Nasıl oldu da farklı ırkların ortak bir düşmana karşı bir araya gelmesini anlatan bir hikâyenin alışılmadık kahramanı Frodo Baggins, faşistlerin poster çocuğu haline gelebildi?
İtalyan Kültür Bakanlığı, J. R. R. Tolkien’ın 50.nci ölüm yıldönümü vesilesiyle bir sergi düzenledi. Serginin 15 Kasım 2023’teki açılışını bizzat faşist başbakan Giorgia Meloni yaptı. Meloni bir gençlik eylemcisiyken o ve arkadaşları, Frodo gibi takma isimler kullanıyor, hobbit gibi giyinerek okulları ziyaret ediyorlardı. “Boromir’in borusunun sesiyle” toplanıp Yüzüklerin Efendisi temalı faşist üye kazanma sohbetleri yapıyorlardı. Meloni, “Bence Tolkien muhafazakarların neye inandığını bizden daha iyi anlatabilirdi” diyor; “Yüzüklerin Efendisi’ni fanteziden çok, kutsal bir metin olarak görüyorum.”
Bu bir parça utanç verici, sağcı bir kostümlü canlandırmadan ibaretmiş gibi gözükebilir. Ama bu sözler İtalyan aşırı sağının şiddete eğilimli unsurları için ciddi anlamda, satır arasına gizlenmiş ve herkes tarafından değil, sadece belirli terimlerin ne anlama geldiğini bilenler için özel bir anlamı olan ifadeler içeriyor. Tolkien’ın kırsal evreni, huzurlu orman krallıklarını fabrikalarda çalışan siyah ve vahşi ork sürülerine karşı koruyan erdemli beyaz iyi insanlarla doludur. Dolayısıyla pek çok gerici için güvenli bir bölgedir. Ancak İtalya’da Frodo Baggins’in maceraları ciddi bir mesele.
İtalyan faşistleri 1970’lerde yeniden örgütlenmeye çalıştıklarında, temel iddiaları Nazi dehşetinin sorumlusu olan babanızın kuşağındaki faşistler gibi olmadıklarıydı. Daha basit dönemlere özlem duyan dedenizin dedesinin faşistleriydiler. Yüzüklerin Efendisi İtalyancaya ilk olarak 1971’de tercüme edildi. Kitaba önsözünde sağcı Elémire Zolla, “Yüzüklerin Efendisi modern dünyanın tümüyle reddi olarak görülmesi gereken daimî bir felsefeyi temsil eder” diye yazmıştı. Genç faşistler kendilerini, kral olmak için doğmuş ama malını mülkünü kaybetmiş Aragorn gibi gördüler; kendilerine saygı duyan bir halk üzerinde aristokratça hüküm sürmek kaderlerinde yazılıydı. Başka faşistlerse kendilerini dışarıdaki güçlerin tehdit ettiği saf, kahraman hobbitler olarak gördüler.
Faşist gençlik lideri Generoso Simeone’nun sözleriyle onlar “efsanevi Orta Dünya’nın sakinleriydi; ejderhalarla, orklarla ve diğer yaratıklarla uğraşıyorlardı.” Böylece Kamp Hobbit festivalini başlattılar. Bu festivalde Yüzük Kardeşliği müzik grubu marşları haline gelen “Yarın Bizimdir” şarkısının da dahil olduğu şarkılar çaldı, bu şarkı Cabaret müzikalinde çalınan ürkütücü Hitler Gençliği şarkısına gönderme yapıyordu; bu şarkı geçmişte de bugün de her çalındığında Nazi selamlarıyla dinleniyor. Aynı zamanda adını Rohan’ın prensesinden alan Èowyn isimli bir kadın dergisi yayınladılar.
Nazilerle bağlantılı bir İtalyan felsefeci olan Julius Evola’nın hayranlarıydılar. Ona göre ilerleme ve eşitlik zehirli yanılsamalardı, onların yerine güçlü olanın yıkıntıların üzerinde ayağa kalktığı şiddete dayalı bir ırksal hiyerarşi konulmalıydı. Evola, “Şimdiden sallanmakta olanın, dünün dünyasına ait olanın yıkılmasına katkıda bulunmak, onu destekleyerek varlığını suni bir şekilde sürdürmesini sağlamaktan daha iyi olabilir” diyordu. 1970’lerde Kamp Hobbit’e katılanlar, sokak çatışmalarına da katılıyor, devlet desteğiyle tren istasyonlarını bombalıyor ve ülkeyi topyekûn bir krizin içine sokmaya çalışıyorlardı. 1000’den fazla insan öldürüldü. Bu “üçüncü yol” arayışı –ne komünizm ne kapitalizm, bunların yerine Shire (Yüzüklerin Efendisi’nde hobbitlerin yaşadığı bölge -çn)– sonuçta faşistlerin seçimlerde kısıtlı bir oy almalarına neden oldu. Bu yüzden kapitalizme olan karşıtlıklarından vazgeçtiler, terörizmi azalttılar ve Hristiyanlığı yeniden benimsediler.
Bu eski sirkeye yeni şişe bulma süreci Avrupa aşırı sağının pek çok yapısında işledi. Bazıları ise o yoldan gitmek istemedi ve şimdi CasaPound adını kullanan gruplara katıldı; CasaPound ismini faşist şair Ezra Pound’dan alıyordu. Meloni’nin İtalya'nın Kardeşleri partisi “Tanrı, Anavatan, Aile” sloganıyla kuruldu. Ancak faşistler kaypaktır. Piyasaları ve AB’yi yatıştırmakla geçen bir yılda, aynı zamanda kendi kökenlerine göz kırpan retoriklerini sürdürdüler. Yani bu sergi Meloni’nin köklerinin hatırlatılmasına hizmet ediyor.
“Tolkien’ın güç yüzükleri olarak adlandırdığı düşmanı yok edin” çağrılarında küresel finansal seçkinler kastediliyor. Tolkien’ın ırklarının “özgünlük değeri” olduğunu söylemek, korunması gereken kültür ve kimliklere işaret ediyor. Daha sonra –hobbitler, Elfler ve cüceler gibi– İtalyanların da eşsiz olduğu belirtilerek, onların kimliklerini tehdit eden ötekiler karşısında korunmaları gerektiği anlatılıyor veya İtalya, Yüzüklerin Efendisi dünyasında, bir zamanlar büyük bir insan ulusu olan ama ahlaksızlık yüzünden yıkılan Númenor’a benzetiliyor. Bunların hiçbirinin nedeni başka referans noktalarının yokluğu değil, özellikle bunlara atıf yapılıyor.
Tolkien numarası, gelenekselcileri kendi yanına çekmenin bir aracı. Tüm komediye rağmen, Orta Dünya’nın yeniden canlandırılması bir sergiden ibaret değil; tıpkı Mussolini’nin doğum günü partisi veya bir karakola asılan Duce’nin resmi gibi bir eylem.
Son birkaç on yıldır, önemli felsefi, tarihi, politik ve ekonomik eserlerin ve tabii ki belki de dünya tarihinin en popüler siyasi manifestosu olan Komünist Manifesto'nun yazarı Karl Marx'ın düşüncelerine ve eserlerine olan ilginin yeniden canlandığına tanık oluyoruz. Bu canlanma, büyük ölçüde neoliberalizmin dünya çapındaki yıkıcı sonuçlarından – benzeri görülmemiş düzeyde bir ekonomik eşitsizlik, toplumsal çürüme ve hoşnutsuzluğun yanı sıra, gezegeni bir iklim felaketinin eşiğine yaklaştıran yoğun çevresel bozulma– ve liberal demokrasinin resmi kurumlarının giderek büyüyen bu toplumsal sorunlar listesini çözememesinden kaynaklanmakta. Peki, Marx günümüzün kapitalist dünyasını karakterize eden sosyo-ekonomik ve politik durum karşısında hâlâ güncelliğini koruyor mu? Ya Marx'ın Avrupamerkezci olduğu ve sömürgecilik hakkında söyleyecek çok az şeyi olduğu ya da hiçbir şey söylemediği iddiasına ne demeli?
Kanada Toronto'daki York Üniversitesi'nde sosyoloji profesörü olan ve Marx'a olan ilginin yeniden canlanmasında rol oynayan önde gelen Marksist akademisyen Marcello Musto, Truthout'a verdiği röportajda Marx'ın bugün hâlâ güncelliğini koruduğunu savunuyor ve aslında sömürgeciliğin etkilerini yoğun bir şekilde eleştirdiğini öne sürerek Avrupamerkezci olduğu iddiasını çürütüyor.
Aşağıda, bu röportajdan kısa bir bölüm sunuyoruz.
C.J. Polychroniou: Son on yıldır solcu entelektüeller arasında Karl Marx'ın kapitalizm eleştirisine olan ilgi yeniden canlandı. Fakat kapitalizm, Marx'ın zamanından bu yana çarpıcı biçimde değişti ve kapitalizmin, kendi mantığının işleyişinden kaynaklı çelişkileri nedeniyle kendi kendini yok etmeye mahkûm olduğu fikri artık entelektüel açıdan inandırıcı değil. Üstelik günümüzün işçi sınıfı hem sanayi devriminin işçi sınıfından çok daha karmaşık ve çeşitli hem de Marx'ın öngördüğü dünya çapındaki tarihsel misyonunu yerine getirmiş değil. Aslında, 1970’lerden 1990’lara kadar moda olan, Marksist sınıf analizi kavramına saldıran ve radikal siyasi eylemin maddi nedenlerini küçümseyen entelektüel bir duruş olan Post-Marksizmi doğuran da bu tür düşüncelerdi. Ama şimdi bir kez daha Marx'ın temel fikirlerine geri dönüş oluyormuş gibi görünmekte. Marx'a olan ilginin yeniden canlanmasını nasıl açıklamalıyız? Gerçekten de Marx bugün hâlâ güncel mi?
Marcello Musto: Berlin Duvarı’nın yıkılışını Marx’ın eserlerine yönelik yirmi yıllık bir sessizlik yemini takip etti. 1990'larda ve 2000'lerde Marx'a olan ilgi son derece azdı, aynı şey yazılarının yayınlanması ve tartışılması için de söylenebilir. Marx'ın (artık Sovyetler Birliği'nin iktidar aygıtı işleviyle özdeşleştirilmeyen) eserleri, 2008'de, kapitalizm tarihindeki en büyük ekonomik krizlerden birinin ardından yeniden küresel ilgi odağı haline geldi. Prestijli gazeteler ve geniş okuyucu kitlesine sahip dergiler, Kapital'in yazarını ileri görüşlü bir teorisyen olarak nitelendirdi ve güncelliği bir kez daha teyit edildi. Marx hemen hemen her yerde üniversite derslerinin ve uluslararası konferansların konusu haline geldi. Yazıları kitapçı raflarında yeniden yer buldu ve kapitalizm yorumu giderek artan bir ivme kazandı.
Son birkaç yılda Marx'ın bir siyaset teorisyeni olarak yeniden değerlendirilmesi de söz konusu ve ilerici görüşlere sahip birçok yazar, içinde yaşadığımız topluma bir alternatif inşa etmenin gerekli olduğuna inanan herkes için Marx'ın fikirlerinin vazgeçilmez olmaya devam ettiğini ileri sürüyor. Bu güncel "canlanma" yalnızca Marx'ın ekonomi politik eleştirisiyle sınırlı değil, aynı zamanda onun politik fikirlerini ve sosyolojik açıklamalarını yeniden keşfetmeye de açık.
Kuşkusuz, Marx'ın işçi sınıfına ilişkin analizinin yeni bir çerçeveye oturtulması gerek zira farklı bir kapitalizm biçiminin gözlenmesiyle geliştirilmişti. Çağdaş sorunlarımızın birçoğunun yanıtı belki Marx'ta bulunamaz ama Marx temel soruları odağa alır. Bence günümüzdeki en büyük katkısı bu: Doğru soruları sormamıza, ana çelişkileri tespit etmemize yardımcı oluyor. Bence bu hiç de küçük bir şey değil. Marx'ın hâlâ bize öğreteceği çok şey var.
Marx yazılarında son zamanlarda yeniden ilgi görmeye başlayan doğa, göç ve sınırlar gibi konuları tartışıyor. Marx'ın doğaya yaklaşımını, göç ve sınırlara bakış açısını kısaca anlatabilir misiniz?
