Lenin’in son mücadelesi

Frantz Fanon, ırkçılık ve devrim

Frantz Fanon 1950'lerde Fransız sömürgeciliğine karşı Cezayir Devrimi'nin bir parçasıydı. Devrimden çıkardığı dersleri, hala önemini koruyan yazılarında şekillendirdi. Ancak fikirleri güçlü yanlarının yanı sıra ciddi zayıflıklar da içeriyordu.  İsrail'in Gazze'ye yönelik acımasız saldırısından bu yana pek çok insan emperyalist sistemin neden korkunç boyutlarda şiddet içerdiğini anlamaya çalışıyor. Devrimci Frantz Fanon cevap arayanlar için vazgeçilmez bir ses olmaya devam ediyor. Çoğu kişi Fanon'a ilgi duyacaktır çünkü o ezenin şiddeti ile ezilenin şiddeti arasındaki fark konusunda çok netti. 1961 tarihli Yeryüzünün Lanetlileri adlı kitabı, sömürgeci baskıyı anlamanın, birbirini izleyen kuşaklara hitap eden bir yolunu ortaya koymaktadır. "Sömürgecilik bir düşünme makinesi değildir" diye yazmıştır: "Doğal haliyle şiddettir ve ancak daha büyük bir şiddetle karşılaştığında boyun eğecektir." Fanon'un sözleri, her yerde ezilen insanlara ne pahasına olursa olsun mücadele etmeleri için bir çağrı niteliğindeydi. İlham alanlar arasında Latin Amerika'daki diktatörlüklerle savaşan devrimciler de vardı. Ve Kaliforniya sokaklarında ırkçı polise karşı devriye gezen Kara Panter Partisi tarafından okundu. Bugün bazıları Fanon'un ırkçılık, sömürgecilik ve kapitalizmin iç içe geçmiş doğasını nasıl ortaya çıkardığını öğrenmek için şiddet sorununun ötesine geçecek. 1925'te Fransız kolonisi Martinik'te doğan Fanon, İkinci Dünya Savaşı sırasında Özgür Fransız ordusunun yanında gönüllü olarak yer aldı. Fransa'yı Nazilerden kurtarmak için savaştı. Onu bir radikale dönüştüren, savaş sırasında Fransız ırkçılığına dair deneyimleriydi. Fanon, Güney Fransa'nın işgalinden önce Cezayir'de görev yaptığı sırada Kuzey Afrika'daki siyahlara nasıl davranıldığını gördü ve bu onun imparatorluk hayallerini yıktı. Savaştan sonra Fransa'ya döndü ve psikiyatrist olarak eğitim aldı. İlk kitabı olan Siyah Deriler, Beyaz Maskeler'in metnini doktora tezi olarak kabul ettirmeye çalıştı, ancak kurul bunu reddetti. Daha sonra yayınlanan kitapta Fanon, "siyahlık" kavramını parçalara ayırmaya çalıştı. Sömürgeciliğin, ırksal olarak ezdiği insanlara "siyah" bir kimlik dayattığını açıkladı. Ama aynı zamanda bu kategorilerin varlığını da örtbas ettiler. "İnsanlar benden hoşlandıklarında, beni 'rengime rağmen' seviyorlar" diye yazdı. "Benden hoşlanmadıklarında, bunun rengimden kaynaklanmadığını belirtiyorlar... Her iki durumda da cehennem çemberinin içinde kilitli kalıyorum." Ve Fanon bu olumsuz siyahlık kavramını tersine çevirme girişimlerine şüpheyle yaklaşıyordu. Bazı düşünürler, biyolojik ya da kültürel yollarla aktarılan ve geçmişi ne olursa olsun tüm siyahları birleştiren ilerici bir şey olduğunda ısrar ediyordu. Bu tür konuşmaları özcü ve determinist olarak reddetti. Kitabında Senegalli şair ve geleceğin devlet başkanı Leopold Senghor'un ünlü bir sözünü alıntılayarak "akıl ne kadar Yunanlıysa duygu da o kadar zencidir" demiştir. Ve Fanon "Beyazlığın" da keyfi bir ayrım olduğunu söyledi. "Aşağılık duygusuyla köleleştirilen zenci de, üstünlük duygusuyla köleleştirilen beyaz adam da nevrotik bir yönelime uygun davranır" diye yazmıştı. İstediği işi bulmakta zorlanan Fanon, sonunda 1953'te Cezayir'de bir akıl hastanesinde görev aldı. Başkent Cezayir'de Fransız sömürgecilerin uyguladığı rutin şiddeti gözlemledi. Cezayir 1848'den beri metropol Fransa'nın bir toprağıydı, ancak Arap-Berberi nüfusa ya da Yerlilere hiçbir zaman tam vatandaşlık verilmemişti. Sömürgeciler bunun yerine, mevcut devleti, okulları ve tarım sistemlerini parçalayarak ülkeyi geriye götürdüler. Bu süreçte milyonlarca insanı savaş, etnik temizlik ve açlık yoluyla öldürdüler. 1954 yılında, başında Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin (FLN) bulunduğu Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesi başladı. FLN, Avrupalı işgalcilere karşı 1966 yapımı Cezayir Savaşı filminde parlak bir şekilde tasvir edilen silahlı bir mücadele yürüttü. Fanon Fransa'dayken Komünist Parti'nin çeperinde yer almıştı. Fransız Komünist Partisi Lenin ve Rus Devrimi tarafından aktarılan sömürgecilik karşıtı fikirlere sözde hizmet etti. Ancak Cezayir'in bağımsızlık taleplerine karşı çıktı ve sömürgeleştirilmiş halkların gerçek bir değişim talep etmeden önce Fransa'da bir işçi devrimini beklemesi gerektiğinde ısrar etti. Cezayir'de devrimcilerin ve onları izleyen kitlelerin kimseyi beklemeye hazır olmadığı görülüyordu. Savaş, Fransız yerleşimcilere yönelik terör saldırıları ve büyük kentlerdeki grevlerden oluşuyordu. Binlerce Cezayirli işçi ve köylünün yanı sıra orta sınıfların yeni radikalleşmiş kesimlerini de kendine çekti. Fanon kendini devrimin içine attı. Gündüzleri hastanedeki pozisyonunu Cezayirli savaşçıları saklamak ve Fransız işkenceciler tarafından beyinleri hasar görmüş olanlarla ilgilenmek için kullandı. Geceleri ise FLN ve sömürgecilik karşıtı mücadele için tutkuyla yazıyordu. Sonunda, Fransızların kendisini tutuklayacağı belli olunca Fanon hastaneden kaçtı ve Tunus'a gitti. Orada FLN gazetesi El Moudjahid'in editörlerinden biri olarak atandı. Hareket için uluslararası bir elçi haline geldi. Fanon burada ve daha sonra Afrika'da yaptığı gezilerde, "sömürge sonrası" olması gerekenlerle ilgili düşüncelerinin taslağını çizmeye başladı. Afrika'daki Avrupa imparatorluklarının yıkılmasına yardımcı olan liderlere hayranlık duyuyordu. Ancak "yeni-sömürgecilik" ve "bağımsızlığın laneti" olarak tanımladığı durumdan endişe duyuyordu. Fanon, Afrika'nın yeni yöneticilerinin sömürgeciliğin kurduğu yapıları tekrarlama ve kendilerini yeni bir egemen sınıf olarak örgütleme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını söyledi. "Vurguncu bir kast" olarak tanımladığı yeni Afrika burjuvazisine karşı özellikle sertti. Ülkelerinden yasadışı yollarla çıkarılan zenginliklerle sadece kendi ceplerini doldurmakla kalmıyor, aynı zamanda kendilerine karşı ayaklanan yoksullardan intikam alıyorlardı. Fanon bu sözleriyle FLN'yi, Fransızları Cezayir'den sürdükten sonra kendilerini bekleyen tehlikelere karşı uyarıyordu. Ve bu konu, lösemi henüz genç bedenini harap ederken yazdığı son kitabı Yeryüzünün Lanetlileri'nde ağırlığını hissettirdi. Kitap sömürgeci şiddeti doğru bir şekilde analiz etmiş ve sömürge sonrası toplumların kapitalizmin özelliklerini tekrarlama riski taşıdığı konusunda haklı bir uyarıda bulunmuştur. Ama aynı zamanda Fanon'un gerçek kurtuluşun nasıl kazanılacağına dair düşüncesindeki önemli zayıflıkları da ortaya koymaktadır. Fanon, o dönemdeki diğer pek çok radikal ile ortak olarak, Marksizm'in işçi sınıfının toplumda azınlık olsa bile kapitalizmi kırma gücü bakımından eşsiz olduğu yönündeki ısrarından kopmuştur. Fanon, Marx'ın ekonomik olarak gelişmiş dünyadaki sınıf konusunda haklı olduğunu, ancak o zamanlar Üçüncü Dünya, bugün ise Küresel Güney olarak adlandırılan bölge hakkında yanıldığını söylüyordu. Fanon, Üçüncü Dünya'da "Proletarya, sömürge rejimi tarafından en çok şımartılmış olan sömürgeleştirilmiş nüfusun çekirdeğidir", "Kentlerin embriyon halindeki proletaryası nispeten ayrıcalıklı bir konumdadır" diyordu. Fakat ona göre ancak köylülük farklıydı. "Sömürge ülkelerde sadece köylülerin devrimci olduğu açıktır, çünkü kaybedecek hiçbir şeyleri ve kazanacak her şeyleri vardır", "Sınıf sisteminin dışında kalan aç köylü, sömürülenler arasında sadece şiddetin para ettiğini ilk keşfeden kişidir", "Onun için uzlaşma yoktur, anlaşmaya varmak mümkün değildir -sömürgeleştirme ve sömürgecilikten kurtulma sadece göreli bir güç sorunudur" diye yazdı. Ancak Fanon'un Afrika vizyonunun kendisi de ekonomik geri kalmışlık stereotipleriyle doluydu. Fanon'un 1961'de ölümünden sonraki yıllarda Afrika işçi sınıfı mücadelesiyle canlandı. Örneğin 1964 yılında Nijerya'da binlerce işçi, Fanon'un "vurguncu kastı "nın cisimleşmiş hali olan milletvekillerinin kendilerine büyük bir zam dalgası dayatmalarının ardından ücret artışı için genel greve gitti. 12 gün süren mücadelenin ardından parlamenterler pes etti. Nijeryalı işçiler bu taktiği tekrar tekrar kullanacak, petrol ve liman işçileri kısa süre içinde mücadelenin ön saflarında yer alacaktı. Nijerya örneğini apartheid rejimi Güney Afrika'daki siyah işçiler izledi. Oradaki kitlesel grev dalgaları sistemi öylesine sarstı ki sonunda sistem muhalifleriyle barış aramak zorunda kaldı ve apartheid yıkıldı. Sömürgecilik sonrası rejimler tarafından "şımartılmak" bir yana, işçiler sömürülüyordu. Ve mücadele ettiklerinde, diğer tüm ezilen ve sömürülenleri arkalarına çekecek toplumsal ağırlığa sahiptiler. Sömürge sonrası Afrika'daki kolektif mücadeleleri, sadece Fanon'un hor gördüğü yozlaşmış Afrikalı yöneticileri değil, aynı zamanda onların arkasında duran kapitalist sistemi de korkutan bir potansiyel sergiliyordu. (Socialist Worker)

