Amy Leather temel Marksist fikirler üzerine kaleme aldığı yazı dizimizde, Karl Marx'ın dünyayı değiştirmek isteyen herkes için geçerliliğini korumaya devam ettiğini savunuyor.
Karl Marx bugün hayatta olsaydı, dünya için epey öfkelenirdi. Derin ve çok yönlü varoluşsal krizlerle karşı karşıyayız. Covid pandemisi, felaket boyutuna varan küresel ısınma, savaş ve emperyalizm şimdiden milyonlarca insana ölüm ve yıkım getirdi, gezegenin geleceğini de tehdit etmekte.
Bu krizler, ırkçılık ve insanların yaşamlarını acımasızca etkileyen daha geniş çaplı baskıcı sorunlarla iç içe geçmiş durumda. Ve şimdi, hükümetler ve patronlar dünya genelindeki milyonlarca insanın yaşam standartlarına darbe vurmakta, insanlar sosyal bir acil durumla karşı karşıya kalmış halde. Bu bağlamda Marx'ın fikirleri, kapitalist sistemin işleyişine dair bir kavrayış ile beraber değişim için de bir strateji sunmaktadır.
Elbette, 1818'de doğan Marx, dünyanın oldukça farklı olduğu bir dönemde yazıyordu. Sanayi kapitalizmi İngiltere ve Kuzey Avrupa'nın diğer bölgeleri gibi yerlerde yeni yeni gelişmekteydi. Ancak Marx'ın analiz ettiği toplum özelliklerinin çoğu bugün hala bizimle birlikte, hatta daha da belirginleşmiş durumdalar.
Marx bazen British Library’e kapanıp soyut teoriler yazan yaşlı ve sakallı bir adam olarak karikatürize edilir. Ancak Marx’ı yazmaya motive eden durum, çevresindeki dünyada gördüğü eşitsizlik ve vahşetti. Marx kapitalizmi "kan damlayan" bir sistem olarak tanımlamaktaydı. Bu yeni sistemin hem muazzam bir zenginlik hem de büyük bir insan sefaleti yarattığını, kazanımlarının insanların büyük çoğunluğundan esirgenişini görebiliyordu.
Marx’ın kapitalizmi bir sistem olarak analiz etme ve anlama gayretinin sebebi, ondan kurtulmak istemesiydi. Dediği gibi, "Filozoflar dünyayı sadece yorumlamışlardır. Ancak asıl mesele onu değiştirmektir." En büyük ve en tanınmış eseri olan nitelenebilecek Kapital'i de, "yıkımına ivme kazandırabilme niyetiyle", kapitalizmi daha iyi anlayabilmek için yazdı.
Marx’ın teorisi, sadece Marx'ın zihninin mahsulü değildi. O aktif bir devrimciydi ve fikirlerini devamlı şekilde çevresindeki dünyada patlak veren olaylarla, mücadelelerle ilgilenerek ve onlardan dersler alarak geliştirdi.
Marx'ın bir dizi eşsiz iç görüşü vardı. Bunun yanında hayatı boyunca ekonomi, siyaset, felsefe, tarih ve daha pek çok konuyla haşır neşirdi. Bunun sebebi toplumu bir bütün olarak görüyor oluşuydu, bu konular birbirinden ayrı ve bağlantısız değildiler.
Marx'ın fikirlerini incelerken, Marksist teorinin ezbere öğrenilecek bir şey olmadığını hatırlamakta fayda var. Marx, iyi bir ifade ediş biçimine sahipti. Ancak bir Marksist olabilmek için Marx'ı okumak, ezberlemek ve kelimesi kelimesine tekrar etmek yeterli değildir. Bilakis Marksizm, dünyayı anlamamıza yardımcı olabilmek için kullandığımız bir yöntemdir. Zaten bu sebeple de Marx'ın zamanından beri ilerleme halindedir.
Marksizm bir düşünceler bütünüdür. Döneminde Marx, çalışma arkadaşı Frederick Engels ile yakın işbirliği içerisinde bir üretim faaliyeti içindeydi. Ancak Vladimir Lenin, Leon Troçki ve Rosa Luxemburg gibi diğer devrimciler, karşılaştıkları yeni durumları anlamlandırmak amacıyla Marx'ın dünyayı anlamlandırışını ve bu anlamlandırma yöntemini kullanarak, Marx’ın fikirleri üzerinden yeni bir inşa faaliyetine giriştiler.