Marx, günümüzün politik gündemi açısından hayati öneme sahip olan ve geçmişte akademisyenler tarafından sıklıkla hafife alınan, hatta görmezden gelinen birçok konuyu inceledi. Marx'ın ekolojik soruna verdiği önem, son yirmi yılda Marx'ın eserleri üzerine yapılan bazı önemli çalışmaların odak noktasıydı. Marx'ın sosyalizm anlayışını yalnızca üretim güçlerinin (emek, araçlar ve hammadde) gelişimine indirgeyen yorumların aksine, Marx bugün ekolojik sorun olarak adlandırdığımız şeye büyük ilgi gösterdi. Marx, defalarca, kapitalist üretim şeklinin genişlemesinin yalnızca işçi sınıfının sömürülmesini değil, aynı zamanda doğal kaynakların yağmalanmasını da artırdığını savundu. "Kapitalist tarımdaki tüm ilerlemenin yalnızca işçiyi değil toprağı da soyma sanatında bir ilerleme" olduğunu söyledi. Kapital'de dünyanın bireylerin özel mülkiyeti olmasının, bir insanın başka bir insanın özel mülkiyeti olması kadar saçma olduğunu gözlemledi.
Marx göç konusuyla da oldukça ilgiliydi ve son çalışmaları arasında 1877'de San Francisco'da Çinli göçmenlere karşı gerçekleştirilen pogromla ilgili notlar da vardı. Marx, göçmenlerin beyaz proleterleri aç bırakacağını iddia eden Çin karşıtı demagoglara ve işçi sınıfını yabancı düşmanı tutumları desteklemeye ikna etmeye çalışanlara esip gürlemişti. Tam tersine, kapitalizm tarafından üretilen zorunlu emek göçünün burjuva sömürüsünün çok önemli bir bileşeni olduğunu ve bununla mücadele etmenin anahtarının, işçilerin kökenlerine veya yerel ve ithal emek arasındaki farka bakılmaksızın, işçiler arasındaki sınıf dayanışması olduğunu gösterdi.
Marx'a yönelik en sık duyulan itirazlardan biri Avrupamerkezci olduğu ve hatta sömürgeciliği modernitenin gerekliliği olarak meşrulaştırdığıdır. Ancak Marx, sömürgecilik teorisini hiçbir zaman ekonomi politik eleştirisi kadar kapsamlı bir şekilde geliştirmemiş olsa da örneğin Hindistan'daki İngiliz hâkimiyetini en açık ifadelerle kınadı ve sömürgeciliğin yıkıcı sonuçlarını göremeyenleri eleştirdi. Marx'ı bu konularda nasıl değerlendiriyorsunuz?
Marx'ın eserlerinden bağlam dışı alıntılar yapma alışkanlığı, Marx'ın Avrupamerkezci olduğu mitine katkıda bulunan etkili bir kitap olan, Edward Said'e ait Oryantalizm'den çok öncesine dayanmaktadır. Günümüzde sıklıkla Marx’ın çok karmaşık tarihsel süreçlere ilişkin analizlerinin tamamen uydurma olan "yeniden inşalarını" okuyorum.
Marx daha 1850'lerin başlarında, on yılı aşkın bir süre birlikte çalıştığı New York Tribune gazetesi için yazdığı (Said'in itiraz ettiği) makalelerinde bile, kapitalizmin temel özellikleri konusunda herhangi bir yanılsama içinde değildi. Burjuvazinin hiçbir zaman "bireyleri ve toplumu kana, pisliğe, sefalete ve yozlaşmaya sürüklemeden ilerleme kaydedemediğini" çok iyi biliyordu.
Ama aynı zamanda dünya ticareti, üretim güçlerin gelişmesi ve üretimin bilimsel olarak doğa güçlerine hükmedebilecek bir şeye dönüşmesi yoluyla, “burjuva sanayi ve ticaretinin, yeni bir dünyanın maddi koşullarını yaratacağına" ikna olmuştu. Bu düşünceler henüz 35 yaşında, gazeteye yazı yazan bir adamın sahip olduğu eksik ve saf bir sömürgecilik tasavvuruydu sadece.
Marx daha sonra Avrupalı olmayan toplumlar üzerinde kapsamlı araştırmalara girişti ve ateşli sömürgecilik karşıtlığı daha da belirgin hale geldi. Marx'ın eserlerinin hiçbir yerinde Doğu ve Batı toplumları arasında özcü bir ayrım yapıldığına dair bir ima yoktur. Nitekim Marx'ın sömürgecilik karşıtlığı, özellikle de bu olgunun gerçek köklerini anlama yeteneği, Brezilya'dan Asya'ya kadar teorilerine yönelik yeni ilgi dalgasına katkıda bulunuyor.
Truthout.org'daki röportajdan kısaltarak çeviren: Irmak Yavlal
Emperyalizm, büyük devletlerin küçük devletlere hükmetmesinden daha fazlasıdır. Kapitalist rekabetin bir sonucudur. Isabel Ringrose yazdı.
Acımasız, vahşi ve ölümcül. Bu kelimeler, İsrail'in Filistinlilere saldırısının ardındaki sistemi özetliyor. Pek çok kişi böylesi bir dehşeti üreten yapıyı tanımlamak için emperyalizm kelimesini kullanıyor ve bu doğru.
Ancak bu terim birçok farklı şekilde kullanılmaktadır. Yaygın kullanımlarından biri, büyük devletlerin küçük devletlere zorbalık ve baskı yaptığı süreci tanımlamaktır.
Bir diğeri ise büyük güçlerin daha zayıf ülkelerin hammaddelerini ve diğer kaynaklarını ele geçirme ya da kontrol etme çabasıdır.
Her ikisi de emperyalizmin özellikleri.
Ancak marksistler için emperyalizm, Birinci Dünya Savaşı'ndan önceki yıllarda ortaya çıkan ve o zamana kadarki tarihin en korkunç katliamına yol açan kapitalizmin özel bir aşamasıdır.
Kapitalizmin özel aşaması
Emperyalizm rekabetten, rakip kapitalist devletlerin ekonomik ve çoğu zaman askeri olarak egemenlik kurma mücadelesinden ayrılamaz.
Rus devrimci Vladimir Lenin Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı kısa kitabını 1916 yılında savaşın ekonomik temellerini ve kapitalist devletler arasındaki küresel çatışma sisteminin özelliklerini açıklamak için yazmıştı.
"Emperyalizm dünyanın bölünmesi demektir" ve "Bir avuç çok zengin ülkenin yüksek tekel kârları için" demişti. Patronların ve devletlerin birbirleriyle işbirliği yapacağını, barış için bir güç haline geleceğini savunanların aksine Lenin, çatışan emperyalistler arasındaki herhangi bir güç dengesinin yalnızca geçici olabileceğini söyledi. Bir devletin ya da devletler grubunun ekonomik ağırlığı değiştiğinde, yeni kanlı mücadeleler patlak veriyor ve dünya pazarını barışçıl bir şekilde bölüşmek için yapılan her türlü anlaşmayı yok ediyordu.
Kapitalizmin ilk aşamalarında nispeten küçük şirketler birbirleriyle çoğunlukla iç pazarda rekabet eder.
Ancak rekabet süreci sonucu bazıları rakiplerini ezer. Galipler daha büyük, daha güçlü ve uluslararası alanda genişlemeye hazır duruma gelir.
İç pazarın ötesine geçtiklerinde, sorunsuz kâr elde edebilmek için devletten destek isterler. Bazen ticaretin önündeki engelleri yıkmak ya da "yardımcı olmayan" yöneticileri temizlemek için silahlı güç de talep ederler.
Emperyalizm, ekonomik ve jeopolitik rekabetin kaynaşmasıdır. Ve devletlerin savaş çığırtkanlığı da ekonomik sistemlere dayalıdır.
Birinci Dünya Savaşı'ndan elli yıl önce Britanya baskın endüstriyel güçtü. Ancak savaş öncesinde Almanya ikinci büyük ekonomi olarak meydan okuyordu.
Almanya ve diğer devletler Britanya'ya askeri ve ekonomik olarak başkaldırdı.
On dokuzuncu yüzyılın sonundaki Berlin Kongresi'nde olduğu gibi bazı noktalarda, tüm güçler Afrika'yı aralarında paylaşma konusunda anlaşabilirlerdi - tabii ki hiçbir Afrikalıyı dahil etmeden. Ancak ganimet bu şekilde paylaşılarak neredeyse tükendiğinde, yeni bir genişleme ancak başka bir devletten alınarak gerçekleşebilirdi.
Hiçbir devlet hakimiyet ve kontrol alanlarını "dondurmakla" yetinmedi. Bunun yerine ekonomik birikimleri dünya savaşına yol açtı.
İngiltere ve müttefiklerinin 1918'deki zaferi diğerlerini bir süreliğine geri püskürttü. Ancak diğer Avrupalı güçlerin ve özellikle de ABD'nin yükselişini sonsuza kadar engelleyemezdi.
İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş
Rus devrimci Leon Troçki'nin yazdığı gibi, "Savaş sırasında ABD'nin muazzam ekonomik üstünlüğü gelişti ve tüm boyutlarıyla ortaya çıktı. Bu ülkenin denizaşırı bir taşralılık aşamasından çıkması, Britanya'yı aniden ikinci sıraya itti."
Siyasi yapılar, ekonomik güç ve uluslararası kontrol arasındaki bu uyumsuzluk İkinci Dünya Savaşı'nın temelini oluşturdu. Ve bu savaş ABD ile emperyalist rakibi SSCB'nin yükselişini hızlandırdı.
1939 gibi geç bir tarihte ABD askeri güç sıralamasında 19. sıradaydı ve Portekiz'in gerisindeydi.
Ancak o zamandan 1941'in sonlarında savaşa girmesine kadar geçen sürede ABD silahlı kuvvetlerini sekiz kat artırarak 1,5 milyon kişiye çıkardı.
Emperyalizmin değişmez özellikleri vardır, ancak aynı zamanda çok önemli biçimlerde değişir ve dönüşür. Bir aşamada "çok kutuplu" bir dünyada altı ya da daha fazla emperyalist ülke birbiriyle kapışır hale gelmişti.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra iki büyük blok karşı karşıya geldi. ABD, diğer devletleri ya ekonomik baskı ya da şiddet yoluyla kendi iradesine boyun eğmeye zorladı. Seçimleri ayarladı, tehdit gibi görünen liderleri ortadan kaldırdı ve egemenliğini sağlamak için askeri birlikler gönderdi.
Örneğin ABD, ülkenin petrol endüstrisini millileştirdiği için 1953 yılında Muhammed Musaddık hükümetini devirdi.
Vietnam'da yıllarca süren savaşta 1,5 milyon Vietnamlıyı ve komşu Kamboçya'da yüz binlerce insanı öldürdü.
Bu arada SSCB de 1968'de Çekoslovakya'yı işgal etti ve işçi ayaklanmalarını bastıran dostlarını destekledi.
Rusya'daki devlet kapitalizmi ve ABD'deki kapitalizm, her birini diğerinden daha fazla sanayi üretimi yapmaya ve daha fazla jeopolitik nüfuz elde etmeye itti.
İki blok arasındaki Soğuk Savaş, zaman zaman nükleer silahların da kullanıldığı sıcak bir savaşa dönüşme tehlikesine sahne oldu. İşçiler ve yoksullar her yerde kaybetti.
Bu nedenle Devrimci Sosyalist İşçi Partisi'nin içinden geldiği siyasi gelenek "Ne Washington ne Moskova, Uluslararası Sosyalizm" sloganını öne çıkardı.
Soğuk Savaş sona erdiğinde ABD egemen süper güçtü. Fakat bu, neoliberalizmin bazı destekçilerinin öngördüğü gibi "tarihin sonu" olmaktan çok uzak bir durumdu. Ekonomik güç kayması devam etti.
1980 yılında Rusya küresel imalatın yüzde 14.8'ini üretiyordu; bu oran ABD'nin yüzde 31.5'lik payının yaklaşık yarısı kadardı. Otuz yıl sonra Rusya dünya gayrisafi yurtiçi hasılasının sadece yüzde 3,2'sini üretirken, ABD'nin payı yüzde 22'ye düştü.
