Milliyetçilerle enternasyonalistler arasındaki ayrım: Paramaz ve yoldaşlarını anıyoruz

Güney Afrika 1973 cephe hattı: Kitlesel grevler ve ötesi

Bu yıl, 1973 yılında Durban'da gerçekleşen kitlesel grev dalgasının 50. yıldönümünü. Konferanslar, işçi toplantıları ve sergilerle kutluyoruz. O yılın başlarında Coronation tuğla işçileri Ekim 1972'deki liman grevini takip ederek bir grevden diğerine geçen bir hareket başlattılar. O yılın Nisan ayına kadar 146 işyerinde 61.410 siyah işçinin grevde olduğu kaydedildi ve yılsonuna kadar grevcilerin sayısı 100.000'in üzerine çıktı. Bölgede ve ötesinde etkilenmeyen hiçbir işyeri kalmadı. Baskının Afrika Ulusal Kongresi'nin "neredeyse ölü" olarak görülmesine yol açtığı apartheid'ın en karanlık günlerini aşan bu ücret ayaklanması, geniş kapsamlı etkiye sahip bir direniş patlamasıyla kışla, polis, geçiş izni ve kısa süreli sözleşmeli işçilikten oluşan ucuz işgücü sistemine karşı patladı. Yükselen bu mücadele, talep edilen  insana yakışır iş ile geçim ücretinin henüz elde edilememesi nedeniyle hala durulmuş değil. Durban grevleri, apartheid'a karşı bölgesel bir işçi direnişi hareketinin parçası olarak ortaya çıktı. Namibya'da 1971'in sonları ile 1972'nin başlarında apartheid sözleşme sistemine karşı yapılan grevler buna öncülük etti. Buna karşılık olarak bazı sektörlerde ücretler son derece düşük seviyelerden  yüzde 60 oranında artırıldı. Durban'daki grevciler mevcut ücretlerinin derhal iki ya da üç katına çıkarılmasını ve kadınlar için eşit ücret talep ettiler. Bu, hiçbir kurtuluş hareketinin platformunda yer almayan somut bir toplum vizyonuydu. Mağduriyet beklentisi içindeki işçiler, işverenlerin talep ettiği gibi temsilci seçmeyi reddetmiş, bunun yerine taleplerini haykırmış, Rand-5 artışı için ellerini "çak" şeklinde kaldırmış ve işverenler daha fazlasını kabul edene kadar tavizleri alaya almışlardır. Bu doğaçlama strateji, liderliği aşağıdan korudu ve kolektif bir ses ve işçilerin vetosu ile kamu pazarlığını gösterdi. Tüm grevlerde olduğu gibi açlık grevinde de direnişin bir sınırı vardı ama aynı zamanda eşi benzeri görülmemiş fırsatlar da vardı. Birçoğu ani grevler olsa da, birçoğu daha uzun sürmüş ve güçlü bir şekilde mücadele etmiştir: grevlerin yaklaşık  yüzde 23'ü bir gün veya daha kısa sürmüş, yüzde 34'ü 1 günden fazla ile 2 gün arasında devam etmiş ve  yüzde 23'ü de 3-7 gün arasında sürmüştür. Grevciler grevleri, spontane gösterileri ve grev gözcülüğünü yasaklayan apartheid yasalarını; "ayaklanma", "Bantu çalışma düzenlemesi", "kamu düzenini bozma", "endüstriyel uzlaşma", geçiş yasaları düzenlemelerini ve sabotaj, terörizm ve diğer baskıcı yasalarla ilgili güvenlik mevzuatını görmezden geldi veya reddetti. Rıhtımlardan tuğla fabrikalarına, oradan tekstil fabrikalarına, küçük şirketlere, metal dökümhanelerine, nakliye şirketlerine, şeker fabrikalarına ve daha ileriye doğru koşarken, değişen arazi ve ivme polisi şaşırttı. Demiryolu boykotu söylentileri çıktı ve polis şafakta ilçe istasyonlarına koştu; ardından tekstil işçileri Umgeni Yolu'nda yürüyüşe geçti ve polis oraya da koştu.

Anma yazısı - Devrimci, köylü lideri: Hugo Blanco (1934 - 2023)

Perulu devrimci, köylü lideri, eski parlamento üyesi, yerli halkların hakları ve çevre için mücadele eden Hugo Blanco, kısa süren akut bir hastalık döneminin ardından hayatını kaybetti. 1934 yılında Peru'da, yerlilerin kalbinin attığı Cusco'da doğdu ve sürekli olarak oraya geri döndü. Aynı zamanda, hayatı boyunca hep yollarda oldu, çeşitli ülkelerde yaşadı, eleştirdiği iktidarlar tarafından defalarca sınır dışı edildi. Mart ayı gibi geç bir tarihte, ülkesindeki darbenin ardından yaşanan siyasi çalkantılar nedeniyle bir kez daha İsveç'e geldi. İstediği gibi, İsveç'teki iki kızı Carmen ve Maria'nın yanında öldü. Hugo uzun yıllar boyunca, önce genç bir öğrenci olarak geldiği Arjantin'de, sonra da 1950'lerin sonunda Peru'ya döndükten sonra Dördüncü Enternasyonal'e bağlı örgütlerin bir üyesi oldu. Burada Peru And Dağları'ndaki zalim, neofeodal latifundista saltanatına karşı campesino hareketine katıldı ve öncü bir rol oynadı. Köylülerin toprak talebi acımasız bir baskıyla karşılandı. Hugo silahlı öz savunma oluşumunda yer aldı. Bir çatışmada bir polis öldürüldü. Hugo askeri mahkemede yargılandı ve savcı idam cezasını savundu, ancak sonunda 25 yıl hapse mahkum edildi. Tutuklanmasının hemen ardından Hugo Blanco'nun özgürlüğü için uluslararası bir kampanya başlatıldı. Hugo'nun kendisi, hayatının tehdit altında olduğu her durumda - ki gerçekten de pek çok durum söz konusuydu - Dördüncü Enternasyonal'in onu kurtarmak için yürütülen kampanyaya öncülük ettiğini söylemiştir. İsveç'te Uluslararası Af Örgütü onu 1968'de yılın mahkumu seçti. Peru'da 1970 yılında sözde ilerici bir askeri rejimin iktidarı ele geçirmesinden sonra serbest bırakıldı ancak bir süre sonra Meksika'ya sınır dışı edildi. Şili'deki Allende döneminde Hugo oraya taşındı ancak 1973'teki askeri darbeden sonra ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Diğerleri gibi İsveç Büyükelçisi Harald Edelstam tarafından kurtarıldı ve İsveç'e sığındı. Bu, Hugo ile İsveç'teki sosyalistler, dayanışma örgütleri ve toplumsal hareketler arasında uzun bir ilişkinin başlangıcı oldu. Orada kurduğu ailesini görmek için birkaç kez geri döndü - ama aynı zamanda sınır dışı edildikten ya da Peru'da ölüm tehditlerinden kaçtıktan sonra da defalarca geri döndü. 1970-80'li yıllarda Dördüncü Enternasyonal'in Peru örgütünün de içinde yer aldığı sol cephelerin temsilcisi olarak Peru'da parlamento meclislerine seçildi. 1980 yılındaki seçimlerde başkan adayı olarak yarıştı. Meksika'daki sürgünü sırasında 1994'te Zapatista hareketinin ayaklanmasıyla tanıştı ve ondan ilham aldı. Yerli halkların geleneklerini temel alarak aşağıdan güç inşa etme yönelimleri ona ilham verdi. Hugo daha sonra Peru'daki köylü hareketindeki çalışmalarına devam etti. Hayatının son on yılında çabalarını ağırlıklı olarak yerli halkların hakları için mücadeleye ve doğal kaynakların sömürüye karşı savunulmasına adadı. Yerlilerin sorunlarına odaklanan ve halen Hugo'nun yoldaşları tarafından yayınlanmakta olan aylık Lucha Indígena (Yerli Mücadelesi) gazetesini yayınlamaya başladı. Hugo'nun sağlığı uzun yıllar boyunca zayıftı. Hapishanede, polis ve ordu tarafından pek çok kez dövülmüştü. 2002 yılında Meksika'da bir beyin ameliyatı geçirdi ve ameliyattan sonra Küba'da tedavi gördü. 2019 yılında İsveç'i ziyaret etti ve Covid pandemisi nedeniyle seyahat kısıtlamaları nedeniyle ziyareti uzadı. Kötüleşen sağlığına rağmen Greta Thunberg ve Fridays For Future ile iklim gösterilerine katıldı ve İsveç, Norveç, Finlandiya ve Rusya'nın kuzey bölgelerinde yaşayan yerli bir halk olan Sami örgütlerinden aktivistlerle bir araya geldi. Hugo Blanco siyasi mücadelelerde taviz vermedi ve kendisine sunulan ayrıcalıklara ne teslim oldu ne de ikna oldu. Örneğin, 1970'lerin başında askeri rejimin yarım yamalak toprak reformuna katılma tekliflerini tamamen reddetti. Parti ve hareketlerde kendi kendini atayan liderlere karşı çıktı. Hugo, hareketlerin günlük çalışmalarına pratik olarak dahil olmanın ve ilgili herkesi dinlemenin önemini vurguladı. Ayrıca insanlara ulaşma ve onları ikna etme konusunda da ender rastlanan bir niteliğe sahipti. Askeri mahkemede gardiyanlara hitaben yaptığı konuşmada onlarla üst makamlar arasında net bir fark yarattığını açıklaması buna bir örnektir. Hapishanede tutulduğu süre boyunca ve duruşma sırasında, gardiyanları kendisine fazla sempati duymaya başladıkları için defalarca değiştirilmek zorunda kalmıştır. Dünya siyasetinin dramatik anlarında hazır bulundu ve her mücadeleden stratejik dersleri bizlere aktarmayı başardı. Bu yılın Nisan ayında Kırmızı Oda Yayıncıları, Derek Wall'un Hugo Blanco - yaşam için bir devrimci adlı kitabının çevirisi olan Hugo'nun biyografisini İsveççe olarak yayınladı. Yayınevinde kitapla ilgili olarak çalışan bizler, kitabın Hugo'nun eline geçmesi için zamanında bitirilmiş olmasından özellikle memnunduk. Haziran ayı başında Stockholm'de düzenlenen kitap lansmanında, Hugo'nun Uppsala kentindeki hastane yatağından zoom bağlantısıyla militan bir selamlama ile katılması orada bulunan herkes için yoğun bir an oldu. Lansmanda kızları Hugo'nun kendi hayatlarında ve ortak siyasi çalışmalarında ne anlama geldiğini anlattılar. Kızlarından Maria, sunumunu 1960'larda Peru'daki köylü hareketi ve Hugo Blanco ile her zaman özdeşleşecek olan sloganla bitirdi: Tierra o Muerte! Toprak ya da ölüm