1918 Almanya: Savaşa son veren devrim

Dünya nüfusunun yüzde 1’i yeryüzünde cenneti yaşarken milyarlarca insan en temel ihtiyaçlarını gidermekten uzak, açlık, yoksulluk, adaletsizlik, güvencesizlik,savaşlar, devlet baskısı altında ömrünü tüketiyor. Oysa, tüm bunlar yerine, yoksullukta değil bollukta eşitlikçi, özgürlüğün su ve hava gibi yaşamın vazgeçilmezi olduğu, kapitalizme ait pisliklerin temizlendiği, doğa ile barışık bir toplumda yaşıyor olabilirdik, eğer 1918-1923 arasındaki dönemde Alman işçilerinin devrimci atılımları zaferle sonuçlansaydı. Emperyalist devletlerin sömürge ve yarı sömürgelerdeki pazarlarının yeniden paylaşılması ve dünya hegemonyasının yeniden şekillenmesi için başlattıkları Birinci Dünya Savaşının yol açtığı yıkımlar önce kapitalist zincirin zayıf halkasının kopmasına yol açtı. Yüzyıllar boyunca ulusların gerçek hapisanesi işlevi gören çarlık rejimi 1917 Şubatında Rus işçileri tarafından tarihin çöplüğüne gönderildi. Çarlığın yıkılması devrimci fitili ateşlemişti. Yedi ay sonra Ekim 1917’de Rus işçi sınıfı tarihteki ilk muzaffer devrimin öznesi olarak dünya devrimini başlatmıştı. Dünya devrimi için Ekim Devrimine önderlik eden Bolşevik Partisi’nin liderleri, ekonomik açıdan geri bir ülke olan Rusya’da iktidarın ele geçirilmesinin işçi sınıfı açısından sadece devrimci çözümü göstermek açısından önemli olduğunu, sorunun köklü çözümünün ise ileri bir kapitalist ülkede de iktidarın ele geçirilmesinde yattığını biliyorlardı. Gelmesini dört gözle bekledikleri Alman Devrimi için kendilerini feda etmekten çekinmeyeceklerini her fırsatta dile getirmelerinin nedeni Almanya’nın dünya kapitalist sistemi içindeki rolüydü. Devrim günlerinde reformizm Bolşeviklerin beklediği haber 1918 Kasım ayında geldi. Kiel’da artık savaşmak istemeyen deniz askerleri tarafından başlayan devrimci hareket bir kaç gün içinde Hamburg, Bremen, Hannover, Köln, Münih, Rostock, Magdeburg, Frankfurt, Düsseldorf, Stutgart ve Nürnberg şehirlerine sıçradı. Tıpkı Rusyadaki Şubat 1917 Devriminde olduğu gibi, işçi ve asker konseyleri yerel iktidarı eline alıyordu. Savaşın başlangıcında kendi egemen sınıfı lehinde savaşa katılma yönünde oy kullanan Sosyal Demokrat Parti (SPD) bu sağcı tutumuna rağmen Alman işçi sınıfı içinde en önemli güç olmaya devam ediyordu. Her ne kadar, sınıfın öncülerinin örgütlendiği Bağımsız Sosyal Demokrat Parti (USPD) ayaklanmaların yayıldığı günlerde yüzbinlerce üye sayısına ulaşmış olsa bile bu partinin liderliğinin SPD kuyrukçuluğu yapması, Kasım 1918 devriminin en büyük problemiydi. İşçi sınıfının bu önderlik problemi, devrimin başkent Berlin’e ulaşması ve monarşiyi de yıkmasına rağmen onun sonunu getiren en önemli etken oldu. 10 Kasım 1918’de üç SPD’li ve üç USPD’li bakandan oluşan ve işçiler tarafından coşkuyla desteklenen “devrimci” hükümetin ipleri SPD’nin elindeydi. Devrimin ilk perdesi kapanıyor Alman burjuvazisi, 1914’te olduğu gibi, SPD’ye yine işçi sınıfını durdurma ve devrimi ezme görevini vermişti. Ocak 1919’da daha da radikalleşen işçi sınıfını zaptetmek için imparatorluk seçkin askerlerinin artıklarından oluşan bir birliği Berlin’de işçi sınıfının en kararlı kesimlerinin üzerine salan SPD, dönemin en parlak devrimcilerinden Rosa Lüksemburg ve Karl Liebnecht’in de aralarında olduğu binlerce işçiyi katlederek “Berlin’de düzeni yeniden tesis etti”.    Birinci devrimci kalkışma yenilgiyle sonuçlansa da Alman İşçi Sınıfı takip eden dört yıl boyunca dünya burjuvazisine korku salmaya devam etti. Devrimci önderleri katledilen Almanya Komünist Partisi (KPD) 1919 Ağustos’ıun 200.000 üye sayısına ulaştı ve SPD ile USPD arasında sıkışan öncü işçilerin yeni örgütü haline geldi. Ancak KPD, 1919 “erken ayaklanmasından” ders çıkarmamışcasına Şubat 1921’de yaptığı yeni bir ayaklanma çağrısı ile var olan güçlerinin yarıdan fazlasını kaybetmesine yol açtı.  Devrime geç kalmak Kısa süre içinde art arda gelen iki büyük yenilgiye rağmen Alman işçi sınıfı devrimci duruşuna devam etti. 1923 Mayıs’ına gelindiğinde bu sefer sınıfın çoğunluğu devrime hazırdı. KPD’nin yapması gereken iş, Ekim 1917’de Bolşevik Partisi’nin yaptığı işi yapmak, ayaklanmanın merkezi örgütlenmesini ve fiili liderliğini üstlenmek olmalıydı. Ancak peşpeşe gelen iki erken ayaklanmadan sonra KPD liderliğinde ortaya çıkan “temkinli tutum” yüzünden, yani bu sefer de “geç kalma” yüzünden bir devrimci durum heba edildi ve sonu faşizme varan karşı-devrimci hareketin yükselmesinin önü açıldı. Alman Devrimi, ezilenler için sadece kaçırılan fırsatlardan çıkarılan “yenilgi dersleri” açısından önem arz etmiyor. Aynı zamanda, savaşlar ve işgaller sırasında ortaya çıkan korkunç yıkımların devrimci bir potansiyeli harekete geçirmesinin dersleri ile de dolu. Sonrasında her biri Stalinizmin ihanetleri ile yenilgiye uğrasa da, İspanya 1936’da, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Fransa’da, İtalya’da, Yunanistan’da ve bütün Doğu Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan devrimci durumlar bunun kanıtıdır.  Savaşlar çağında işçi ayaklanmaları Savaş ve işgal karşıtlığının devrimci potansiyeli son olarak 1968’de ortaya çıktı. Vietnam’da ABD işgali altında milyonlarca Vietnamlı’nin ve yüzbinlerce ABD askerinin ölümü ardından gelişen savaş karşıtı hareket Fransa’da işçi hareketi ile buluştu ve tarihin en büyük devrimci durumu ortaya çıktı. Ne yazık ki Stalinizmin etkisi altındaki Fransa Komünist Partisi, ayaklanmayı örgütlemek yerine parlamento seçimlerine kanalize olduğu için bu devrimci durum da heba edildi. Günümüzde işçi sınıfı 20. yüzyılın kitlesel devrimci partilerine hatta reformist partilerine bile sahip değil. Ve hatta kimi ülkelerde kitlesel aşırı sağcı partiler iktidarları eline geçirmiş durumda. Ama hem işçi sınıfı sayısal olarak muazzam bir büyüklüğe ulaşmış durumda, hem de kapitalizmin bütün yönleriyle, bunlar içinde en çok da savaşlar ve işgaller ile birlikte getirdiği yıkım katlanılamaz boyutlara ulaşmış durumda. Dolayısıyla bugün 1968’i de aşan çok büyük bir devrimci potansiyel mevcut. İsrail vahşetine karşı Filistin halkının direnişi ve bu direnişe dünyanın her köşesinden gelen muazzam kitelesellikteki destek bu potansiyeli ortaya çıkarmaya aday.  Bu potansiyelin ortaya çıkacağı bilinciyle hareket eden dünyanın her yerindeki devrimciler, kendi ülkesinde 20. yüzyıl kitleselliğinde 21. yüzyılın Bolşevik Partisi’ni inşa etme faaliyetine güç vererek işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesindeki yerini almalıdır.