Japonya, Çin ve diğerlerinin yükselişi ABD'nin ekonomik hakimiyetini sıkıştırdı. Bu durumu telafi etmek için askeri harcamalarını büyük ölçüde artırdı.
Ulusal kurtuluş hareketleri
Emperyalizm için diğer bir sorun da kurbanlarının kaderlerini direnmeden kabul etmelerinin nadir oluşudur. Dünyanın dört bir yanındaki insanlar, emperyalistlerden daha güçlü oldukları zamanlarda bile İngiliz, Fransız ve İspanyol imparatorluklarına karşı ayaklandılar.
Ve nihayetinde ya imparatorlukları yenerek ya da çekilmelerini sağlayacak kadar korku salarak kazandılar.
ABD, Vietnam'da kaybetti. Tıpkı Fransızların daha önceki bir dönemde kaybettiği gibi. Ölü yığınlarına ve bütün bir toplumun yok edilmesine rağmen ABD, Irak'ta ve ardından Afganistan'da kaybetti.
ABD Başkanı Joe Biden, Çin ile rekabete odaklanmak için ABD güçlerini Afganistan'dan aşağılayıcı bir şekilde geri çekti.
Bugün ABD ve Rusya gibi rakip emperyalist güçler, Ukrayna'daki vekalet savaşı üzerinden yeniden birbirleriyle kapışıyor. Rusya hala dünya arenasında hareket edebileceğini göstermeye çalışıyor.
Ve ABD, NATO askeri ittifakı aracılığıyla, Ukrayna güçlerini desteklemek üzere silah akıtmak için müttefiklerini bir araya getirdi.
Savaşsız bir dünyayı kazanmak mümkün. Ancak çözüm şu ya da bu emperyalisti desteklemek değil, savaş ve rekabet üreten sistemle doğrudan mücadele etmektir.
Bu da emperyalizme karşı ayaklanan ezilen halklar ve uluslarla dayanışma ve destektir.
Dayanışma ve destek, emperyalist gücü denizaşırı ülkelerde ve yurtiçinde zayıflatarak devrimci hareketlere daha fazla alan açabilir. Bu, ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemek ve emperyalizme karşı mücadeleyi kendi liderlerimize yöneltmek anlamına gelir.
Emperyalizme karşı mücadele
İngiltere, bir zamanlar olduğu gibi süper güç olmasa da, Filistinlilerin öldürülmesi ya da Ukrayna'ya asker ve para gönderilmesi söz konusu olduğunda ABD'yi desteklemektedir.
Burada egemen sınıfa vurulacak bir darbe, dünyanın dört bir yanındaki emperyalistlere vurulacak bir darbe anlamına gelebilir ve isyan için bir kıvılcım olabilir. Birinci Dünya Savaşı Rusya ve ardından Almanya'daki devrimlerle sona ermişti.
Bu , her yerde sömürge karşıtı ve anti-emperyalist hareketleri cesaretlendirdi. Özgür bir Filistin için mücadele etmek, emperyalizme bir darbe vurarak İsrail'i ve destekçilerini çökertmeyi amaçlıyor.
Eğer zafere ulaşırsa, Ortadoğu'da ve uluslararası alanda daha geniş çaplı ayaklanmalara yol açabilir. Dünyayı emperyalizmden kurtarmak, savaşa ve rekabete neden olan kapitalist sisteme darbe vurmak anlamına gelir.
(Socialist Worker)
İsrail devletini sarsacak kadar güçlü bir aşağıdan ayaklanma olan ve 1987'de başlayan İntifada, Siyonizm'le yüzleşmenin yeni bir yolunu ateşledi. Sophie Squire, yazar Phil Marfleet ile İntifada'nın süregelen önemi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.
Birinci İntifada neydi?
İntifada 8 Aralık 1987'de başladı ve neredeyse altı yıl sürdü. Gazze'de, Batı Şeria'da ve İsrail'in içinde neredeyse her Filistinli aileyi kapsayan büyük bir ayaklanmaydı. Aşağıdan yönetilen ve Filistin toplumunun her katmanını kapsayan inanılmaz demokratik bir isyandı. İntifada sırasında kadın komiteleri filizlendi.
Grevler, İşgal Altındaki Topraklar'daki işçilerin günlerce çalışmayı reddetmesiyle mücadelenin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Çaresiz İsrailli patronlar, otel ve restoran işletmek ve meyve toplamak için yeni bir işgücü kaynağı bulmak üzere hükümete başvurmak zorunda kaldı.
İntifada'nın enerjisi ve canlılığı, Filistin direnişinin Filistin Kurtuluş Örgütü'nden (FKÖ) farklı, alternatif bir liderliğe sahip olmasının mümkün olduğunu gösterdi. Büyük ayaklanma, İsrailli bir şoförün Filistinlilerin arabalarına çarparak birkaç kişiyi öldürmesiyle başladı.
Öldürülenlerden üçü Gazze'deki Jabalia mülteci kampındandı. Ayaklanma burada kök saldı ve önce Gazze'ye sonra da Batı Şeria'ya yayılmaya başladı. İsyandan sadece iki gün sonra protestolar ve eylemler Gazze'yi fiilen kapatmıştı. Uluslararası bir yardım görevlisi Gazze'nin "tamamen kapalı" olduğunu anlattı:
"Yollar tıkalı. Sokaklar moloz yığınlarıyla dolu.Yanan lastiklerin siyah dumanı şehrin üzerinde asılı duruyor."
Liderlik, taşlarla karşılık veren yeni nesil Filistinli gençlerdi. Bu yeni liderler, İsrail devletinin kendilerine dayattığı aşağılanma, yoksulluk ve şiddetten başka bir şey bilmiyordu.
Bunu değiştirmek için ellerinden gelen her şekilde karşılık vermeye hazırdılar. İsrail gazetesi The Jerusalem Post tarafından kaleme alınan bir makale o dönemi şöyle özetliyordu: "Bizim 20 yaşındakiler (İsrailliler), onların 20 yaşındakileriyle (Filistinliler) savaşıyor. Bizimkiler zırhlı araç ve helikopter kullanıyor, onlarınkiler ise sopa, taş ve ilkel molotof kokteylleri."
Birinci İntifada'nın tarihsel bağlamı neydi ve bugünkü aktivistler bunu neden bilmeli?
Öncelikle, Filistinlilerin sömürgeciliğe karşı uzun bir direniş geleneği olduğunu bilmeliler.
Hiç kimse 1936-39 yılları arasında hem Siyonistlerle hem de İngilizlerle mücadele eden Filistin direniş dalgasını unutmamalıdır. Aşırı düzeydeki şiddet bu direnişi bastırdı. Filistinliler bu mücadeleyi unutmadılar. Onlar için bu dönem başlı başına bir İntifada'ydı.
Ancak Filistinlilerin 1987'de ayaklanmasına neden olan sadece İsrail'in gaddarlığı ve şiddetli baskısı değildi. Aynı zamanda ekonomik baskı ve yoksulluk da söz konusuydu.
İsrail, 1967'deki Altı Gün Savaşı'nın ardından yirmi yılı aşkın bir süre boyunca Gazze'yi işgal etmişti. İsrail devleti Gazze'yi, Güney Afrika'daki beyaz apartheid yöneticilerinin siyah sakinler için ayırdığı bölgelere benzer bir Bantustan'a dönüştürdü.
Gazze'den binlerce işçi, İsrail'de çalıştı. İsrailliler tarafından uygun ve ucuz bir işgücü biçimi olarak görüldüler. 1981 yılına gelindiğinde 110 bin işçi İşgal Altındaki Topraklardan İsrail'e seyahat ediyordu. Batı Şeria ve Gazze'deki yüksek işsizlik oranları, İsraillilerin Filistinli işçilerin ücretlerini düşük tutmalarına yardımcı oldu.
1987 yılında İsrailli işçilerin ücretleri Filistinlilerden on kat daha yüksekti. İsraillilerin Filistinlileri her şekilde aç bırakmak için kurduğu baskıcı sisteme duyulan bu öfke, isyanın muazzam bir hızla yayılması anlamına geliyordu. Filistin direnişinin azmi, İsrail devletini temelinden sarstı.
İsrail'in İntifada'yı bastırması neden bu kadar uzun sürdü?
İsrail devletinin kuruluşuna işaret eden 1948 Nakba'sı sırasında yüz binlerce Filistinli evlerini terk etmek zorunda kaldı.
Bazıları Lübnan ya da Ürdün gibi komşu ülkelere yerleşti. Burada, aralarında FKÖ'nün de bulunduğu kendi direniş örgütlerini kurdular. 1982 yılında İsrail, ülkede siyasi olarak etkili hale gelen FKÖ'yü ezmek için Lübnan'ı işgal etti. İşgal sırasında İsrail'in müttefikleri Lübnanlı Kataeb Partisi [Falanjistler], Beyrut'ta 2 bin Filistinliyi öldürdü. İsrailliler, Filistin ulusal kurtuluş hareketini ezmeyi başardıklarına inanıyorlardı. Ama yanıldılar.
Hareket ölümcül bir hasar almamıştı. Bunun yerine Filistin'in kendi içinde kitlesel bir mücadeleye dönüşmüştü.
FKÖ gibi grupların 1960'lar boyunca İsraillilere karşı yürüttüğü gerilla mücadelesi cesurdu ama başarılı olamamıştı. Ancak 1987'de on binlerce genç Filistinli, yeni bir şekilde mücadele ettiklerini hissetti. Bu deneyim onlara enerji verdi. Öte yandan İsrailliler sadece gerilla savaşçılarıyla mücadele etmeye alışkındı.
Grevleri ve kitlesel gösterileri kapsayan, aşağıdan demokratik olarak yönetilen kitlesel bir sivil eylem hareketine karşı hazırlıksızdılar. Bir yıl süren isyanın ardından İsrail Genelkurmay Başkan Yardımcısı General Ehud Barak, İntifada'nın İsrail devleti üzerinde yorucu bir etkisi olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı. Batı Şeria ve Gazze'de 10 bin İsrail askerinin konuşlandırıldığını, 3.5 milyon iş gününün İntifada'yı bastırmak için "harcandığını" itiraf etti.
İsrail yine de direnişi baskıyla ezmeye çalıştı ve İntifada yıllarında yaklaşık 30 bin Filistinliyi hapse attı. Dönemin İsrail Savunma Bakanı İzak Rabin "Demir Yumruk" adını verdiği politikayı yürürlüğe koymuştu.
Bu politika, 1985 yılında Filistinlilerin sınır dışı edilmesini de içerecek şekilde Filistin milliyetçiliğini ezmeye çalışmıştır.
"Demir Yumruk", İsrail tarafından sonraki dört yıl boyunca yoğun bir şekilde kullanıldı ancak tek başına İntifada'yı durdurmayı başaramadı. Bu İntifada'dan çıkarmamız gereken bir ders varsa o da Filistin toplumundaki direnişin asla sönmeyeceğidir. Tıpkı Filistinlilerin isyan sırasında baskı ve şiddete karşı ayaklanmaları gibi, İsrail'in son saldırısı da önümüzdeki yıllarda daha fazla isyana yol açacaktır.
Birinci İntifada neden sona erdi?
İsrail devletinin acımasız baskısı, neredeyse altı yıl sonra tükenmiş olan Filistinlilere zarar verdi.
Ancak İsrail bu direniş dalgasını sona erdirmek için FKÖ liderliğine de güvendi. FKÖ'nün El Fetih fraksiyonunun liderleri, Yaser Arafat ve diğerleri, ayaklanan hareket üzerinde kontrol sahibi olmak istiyordu.
Bunu da İsrail'in kendilerine bağımsız bir Filistin devleti vereceği umuduyla yaptılar. Oslo Anlaşmaları olarak bilinen sözde barış görüşmelerine başladılar. Kitle hareketi, Eylül 1993'te sona erdi. Bunu yalan ve aldatmacayla sonuçlanan bir süreç izledi. Barış görüşmeleri İsraillilerin Batı Şeria'da sömürgeleştirme sürecini devam ettirmelerine ve Gazze'yi bir hapishane bölgesine dönüştürmelerine olanak sağladı.
