindeki bilinç düzeyleri farklılaştığı için 30’a yakın ülkede devrimci partiler inşa etmeye çalışıyor. Bu böyle olmasaydı, işçi sınıfı artık toplumda patronlar karşısında ezici bir çoğunluk oluşturduğuna göre, devrimi yapmak oldukça kolay olurdu! Ama tam tersine devrimci partiler olarak işçi sınıfının içinde dahi küçük bir azınlığı temsil ediyoruz. Çünkü egemen sınıfın mevcut sistemin tek geçerli yol olduğunu anlatan, siyasetin parlamentodan ibaret ve sadece yetenekli/akıllı iyi eğitimli kimselerce yapılması gerektiğini vadeden devasa mekanizmaları var. Okullar, televizyonlar, gazeteler ve daha nicesi. İşçi sınıfının bilinci tüm bunların da etkisiyle belirleniyor. İşte devrimci parti, bu hegemonyayı kırmak için, hâlihazırda bunu kendi kafasında halletmiş olan en ileri aktivistlerin, işçi sınıfının mücadele içerisinde öncülük eden kesimlerinin bir araya geldiği bir aktivistler ağıdır.
Sınıfın içerisinde, geçmişin deneyimlerine yaslanarak, bir sonraki adımın doğru tayin edilmesi ve devrime kadar verilen mücadelenin rotasının doğru bir yola oturtulması için mücadele eder.
Kritik bir rol
Bazen bir devrimcinin kafasına tam olarak oturmayan bu örgüt inşası çabası, tarihin belirleyici anlarında kritik bir rol oynuyor. Almanya’da 1918’de başlayıp 1923’e kadar süren işçi devrimi kazanabilseydi, belki 100 yıldır bambaşka bir dünyada yaşıyor olacaktık. Dönemin en ileri kapitalist ülkesinde, dönemin en güçlü ve örgütlü işçi sınıfı, başka bir dünyanın kapılarını aralamak için ayaklandı. Zaman zaman bazı bölgelerde sosyalist cumhuriyetler dahi kuruldu. Fakat ülke içerisindeki ana sosyalist örgüt, Sosyal Demokrat Parti, çoktan devrim yolunu terk etmişti ve işçilerin ayaklanmasını bastırmaya çalışıyordu. O partiden kopup devrimci örgüt inşa etmeye çalışan Rosa Luxemburglar ise çok geç kalmışlardı. Bu gecikmenin bedelini maalesef canlarıyla ödediler.
Alman Devrimi’nin yenilgisi egemen sınıfların bu kalkışmadan intikamını aldığı süreçte faşizm denen insanlık tarihinin başına gelmiş en büyük belayı ortaya çıkardı.
Rusya’daki Bolşevikler ise aynı dönemde başka bir örneği, dünyanın eşit ve özgür bir yer olabileceğine dair umudu yarattılar. Yıllar boyu fabrikalarda yarım kopek yarım kopek para toplayarak finanse ettikleri gazeteleri Pravda, her şehirde ve işkolunda deneyim kazanmış işçi önderleri, solda sosyal şovenizmden savaş destekçiliğine çeşitli akımlara karşı ısrarla verdikleri mücadele, 1917’de Şubat Devrimi’nin işçi sınıfı iktidarıyla taçlanması gerektiğini savunan politik hatları ile tarihin en görkemli sıçramasına imza attılar. Ekim Devrimi sömürüyü kaldırmak için gerekli ilk adım olmanın yanı sıra kadınların, LGBTİ+ların, ezilen ulusların, köylülerin ezilmişliğine karşı da büyük bir başkaldırıydı. İşte bazen çok ufak ve anlamsız gibi görünen çabalar, aslında işçi sınıfının kaderini değiştirmek için verilen böylesi radikal bir projeye hizmet ediyor. Elinizdeki gazeteyi size satmak ve okutmak için gösterilen ısrarın ardında bu niyet yatıyor.
Doğu Bloku’nun 1989-1991 yılları arasında çöküşü de dahil olmak üzere sayısız halk ayaklanması bazı çevreler tarafından; renkli devrimler, Sorosçu hareketler ve batıcı eylemler olarak yaftalandı, bu hareketlere sırt çevrildi.