(Kitap) Duncan Hallas - Konuşmacı, yazar, savaşçı

Hallas teorisyenliğinin yanı sıra yaşam boyu aktivistlik yapmıştır. Phil Webster, yeni çıkan Boyun Eğmez Devrimci: Duncan Hallas adlı kitabı tanıtıyor.* Merhum Duncan Hallas, Tony Cliff ve yaklaşık 30 kişiyle birlikte 1950 yılında İngiltere'de küçük bir anti-Stalinist Marksist grubun kurucu üyesiydi. Bu grup daha sonra bugünkü Sosyalist İşçi Partisi'ne (SWP) dönüştü. Bu harika kitap, Duncan'ın seçme yazılarının yanı sıra başkaları tarafından kendisi ve fikirleri hakkında yazılmış bölümleri de içeriyor. Duncan benim en sevdiğim siyasi konuşmacıydı.  Toplantılarda fevkalade bir kesinlik ve keskinlikle konuşurdu. Bu kitap bana bu ifade netliğinin konuşmalarında olduğu kadar yazılarında da geçerli olduğunu hatırlattı. Alex Callinicos bir yazısında şöyle demişti: "Duncan için akademik Marksizmin soyutlamaları ve belirsizlikleri söz konusu değildi. Kısa ve özlü cümlelerle noktalanmış sade bir İngilizce ile yazardı." Paul Foot ise "İster yazarken ister konuşurken olsun, tanıdığım en tutarlı sosyalistti" diyordu. Marx şöyle yazmıştı: "Filozoflar dünyayı sadece yorumladıla, asıl mesele onu değiştirmektir." Ve Duncan kesinlikle onu değiştirmeye çalıştı. Teorisyen, konuşmacı ve yazar olmasının yanı sıra yaşamı boyunca bir aktivist oldu. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra 1946'da Mısır'daki İngiliz ordusunda askerlerin terhis edilip evlerine gönderilmeyi talep ettikleri bir isyanda rol oynaması buna bir örnektir. Marx gibi Duncan'ın da sosyalist devrime bakışı "işçi sınıfının kendi kendini özgürleştirmesi" şeklindeydi. Yani, çoğunluğun kolektif ve demokratik bir şekilde iktidarı sömürücü kapitalist azınlığın elinden alma hareketi anlamına geliyordu. Demokrasi ve sosyalizmin birbirinden ayrılamaz olduğuna dair bu inanç, Duncan'ın sözde "komünist" devletleri hiçbir şekilde gerçekten sosyalist ya da Marksist olarak görmediği anlamına geliyordu. Leon Troçki'nin ortodoks takipçileri de Sovyetler Birliği'ni eleştirmiştir. Ancak onlar Troçki'nin Joseph Stalin yönetimindeki Rusya'nın "yozlaşmış bir işçi devleti" olduğu görüşünü takip ediyorlardı. Duncan, Troçki'nin bu konuda işçi demokrasisi ve işçi iktidarına odaklanmaktan uzaklaştığını savunanlardan biriydi. Duncan'ın işçilerin kendi kurtuluşlarını sağlamaları konusundaki ısrarı devrim görüşünden kaynaklanıyordu. Marx'ı izleyerek devrimin gerekli olmasının iki nedeni olduğunu söylüyordu. Birincisi, egemen sınıfın ekonomi, medya ve devletin baskıcı mekanizmaları üzerindeki kontrolü yoluyla demokratik olmayan gücüdür. Bu durum sosyalizme giden her türlü parlamenter yolu kapatmaktadır. İkinci olarak da, işçilerin fikirleri sınıf mücadelesi sürecinin kendisi sayesinde değişir ve sosyalist argümanlara açık hale gelirler. Eminim Duncan sınıf mücadelesinde son dönemde yaşanan canlanmayı görse çok memnun olurdu. Ancak bu mücadelelerin sendikaları yöneten bürokratlar tarafından bastırılması tehlikesine de dikkat çekerdi. Son bir nokta. Bu kitap sadece Duncan'la tanışmış olan benim gibi "eski tüfek" sosyalistlere yönelik değil. Kitabın arkasında yazdığı gibi, "olağanüstü bir yaşama övgü ve yeni kuşaklara Duncan'ın çalışmaları aracılığıyla devrimci sosyalizm anlayışlarını zenginleştirmeleri ve derinleştirmeleri için bir çağrı". * Boyun Eğmez Devrimci: Duncan Hallas, Bir Saygı Duruşu - Alex Callinicos, Sheila McGregor, John Rudge ve Dave Sherry'nin denemeleriyle Duncan Hallas'ın çalışmalarının bir derlemesi. Bookmarks 2023

