İşçi sınıfının devletin ve patronlar sınıfının saldırılarına vereceği yanıtları güçsüzleştiren temel sorunu sendika bürokrasisidir. Ocak-Şubat ayında yaklaşık 110 fiilî grev olmuş ve sağlıkçıların eylemleriyle beraber on binlerce işçi harekete geçmişken, çeşitli kitlesel sendika konfederasyonları harekete geçmemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Hatta Genel-İş içinde genel merkezin Ek Protokol talebini dile getiren Kadıköy Belediyesi iş yeri temsilcisi işçileri tasfiye etmesi gibi eğilimler daha vahim örnekler. Sadece harekete geçmemekle kalmıyor, harekete geçilmesini talep eden öncü işçileri sendikalardan tasfiye etmeyi planlıyor. Hareketin mücadele içerisinde bu zaaftan kurtulup kurtulamayacağı çoğu kez mücadelede yer alan işçilerin tabandaki gücüne, öfkesinin yaygınlığına ve derinliğine, kazanma azmine, tabanda öncü işçiler ağının içinde etkili olan sendika bürokratlarından bağımsız sosyalistler ağının var olup olmadığına bağlıdır. İşçiler çoğu kez, olağan mücadele anlarında, toplu sözleşme dönemlerinde umutlarını, kendi çıkarlarını savunacağını düşündükleri tek gerçek güç olarak gördükleri sendikalara, dolayısıyla sendika yöneticilerine bağlamış durumdaydılar.
1980’ler ve 1990’larda birçok işçi eyleminde işçiler, “hükümet istifa”dan sonra sık sık, sendika başkanlarına hitaben “silkele başkan düşecekler” ve “başkan seninle ölüme de gideriz” sloganlarını atıyorlardı. Sendika başkanları, özellikle işçi mitinglerinde işçilerin bu kitlesel ruh halini şova çevirmek konusunda oldukça maharetlidir. Bu manevrayla işçilerin heyecanlarının sözcülüğüne soyunma “görevini” layıkıyla becerebilmesi, sendika yöneticilerinin, sendikal bürokrasinin mücadele misyonu ve varlık nedeni açısından belirleyicidir.
Madalyonun iki yüzü
Sendikacılar, işçilerin nefretlerini odakladıkları patronlara ve hükûmete yönelik saldırgan rollerini oynayarak işçi sınıfının eyleminin sertleşmesi durumunda hareketin “önderliğini” yapmayı güvence altına alırlar. Çoğu kez de bu güvenceye dayanarak, alabildiğine sıradan bir önderlikle dahi taleplerini kazanabilecek, buna hazır olduğunu eylemlere katılımı ve mücadele ısrarıyla gösteren işçi sınıfını sakinleştirmeyi ve sınıf hareketinin önünü kesmeyi başarabilmektedirler.
Aslında patronlarla işçiler arasında duran ama bu arada konumlarını emekten yana bir görüntü ve propaganda ile gizleyen sendika bürokratları, işçi düşmanı gerçek yüzlerini gizlemeyi ancak işçilerle patronlar sınıf mücadelesinin açık kutuplaşması içinde yüz yüze gelene kadar başarabilirler. Bu açık kutuplaşma sendika bürokratlarının gizleneceği tüm kapı arkalarını anlamsızlaştırır. İşçi sınıfının kendisine yönelen saldırılara karşı topyekûn bir hareketi günün sorunu olur.
Bürokrasiyi işlevsiz kılmak
Bu topyekûn hareket, işçilerin çıkarlarını savunduğunu iddia eden her düzeydeki işçi örgütünün, doğrudan kitle eyleminin açılıp genişleyeceği kanallar işlevini görmek üzere görev başına gelmelerini zorlar. İşte böylesi anlar en çok sendika bürokratlarını rahatsız eder. Çünkü gerçek görevleri emekten yana görünerek burjuvaziye hizmet olan sendika yöneticileri, tüm safların berraklaştığı böylesi dönemlerde teşhir olmaya başlar. Söyleyecekleri bir söz, alacakları bir karar, işçi sınıfı açısından ne berbat bir şey olduklarını bir anda açığa vurabilir. Eylem dönemleri bürokratların diken üstünde oturdukları dönemlerdir. Sendika bürokratlarının canını sıkan bu mücadele anları, burjuvazi ya da devlet açısından sendika yöneticilerinin en gerekli olduğu dönemlerdir. Sendikacılar, işçi sınıfına saldırıların tam cepheden yöneltildiği bu gibi dönemlerde, işçilerin üzerindeki geleneksel etkilerini kullanarak olası işçi kabarmalarını engelleyebilirlerse ya da “gerektiği zaman” etkisini azaltmak ve önünü kesmek için bu kabarmaların başını kesebilirlerse patronlar ve devlet açısından görevlerini yerine getirmiş olurlar.
1987 yazında Netaş işçileri tarafından tetiklenen işçi eylemlerinin yaygınlaşması, bu eylemlerin Türk Metal sendikasını bile Seydişehir’de üç aylık bir grev örgütlemek zorunda bırakması, 1988 yılında SEKA grevi ve bir dizi eylemle 1989 yılının kamu toplu sözleşmelerine işçilerin üzerindeki ölü toprağını atarak girmesinin üzerinden yepyeni ve beklenmedik bir hareket şekillendi. Bahar Eylemleri bu hareketliliğinin niteliksel olarak sıçrama yaptığı aşamanın adıdır. Hareket Türk-İş liderliğinin birleşik davranmaya ve gelmiş geçmiş en işçi düşmanı siyasetçilerden olan Turgut Özal’ın işçi “mali disiplini bozmama” bahanesiyle işçilere kırıntı bile vermemeye çalışan politikaları karşısında geri çekilmemeye zorladı. Sonucunda aşırı sağcı sendika bürokrasisinin hareketi satmasını, hareketin dev boyutları engelledi. Sendikal bürokrasinin panzehrinin, işçi sınıfının aşağıdan ve yığınsal mücadelesi olduğu bir kez daha görüldü.
Putin, Ukrayna’yı işgal gerekçesi olarak “denazifikasyon ve demilitarizasyon” açıklaması yaptı. Ukrayna’da, Rusofobik ve Donbas’ta soykırım suçu işleyen bir Nazi rejimi olduğunu iddia etti ve Rusya’ya saldırma hazırlığı içerisinde olan Ukrayna ordusunu yok etmek zorunda olduklarını söyledi. Yakın tarihteki, ABD’nin Irak işgali için söylediği “kitle imha silahları var” yalanından sonra en büyük yalanına tanıklık ettik hep birlikte. Ancak bu büyük yalanın Türkiye’de maalesef alıcısı var. Başta Birgün yazarı Merdan Yanardağ olmak üzere bir dizi yazar ve örgüt bu yalana sahip çıkıyor. Elbette kanıt olarak ileri sürdükleri şeyler ise ya Rusya’nın resmi yalanları ya da gerçekliğin ters yüz edilmiş ve abartılmış halleri. Ancak tartışma var olduğu için Ukrayna’da neo-Nazilerin durumuna açıklık getirmek gerekiyor ki bu yazının amacı da bu.