Marx'ın yönteminin başlangıç noktası, kapitalizmin dinamiklerini anlamaya çalışmak amacıyla görünenin altına bakmaktır. Yalnızca kapitalizmin görünüşünü tarif etmek yeterli değildir. İşlerin nasıl göründüğü ile asıl gerçeklik arasında genellikle büyük bir zıtlık bulunmaktadır.
Kritik anlamda belirtilmelidir ki Marx bir materyalistti. Tarihin fikirler tarafından idare edildiğini düşünen bazı filozofların aksine Marx, işe maddi gerçeklikle başlamanız gerektiği konusunda oldukça netti. İnsanlar ve fikirleri, içinde bulundukları hayat şartları tarafından şekillendirilmektedir.
Dolayısıyla herhangi bir toplumu anlayabilmek, o toplumda yaşayan insanların hayatta kalabilmeleri için ihtiyaçları olan şeylerin nasıl üretildiğine bakmamızla mümkündür. En basit şekliyle insanlar, başka bir işe girişmeden önce yiyecek, barınak ve giysiye ihtiyaç duyar. Temel ihtiyaçlarımızı karşılayana kadar müzik ya da sanat üretemeyiz, bilimsel bilgi geliştiremeyiz, boş zamanlarımızı değerlendiremeyiz, hatta başka hiçbir bir şey yapamayız. Dolayısıyla evvela bir toplumun bu şeyleri üretebilmek için nasıl örgütlendiğine bakmamız gerekir.
Bu süreçte insanların doğayla her zaman bir ilişkisi olmuştu. Bazen Marx'ın sadece ekonomiye odaklandığı ve çevre hakkında söylediği pek az şeyi olduğu varsayılır. Ancak Engels ile birlikte o, doğal dünya hakkında birçok şey yazdı ve aynı zamanda bu konuda büyük bir içgörüye sahipti.
İnsanların, doğa üzerinde "bir fatih gibi" durmak yerine doğanın bir parçası oldukları hakkında nettiler. İhtiyacımız olan şeyleri üretebilmek amacıyla doğal dünya üzerinde bir etkimiz var ve bu üretim doğayı etkiliyor. İnsanlar bunu tarih boyunca yapmıştır. Ancak Marx ve Engels, önceki toplumsal yapıların aksine kapitalizmin, insanın doğayla ilişkisini bozduğunu ileri sürdüler ve buna "metabolik çatlak" adını verdiler. Bu sebeple de kapitalizmin doğası gereği anti-ekolojik olduğunu saptamışlardır.
İnsanların dünyayı dönüştürebilmek için emek gücünü kullanıyor oluşu bizi hayvanlardan ayırır. Hayvanlar içgüdüleriyle hareket ederken insanlar bilinçli olarak çevreleri üzerine çalışırlar. Hayvanların hareket ediş ve hayatta kalış biçimleri on binlerce yıl boyunca değişmeden kalır. Buna karşılık insanlar doğa üzerinde bilinçli bir şekilde hareket eder; bu da başarılarımızın üzerine yeni inşa faaliyetlerine girişiyoruz ve ihtiyaç duyduğumuz şeyleri üretmek için yeni yollar geliştiriyoruz demektir. Sonuç olarak bu durum, bizlerin bir tarihi olduğu fakat hayvanların bir tarihinin olmadığı anlamına gelmektedir. Marx, bilinçli emek kapasitemizi "türsel varoluşumuz" olarak adlandırmıştır.
Marx insanların sosyal varlıklar olduğu konusunda da netti. Hiçbirimiz hayatta kalabilmek için ihtiyaç duyduğumuz şeyleri tek başımıza elde edemeyiz. Ev, yiyecek, giyecek ya da toplumdaki herhangi bir şeyi üretmek için diğer insanlarla işbirliği yapmak zorundayız. Tarih boyunca insanlar avcı toplayıcıların hayvanları öldürmesi, yiyecek toplaması ve ateş yakabilmesi için beraber çalışmasından milyonlarca insanın emeğinin pazar aracılığıyla birbirine bağlandığı günümüze kadar sayısız şekilde birlikte çalıştı. İhtiyacımız olan şeyi üretmenin farklı yolları, çok çeşitli fikirlere sahip çok çeşitli toplumsal yapıların ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Bu önemli çünkü bize genellikle kapitalizmin doğal bir düzen olduğu izlenimi veriliyor. Fakat aslında kapitalizm çok yeni bir sistemdir. Daha da önemlisi, eğer toplum geçmişte farklı bir şekilde örgütlenmişse, gelecekte de yine farklı şekilde örgütlenebilir.