Tony Cliff'in devrim niteliğindeki analizi

Tony Cliff, Stalinist Rusya'nın Doğası - Rusya'da Devlet Kapitalizmi adlı araştırmasını 75 yıl önce bu ay yayınladı. Joseph Choonara, kitabın işçi sınıfının kendi kurtuluşuna dair Marksist geleneği Stalinist çarpıtmalardan koruduğunu savunuyor. Haziran 1948'de, İngiliz Troçkist grup Devrimci Komünist Parti'nin (RCP) iç bülteninde 142 sayfalık devasa bir metin yayınlandı. Stalinist Rusya'nın Doğası 31 yaşında Filistinli bir Yahudi göçmen olan Ygael Gluckstein tarafından yazılmıştı. Filistin'de solun Stalinist egemenliğine meydan okuyan küçük bir Yahudi-Arap Marksist akım inşa etmişti. Ancak, Filistinli küçük işçi sınıfının, Arap kitlelerin sürülmesiyle yaratılan İsrail'in gücünün üstesinden gelemeyeceğinin giderek daha fazla farkına varıyordu. Gluckstein yurtdışına taşınmaya karar verdi. Çok daha güçlü bir Arap işçi hareketine ev sahipliği yapan Mısır'ı düşündü, ancak kısa süre sonra ülkedeki küçük Troçkist ağının yeraltı çalışması için gerekli desteği sağlayamayacağını fark etti. Daha sonra İngiltere'ye seyahat etme fırsatı doğdu. Partneri Chanie Rosenberg'in babasının Cape Town'da bir fabrikası vardı ve Gluckstein 1947'de şirketin temsilcisi olarak İngiltere'ye gelebildi. Orada 400 kişilik RCP'ye katıldı ve üyeler arasında ciddi ve keskin görüşlü bir Marksist olarak hızla ün kazandı. Üç ay sonra İngiliz yetkililer tarafından yakalanarak sınır dışı edildi ve Dublin'e giderek Trinity College'da eğitim görmeye başladı. 1952'de Britanya'ya dönmesine izin verilene kadar orada kaldı. Bülten makalesi burada yazıldı, İrlanda Denizi'nin ötesine İngilizce ve İbranice karışımı bir dille bölümler gönderildi ve Rosenberg tarafından özenle bir araya getirilerek tutarlı bir metin haline getirildi. Gluckstein daha sonra Tony Cliff takma adıyla tanınacaktı. Daha sonra kitap olarak yayınlanan makalesi, parçalanan RCP'nin Cliff ve onun gibi düşünenleri dışarı itmesiyle kurulan Sosyalist İnceleme Grubu'nun temel metni olacaktı. Sosyalist İnceleme Grubu, Uluslararası Sosyalistler ve nihayetinde Sosyalist İşçi Partisi'ne (SWP) dönüştü. Cliff'in çalışmaları RCP gibi grupların troçkist ortodoksluğuna meydan okuyacaktı. Troçkizm, Sovyetler Birliği'nin stalinistlerce ele geçirilmesinden bu yana Marksist geleneğin korunmasına yardımcı olmuştu. Leon Troçki, Lenin'le birlikte, sosyalizmin ve toplumsal kurtuluşun kısa bir süre içinde yeşerdiği 1917 Rus devriminin lideri olarak muazzam bir otoriteye sahipti. Ancak yeni rejim, özellikle 1918'de Almanya'da başlayan devrimci mücadelenin başarısızlığa uğramasının ardından izole edildi. Rusya'daki devrimi acımasız bir iç savaş ve yeni kurulmuş bir sosyalist devleti ezmeye hevesli yabancı emperyalist güçlerin işgali izledi. Bolşevik Parti iktidara tutunmaya devam etti, ancak işçi sınıfı yok edilmiş ve ekonomi tahrip edilmişti. Bu değişikliklerle birlikte, sovyetler gibi demokratik kurumlar -devrimde kurulan işçi ve asker konseyleri- yıprandı. Başlangıçta Bolşevikler, devrimi yaymaya odaklanırken 1917'den ellerinde kalanları korumaya çalıştılar. Bu, Rusya'yı yurtdışındaki çok daha büyük işçi sınıflarına bağlayacaktı. Ancak zaman içinde devleti yöneten bürokrasi, geriye kalan işçi sınıfından koptu. Artık Komünist Parti olarak yeniden adlandırılan Bolşevikler, genellikle "eski Bolşeviklerin" açık sosyalist taahhütlerinden yoksun olan yeni katılımcılar tarafından ezildi. Joseph Stalin gelişmekte olan devlet bürokrasisinin başında duruyordu. 1920'lerin sonlarına doğru, Troçki'yi sürgüne göndererek ve sonunda "eski Bolşeviklerin" büyük bölümünü öldürerek egemenliğini pekiştirecekti. Devrimi uluslararası alanda yayma hedefi, "tek ülkede sosyalizm" lehine terk edildi. Troçki Stalinizme meydan okumaya devam etti, ancak analizleri genellikle hatalıydı. Sovyetler Birliği'nin "yozlaşmış" da olsa bir "işçi devleti" olarak kaldığını savunuyordu. Bunun nedeni, işçilerin hala yasal olarak üretim araçlarına "sahip" olması ve partinin sağlıklı unsurlarının bürokrasiyi yenmek için işçi sınıfıyla ittifak kurabileceğini düşünmesiydi. Bu, bürokrasinin kıtlığı yönetmek için ortaya çıktığı fikriyle bağlantılıydı. Ona göre bu, toplumda gerçek bir tabanı olmayan görece zayıf bir güçtü. Troçki 1940 yılında stalinist bir ajan tarafından öldürüldü ama takipçileri daha da büyük bir muamma ile baş başa kaldı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Doğu Avrupa'da, Sovyetler Birliği'ndekine benzer ekonomilere ve bürokratik elitlere sahip rejimler kuruldu. Bu, işçi devrimi yoluyla değil, yukarıdan dayatılarak gerçekleşti. Troçkistler bu rejimlerin "deforme olmuş işçi devletleri" olduğunu iddia ederlerdi. Ama eğer tankları sınırdan geçirerek bir işçi devleti yaratabiliyorsanız, Marksist işçi sınıfının kurtuluşu geleneğinin anlamı neydi? Devrimcilerin, işçilerin pratikte devlet ya da ekonomi üzerinde gerçek bir kontrole sahip olmadığı bir işçi devleti için mücadele etmelerinin anlamı neydi? Cliff'in argümanı ileriye dönük bir yol öneriyordu. Sovyetler Birliği ve benzerlerinin işçi devleti olmadığı sonucuna vardı. Onlar "bürokratik devlet kapitalizminin" bir ifadesiydi. Sovyetler Birliği'nde belirleyici an 1920'lerin sonunda, Stalin yönetimindeki bürokrasinin ilk Beş Yıllık Planı dayatmasıyla geldi. Toprak kolektifleştirilerek köylülük ezildi ve işçiler sıkıştırılarak ülke hızla sanayileşti. Devlet bürokrasisi artık tutarlı bir sınıf olarak hareket ediyordu. Sanayileşme, tıpkı Batı'da olduğu gibi, sermaye birikiminin işçilerin tüketiminden daha öncelikli olduğu anlamına geliyordu. Bu da işçileri sömürmek, onlardan karşılıksız emek pompalamak ve bu emeği bürokrasinin hedeflerine yönlendirmek anlamına geliyordu. Devlet bürokrasisi ekonomiyi yönetiyor, onu çok bölümlü devasa bir fabrika gibi yönlendiriyordu. Ancak bunu kapitalist bir şekilde yapmak zorundaydı. Çünkü Sovyetler Birliği artık küresel kapitalist sistem içinde kendine bir rol biçmeye çalışıyordu. Bu da diğer güçlerle emperyalistler arası rekabete katılmak anlamına geliyordu. İçeride pazar rekabeti ortadan kaldırılmıştı ama uluslararası askeri rekabet kapitalist bir mantığı dayatıyordu. Bu, ekonominin Batı'dakiyle aynı olduğu anlamına gelmiyordu. Cliff'in çalışmaları devlet kapitalizmi altında işleyen kendine özgü dinamikleri ortaya koydu, ancak bunlar bir tema üzerinde çeşitlemelerdi ve tema sömürü ve birikimdi. SWP ve öncülerinin üyeleri, teorinin oynadığı hayati rolün bilinciyle Soğuk Savaş sırasında sık sık "devlet şapkalı" olarak adlandırıldı. Bu sayede Stalinizme taviz vermekten ya da sosyalizmin işçi devrimi dışında yollarla kazanılabileceği fikrinden kaçınabildiler. Aynı zamanda, Sovyetler Birliği kapitalizmin bir varyantı olduğu için, benzersiz bir barbar toplum biçimi olarak görülmüyordu ve bu nedenle Cliff ve onun gibi düşünenler Batılı egemen sınıflara destek vermekten kaçındılar. Bu durum, bu gazetenin künyesinde yer alan "Ne Washington ne Moskova, Uluslararası Sosyalizm" sloganında ifadesini buluyordu. Teorinin geçerliliği Soğuk Savaş'ın ötesine geçti. Tam bürokratik devlet kapitalizmi rotasına girmeyen ülkelerde bile devlet kapitalizminin unsurları mevcuttur. Cliff'in teorisi bize devletin bir şekilde kapitalizmin ötesinde yer almadığını ya da ona bir alternatif sunmadığını, kapitalizmin içsel bir parçası olduğunu hatırlatıyor Kamu hizmetlerinin kamusal kontrolünü savunuyor olsak da, kamulaştırma sosyalizm değildir. Sosyalizm işçilerin kontrolünü gerektirir ki bu da ancak işçilerin kitlesel devrimci mücadelelerinin ürünü olabilir. Bugün devlet kapitalizmi yöntemlerine kısmi bir dönüş görüyoruz. Bunun nedeni kısmen kapitalizmin devletleri sistemi kurtarmak zorunda hissettirecek kadar krize eğilimli hale gelmesidir. Aynı zamanda devletin sahip olduğu ya da yönettiği şirketlerin merkezi bir rol oynamaya devam ettiği Çin'in yükselişini de yansıtıyor. Joe Biden yönetimindeki ABD de dahil olmak üzere diğer devletler buna, kendi devletlerine ekonomide daha açık bir rol vererek yanıt verdiler. Benzer şekilde, İşçi Partisi'nin gölge başbakanı Rachel Reeves'in Washington'da yaptığı son konuşma, "yükselen Çin "in meydan okumasını karşılamak için "aktif devlet "e yapılan atıflarla doluydu. İşçi Partisi'nin İngiliz kapitalizmini güçlendirmek için devleti destekleme girişiminde hiçbir yanılsamaya kapılmamalıyız. Çin'in kapitalizme bir alternatif oluşturduğu yanılsamasına da kapılmamalıyız - Çin yükselen kapitalist ve emperyalist bir güçtür. Cliff'in teorisi her şeyden önce marksizmin ana fikrini, yani işçilerin öz-eyleminin kurtuluşu getirebilecek tek şey olduğu fikrini korumakla ilgilidir.

Çocuk bakımı: Devrimlerin tecrübesi neyi gösteriyor?