Nihayetinde Oslo anlaşması, Batı Şeria ve Gazze üzerinde kısmi kontrole sahip olan Filistin Ulusal Yönetimi'nin kurulmasına yol açtı. Ancak Filistin halkının bu anlaşmanın bir sahtekarlık olduğunu anlaması, FKÖ'ye ve Arafat'a verdikleri destekten vazgeçmeleri uzun sürmedi.
2006 yılında yapılan serbest seçimlerde Gazze'deki Filistinliler Hamas'a oy verdi. İsrail devleti başlangıçta laik FKÖ'ye karşı Hamas gibi İslamcı bir grubun gelişmesini kolaylaştırmak istedi.
Gazze Şeridi'nde cami inşasına izin verdi. İsrail, Hamas'ın başlangıçta refah sağlamaya, okulları ve kreşleri finanse etmeye dayanan hayır işlerine dayalı bir örgüt olmasından memnundu. Ama bu uzun sürmedi. Hamas, FKÖ'ye karşı bir denge unsuruna dönüştü. Bugün İsrail ektiğini biçiyor.
Birinci İntifada başka yerlerdeki isyanlara ilham verdi mi?
İntifada, Lübnan'dan Ürdün'e, Kuzey Afrika'dan Körfez ülkelerine kadar Arap dünyasının dört bir yanındaki hareketlere ilham verdi.
Bu hareketlerin siyasi karakteri önemliydi. Arap dünyasındaki insanlar bunun anti-emperyalist bir mücadele olduğunu anladılar. Sadece Filistinlilerle dayanışma için gösteri yapmadıklarını, aynı zamanda kendi hükümetlerine karşı da mücadele ettiklerini biliyorlardı.
Bu mücadelelerin bir örneği, üniversitelerdeki kitlesel gösterilere Mahalla al-Kubra'daki tekstil fabrikalarından işçilerin de katıldığı Mısır'da yaşandı. İşçiler bir yandan İntifada'yı desteklemek için yürürken, bir yandan da Mısır diktatörü Hüsnü Mübarek'e karşı sloganlar attı.
Ülkelerindeki yöneticilere karşı muhalefet, dayanışma gösterilerini çok tehlikeli hale getirdi. Arap ülkelerinde dayanışma hareketlerini bastırmak için sürekli çaba sarf edildi.
Burada, on yıllar öncesine dayanan ve Arap rejimlerinin kinizmini vurgulayan bir model görüyoruz. Dünyanın dört bir yanında emperyalizme karşı mücadeleyle özdeşleşenler, İsrail işgali altında yaşayan Filistinlilerin kitlesel hareketinin, toplumdaki en ezilenlerin bile mücadele edebileceği anlamına geldiğini gördüler.
Bugün de aynı şey geçerlidir. Filistinliler hala mücadele ediyor ve dünya çapında mücadeleye ilham veriyor. İsrail tüm emperyalist desteğe ve finansmana rağmen, kolektif direniş iradesini yok edememiştir.
Filistin dışındaki Arap egemen sınıflarının tepkisi ne oldu?
İntifada ve Filistin direnişindeki diğer tüm yükseliş noktaları, Arap egemen sınıflarını her zaman tedirgin etmiştir çünkü genellikle aşağıdan direnişe yol açmaktadır.
Ancak bu gerçekleştiğinde FKÖ, Arap yöneticilerin imdadına yetişti. Arafat, 1960'larda diğer Arap devletlerinin siyasetine karışmama politikası geliştirdi.
Arap yöneticilere para ve silah karşılığında FKÖ'nün iç politikalarına karışmayacağı güvencesini verdi. FKÖ'nün diğer Arap ülkelerindeki Filistin mücadelesinden ilham alan herkese verdiği mesaj, evlerine ve işlerine geri dönmeleriydi. Filistinlilerin mücadelesini daha geniş Arap işçi sınıfının mücadelesinden ayırdılar.
Öğrenmemiz gereken önemli bir ders de Filistin mücadelesinin Arap dünyasında her zaman dayanışmaya yol açmış olmasıdır. Ancak Filistinli liderler, özellikle de FKÖ, bunun kurtuluş için bir anahtar olabileceğini hiçbir zaman söylemedi.
Bunun yerine Filistin milliyetçiliğini ve daha geniş anlamda Filistin mücadelesini izole ettiler. Kazanmak için bu strateji reddedilmelidir. Filistin hareketi, Arap işçi sınıfı ile birlikte mücadele ettiğinde her zaman en güçlü halini alır.
(Socialist Worker)
Phil Marfleet, Britanya'daki Socialist Workers Party (SWP) üyesi, Filistin, Mısır ve Ortadoğu'daki mücadeleler üzerine birçok kitap ve makalenin yazarıdır.
Devrimci sosyalizmin büyük teorisyeni ve örgütçüsü Friedrich Engels'in doğumunun 203. yıldönümünde anıyoruz. Fikirleri bugün de yol göstermeye devam ediyor.
Üç makaleden oluşan dosyamız, Rus devriminin liderlerinden V. I. Lenin'in, Engels'in ölümünün ardından yazdığı portre ile başlıyor.
Yazıyı okumak için tıklayın: Nasıl bir zekâ meşalesi söndü, nasıl bir yürek durdu!
İkinci makale ise İngiltere'de yayınlanan Socialist Worker gazetesi yazarı Sarah Bates imzalı. Engels'in devrimci geleneğini inceliyor.
Yazıyı okumak için tıklayın: İyi ki doğdun Engels!
Üçüncü makaleyi Şenol Karakaş yazdı. Bugünün dünyasında Engels'in fikirlerinin güncel önemini ele alıyor.
Yazıyı okumak için tıklayın: 203. doğum gününde Engels’in mirası
Sarah Bates devrimci ve sosyalist kuramcı Friedrich Engels'in Karl Marx ile işbirliğinin ötesine geçen yaşamını ve mirasını inceliyor
Bundan 200 yıl önce doğan Friedrich Engels, dünya sosyalist hareketinin bir devidir. Kendisi de büyük bir teorisyen ve devrimci aktivist olmasına rağmen Engels, bu sürenin çoğunu hayat boyu arkadaşı ve yoldaşı olan Karl Marx'ın gölgesinde geçirmiştir.
Almanya'da varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Engels'in yoksullar ve ezilenler için mücadele eden bir savaşçıya dönüşme süreci, dönemin devrimci hareketleri ve kapitalizmin hızlı gelişimi tarafından şekillendirilmiştir.
Gençliğinde, büyüdüğü Almanya'nın endüstriyel Rhineland bölgesindeki işçilerin maruz kaldığı korkunç koşulları görme fırsatı buldu.
Kısa bir süre sonra Engels, ailesinin dikiş ipliği fabrikasında memur olarak çalışmak üzere Manchester'a gönderildi.
Oraya vardığında gördükleri onu şok etti ve hayatının geri kalanında siyasi çalışmalarına yön verecekti.
Kirli fabrika makinelerinde ter döken ve sefalet içinde yaşayan insanların yaşadığı dehşet hakkında tutkuyla yazdı.
Ve kişisel deneyimleri Britanya'yı kasıp kavuran kitlesel hareketlerle kesişti.
O sıralarda, 1842'de, Çartist hareket oy hakkı için yürüttüğü kampanya için yarım milyon işçiyi bir araya getiriyordu.
İngiltere'ye geldikten iki yıl sonra Fransa'da Marx'la tanıştı ve ikili birlikte fikirler geliştirmeye başladı.
İlk kitapları olan Kutsal Aile, her ikisinin de gençliklerinde fikirlerinden etkilendikleri Alman filozof Hegel'in fikirlerinin sert bir eleştirisiydi.
Ajitasyon
Bir yıl sonra yayınlanan İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu başlıklı kitabında Engels, İngiltere'nin kuzey batısındaki tekstil fabrikalarında çalışan yoksul kitlelerin durumuna geri dönüyordu.
Kitabında, insanların tehlikeli ve tekrarlayan işler nedeniyle -hepsi de patronların kârları için- nasıl erkenden mezara götürüldüklerini ayrıntılarıyla anlatmıştır.
Londra'nın yoksul bir bölgesi olan St Giles'teki yaşam koşullarını şöyle tarif ediyordu: "Çöp ve kül yığınları her yönde uzanıyor ve kapıların önüne boşaltılan pis sıvılar kokuşmuş havuzlarda toplanıyor".
İşçi sınıfı yaşamının hiçbir unsuru Engels için çok sıradan değildi, konut üzerine yazdı ve insanların nasıl beslendiklerini anlatmak için büyük çaba sarf etti.
"Geriye sadece ekmek, peynir, yulaf lapası ve patates kalıyor, ta ki merdivenin en alt basamağında, İrlandalılar arasında, patates tek yiyeceği oluşturana kadar" diye yazdı. "Hiçbir şey alamazsa, açlıktan ölür".
Ancak kitabı sadece sefaletin bir raporu değildi - kapitalizmin işçiler için bu koşulları nasıl yarattığını açıklamak ve farklı bir şey için ajitasyon yapmak için kullandı.
İşi de başka bir amaca hizmet ediyordu; aile fabrikasından aldığı ücretle kırk yılı aşkın bir süre boyunca Marx ve ailesini finanse etti.
Engels'in desteği o kadar değerliydi ki, Kapital'in ilk cildinin yayınlanması üzerine Marx, "Bu sadece senin sayende mümkün oldu" diye yazdı.
Engels aynı zamanda Marx'ın çocuklarıyla da yakın bir ilişki içindeydi ve askeri tarihe olan sevgisi nedeniyle Engels’e sevgiyle "general" diyorlardı.
Bu, dostluklarının her zaman kolay olduğu anlamına gelmiyor. Engels'in hatırı sayılır mali desteğine rağmen, Marx uzun süreli partneri Mary Burns'e karşı sertti ve onun erken ölüm haberini arkadaşının daha fazla para göndermesi talebiyle karşıladı.
O dönemde patlak veren devrimci hareketler daha da keskinleşti. Engels ve Marx en ünlü eserlerini üretmeye ve zamanlarını devrimci aktivizme adamaya teşvik edildiler.
Londra'daki Komünist Birlik'in üyeleriydiler ve Engels ile Marx bu örgüt tarafından fikirlerinin bir açıklamasını yazmakla görevlendirildiler.
Komünist Manifesto doğdu ve 1848'de Avrupa'da yayılan isyanlara sert bir müdahale olarak yazıldı. Engels, Komünizmin İlkeleri olarak adlandırılan ilk taslağı 25 soru ve cevap tarzında yazdı.
Engels'in bir müdahaleci olduğuna hiç şüphe yok ve bu onun çalışma biçiminde de kendini gösteriyordu. Analizleri siyasi fikirleri şekillendirmek için tasarlanmıştı ve yazıları kısa, keskin ve herkes tarafından anlaşılabilirdi.
Manifesto’da Marx ve Engels sınıf çatışmasının toplumun merkezinde yer aldığını ve işçilerin toplumun kontrolünü nasıl ele geçirebileceğini taslak olarak ortaya koydular.
İkili, işçilerin toplumu "kolektif çıkarlar için, kolektif bir plana göre ve toplumun tüm üyelerinin katılımıyla" yönetebileceğini savunuyordu.
Bu dönemdeki ayaklanmalar işçiler tarafından değil, orta sınıf tarafından yönetiliyordu.
Barikat
Engels, hayatının devrimci olayları ve gelecekte dönüştürücü değişim umutları tarafından şekillendirildi.
1847'de Paris'teki hükümet karşıtı hareket hakkında haber yaptı ve ertesi yıl Rhineland'a döndü.
Orada Marx'la birlikte günlük bir gazete kurduktan sonra Engels kendini eylemin içine attı.
Devrimi bastırmaya çalışan Prusya birliklerine karşı çarpışmalara katıldı ve Elberfeld kasabasında bir barikatta kızıl bayrak dalgalandırırken görüldü.
Bu devrim deneyimi, mücadele sürecinin tarihin itici gücü olduğuna dair yazılarını besledi.
Mesele sadece küçük reformlar değil, köklü bir dönüşümdü. Ve bu nedenle kitlelerin doğrudan katılımı gerekiyordu.