Tarihsel değişimi anlamak Marx için çok önemliydi. Geçmiş sadece bugünü anlamamıza yardımcı olmakla kalmaz, aynı zamanda değişimin nasıl ve neden gerçekleştiğini de anlamamızı sağlar. O, tarihsel materyalizm olarak da bilinen bir yaklaşım geliştirdi. Marx tarihsel dönüşümü fikirlerin yönlendirdiğini düşünmediği gibi, krallar ya da imparatorlar gibi önemli şahsiyetlerin de yönlendirdiğini düşünmemekteydi.
Chris Harman, How Marxism Works isimli çalışmasında şöyle demektedir: "İnsan hayatının anlamı olarak zenginliğin üretimine yönelik yeni tekniklerin geliştirilişi, her zaman insanlar arasında yeni işbirliği biçimlerinin -yeni toplumsal ilişkilerin- doğmasına yol açmıştır.”
"İnsanların kendilerini besleyen, giydiren ve barındıran şeyleri üretmek için beraber çalışma biçimlerinde meydana gelen değişiklikler, toplumun örgütlenme biçiminde ve bu örgütlenmelerin içindeki insanların tutumlarında da değişikliklere sebep olur. Bu durum, tarihin ve toplumsal dönüşümün gizemidir."
Ancak bu, Marksistlerin teknolojik gelişmelerin otomatik olarak daha iyi bir toplum yaratacağına veya yeni icatların otomatik olarak toplumda değişikliklere yol açacağına inandıkları anlamına gelmez. Tarih boyunca gıda, barınak ve giyecek üretimini geliştirmenin yolları, halihazırda var olan tutumlar veya toplum biçimleriyle çatıştığı zamanlar reddedilmiştir.
Marksist terminolojiyle ifade edecek olursak, üretim güçleri geliştikçe, eski üretim güçleri temelinde büyüyen önceki fikirlerle ve toplumsal ilişkilerle çatışmaya girerler. Dolayısıyla Marx için tarih, sokaktaki insanın değişimin öznesi olarak yer aldığı bir sınıf mücadelesi tarihidir. Ya yeni üretim güçleriyle özdeşleşen insanlar ya da eski sistemle özdeşleşenler bu çatışmanın galibi olurlar. Bu, toplumun sadece otomatik olarak ileriye doğru gitmediği, geriye doğru da gidebileceği anlamına gelir.
Marx'ın tarihsel yaklaşımı yalnızca toplumdaki değişimin nedenini anlamakla kalmayıp kapitalizme özgü olanın ne olduğunun da analiz edilmesi anlamına geliyordu.
Marx'ın temel fikirlerinden biri de, ekonomik krizlerin kapitalizme içkin olduğudur. Bu görüş, krizi bir sapma ya da dış faktörlerin neden olduğu bir sorun olarak gören çoğu ana akım iktisatçının tam tersi bir düşüncedir. Dolayısıyla bu iktisatçıların vardıkları sonuç, krizin sistem dışında düzeltilebileceğidir.
Marx bunun yerine krizin, sistemin bizzat kendinden kaynaklandığını savunmuştur. Böylece o, kapitalizmin özünde bir çelişki tespit etmiştir. Sistemi ileriye götüren dinamik, aynı zamanda onu son derece krize eğilimli ve yıkıcı hale de getirir.
Kapitalizm tamamıyla kaotik ve plansız bir sistemdir. Sistemin temelinde kâr için amansız bir rekabet yatmaktadır. Kâr güdüsü sağlıktan eğitime, barınmadan çevreye kadar hayatın tüm yönlerini çarpıtmakla kalmaz, rekabetçi sürecin doğası ayrıca krize de yol açar.