Devrimler sadece ekonomik dönüşümün temelini oluşturmaz. Hayatın her alanına nüfuz edebilirler. Mücadele zamanlarında çocuk bakımının nasıl devrimcileştirildiğine bir göz atmak, yaşamanın başka yolları da olduğunu kanıtlıyor. İngiltere'de çocuk bakım hizmetlerinin hızla artan maliyetler ve piyasalaşma nedeniyle çöktüğü bir dönemde, sıradan insanlar tarafından uygulanan dönüştürücü değişim örneklerine bakmak ilham verici. Çocuk bakımı ve "aile hayatı" meseleleri, sıradan insanların birlikte mücadele ettiği her dönemde coşkuyla ele alınmıştır. Örneğin, 1919 yılında Macaristan'da yaşanan devrimci dönem, iş ve aile yaşamının örgütlenme biçiminde dramatik değişikliklere sahne oldu. İşçiler fabrikaları kendi kontrolleri altına aldılar. Budapeşte'deki bir fabrikada işçiler, yakınlardaki konaklarda bulunan ilave odaların "fabrika işçilerinin çocukları için gündüz bakımevlerine dönüştürülmesine" karar verdiler. O dönemde habercilik yapan ABD'li gazeteci Alicia Riggs Hunt şöyle yazıyordu: "Böylece aile sabah fabrikaya gelebiliyor, çocukları yakınlardaki hoş evlerde yatırabiliyor, öğlen anne ve babalar iki saatlik dinlenme sürelerini çocuklarla geçirebiliyor ve akşam aile tekrar eve dönüş yolculuğunda birleşebiliyordu." Bu işyeri kreşlerinin yanı sıra, ciddi halk sağlığı girişimlerini hızla hayata geçirmek için büyük bir çaba sarf edildi. Çocuk Esirgeme Kurumu'nun sağlık müdürü Yolan Fried, "Budapeşte'nin her bölgesinde 70.000 çocuğun her hafta zorunlu olarak banyo yaptığı halk hamamları kurmak sadece altı hafta sürdü" diyordu.  Yetimhaneleri modern çocuk evlerine dönüştüren Fried, "çocukların eğlencesini üstlenme" ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılama sözü verdi. Bazen "Kızıl Viyana" olarak da bilinen dönem, çocukların bakımında köklü değişikliklerin yaşandığı bir başka dönemdir. I. Dünya Savaşı'nın ardından yoksulluk ve yetersiz beslenme Avusturya'yı kasıp kavurdu. Sosyal demokrat politikacı Max Winter, "her gün dış mahallelerden şehre akın eden ve yüksek sosyetenin eteklerinde yiyecek arayan" çocukları tanımlamıştır. "Orada, mutlu zenginlerin gezip dolaşmak için toplandığı yerde, ince, sefil bedenlere çok az koruma sağlayan acınası yırtık pırtık, kirli giysiler içindeki küçük figürler, hışırdayan ipekler arasında kayıyor".  Viyanalı sosyal demokratlar, özellikle aileleri hedef alan dramatik bir refah reformu programını öne çıkardılar. Ve kamu sağlık hizmetlerini günlük hayata entegre etme çabası çok önemliydi. Bir siyasetçi ve doktor olan Julius Tandler, çocuk bakımını "diğer tüm refah biçimlerinin temeli" ilan eden bir yaklaşımı savundu. Sosyal hizmet görevlilerinin eğitilmesi, çocuk hastalıklarının önlenmesi ve hijyen ve sağlık konusunda tavsiyelerde bulunan anne merkezlerinin kurulması için girişimlere öncülük etti. Bu işe akıtılan kaynakların boyutu çok büyüktü. 1924 yılında ulusal bütçenin yaklaşık yüzde 2'si frenginin yayılmasını durdurmak için tasarlanan yeni sağlık merkezlerinin inşasına harcanmıştır.  Bu örneklerin hepsi birbirlerinden sadece birkaç yıl sonra gerçekleşmiştir. Bu tesadüfi değil, hepsi doğrudan ya da dolaylı olarak o dönemde Avrupa'yı kasıp kavuran devrimci havanın bir sonucuydu.   Bunun gösterdiği şey, devrimci ayaklanmalar sırasında insanlara gelişme fırsatı verildiğidir. 1917'deki Rus Devrimi, sosyalist dönüşümün en kapsamlı örneğidir, ancak çocuk bakımı konusunda daha dar kapsamlı bir örnektir. Yüzyılı aşkın bir süredir, sıradan insanların ailelerin yaşam biçimini değiştirmeye yönelik en radikal girişimi olmaya devam ediyor. Sosyalistler, nihayet 1917'de devrilen baskıcı Çarlık rejiminin yıkıntılarından yeni bir işçi toplumu inşa etmeye çalıştılar. Bunu yoksulluk, yaygın açlık ve filizlenmekte olan bir İç Savaş koşullarında yaptılar. Kadınların rolünde ve aile yaşamında meydana gelen değişiklikler belki de en iyi Rus devrimci Alexandra Kollontai'nin çalışmalarında görülebilir. O, diğer önde gelen Bolşevik kadınlarla birlikte, devrimden önce ve sonra kadınların özgürleşmesine ilişkin maddi meseleler üzerinde sürekli olarak ajitasyon yapmıştır. Ciddi zorluklar da yok değildi. Kollontai, devrimden birkaç gün sonra, hem zorlu koşulların yarattığı çaresizlikten hem de elde ettiklerinin verdiği özgüvenden beslenen bir işçi sınıfıyla mücadele ediyordu.  Yetimhane çalışanları bebekleri beslemedikleri takdirde kaçırmakla tehdit ederken, bakımevi sakinleri de taleplerini kabul ettirmek için işçi konseyleri örgütlemekle meşguldü. Ekim devriminden sadece birkaç hafta sonra, yaklaşık 80.000 kadını temsil eden 500 kadın delege geleceği tartışmak üzere bir araya geldi. Kollontai, delegeler ve çocukları için yiyecek, konaklama ve bir kreş kurdu. Burada Bolşeviklerin ücretsiz çocuk bakımını finanse edeceğini ve kadınların ebeveyn olmaları halinde yeni Rusya'ya katılımlarının tehlikeye atılmaması gerektiğini duyurdu. Görkemli bir şekilde adlandırılan "Annelik Sarayı" Kollontai'nin ilk büyük projelerinden biriydi ve Şubat 1918'de açılacaktı. Esasen bir anne ve bebek hastanesi olan sarayda ayrıca bir kreş, bir tıbbi laboratuvar, bir ameliyathane, bir mandıra ve bir kütüphane de yer alacaktı. Bu, Çarlık döneminde yaşanan kitlesel yoksulluk ve açlık gerçeğinden bambaşka bir şeydi. Çarlık döneminde pek çok ebeveyn çocuklarını "melek fabrikaları" olarak bilinen yetimhanelere vermek zorunda kalmıştı. Ancak, devrimcilerin aylarca süren çalışmalarının ardından, Annelik Sarayı, açılışından bir gece önce Çarlık rejimine sadık olanlar tarafından düzenlenen bir kundaklama saldırısında yakıldı. Bolşeviklerin anneliği toplumsallaştırmak ve çocukları ebeveynlerinden çalmak istediklerini iddia ettiler.  Çalışan insanların sorumlu olması gerektiği fikri her şeye yön veriyordu. Böylece kadın fabrika işçilerinden oluşan bir Sosyal Araştırma Ekibi, en iyi nasıl yönetilebileceklerine karar vermek için çocuk bakım tesislerini ziyaret etti. Kollontai'nin ilk resmi kararnamesi çalışan annelerin korunmasına odaklanıyordu. Düzgün işletilen kreşler, yeni anneler için en fazla dört günlük çalışma haftası, sıcak odalar ve işe döndüklerinde çocuklarını emzirmeleri için fırsatlar vaat ediyordu. En önemlisi de yaklaşık 16 haftalık ücretli doğum izni sunuyordu. Bugün dünyanın pek çok yerinde annelik hakları devrim Rusya'sından daha kötü durumda. 2023 yılında, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, İsveç, Meksika ve Norveç şu anda 16 haftadan daha az ücretli izin sunan ülkeler arasında yer almaktadır. Aralık 1918'de Kollontai, kadınların yükünü hafifletmek için işyerlerinde kreşler ve kantinler kurulmasını öngören bir önergeyi kabul ettirerek "büyük bir zafer" kazanmayı başardı. Rusya'nın kreşlerini, bekar annelere desteği ve evsizlerin barınmasını finanse etmek için toplum çapında bir vergi oluşturmak istedi. 1918'de kadınların hayatlarının nasıl değiştiğine dair belki de en etkileyici şey kapsam değil, hızdır. Tüm bunlar Çarlığın yıkılmasından sonraki günler, haftalar ve aylar içinde gerçekleşti. Bu kadar hızlı olmak zorundaydı çünkü birkaç yıl içinde Rusya'nın 1917'deki devrimci umudu işgalci ordular ve nihayetinde Stalinizm tarafından paramparça edildi. Yine de bu örnekler bugün devrimciler için bir dizi ders sunmaktadır. Kitlesel ayaklanmalar süreci, radikal değişime kapitalizm altında var olmayan bir ivme kazandırır. Ama aynı zamanda devrimlerin insan yaşamının gündelik sorunlarını nasıl ele aldığını da gösterir – devrimci dönemlerde insanlar kapitalizm altında siyasetin darlığıyla sınırlı değildirler. İşçi sınıfı mücadelesi - sosyalist devrimle ifade edilen en yüksek noktada - insanların birbirleriyle nasıl ilişki kuracakları konusunda yeni fırsatlar sunmaktadır. Bu, ebeveynler ve çocuklar arasındaki ilişkileri de dönüştürme potansiyeline sahiptir. Yüz yıl önceki sosyalistler, tıpkı şimdiki sosyalistler gibi, kapitalizm altında bakım vermenin en sıkıcı unsurlarından bazılarını ortadan kaldırmanın mümkün olduğunu düşünüyorlar. Kapitalizm altında ebeveynlerin çocuklarına duydukları sevgi ve şefkat, onlara bakmanın sıradan, tekrarlayıcı, fiziksel ve duygusal olarak yorucu göreviyle iç içe geçmiştir. Ancak işçi sınıfının büyük huzursuzluk dönemleri, bu işin işçi sınıfı insanları tarafından ve onlar için ne kadar hızlı bir şekilde yeniden düzenlenebileceğini göstermektedir. Bu örneklerden yola çıkmak, bu ayaklanmaların her bir parçasının mükemmel olduğunu ya da sosyalist zaferle sonuçlandığını söylemek anlamına gelmiyor. Ancak kapitalizmin sınırlamalarıyla lekelenmemiş bir toplum için nelerin mümkün olabileceğine dair bir umut ışığı sağlamaktadır.