Filistin ve devrim - Kurtuluşu nasıl kazanırız?

Emperyalizm ve Siyonizm'in güçlerini parçalamak kolay bir iş olmayacak, ancak toplumda sistemi parçalayacak ve toplumu yeniden inşa edecek kadar büyük bir güç var. Filistinlilere uygulanan vahşet, kısır bir sistemin belirtisidir. Siyonizm ve emperyalizm rekabet, fetih ve kâr elde etme sistemine bağlıdır. Direnenler korkunç düşmanlarla karşı karşıyadır. Örneğin İsrail'le yüzleşenler, en son ölüm teknolojisine ve Batılı güçlerin desteğine sahip bir devletle yüzleşmek zorundadır.   Ancak Siyonizm ve sömürgecilikten kurtulma mücadelesi daha geniş bir sorunun örneğidir. Bu, hiçbir şeyden çekinmeyen insanları durdurmanın bir yolunu bulmamız gerektiğidir. Kapitalist toplum, çevresel yıkım yoluyla tüm insanlığı bir uçurumun kenarına götürmektedir. Hiçbir yalvarış yöneticilerimizi yollarının yanlışlığı konusunda ikna edemeyecektir. Rekabet ve ulusal çekişmeler, bugün nükleer silahlarla savaşma olasılığını yeniden yaratan çatışmalarla dolu bir savaşlar dünyası yarattı. Ve sadece bir parlamento seçimini kazanmak sisteme dokunulmamasına yol açıyor. Egemen sınıfın gücü öncelikle seçimleri kazanmak ya da kaybetmekte yatmıyor. Onların gerçek kontrolü, toplumdaki ekonomik kaldıraçlara sahip olmalarından ve onları yönlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. İnsanlar hangi partiye oy verirse versin, bu yapıya büyük ölçüde dokunulmaz. Polisler, generaller, casuslar ve gözetimden oluşan devlet yapısı da öyle.  Demokratik özgürlüklerin - grev, protesto, sendika ve kampanya örgütleri kurma, oy kullanma ve konuşma hakkı - kazanılması önemlidir. Ancak bu sadece bir başlangıçtır. Toplumun çoğunluğu ekonomik, siyasi ve sosyal gücün kontrolünü demokratik olarak ele geçirmeli ve bunu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalıdır. Amerika Birleşik Devletleri'nde 1960'lardaki mücadelelerde yer almış bir Marksist olan Hal Draper, bunun nasıl yapılabileceğine dair temel bir ayrımı açıklamıştır: "Sosyalist hareketlerin ve fikirlerin tarihi boyunca, temel ayrım Yukarıdan Sosyalizm ile Aşağıdan Sosyalizm arasındadır." Yukarıdan sosyalizmin varyantları arasında parlamentodaki milletvekillerine ya da bir grup silahlı savaşçıya güvenmek ya da egemen sınıfın bazı kesimlerini mantıklı düşünmeye ikna etmek yer alıyor. Bunlar çok farklı yaklaşımlar gibi görünebilir. Örneği İngiltere'deki İşçi Partisi'nin lideri Keir Starmer ile Filistin İslami Cihad lideri aynı kişi değildir. Ancak ortak bir özellikleri var.  Draper, hepsinin de işçi sınıfının kendi inisiyatifiyle toplumu yeniden yaratma potansiyeline karşı güvensiz ya da düşmanca bir tutum içinde olduğunu ileri sürmüştür. Buna karşılık, aşağıdan sosyalizmin özü, "sosyalizmin ancak hareket halindeki kitlelerin kendi kendini özgürleştirmesi yoluyla gerçekleştirilebileceği" anlayışıdır. Bu kitleler "özgürlüğe kendi elleriyle uzanmalı, tarih sahnesinde aktörler (sadece özneler değil) olarak kendi kaderlerini ellerine alma mücadelesinde 'aşağıdan' harekete geçmelidirler." Siyonizme karşı mücadele çok önemlidir. Ancak kazanmak için "aşağıdan" mücadele yöntemlerini kullanmak gerekir. Ve milyonlarca insanın kitlesel seferberliğini içeren bu yöntemler kullanılırsa, emperyalizm ve kapitalizmin bu zehirli varyantının yenilgisinin ötesine geçebilirler.   Ulusal baskıdan kurtuluş ile ücret ve eşitlik mücadelesini, kadınlara ve LGBTİ+'lara yapılan  baskıya karşı mücadeleyi birbirine bağlayabilirler. Devrimle kastettiğimiz şey budur. Sıradan insanların kendi özgürleşmelerinde rol almalarını ve bunu yaparken de normalde onları tutan tüm prangaları atmalarını içerir. Düşmanlarımız tek bir mesele üzerinde verilen mücadelenin nasıl daha geniş çaplı mücadelelere dönüşebileceğinden korkuyor. Geçtiğimiz hafta İsrail ordusu, Filistinlileri destekleyen bir mesaj gönderen ve Gazze'de "soykırım" yapıldığını söyleyen bir yorumu onaylayan iklim aktivisti Greta Thunberg'e ateş püskürdü. Thunberg "dünyanın sesini yükseltmesi ve Filistinliler ile saldırıdan etkilenen tüm siviller için derhal ateşkes, adalet ve özgürlük çağrısında bulunması gerektiğini" söyledi.  Buna karşılık İsrail ordusu sözcüsü Arye Sharuz Shalicar, "Gelecekte Greta ile herhangi bir şekilde özdeşleşen her kim olursa olsun, benim görüşüme göre terör destekçisidir" dedi. Yöneticilerimizin büyük korkusu, bu topluma karşı kin duyan hepimizin, tepeden itilen bölünmelerin üstesinden gelerek öfkemizi gerçek suçlulara, zenginlere ve onları destekleyen politikacılara yöneltmemizdir. İsrailli kasaplardan dev petrol şirketlerine ve Batı emperyalizmine uzanan bu birlik, dünyanın dört bir yanındaki işçilerin ve yoksulların devrimci birliğiyle karşılanmalıdır. Karl Marx için devrimler "tarihin lokomotifleridir." Bugün, sistemin çöktüğü bir çağda, 1930'ların marksistlerinden Walter Benjamin'in devrimlerin bu trendeki yolcuların -yani insan türünün imdat frenini çekme girişimi olduğu görüşüne biz de katılabiliriz. Devrim olmadan büyük zaferler bile geri tepebilir ve özgürlük vaatleri suya düşebilir. Güney Afrikalı siyahlar yaklaşık 45 yıl süren destansı bir mücadelenin ardından ırk ayrımcılığını yendiler.  Bunu muazzam bir fedakarlık ve cesaretle başardılar. Ancak kapitalizm "yeni" Güney Afrika'da varlığını sürdürdüğü için ırksal baskının dehşeti ve korkunç yoksulluk devam etti.   Bugün Orta Doğu'da bir devrim mümkün mü? Egemen sınıfa karşı en güçlü karşı güç örgütlü işçi sınıfıdır. İşçiler emeklerini geri çektiklerinde, kâr kaynağını kesmiş ve patronların gücüne meydan okumuş olur. 2019'dan bu yana Sudan devriminin en yüksek anları, işçilerin kitlesel gösteriler ve taban örgütleriyle ittifak halinde harekete geçtiği zamanlar olmuştur. İşçiler toplumda azınlık olsalar bile, güçlü mücadeleleri tüm yoksullar ve ezilenler için bir odak noktası olabilir. Bu, işçilerin mücadelelerinin köylülere ve ezilen uluslara öncülük ettiği 1917 Rus devriminden alınan temel bir derstir. Mayıs 2021'deki Filistin genel grevi, militan sokak hareketlerinin ve işçi eylemlerinin güçlü bir birlikteliğini gösterdi. Ve 2010-2012 yılları arasında Orta Doğu'da kitlesel grevlere, protestolara ve nihayetinde devrime yol açan isyan dalgasından on yıl sonra geldi. Ancak bu devrimler yenilgiye uğradı. Bir devrimin başarılı olup olmayacağı, işçi hareketi içindeki bilinç ve örgütlenme düzeyi ile liderlik tipine bağlıdır. Çoğu zaman devrimci patlamalardan fayda sağlayan siyasi güçler, başlangıçta onları kontrol altına almak isteyenlerdir.  Mısır örneğinde, 2011 yılında büyük bir kitle hareketi 30 yıldır iktidarda olan Hüsnü Mübarek rejimiyle karşı karşıya geldi.  Sokak protestoları ve meydan işgalleri, işçi grevleriyle birleşti. Ancak ekonomik ve siyasi talepler birbirini beslese de ikisi arasındaki ayrımın üstesinden gelinemedi. Mısır'da mücadele eden Devrimci Sosyalistler (RS) partisi, devrimin farklı kollarını bir araya getirmeye çalıştı. Mübarek devrildikten sonra bir işçi hükümeti kurulması ve tüm eski rejimin yok edilmesi çağrısında bulundu. RS, siyasi değişimle yetinmeyip ekonomik dönüşüme geçilmesi gerektiğini vurguladı. Ayrıca kadınların ve dini azınlıkların özgürlüğünü, Filistin halkıyla etkin dayanışmayı savundu.  RS, parlamentonun demokrasi dışı yapısına meydan okumak için işçi sınıfı bireylerini kapsayan gerçek demokrasinin alternatif forumları için bastırdı. 2011'de Mısır'ın fırtınalı anlarında "aşağıdan sosyalizm" bu anlama geliyordu. Ancak RS çok küçüktü. Tıpkı Rosa Luxemburg'un Komünist Partisi'nin Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Almanya'da işçiler devrim için ayaklandığında çok küçük olması gibi. Her iki örnekte de -Mısır ve Almanya- devrimci süreç, işçi örgütlenmesini zayıflatmaya ve kapitalizm ile devlet yapılarını sağlamlaştırmaya çalışan reformistlerin hakimiyetine girdi. Daha büyük kitleler ve birleşik bir işçi hareketi olmadan, karşı-devrimci güçler karşısında alternatif fikirler yayılamazdı.   Bu nedenle Sosyalist İşçi sadece devrim için değil, aynı zamanda işçilerin öfke ve gücünün kitlesel patlamasını birleştirecek, örgütleyecek ve yönlendirecek devrimci bir parti için de ajitasyon yapmaktadır. Düşük ücrete, ırkçılığa, savaşa, cinsiyetçiliğe ve baskıya karşı mücadele eden herkes sistemi hedef alan bir mücadelede bir araya getirilmelidir. Sistemi yıkmak için bu kolektif öfkeyi kanalize etmek, Filistin'de zafer için, Filistin'in ezilmesine neden olan ve onu şekillendiren kapitalizme karşı mücadele etmek anlamına gelir. Karl Marx 1850'de Komünist Birlik'te işçilerin koşullarını değiştirmek için "15, 20 ya da 50 yıllık" önemli bir mücadeleden geçmeleri gerektiğini, "ama aynı zamanda kendinizi değiştirmek ve kendinizi siyasi egemenliğe uygun hale getirmek için de" mücadele etmeleri gerektiğini savunmuştur. Devrimin kolay olduğunu iddia etmiyoruz.  Ama devrimi inşa etmek için acilen mücadele etmeliyiz. Bu da sosyalist devrimci örgütlere şimdi katılmak anlamına geliyor.