İsyan eden halk hareketlerini beğenmemezlik, 2010’lu yıllara damgasını vuran Arap Baharı’nda iyice ayyuka çıktı. Arap halkların diktatörlükleri salladığı ve milyonlarca insanın yaratıcı eylemler sergilediği bu halk hareketleri, gerekli derslerin çıkartılması ve hızla dayanışmaya geçilmesi gereken hareketler olarak değil, içinde dış güçlerin parmağı aranan gösteriler olmakla suçlandı.
Tahrir Meydan’nında milyonlarca insanın toplanması, günlerce direnmesi, tekstil sektöründe çalışanların grev hareketinin meydan işgalleriyle birleşmesi sonucunda eli kanlı bir diktatörün devrilmesi, Mısır halkının yaratıcı inisiyatifinin ürünü olarak görülmedi bazı çevrelerce.
Şimdi önemsenmeme sırası İran’da.
Üstelik sekülerlerin aşırı heyecan duyması gereken bir hareketle karşı karşıyayız. Eylem zinciri, Mahsa Amini’nin saçları göründüğü için öldürülmesiyle başladı ve hızla zorunlu başörtüsüne karşı bir kadın isyanı halini aldı. Giderek tüm toplumun baskı, yoksulluk ve kokuşmuşluğa karşı mücadelesine dönüştü.
Hayallerdeki devrim
İsyan dalgalarına dudak büken bu eğilimin nedenlerinden biri, sosyal patlamaların içinde boşalan devrimci enerjinin kendiliğinden politik devrimlere yol açabileceğine dair duyulan güvensizlik. Düzenli kortejler halinde yürüyen ve bir ya da birkaç devrimci parti tarafından önderlik edilen kitleler parti yönlendirmeleriyle bir devrim yapabilmeliler. Bunun dışında, her türlü dış etkiye açık isyan dalgaları, özü itibarıyla güvenilmez eylemler olarak algılanıyor.
Bu, bir anda patlayan sosyal isyanların milyonlarca yoksulun muktedirlerden daha güçlü, daha etkin, daha kalabalık olduğunu görmelerini sağlayan arındırıcı etkisini görememenin ürünüdür.
Devrimlerin parti kararnameleriyle olacağını düşündüğü için, her türlü kendiliğinden eylemin zaaflarını, eksikliklerini öne çıkartanların bir başka sorunu da devrimi şablonlarla ele alma eğilimidir. Lenin’in saf devrim aramakla suçladığı bu görüşteki insanlar, bugün bir devrimin, bugünün sınıf çelişkileri içinde şekillenen, bugünün ahlak anlayışlarına sahip, bugünün çürümüşlüğüne basan ama bugünün çürümüşlüğünü aşmak için çaba gösteren insanların ve iç içe geçmiş toplumsal katmanların eylemi olarak görmüyorlar.
Bir tarafta egemen sınıfın orduları ile karşılarında bizim kızıl bayraklarımızla donanmış işçi ordularımızın çarpışmaya hazırlanması olarak devrim anlayışı, sosyal patlamaların dinamiğine bütünüyle aykırıdır.
Sosyal patlamanın coşkusu gerçekten iktidar değişikliğine yol açacak bir çapa, güce ve yaygınlığa ulaştığında devrimci olmayanları da önüne katar ve düpedüz reformist olan, hayatı kapitalizmi reforme etme mücadelesiyle geçen siyasi figürler de bu devrimci kasırganın içinde yer alırlar. İlk fırsatta devrimden vazgeçmenin önemi hakkında tutkulu konuşmalar yapmak üzere devrimin gerekliliğini savunanların heyecanına ortak olurlar.