Eko-faşizm: Ekoloji hareketine sızan faşist tehdit

Kemal Kılıçdaroğlu, 14 Mayıs seçimlerinden kısa bir süre önce “Sığınmacılar. Kaçaklar.” Başlıklı bir video paylaştı. Kılıçdaroğlu bu paylaşımında açıkça ırkçılık yaptığı gibi bu argümanlarına gerekçe olarak eko-faşizmin klasik argümanlarını kullandı. Şöyle dedi Kılıçdaroğlu: “Bizim sığınmacı sorunumuz, temelde bir kaynak sorunu. Kimseyi korkutmak değil amacım, ancak açık konuşmam gerekiyor. Bütün analizler gösteriyor ki, önlem almazsak Fırat ve Dicle önümüzdeki 20 yıl içinde kuruma riski ile karşı karşıya kalacak. Bu durum, sadece Türkiye’nin Güney Doğu Bölgesi’nde tarımın zarar görmesi, hidroelektrik santrallerimizin işlevini kaybetmesi ve ciddi bir susuzluk yaşanması anlamına gelmiyor. Hem Türkiye hem güney komşularımız, Suriye ve Irak’ta yaşayan toplam 60 milyondan fazla insanın kıtlık ve susuzlukla karşı karşıya kalması demek. Önlem almazsak Suriye ve Irak’tan aç mültecilerin Türkiye’ye akın etmesi demek.” Kılıçdaroğlu bu videosunda mesele ırk sorunu değil dese de belli ki ırksal bir sorun çünkü aksi halde Suriye ve Irak’ta kıtlık ve susuzluk yaşayacak 60 milyonun ölümünü engellemek için bölgede barışı sağlamayı, Türkiye’nin Dicle ve Fırat üzerindeki barajlarıyla tuttuğu yüksek miktarda suyu serbest bırakmayı ve iklim kriziyle mücadelede hızla sıfır karbon politikalarına geçeceğini söylemesi gerekirdi. Kılıçdaroğlu’nun 14 Mayıs öncesi Suriyelileri yine “ırkçı olmayan şekilde” geri göndereceğini açıklaması göçmen karşıtı faşistlerin adayı Sinan Oğan’ın beklenenden fazla oy alarak seçimin kaderini belirleyecek kişi olmasına neden oldu. Yukarıdaki sözleri ise Türkiye’deki iklim ve çevre hareketi içerisine faşistlerin sızmasını sağlayacak tehlikeli bir kapı aralıyor. Eko-faşistler Eko-faşizm aslında faşist hareketin ekoloji hareketine sızması, kendisini bu yeni, büyük ve genç toplumsal hareket içerisinde örgütlemesini ve kendisine ekoloji alanının bazı argümanlarını ve tartışmalarını paravan yaparak propaganda yapması anlamında kullanılıyor. Eko-faşizm, ekoloji hareketine tam da Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi hareketin sağ unsurları tarafından yaygınlaştırılan kavramları kullanarak sızıyor. Eko-otoriter de denilen, içerisinde merkez sağ ve eko-faşistlerin de yer aldığı küme kendisini üç ana argümanda ortaya koyuyor; demokrasi, göçmenler ve aşırı nüfus. Örneğin, Alman Yeşiller Hareketi ve Partisi üzerinde oldukça etkili olan Hans Jonas 1979’da yazdığı Sorumluluk İlkesi kitabında liberal demokrasinin ekolojik krizi çözme konusunda yetersiz kaldığını vurgulamıştı. Jonas, demokrasiler kısa dönem seçim sonuçlarına odaklandıkları için uzun dönemli politikalar gerektiren ekoloji sorununu çözmekten uzaktır diyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası yeraltı grupları haline gelen faşist hareketler, 1968 Hareketi sonrasında ortaya çıkan çevre hareketleri içerisinde bu gibi fikirler nedeniyle yer bulmaya başlamıştı. Günümüzde ekoloji hareketindeki en etkili isimlerden olan ve geçen yıl hayatını kaybeden bilim insanı ve Gaia hipotezinin sahibi James Lovelock, 2010 yılında “En iyi demokrasiler bile, büyük bir savaş yaklaştığında, demokrasinin şimdilik bekletilmesi gerektiği konusunda hemfikirdir. İklim değişikliğinin bir savaş kadar ağır bir sorun olabileceğini hissediyorum. Bir süre demokrasiyi beklemeye almak gerekli olabilir.” demişti. Makul gibi görünen bu fikirler genç iklim hareketi içerisinde faşistlerin yer bulmasına kapı aralıyordu. Göçmenler ve aşırı nüfus argümanları ise ele ele giden iki argüman. Bu argümanlar, göçmenlerin Batı uygarlığını istila etmekte olduğunu, zaten çok kalabalık olan dünya nüfusunu “medeni” beyazlardan daha fazla üreyerek daha da artırdıklarını ve gezegenin kaynaklarını yok ettiklerini anlatıyor.    Bu teorilerin ekoloji hareketi içerisine sızmasının tehlikeli sonuçlarını da yakın zaman önce yaşadık. 2019 yılında Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde bir camiye elinde otomatik silahla saldıran faşist katil Brenton Harrison Tarrant, 51 kişiyi öldürmüş ve öncesinde 74 sayfalık bir manifesto yayınlamıştı. Kendisini bu manifestoda “etno-milliyetçi bir eko-faşist” olarak tanımlıyordu. Katliamı gerçekleştirme nedenleri arasında “istilacı göçmenleri durdurmak” vardı ama ayrıca “kutsal vatan toprağını” ve sınırlı “doğal kaynakları” da korumak iddiasındaydı.  Bu katliamdan sadece birkaç ay sonra da ABD’nin Texas eyaletine bağlı El Paso kentinde bir başka faşist Patrick Crusius, markete silahıyla girerek çoğu Latin Amerikalı 23 kişiyi öldürmüştü ve yine geride bir manifesto bırakarak kendisini “eko-faşist” olarak tanımlamıştı.  Bu iki faşisti de göçmenlere karşı harekete geçiren temel teori Büyük Yer Değiştirme (Great Replacement) teorisiydi. Yani göçmenlerin beyazların ülkelerine gelerek ve burada çoğalarak beyazları azınlık durumuna düşürmeleri tehdidi. Bu iki yönlü teori hem göçmenleri ve nüfus artışını hem de vatan topraklarını savunmak gerektiğini anlatıyor.  Türkiye’de eko-faşizm bir tehdit mi? Türkiye’de de son yıllarda AKP iktidarına karşı en önemli mücadele alanlarından biri çevre ve ekoloji mücadeleleri oldu. Köylerinde zeytinliklerini, toprağını, suyunu, ormanını; maden şirketlerine, HES şirketlerine, imar projelerine karşı savunan yerel mücadeleler son derce yaygın. İklim hareketi ise dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi henüz kitlesel değil ama yine de büyük kentlerde zaman zaman sokağa inebilen bir aktivistler ağı var. Hareketin küçüklüğü ve kırsal bölgelerdeki ağırlığı Türkiye’de eko-faşizmin yükselebileceği bir zemin sunuyor. Hatta bu durumun ön sinyallerini yakın zamanda maalesef yaşadık. Çanakkale’de Kanadalı altın madeni şirketine karşı mücadelede zaman zaman milliyetçi gruplar meselenin yabancı sermayeye karşı vatan toprağını savunmak olduğunu öne çıkarmıştı. Geçen yaz yaşanan Marmaris orman yangınlarında, yangının PKK’liler tarafından çıkarıldığı söylentisi tehlikeli bir ırkçı linç girişimine neden olmuştu. Eli sopalı faşistler Diyarbakır plakalı araçları yolda durdurmuş ve saldırılar yaşanmıştı. Şimdi de Kılıçdaroğlu, ülkede zaten göçmenlere karşı artan bir önyargı ve ırkçı ayrımcılık varken Zafer Partisi gibi faşistler için yeni argümanlar veriyor. Jonathan Neale adeta Kılıçdaroğlu’nun bu sözlerini öngörmüş gibi şunları yazmıştı Söndür Ateşi kitabında “Ekolojik bir serbest düşüş dünyasında eşitsizliği muhafaza etmek görülmemiş ölçüde gaddarlığı gerektirecek. Yeni egemenlerimiz yeni ırkçılıkların ateşini harlayacak. Bize duvarın öte tarafında yaşayan aç ve evsiz sürülerin neden dışarıda bırakılmaları gerektiğini açıklayacaklar. Üzülerek de olsa neden onları vurmamız ya da boğulmaya terketmemiz gerektiğini anlatacaklar.” Kılıçdaroğlu bir faşist değil ama bu söylemleriyle faşistlere kapı aralıyor. Sinan Oğan ve Ümit Özdağ gibi faşistlerin bu argümanları sahiplenerek genç ekoloji aktivistlerine ulaşmalarına adeta fırsat sunuyor. Henüz bunu yapamıyorlar çünkü dünya genelinde iklim ve ekoloji hareketi son derece radikal. İklim hareketi, 2050 yılında 200 milyonu bulması beklenen mültecilerin küresel bir sorun olduğunu, bunun ulusal ve güvenlikçi politikalarla durdurulamayacağını söylüyor. İklim adaleti isterken göçmenler için sınırların her yerde açılmasını da istiyor. Irkçılığa karşı tavır alınıyor. “İklim adaleti sosyal adalettir” diyor ve “İklimi değil sistemi değiştir” diyerek kapitalizmi hedef alıyor. Kılıçdaroğlu ise kesinlikle yanlış yöne bakıyor.