Kapitalizmin ilk büyük çöküşünün üzerinden 150 yıl geçti

Büyük bankaların batmasına, firmaların duvara çarpmasına ve kapitalizmin temellerinin sarsılmasına neden olacak kadar şiddetli bir ekonomik krize birdenbire yakalanan bir dünya. Binlerce kişi iflasa sürükleniyor ve çok daha fazlası işinden atılıyor. Bunlar sadece 1929 veya 2008'deki mali krizlerden sonraki sistemin görüntüleri değil, aynı zamanda 150 yıl önce yaşanan ekonomik felaketin de özeti. 18 Eylül 1873'te Amerika'nın en büyük bankası iflas ettiğini açıkladı. Jay Cooke and Co, ABD İç Savaşı'nda Birlik tarafının finansmanında çok önemli bir rol oynamıştı . Önceki yıllarda demiryolu hamlesini finanse eden tahviller için para toplamak çok önemliydi. Ama artık iflas etmişti. Çöküşün etkileri dramatikti. ABD genelinde 100 banka daha kapanmak zorunda kaldı. Kasım ayına gelindiğinde yaklaşık 55 demiryolu iflas etti ve sonraki Eylül ayında bunlara çok daha fazlası katıldı. Yaklaşık 18.000 işyerinin kapandığı ve işsizliğin hızla arttığı tahmin ediliyor. New York'un çalışan nüfusunun dörtte biri işsiz kaldı. ABD Ulusal Ekonomik Araştırma Bürosu, çöküşün ardından gelen ABD ekonomik gerilemesinin art arda yaklaşık 65 ay, yani neredeyse beş buçuk yıl sürdüğünü ileri sürüyor. Bu, 1929'daki Wall Street Çöküşünü takip eden daralmadan 22 ay daha uzun bir süre. Kriz, direniş ve isyana yol açtı. 1874'te 100.000'e kadar işsiz Manhattan'da gösteri yaptı ve bir isyan çıktı. Üç yıl sonra, işçilerin artık daha fazla ücret kesintisine tahammül etmeye razı olmadıklarını göstermesiyle, demiryolu grevi ülke geneline yayıldı. Yarı zamanlı eyalet milisleri Ulusal Muhafızlar, Ohio'daki Martinsburg'dan trenleri serbest bırakmak üzere göreve çağrıldı. Ancak onlara güvenilemezdi çünkü birçoğu demiryolu işçisiydi ve grevlere sempati duyuyordu. Bunun üzerine hükümet federal birlikleri çağırdı. Grevciler depoları ve demiryolu taşıtlarını yaktı. Bazıları ABD'nin yaklaşık altı yıl önce Paris Komünü'ndekine benzer bir ayaklanmaya tanık olduğunu ileri sürdü. Grevler vahşice bastırıldı ve 52 gün sonra sona erdi. Yüzden fazla işçi, birlikler ve resmi olmayan milisler tarafından öldürüldü. Direniş ve isyan, siyasi tepkiyi de beraberinde getirdi. Çöküşün kurbanlarının çoğu Cumhuriyetçi Başkan Ulysses S. Grant'i suçladı. 1874 seçimlerinde Güneyli ırkçılar arasındaki güçlü tabanıyla Demokratlar Temsilciler Meclisi'nin kontrolünü ele geçirdiler. Bu, Kuzey egemen sınıflarının, fethedilen güney eyaletlerinde “özgür emek” koşullarını yeniden yaratma ve Afrikalı Amerikalılar için asgari hakları garanti altına alma programı olan “Yeniden Yapılanma”nın fiilen sonu anlamına geliyordu. 1873'teki çöküş ABD'deki en dramatik olaydı ama uluslararası bir krizdi. ABD ekonomisinin başının belaya girmesinin bir nedeni, Amerika çapında inşaatları finanse eden Avrupa'daki ABD demiryolu tahvili piyasasının, paniğin yayılmasıyla kurumasıydı. 1872'de Berlin'de, Yahudi olan en büyük demiryolu patronu Bethel Henry Strousberg, felaketle sonuçlanan bir mali maceranın ardından iflasını ilan etti. Kısa bir süre sonra Viyana borsası çöktü. Peki ekonomik çalkantının arkasında ne yatıyordu? Bu konuda reformistler ile Marksistler arasında önemli tartışmalar var. Reformcular, farklı bir dizi ekonomi politikasının felaketi önleyebileceğine inanıyor. Buna karşılık marksistler krizi sistemin kaçınılmaz bir parçası olarak görüyorlar. 1848 devrimlerinin ardından Avrupa, uzun bir hızlı ekonomik büyüme dönemi yaşadı. Onbinlerce kilometrelik rayın döşendiği 1850 ile 1870 yılları arasındaki demiryolu çılgınlığı bu büyümeye öncülük etti. Bu durum, çelik ve madencilik gibi bağlantılı diğer endüstrilerin de büyümesini teşvik etti. ABD'de de benzer bir büyüme yaşandı. Bazı teorisyenlere göre, bu kadar uzun bir büyüme dönemi kaçınılmaz olarak “irrasyonel bir coşkuyla” sonuçlanmalı ve ekonomik büyümeden en iyi şekilde yararlanma yarışına girerek, daha fazla spekülatif yatırım yapılmalıdır. Bunlar aynı zamanda, ekonominin üretim tabanındaki hızlı ama plansız genişlemeye de işaret ediyor. Bu durumun kaçınılmaz olarak arz ve talep arasında bir uyumsuzluğa yol açacağını ve bunun da sonuçta kârları düşüreceğini ileri sürüyorlar. Ayrıca, çöküşe zemin hazırlanmasına etki eden bazı spesifik faktörlerden de bahsediyorlar. Fransız ekonomisi, Prusya'nın 1871'de Fransa'ya karşı kazandığı zaferin ardından Alman imparatorluğuna ödemek zorunda kaldığı tazminatlar nedeniyle bunalıma girdi. Alman mali spekülasyonları şüphesiz bundan elde edilen servetle arttı ve 1873'ün sonlarında tazminatlar sona erdiğinde Alman ekonomisi geriledi. Hem Avrupa'da hem de ABD'de enflasyonun üstesinden gelme girişimleri durumu daha da kötüleştirdi. Almanya Başbakanı Otto von Bismarck, Alman para birimini altına sabitleyerek fiyatları düşük tutmaya çalıştı. ABD yakın zamanda tek bir ulusal para birimi olan doları kurmuştu, ancak Başkan Grant de aynısını yaptı. Bu politika, efektif talebi azaltma girişimiydi. Bu çeşitli faktörlerin hepsi şüphesiz, çöküşe katkıda bulundu, ancak bunu tam olarak açıklayamadılar. Hepsi birlikte ele alındığında, büyük ekonomilerde altta yatan bir sorun olmasaydı, iktisadi dalgalanmalarda muhtemelen hafif bir ekonomik gerilemeden daha fazlasına neden olmayacaktı. Bunlar Karl Marx'ın düşen kâr oranı dediği şeyden kaynaklanıyordu . Marksist iktisatçı Michael Roberts, Uzun Buhran adlı kitabında, 1873'e kadar olan dönemde patronların insan emeğinin yerine giderek daha fazla makine yatırımı koymaya çalıştıklarını tespit ediyor. Bu, başkalarıyla rekabete kilitlenmiş bireysel kapitalistlere maliyetleri düşürmenin mantıklı bir yolu olarak görünecektir. Ancak insan emeğinin sömürülmesi tüm değerin ve sonuçta kârın kaynağı olduğundan, süreç bir bütün olarak sistemin kârlılığını düşüren bir etki yarattı. Roberts, 1873'teki çöküşe kadar kâr oranlarının düştüğünü ve krizi bu kadar şiddetli hale getiren şeyin de bu olduğunu gösteriyor. Egemen sınıf büyüyen felakete korumacılıkla karşılık verdi. Kapitalist işletmeler büyüklükleri artıp, sayıları azaldıkça devletin ağına düştüler. Devlet ile sermayenin kaynaşması ve yurt içinde nispeten daha zayıf kârlılık ve büyüme, uluslararası rekabetin artmasına ve iki spesifik sonuca yol açtı. Birincisi emperyalizmin ve daha spesifik olarak sömürgeciliğin büyümesiydi. 1885'te Berlin Antlaşması, Avrupa'lı güçlerin Afrika'yı kendi aralarında paylaşmasına tanık oldu. 1870'de kıtanın yalnızca yüzde 10'u sömürge yönetimi altındaydı. 1900 yılına gelindiğinde bu rakam yüzde 90'a ulaşmıştı. "Yeni toprakları" yağmalamak kârı artırmanın bir yoluydu. İkincisi, emperyalist rekabet arttıkça silah harcamalarının artmasıydı. Silahlara yapılan harcamalar kapitalist ekonomilerin depresyondan çıkmasına yardımcı oldu. Makinelerin, hammaddelerin veya tüketim mallarının üretiminde kâr oranlarını düşürmeden harcamaları ekonomiye enjekte etme gibi büyük bir erdeme sahipti. Afrika'nın parsellenmesi emperyalist rekabeti geçici olarak istikrara kavuşturmuş olabilir, ancak kaçınılmaz olarak tekrar istikrarsız hale gelerek savaş olasılığını artırdı. Bu istikrarsızlık daha da kötüleşti çünkü 1873'ten sonra olduğu gibi, ekonomik büyüme son derece dengesizdi. Britanya, çöküşün ardından hızla ana rakipleri haline gelen iki ülkeden (Almanya ve ABD) çok daha yavaş büyüdü. Kapitalizmde ekonomik krizler, sistemdeki üretken olmayan sermayeyi temizlemenin ve emeğin sömürüsünü artırmanın bir yolu olarak işlev görür. Britanya'nın uzun süredir yaşadığı ekonomik gerilemeyi analiz etmeye çalışırken çok fazla mürekkep döküldü ve bu konuda hala bir fikir birliği yok. Bununla birlikte Britanya, imparatorluğu sayesinde, çöküşün bazı etkilerinden nispeten yalıtılmıştı ve bunun sonucunda ABD ve Almanya ile aynı mali krizleri yaşamadı. Her iki faktör de İngiliz sermayesinin başkalarına dayatılan kapitalist yeniden yapılanma sürecinden geçmemesine katkıda bulunmuş olabilir. 1873 çöküşü ve bunu takip eden uzun depresyon, yoksullar için ölçülemez zorluklara yol açtı. Sömürgelerdeki insanlara ve Afrikalı Amerikalılara yönelik yaygın ırkçılığı ve sömürüyü feci şekilde güçlendirdi. Krizden Yahudi bankacılar ve Strousberg gibi sanayiciler sorumlu tutularak antisemitizmin alevleri körüklendi. Büyüyen emperyalist rekabet, Birinci Dünya Savaşı'nın korkunç katliamıyla doruğa ulaştı. Bu, bugün içinde yaşadığımız ve her zamankinden daha acil olarak kurtulmamız gereken aynı kaotik, öldürücü sistemdir.