Ukrayna’nın işgal tarihi
Ukrayna 1917 Ekim devriminin ardından Bolşeviklerin, Halkların Kendi Kaderini Tayin Hakkı kapsamanda bağımsız bir devlet olarak tanındıktan sonra beyaz orduların istilasına uğramış ve iç savaşın bir parçası olmuştu. Sonra da sovyet rejimi kurularak SSCB içerisinde kalmıştı. Ancak Stalin döneminde bütün diğer sosyalist cumhuriyetlerin özerklikleri kaldırıldı ve hepsi zorla SSCB’ye bağlandı.
1928’de iktidarı kendi elinde toplayan Stalin’in başlattığı zorla kolektifleştirme döneminde Ukrayna’nın ürettiği tahıllara el kondu. Bunun sonucunda Holodomor adı verilen büyük kıyımda 3 milyondan fazla Ukraynalı açlıktan hayatını kaybetti. 1936-38 arası Büyük Temizlik diye geçen dönemde ise Stalin tarafından tüm SSCB’de yüzbinlerce sağ ve sol muhalif katledilmişti. Bu dönemde Ukrayna’da da Komünist Partisi üyesi 170 bin komünist öldürüldü veya dağıtıldı. Bu parti üyelerinin yüzde 37’sine denk geliyordu ve içerisinde bütün bir yönetici kadro da vardı.
Ukrayna daha sonra II. Dünya Savaşı’nın en büyük muharebe alanına döndü. Moskova için Ukrayna Batıdan gelecek bir saldırıya karşı tampon bölge ve ülke derinliği anlamına geliyordu. Stalin için Ukrayna’nın anlamı bundan ibaretti. Hitler saldırdığında büyük bir savaş başladı Ukrayna topraklarında. Stepan Bandera liderliğindeki Ukraynalı Naziler o dönem Hitler ile işbirliği yaparak bir kez daha bağımsız Ukrayna’yı ilan ettiler. Ama Ukraynalılar kısa sürede Nazilerin Stalin’den bile beter olduğunu anlayarak direnişe destek verdiler. 900 bin Ukrayna Yahudisi soykırıma uğradı. Nazilere karşı başlayan direnişte toplamda 8 milyon kadar Ukraynalı hayatını kaybetti.
Naziler yenildikten sonra, Ukrayna bir kez daha doğrudan SSCB ordusunun kontrolüne ve baskısı altına girdi. Sıkı bir Moskova kontrolü oluşturuldu. Moskova’yı eleştiren herkese Nazi işbirlikçisi Stepan Bandera’nın takipçisi anlamında Banderit suçlaması getirilir oldu.
1990’da SSCB dağılırken Ukraynalılar için bir kez daha özgür olma fırsatı doğmuştu. Neredeyse 70 yıldır Rus işgali altında yaşayan ve milyonlarca insanını, entelektüelini, komünist muhalifini savaşa ve Moskova’ya kurban vermiş olan Ukrayna’da hemen her geç milliyetçilik örneğinde olduğu gibi Rusya karşıtı olan aşırı milliyetçiler böylece ilk kez siyaset sahnesine çıkma fırsatı da bulacaklardı. Ukrayna’da SSCB yönetimi sırasında yaşanan büyük katliamlar nedeniyle bugün 30 kadar Stepan Bandera anıtı ve dört de anısına yapılan müze bulunuyor.
Maidan hareketleri
Ukrayna 1989’dan beri üç büyük toplumsal hareket yaşadı. İlki 1990’da SSCB henüz dağılmamışken yaşandı. Maidan (Kiev’deki meydan) öğrenciler tarafından özgürlük talebiyle işgal edildi. Hızla genişleyen eylemler sonucu ülkede bağımsızlık referandumu yapıldı. Katılımın yüzde 84 olduğu referandumda ülkenin her bir şehrinde, Donetsk ve Luhansk dahil, yüzde 80 üzeri ezici çoğunlukla bağımsızlığa evet oyu çıktı. Bunun tek istisnası Kırım oldu. Kırım yüzde 54 ile en düşük bağımsızlık için evet oyu kullanan yer oldu. Fakat devlet kapitalizmi yerine kurulan yeni rejim olan piyasa kapitalizmi, milyonların hayatını daha da kötüleştirdi.
Ukrayna’da, SSCB sonrası tüm diğer devletlerde de uygulandığı gibi “Şok Terapisi” uygulandı. 40 milyar dolarlık bir IMF kurtarma paketi verildi ve anlaşmanın bir parçası olarak devlete ait 342 işletme özelleştirildi, maaş ve emeklilik kesintileri ile birlikte kamu sektörü istihdamı yüzde 20 oranında azaltıldı, sağlık hizmetleri özelleştirildi ve kamu eğitimine yapılan yatırımlar azaltılarak üniversitelerinin yüzde 60'ı kapatıldı. 1993-1995 arasında yıllık enflasyon yüzde 2 bin gibi olağanüstü bir düzeydeydi. Elbette bunun sonucu eski “komünist” üst düzey bürokratların bir kısmının ve yakın çevrelerinin ülkeyi yağmalayan oligarklar olarak ortaya çıkması oldu.
Ülkenin sanayileşmiş doğusu, Rusça konuşanların yoğunluğu ve Rusya ile yoğun ticaretin de bir sonucu olarak bağımsızlıktan sonra hemen hep Rusya destekli partilere oy verdi. Batısı ise daha fazla ekonomik ilişkilerinin olduğu AB ve ABD yanlısı partileri destekledi. Ülke Zelenski seçilene değin hep geniş bir siyasi bölünmüşlük tablosu sergiliyordu.
Yolsuzluk, yoksulluk (Avrupa’nın en yoksul ikinci ülkesi bugün Ukrayna) ve toplumsal eşitsizlikler nedeniyle Ukrayna halkı iki defa daha ayaklandı. İlki 2004 yılında Rusya destekli, muhalifleri şiddetle ezen iktidara karşı yaşandı. Batı yanlısı ve Putin karşıtı başkan adayı Yuşçenko’nun seçim kampanyası yapmasına engeller çıkaran hükümet daha da ileri giderek Yuşçenko’yu zehirledi, ama hayatta kalmayı başaran Yuşçenko başlattığı Maidan hareketi ile tekrarlanan seçimleri kazandı. İkincisi ise iktidarlar değişse de ülkede değişmeyen yoksulluk ve yolsuzluk rejimine karşı 2013 sonunda yaşandı. Bugün Putin’in Ukrayna’da faşist darbe gerçekleşti dediği olay bu son halk isyanı ve sonrasında kurulan hükümetler. Putin bu dönemde Donbas’ta Rus azınlığa soykırım yapıldığını iddia ediyor.