Engels'in yazdığı gibi, "Toplumsal örgütlenmenin tam bir dönüşümü söz konusu olduğunda, kitlelerin kendileri de bu işin içinde olmalı, neyin tehlikede olduğunu, bedenen ve ruhen ne için mücadele ettiklerini kavramış olmalıdırlar."
Bu akademik bir egzersiz değildi - her zaman devrimci anları yakalamak için fırsatlar arıyordu.
Bu dönem Marx ve Engels için bir dönüm noktası oldu. Devrimi görmüşler ve deneyimlerini yazılı olarak teorileştirmeye çalışmışlardı.
1878'de yayımlanan Anti-Duhring bunun iyi bir örneğidir. Burada Engels ve Marx, bilimsel bir anlayıştan ziyade farklı fikirlerin "karmakarışık" bir karışımına dayanan ütopik ve idealist sosyalizm versiyonlarına karşı çıkmışlardır.
Geliştirme
Dolayısıyla, daha eşitlikçi bir düzenin bir tür doğal ilerleme olarak geleceğine inanmak yerine, toplumun sürekli değiştiğini savundular. Ve insanların bu değişimin merkezinde yer aldığını savundular.
Anti-Dühring'i, işçilerin kendilerini sömüren sistemin kalbinde yer almalarının onlara bu sistemi yok etmek için eşsiz bir güç verdiği fikrini geliştirmek için kullandılar.
Engels'in Marx'la birlikte yazdığı Alman İdeolojisi, onların en önemli katkılarından birini, tarih boyunca gelişim analizlerini özetlemektedir.
Onların tarihsel materyalizm teorisi, tarih sürecini yönlendirenlerin sıradan insanlar olduğu fikrine dayanır. "Tarih, amaçlarının peşinde koşan insanların faaliyetlerinden başka bir şey değildir" diye yazmışlardır.
İnsanların doğanın bir parçası olduğunu, ancak diğer hayvanlardan farklı olduklarını, çünkü çevrelerindeki dünyayı bilinçli ve yaratıcı yollarla değiştirebildiklerini söylediler.
Ve insanların yaşam koşullarının fikirlerini oluşturduğunu ve şekillendirdiğini, bunun tersinin geçerli olmadığını savundular. Basitçe söylemek gerekirse, "yaşam bilinç tarafından değil, bilinç yaşam tarafından belirlenir."
Alman İdeolojisi'nde Marx ve Engels, işçilerin devrimci sınıf olduğunu ancak sosyalist bir toplum inşa etmek için gereken beceri ve deneyim düzeyini elde etmek için devrimci bir süreç yaşamaları gerektiğini savundular.
Devrimin gerekli olduğunu, çünkü "egemen sınıfın başka bir şekilde devrilemeyeceğini, ama aynı zamanda onu deviren sınıfın ancak bir devrimle çağların tüm pisliklerinden kurtulmayı başarabileceğini ve toplumu yeniden kurmaya hazır hale gelebileceğini" söylediler. Kapitalizm geliştikçe, üretim güçlerinin değiştiğini ve yeni bir toplumsal güç yarattığını savunuyorlardı: büyük ve güçlü bir işçi sınıfı.
İkili, kapitalizm altında işçilerin devrimci potansiyeline işaret ediyor, ancak sosyalizmin yaygınlaşması konusunda otomatik bir kural olmadığını savunuyordu.
Patronların sistemi altında insanlara konulan kısıtlamaları yıkmak için yeterince güçlü bir işçi örgütlenmesi gerekecekti.
Onları Birinci Enternasyonal olarak da bilinen Uluslararası Emekçiler Birliği'ne çeken, sosyalist bir örgüt inşa etme arzusuydu.
Örgüt, dünyanın dört bir yanındaki sosyalistleri bir araya getirme ve mücadele edenlerle dayanışma kurma girişimiydi.
Marx 1883'te öldüğünde Engels kendini Kapital'in yarım kalan iki cildini tamamlamaya adadı.
Hâlâ üretken bir yazar olan Engels, bilim, kadınların ezilmesinin kökenleri ve Avrupa'daki sosyalist hareketlere müdahaleler üzerine eserler üretmeye devam etti.
Yüzyılı aşkın bir süre sonra, Engels'in etrafımızdaki dünyayı anlama biçimimize yaptığı katkılar, onu bugün için her zamankinden daha fazla bir devrimci yapmaktadır.
Aşağıda 1917 Rus devriminin liderlerinden Lenin’in Engels’in ölümünün ardından yazdığı makale yer alıyor. Friedrich Engels’in 1895’teki ölümünün ardından o yılın sonbaharında Lenin’in yazdığı bu yazı ilk olarak 1896 yılında Rabotnik’te yayınlanmıştır:
5 Ağustos 1895’te Friedrich Engels Londra’da öldü. Dostu (1883’te ölen) Karl Marx’tan sonra, Engels, bütün uygar dünyanın modern proletaryasının en yetkin bilim adamı ve öğretmeniydi. Kaderin Karl Marx ve Friedrich Engels’i bir araya getirdiği andan bu yana, iki arkadaş yaşamları boyunca çalışmalarını ortak bir davaya adadılar. Ve bu yüzden Friedrich Engels’in proletarya uğruna neler yapmış olduğunu anlamak için, çağdaş işçi sınıfı hareketinin gelişiminde Marx’ın öğretisi ve çalışmasının önemi konusunda açık bir fikre sahip olmak gerekir.
Marx ve Engels, işçi sınıfı ve onun taleplerinin, burjuvazi ile birlikte kaçınılmaz olarak proletaryayı yaratan ve örgütleyen mevcut iktisadi sistemin zorunlu bir sonucu olduğunu ilk gösterenlerdir. Onlar, insanlığı, onu halen ezmekte olan kötülüklerden kurtaracak olanın, yüce duygulu bireylerin iyi niyetli girişimleri değil de, örgütlenmiş proletaryanın sınıf savaşımı olduğunu gösterdiler. Marx ve Engels, bilimsel çalışmalarıyla, sosyalizmin, hayalcilerin bir buluşu olmadığının, ama modern toplumdaki üretici güçlerin gelişmesinin nihai amacı ve zorunlu bir sonucu olduğunun ilk açıklamasını yapanlardır.
Günümüze kadar olan yazılı tarih, sınıf savaşımlarının belirli toplumsal sınıfların ötekiler üzerindeki birbirini izleyen egemenlik ve zaferlerinin tarihi olmuştur. Ve sınıf savaşımı ve sınıf egemenliğinin temelleri —özel mülkiyet ve anarşik toplumsal üretim— kayboluncaya dek bu sürecektir. Proletaryanın çıkarı, bu temellerin yıkılmasını gerektirir ve bu nedenle, örgütlenmiş işçilerin bilinçli sınıf savaşımı bunlara karşı yöneltilmelidir. Ve her sınıf savaşımı, politik bir savaşımdır.
Marx ve Engels’in bu görüşleri, simdi kurtuluşları için kavga veren bütün proleterler tarafından benimsenmiştir. Ama kırklarda, iki arkadaş zamanlarının sosyalist yazınına ve toplumsal hareketlerine katıldıklarında, tamamen yeniydiler. Siyasal özgürlük savaşımına kralların, polis ve din adamlarının despotizmine karşı savaşıma katılan, yetenekli ve yeteneksiz, dürüst ve dürüst olmayan birçok kimse vardı, bunlar, burjuvazinin çıkarları ile proletaryanın çıkarları arasında uzlaşmaz karşıtlık olduğunu göremiyorlardı. Bu kimseler, işçilerin bağımsız bir toplumsal güç olarak hareket etmeleri gerektiği düşüncesini kabul edemiyorlardı.
Öte yandan, yalnızca yöneticileri ve egemen sınıfları çağdaş toplumsal düzenin adaletsizliklerine ikna etmenin yeterli olacağına ve o zaman yeryüzünde barışın ve evrensel refahın kolayca kurulacağına inanan, kimi de deha sahibi, birçok hayalci vardı. Savaşımsız bir sosyalizm düşünü görüyorlardı. En sonu, o zamanın sosyalistlerinin hemen hepsi ve genel olarak işçi sınıfının dostları, ancak, sanayinin gelişmesi ölçüsünde büyüdüğünü korkuyla izledikleri proletaryayı bir çıban olarak görüyorlardı. Bu yüzden de, tümü, sanayinin ve proletaryanın gelişmesini durduracak, “tarih tekerleğini” durduracak araçlar arıyorlardı. Marx ve Engels, proletaryanın gelişmesi konusundaki genel korkuyu paylaşmıyorlardı; tam tersine, bütün umutlarını proletaryanın sürekli büyümesine bağlıyorlardı. Proleterler ne denli çoğalırsa, devrimci sınıf olarak güçleri o denli büyük, sosyalizm o kadar yakın ve o kadar olanaklı olacaktır. Marx ve Engels’in işçi sınıfına yapmış oldukları hizmetler, birkaç sözcük içinde şöyle ifade edilebilir: onlar, işçi sınıfına kendini bilmeyi, kendi bilincine ulaşmayı öğrettiler ve boş hayallerin yerine bilimi koydular.
İşte bunun içindir ki, Engels’in adı ve yaşamı her işçi tarafından bilinmelidir. İşte bunun içindir ki, bütün yayınlarımızda olduğu gibi, Rus işçi sınıfının bilincini uyandırmayı amaçlayan bu makaleler derlemesinde de, modern proletaryanın iki büyük öğretmeninden biri olan Friedrich Engels’in yaşamını ve çalışmasını özetlemek zorundayız.
Engels, 1820 yılında, Prusya krallığının Ren eyaletindeki Barmen’de doğdu. Babası bir imalatçıydı. 1838’de Engels, aile koşullarının zorlamasıyla, lise öğrenimini yarıda bırakarak, Bremen’deki bir ticarethaneye kâtip olarak girmek zorunda kaldı. Ticari işler, Engels’in, siyasal ve bilimsel eğitimini sürdürmesini engellemedi. Daha lisedeyken otokrasi ve bürokratların zorbalığına karşı kin beslemeye başlamıştı. Felsefe çalışmaları onu daha da ileri götürdü. Bu sırada Hegel’in öğretisi, Alman felsefesine egemendi. Engels, onun izleyicisi oldu. Her ne kadar Hegel’in kendisi Berlin Üniversitesinde bir profesör olarak hizmetinde bulunduğu mutlakiyetçi Prusya devletinin bir hayranı idiyse de, Hegel’in öğretisi devrimciydi.
Hegel’in insan aklına ve onun doğruluğuna olan inancı ve Hegel felsefesinin evrenin sürekli değişen ve gelişen bir süreç içinde olduğu yolundaki felsefesinin temel tezi, Berlinli filozofun bazı izleyicilerini —mevcut durumu kabul etmeyi reddedenleri— bu duruma karşı savaşımın da, mevcut yanlışa ve hüküm süren kötülüklere karşı savaşımın da evrensel öncesiz ve sonrasız gelişmenin yasası içinde kök saldığı düşüncesine götürdü. Eğer her şey gelişiyor, eğer kimi kurumların yerini başkaları alıyorsa, neden Prusya kralının mutlakıyeti ya da Rus çarının mutlakıyeti, geniş bir çoğunluğun zararına küçük bir azınlığın zenginleşmesi, ya da burjuvazinin halk üzerindeki egemenliği sonsuzluğa dek devam etsindi? Hegel’in felsefesi aklın ve düşüncelerin gelişmesinden söz ediyordu; idealistti. Doğanın, insanın ve insan ilişkilerinin, toplumsal ilişkilerin gelişmesi aklın gelişmesinden türetiliyordu. Marx ve Engels, Hegel’in öncesiz ve sonrasız gelişme süreci düşüncesini savunup sahiplenirken, önyargılı idealist görüşlerini reddettiler; yaşama bakarken gördüler ki doğanın gelişmesini açıklayan şey zihnin gelişmesi değildir, tersine, zihnin açıklanması, doğadan, maddeden çıkarılmalıdır...