Marksizm toplumdaki en kötü olayları analiz edebilir mi?

Hemşire Lucy Letby gibi seri katiller ya da savaş gibi daha büyük çapta vahşet gerçekleştirenler sadece kötü müdür? Korkunç, şok edici eylemleri akıl almaz şeyler olarak sunma eğilimi var. Bu eylemlerin, kara bir kötülük bulutunun bir şekilde bireylerin veya dünyanın tüm bölgelerinin üzerine çökmesinden başka bir açıklaması olmadığı söyleniyor. Bu sözde kötülük, seri katillerden savaşla harap olmuş ülkelere ve soykırım şiddetine doğru ilerliyor. Korkuya çok yakından bakmama eğilimi anlaşılabilir olsa da, analize girişmek için güçlü nedenler var. Örneğin, Holokost'a Bir Daha Asla demek istiyorsak, bu onun neden olduğunu anlamaya çalışmamız anlamına gelir.  Korkunç eylemleri muğlak bir “kötülüğün” sonucu olarak basitçe göz ardı etmek, sistemin onları teşvik ettiği ve meşrulaştırdığı gerçek yöntemleri gizler. Sistemin sorumluluktan  kurtulmasını sağlar. Daha da önemlisi, Marksistler için bu, her bireysel eylemi tam olarak açıklama ya da onlardan anlam çıkarma çabası değildir. Bir katilin bugün bu eylemi bu şekilde gerçekleştirmesinin nedeni, failler hakkında müstehcen TV belgesellerin, kurbanların anılarını ve polis araştırmalarının üretimi ile ticaretidir de. Rus devrimci Leon Troçki şöyle yazmıştı: “Marksizm satranç tarihine bile çok büyük bir başarıyla uygulanabilir. Ama satranç oynamayı Marksist bir şekilde öğrenmek mümkün değil.” Evet CSI: Marksizm bu konuda önerilemez. Bir kişiyi belirli bir eylemi gerçekleştirmeye iten nedenlerin, koşulların ve seçimlerin kesin etkileşimini açıklayamayız ancak bağlam sağlayabiliriz. Marx, insanların "kendi tarihlerini kendilerinin yaptığını, ancak bunu kendi istedikleri gibi yapmadıklarını; kendi seçtikleri koşullar altında değil, halihazırda var olan, geçmişten gelen ve verili koşullar altında yaptıklarını" söyledi. Marx'ın anlayışı, cinsiyete özgü diline rağmen, insanların birbirleriyle etkileşimde olduklarına ve etraflarındaki dünyayı şekillendirdiklerine ama aynı zamanda bireylerin, içinde bulundukları koşullardan bağımsız olarak iradelerini ortaya koyamayacaklarına işaret etmekti.  Sosyolog Elliot Leyton tarafından 1980'lerde bireysel katliamcılara ilişkin ilk ciddi çalışma şu iddiayı öne sürüyordu: "Bu insanlar dahi değil; onlar şeytani, öfkeli moronlar." Ama aynı zamanda tehdit altındaki sınıf konumlarını savunan insanların birden fazla katil ürettiğine dair bir teori sunmaya da çalıştı. Feodal dönem, lordların ve kralların köylü sınıfının emeğiyle geçindiği şiddetli eşitsizlik sisteminin ürünü olan toplu katliamlarla doluydu. İsyan dönemlerinde hakimiyetlerini öldürerek savundular. Bu koşullar köylüleri kurban olarak avlayan aristokrat katliamcıları doğurdu. Leyton'un örneklerinden biri 15. yüzyıl Fransız Baronu Gilles de Rais'tir. O, "141 ile 800 arasında köylü çocuğu öldürdü. Kendi sınıfının yaygın, baskıcı saldırısının  kişiselleşmiş bir ifadesiydi". Sanayi dönemlerine dönersek Leyton şunu savundu: "Yeni muzaffer burjuvaziye hizmet etmesi için yaratılan sınıftan orta sınıf görevliler -doktorlar, öğretmenler, profesörler, memurlar alt tabakanın üyelerini, özellikle de fahişeleri ve hizmetçileri avladılar."  Bu her şeyi açıklamıyor ve tarihte boşluklar var. Leyton, modern zamanlarda istikrarsız bir işçi sınıfının, çoğunlukla ezilenleri ve zayıfları öldüren katiller üretme şeklini hafife almıştı. Troçki'nin işaret ettiği gibi, kim bir çocuktan daha zayıf olabilir ki? Ancak medyanın ve hukuki yaklaşımın insanlara "deli", "kötü" ya da her ikisi birden muamelesi ile karşılaştırıldığında bu, bilgeliğin başlangıcına işaret ediyor. Kapitalizme doğal olarak uyum sağlamak şöyle dursun, çoğu insan kapitalizm tarafından hırpalanıyor ya da kırılıyor. Sistem onları doğrudan öldürmezse, fiziksel ve zihinsel gelişimlerini sekteye uğratıyor. Zekaları ihmal ediliyor, sanatsal yetenekleri keşfedilmiyor veya takdir edilmiyor. Ve insana özgü, yaratıcı, toplumsal açıdan yararlı işlere girişme kapasitesi, yalnızca kapitalistin ödeyeceği değerde bir metaya indirgeniyor. Marx'ın "çağların çamuru" olarak adlandırdığı ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, rekabetçilik, uyumluluk, pasiflik, güvensizlik gibi, kapitalistlerin kitleleri bölmek, zayıflatmak ve azınlık olarak iktidardaki gücünü korumak için ihtiyaç duyduğu tüm bu fikirlerin içinde boğuluyoruz. “Daha iyilerimizin” kararlarını veya performanslarını pasif bir şekilde izlemeye indirgenmiş durumdayız. Sıradan insanlara, kendi yaşamlarımızda değişimin aracısı olamayacağımıza inanmaları öğretiliyor. Toplumun ve aslında tarihin harika bireyler, genellikle beyaz adamlar tarafından yapıldığı fikri bombardımanına tutuluyoruz. Dolayısıyla "başarısızlığın" zayıf bireysel seçimlerden kaynaklandığı veya daha da kötüsü, doğal olduğu söyleniyor. Ancak örneğin cinsel şiddet, erkeklerin doğuştan kadın düşmanı olmasının değil, kadınlara meta ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılan, cinselliğin yabancılaştırıldığı bir dünyada yaşamamızın bir sonucudur. Ekonomik kriz, baskı, yoksulluk ve işsizlik kapitalist toplumun, hiçbir bireyin tek başına değiştiremeyeceği özellikleridir. Şiddete ve hırsızlığa dayalı bir toplumda yaşamanın ve bu durumun bireylerin kendileri hakkındaki görüşlerini nasıl şekillendirdiğinin yanı sıra çatışma ve hayal kırıklığıyla başa çıkma biçimlerine birçok etkisi vardır. Troçki'nin yazdığı gibi, “Benzer koşullardaki benzer (tabii ki aynı olmaktan uzak) rahatsızlıklar benzer refleksleri ortaya çıkarır- öfke ne kadar güçlüyse, kişisel özelliklerin üstesinden o kadar çabuk gelinir”. "İnsanlar gıdıklanmaya farklı tepki verirler ama kızgın demire aynı şekilde tepki verirler. Nasıl ki bir buhar çekici bir küreyi ve bir küpü metal levhaya dönüştürüyorsa, çok büyük ve amansız olayların darbesi altında da dirençler kırılır ve 'bireyselliğin' sınırları kaybolur.” Artık toplumdaki öfke, sömürü ve yabancılaşma, insanların çekişmesine neden oluyor. Bu, hepsi olumlu olmasa da, çeşitli şekillerde kendini gösteriyor. Kötü şeyleri açıklamaya çalışmak, onları haklı çıkarmak anlamına gelmez. Toplumda bir grubun diğerine hakim olmasına ve baskı yapmasına yol açabilecek her türlü bölünme vardır. Her ordu rutin ve bürokratik katiller üretmeyi umar. Ancak bunun için gereken çabaya bakıldığında doğal olmadığı görülüyor. Hannah Arendt'in kötülüğün sıradanlığı olarak adlandırdığı şey sistemin içine yerleşmiş durumda. Bunun bedeli, savaşın kurbanları ve çoğunlukla, daha sonra askerlerin kendileri üzerindeki etkileridir. Bu sistemin varlığını korumak için kurulan kurumlar, ölümü ve yıkımı en üst düzeye çıkarmak, normalleştirmek anlayışıyla yapılandırıldığından, toplumdan benzer bir yola giren bireyler çıkması şaşırtıcı değildir. Neyin kötü olduğuna dair hakim fikirlerin ikiyüzlülüğünün yanı sıra, "iyi" olmanın ne olduğuna dair de bir dizi kuralımız var. Ahlaki kavramlar sosyal ürünlerdir. Toplumun işlemeye devam etmesi için insanların nasıl davranması gerektiğine dair bir görüş ileri sürerler. Herkese net faydalar sağlayan istikrarlı, adil bir toplumda yaşasaydık, neyin "iyi" olduğu açık ve net olurdu. Sosyalist bir toplumda “iyi”, kolektife fayda sağlayan eylemler anlamına gelir. Ancak sınıflı toplumlarda çelişkiler ve çatışmalar nedeniyle neyin “iyi” olduğuna dair çelişkili kavramlar gelişir. Mevcut toplumu korumak için mücadele eden bir sınıf, toplumu ayakta tutmak için neyin gerekli olduğuna dair bir dizi düşünceye sahiptir ve buna karşılık gelen ahlaki kavramları insanlara empoze etmeye çalışır. Yaydığı değerleri toplumun bütünü için gerekli değerler olarak, kendisi için iyi olanı mutlaka “iyi” olarak göstermek zorundadır. Örneğin Hıristiyanlık , insanların “kötü” olarak doğduğunu öğretiyordu. Bu, hem kilisenin onlara öbür dünyada kurtuluş getirme gücünü, hem de devletin onları bu hayatta düzende tutma gücünü haklı çıkarıyordu. Ve "iyi" davranışa ilişkin fikirler yönetici sınıfın yararına göre şekillendiğinden, bu ahlak kuralları genellikle işçi sınıfından insanlara empoze edilirken, tepedekiler istediklerini yaparlar. Buna karşılık, ihtiyaçlarının karşılanmadığını hisseden ve toplumun farklı bir temelde değişmesi için baskı yapan bir sınıf, ahlaki kavramlara dair farklı yorumlar geliştirmeye başlar. Bu nedenle feodalizmin yerini kapitalizm alırken ahlaki değerlerde bir değişim yaşandı. Kapitalizmle birlikte, yalnızca çoğunluğun sömürülmesine dayanmayan, aynı zamanda herkesin ve onunla birlikte gezegenin de varlığını tehdit eden bir üretim tarzı aşamasındayız.  Bu, toplumun işleyişini engelleyen bu düzeni koruyan aynı ahlakın, kitlesel ölçekte tekrarlanan barbarlığı meşrulaştırması ve yerel düzeyde yeniden üretmesi anlamına geliyor. Her türlü kritere göre bu, “kötü”dür. Bu sistem altında sömürülenlerin mücadeleleriyse, tam tersine,  dayanışma, paylaşım ve eşitlikçilik kavramlarını öne çıkarıyor. Bu kavramlar çıkış yolunun temelini oluşturuyor ve bu, en azından iyi bir şey.