2013-2014 sonrasında neo-nazilerin durumu
Bugün Ukrayna’da çok sayıda neo-Nazi partisi ve paramiliter grup var. Fakat bu durum Ukrayna’ya özgü değil. Kapitalizmin sürekli bir krizler sistemi haline geldiği dönemde kaçınılmaz olarak ABD, Almanya ve daha birçok Batı ülkesi için de aşırı sağın durumu tehdit edici bir gerçeklik olarak duruyor. Ukrayna’da bugün Svoboda (önceki adı Sosyal-Nasyonal Parti), Sağ Sektör, Beyaz Çekiç, C14, Bratstvo gibi kimisi son derece küçük olan neo-Nazi grupları ile Azov Taburu, Dnipro, Donbas, St. Marry Taburu gibi kimisi İçişleri Bakanlığı’na bağlı Ulusal Muhafız birlikleri içine alınan silahlı paramiliter gruplar bulunuyor. Çatışma ve şiddet dönemlerinde etki gücünü artırabilen bu gruplar siyasette ise Putin’in iddialarının aksine aynı güce sahip değil. Ancak Donbas çatışmalarındaki rolleri ve daha sonra Trump döneminde ABD’nin Rusya etkisine karşı savaşan neo-Nazi güçlere verdiği destek de akılda tutulması gereken bir gerçeklik.
2004 Maidan işgali ile başlayan ve Batı medyasının Turuncu Devrim dediği olayların ardından devlet başkanı seçilen Viktor Yuşçenko 2010 yılında Nazi işbirlikçisi Stepan Bandera’yı “Ukrayna Kahramanı” olarak ilan etmişti. Seçimlerin hemen öncesinde gerçekleşen bu milliyetçi-popülist hamle hiç bir işe yaramadı. Yuşçenko 2010’daki başkanlık seçiminde sadece yüzde 5 oy alabildi. Seçimleri Rusya yanlısı Yanukoviç’in Bölgeler Partisi yüzde 35 oy alarak kazandı.
1991’de kurulan ve hiç bir zaman yüzde 1 dahi oy alamayan neo-Nazi, Svoboda Partisi 2010 seçimlerinden sonra başlattığı yaygın yolsuzluk karşıtı kampanya ile 2012 parlamento seçimlerinde ilk kez yüzde 10 oy alacaktı. Ancak neo-Nazilerin sokak hareketi olarak kendilerinden söz ettirmeleri ve kısa bir süre iktidar koalisyonunun parçası olmaları 2014’te olacaktı.
2004 halk isyanından sonra geçen zamanda Ukrayna ekonomisi toparlanmadı, yolsuzluklar ve eşitsizlikler devam etti. 2013 yılı sonunda halk bir kez daha Maidan’ı işgal ederek ayaklandı. Putin destekli devlet başkanı Yanukoviç’in Avrupa Birliği ile Ortaklık Anlaşması’nı imzalamayı reddetmesi üzerine Avrupa Birliği (AB) üyeliğini savunan kesimler sokağa çıkmaya başladı. Yolsuzluk ve ekonomik sıkıntılardan mustarip olan ülkede halkın ve özellikle gençlerin önemli bir kesimi için AB daha şeffaf ve demokratik bir yönetim ve daha iyi bir ekonomi anlamına geliyordu. Yanukoviç’in yanıtı ise çok kanlı oldu. Bu sefer polisin gerçek mermiler ve hatta sniper denilen keskin nişancı ateşiyle Maidan’daki kalabalığa ateş etmesiyle başlayan katliamın ardından neo-Nazi gruplar polis güçleriyle çatışarak öne çıkmaya başladı. Faşist Svoboda (Özgürlük) Partisi üyeleri ve henüz kurulmuş olan bir diğer faşist parti Sağ Sektör’ün üyeleri polisle çatışarak polis şiddetine karşı sivil protestocuları koruyan bir görüntü veriyordu. Polis ateşi başladıktan sonra bu gruplar Maidan öz savunma birlikleri kurmuş ve polise karşılık vermişti. Olaylar sırasında bazı hükümet binalarına, parlamentoya ve Bölgeler Partisi merkezine de saldırmışlardı.
Protestoların ardından hükümet istifa etti, yerine Arseniy Yatsenyuk liderliğinde bir hükümet kuruldu. Bu bir geçici iktidardı ve birkaç partinin kurduğu bir koalisyon hükümetinden oluşuyordu. 2012 seçimlerinde yüzde 25 ile ikinci olan Yatsenyuk’un Batkivshchyna partisi, yüzde 14 ile üçüncü olan merkez sağ UDAR ve yüzde 10,5 oy almış olan faşist Svoboda partisi geçici bir koalisyon kurdular. Ekim ayında ülkeyi seçime götürmek üzere iş başı yapan Yatsenyuk kabinesinde koalisyon ortağı Svoboda Partisi’nin üç Nazi üyesi bakanlık elde etti.
Yatsenyuk koalisyon ortaklarıyla sorun yaşayarak seçimlerden önce istifa etti ve yeni bir milliyetçi-muhafazakar parti kurdu; Halk Cephesi. Bu parti 2014 seçimlerinde yüzde 22 oy alarak birinci oldu. Tekrar hükümet kurdu ve 2 yıl iktidarda kaldı. Faşist Svoboda’nın oyları ise bu seçimde yüzde 4,7’ye geriledi. Bakanlıklarını kaybetti.
Maidan hareketi aslında halkı Nazi Partileri’nden uzaklaştırmıştı. 2014 seçimlerinde Svoboda’nın oy oranı 2012 seçimlerine kıyasla yarı yarıya düşmüştü. Bir diğer faşist parti Sağ Sektör ise yüzde 1,8 alarak parlamentoda sadece 1 koltuk kazanmıştı. 2019 seçimlerinde ise neredeyse tamamen silineceklerdi.
Azov Taburu ve Donbas’ta soykırım iddiası
Euromaidan da denilen Maidan işgali sonrası iktidar devrildikten hemen sonra Kırım parlamentosu Rus askerleri tarafından basıldı ve hızla referanduma gidildi. Bağımsızlık referandumunda, Kırım halkının yüzde 96 ile bağımsızlığa ve bağımsız Kırım’ın Rusya Federasyonuna dahil olmasına evet dediği duyuruldu.
Kırım ilhak edildikten sonra Donetsk ve Luhansk bölgelerinden oluşan ve nüfusun yarısının Rus etnik grubundan oluştuğu Donbas’ta Ukrayna ordusu ile Rusya destekli gruplar ve hatta doğrudan Rus askerleri arasında çatışmalar başladı. İki bölge de bağımsızlık ilan etti. Ukrayna hükümeti bunu tanımayarak “terörizme” karşı bir savaş başlattı. Donbas’ta Rusya yanlısı ayrılıkçılarla başlayan çatışmalar sürecinde Sağ Sektör içerisinden çıkan ve antisemit bir Nazi olan Andriy Biletsky’nin kurduğu Azov Taburu bu dönemde Nazilerden bir gönüllü savaşçı grubu olarak oluştu. Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesinin ve Donbas’ta çatışmaların başlamasının ardından Mayıs 2014’te kurulan bu Nazi paramiliter grup Ukrayna hükümetinin Eylül ayında yeni Ulusal Muhafız Birlikleri’ni kurarak bu taburu da içerisine alması üzerine resmi bir statü kazandı, fakat aynı zamanda devlet kontrolüne de alındı. Azov Taburu’nun merkezi Mariupol şehri oldu. Şu anda da Rus birliklerinin en şiddetli saldırıyı gerçekleştirdiği kent durumunda Mariupol ve kentteki Rus işgaline karşı direnişte bu tabur da rol oynuyor. Rusya’nın Ukrayna işgali başlamadan önce taburun 1000 askeri olduğu söyleniyordu.