Hegel ve öteki hegelcilerden farklı olarak Marx ve Engels, materyalisttiler. Dünyaya ve insanlığa materyalist açıdan bakarak, tıpkı bütün doğal olayların temelinde maddi nedenlerin yatmasında olduğu gibi, insan toplumunun gelişmesinin de maddi güçlerin, üretici güçlerin gelişmesiyle koşullandırıldığını gördüler. Gereksinimlerinin giderilmesi için gerekli olan şeylerin üretiminde insanların birbiriyle olan ilişkileri, üretici güçlerin gelişme düzeyine bağlıdır. Ve toplumsal yaşamın bütün görüngülerini, insanın özlemlerini, fikirlerini ve yasalarını açıklayan da bu ilişkilerdir. Üretici güçlerin gelişmesi, özel mülkiyet temeline dayanan toplumsal ilişkileri yaratmaktadır, ama şimdi görüyoruz ki, üretici güçlerin bu aynı gelişmesi, çoğunluğu mülkiyetten yoksun bırakıyor ve onu küçük bir azınlığın elinde biriktiriyor. Modern toplumsal düzenin temeli olan mülkiyeti ortadan kaldırıyor, bizzat o, sosyalistlerin önlerine koydukları hedefin ta kendisine doğru çabalıyor. Sosyalistlerin yapması gereken tek şey, modern toplumdaki durumuna bağlı olarak, hangi toplumsal gücün sosyalizmin gerçekleştirilmesinde çıkarı olduğunu kavramak ve bu güce çıkarlarının ve tarihsel görevinin bilincini vermektir. Bu güç, proletaryadır. Engels, proletaryayı, İngiltere’de, babasının ortağı bulunduğu ticarethanede çalışmak için 1842 yılında geldiği, İngiliz sanayisinin merkezi olan Manchester’da tanıdı. Engels, burada, fabrikanın bürosunda oturmakla yetinmedi, işçilerin başlarını soktukları sefil mahalleleri gezdi, onların yoksulluk ve sefaletini kendi gözleriyle gördü. Ama kendini kişisel gözlemleriyle sınırlamakla da kalmadı. İngiliz işçi sınıfının durumu hakkında kendinden önce yazılanların tümünü okudu, ele geçirebildiği bütün resmi belgeleri büyük bir dikkatle inceledi.
Bu çalışma ve gözlemlerin ürünü, 1845’te yayınlanan bir kitap oldu: İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu. Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu ’nu yazmakla, yaptığı hizmetin büyüklüğünü yukarda belirtmiştik. Engels’ten önce de, birçok kimse, proletaryanın acılarını yazmış ve ona yardımın gerekli olduğunu belirtmiştir. Proletaryanın yalnızca acı çeken bir sınıf olmadığını; aslında proletaryayı dayanılmaz bir biçimde ileri iten ve nihai kurtuluşu için savaşmaya zorlayan şeyin içinde bulunduğu utanç verici ekonomik durum olduğunu söyleyen ilk kişi Engels’tir. Ve savaşan proletarya kendine yardım edecektir. İşçi sınıfının politik hareketi, kaçınılmaz olarak, işçileri tek kurtuluşlarının sosyalizmde olduğunu kavramaya götürecektir.
Öte yandan sosyalizm, ancak, işçi sınıfının siyasal savaşımının amacı olduğu zaman, bir güç olacaktır. Engels’in, İngiltere’de işçi sınıfının durumu üzerine yazmış olduğu kitabının temel fikirleri, simdi düşünen ve savaşım veren proletaryanın tümü tarafından benimsenen, ama o zaman, tümüyle yeni olan fikirlerdir. Bu fikirler, İngiliz proletaryasının sefaletinin gerçeğe en yakın ve en çarpıcı görüntüleriyle dolu ve çekici bir üslupla yazılmış bir kitaba yerleştirilmişlerdi. Kitap, kapitalizmin ve burjuvazinin müthiş bir suçlamasıydı ve derin bir etki yarattı. Engels’in kitabı, modern proletaryanın durumunu en iyi biçimde sergileyen bir belge olarak, her yerde anılmaya başlandı. Ve gerçekten de, ne 1845’ten önce, ne de daha sonra, işçi sınıfının sefaletinin öylesine çarpıcı ve öylesine gerçek bir betimlemesi çıkmıştır.
Engels’in sosyalist oluşu, İngiltere’ye gelmesinden sonradır. Manchester’da o zamanın İngiliz işçi hareketinde etkin olan kişileriyle ilişki kurdu ve İngiliz sosyalist yayınları için yazmaya başladı. 1844’te Almanya’ya dönerken, Paris’te, daha önceden mektuplaştığı Marx ile tanıştı. Paris’te, Fransız sosyalistleri ve Fransız yaşamının etkisiyle Marx da sosyalist olmuştu. Burada, iki dost, Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi adı altında ortaklaşa bir kitap yazdılar. İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’ndan bir yıl önce yayınlanan ve büyük bölümü Marx tarafından yazılan bu kitap, temel düşüncelerini yukarıda anlatmış olduğumuz, devrimci materyalist sosyalizmin temellerini içermektedir. “Kutsal Aile”, filozof olan Bauer kardeşler ve onların izleyicilerine verilen mizahi addır. Bu beyler, bütün gerçeklerin üstünde, partiler ve siyasetin üstünde duran, bütün pratik eylemleri reddeden ve yalnızca çevredeki dünyayı ve orada meydana gelen olayları “eleştirel” bir biçimde seyreden bir eleştiri öğütlüyorlardı.
Bu beyler, Bauer’ler, proletaryayı eleştirel olmayan bir kitle olarak hor görüyorlardı. Marx ve Engels, bu saçma ve zararlı eğilime şiddetle karşı çıktılar. Hayali değil gerçek, insan olan bir kişi —egemen sınıflar ve devlet tarafından horlanan işçi— adına, kenardan seyreden bir tutum değil de, daha iyi bir toplum düzeni uğruna savaşım istiyorlardı. Onlar, kuşku yok ki, proletaryayı, bu savaşımı yürütebilecek olan ve bundan yararlanacak olan güç olarak görüyorlardı. Daha Kutsal Aile’den önce, Engels, Marx ve Ruge’un Deutshe-Französische Jahrbücher’inde, özel mülkiyet kuralının zorunlu sonuçları olarak değerlendirdiği, çağdaş iktisadi düzenin başlıca görüngülerini, sosyalist bir açıdan incelediği “Bir Ekonomi Politik Eleştirisi Denemesini” yayınladı. Marx’ın, ekonomi politik bilimini, çalışmalarının gerçek bir devrim yarattığı bu bilimi, incelemeye karar vermesinde, Engels’le temasının bir etken olduğundan kuşku yoktur.
1845’ten 1847’ye kadar Engels, Brüksel ve Paris’te bilimsel incelemeler ile Brüksel ve Paris’teki Alman işçileri arasındaki pratik çalışmaları birleştirerek yaşadı. Burada, Marx ve Engels, gizli Alman Komünist Birliği ile ilişkiler kurdular, birlik, onları, kurmuş bulundukları sosyalizmin temel ilkelerinin açıklanması ile görevlendirdi. Marx ve Engels’in ünlü Komünist Partisi Manifestosu böyle doğdu, 1848’de yayınlandı. Bu küçük kitapçık ciltler değerindedir: bugüne kadar onun ruhu uygar dünyanın örgütlenmiş ve mücadele vermekte olan tüm proletaryasına güç vermiştir ve ona yol göstermiştir.
Önce Fransa’da patlayan ve sonra da öteki Bati Avrupa ülkelerine yayılan 1848 Devrimi, Marx ve Engels’i gerisingeri, doğdukları ülkeye götürdü. Burada, Ren Prusyası’nda, Köln’de yayınlanan demokratik Neue Rheinische Zeitung’un yönetimini aldılar. İki arkadaş Ren Prusya’ndaki tüm devrimci-demokratik hareketin kalbi ve ruhu oldular. Gerici güçlere karşı, halkın özgürlüğünü ve çıkarlarını savunmada sonuna kadar mücadele ettiler. Bildiğimiz gibi, gericiler üstün geldiler. Neue Rheinische Zeitung yasaklandı. Sürgün olduğu sırada Prusya yurttaşlık hakkını yitirmiş olan Marx, sınır dışı edildi; Engels silahlı halk ayaklanmasında yerini aldı, üç muharebede, özgürlük için dövüştü ve isyancıların yenilgisinden sonra, İsviçre yoluyla Londra’ya kaçtı.
Marx da Londra’ya yerleşti. Engels, kırklarda çalışmış olduğu Manchester ticari firmasında, kısa zaman sonra yeniden kâtip oldu, daha sonra da, oraya ortak oldu. 1870’e kadar, Marx Londra’da, o da Manchester’da yaşadı, ama bu, onların canlı bir fikir alışverişini sürdürmelerini engellemedi: hemen her gün mektuplaştılar. Bu mektuplaşmalarda, iki arkadaş, karşılıklı görüşlerini ve buluşlarını birbirlerine ilettiler ve bilimsel sosyalizmin hazırlanmasında işbirliğini sürdürdüler. 1870’te Engels, Londra’ya geçti ve en etkin nitelikteki ortak entelektüel yaşantıları, 1883’te Marx’ın ölümüne kadar sürdü. Bu çalışmaların meyvesi, Marx yönünden, çağımızın ekonomi politiğinin en büyük yapıtı olan Kapital, Engels yönünden de irili ufaklı bir dizi yapıt oldu. Marx, kapitalist iktisadin karmaşık olgularının tahlili üzerinde çalıştı. Engels, yalın bir dille yazılmış, çoğu polemik niteliğinde, tarihin materyalist anlayışı ve Marx’ın iktisadi teorisinin ışığında, daha genel bilimsel sorunları ve geçmişin ve bugünün değişik olgularını kapsayan yapıtlar yazdı.
Engels’in yapıtları arasında şunları sayabiliriz: Anti-Dühring (felsefe, doğa bilimleri ve toplumsal bilimlerin çok önemli sorunlarını tahlil ettiği) polemik yapıt. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Rusçaya çevrilmiş ve 3. basım St. Petersburg’da 1895’te yayınlanmıştır), Ludwig Feuerbach (Rusça çevirisi ve notları G. Plehanov tarafından yapılmıştır, Cenevre 1892), Rus hükümetinin dış politikası üzerine bir makale (Rusçaya çevrilmiş ve Cenevre’de Sotsial Demokrat, n° 1 ve 2’de yayınlanmıştır), konut sorunu üzerine parlak makaleler ve en sonu, Rusya’nın ekonomik gelişimi konusunda, iki küçük ama çok değerli makale (Rusya Konusunda Friedrich Engels, Zasuliç tarafindan 1894’te Cenevre’de Rusçaya çevrilmiştir). Marx, sermaye üzerine yapmış olduğu engin çalışmasının son düzeltmelerini yapamadan öldü. Ne var ki, müsveddeler tamamlanmıştı, arkadaşının ölümünden sonra, Engels, Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerinin hazırlanması ve yayınlanması gibi ağır bir görevi yüklendi. İkinci Cildi 1885’te, Üçüncü Cildi de 1894’te yayınladı (ölümü dördüncü cildin hazırlanmasını önledi). Bu iki cilt son derece büyük bir emek gerektirmişti. Avusturyalı sosyal-demokrat Adler, haklı olarak, Kapital’in ikinci ve üçüncü cildini yayınlamakla Engels’in, dostu olan bir dehaya yüce bir anıt, farkında olmadan, üzerine silinmez bir biçimde kendi adını kazıdığı bir anıt diktiğini belirtmiştir.
Gerçekten de Kapital’in bu iki cildi, iki insanın yapıtıdır: Marx ve Engels’in. Eski hikâyeler, dostluğun çeşitli dokunaklı örnekleriyle doludur. Avrupa proletaryası diyebilir ki, onun bilimi, aralarında, insan dostluğu konusunda en dokunaklı eski hikâyelerin de ötesine geçen bir ilişki bulunan iki bilim adamı ve savaşçı tarafından yaratılmıştır. Engels, her zaman —ve genel olarak, çok haklı olarak— kendisini Marx’tan sonraya koymuştur. Eski bir arkadaşına “Marx hayattayken, ben ikinci keman oldum” diye yazmaktadır. Yaşayan Marx’a olan sevgisi ve ölen Marx’ın anısına saygısı sınırsızdı. Bu boyun eğmez savaşçı ve bu sert düşünür, derin bir sevgiyle dolu bir ruh taşıyordu.