Üstelik devrim, sadece devrimden beklentileri farklı olan güçleri içine katmakla kalmaz, devrim anlayışı farklı olan, yeninin içinden doğduğu krizin uzlaşmayla çözülmesini savunan sayısız figür hareketin içinde de beklenmedik ölçüde önemli roller oynar. Bu yüzden bir anda, bir örgütün emriyle değil kendiliğinden başlayan patlamalar, olağanüstü bir canlılık ve benzersiz bir fikri zenginlikle el ele gider. Bu hareketlerin derinliği ve mücadele içerisinde örgütlü işçi sınıfının bu mücadelelerle ne ölçüde örtüştüğü, devrimin iktidarı devirip devirmeyeceğini, devirdikten sonra politik bir devrimden sosyal bir devrime doğru ilerleyip ilerleyemeyeceğini tayin eder. İşçi sınıfının tüm ezilenlerin ilham verici liderliğini ya da popüler sözcüsü görevini üstlendiği ve sadece iktidarı değiştirmekle yetinmeyip, toplumsal üretim düzeninin sınıfsal niteliğini değiştirmek için de kolları sıvadığı aşamaya geçip geçmediğini de belirleyecek olan budur.
Hareket korku duvarını parçalarken
İran’da kadınların toplumun tüm öfkelilerini peşleri sıra sürükledikleri isyan dalgası, kendiliğinden eylemlerin bir aşamada içindeki aktivistlerin ruh halini nasıl değiştirdiğini de çok iyi gösteriyor. Eylemlerin ikinci, üçüncü gününde, molla kıyafeti giymiş zorbalar, toplu taşıma araçlarında başörtüsüz gezen kadınlara hakaretler edebilirken, beşinci haftanın sonunda kadınlar istedikleri gibi gezebiliyorlar.
Daha da önemlisi, dün saçın görünmesi tehlikeliyken, bugün durum tamamen değişti. Bir gazeteci, aralarında kadınların da olduğu kalabalık bir grubun molla kıyafetiyle gezen bir adama saldırısını paylaştıktan sonra şunları yazdı: “Protestocuların Mollalara yönelik nefreti, kini ve öfkesi çok derin. Bu öfke öyle büyük ki, protesto büyüdükçe molla kıyafetiyle dolaşmak tehlikeli hale geliyor. İran toplumunun Şiilikle ilişkisi değişiyor. Molla, mezhebin değil, zulmün ve zalimliğin temsilcisi olarak görülüyor.”
Rüzgar eken egemen sınıf temsilcileri fırtına biçmek zorundalar. Kuşkusuz kendiliğinden sosyal patlamaların göklere çıkartılmasına gerek yok. O hareketin on binlerce aktivisti onlarca ölü, yüzlerce yaralı, binlerce gözaltıyla bedel ödeyerek hareketi sürüklüyor. Önemli olan, öncü işçilerin, sosyalist aktivistlerin bu hareketlere müdahalesinin örgütlenmesinde. Fakat bu örgütlü müdahale için de Arap halklarının isyan dalgalarından, kadınların devrimci hareketlerinden, korku duvarını aşan devrimci inisiyatifi görmek gerekiyor.
Yanı başımızda önce Şah rejimini devirmiş, ardından gelen Humeynici karşı devrime engel olamamış ama o gün bugündür bu baskıcı rejime karşı mücadeleden geri durmayan bir direniş dalgası var.
21. yüzyılın koşullarında yaşayan her emekçi mutsuz. İklim krizi, berbat sonuçlarıyla karşımıza dikildi. Nükleer silah kullanma tehditi, küresel siyasetin içinde yeniden belirdi. Dünya nüfusunun önemli kısmı yoksulluk içinde. Cinsiyet eşitsizliği gibi ırkçılık ve faşizm de kol geziyor. Bazı ülkeler ekonomik iflaslarını duyuruken, Türkiye’nin aralarında bulunduğu bir dizi ekonomi uçurumdan aşağı yuvarlanıyor. Burjuva demokrasisinin sınırları daralırken otokratik rejimler varlık buluyor.
Her gün kapitalizmin yarattığı felaketlere sahne olan dünyada başka şeyler de oluyor. Son olarak İran’da baş gösteren büyük mücadele dalgasında olduğu gibi son yirmi yılda pek çok ülkede politik devrimler, sosyal ayaklanmalar, grevler ve militan protestolar gelişiyor. Bunlar kimi zaman kanla, kimi zaman darbelerle batırılsa da dipten gelen mücadele dalgaları müesses nizam tarafından engellenemiyor.
Rus işçileri, insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden birinde, zorlu koşullarda kendi iktidarını kurmayı başarmıştı.