Azov Taburu çok net bir Nazi grubu olarak Ukrayna’nın başta Yahudiler olmak üzere tüm diğer aşağı ırklardan temizlenmesi gerektiğini söylüyor. Ancak pratikte ülkenin “ayrılıkçı” Rus etnik gruplarına karşı saldırılar düzenlediği bir gerçek.
1995’te neo-Nazi Svoboda’yı kurmazdan önce Sosyal-Nasyonal Parti üyesi olan, eski milletvekili Tyahnybok, 2004’te Ukrayna’nın “Moskovit-Yahudiler”in elinde olduğunu söylüyordu. O dönem Nazi grupları içerisindeki ayrılıklardan sonra kurulan Sağ Sektör ise 2014’te Azov Taburu’nu kuracaktı. Azov Taburu’nun İçişleri Bakanlığı’na bağlı Ulusal Muhafızlara bağlanması üzerine taburu kuran Nazi siyasi liderler ayrılarak seçimler için yeni bir Nazi partileri cephesi kursa da Tabur, Nazi paramiliterler için odak olmaya devam etti. Soufan Merkezi’nin 2019 Mart’ında Azov Taburu hakkında hazırladığı raporda, Birliğin Avrupa’daki neo-Nazi gruplardan ilgi gördüğü ve çok sayıda neo-Nazi’nin Birliğin kamplarına katılarak savaş eğitimi alıp ülkelerine geri döndüğü yer alıyordu.
Euromaidan döneminde Maidan öz savunma birlikleri içerisinde yer alan, polise karşı silahla direnen bir dizi neo-Nazi’nin Donbas çatışmaları başladığında buradaki Ulusal Muhafız birlikleri içerisine alınan Dnipri ve Azov Taburu gibi neo-Nazi taburlarına katıldığı biliniyor. Öte yandan Rusya’nın da karşı tarafa asker ve özel paralı askerler gönderdiği ve yine aşırı sağcı Rus paramiliterlerin savaşa katıldığı da bir başka gerçek.
Donbas’taki çatışmaları sona erdirmek üzere uluslararası müzakerelerin yapıldığı Minsk görüşmeleri döneminde Donbas’ta 2014-2015’te 14 bin civarı kişi çatışmalarda hayatını kaybetti. Bu sayının büyük kısmı savaşan tarafların askerleriydi. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği'nin 2021 verilerine göre 2014’ten bu yana Donbas bölgesinde 3 bin kadar sivil hayatını kaybetti. Geri kalan 11 bin kişi iki taraftan silahlı gruplara aitti. Ancak yaşananların Rusya’nın iddia ettiği gibi bir soykırım olduğuna dair her hangi bir uluslararası gözlemci raporu bulunmuyor. Üstelik ölümlerin çok büyük bir kısmı 2014-2015 yıllarında yaşandı. 2017-2021 arasında Donbas’ta sadece 167 kişinin çatışmalar nedeniyle hayatını kaybettiği açıklanmıştı. Yani Putin soykırımla mücadele edecekse o dönem (2014-15) tavır alması gerekiyordu.
Fakat Poroşenko iktidarının Rusya yanlısı ayrılıkçıları bahane ederek 2014 sonlarında LGBTİ’lere, Rus azınlığa ve mütecilere saldıran Azon Taburu için “en iyi savaşçılarımız” diyen açıklamalar yapması, 2015’te Rusça eğitimin yasaklanması, ülkenin doğusunda Rusça konuşan toplumsal kesimleri Kiev’den daha da uzaklaştırdı.
Zelenski dönemi
2019 Başkanlık seçimlerinde genç bir Yahudi aktör olan Zelenski seçimleri yüzde 73 oyla kazandı. Zelenski’nin seçim sonuçları onyıllar sonra ilk kez hem batı hem doğu Ukrayna’da aynı adayın kazandığı bir seçim sonucunu ortaya çıkardı. Zelenski hem Rusça hem Ukraynaca konuşan, oligarklarla ilişkisi olmayan, barışçıl ve yolsuzluk karşıtı bir kampanya ile başkan seçilmeyi başardı. Seçim sonuçları aslında Ukrayna toplumunun kutuplaşmadan ve çatışmadan bıktığının, değişim istediğinin bir göstergesiydi.
Zelenski’nin kazanmasının ardından Nazi grupları Zelenski’yi ölümle tehdit etmişti. Dört faşist partinin bir araya gelerek çıkardıkları başkan adayı Ruslan Koshulynskyi oyların sadece yüzde 1,6’sını alabildi, bu partilerin kurduğu koalisyon ise 2019 parlamento seçimlerinde (başkanlık seçimlerinden birkaç ay sonra yapılmıştı) Svoboda partisi altında birleşik bir liste ile seçimlere girerek oyların sadece yüzde 2,7’sini alabildi. Böylece Ukrayna’nın faşist partiler cephesi, yüzde 5 barajını aşamadıkları için tek bir milletvekili dahi çıkaramadı.
Aldıkları oy oranları 2019’da iyice düşen ama Azov Taburu gibi askeri birliklerde hala silahlı faşist üyeleri olan neo-Naziler aslında bir Yahudi’nin, Zelenski’nin başkan olmasından hiç memnun olmadı. Azov Taburu kurucusu Biletsky seçimlerin ardından açıkça “bir Yahudi liderliğindeki aşağı ırka (Untermenschen) karşı” binlerce militanı harekete geçireceğini söyledi. Sağ Sektör kurucularından Yaroş ise seçimlerden birkaç hafta sonra “eğer Zelenski ihanet edecek olursa sadece koltuğunu değil hayatını da kaybeder” dedi. Ancak Zelenski, Minsk görüşmelerinin gereklerini yerine getirmedi, ayrılıkçı grupları terörist ilan ederek müzakereden uzak durdu ve en kötüsü de 2021’in Aralık ayında Sağ Sektör lideri ve Yahudi düşmanı Dmikri Yaroş'a parlamentoda gerçekleştirilen bir seremoni eşliğinde “Ukrayna Kahramanı” nişanı verdi ve onu Genel Kurmay Başkanı danışmanı olarak atadı.