1848-49 hareketinden sonra, Marx ve Engels sürgünde kendilerini yalnızca bilimsel araştırmalarla sınırlamadılar. 1864’te Marx, Uluslararası İşçi Birliğini kurdu ve bu kuruluşa bir on yıl boyunca önderlik etti. Engels de bu çalışmalarda aktif bir görev aldı. Marx’ın fikirlerine uygun olarak, bütün ülkelerin proletaryasını birleştiren Uluslararası Birliğin çalışması, işçi sınıfı hareketinin gelişmesi içinde son derece önemli bir yer tutmaktadır. Ama Uluslararası Birliğin yetmişlerde kapatılması bile, Marx ve Engels’in birleştirici rollerini aksatmadı. Tersine, denilebilir ki, işçi sınıfının manevi önderleri olarak, önemleri, hareketin kendisinin de kesintisiz büyümesi nedeniyle, sürekli olarak arttı. Marx’ın ölümünden sonra Engels, Avrupa sosyalistlerinin danışmanı ve önderi olmayı tek başına sürdürdü. Onun öğüt ve direktifleri, aynı ölçüde, hükümetin zulmüne karşın, hem güçleri hızla ve durmadan büyüyen Alman sosyalistleri tarafından, hem de ilk adımlarını iyi düşünmek ve tartmak zorunda olan İspanyol, Romen ve Ruslar gibi geri kalmış ülkelerin temsilcileri tarafından tutuluyordu. Bunların hepsi, yaşlı döneminde, Engels’in zengin bilgi ve deneyim hazinesinden yararlanıyorlardı.
Rusça bilen ve Rusça kitaplar okuyan Marx ve Engels, bu ülkeye canlı bir ilgi duymuşlardı, Rus devrimci hareketini sempatiyle izlemişler ve Rus devrimcileri ile ilişkiyi sürdürmüşlerdi. Her ikisi de demokrat olduktan sonra sosyalist olmuşlardı ve demokrat olarak siyasal despotluğa karşı duydukları kin son derece güçlüydü. Siyasal despotlukla ekonomik baskı arasındaki bağın derin bir teorik kavranışı ile bu dolaysız siyasal duygunun birleşmesi ve ayrıca da zengin yaşam deneyimleri, Marx ve Engels’e, müstesna bir siyasal duyarlılık kazandırmıştı. İşte bunun içindir ki, bir avuç Rus devrimcisinin zorlu çar yönetimine karşı kahramanca savaşımı, bu iki güngörmüş devrimcinin kalbinde en sempatik yankısını bulmuştu.
Öte yandan, aldatmaca ekonomik yararlar uğruna, Rus sosyalistlerinin en acil ve en önemli görevinden, yani siyasal özgürlüğün kazanılması görevinden yüz çevirme eğilimi, doğal olarak onlarca kuşkuyla karşılandı, hatta bu, toplumsal devrimin büyük davasına doğrudan bir ihanet olarak değerlendirildi. “İşçilerin kurtuluşu, işçi sınıfının kendi eseri olmalıdır”— Marx ve Engels durup dinlenmeden bunu öğrettiler. Ama iktisadi kurtuluş uğruna dövüşmek için proletarya, belli siyasal haklar kazanmak zorundadır. Ayrıca Marx ve Engels, Rusya’daki bir siyasal devrimin, aynı zamanda Batı Avrupa işçi sınıfı için de çok büyük önemi olacağını açıklıkla görmüşlerdi. Mutlakiyetçi Rusya, her zaman, genel olarak Avrupa gericiliğinin bir kalesi olmuştur. Almanya ve Fransa arasında uzun bir süre için anlaşmazlık tohumları eken 1870 savaşının bir sonucu olarak, Rusya’nın yararlandığı olağanüstü elverişlilikteki uluslararası durum, kuşku yok ki, yalnızca gerici bir güç olarak mutlakiyetçi Rusya’nın önemini arttırmış oldu.
Ancak özgür bir Rusya, ne Polonyalıları, Finlileri, Almanları, Ermenileri ya da öteki küçük uluslardan birini ezme, ne de durmadan Fransa ve Almanya’yı birbirlerine düşürme gereğini duymayan bir Rusya, modern Avrupa’nın savaş yükünden kurtulmasını, özgürce nefes almasını sağlayacak, Avrupa’daki bütün gerici unsurları zayıflatacak ve Avrupa işçi sınıfını güçlendirecektir. İşte bu yüzden Engels, Rusya’da siyasal özgürlüklerin yerleşmesini, Batı’da da işçi sınıfı hareketlerinin ilerlemesi için, gönülden istemişti. Onun kişiliğinde Rus devrimcileri en iyi dostlarını yitirmiş oldu.
Her zaman, Friedrich Engels’in, proletaryanın büyük savaşçısının ve öğretmeninin hatırasını analım!
Frantz Fanon 1950'lerde Fransız sömürgeciliğine karşı Cezayir Devrimi'nin bir parçasıydı. Devrimden çıkardığı dersleri, hala önemini koruyan yazılarında şekillendirdi. Ancak fikirleri güçlü yanlarının yanı sıra ciddi zayıflıklar da içeriyordu.
İsrail'in Gazze'ye yönelik acımasız saldırısından bu yana pek çok insan emperyalist sistemin neden korkunç boyutlarda şiddet içerdiğini anlamaya çalışıyor. Devrimci Frantz Fanon cevap arayanlar için vazgeçilmez bir ses olmaya devam ediyor.
Çoğu kişi Fanon'a ilgi duyacaktır çünkü o ezenin şiddeti ile ezilenin şiddeti arasındaki fark konusunda çok netti.
1961 tarihli Yeryüzünün Lanetlileri adlı kitabı, sömürgeci baskıyı anlamanın, birbirini izleyen kuşaklara hitap eden bir yolunu ortaya koymaktadır. "Sömürgecilik bir düşünme makinesi değildir" diye yazmıştır: "Doğal haliyle şiddettir ve ancak daha büyük bir şiddetle karşılaştığında boyun eğecektir."
Fanon'un sözleri, her yerde ezilen insanlara ne pahasına olursa olsun mücadele etmeleri için bir çağrı niteliğindeydi. İlham alanlar arasında Latin Amerika'daki diktatörlüklerle savaşan devrimciler de vardı. Ve Kaliforniya sokaklarında ırkçı polise karşı devriye gezen Kara Panter Partisi tarafından okundu.
Bugün bazıları Fanon'un ırkçılık, sömürgecilik ve kapitalizmin iç içe geçmiş doğasını nasıl ortaya çıkardığını öğrenmek için şiddet sorununun ötesine geçecek.
1925'te Fransız kolonisi Martinik'te doğan Fanon, İkinci Dünya Savaşı sırasında Özgür Fransız ordusunun yanında gönüllü olarak yer aldı. Fransa'yı Nazilerden kurtarmak için savaştı. Onu bir radikale dönüştüren, savaş sırasında Fransız ırkçılığına dair deneyimleriydi.
Fanon, Güney Fransa'nın işgalinden önce Cezayir'de görev yaptığı sırada Kuzey Afrika'daki siyahlara nasıl davranıldığını gördü ve bu onun imparatorluk hayallerini yıktı. Savaştan sonra Fransa'ya döndü ve psikiyatrist olarak eğitim aldı.
İlk kitabı olan Siyah Deriler, Beyaz Maskeler'in metnini doktora tezi olarak kabul ettirmeye çalıştı, ancak kurul bunu reddetti. Daha sonra yayınlanan kitapta Fanon, "siyahlık" kavramını parçalara ayırmaya çalıştı.
Sömürgeciliğin, ırksal olarak ezdiği insanlara "siyah" bir kimlik dayattığını açıkladı. Ama aynı zamanda bu kategorilerin varlığını da örtbas ettiler. "İnsanlar benden hoşlandıklarında, beni 'rengime rağmen' seviyorlar" diye yazdı. "Benden hoşlanmadıklarında, bunun rengimden kaynaklanmadığını belirtiyorlar... Her iki durumda da cehennem çemberinin içinde kilitli kalıyorum."
Ve Fanon bu olumsuz siyahlık kavramını tersine çevirme girişimlerine şüpheyle yaklaşıyordu. Bazı düşünürler, biyolojik ya da kültürel yollarla aktarılan ve geçmişi ne olursa olsun tüm siyahları birleştiren ilerici bir şey olduğunda ısrar ediyordu.
Bu tür konuşmaları özcü ve determinist olarak reddetti. Kitabında Senegalli şair ve geleceğin devlet başkanı Leopold Senghor'un ünlü bir sözünü alıntılayarak "akıl ne kadar Yunanlıysa duygu da o kadar zencidir" demiştir.
Ve Fanon "Beyazlığın" da keyfi bir ayrım olduğunu söyledi. "Aşağılık duygusuyla köleleştirilen zenci de, üstünlük duygusuyla köleleştirilen beyaz adam da nevrotik bir yönelime uygun davranır" diye yazmıştı.
İstediği işi bulmakta zorlanan Fanon, sonunda 1953'te Cezayir'de bir akıl hastanesinde görev aldı. Başkent Cezayir'de Fransız sömürgecilerin uyguladığı rutin şiddeti gözlemledi.
Cezayir 1848'den beri metropol Fransa'nın bir toprağıydı, ancak Arap-Berberi nüfusa ya da Yerlilere hiçbir zaman tam vatandaşlık verilmemişti. Sömürgeciler bunun yerine, mevcut devleti, okulları ve tarım sistemlerini parçalayarak ülkeyi geriye götürdüler.
Bu süreçte milyonlarca insanı savaş, etnik temizlik ve açlık yoluyla öldürdüler. 1954 yılında, başında Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin (FLN) bulunduğu Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesi başladı.
FLN, Avrupalı işgalcilere karşı 1966 yapımı Cezayir Savaşı filminde parlak bir şekilde tasvir edilen silahlı bir mücadele yürüttü. Fanon Fransa'dayken Komünist Parti'nin çeperinde yer almıştı.
Fransız Komünist Partisi Lenin ve Rus Devrimi tarafından aktarılan sömürgecilik karşıtı fikirlere sözde hizmet etti. Ancak Cezayir'in bağımsızlık taleplerine karşı çıktı ve sömürgeleştirilmiş halkların gerçek bir değişim talep etmeden önce Fransa'da bir işçi devrimini beklemesi gerektiğinde ısrar etti.
Cezayir'de devrimcilerin ve onları izleyen kitlelerin kimseyi beklemeye hazır olmadığı görülüyordu. Savaş, Fransız yerleşimcilere yönelik terör saldırıları ve büyük kentlerdeki grevlerden oluşuyordu. Binlerce Cezayirli işçi ve köylünün yanı sıra orta sınıfların yeni radikalleşmiş kesimlerini de kendine çekti. Fanon kendini devrimin içine attı.
Gündüzleri hastanedeki pozisyonunu Cezayirli savaşçıları saklamak ve Fransız işkenceciler tarafından beyinleri hasar görmüş olanlarla ilgilenmek için kullandı. Geceleri ise FLN ve sömürgecilik karşıtı mücadele için tutkuyla yazıyordu.
Sonunda, Fransızların kendisini tutuklayacağı belli olunca Fanon hastaneden kaçtı ve Tunus'a gitti. Orada FLN gazetesi El Moudjahid'in editörlerinden biri olarak atandı. Hareket için uluslararası bir elçi haline geldi. Fanon burada ve daha sonra Afrika'da yaptığı gezilerde, "sömürge sonrası" olması gerekenlerle ilgili düşüncelerinin taslağını çizmeye başladı.
Afrika'daki Avrupa imparatorluklarının yıkılmasına yardımcı olan liderlere hayranlık duyuyordu. Ancak "yeni-sömürgecilik" ve "bağımsızlığın laneti" olarak tanımladığı durumdan endişe duyuyordu.
Fanon, Afrika'nın yeni yöneticilerinin sömürgeciliğin kurduğu yapıları tekrarlama ve kendilerini yeni bir egemen sınıf olarak örgütleme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını söyledi. "Vurguncu bir kast" olarak tanımladığı yeni Afrika burjuvazisine karşı özellikle sertti. Ülkelerinden yasadışı yollarla çıkarılan zenginliklerle sadece kendi ceplerini doldurmakla kalmıyor, aynı zamanda kendilerine karşı ayaklanan yoksullardan intikam alıyorlardı.