Tarihte zafere ulaşan ilk işçi devriminden bu yana 105 yıl geçti. Bugün kapitalizmi yıkmak isteyenler, 1917 Ekim Devrimi’nden nasıl dersler çıkarabilir?
Zorlu koşullar
Rus devrimci sosyalist Vladimir Lenin, kapitalizmi bir zincire benzeterek, bu zincirin en zayıf halkası kadar güçlü olabileceğini düşünüyordu.
100 yıl önce küresel kapitalizmin zayıf halkası, Rusya’ydı. 1914’teki I. Dünya Savaşı, Bolşevik ve enternasyonalist azınlık dışında, tüm politik akımlar tarafından coşkuyla karşılanmıştı. İşçi sınıfı tarafından desteklenen sol partiler ise şovenizm rüzgarına kapılmıştı.
Çarlık, o güne dek kurulan en baskıcı yönetimlerden biriydi. Lenin’in deyimiyle “otokratik bir polis devletiydi.” Devrimci partiler, 1905 devriminin yarattığı geçici durum dışında açıktan örgütlenemiyordu. Savaş yönetimi ile birlikte tüm haklar askıya alındı. Milliyetçi histeriye kapılan kitleler başta bu savaşın kendi savaşları olduğunu düşündü.
Bu koşullarda savaşa karşı mücadeleye atılan, bunu hem fabrikalarda hem askeri birlikler içinde yaygın olarak gerçekleştiren Bolşeviklerin işi çok ama çok zordu.
İşçiler için de hayat zordu. Zorunlu askerliğe alınmayanlar savaşın ihtiyaçları için fabrikalarda çalışıyordu. Savaş tüm ekonomiyi tahrip ederken büyük şehirlerde kıtlık ve açlık krizleri yaşanıyordu.
Bu koşullara bakan pek çok kişi Rusya’da değişimin çok uzak olduğunu düşündü. 1916 yılının sonunda, sürgündeki Bolşeviklerin toplantısında konuşan Lenin devrimin uzak bir gelecekte mümkün olabileceğini söylemişti.
İki ay sonra despot Çarlık devleti, başını kadınların çektiği işçilerin kendiliğinden ayaklanması ile yıkılacaktı.
Marx, krizlerin devrimci olasılıkları bağrında taşıdığını söylerken, işçi sınıfının devrimci potansiyellerine bakıyordu. Bir tarım ülkesi olan Rusya’da büyük şehirlerde yoğunlaşan sanayi, ekonominin belkemiğiydi. Buralarda çalışan işçiler, ekmek ve adalet taleplerini kazanmak, korkunç savaşı durdurmak için üretimden gelen güçlerini kullanarak, despot devlete son verdiler.
Mücadele değiştirir
Yüz yıl önce bugünkü yaygın eğitim yoktu. Üniversiteye gidebilenler nüfusun çok küçük bir azınlığıydı. Rus işçilerinin çoğunluğunun eğitimi ilk öğretim, okuma-yazma öğrenmek ile sınırlıydı.
Rus işçi kitleleri dindardı. Hakim ortodoks inancın yanı sıra aralarında bir çok farklı cemaatin üyeleri de vardı.
Rus milliyetçiliği, anti-semitizm ve cinsiyetçilik işçi sınıfının saflarında yaygın görüşlerdi.
1917 yılı Şubat’ında Çarlık rejimine son veren ve ekim ayında kendi doğrudan örgütlenmeleriyle iktidar olan Rus işçi sınıfı bunu nasıl başardı?
Maddi koşulların değiştirilmesi için verilen mücadelede, cahil ve kaba görülen işçi kitleleri değişir. 1917 deneyimini müthiş kılan, sıradan insanların devrimci mücadele içinde değişimidir.
Bugünkü işçi sınıfına bakıp, ‘bunlardan hiçbir şey olmaz’ diyenlerin görüşü her seferinde yanlış çıkmaya mahkumdur.
Devrimci partinin gerekliliği
1917’de Rusya’da gerçekleşen devrim, dünya devrimi dalgasının ilk adımıydı. 1918’de Almanya’da, 1919’da Macaristan’da, 1921’de İtalya’da, 1923’te yine Almanya’da, 1927’de Çin’de de işçi sınıfı ayaklandı. Fakat bu ayaklanmaların her biri başarısız oldu.