Devlet, demokrasi, mücadele

“Şimdiki devlet, gelişen emekçi sınıfı temsil etmiyor. Bu devlet, kapitalist toplumu temsil ediyor. Şimdiki devlet bir sınıf devletidir…Reform ve devrim, tarih büfesinden sıcak veya soğuk yemekler seçermiş gibi keyfimize göre seçebileceğimiz, farklı tarihsel ilerleme yöntemleri değildir… Reform çalışmalarını uzun süren bir devrim ve devrimi de yoğunlaştırılmış reformlar dizisi olarak sunmak, tarihe ters düşer…Bunun içindir ki siyasal iktidarın ele geçirilmesi ve sosyal devrimin tersine ve onun yerine yasama reformu yönteminden yana olduklarını söyleyenler, gerçekte aynı amaca yönelmiş daha huzurlu, sakin ve yavaş bir yol seçmiş olmazlar; farklı bir amaç seçmiş olurlar…Programımız sosyalizmi gerçekleştirmek değil, kapitalizmin reformu olur.” Rosa Luxemburg’un 100 yıldan uzun süre önce dile getirdiği bu görüşler bugün tümüyle güncel. 1990’lı yıllardan beri çeşitli biçimlerde ilerleyen ve döngüler halinde kapitalizmi, şirketleri, diktatörlükleri hedefleyen hareketler her seferinde mücadelenin bir aşamasında, devlet, seçimler, reformlar, devrim ve hareket içerisinde işçi sınıfının rolü tartışmaları ile belirlenmek zorunda kalıyor. Tartışmalar her seferinde milyonlarca işçinin katıldığı genel grevler de olsa on milyonlarca insanın bir araya geldiği ve grevler tarafından desteklenen meydan işgalleri şeklini de alsa daima devlet sorunu ile yüzleşmek zorunda kalıyor.  Eylemlerin bir aşamasında ordunun rolü hareket içerisindeki grupların ve aktivistlerin siyaseti kavrayışlarına göre değişik şekillerde ele alınıyor. Bu tartışma sadece son 30 yılın meydan okuyan eylemlerinin değil, antikapitalist hareketten Arap Baharına, Arap Baharından ABD’deki ırkçılık karşıtı gösterilere, buradan diktatörlere meydan okuyan, askeri darbelere direnen eylemlere kadar son dönemin güncel tartışması olarak görülmemeli. 20. yüzyıl boyunca da mücadele içinde devletin nasıl ele alınacağı tartışmaları yapıldı. Bugün bütün mücadeleler de acil bir tartışma olarak gündeme geliyor aynı sorun. Yokoluş İsyanı iklim krizine karşı acil eylem durumu ilan ederken bir yandan da bu tartışmayı yani devletin baskı mekanizmasının nasıl aşılacağı tartışmasına kendince bir yanıt vermiş oluyor. Şimdi bu tartışma Fransa’daki direnişlerle, İran’da geçen yılın sonlarında başlayan kadınların başını çektiği büyük isyan dalgası ile yeniden gündemde. Fransa direniyor Fransa’da Macron’un emeklilik yaşını yükseltme girişimine, bu girişimin parlamentoyu pas geçerek yapılmasına karşı milyonlarca işçiyi kapsayan, gençlerin işçilerle omuz omuza durduğu eylemler Fransa’yı kısa sürede politik bir krizin içerisini yuvarladı. Grev ve gösteriler devletin çok sert bir şiddet mekanizması ile yanıt verdiği eylemler halini aldı. İşçiler sonuçta başarı kazanamamış gibi görünse ve Macron yasayı geçirmiş olsa da Fransa’da siyasi iktidar egemen sınıfın bazı kesimleri tarafından bile tartışılır bir hal aldı.  Fransa da işçi sınıfının işçi ve öğrenci gençlerle beraber milyonları harekete geçirmesi ve hareketler içinde çok büyük dayanışma örneklerinin yaşanması Avrupa çapında sık sık gücü, potansiyelleri ve hareket kabiliyeti tartışılan işçi sınıfının gündemi belirleyen temel toplumsal güç olduğunu gösterdi. Fransa’dan gelen haberler işçilerin eylem dalgasının göçmenlere yönelik ayrımcı yasalar çıkartmayı hedefleyen iktidara karşı mücadele etmek isteyen ırkçılık karşıtlarına da çok büyük bir cesaret verdiği yönünde.  İşçi sınıfının grev silahı Önümüzdeki dönemde protesto grevlerinin iktidarın saldırılarını püskürtmek için ciddi bir harekete geçirme etkisi olsa da hakların kalıcı bir şekilde kazanılması ve iktidarın saldırılarının bir daha gündeme getirilmemek üzeri püskürtülmesi açısından kazanana kadar bir grev tartışmasını sendikaların tabanında ve işçi sınıfının saflarında önemli bir tartışma haline getirdi.  Fransa’da işçilerin neredeyse her hafta milyonlar halinde sokağa çıkıp devlet karşısında geri adım atmayan hareketi emin olmak gerekiyor ki dünyanın bütün ezilenlerine ilham veren bir mücadele oldu. Hem Fransa’da önümüzdeki dönemde hem de dünyanın çeşitli yerlerinde bu mücadelenin etkilerini, bu mücadelelerden ezilenlerin neler öğrendiğini hep birlikte göreceğiz. Sınıf devleti Fransa’da polis plastik mermi, eylemcilerin parmaklarının kopması ile sürdürdüğü şiddet dalgasını, gözlatında kötü muamele, eylemlerden sonra müslümanların ve azınlıkların yaşadığı mahallelerde terör estirerek, tutukluluk sürelerinde kurallara uymayarak, aşırı güç kullananarak, gaz bombasına yüklenerek sürdürdü. Rosa Lüxemburg’un vurguladığı gibi çağdaş devletin bir sınıf devleti olduğunu net bir şekilde gösterdi.  Sonuçta yasa çalışan insanların iki yıl daha fazla çalışıp emekli olmasını geiriyor, iki yıl daha fazla işçilerin sömürülmesini hedefleyen bu yasayı devlet işçi sınıfına saldırarak, gaz bombası atarak, tutuklayarak, hayata geçiriyor. Bu, devlet makinesinin ne anlama geldiğini hem de uygar Avrupa’nın göbeğinde gösteren çok çarpıcı bir örnek. Bütün devletler, eğer işçi sınıfının aşağıdan yukarı öz yönetim organlarına dayanmıyorsa, başka bir deyişle azınlığın çoğunluğu yönetmesinin karmaşık mekanizmaları olarak işleyen bir örgütse kitle eylemlerini dizginleyemeyeceğinii düşündüğü her seferinde şiddeti gündeme getirir. Bu açıdan devletlerin şiddet şov yaptığı dönemlerde sosyalistlerin devletin doğasını, kimin için çalışan bir komite olduğunu, hangi sınıfın aracı olduğunu, parlamenter mekanizmalarla bu aracın ezilenler lehine düzenlenebilip düzenlenemeyeceğini ve giderik seçimlerde çoğunluk kazanarak parlamento ile kapitalizmin aşılıp açılmayacağını tartışmak açısından çok önemli bir fırsat.  Sokak, parlamento ilişkisi Bu yüzden parlementer mücadeleyi küçümsemeden ama ancak ezilenlerin genel direnişine yardımcı olmak üzeri kapitalizmin tüm ikiyüzlülükleri ve vahşetini teşhir edecek bir  platform olarak kullanılması anlamında parlamentoyu ciddiye alabiliriz. Meclisi, işçi sınıfı ve ezilenlerin aşağıdan mücadelesinin sözcülerinin yer almasında fayda bulunan bir platform olarak ele almanın tek koşulu bu.  Türkiye’deki son tartışmalar ya parlamenter mücadeleyi, parlamentoda görünür olmayı küçümseyen bir ton kazanıyor ya da parlamenter mücadeleyi, parlementoda olmayı, oradan yüksek sesle yapılan konuşmaları, çok önemli, giderek ezilenlerin gündelik yaşantısında örülen mücadelelerden daha belirleyici bir platform olarak ele alıyor. Bu yüzden içimizden geçen çok açık ki, “bay bay Erdoğan, kimse seni özlemeyecek” sözüdür. Ama bu söz seçimlerden sonra Türkiye’deki bütün ezilenleri kıran kırana bir mücadelenin beklediği gerçeğini gölgelemek için kullanılmamalıdır. Seçimler bitecek sokakta mücadele başlayacak.