Dolayısıyla Zelenski döneminde de neo-Nazilere bazı tavizler verildi ve Donbas konusunda ayrımcı uygulamalar yapıldı. Fakat yine de Zelenski iktidarı 2014 sonrasında neo-Nazilerin en güçsüz olduğu dönem. Yani Putin’in denazifikasyon iddiası seçim sonuçlarına bakıldığında dahi boş bir yalandan ibaret. Ukrayna’da neo-Nazilerin 2019’dan beri milletvekili yok. Toplumsal desteği çok sınırlı olan Nazilerin, paramiliter grupları ve ordu içerisinde Azov Taburu gibi birlikleri olması Ukrayna’nın uzun süreli bir savaş sahası haline gelecek olursa gerçekten yükselen bir tehdit oluşturma potansiyelini barındırıyor. Unutmamalı ki Naziler, polisin göstericilere ateş açması sonucu ilk kez devletle çatışmaya girerek paramiliter gruplarını oluşturmuş ve Azov Taburu ilk kez Donbas savaşı nedeniyle kurulmuştu. Şimdi de Ukrayna’nın işgalinin uzaması Nazi savaşçılarının tek disiplinli ve ideolojik direniş gücü olarak savaştan beslenen siyasi hareket olma potansiyelini barındırıyor. Faşizmin tarihi her zaman faşistlerin savaştan, çatışmadan beslendiğini ve bu dönemlerde yükselerek gerçek bir tehdit olabildiğini bize gösteriyor.
Putin’in yalanları, bahaneleri bir kenara dursun, eğer tüm iddialar doğru olsaydı dahi Ukrayna’nın işgaline karşı çıkmak gerekiyor. Faşizme karşı mücadele, başka ülkelerin faşist devletleri işgal etmesi ile verilemez. Faşizm, kapitalizmin bir sonucudur ve ancak o ülkede verilecek anti-kapitalist bir sınıf mücadelesi ile yenilebilir. Aksi takdirde faşizmi değil faşist bir orduyu yenmiş olursunuz sadece. Günümüzde tüm dünyada faşizmin yükselişte olmasının nedeni bu. Hitlerin orduları yenildi ama kapitalizm ve felaketleri kaldı. Horkheimer’ın II. Dünya Savaşı döneminde dediği gibi “Kapitalizm’den söz etmek istemeyen kişi, faşizm kelimesini ağzına almamalıdır.”
Faşist bir rejim bir başka devlet tarafından işgal edilecek olursa nasıl tavır almak gerektiği konusunda 1938 yılında Troçki, Matteo Fossa’ya verdiği röportajda şu çarpıcı açıklamaları yapıyordu:
“En basit ve açık örneği alacağım. Brezilya’da şu anda bütün devrimcilerin sadece nefretle bakabileceği yarı faşist bir rejim hüküm sürüyor. Şimdi İngiltere’nin Brezilya ile askeri bir çatışmaya girdiğini varsayalım. Sizce işçi sınıfı bu çatışmada hangi tarafta yer alırdı? Ben şahsen bu durumda 'demokratik' Büyük Britanya’ya karşı 'faşist' Brezilya’nın tarafında yer alırım. Neden? Çünkü aralarındaki bu çatışmada sorun demokrasi ya da faşizm sorunu olmayacaktır. Şayet İngiltere kazanırsa, Rio de Janerio’ya başka faşistleri yerleştirecek ve Brezilya’yı çifte zincire vuracaktır. Öte yandan eğer Brezilya kazanırsa ülkenin ulusal ve demokratik bilincine büyük bir itki verecek ve Vargas diktatörlüğünün devrilmesine yol açacaktır. İngiltere’nin yenilgisi aynı zamanda Britanya emperyalizmine darbe indirecek ve Britanya proletaryasının devrimci hareketi için bir itici kuvvet olacaktır. Doğrusu, birinin dünyadaki karşıtlıkları ve askeri çatışmaları demokrasi ve faşizm arasındaki mücadeleye indirgemesi için boş kafalı birisi olması gerekir. Tüm maskelerin altından sömürücüleri, köle sahiplerini ve haydutları nasıl ayırt edeceğimizi bilmemiz gerekir."
Bu örnekte Brezilya yerine faşist bir Ukrayna’yı koyalım ve demokratik İngiltere yerine Putin Rusya’sını koyalım. Putin’in en korktuğu şeyin kendi içinde onbinleri bulan savaş ve rejim karşıtları olduğu çok açık. Üstelik Rusya demokratik olmadığı gibi Rus neo-Nazilerinin de son derece güçlü olduğu ve Putin’i desteklediği bir ülke. Aynı zamanda da Gürcistan’da, Belarus’ta, Kazakistan’da ve Suriye’de halk isyanlarını bizzat asker ve silah göndererek kanlı şekilde bastırmış gerici, emperyalist bir ülke. Yenilmesi hem içeride hem Rusya etkisindeki ülkelerde kitle hareketlerini ortaya çıkaracaktır.
Özdeş Özbay
SSCB döneminde komünist partisi üyesi ve KGB ajanı olan Putin, savaş konuşmasında 1917’deki işçi devriminin liderlerinden Vladimir Lenin’i, Rus olmayan halkları şımartmakla ve Çarlık Rusya’sında ezilen halkların bağımsızlık isteklerini – onun deyimiyle “milliyetçiler” - cesaretlendirmekle suçladı. Rus olmayan halkların ağır baskı altında tutulduğu Stalinist SSCB’yi övdü.
Putin’in bu düşmanlığına şaşmamak gerek. Tarihte zafere ulaşan ilk işçi devriminin hükümeti, Rus devrimci sosyalist Lenin’in formüle ettiği ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını uygulayarak, yüzlerce yıldır despot Çarlık rejimi altında yaşayan halkların kendi geleceklerine karar vermesinin önünü açtı.
Ukrayna kendi yolunu seçti ve bağımsız bir cumhuriyet kuruldu. Rus despotizminin ağır baskısı altındaki ülkede her zaman milliyetçi akımlar hâkim olsa da liderliğini anarşist Mahno’nun yaptığı güçler, 1918’de Batı emperyalizminin kuşatmasında ve Çarlık rejimine bağlı güçlerin başlattığı iç savaşta Kızıl Ordu ile birlikte mücadele etti.
Başta gönüllü işçilerden oluşan Kızıl Ordu, tek bir ülkeye devrimin dıştan ve içten kuşatılmasıyla birlikte düzenli orduya dönüşürken Mahno bunu kabul etmedi. Taraflar çatıştı, iki yıllık bir özgürleşme deneyiminin ardından yüzlerce yıllık anlaşmazlıkları çözmek için zaman kalmadı. Rusya’daki işçi devleti yozlaşırken Lenin’in hayatındaki son mücadelesi, büyük Rus şovenizminin partide belirmesi üzerine Stalin ve temsil ettiği milliyetçi Rus bürokrasisine karşı olmuştur.
Stalinist Putin, Lenin’e düşmandır. Çünkü Lenin halkların hapishanesini yıkan ve eşitlik getiren işçi devriminin liderlerindendir. Ulusal baskıya karşı tek eşitlikçi çözüm olan ezilen halkların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi hakkı zorbalığa değil, iknaya dayalıdır.
(Dosya) Savaşı durdurun
Türkiye kapitalizminin krizi, iktidar blokunun yönetememesi yani siyasi krizle birleşirken, dayanılmaz hayat ve çalışma koşullarına karşı işçiler birçok işkolunda birleşiyor. Ortak talepleri kazanmak için mücadele ediyor.