Başarısızlıklarının nedeni, Rus işçi sınıfının sahip olduğu Bolşevik Partisi gibi bir araca sahip olmamalarıydı. Mevcut parti ve liderlikler, Bolşevik partisinin mücadele içinde işçi sınıfını birleştirmek ve kazanmak için hayata geçirdiği yönetimi izleyemedikleri ya da izlemeyi reddetikleri için dünya devrimi yenildi.
Tek bir ülkeye sıkışan Rus devrimi de Stalinizm tarafından boğazlandı.
1917 yılındaki büyük toplumsal krizin içinde Lenin ve Troçki’nin liderliğindeki Bolşevik Partisi olmasaydı, diğer siyasi liderliklerin istediği olacaktı: Savaşın devamı, devrimin bastırılması, burjuvazinin kendi düzenini kurması.
Ezilenlerin küresel düzeyde büyük bir öfke içinde olduğu çok açık. Pandemi koşulları bu öfkeyi daha da derinleştirdi ve kapitalizmin nasıl tam çaplı bir iki yüzlülük olduğunu gösterdi. Ama pandemi dönemi tek tek inanlarda mücadeleden kaçma, içe kapanma ve başkalarıyla beraber, daha kalabalık güçlerle birlikte olma yönünde bir eğilimi de güçlendirdi. Gerçekten devrimci bir partinin sürekli inşa edilmesi gerektiği fikri dönemin daha acil görülen görevleri nedeniyle ötelenebiliyor. Belki de çeşitli kampanyalar varken, kitlesel yan yana gelişler yaşanırken devrimci bir partiye neden gerek olsun ki düşüncesi yaygınlaşıyor. Marksizm’in küçümsenmesi, başka politik ya da felsefi eğilimlerin yanında daha önemsiz ilan edilmesi de bir başka etken olabilir.
Kaldı ki Türk solunda sekterizm, milliyetçilik ve Kemalizm öylesine güçlü köklere sahip ki gerçek bir devrimci partinin bu türden geleneklerle karıştırılması da mümkün. Öte yandan gerçek devrimci örgütler inşa etmesi gereken sosyalistlerin her fırsatta Stalinist ya da sol Kemalistlerle birlikte partiler kurma çabasına girmesi, sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte partiler üstü “sol kanaat önderleri”nin sayısal tırmanışı da özel olarak devrimci bir partinin örgütlenmesiyle uğraşmayı gereksiz kılıyor olabilir.
Oysa açık olan şey, kitlesel bir devrimci partinin tam da bugün inşa edilmesi gerekiyor.
Aktivistlerin tartışma birliği
Mücadeleler içinde yan yana gelen aktivistler, ayrı örgütlenmelere neden gerek olduğunu sorabilirler. Oysa işçi sınıfının mücadele içinde birleşik hareketinin kalıcı kazanımlar elde eden bir harekete dönüşebilmesi için fikri düzeyde bir birlik gerekir. Tartışmak, birliğe zarar vermez, tersine tartışmadan kurulan birlikler ya eylem anında keskin tartışmalarla bölünürler ya da baştan sağ fikirler üstünlük sağlamış demektir.
Hareketlerin büyüdüğü ve kritik bir viraj alması gerektiği anlarda hareket içindeki tartışmalar da keskinleşir. Yakın zamanda gerçekleşen iki büyük hareketten örnek verilebilir. Birisi gezi direnişi. Gezi direnişi içerisinde diğerleri üzerinde fikri hegemonyasını sağlayabilecek, emek örgütlerini harekete geçirebilecek bir devrimci parti olsaydı, direnişin kaderi daha değişik olabilirdi. Liderliğinde hiçbir milliyetçi öğeyi barındırmayan, bu güçlerin hareketi belirlemesine izin vermeyecek kadar aktif ve büyük bir örgüt, Gezi direnişinin emek örgütlerinin işyeri temelli direnişiyle bütünleşmesi için tartışabilirdi. Uzun süre devam eden mahalle forumlarına daha kalıcı müdahalelerde bulunabilirdi.