Fanon bu sözleriyle FLN'yi, Fransızları Cezayir'den sürdükten sonra kendilerini bekleyen tehlikelere karşı uyarıyordu. Ve bu konu, lösemi henüz genç bedenini harap ederken yazdığı son kitabı Yeryüzünün Lanetlileri'nde ağırlığını hissettirdi.
Kitap sömürgeci şiddeti doğru bir şekilde analiz etmiş ve sömürge sonrası toplumların kapitalizmin özelliklerini tekrarlama riski taşıdığı konusunda haklı bir uyarıda bulunmuştur. Ama aynı zamanda Fanon'un gerçek kurtuluşun nasıl kazanılacağına dair düşüncesindeki önemli zayıflıkları da ortaya koymaktadır. Fanon, o dönemdeki diğer pek çok radikal ile ortak olarak, Marksizm'in işçi sınıfının toplumda azınlık olsa bile kapitalizmi kırma gücü bakımından eşsiz olduğu yönündeki ısrarından kopmuştur.
Fanon, Marx'ın ekonomik olarak gelişmiş dünyadaki sınıf konusunda haklı olduğunu, ancak o zamanlar Üçüncü Dünya, bugün ise Küresel Güney olarak adlandırılan bölge hakkında yanıldığını söylüyordu.
Fanon, Üçüncü Dünya'da "Proletarya, sömürge rejimi tarafından en çok şımartılmış olan sömürgeleştirilmiş nüfusun çekirdeğidir", "Kentlerin embriyon halindeki proletaryası nispeten ayrıcalıklı bir konumdadır" diyordu. Fakat ona göre ancak köylülük farklıydı.
"Sömürge ülkelerde sadece köylülerin devrimci olduğu açıktır, çünkü kaybedecek hiçbir şeyleri ve kazanacak her şeyleri vardır", "Sınıf sisteminin dışında kalan aç köylü, sömürülenler arasında sadece şiddetin para ettiğini ilk keşfeden kişidir", "Onun için uzlaşma yoktur, anlaşmaya varmak mümkün değildir -sömürgeleştirme ve sömürgecilikten kurtulma sadece göreli bir güç sorunudur" diye yazdı.
Ancak Fanon'un Afrika vizyonunun kendisi de ekonomik geri kalmışlık stereotipleriyle doluydu. Fanon'un 1961'de ölümünden sonraki yıllarda Afrika işçi sınıfı mücadelesiyle canlandı.
Örneğin 1964 yılında Nijerya'da binlerce işçi, Fanon'un "vurguncu kastı "nın cisimleşmiş hali olan milletvekillerinin kendilerine büyük bir zam dalgası dayatmalarının ardından ücret artışı için genel greve gitti.
12 gün süren mücadelenin ardından parlamenterler pes etti. Nijeryalı işçiler bu taktiği tekrar tekrar kullanacak, petrol ve liman işçileri kısa süre içinde mücadelenin ön saflarında yer alacaktı. Nijerya örneğini apartheid rejimi Güney Afrika'daki siyah işçiler izledi. Oradaki kitlesel grev dalgaları sistemi öylesine sarstı ki sonunda sistem muhalifleriyle barış aramak zorunda kaldı ve apartheid yıkıldı.
Sömürgecilik sonrası rejimler tarafından "şımartılmak" bir yana, işçiler sömürülüyordu. Ve mücadele ettiklerinde, diğer tüm ezilen ve sömürülenleri arkalarına çekecek toplumsal ağırlığa sahiptiler.
Sömürge sonrası Afrika'daki kolektif mücadeleleri, sadece Fanon'un hor gördüğü yozlaşmış Afrikalı yöneticileri değil, aynı zamanda onların arkasında duran kapitalist sistemi de korkutan bir potansiyel sergiliyordu.
(Socialist Worker)
Dünya nüfusunun yüzde 1’i yeryüzünde cenneti yaşarken milyarlarca insan en temel ihtiyaçlarını gidermekten uzak, açlık, yoksulluk, adaletsizlik, güvencesizlik,savaşlar, devlet baskısı altında ömrünü tüketiyor. Oysa, tüm bunlar yerine, yoksullukta değil bollukta eşitlikçi, özgürlüğün su ve hava gibi yaşamın vazgeçilmezi olduğu, kapitalizme ait pisliklerin temizlendiği, doğa ile barışık bir toplumda yaşıyor olabilirdik, eğer 1918-1923 arasındaki dönemde Alman işçilerinin devrimci atılımları zaferle sonuçlansaydı.
Emperyalist devletlerin sömürge ve yarı sömürgelerdeki pazarlarının yeniden paylaşılması ve dünya hegemonyasının yeniden şekillenmesi için başlattıkları Birinci Dünya Savaşının yol açtığı yıkımlar önce kapitalist zincirin zayıf halkasının kopmasına yol açtı. Yüzyıllar boyunca ulusların gerçek hapisanesi işlevi gören çarlık rejimi 1917 Şubatında Rus işçileri tarafından tarihin çöplüğüne gönderildi. Çarlığın yıkılması devrimci fitili ateşlemişti. Yedi ay sonra Ekim 1917’de Rus işçi sınıfı tarihteki ilk muzaffer devrimin öznesi olarak dünya devrimini başlatmıştı.
Dünya devrimi için
Ekim Devrimine önderlik eden Bolşevik Partisi’nin liderleri, ekonomik açıdan geri bir ülke olan Rusya’da iktidarın ele geçirilmesinin işçi sınıfı açısından sadece devrimci çözümü göstermek açısından önemli olduğunu, sorunun köklü çözümünün ise ileri bir kapitalist ülkede de iktidarın ele geçirilmesinde yattığını biliyorlardı. Gelmesini dört gözle bekledikleri Alman Devrimi için kendilerini feda etmekten çekinmeyeceklerini her fırsatta dile getirmelerinin nedeni Almanya’nın dünya kapitalist sistemi içindeki rolüydü.
Devrim günlerinde reformizm
Bolşeviklerin beklediği haber 1918 Kasım ayında geldi. Kiel’da artık savaşmak istemeyen deniz askerleri tarafından başlayan devrimci hareket bir kaç gün içinde Hamburg, Bremen, Hannover, Köln, Münih, Rostock, Magdeburg, Frankfurt, Düsseldorf, Stutgart ve Nürnberg şehirlerine sıçradı. Tıpkı Rusyadaki Şubat 1917 Devriminde olduğu gibi, işçi ve asker konseyleri yerel iktidarı eline alıyordu. Savaşın başlangıcında kendi egemen sınıfı lehinde savaşa katılma yönünde oy kullanan Sosyal Demokrat Parti (SPD) bu sağcı tutumuna rağmen Alman işçi sınıfı içinde en önemli güç olmaya devam ediyordu. Her ne kadar, sınıfın öncülerinin örgütlendiği Bağımsız Sosyal Demokrat Parti (USPD) ayaklanmaların yayıldığı günlerde yüzbinlerce üye sayısına ulaşmış olsa bile bu partinin liderliğinin SPD kuyrukçuluğu yapması, Kasım 1918 devriminin en büyük problemiydi. İşçi sınıfının bu önderlik problemi, devrimin başkent Berlin’e ulaşması ve monarşiyi de yıkmasına rağmen onun sonunu getiren en önemli etken oldu. 10 Kasım 1918’de üç SPD’li ve üç USPD’li bakandan oluşan ve işçiler tarafından coşkuyla desteklenen “devrimci” hükümetin ipleri SPD’nin elindeydi.
Devrimin ilk perdesi kapanıyor
Alman burjuvazisi, 1914’te olduğu gibi, SPD’ye yine işçi sınıfını durdurma ve devrimi ezme görevini vermişti. Ocak 1919’da daha da radikalleşen işçi sınıfını zaptetmek için imparatorluk seçkin askerlerinin artıklarından oluşan bir birliği Berlin’de işçi sınıfının en kararlı kesimlerinin üzerine salan SPD, dönemin en parlak devrimcilerinden Rosa Lüksemburg ve Karl Liebnecht’in de aralarında olduğu binlerce işçiyi katlederek “Berlin’de düzeni yeniden tesis etti”.
Birinci devrimci kalkışma yenilgiyle sonuçlansa da Alman İşçi Sınıfı takip eden dört yıl boyunca dünya burjuvazisine korku salmaya devam etti. Devrimci önderleri katledilen Almanya Komünist Partisi (KPD) 1919 Ağustos’ıun 200.000 üye sayısına ulaştı ve SPD ile USPD arasında sıkışan öncü işçilerin yeni örgütü haline geldi. Ancak KPD, 1919 “erken ayaklanmasından” ders çıkarmamışcasına Şubat 1921’de yaptığı yeni bir ayaklanma çağrısı ile var olan güçlerinin yarıdan fazlasını kaybetmesine yol açtı.
Devrime geç kalmak
Kısa süre içinde art arda gelen iki büyük yenilgiye rağmen Alman işçi sınıfı devrimci duruşuna devam etti. 1923 Mayıs’ına gelindiğinde bu sefer sınıfın çoğunluğu devrime hazırdı. KPD’nin yapması gereken iş, Ekim 1917’de Bolşevik Partisi’nin yaptığı işi yapmak, ayaklanmanın merkezi örgütlenmesini ve fiili liderliğini üstlenmek olmalıydı. Ancak peşpeşe gelen iki erken ayaklanmadan sonra KPD liderliğinde ortaya çıkan “temkinli tutum” yüzünden, yani bu sefer de “geç kalma” yüzünden bir devrimci durum heba edildi ve sonu faşizme varan karşı-devrimci hareketin yükselmesinin önü açıldı.
Alman Devrimi, ezilenler için sadece kaçırılan fırsatlardan çıkarılan “yenilgi dersleri” açısından önem arz etmiyor. Aynı zamanda, savaşlar ve işgaller sırasında ortaya çıkan korkunç yıkımların devrimci bir potansiyeli harekete geçirmesinin dersleri ile de dolu. Sonrasında her biri Stalinizmin ihanetleri ile yenilgiye uğrasa da, İspanya 1936’da, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Fransa’da, İtalya’da, Yunanistan’da ve bütün Doğu Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan devrimci durumlar bunun kanıtıdır.
Savaşlar çağında işçi ayaklanmaları
Savaş ve işgal karşıtlığının devrimci potansiyeli son olarak 1968’de ortaya çıktı. Vietnam’da ABD işgali altında milyonlarca Vietnamlı’nin ve yüzbinlerce ABD askerinin ölümü ardından gelişen savaş karşıtı hareket Fransa’da işçi hareketi ile buluştu ve tarihin en büyük devrimci durumu ortaya çıktı. Ne yazık ki Stalinizmin etkisi altındaki Fransa Komünist Partisi, ayaklanmayı örgütlemek yerine parlamento seçimlerine kanalize olduğu için bu devrimci durum da heba edildi.
Günümüzde işçi sınıfı 20. yüzyılın kitlesel devrimci partilerine hatta reformist partilerine bile sahip değil. Ve hatta kimi ülkelerde kitlesel aşırı sağcı partiler iktidarları eline geçirmiş durumda. Ama hem işçi sınıfı sayısal olarak muazzam bir büyüklüğe ulaşmış durumda, hem de kapitalizmin bütün yönleriyle, bunlar içinde en çok da savaşlar ve işgaller ile birlikte getirdiği yıkım katlanılamaz boyutlara ulaşmış durumda. Dolayısıyla bugün 1968’i de aşan çok büyük bir devrimci potansiyel mevcut. İsrail vahşetine karşı Filistin halkının direnişi ve bu direnişe dünyanın her köşesinden gelen muazzam kitelesellikteki destek bu potansiyeli ortaya çıkarmaya aday.
Bu potansiyelin ortaya çıkacağı bilinciyle hareket eden dünyanın her yerindeki devrimciler, kendi ülkesinde 20. yüzyıl kitleselliğinde 21. yüzyılın Bolşevik Partisi’ni inşa etme faaliyetine güç vererek işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesindeki yerini almalıdır.