Kapitalizmin tarihi boyunca işçilerin patronlarla mücadelesi hep sürdü. Patronların birden fazla örgütlenmesi, devletin ve hükümetlerin her zaman onları kollamasına karşı işçiler sendikaları kurdu.
Sendikalar işçilerin en geniş kesimlerinin örgütlenmesidir. Ücret başta olmak üzere tüm hakların kazanılması için işçiler birleşmelidir. Tarihte ve bugün işçilerin güçlü sendikalarda bir araya gelmesine ihtiyacımız var. Ve bu sendikaların işyeri örgütlenmelerine dayanmaları, kendilerine aidat verip haklarını savunmasını bekleyen tabanın çıkarları, talepleri ve istekleri doğrultusunda mücadele etmeleri gerekir.
Sendikaların bölünmüşlüğü ve zayıflığı
Türkiye’deki duruma bakıldığında sendikalı işçiler bir azınlık. Üstelik bu azınlık birden fazla konfederasyona ve bağımsız sendikalara bölünmüş durumda. Sendikalı işçiler kamu sektöründe yoğunlaşırken, büyük çoğunluğun çalıştığı özel sektörde sendikal örgütlenme son derece zayıf.
Bunun iki temel nedeni var:
- En önemli neden Türkiye kapitalist sınıfının sendika düşmanlığıdır. 12 Eylül generalleri, İstanbul sermayesinin talepleri doğrultusunda özel sektör örgütlenmesini (DİSK) yok etti ve sonraki onlarca yılda egemen sınıf için sendika karşıtı bir gelenek oluşturdu. Her hükümet gibi AKP iktidarı da antidemokratik iş yasalarını, grev yasaklarını ve işçileri bölmek için türlü taktikleri uyguladı.
- Sanayi işçilerinin örgütlenmesi zorla dağıtılırken, ortaya bugünkü çoğu kamuda azı - ki bunlar Türkiye’nin en büyük sanayi fabrikalarıdır - özelde (Türk Metal) örgütlendi. DİSK yeniden örgütlense de metal iş kolu dışındaki geniş kesimlere ulaşabilmiş değil. En fazla işçinin örgütlendiği sendikalar aralarında bölünmüş, birbiriyle rekabet eden, kendi varlık koşullarını sürdürerek yetinme tavrı içinde.
Bugün şiddetli bir kriz, hayat pahalılığı, eriyen ücretler ve tanınmayan haklar/hakları bastırma girişimlerinin ortasında sendikal örgütlenmedeki mevcut statüko bir dizi sonuca yol açıyor:
- Sendikalı işçilerin çoğu, kendi sendika yönetimlerine kızgın. Haklarını savunmadıklarını düşünüyor. 2022 sözleşmelerinde, enflasyonun altındaki sefalet zamlarına atılan imzalara öfkeli.
- Özel sektörde çalışan sendikasız işçiler ise birleşiyor ve mücadele ediyor. Kendi haklarını savunacak sendikalar arıyor. Bağımsız sendikalar kuruluyor ve işçiler buralarda örgütlenmeye davet ediliyor.
- İnsanca ücret mücadeleleri patronların kırma girişimlerine karşı sürerken, devlet, hükümet ve egemen sınıfa karşı işyerlerinde, iş kollarında baştan aşağı örgütlenmiş güçlü sendikal örgütlenmeler olmadan kazanmayacağımız da görülüyor.
Sendika yönetimlerine karşı nasıl tavır almalı?
Sendikacılar işçiler arasında seçilen kişiler olsa da işyerinden kopup, aidatlarla finans edilen birer profesyonel olduğu andan itibaren tabandan kopuyor. Antidemokratik delegelik sistemi bu kopuşu kalıcı hale getiriyor. İster sağcı ister solcu olsun, her biri sendika bürokratı oluyor. Patronlarla işçiler arasında pazarlıkları yürütürken, eğer işçiler mücadele etmezse her zaman işi masada bitirmek istiyorlar.
Fakat bu tek yönlü bir ilişki değil. Sendika üyesi işçiler olmadan, sendika ve yönetimleri var olamaz. İşçiler işyerinde birleşip mücadeleye atıldığında sendika yöneticisinin karşısında iki tercih vardır: Ya taban inisiyatifini dinleyip mücadele edecek, ya da koltuğunu kaybedecek. Yani çok kızdığımız sendikacıların tepedeki uzlaşmalarını, tabandaki işçiler kararlı bir mücadeleyle engelleyebilir. Sendikayı örgütsüz işyerlerine ve iş kollarına taşıyabilir.
Sosyalistler ne savunuyor?
Sosyalistler, yöneticilerinin görüşlerine bakmaksızın, patronlara karşı tüm sendikaları destekler. Ayrı sendikalar kurmazlar, mevcut sendikaların birleşmesini, en azından bugün gerekli olan ortak platformlar kurarak (sağlık emekçilerinin yaptığı gibi) birlikte mücadele yürütmesini isterler.
Sendika bürokrasisine karşı tek çözüm işyeri örgütlenmelerinin/temsilciliklerinin işletilmesi ve tabandaki işçilerin talepleri konusunda sendika yönetimlerine baskı yapılmasıdır.
Birleşip mücadeleye atılan fakat henüz sendikalı olmayan, birçok farklı sendika ile karşılaşan işçilere önerimiz, bugün birçok fabrikada yapıldığı gibi işçi komiteleri/birlikleri kurmaları. Gerçekten haklarını savunacak, en fazla işçiyi temsil edebilecek sendikalarda örgütlenmeleri. Hiçbir zaman mücadeleyi salt sendika yönetimlerine bırakmamaları.
Melike Işık, yayınlanmasının üzerinden 174 yıl geçen Komünist Manifesto’nun hem içinden çıktığı koşullara nasıl ayna tuttuğunu hem de bugünü anlamamızda neden hâlâ önemini koruduğunu tartışıyor.
Zilan Akbulut ve Ozan Tekin, Marksist geleneğin en önemli teorisyen ve aktivistlerinden ve Ocak 1919’da savaş yanlısı sosyal demokratlar ve sağcılar tarafından katledilen Rosa Luxemburg’un mücadele mirasını inceliyor.
Hrant Dink cinayeti göz göre göre geldi. Devlet görevlilerinin yalnızca bilgilerinin olduğu değil, birçoğunun bizzat örgütlenmesine katkıda bulunduğu bir cinayetti. Genelkurmay, MİT, İstanbul Valiliği onu çağırıp tehdit ettiler. Faşist gruplar Agos’un önünde gösteriler yaptı. Tutarlı bir enternasyonalist solcu olmasına rağmen, sert milliyetçi siyasi zemin içerisinde defalarca “Türklüğü aşağılamak” suçundan yargılandı. Mahkemelerinde aşırı sağcılar hedef gösterdi, ona ve arkadaşlarına fiziksel saldırılarda bulunuldu. Yaşamını yitirdiği gün yazdığı yazıda, ruh hâlinin güvercin tedirginliğini anlatıyor, ancak 2007 yılının zor geçeceğini tahmin etmesine rağmen kalıp mücadele edeceğini söylüyordu.