15 Temmuz’da ise darbeye karşı sokağa çıkan insanların haklı öfkesini, aynı zamanda AKP’nin teşhiri için de örgütleyebilirdi. Devasa bir halk direnişi, gerici bir kalkışma olarak anlatıldığında, kitlesel bir devrimci parti propagandaya karşı çıkabilir, hareketin liderliğinin sağcıların elinde alınması için mücadele edebilirdi. Darbenin püskürtülmesinde belirleyici olan siyasal güçler, darbe püskürtüldükten sonra oluşan siyasal ortamı otoriter tek adam rejiminin inşası için bir lütuf olarak gören sağcıların elinde bu olanağı alabilirdi.
Bir başka örnek ise son bir yılda yaşanan sert fakirleşme. Ana akım siyasal alanda tüm siyasi figürler gelişmeleri tayin edici güç olarak seçimleri bekliyor ve bugün yaşanan can yakıcı sorunlara karşı mücadeleyi seçimlere erteliyor. İnanılmaz bir fakirleşme yaşanırken ve bu fakirleşme net bir şekilde rejimin ekonomi yönetimini bilmemesi nedeniyle yaşanıyorken, bu şiddette bir enflasyona karşı işçilerin birleşik mücadelesini örgütlemek yerine, tersine bu mücadelenin seçimlere kadar ertelenmesinin propagandasını yapmak mümkün oluyorsa bunun temel nedeni her işyerinde onlarca üyesi olan bir kitlesel devrimci partinin aşağıdan yukarı bu tartışmaları yaparak emek örgütlerini harekete geçmeye zorlayamıyor olmasıdır.
Aktivistlerin enternasyonalist birliği
Marksist fikirlerin üzerinde yükselen bir devrimci parti, millet kavramının hayali bir yapı olduğunu tüm temasta olduğu işçilerle tartışabilirdi. Millet yüceltmesi ve milliyetçilik, bu hayali fikri o toplumun sömürüye mahkûm edilmesi için kullanan egemen sınıfın en sevdiği araçlardır. Oysa Türkiyeli bir işçiyle, yoksulla Türkiyeli bir patronu birleştiren hiçbir ortak özellik yoktur.
Aktivistler, milli çıkar diye öne sürülen her iddianın arkasında egemen sınıfın, en azından patronların bir kesiminin çıkarlarının yattığını ve işçi sınıfının milliyetçilikle bağını kopartmadan kendi egemen sınıfına karşı mücadelesinde başarı kazanmasının mümkün olmadığını savunmak için bugünden tartışmak zorundadır.
Milliyetçilik yoksulların sırtına sürekli vurulan bir kırbaçtır. Düşmanın gerçekte nerede olduğunu kavramamızı engeller bu kırbacın her çarpışı. Üstelik kırbacı kullanan patronlar da sırtımızdadır. Milliyetçilik, esas düşmanın içeride olduğunun görülmesini engeller. Türkiyeli bir işçinin pandemi boyunca servetine servet katan patronlarla hiçbir ortak bağı olmadığını ama Suriyeli bir işçiyle, Yunanistan’da emeğini satarak yaşayan bir işçiyle aynı sınıfın üyeleri olduğunu görmesi, egemen sınıfın tüm manevralarını rahatça püskürtmesini sağlayabilir.
Bu yüzden 1923’ü devrim olarak gören, böylece cumhuriyet tarihinin gizli kalması istenen suçlarının görünmez olmasına hizmet edenler, kritik an geldiğinde, milli çıkarları savunmakta hiçbir sakınca görmezler.
Milliyetçiliğin, hayali cemaatler yarattığını bilen aktivistler, bu hayali cemaatlerin içinde ırkçıların özgürce hareket edebildiğini bilerek mücadele edebilirler.
Bu nedenle, milli tarihi günleri yüceltmek yerine Kürt halkıyla batıda işçi sınıfının mücadele birliğinin inşası için her düzeyde çabalarlar.
Soykırımla yüzleşmeyi, ezilenlerin milliyetçi fikirlerden hemen şimdi kurtulması için önemserler.