Dolayısıyla kapitalizmin gerçek tarihi, bizi sürekli ileriye götüren kesintisiz bir gelişme çizgisi olmaktan çok patlamaların ve çöküşlerin tarihi olmuştur. Üretimin hızla genişlediği dönemlerin aralarına, ekonominin tüm bölümlerinin durma noktasına geldiği ani çöküşler serpiştirilmiş durumdadır.
Marx, krizin neden kapitalizme içkin olduğunu anlayabilmek amacıyla tüm sistemi analiz etti ve kapitalist toplumda iki temel bölünme tespit etti. Patronlar ve işçiler -ya da onun deyimiyle burjuvazi ve proletarya- arasında merkezi bir ayrım vardır. Aynı zamanda rakip kapitalistler arasında da bir ayrım vardır.
Birinci ve en temel ayrım, patronlar ile işçiler arasındadır. Marx burada sınıflardan ve kapitalizmin sınıflı bir toplum olduğundan bahsetmektedir. O, sınıfı çok spesifik olarak anlamıştır. Bu durum operaya veya bara gitmenizle, nasıl konuştuğunuzla ya da ne yediğinizle tanımlanan bir şey değildir, her ne kadar sınıf bunları şekillendirse de. Birçoklarının yapmaya çalıştığı gibi insanları mesleklerine göre sınıflandırarak da anlaşılamaz.
Sınıf, nesnel bir toplumsal ilişkiler bütünüdür ve sizin üretim araçlarıyla olan ilişkinize bağlıdır. Marx üretim araçlarıyla, insan olarak hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğumuz şeyleri -en temel düzeyde yiyecek, barınak ve giyecek- üretebilmek amacıyla gerekli olan şeyleri kastetmiştir. Toprak, hammaddeler, mineraller, aletler, makineler ve teknoloji, herhangi bir toplumda üretimin gerçekleşebilmesi için olmazsa olmaz şeylerdir.
Marx'ın tespit ettiği, tüm bu şeylerin küçük bir azınlık tarafından sahiplenildiği ve kontrol edildiğidir. O, bu grubu burjuvazi olarak adlandırdı ancak bugün buna kapitalist veya yöneten sınıf dememiz daha doğru olur.
Öte taraftan insanların büyük bir kısmı bu şeylerin hiçbirine sahip değildir. "Emek güçlerini"-çalışma kabiliyetlerini- kapitalistlerden birine veya ötekine satmadıkları sürece geçimlerini sağlayabilmelerinin hiçbir yolu yoktur.
Marx, kapitalizm altındaki işçilerin kelimenin iki anlamıyla "özgür" olduğunu belirtmiştir. Kapitalistlerden herhangi biri için çalışmakta özgürdürler, tıpkı bizim kimin için çalışacağımızı bir dereceye kadar seçebilmemiz gibi. Ancak işçiler üretim araçlarına erişimden "azade" oldukları için emeklerini satmak zorundadırlar. Şu ya da bu şirket için çalışmak zorundadırlar, aksi takdirde açlıktan ölebilme "özgürlüğüne" sahiptirler.
Elbette bugünün İngiltere’sinde insanların yaptığı işler Marx'ın zamanından çok farklı görünüyor ama bu temel ayrım hala devam etmekte. Sınıfınız, hangi tarafta olduğunuza bağlıdır. Üretim araçlarına sahip misiniz veya onları kontrol edebiliyor musunuz yoksa bir ücret karşılığında çalışma yeteneğinizi satmak zorunda mısınız? Eğer emeğinizi satıyorsanız işçi sınıfındasınız demektir, posta işçisi, tren veya otobüs şoförü, hastane taşıyıcısı, araba işçisi, teslimat şoförü, çağrı merkezi çalışanı, konut işçisi, öğretmen, hemşire ya da liman işçisi olun veya olmayın.
Bu ilişkinin temelinde işçilerin kapitalistler tarafından sömürülmesi yatmaktadır. Bu da bir başka çok önemli Marksist kavrayıştır. Sömürü kapitalizmde bir anomali ya da sadece çalışma şartları kötü işyerlerinde gerçekleşen bir olay değildir. Aksine sistemin merkezinde yer alır ve kârın elde edildiği sürecin ta kendisidir.