İşçi sınıfı neden tek devrimci sınıftır?

Bugüne kadar var olmuş tüm toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir.  Karl Marx ve Friedrich Engels  Marx ve Engels, Komünist Manifesto’ya böyle başlıyordu. Gerçekten de tarih boyunca kölelerden köylülere tüm yoksul sınıflar, dönemin egemenlerinin üzerindeki baskıya karşı başkaldırmış, ayaklanmış, bunlar bazen devrimlere dönüşmüştür. Peki, ezilen sınıflar zaten ayaklanıyorsa sosyalistler neden işçi sınıfı politikasında ısrar ediyor? Neden Marx ve Engels ile sonraki bütün takipçileri işçi sınıfına özel bir vurgu yapıyor ve dünyayı değiştirebilecek tek sınıfın işçi sınıfı olduğunu söylüyor? Marksizm için, kapitalizm diğer sınıflı toplumlardan farklı bir tarihsel sürece tekabül ediyor ve bu toplumda işçi sınıfı tüm zenginliğin yaratıcısı olarak özel bir kategori oluşturuyor. İşçi sınıfının diğer ezilen sınıflardan farklı olmasının çeşitli sebepleri var. Öncelikle köylü ayaklanmaları kalıcı bir birlik oluşturamıyor ve sınıfsız bir topluma doğru ilerleyemiyordu, köylüler feodal beyin elindeki toprağı ele geçirecek güce elbette sahipti ve bunu defalarca yaptılar ama mesele toprağı ele geçirdikten sonra ne yapacaklarıyla ilgiliydi. Küçük mülk sahibi olmaya çalıştığı için doğası gereği köylülük rekabetçiydi, egemene karşı bir araya gelip güç oluşturabiliyor ancak sonraki aşamada birlik olamayarak başarısız oluyordu.   Modern kapitalizmde ilk defa kalıcı bir birlik oluşturabilecek bir sınıf olarak işçi sınıfı tarih sahnesine çıktı.  Kapitalizmde sınıfsal bölünmeler bir zorunluluk değil. Bugün dünyada öylesine büyük bir zenginlik yaratılmış durumda ki tüm nüfusu beslemek ve refah koşulları içinde yaşatmak mümkün. Ancak daha da önemlisi, kapitalizm altında yaşam işçileri pek çok açıdan toplumun kontrolünü ele almaya hazırlar. Kapitalizm, nüfusun büyük çoğunluğunu kolektif davranabilecekleri, birbirleriyle yakın ilişkiler içine girebilecekleri devasa kentlerde yoğunlaştırmış durumda. Günümüzde işçi sınıfı, gerek beyaz yakalı gerek mavi yakalı olmak üzere, üretim süreçlerinin bütününe hakim ve bu süreçleri kolaylıkla kontrol edebilecek durumdadır. Kapitalizmdeki emek süreci de işçileri bir araya getirme potansiyeline sahiptir. İşçiler üretim sürecinde işbirliği yapmak zorundadır. Bu işbirliği sendikalar gibi örgütlenmeler aracılığıyla sistemin karşısına diğer ezilen sınıflardan çok daha kolektif biçimde çıkabilme yeteneği kazandırmaktadır. Kapitalizm daha önceden sınıfın parçası olmayan teknisyenler, avukatlar, akademisyenler gibi pek çok kesimi de ücretli işçiye çevirdiği için sınıf sürekli olarak genişlemektedir.  Kapitalizmin geliştirdiği teknik yenilikler de daha önceki sınıfların düşünemeyeceği düzeydedir. Özellikle iletişim teknolojilerindeki yenilikler, işçi sınıfına hem ulusal hem de uluslararası bazda kolektif örgütlenme yeteneği kazandırmıştır.  Bütün bunlar, işçi sınıfını daha önce ayaklanmış olan ezilen sınıflardan daha yetenekli kılmaktadır. Sadece sistemi hedef alma konusunda da değil, sistemi yıktıktan sonra kolektif olarak toplumun yönetimini ele alma konusunda da yetenekli kılmaktadır.  Dolayısıyla Marx’ın dediği gibi, daha önceki tarihsel hareketlerin hepsi belli bir azınlığın çıkarları doğrultusunda hareket etmiş azınlık hareketleriydi, işçi sınıfının eylemi ise toplumun büyük çoğunluğunun, toplumun büyük çoğunluğunun çıkarı için özbilinçli ve bağımsız hareketidir.  Kendisiyle beraber herkesi özgürleştirebilecek olan sınıf  Bunlar teorik düzeyde kalan saptamalar değil. Marx, teorisini bir işçi sınıfı fetişi üzerine kurmadı. Silezyalı dokuma işçilerinin eylemini görene kadar Marx için sınıf soyut bir kategoriydi, kendi çıkarları için harekete geçebileceklerini düşünmüyordu, bir grup aydının felsefe içinde yapacakları devrimlerle proletaryanın harekete geçeceğini düşünüyordu. Ancak işçilerin eylemine şahit olduktan sonra bütün anlayışı değişti ve işçi sınıfını bir özne olarak görmeye başladı.  Ardından işçi sınıfının kolektif hareketine defalarca şahit olundu. Manifesto’yu yazdıkları sırada 1848 devrimleri patlak vermek üzereydi. 20. Yüzyıl başı ise dünya savaşının yarattığı devasa yıkımın yanısıra Avrupa’dan Rusya’ya kadar uzanan bir devrimler dalgasını başlattı. İşçiler, her yerde kendi özyönetim aygıtlarını oluşturdular. Rusya’da Sovyet, Almanya’da ve İtalya’da konseyler şeklinde ortaya çıkan bu özyönetim aygıtları işçilerin nasıl bir toplum kuracağının somut kanıtlarıydı: kolektif, demokratik ve bir grup kapitalist azınlık dışında toplumun bütününü örgütleyen bir yönetim biçimi.  Yani Marx’ın dediği gibi işçi sınıfı kendi kurtuluşunu örgütlerken geri kalan tüm insanlığı özgürleştirebilecek olan tek sınıftır.  İşçi sınıfı geçmişte mi kaldı?  1970’li yılların ortalarından itibaren üretim sürecinin kısmi parçalanması ve post-fordist üretim rejiminin öne çıkmasıyla birlikte solun içinde, işçi sınıfının artık geçmişte kaldığı yönünde düşünceler ortaya atılmaya başlandı. Hatta proletaryaya “elveda” diyen yazarlar dahi oldu. Bu dönemde nükleer silahlanma karşıtlığından kadın hareketine, LGBTİ+ hareketinden ekoloji hareketlerine birbirinden ayrı başlıklarda mücadele yürüten grupların öne çıkışı ve işçi sınıfının hareketinin neoliberal saldırı karşısında örgütlülüğünün dağılmaya başlamasıyla bu kanaat giderek güçlendi.  Ancak işçi sınıfının devrimci rolü sadece geçmişte kalan bir şey değil. 1995 yazında Fransa’da grevler yapıp sokağa dökülen işçiler, bütün bu teorileri bir anda çöpe yolladı. 1999 yılında ise Seattle’dan başlayarak yukarıda bahsedilen tekil hareketleri kapitalizme karşı bir araya getiren devasa bir hareket ortaya çıktı. 2010’lu yıllarda ise bugün Arap Baharı diye adlandırılan devrim dalgasına şahitlik ettik. Tunus’tan başlayan grev ve isyan dalgası, Mısır’a, Suriye’ye ve başka ülkelere sıçradı. Özellikle Tunus ve Mısır’daki diktatörlerin devrilişinde işçi sınıfının eylemi merkezi bir rol oynadı. Bu hareketler yenilgiye uğradı ancak geride unutulmayacak bir miras bıraktı. 2020’ler de Şili’den Hong Kong’a işçilerin ve ezilenlerin kitlesel eylemleriyle başladı. Pandemi sırasında bu hareketler geriye çekilse de işçi sınıfı hâlen belirleyici bir güç olduğunu ortaya koyuyor.  Her işçi hareketi devrimci bir dönüşüm ortaya koyacak diye bir şey yok. İşçilerin tarihin her döneminde harekete geçeceklerini biliyoruz ancak sonuçlarını bilmiyoruz. Başarılı olmanın yolunun ise işçi sınıfının kendi eylemini tüm toplumu özgürleştirecek bir mücadeleye çevirmeye, işçi sınıfının bütün ezilenlerin mücadelelerini sahiplenmesini sağlayacak ve sınıfın içindekiler de dahil her türlü ayrımcılık biçimine karşı çıkacak bir politik hattı örgütleyerek hegemonik hâle gelmesini sağlamaya çalışacak bir devrimci partinin inşasında olduğunu biliyoruz. Lenin’in deyişiyle “ezilenlerin kürsüsü” olacak böyle bir sınıf partisinin inşası hâlen en önemli görev. 