Bugün, aktivistler arasında parlamentoyu, seçimleri küçümsemeyen ama reformları biriktire biriktire sistemi, siyasal alanı, ekonomiyi düzeltmenin imkân dahilinde olmadığını bilenlerin sayısı ne kadar çok olursa kitle mücadelesi içinde illüzyonların yaygınlaşması o ölçüde engellenir. Ne kadar çok sayıda işçi aslolanın sokakta verilen mücadele olduğunu, sosyal bir devrim gerçekleşmeden ve tüm dünyanın ezilenlerinin desteğini arkasına almadan bir hareketin kazanma ihtimali olmadığını bilirse kapitalist sistemin, devletin ve siyasal figürlerin sol görünümlü tüm seçeneklerini rahatça yenebilirler.
Devrimci parti birleştirir
DSİP, elbette kitlesel bir devrimci parti değil. Ama kitlesel kampanyalarla emek örgütlerinin harekete geçmesine yardımcı olarak devasa kitle eylemleri örgütlemekte belirleyici bir partidir. ABD’nin Irak işgaline karşı eylemlerden iklim krizine karşı kitle hareketlerine, darbecilere karşı sokakta verilen mücadeleden LGBTİ+’ların özgürlüğü için verilen mücadeleye, göçmenlerle dayanışmak için verilen mücadeleden ırkçılıkla ve milliyetçilikle hesaplaşma mücadelesine, emek örgütlerinin birleşik direnişi için gösterilen çabalardan Kürt halkının temel haklarının tanınması için verilen mücadeleye kadar sayısız başarılı, önemli, etkin kampanya bu örgütün aktvistlerinin harekete geçme yetenekleri sayesinde inşa edilmiştir. Yıllar önce iklim krizine karşı kitlesel eylemlerle uyarılar örgütlerken, aynı zamanda hareket içinde temiz kömür diye bir şeyin olmayacağından iklim krizinden kurtulmak için kapitalizmden topyekûn kurtulmak zorunda olduğumuza kadar bir dizi önemli tartışmayı yapıyor ve kazanıyorduk. Hareketin bugün her düzeyde “İklimi değil sistemi değiştir” sloganını sahiplenmesi bu mücadelenin bir ürünüdür.
Bütün bu tartışmalar içinde aslında apaçık olan ama Marksistlerin hareket içinde hegemonya kuramaması nedeniyle silik olan, işçi sınıfının dünyayı değiştirme gücü, ısrarla öne çıkartılmalıdır. Marksist gelenek ve bu geleneğin örgütlü hali olan kitlesel devrimci partiler, işçi sınıfı mücadelesiyle sosyalizm fikrinin örtüştüğü, sosyalizm fikrinin bizzat işçi sınıfı mücadelesinin bir ifadesi haline geldiği süreçlerin örgütlenmesi için vardır.
Zira, sosyalizm, sadece ve sadece işçi sınıfının geniş kitlelerinin kendi öz eyleminin ürünü olabilir ve sosyalizm gerçekleşmeden sınıflı toplumlardan kurtulmak mümkün değildir.
Bir devrimci partinin önemi, sınıflı toplumların sona ermesi için verilmesi gereken örgütlü mücadelenin en etkili aracı olmasındadır.
6 Ağustos 1945 sabahı Japonya'nın Hiroşima kentine atom bombası atıldı.
ABD genelkurmay başkanı William Leahy, “Karanlık Çağ’ın barbarlarının başvurduğu bir etik standardı benimsedik” diyordu. Oysa ortaçağın ceberrutları bile böylesi bir katliama kalkışmamıştı.
Kentin yüzde 60'ını haritadan silmeleri birkaç saniye bile sürmedi. 350 bin nüfuslu şehirde 140 bin kişiyi katlettiler.
Üç gün sonra Nagazaki'ye bir bomba daha atıldı ve yine nüfusun yarısı katledildi.
Nükleer saldırılar o zaman olduğu gibi şimdi de işe yarayabilecek yegane çözüm olarak sunulup meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Gerçekteyse Japonya savaşı sürdürebilecek durumda bile değildi. Öyle ki, devlet yöneticileri bu saldırının öncesinde teslim olmaya hazırlanıyordu.
Winston Churchill, “Japonya'nın kaderinin atom bombasıyla belirlendiğini varsaymak yanlış olur,” diyordu yazılarında; “Yenilgisi, ilk bombanın düşüşünden önce de kesindi.”