Lenin’in fikirlerine dört elle sarılmak

Lenin, 22 Nisan 1870’te doğdu. Neden bir Rus devrimcinin doğrum günü 153 sene sonra bir öneme sahip olsun ki? 153 sene önce doğmuş bir insanın fikirleri bugün mücadele eden insanların eylemine nasıl bir katkı sağlayabilir? Bu sorunun yanıtı çok önemli, çünkü Lenin hem işçi sınıfının öncülerinin, en mücadeleci kesimlerinin örgütlenmesi için gösterdiği çabayla hem de mücadelenin içinden çıkan sorulara verdiği teorik yanıtlarla sosyalist geleceğin tarihinde çok özel bir yere sahiptir. Bu yer o kadar önemlidir ki tersine, bugün dünyanın hemen her yerinde süren direnişlerdeki insanlar, Lenin’in dünya tarihsel mücadele döneminin içinde serpilip gelişen fikir ve örgütlenme yaklaşımına sahip çıkması gerekir. Örneğin son iki aydır Avrupa’nın merkezinde, Fransa’da politik gündemin ana sorunu haline gelen dev işçi ve gençlik eylemlerine yönelik devlet şiddeti, Lenin’in devlet konusundaki tartışmaları kavranmadan anlaşılamaz ve bu şiddet sorununa çözüm bulunamaz. devletin uyguladığı şiddet sorunu, devletin sınıfsal karakterinden ayrılmaz.  Yakın zamanda kaybettiğimiz Neil Faulkner devletin sınıfsal karakteri hakkında şunu söylüyordu: “Bu çelişkili ikilik (yoksulluk ve mülkiyet), sınıfsal eşitsizliği, devlet iktidarını ve savaş halini ortaya çıkarır. Sümer’de askeri ve dini uzmanlara, görevlerini bir bütün olarak toplum adına yerine getirebilsinler diye artık ürünü kontrol etme gücü verilmişti. Konumları ilk başlarda halkın onayına bağlıydı. Ama artık üzerindeki kontrolleri onları güçlendirdi ve otoriteleri pekiştikçe, bunu kullanarak halkın onayı olmaksızın servetlerine servet katabileceklerini ve konumlarını koruyabileceklerini anladılar. Bu yolla, şehirli Sümer’in yüce rahipleri, savaş ağaları, şehir yöneticileri ve küçük kralları, artığı kendi çıkarına biriktiren ve tüketen sömürücü bir yönetici sınıfa dönüştü: Artık topluma ait bir güç olmaktan çıkıp, toplum üzerinde bir güç oldu.” Devlet ve sınıflar Doğrudan üretim sürecinden kopuk bir profesyonel yöneticiler fikri ve hem üretim sürecinde kullanılan üretim aletlerini hem de üretilen artık ürünü korumak üzere örgütlenen silahlı birliklerin varlığı, yönetim sürecinin ayrıcalıklı bir iş hâline gelmesine yol açtı. Sınıflar mücadelesinin tarihsel seyri, çağdaş burjuva devletin, yönetim sürecinin ayrıcalıklı bir iş haline gelmesinde zirve noktasını ifade eder. Lenin, Fransa’da sokaklara çıkan işçilerin parmağını kopartan, plastik mermiyle yaralanmasına sebep olan, gaza boğan devletin özünü şöyle anlatıyordu: “Marx’ın devlet öğretisinin özünü, bir sınıfın diktatörlüğünün, yalnızca genel olarak bütün sınıflı toplumlar için, yalnızca burjuvaziyi devirecek olan proletarya için değil, ama kapitalizmi ‘sınıfsız toplumdan’, komünizmden ayıran tüm bir tarihsel dönem için de zorunlu olduğunu anlayanlar, yalnız onlar, iyice kavramışlardır. Burjuva devlet biçimleri son derece çeşitlidirler, ama özleri birdir: Bütün bu devletler, son çözümlemede, şu ya da bu biçimde, ama zorunlu olarak, bir burjuvazi diktatörlüğüdür.” Devletin en kibar, en “nazik” görüntüsünün dahi, burjuvazinin vahşi diktatörlüğünün arkasına gizlenen maske olduğunu anlamak, bu örgütün, egemen sınıfın genel çıkarlarını sadece sermayeler arası rekabetten korunmasına değil, esas olarak patronlar sınıfını ezilenlerin tepkisinden de korumak için örgütlendiğini unutmamak gerekiyor. Yine Lenin, “Burjuva demokrasisi, ortaçağla karşılaştırıldığında büyük bir tarihsel gelişmeye karşılık düşse de, her zaman için sınırlı, güdük, sahte ve ikiyüzlü, zenginler için bir cennet, sömürülenler ve yoksullar için bir tuzak, bir aldatmaca olarak kalır ve kapitalizm altında bu şekilde kalmaya yazgılıdır.” diyordu: “Hilekârlık, şiddet, çürümüşlük, yalancılık, ikiyüzlülük ve yoksulların ezilmesi: Modern burjuva demokrasisinin, uygar bir görünüm verilmiş, cilalanıp parlatılmış dış görünüşünün ardında gizlenen şeyler bunlardır.” Bu satırlarda, Fransa’da bugün milyonlarca gösteriye yönelik acımasız saldırının bir tesadüf olmadığını, devletin doğasından kaynaklandığını da anlatmış oluyor.  Devlet ve devrim Bu nedenle büyüyen her hareketin asli sorunu olan, “şimdi bu devleti ne yapacağız?” sorusuna doğru yanıtı vermek için Lenin’in devlet konusundaki fikirlerine yaslanmak çok önemli. Sadece bu nedenle değil elbette, Lenin ve çağdaşları, kapitalizmin şiddetine, yıkımına ve yokediciliğine yakından tanıklık etti. I. Dünya Savaşı’nda milyonlarca insan öldüğünde tüm Avrupa çapında başlayan isyan dalgasının öncülüğünü Rus işçileri üstlendi. Hem savaşı, hem de yoksulluğun ve ölümlerin bir azınlık mülk sahibi sınıflar için kalıcı olmasının aygıtı olan devleti yok etmek üzere inisiyatif aldı. Azınlığın çoğunluğu ezmesi için örgütlenen ve bu nedenle de karmaşık aygıtlara ihtiyaç duyan burjuva devletin yerine, çoğunluğun azınlığın mülk sahibi konumunu ortadan kaldırmayı amaçlayan ve çok basit demokratik mekanizmalarla işleyen işçilerin ve ezilenlerin aşağıdan yukarı örgütlenen öz yönetim organları olarak, yani devlet olmayan devlet olarak işçi devleti Rus işçilerin kendi deneyimlerinin içinde süzüldü. Lenin, böyle bir devletin ezilenler için simgelediği umudun önemini bu örgütlenmenin ayrıntılı bir analizini yaparak anlatmayı başaran özel bir devrimcidir. Savaş ve milliyetçilik Bugün devletlerin öldürdüğü, işkence ettiği, hapse attığı, ezdiği, şiddet uyguladığı ve yerinden ettiği milyonlarca insana başka bir alternatifin mümkün olduğunu anlatmak için Lenin’e bakmak zorundayız. Rusya’nın Ukrayna işgali, NATO’nun bu işgal zeminindeki rolü, ABD ve Çin arasında her geçen gün tırmanan gerilim, kapitalizm ve savaş konusundaki her fikri çok önemli olan Lenin’i neden mercek altına almamız gerektiğini gösteriyor. Lenin’in emperyalizme karşı mücadele analizi olmadan savaşlar konusunda konuşan ve tutum alanlar genellikle emperyalist kamplardan birisini desteklemek zorunda kalıyor. Ama Lenin’e en çok ihtiyaç duyduğumuz konuların başında egemen sınıf milliyetçiliklerine karşı verdiği amansız mücadele geliyor. Kapitalizmden, onun canlı yaşamının tümünün başına musallat ettiği belalardan, iklim krizi, göç, savaşlar, emek sömürüsü ve toplumsal cinsiyetçi baskılardan kurtulmak için verilen mücadeleler, sık sık egemen sınıfların milliyetçi fikirleriyle bölünmeye çalışılıyor. Lenin hem ezilen halkların kendi kaderini tayin hakkını koşulsuz bir şekilde savunurken hem de savaşa giren devletlerin işçi sınıflarının ilk görevinin kendi devletlerinin savaşta yenilmesi için mücadele etmek olduğunu anlatırken ve en önemlisi sosyalizmin ancak dünya çapında bir mücadelenin ürünü olabileceğinin altını çizerken, bugünün, belki de kendi döneminde olduğundan çok daha yakıcı olan sorunlara yanıt veriyordu. Lenin’in bir parçası olduğu geleneğe yaslanmadan reformlarla ve parlamenter mücadeleyle yetinmek, göçmenlerle dayanışmamak, milliyetçiliğe zaman zaman tavizler vermek, cumhuriyetin kurucularıyla barışmak ve onları hayırla yad etmek ve ezilen halkları koşulsuz bir şekilde desteklememek, hatta sürekli olarak şartlar koymak solun normaliymiş gibi algılanabilir. Bu nedenle Lenin’in fikirlerine yaslanmak bugün her zamankinden önemli.  