Güney Afrika 1973 cephe hattı: Kitlesel grevler ve ötesi

Bu yıl, 1973 yılında Durban'da gerçekleşen kitlesel grev dalgasının 50. yıldönümünü. Konferanslar, işçi toplantıları ve sergilerle kutluyoruz. O yılın başlarında Coronation tuğla işçileri Ekim 1972'deki liman grevini takip ederek bir grevden diğerine geçen bir hareket başlattılar. O yılın Nisan ayına kadar 146 işyerinde 61.410 siyah işçinin grevde olduğu kaydedildi ve yılsonuna kadar grevcilerin sayısı 100.000'in üzerine çıktı. Bölgede ve ötesinde etkilenmeyen hiçbir işyeri kalmadı. Baskının Afrika Ulusal Kongresi'nin "neredeyse ölü" olarak görülmesine yol açtığı apartheid'ın en karanlık günlerini aşan bu ücret ayaklanması, geniş kapsamlı etkiye sahip bir direniş patlamasıyla kışla, polis, geçiş izni ve kısa süreli sözleşmeli işçilikten oluşan ucuz işgücü sistemine karşı patladı. Yükselen bu mücadele, talep edilen  insana yakışır iş ile geçim ücretinin henüz elde edilememesi nedeniyle hala durulmuş değil. Durban grevleri, apartheid'a karşı bölgesel bir işçi direnişi hareketinin parçası olarak ortaya çıktı. Namibya'da 1971'in sonları ile 1972'nin başlarında apartheid sözleşme sistemine karşı yapılan grevler buna öncülük etti. Buna karşılık olarak bazı sektörlerde ücretler son derece düşük seviyelerden  yüzde 60 oranında artırıldı. Durban'daki grevciler mevcut ücretlerinin derhal iki ya da üç katına çıkarılmasını ve kadınlar için eşit ücret talep ettiler. Bu, hiçbir kurtuluş hareketinin platformunda yer almayan somut bir toplum vizyonuydu. Mağduriyet beklentisi içindeki işçiler, işverenlerin talep ettiği gibi temsilci seçmeyi reddetmiş, bunun yerine taleplerini haykırmış, Rand-5 artışı için ellerini "çak" şeklinde kaldırmış ve işverenler daha fazlasını kabul edene kadar tavizleri alaya almışlardır. Bu doğaçlama strateji, liderliği aşağıdan korudu ve kolektif bir ses ve işçilerin vetosu ile kamu pazarlığını gösterdi. Tüm grevlerde olduğu gibi açlık grevinde de direnişin bir sınırı vardı ama aynı zamanda eşi benzeri görülmemiş fırsatlar da vardı. Birçoğu ani grevler olsa da, birçoğu daha uzun sürmüş ve güçlü bir şekilde mücadele etmiştir: grevlerin yaklaşık  yüzde 23'ü bir gün veya daha kısa sürmüş, yüzde 34'ü 1 günden fazla ile 2 gün arasında devam etmiş ve  yüzde 23'ü de 3-7 gün arasında sürmüştür. Grevciler grevleri, spontane gösterileri ve grev gözcülüğünü yasaklayan apartheid yasalarını; "ayaklanma", "Bantu çalışma düzenlemesi", "kamu düzenini bozma", "endüstriyel uzlaşma", geçiş yasaları düzenlemelerini ve sabotaj, terörizm ve diğer baskıcı yasalarla ilgili güvenlik mevzuatını görmezden geldi veya reddetti. Rıhtımlardan tuğla fabrikalarına, oradan tekstil fabrikalarına, küçük şirketlere, metal dökümhanelerine, nakliye şirketlerine, şeker fabrikalarına ve daha ileriye doğru koşarken, değişen arazi ve ivme polisi şaşırttı. Demiryolu boykotu söylentileri çıktı ve polis şafakta ilçe istasyonlarına koştu; ardından tekstil işçileri Umgeni Yolu'nda yürüyüşe geçti ve polis oraya da koştu.

Anma yazısı - Devrimci, köylü lideri: Hugo Blanco (1934 - 2023)