Hrant Dink, egemen sınıfın yönetim mekanizmasının tüm kanatlarının içerisinde olduğu bir planın sonucunda 19 Ocak 2007 günü, Agos gazetesinin önünde, 17 yaşındaki bir faşist katil tarafından öldürüldü. 14 yıllık yargılama sürecinde kâh kamera kayıtları “bulunamadı”, kâh cinayeti işleyen “örgüt” bulunamadı. İktidarın siyasi ajandasına göre suçlu kâh Ergenekon oldu, kâh FETÖ. Devlet Denetleme Kurulu’nun yürüttüğü incelemenin sonucunda “Dink’in yaşam hakkının korunmasında ağır kamu hizmeti kusuru vardır” ifadelerine yer veriliyordu. Ancak bir türlü Dink ailesi avukatlarının istediği türden bir yargılama yapılamadı. Dink hakkında linç örgütleyenlerle ilgili sağlıklı bir süreç yürütülmedi ve Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz, Oktay Yıldırım gibiler hakkında kovuşturmasızlık kararı oluşturuldu. Sorumluluğu tartışılan devlet kurumlarının mahkemelere verdikleri beyanlar ile yetinildi. Cinayette sorumluluğu olan İstanbul Valilik görevlileri ile İstanbul ve Trabzon MİT Bölge Başkanlığı görevlileri soruşturulmadı, yalnızca iki tanesinin şüpheli sıfatı ile ifadesi alındıktan sonra kovuşturmasızlık verildi. İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü ve görevlileri hakkında iddianame bile düzenlenmedi. Ailenin avukatlarından Hakan Bakırcıoğlu, tüm bunların sonucunda şöyle diyordu: “Davanın kapsamını ve sınırlarını belirlemeye çalışan, cinayeti tüm yönleri ile yargılamaya konu etmeyeceğini ortaya koyan Mahkemenin oluşturacağı kararının müdahil taraf olarak bizim için de davaya duyarlı olan toplum kesimleri için de ikna edici olmayacağını bu tarih itibari ile beyan etmekteyiz.”
Dink’in mücadelesi
15 yıldır adalet arayan bizler için, Ermeni devrimci Hrant Dink’in verdiği mücadeleyi anlatmak ve bugünün özgürlükçü aktivistlerine taşımak son derece önemli. Ermeni Soykırımı’ndan sonra on yıllar boyunca devam eden inkâr politikaları, onu destekleyen yalan mekanizmaları, 1990’lara geldiğinde iflas etmeye başlıyordu. Bunda öncü rol 1996 yılında Hrant Dink ve arkadaşları tarafından çıkarılmaya başlanan Agos gazetesindeydi. Hrant Dink zaten gençliğinden itibaren sol örgütlerin içinde yer almış, hayatı boyunca demokrasi için mücadele etmişti. Agos’la birlikte Türkiye’deki Ermeni toplumunun sorunlarını dile getiriyor ve tabuların yıkılmasını, konuşulmayanların konuşulmasını sağlıyordu.
1915, Türkiye siyasetindeki iki anaakım çizginin, hem Kemalist geleneğin hem de muhafazakâr sağ geleneğin üzerinde milliyetçi temellerde anlaştığı bir konuydu. Türkiye devletinin temelleri bu büyük acının üzerinden şekillenmiş, ilkel sermaye birikimini sağlayan bir mülk gaspı yaşanmıştı. Böylesi büyük bir toplumsal travmayı devletin inkâr politikası yok saymış, görünmez kılmıştı. Hrant Dink’in başını çektiği mücadele, bu karanlık perdeyi yırtıp attı.
Dink için mücadele
Bu enternasyonalist mücadele, devasa bir miras bıraktı. Öyle ki, Dink’in cenazesinde İstanbul’da yüz binler sokağa çıktı. “Hepimiz Ermeni’yiz” diyerek Türkiye devletinin tarih tezine, tüm varlık sebebine meydan okuyorlardı. Öyle ki, cinayeti tasarlayanların bir kısmı, cenaze yürüyüşünden sonra “Operasyon başarısız oldu” diye yazıyorlardı. Bu devasa kalabalık, önce “Ermenilerden özür diliyorum” imza kampanyasının, ardından 2010 yılından itibaren Taksim’de yapılmaya başlanan 24 Nisan anmalarının yolunu açtı. Büyük yüzleşme mücadelesi, Hrant Dink’ten devralınarak sürdürülüyordu.
Diğer yandan Hrant Dink için adalet mücadelesi de dur durak bilmedi. 14 yıl boyunca her dava öncesi Hrant’ın Arkadaşları adliye önünden sesini yükseltti. 19 Ocaklarda binler Agos’un önünde buluştu. Avukatlar sık sık, sınırlı da olsa yürüyen davanın ve soruşturmaların bu adalet arayışının ürünü olduğuna vurgu yapıyorlardı. Şimdi 19 Ocak geliyor. Bir kez daha eski Agos binasının önünde olacağız. Hrant için adalet için.
Enternasyonalizm
Marksizmin en temel özelliklerinden birisi, uluslararası işçi sınıfının çıkarlarının teorisi olmasıdır. Farklı uluslardan patronlara karşı farklı uluslardan işçilerin kardeşliğini, soyut bir barışçıl temenni olarak değil, sömürülenlerin mücadelesinin somut bir gerekliliği olarak savunuruz. Hem 24 Nisanlarda hem 19 Ocaklarda verdiğimiz mücadele, işte bu anlayışın bir sonucudur.
“Hepimiz Ermeni’yiz” diye çıkan her ses, Türkiye’de işçileri patronların hakimiyetine sokan en temel ideolojiye, milliyetçiliğe vurulmuş büyük bir darbedir. Bu ses büyüdükçe, bugünlerde hayat pahalılığı ve yoksulluk karşısında büyük bir öfke duyan tek tek işçilerin kendileri için bir sınıf hâline gelmeleri mümkün olacaktır.
Dolayısıyla Hrant Dink için adalet arayışı yalnızca demokrasinin gelişmesi, özgürlüklerin tesis edilmesi için değil; aynı zamanda Türkiye’de sınıf mücadelesinin gelişimi için de gerek şarttır. Bu mücadeleyi büyütmek için, tüm dostlarımızla ve yoldaşlarımızla kol kola, “Faşizme inat kardeşimsin Hrant” demek için bir kez daha Şişli’de buluşalım…
52 yıl önce Salvador Allende Şili Cumhurbaşkanı seçildi. Geçtiğimiz hafta da Gabriel Boric cumhurbaşkanı seçildi. Allende ABD destekli bir darbeyle üç yıl sonra devrildi. Sophie Squire’ın, umudu korkuya dönüştürenin ABD ve ordudan daha derin sorunlar olduğunu tartıştığı bu makalesi güncelliğini koruyor. Bu tartışma bugün de Şili’nin kaderinde önemli bir yer tutuyor.