Paris Komünü, Leo Frankel ve enternasyonalizm

Paris halkı işçisi, emekçisi, kadınları, sosyalistleri, anarşistleri, tüm ötekileriyle birleşerek 18 Mart 1871’de hayal ettiği özgürlük ve eşitlik toplumunun küçük bir modelini yaratmak için şehrin yönetimini üstlendi ve Paris Komününü kurdu.  Paris komünü bir ütopyanın kapısını aralamaktı, egemen sınıfın çaldığı hayatları geri almaktı. Anarşist coğrafyacı Élisée Reclus’un tanımıyla: “Doğum, ünvan ve varlık yoluyla efendi olmayan ve köken, toplumsal sınıf ve maaş aracılığıyla köle olmayan yeni bir toplum. “Komün” ifadesi her yerde, yeni insanlığa işaret eden, özgür ve eşit ortaklığı icat eden, eski sınıfların varlığından habersiz, dünyanın bir ucundan öbür ucuna barış içinde birbirine yardım etmek anlamına geliyordu -en geniş anlamıyla.” Halk 72 gün boyunca demokratik ilkelerle işleyen kendi öz yönetimini sağlayarak, toplumsal kurtuluş mücadelesini tarihe kaydetti. İşçi sınıfının kendi devletini kurmasından heyecan duyan Marx arkadaşı Kugelmann’a yazdığı mektuba şu satırı eklemişti: “Tarihte buna benzer bir büyüklük örneği görülmemiştir.”  1870 yılında III. Napolyon tarafından başlatılan Fransa-Prusya savaşı Fransızların ağır kayıplarıyla aylarca devam etti ve Prusya Paris’i kuşatma altına aldı. Bu kuşatma esnasında Paris halkı açlık ve sefaletle mücadele etmek zorunda bırakıldı. III. Napolyon’un esir düşmesi, kralın savaş politikalarını destekleyenlerin kentten kaçmasına neden oldu. Ordu dağıldı ve iktidar boşluğu beraberinde kaos getirdi. Prusyalıların Paris’i işgal etmesiyle birlikte halk kendi kaderini tayin etmekten başka bir çaresi olmadığını anladı ve aylardır çekilen sefaletin öfkesi işgal karşıtı yurtsever direnişe dönüştü. Bu noktada işçi sınıfı temsilcilerinin, devrimci sol grupların ve anarşistlerin etkisiyle yurtseverlik halinin hızla radikal ve enternasyonalist nitelik kazandığını söyleyebiliriz. Komünde üst düzey görev üstlenenler tanınmış kişiler değil, halkın içindenlerdi. Bu nitelik Komünü güçlü kılmıştı. Enzo Traverso “Paris Komünü Neden 150 Yıl Sonra Bile Yankılanıyor?” isimli makalesinde:  “Devrimci yurtseverliğin bir ifadesi olarak doğan Komün “Her şehrin bir işin ucundan tutan yabancılara vatandaşlık hakkı tanımaya izin vermesi gerektiğini” bildirdi ve Fransa’nın başkentinde yaşayan binlerce göçmen, sürgün ve sığınmacının bütünleştiği “evrensel Cumhuriyet”in ilkelerine somut bir anlam kattı. Arşive kayıtlı 1725 yabancı Komün Üyesi birçok durumda önemli sorumluluklar aldılar: Komün ordusunun üçte ikisi önemli Polonyalı kumandanlar ve İtalyan lejyonunu içeren Ulusal Muhafızlar tarafından yönetiliyordu.” Ve göçmen Yahudi devrimci Leo Frankel de komünün unutulmaz isimlerinden birisiydi. Paris Komününün Yahudi Bakanı Leo Frankel Leo Frankel 28 Şubat 1844’te Macaristan’ın Obuda kentinde Almanca konuşan Aşkenaz Yahudisi bir ailede dünyaya geldi. Baba Albert Frankel Obuda tershanesinde doktordu. Fransız tarihçi ve işçi hareketleri araştırmacısı Julien Chuzeville’nin Leo Frankel hakkında kaleme aldığı biyografiye göre: “Leo Yahudi işçilerin yoğun olduğu bir mahallede büyümüştü. İşçi mahallesinde yaşamak belki de zanaatkar yönünü keşfetmesine olanak tanımıştı. Bu sayede hangi ülkeye giderse gitsin kendisini geçindirecek işler bulabilmişti.” Aile oğullarının zanaat öğrenmesini, kuyumcu olmasını istiyordu. Leo da uydu bu plana. 1860’ların başında Viyana’ya ve ardından Almanya’ya gitti. Sosyalist teorilerle tanıştığı yer kuşkusuz Münih’ti. Burada filozof aktivist Ferdinand Lassalle’in fikirlerine kendini kaptırmış, işçi örgütlenmelerinin parçası olmaya başlamıştır. 1864’te Londra’da kurulan Birinci Enternasyonal’in bir üyesi olan Frankel, biri Macar diğeri Danimarkalı iki arkadaşı ile birlikte örgütün Almanca konuşulan bölümünü Paris’te kurdu. İsviçre, Almanya ve Birleşik Krallık’ta bulunan aktivistlerle temas sağlayan Frankel örgütün aktif bir üyesi olmuştu. Karl Marx ile yakın teması da bu çalışmaların neticesinde gelişti. Tarihçi Julien Chuzeville’ye dönersek: “Frankel Fransa’da Kapital’i ilk okuyanlardan birisiydi. O dönem sınırlı sayıda basılan Kapital, henüz Fransızcaya çevrilmediği için yalnızca Almanca olarak mevcuttu. Frankel, Paul Lafargue’ye sık sık gider ve Karl’ın kızı Laura Marx aracılığıyla bir Kapital cildi edinirmiş. Bu nedenle Enternasyonal’in kolektivist-devrimci akımının bir parçası olmuştur Leo Frankel. Her ne kadar Frankel ve Marx’ın ne zaman yazışmaya başladığını tam olarak bilemesek de Paris Komününün başlangıcına denk gelen bir yazışma arşivlerde mevcuttur.” 1870’in başlarında siyasi faaliyetleri ve Enternasyonal üyesi olması nedeniyle Paris’te tutuklanmıştı Leo Frankel. Müesses nizam Enternasyonal üyelerini mevcut düzeni bozmaya çalışan, gizli işler çeviren “tehlikeli” şahıslar olarak görüyordu. III. Napolyon’un Prusya birlikleri tarafından Sedan’da ele geçirilmesinden ve yeniden Cumhuriyet ilan edildikten 1 gün sonra 5 Eylül’de Leo Frankel serbest bırakıldı.  Savaş devam ederken sorumluları çok ağır eleştiriyordu ve Prusya’nın Paris’i işgal etmesiyle birlikte şehri savunmak için Ulusal Muhafızlara katıldı. Kent savunmasında ön saflardaydı. Komün Paris Belediye binasına kızıl bayrağı asıp şehrin yönetimini el geçirdiğinde hiçbir milliyet ayrımı yapmadı ve açıkça işçi sınıfının uluslararası birliğini savundu. Dahası da oldu. Çalışma bakanı olarak aslında Parisli olmayan göçmen bir Yahudi’yi, Leo Frankel’i seçmişti Komün. Karl Marx, “Fransa’da İç Savaş” adlı metninde, Komünün bir yabancı işçiyi bakan olarak seçmesiyle övünür; çünkü bu örnek alınması gereken güçlü bir enternasyonalist eylemdir.  Çalışma bakanı Leo Frankel ilk olarak iş gücünü işyeri sahiplerinin sömürüsünden kurtarmak için adımlar attı. Çalışma komisyonu Komünün Kadınlar Birliğine bağlanmıştı. Frankel’in şu sözleri tarihe geçmişti: “Kadın erkek eşitliğine karşı yapılan tüm itirazlar, siyah ırkın kurtuluşuna karşı yapılan itirazlarla aynı türdendir. İnsan ırkının yarısının yetersiz olduğunu iddia ederek erkekler, kadının koruyucusu gibi görünmekle böbürleniyor. Bu iğrenç bir iki yüzlülük! Ayrıcalık engellerini kaldırın da neler olduğunu hep birlikte görelim!” 25 Mayıs’ta, Komünün Adolphe Thiers hükümetinin emrindeki Versailles birlikleri tarafından bastırıldığı “kanlı hafta” sırasında, Rue du Faubourg-Saint-Antoine’daki barikatta ciddi şekilde yaralandı Leo Frankel. Hayatta kalmasını kadın komünar Elisabeth Dmitrieff’e borçludur. Eşitlik için kurulan Komün ne acı ki müesses nizamın emir erleri tarafından kuruluşundan 72 gün sonra kanlı bir şekilde dağıtıldı. Yaklaşık 20 bin Komün üyesi öldürüldü, 38 bini tutuklandı ve 7 binden fazlası sınır dışı edildi.  Leo Frankel İsviçre’ye kaçmayı başararak ölümden kurtulmuştur. Komünün bastırılmasından yıllar sonra tekrar Paris’e dönmüş ve 1896 yılında bir zamanlar ütopyanın kapısının aralandığı, gökyüzünün fethedildiği o şehirde hayata gözlerini yummuştur. 1871 Paris Komünü sırasında ve sonrasında, Fransa’da, Avusturya-Macaristan’da, Almanya’da ve hatta Birleşik Krallık’ta işçi haklarının boyun eğmez bir savunucusu olan Leo Frankel’in adı doğduğu ülke Macaristan’da bir sokağa verilmiştir. 90’lı yıllarda başlatılan ve sağcı Viktor Orbán’ın partisi Fidesz’in 2010’da iktidar olmasıyla yaygınlaştırılan “komünist figürlerden arındırma” politikasına rağmen sokak ahalisinin başka isim istemiyoruz çıkışıyla Leo Frankel sokağı günümüzde hâlâ korunmaktadır. Melike Karaosmanoğlu *Bu yazı 18 Mart 2023’te Avlaremoz sitesinde yayınlanmıştır.

Geri 1 2 3 4 5 6 7 8 İleri

Bültene kayıt ol