Lakin bomba, ABD ve İngiltere'nin Japonya'yı yenmek için Rus birliklerine ihtiyaç duymadıklarını gösteren yanıttı.
Bunun ne caydırıcılıkla bir alakası vardı ne de azgın savaş çığırtkanlarının etik standardı olarak betimlenebilecek bir yöntemdi. Yalnızca stratejik güç savaşına hizmet ediyordu ve tümüyle göstermelik bir hamleydi. ABD başkanı Harry Truman, "Bomba bizi savaşın sonunun şartlarını dikte edecek konuma getirebilir" derken zaten bu gerçeği itiraf etmişti.
Bombaların nereye atılacağına karar veren ABD Hedef Komitesi’nin kayıtlarında, Hiroşima'nın seçilmiş olmasına dair şöyle bir açıklamada bulunuldu; “bombanın uluslararası onayı için, ilk kullanımının etkileyici bir gösteriye dönüşmesi” gerekir.
ABD egemen sınıfı, dünyanın yeni hakimi olduğunu göstermeye çalışıyor ve bunun için de gelişmiş silahlarına başvurmayı istiyordu.
Nadiren de olsa kimi insanların, bu bombanın savaşı sonlandırıp barış ve huzur ortamını temin eden hamle olduğunu söylediklerine denk gelebilirsiniz.
Hayır, öyle olmadı. Hiroşima'dan bu yana geçen 70 yıl içinde, kanlı savaşlarını hiç sonlandırmayıp dünyaya zulmetmeye devam ettiler. Art arda yaşanan savaşlar, nükleer saldırıların acı deneyimlerini unutturmadan tırmandırıldı ve yaklaşık 50 yıl boyunca son derece ağır silahlarla donanmış iki süper güç, ellerindeki ölümcül gücü yarıştırmak adına çekişip durdu.
Egemenlik yarışı
Nükleer silahlar, ekonomik, siyasi ve askeri rekabete dayalı bu sistemin kendi aklınca makul gördüğü mekruh bir ürünüdür. Birbirleriyle rekabet halindeki şirketler nasıl yarışıyorsa, emperyalist güçler de egemenliklerini sergilemek adına aynı şekilde yarışır ve bunun için başvurdukları yöntemlerden biri de giderek daha fazla silaha sahip olmaktır.
Bunun en açık örneği Soğuk Savaş döneminde, ABD ile Rusya arasında yaşanan silahlanma yarışıydı. Tüm kapitalist sistemin önceliklerini bu yarışla belirlediler ve sonuçta dünya kaynaklarının çok büyük bir kısmı kitle imha silahlarının üretimi için kullanıldı.
En nihayetinde dünya, kendisini bir değil birkaç kez yok etmeye yetecek kadar silahla donatılmış oldu.
Soğuk Savaş'ın zirvesindeki tabloyla kıyaslanacak olursa, günümüzde çok daha fazla sayıda nükleer silaha sahipler ve bunların birçoğu 1945'te Hiroşima ile Nagazaki'yi yerle bir eden o bombalardan 40 kat daha öldürücü.
Artık Çin, Fransa, Hindistan, İsrail, Pakistan ve İngiltere gibi pek çok başka ülke de nükleer silahlara sahip ki bu da, tüm bölgesel çatışmaların bir nükleer yıkımla sonuçlanabileceği anlamına geliyor.
Bu güç gösterisinin, gezegeni daha huzurlu bir yer haline getirmekle falan da en ufak bir ilgisi yok. Sonuçta ‘kirli bomba’ olarak anılan nükleer silahlara başvuran da terörist ilan edilenler değil, sözgelimi Irak'ta defalarca seyreltilmiş uranyum kullandığı bilinen ABD’dir.
Nükleer silahlar, büyük güçlerin, egemenliklerini sürdürmek için başvurdukları bir gösteriden başka bir şey değildi ve hâlâ da öyle.
Bombalardan kurtulmak istiyorsak, onları kullanan emperyalistlerden ve nihayetinde o emperyalistleri yaratan sistemden kurtulmaktan başka bir çaremiz yok.
Socialist Worker’dan çeviren Tuna Emren.