Perulu devrimci, köylü lideri, eski parlamento üyesi, yerli halkların hakları ve çevre için mücadele eden Hugo Blanco, kısa süren akut bir hastalık döneminin ardından hayatını kaybetti. 1934 yılında Peru'da, yerlilerin kalbinin attığı Cusco'da doğdu ve sürekli olarak oraya geri döndü. Aynı zamanda, hayatı boyunca hep yollarda oldu, çeşitli ülkelerde yaşadı, eleştirdiği iktidarlar tarafından defalarca sınır dışı edildi. Mart ayı gibi geç bir tarihte, ülkesindeki darbenin ardından yaşanan siyasi çalkantılar nedeniyle bir kez daha İsveç'e geldi. İstediği gibi, İsveç'teki iki kızı Carmen ve Maria'nın yanında öldü. Hugo uzun yıllar boyunca, önce genç bir öğrenci olarak geldiği Arjantin'de, sonra da 1950'lerin sonunda Peru'ya döndükten sonra Dördüncü Enternasyonal'e bağlı örgütlerin bir üyesi oldu. Burada Peru And Dağları'ndaki zalim, neofeodal latifundista saltanatına karşı campesino hareketine katıldı ve öncü bir rol oynadı. Köylülerin toprak talebi acımasız bir baskıyla karşılandı. Hugo silahlı öz savunma oluşumunda yer aldı. Bir çatışmada bir polis öldürüldü. Hugo askeri mahkemede yargılandı ve savcı idam cezasını savundu, ancak sonunda 25 yıl hapse mahkum edildi. Tutuklanmasının hemen ardından Hugo Blanco'nun özgürlüğü için uluslararası bir kampanya başlatıldı. Hugo'nun kendisi, hayatının tehdit altında olduğu her durumda - ki gerçekten de pek çok durum söz konusuydu - Dördüncü Enternasyonal'in onu kurtarmak için yürütülen kampanyaya öncülük ettiğini söylemiştir. İsveç'te Uluslararası Af Örgütü onu 1968'de yılın mahkumu seçti. Peru'da 1970 yılında sözde ilerici bir askeri rejimin iktidarı ele geçirmesinden sonra serbest bırakıldı ancak bir süre sonra Meksika'ya sınır dışı edildi. Şili'deki Allende döneminde Hugo oraya taşındı ancak 1973'teki askeri darbeden sonra ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Diğerleri gibi İsveç Büyükelçisi Harald Edelstam tarafından kurtarıldı ve İsveç'e sığındı. Bu, Hugo ile İsveç'teki sosyalistler, dayanışma örgütleri ve toplumsal hareketler arasında uzun bir ilişkinin başlangıcı oldu. Orada kurduğu ailesini görmek için birkaç kez geri döndü - ama aynı zamanda sınır dışı edildikten ya da Peru'da ölüm tehditlerinden kaçtıktan sonra da defalarca geri döndü. 1970-80'li yıllarda Dördüncü Enternasyonal'in Peru örgütünün de içinde yer aldığı sol cephelerin temsilcisi olarak Peru'da parlamento meclislerine seçildi. 1980 yılındaki seçimlerde başkan adayı olarak yarıştı. Meksika'daki sürgünü sırasında 1994'te Zapatista hareketinin ayaklanmasıyla tanıştı ve ondan ilham aldı. Yerli halkların geleneklerini temel alarak aşağıdan güç inşa etme yönelimleri ona ilham verdi. Hugo daha sonra Peru'daki köylü hareketindeki çalışmalarına devam etti. Hayatının son on yılında çabalarını ağırlıklı olarak yerli halkların hakları için mücadeleye ve doğal kaynakların sömürüye karşı savunulmasına adadı. Yerlilerin sorunlarına odaklanan ve halen Hugo'nun yoldaşları tarafından yayınlanmakta olan aylık Lucha Indígena (Yerli Mücadelesi) gazetesini yayınlamaya başladı. Hugo'nun sağlığı uzun yıllar boyunca zayıftı. Hapishanede, polis ve ordu tarafından pek çok kez dövülmüştü. 2002 yılında Meksika'da bir beyin ameliyatı geçirdi ve ameliyattan sonra Küba'da tedavi gördü. 2019 yılında İsveç'i ziyaret etti ve Covid pandemisi nedeniyle seyahat kısıtlamaları nedeniyle ziyareti uzadı. Kötüleşen sağlığına rağmen Greta Thunberg ve Fridays For Future ile iklim gösterilerine katıldı ve İsveç, Norveç, Finlandiya ve Rusya'nın kuzey bölgelerinde yaşayan yerli bir halk olan Sami örgütlerinden aktivistlerle bir araya geldi. Hugo Blanco siyasi mücadelelerde taviz vermedi ve kendisine sunulan ayrıcalıklara ne teslim oldu ne de ikna oldu. Örneğin, 1970'lerin başında askeri rejimin yarım yamalak toprak reformuna katılma tekliflerini tamamen reddetti. Parti ve hareketlerde kendi kendini atayan liderlere karşı çıktı. Hugo, hareketlerin günlük çalışmalarına pratik olarak dahil olmanın ve ilgili herkesi dinlemenin önemini vurguladı. Ayrıca insanlara ulaşma ve onları ikna etme konusunda da ender rastlanan bir niteliğe sahipti. Askeri mahkemede gardiyanlara hitaben yaptığı konuşmada onlarla üst makamlar arasında net bir fark yarattığını açıklaması buna bir örnektir. Hapishanede tutulduğu süre boyunca ve duruşma sırasında, gardiyanları kendisine fazla sempati duymaya başladıkları için defalarca değiştirilmek zorunda kalmıştır. Dünya siyasetinin dramatik anlarında hazır bulundu ve her mücadeleden stratejik dersleri bizlere aktarmayı başardı. Bu yılın Nisan ayında Kırmızı Oda Yayıncıları, Derek Wall'un Hugo Blanco - yaşam için bir devrimci adlı kitabının çevirisi olan Hugo'nun biyografisini İsveççe olarak yayınladı. Yayınevinde kitapla ilgili olarak çalışan bizler, kitabın Hugo'nun eline geçmesi için zamanında bitirilmiş olmasından özellikle memnunduk. Haziran ayı başında Stockholm'de düzenlenen kitap lansmanında, Hugo'nun Uppsala kentindeki hastane yatağından zoom bağlantısıyla militan bir selamlama ile katılması orada bulunan herkes için yoğun bir an oldu. Lansmanda kızları Hugo'nun kendi hayatlarında ve ortak siyasi çalışmalarında ne anlama geldiğini anlattılar. Kızlarından Maria, sunumunu 1960'larda Peru'daki köylü hareketi ve Hugo Blanco ile her zaman özdeşleşecek olan sloganla bitirdi: Tierra o Muerte! Toprak ya da ölüm

(Kitap) Duncan Hallas - Konuşmacı, yazar, savaşçı

Hallas teorisyenliğinin yanı sıra yaşam boyu aktivistlik yapmıştır. Phil Webster, yeni çıkan Boyun Eğmez Devrimci: Duncan Hallas adlı kitabı tanıtıyor.* Merhum Duncan Hallas, Tony Cliff ve yaklaşık 30 kişiyle birlikte 1950 yılında İngiltere'de küçük bir anti-Stalinist Marksist grubun kurucu üyesiydi. Bu grup daha sonra bugünkü Sosyalist İşçi Partisi'ne (SWP) dönüştü. Bu harika kitap, Duncan'ın seçme yazılarının yanı sıra başkaları tarafından kendisi ve fikirleri hakkında yazılmış bölümleri de içeriyor. Duncan benim en sevdiğim siyasi konuşmacıydı.  Toplantılarda fevkalade bir kesinlik ve keskinlikle konuşurdu. Bu kitap bana bu ifade netliğinin konuşmalarında olduğu kadar yazılarında da geçerli olduğunu hatırlattı. Alex Callinicos bir yazısında şöyle demişti: "Duncan için akademik Marksizmin soyutlamaları ve belirsizlikleri söz konusu değildi. Kısa ve özlü cümlelerle noktalanmış sade bir İngilizce ile yazardı." Paul Foot ise "İster yazarken ister konuşurken olsun, tanıdığım en tutarlı sosyalistti" diyordu. Marx şöyle yazmıştı: "Filozoflar dünyayı sadece yorumladıla, asıl mesele onu değiştirmektir." Ve Duncan kesinlikle onu değiştirmeye çalıştı. Teorisyen, konuşmacı ve yazar olmasının yanı sıra yaşamı boyunca bir aktivist oldu. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra 1946'da Mısır'daki İngiliz ordusunda askerlerin terhis edilip evlerine gönderilmeyi talep ettikleri bir isyanda rol oynaması buna bir örnektir. Marx gibi Duncan'ın da sosyalist devrime bakışı "işçi sınıfının kendi kendini özgürleştirmesi" şeklindeydi. Yani, çoğunluğun kolektif ve demokratik bir şekilde iktidarı sömürücü kapitalist azınlığın elinden alma hareketi anlamına geliyordu. Demokrasi ve sosyalizmin birbirinden ayrılamaz olduğuna dair bu inanç, Duncan'ın sözde "komünist" devletleri hiçbir şekilde gerçekten sosyalist ya da Marksist olarak görmediği anlamına geliyordu. Leon Troçki'nin ortodoks takipçileri de Sovyetler Birliği'ni eleştirmiştir. Ancak onlar Troçki'nin Joseph Stalin yönetimindeki Rusya'nın "yozlaşmış bir işçi devleti" olduğu görüşünü takip ediyorlardı. Duncan, Troçki'nin bu konuda işçi demokrasisi ve işçi iktidarına odaklanmaktan uzaklaştığını savunanlardan biriydi. Duncan'ın işçilerin kendi kurtuluşlarını sağlamaları konusundaki ısrarı devrim görüşünden kaynaklanıyordu. Marx'ı izleyerek devrimin gerekli olmasının iki nedeni olduğunu söylüyordu. Birincisi, egemen sınıfın ekonomi, medya ve devletin baskıcı mekanizmaları üzerindeki kontrolü yoluyla demokratik olmayan gücüdür. Bu durum sosyalizme giden her türlü parlamenter yolu kapatmaktadır. İkinci olarak da, işçilerin fikirleri sınıf mücadelesi sürecinin kendisi sayesinde değişir ve sosyalist argümanlara açık hale gelirler. Eminim Duncan sınıf mücadelesinde son dönemde yaşanan canlanmayı görse çok memnun olurdu. Ancak bu mücadelelerin sendikaları yöneten bürokratlar tarafından bastırılması tehlikesine de dikkat çekerdi. Son bir nokta. Bu kitap sadece Duncan'la tanışmış olan benim gibi "eski tüfek" sosyalistlere yönelik değil. Kitabın arkasında yazdığı gibi, "olağanüstü bir yaşama övgü ve yeni kuşaklara Duncan'ın çalışmaları aracılığıyla devrimci sosyalizm anlayışlarını zenginleştirmeleri ve derinleştirmeleri için bir çağrı". * Boyun Eğmez Devrimci: Duncan Hallas, Bir Saygı Duruşu - Alex Callinicos, Sheila McGregor, John Rudge ve Dave Sherry'nin denemeleriyle Duncan Hallas'ın çalışmalarının bir derlemesi. Bookmarks 2023

Geri 1 2 3 4 5 6 7 İleri

Bültene kayıt ol