Kâr, kapitalizmin merkezinde yer alır. Çoğu ekonomist kâr kavramını sorgulamaz. Genellikle kapitalist için bir ödül veya onun zeki, yenilikçi ve hatta sadece yatırım yaptığı için meşru bir getirisi olarak okunur.
Ancak Marx tüm kârın işçilerden geldiği konusunda gayet açıktı. Bunu anlamak için de emek değer teorisi adını verdiği bir teori geliştirmiştir. Bu teorinin temelinde değerin işçiler tarafından yaratıldığı anlayışı yatmaktadır. İşçiler işe gidip bir değer yarattıklarında bu değerin gerçek miktarı, ücretler aracılığıyla onlara geri dönenden çok daha fazladır. İşçilere ödenen ücret ile işçilerin yarattıkları değer arasındaki bu fark, kârın kaynağıdır. Marx bu bağlamda kârın kaynağına "artı değer" adını vermiştir.
Örneğin araba üreten bir işçiyi ele alalım, kapitalist bu arabaları sattığında işçiye ödediğinden çok daha fazlasını kazandığı çok açıktır. İşçiye, emeğiyle ürettiği arabaların değerinden çok daha az ödeme yapılacaktır.
Görünüşte kapitalist ve işçi arasında eşit bir alışveriş gerçekleşmiş diyebiliriz. Hatta "adil bir iş günü için adil bir ücret" sloganı bile vardır. Ancak hakikatte bu asla adil değildir. İşçi sömürülmüştür. Çalışırken yarattığı değerden çok daha az bir ücret almıştır. Böylece görülebileceği üzere sömürü, kapitalizmin kalbinde, bizzat merkezinde yer alır.
Patronlar sürekli bir biçimde insanları daha az ücret karşılığında daha uzun süre ve daha yoğun çalıştırarak işçilerden daha fazla artı değer elde etmeye çalışırlar. Kapitalistler bunu sadece kötü oldukları için yapmazlar. Evet, çoğu zaman kötü olsalar da onlar bunu, sistemin mantığı onları buna zorladığı için yaparlar.
Bu da bizi Marx'ın kapitalizmde tanımladığı ikinci ayrıma, yani kapitalistlerin kendi aralarındaki ayrıma götürür. Kapitalistler işçilere karşı, ayrı bir sınıf olarak birleşmiş olsalar da birbirleriyle sürekli bir rekabet halindedirler.
Bunun nedeni, kapitalizmde üretimin ayrı rakip firmalar tarafından örgütlenmesidir. Bunlar küçük bir şirketten daha büyük bir şirkete, bir finans kuruluşundan çok uluslu bir şirkete kadar her tür yapı olabilir. En önemlisi, hepsi de kar elde etmek için birbirleriyle rekabet halindedirler. Ne kadar çok kar elde ederlerse yeni ve daha ileri teknoloji ve makinelere yatırım yaparak rakiplerinin önüne o kadar geçebilirler.
Elbette kapitalistler, elde ettiği kârın bir kısmını da kendilerini zenginleştirme yolunda kullanılmakta. Bill Gates, Jeff Bezos ve diğerlerinin malikaneleri ve yatları ile çok lüks bir hayat sürdüklerine şahit olmaktayız. Ancak tek istedikleri kâr bu olsaydı, o zaman ihtiyaç duydukları kârın bir sınırı da bulunacaktı.
Bunun yerine, üretime geri dönebilmek için giderek daha fazla kâra ihtiyaç duyarlar. Rakiplerinin önünde kalabilmek için her firma kârını en üst düzeye çıkarmak ister. Bunlar sonraları daha üretken makine, teknoloji veya ekipmana yeniden yatırım yapabilmek için kullanılabilir. Bu da daha verimli üretim yapmalarını, fiyatları düşürmelerini ve rakiplerini alt edebilmelerini sağlar.
Marx bu sürece rekabetçi birikim adını vermiş ve bunu kapitalizmin itici gücü olarak tanımlamıştır. Şirketlerin, rakiplerinin önüne geçebilmek amacıyla yeniden yatırım yapmak üzere kâr elde etmek için rekabetten başka seçenekleri yoktur. Ve bunun bir sınırı ya da sonu da bulunmamaktadır-rekabet süreci amansızdır.