Otoriter yönetimin emekçi sınıflara dayattığı fakirlik ve kötü yaşam koşullarına öfke, her geçen gün büyüyor. İşçi hareketi içinde bu gidişatın nasıl tersine çevrileceği tartışılıyor.
Bu tartışmayı uluslararası işçi hareketinin deneyimlerinden yola çıkarak sürdürmek, bugün kapitalistlere ve iktidara karşı haklarını savunmak isteyen işçilerin sıfırdan başlamamasına yardımcı olabilir.
Sendikaların işyeri örgütlenmesi
Merkezileşmiş eli sopalı bir iktidar, sayısız patron örgütlenmesi, onların borazanı olan hâkim medya gibi sermaye silahları karşısında işçilerin kendilerini savunabilmeleri, görüş-parti farkı gözetmeksizin işyerlerinde birlik olmaları, örgütlenmeleri ve ortak talepleri için mücadeleden geçer.
Sendikayı etkin bir mücadele örgütü yapan yegâne özellik işyeri örgütlenmesidir. Sendikanın örgütlü olduğu iş yerlerinde, işyeri temsilciliği tüm işçilerin demokratik tartışma yürüttüğü ve karar aldığı bir organa dönüştüğü takdirde taban inisiyatifi oluşur.
Bugün çoğu kişi sendika yönetimlerine kızıyor, onları korkaklıkla suçluyor. Bazı sendikacıların işçileri göz göre göre satması sanki bir kadermiş gibi algılanıyor. Asıl sorun sendikal örgütlenmenin gerçek gücünün var olduğu yerdeki örgütlenmelerin zayıflığı, harekete geçirilmemesi, işyerleri arasında bağlantı kurulamamasıdır. Işyeri örgütlenmesi ve temsilciliklerin çalıştırılması karşısında hiçbir sendika yöneticisi kolayca koltuğunda oturamaz.
1989-1991 Bahar eylemlerinin en önemli dersi, sendikaların işyeri örgütlenmelerine ve onların koordinasyonuna dayanmasıdır. Bu öylesine yaygın bir harekete dönüşmüştür ki Türk-İş’in 12 Eylül darbesiyle gelen tüm uzlaşmacı yöneticileri gitmiş, yerine genç mücadeleci sendikacılar gelmiştir. Protesto eylemleri ve grevler sonucunda, darbecilerin tırpanladığı ücretler 12 Eylül öncesi durumuna getirilebilmiştir. Bu hareket sayesinde büyük sınıf mücadeleleri 1996’ya kadar sürdü.
Bugün de ihtiyacımız olan sendikaların işyeri örgütlenmelerinin etkin ve belirleyici hale gelmesidir. Tüm işçilerin katılımıyla demokratik bir şekilde ortak tutumun belirlenmesi, işyerleri arasındaki koordinasyon sağlanarak birlikte davranılmasıdır.
Işyeri temsilciliklerinin taban inisiyatifi olarak örgütlenmesi sendikal bölünmüşlüğü ve rekabeti pratikte aşacaktır. Aynı sektörde aynı işleri yaptığı halde Türk-İş ya da DİSK üyesi olan işçiler, işyeri temsilciliklerinin koordinasyonu sayesinde birlikte irade gösterebilecektir.
Taban örgütleri
İşçi sınıfının ortak taleplerini savunma mücadelesinden doğan tek örgütlenme sendikalar değildir.
Kapitalistlerin azgın saldırıları karşısında ve sendikaların etkili olmadığı durumlarda, işçiler kendi taban örgütlerini yaratarak bu saldırılara karşı koymuş ve sınıfı birleştirmişti. Bu taban örgütlerinin en bilineni 1905 ve 1917 devrimlerinde Rusya’da ortaya çıkan sovyetler (yani işçi konseyleri) ve bunların üzerinde yükseldiği fabrika komiteleridir.
Rusya’da sendikalar devlet tarafından kurdurulmuştu. Tabandaki tüm işçileri demokratik tartışma ve karar alma ile birleştiren bu komiteler sayesinde tarihin en baskıcı devletlerinden biri olan Çarlık yıkılırken, ekmeği bulunamaz hale getiren savaş ekonomisine son verilmiştir.
20. yüzyıldan bir başka önemli deneyse İspanya’da faşist Franco diktasına karşı mücadele eden işçilerin kurdukları İşçi Komisyonları’dır.
1936’daki işçi devrimini boğmayı başaran faşist Franco 1950’lerin ortasından itibaren yeni bir ücret sistemi getirmişti. Bu şiddetli bir yoksulluğa yol açarken, mevcut sendika devlet sendikasıydı. İşçiler çözümü 1960’ların başında buldu. İşçi Komisyonları, İspanya’nın bütün bölgelerine yayıldı. Özyönetim ve özdenetim organı olarak bütünüyle demokratik bir taban örgütlenmesi olan İşçi Komisyonları, devlet tarafından yasa dışı ilan edilse de işçilerin doğrudan demokratik katılımıyla iş yerlerinde örgütlendi, taleplerini duyurmayı ve etkin grevler örgütlemeyi başardı. Franco’nun bir avuç kapitalisti ihya etme girişimi, bu taban örgütlenmelerinin merkezinde olduğu grev hareketleriyle engellenmiştir.
Sadece Rusya ve İspanya değil. 20. yüzyılda yaşanan büyük işçi hareketleri ve devrimlerin merkezinde komite, komisyon, konsey, sovyet, şura gibi farklı isimlerle ortaya çıkan taban örgütleri vardır.
Peki ya Türkiye’de?
Türkiye’de işçi hareketi, bazı dönemler yasaklı, çoğu dönem kısıtlı olsa da sendikalar etrafında gelişmiştir.
Sendikaların işyeri örgütlenmeleri güçlü ve etkin kullanıldığı, taban inisiyatifinin ortaya çıktığı anlarda en sağcı sendikalar bile grev yapmış ve sokağa çıkmıştır.
Taban örgütlenmelerine en yakın deney ise işyerlerinde grev sırasında oluşturulan grev komiteleridir. Grev komiteleri, taban örgütlerinin nüvesini içinde taşır.
İşçi mücadelesi, tepeden alınan kararlarla gelişmez. Tüm sendikal hareketin ve taban örgütlerinin deneyimine bakıldığında, başarılı ve kazandırıcı olanın, işyerlerinde tüm işçilerin faydalı işbirliği olduğu görülüyor.
Bugün mücadeleden yana her işçi, işyerindeki arkadaşlarını ikna etmeli ve herkesle birlikte hareket etmeli.
Her sendikalı işçi, işyeri örgütlenmelerinin taban inisiyatifi temelinde örgütlenmesi için çalışmalı.
Tabandaki demokratik tartışmalar sonucu belirlenen ortak talepler içinde sendikalar etkin mücadeleye zorlanmalı.
İşçilerin gücü, tam da sömürüldükleri yerdedir. Üretimden gelen gücün kullanılması için taban inisiyatiflerini büyütelim.