Bu, kapitalizmin neden krize girdiğini anlamlandırabilmek için bir başlangıç noktasıdır. Kapitalizm, genel bir koordinasyonun olmadığı, tamamen plansız ve kaotik bir sistemdir. Tüm üretim süreci, toplumdaki insanların neye ihtiyaç duyduğuna dair rasyonel kararlardan ziyade kâr elde etmek için verilen amansız bir mücadeleden doğmaktadır.
Bu süreç hızlı artışlara yol açabilir. Bir firma, belirli bir piyasada kâr elde edebileceğini görürse bundan yararlanmak ve o sektöre girmek için acele edecektir. Mümkün olduğunca fazla pazar payı kapmak için üretimlerini olabildiğince hızlı bir şekilde artırırlar. Yeni tesislere, makinelere ve işçilere yatırım yaparlar. Bu da diğer sektörlerin ürünleri için talep yaratarak zincirleme bir etki yaratır.
Ancak sorun şu ki, kapitalizmin plansız doğası ve her bir firma arasındaki rekabet, bir koordinasyon olmadığı anlamına geliyor. Kârlı bir sektöre giren her firma, pazarın tamamını ele geçirmeyi planlamaktadır. Fakat diğer bütün firmalar da yine bunu yapmaya çalışmaktadır.
Sonuç olarak bu şekilde aşırı bir üretim söz konusu olur. Çok fazla üretilir ve artık bu üretim kârla satılamaz. Aynı zamanda kâr elde etme telaşıyla mevcut hammadde, bileşenler, kalifiye işgücü ve finansman kaynakları da tükenebilir. Kıtlıklar firmaları vurmaya başlar, fiyatlar ve maliyetler yükselir. Firmanın bundan kendini koruyabilmesinin yegâne yolu üretimi kısmak, işçileri işten çıkarmak, tesisleri ve fabrikaları kapatmak ve böylece diğer firmaların malları için oluşacak pazarı yok etmektir.
Hızlı artışları ve ani düşüşleri tanımlamak sadece Marx'a özgü bir durum değildi. Ekonomistler sıklıkla "iş döngüsünden" bahsederler. Marx'ın tanımladığı şey, birkaç döngü boyunca ani düşüşlerin daha derin ve daha uzun, hızlı artışların ise daha sığ ve daha kısa olması yönünde uzun vadeli bir eğilimin söz konusu olduğudur. Kapitalist sistemdeki uzun vadeli süreçler nedeniyle daha kötü ve daha derin krizlere doğru bir gidişat söz konusudur.
Marx'ın krizi anlamlandırmasının merkezinde, kâr oranının düşme eğilimi yasası olarak adlandırdığı şey vardır. O, bunun "modern politik ekonominin en önemli yasası" olduğunu düşünmekteydi.
Bu durum, sistemin özünde yatan çelişkiden kaynaklanmaktadır. Kısa vadede her bir kapitalist için en mantıklı olan, kârlarını sürekli olarak daha üretken tekniklere yatırmaktır. Bu, onlara kısa vadeli bir avantaj sağlar. Ancak uzun vadede bu durum aslında kâr oranını düşürerek tüm sistem için sorunlara yol açacaktır.
Her kapitalist için önemli olan elde ettikleri mutlak kâr miktarı değil, bu kâr miktarının ilk yatırımlarına kıyasla nasıl olduğudur, buna da kâr oranı denir.
Kapitalistler işçileri çalıştırmak için yatırım yaptıkları gibi makine, tesis ve teknolojiye de yatırım yaparlar. Ancak sadece işçiler yeni değeri yaratırlar. Dolayısıyla bir kapitalist emek tasarrufu sağlayan teknolojiye yatırım yaptıkça rakiplerini alt edebilir ve büyük miktarlarda kâr elde edebilir. Ancak bu durum, kapitalistlerin makine, tesis ve teknolojiye, değerin kaynağı olan emeği istihdam etmekten daha büyük oranda yatırım yaptığı anlamına gelmektedir. Bu da uzun vadede kâr oranının düşmesi anlamına gelecektir.
Marx, kâr oranının yere hızla düşen bir taş gibi düşmeyeceği konusunda netti. Gerçekten de bu durumu telafi edici etkiler bulunmaktadır. Özellikle işçileri sıkıştırmak ve sömürü oranını artırmak, sistemin bir süreliğine kâr oranlarını eski haline getirmesini sağlayabilir. Kârlı olmayan şirketleri yok etmek de -örneğin bir kriz anında iflaslar yoluyla- kârlılığı yeniden mümkün kılabilir.
Ancak kapitalizm altındaki üretimin doğası, ekonomik krizin yerleşik olduğu ve çöküşlerin zaman içinde daha da derinleştiği anlamına gelmektedir. Rekabetçi birikim sürecinin, krizin etkisini daha da kötüleştiren başka neticeleri de bulunmaktadır.
Kapitalizm yaşlandıkça dönüşüme uğrar. Rekabet eden firmaların sayısı azalır ve sermaye üniteleri büyür. Marx'ın zamanında bir firma, örneğin Manchester'da tekstil fabrikası işleten tek bir kapitalist olarak faaliyet gösterirdi. Artık devasa çokuluslu şirketlerimiz var ve bir avuç dev firma tüm endüstrilere hakim hale geldi. Bu asla bir tesadüf değildir.
Şirketler kısmen rekabet süreci içinde, yapılan yeni yatırımların bir sonucu olarak büyümüşlerdir, aynı zamanda birleşmeler ve devirler yoluyla da büyümüşlerdir. Marx buna sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi adını vermektedir. Günümüzde bu şirketlerin boyutu, iflas etmeleri durumunda ekonomi üzerinde yaratılacak daha da büyük bir yıkımın göstergesidir.
Rekabet süreci, kapitalistlerin hammadde ve yeni pazarlar aramaları sonucu, kapitalizmin dünya çapında genişlemesine de yol açmıştır. Rekabetin doğası gereği savaş, kapitalizme içkindir. Lenin emperyalizmi "kapitalizmin en yüksek aşaması" olarak adlandırmaktadır. Artık egemenlik için mücadele eden rakip devletlerden oluşan bir sisteme sahibiz. Sadece belirli bir ulus devletle bağı olan "kendi" şirketleri için yeni pazarlar elde etmek değil, aynı zamanda rakiplerini oyunun dışında tutabilmek için dünyanın bazı bölgelerindeki kontrolü de ele geçirmek istiyorlar.
Marx'ın vardığı temel sonuç ise şuydu: Eğer kriz sisteme içkinse, o zaman sistem dönüştürülemez. Bunun yerine devrimci değişimi göz önüne alıp kapitalizmden tamamen kurtulmalıyız.
Bu da bizi Marx'ın en eşsiz ve orijinal fikrine, “işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri” olacağı konusuna getiriyor. Marx, işçilerin en çok sömürülen sınıf olduğunu tespit ederken onları sadece sistemin kurbanları olarak görmemekteydi. O bunun yerine işçilerin potansiyel ve özel bir güce sahip olduklarını tespit etti.
Marx onları potansiyel olarak sistemi yıkabilecek bir güç olarak gördü ve bu yüzden de işçi sınıfını "kapitalizmin mezar kazıcıları" olarak isimlendirdi. Marx bunları yazarken diğer insanlar da işçilerin içinde yaşadığı ve çalıştığı korkunç koşullar karşısında dehşete düşmüş durumdalardı. Buna rağmen çoğu için çözüm, kapitalistlere işçilerine daha iyi davranmaları için çağrıda bulunmak veya hayırsever çabalar yoluyla işçilere yardım etmekti.
Marx ise bambaşka bir bakış açısına sahipti. İşçilerin "kendilerini kurtarabilecekleri" gerekliliğinden bahsederken, iyi niyetli bir kişinin onlar adına müdahalesini beklemek yerine işçilerin kendi eylemleriyle değişimi sağlayabileceklerini kastetmekteydi.
Yöneten sınıf tüm işyerlerine, kaynaklara, zenginliğe sahip olsa ve toplumla ilgili kararlar alıyor olsa da aslında bütün işi yapanlar işçilerdir. Evler inşa eden, mahsul yetiştiren, gıda üreten, tren kullanan, giysi yapan, çocuklara öğretmenlik yapan, ofisleri temizleyen, posta dağıtan, elektrik santrallerinde çalışan, insanları sağlığına kavuşturan ve toplumda ihtiyaç duyulan diğer tüm işleri yapanlar işçilerdir. Belirli bir iş toplum için yararlı görünmese bile, kapitalist için yine de çok önemlidir çünkü kâr böyle oluşur.
Yani işçiler çalışmayı bırakırsa hiçbir şey işlemez ve sistemi ayakta tutan kârlarını elde edilemez hale gelir. Demiryolu işçileri ve diğerlerinin greve gittiği geçtiğimiz haftalarda bunu gayet net bir biçimde gördük. Sadece 40.000 demiryolu işçisi İngiltere'deki tüm tren ağlarını durma noktasına getirebildi.
Bu, işçilerin kolektif olarak hareket ettiklerinde sahip oldukları özel ve eşsiz bir güçtür. Tüm zenginliği yaratanlar işçilerdir ve bu işçiler, ortak sömürü deneyimine sahip oldukları işyerlerinde bir arada bulunurlar. Bu da onların sadece kapitalizm içinde değişimler elde etmek için değil, nihayetinde kendi kolektif mücadeleleri yoluyla toplumu altüst edip tamamen dönüştürmek için de potansiyel bir güce sahip oldukları anlamına gelir.
Dolayısıyla işçi sınıfının kendisini kurtaracağı Marksizmin tam merkezinde yer alır. Ve bundan Marx'ın çok açık olduğu başka bir şey doğar: devrim ihtiyacı. Marx devrim derken, küçük bir azınlık tarafından gerçekleştirilen bir darbe ya da fiili kastetmemekteydi. Bunun yerine Marx, devrimi aylar, hatta belki de yıllar boyunca gerçekleşen, toplumu tamamen dönüştürmenin bir parçası olacak milyonlarca insanı içine çeken kitlesel bir olay olarak anlamaktaydı.
Marx gelecekteki sosyalist toplumun neye benzeyeceğine dair bir plan ortaya koymamıştı. İşçi sınıfının kendisini kurtaracak güç olma kavramı tamamıyla, bu milyonlarca insan tarafından devrim neticesinde yeni bir toplumun meydana geleceği anlamına gelir. Sosyalizm, bir plan neticesinde yukarıdan dayatılacak bir şey değildir.
Ancak Marx sosyalizmin bazı temel özellikleri konusunda netti, sınıflı toplum ortadan kaldırılacaktı. Topraktan işyerlerine, kaynaklara ve teknolojiye kadar tüm üretim araçları herkesin ortak mülkiyetinde ve kontrolünde olacaktı. Ve daha fazla demokrasi olacaktı-herkesin toplumda neyin üretildiğine ve toplumun nasıl yönetildiğine dair kararlara katılabileceği gerçek ve daha derin bir demokrasi. Neyin üretildiğine ilişkin bu kararlar artık neyin daha kârlı olduğuna göre değil, toplumdaki insanların neye ihtiyaç duyduğuna göre belirlenecektir.
Bu, sosyalizmin kesinlikle Stalinist Rusya veya İkinci Dünya Savaşından sonraki Doğu Avrupa'da yaşananlar olmadığı anlamına gelmektedir. Bunlar eşitsizlik, sömürü ve baskı ile karakterize edilen acımasız ve sınıflı toplumlardı-bunların hiçbirinin sosyalizmle ilgisi yoktur. Bugün Küba, Venezuela ya da Çin gibi ülkeler de sosyalizmi temsil etmemektedir. Bunların hepsi de kapitalizmden kopamamış sınıflı toplumlardır.
Aynı zamanda sosyalizm farklı bir partinin hükümete seçilmesi veya parlamentoda yeni bir yasanın kabul edilmesiyle de sınırlı değildir. Elbette çalışma haftasını kısaltacak, asgari ücreti arttıracak ya da enerji şirketlerini kamulaştıracak herhangi bir yeni yasa memnuniyetle karşılanacaktır, sosyalistler böyle şeyleri desteklerler. Ancak bu tür yasalar bazı muhafazakârları (Tories) ya da patronları kızdırsa bile İngiltere’yi sosyalist bir ülke haline getirmeyecektir.
Sosyalizm toplumun bütün olarak dönüşmesiyle ilgilidir. Kapitalizmden tamamen kurtulmakla ilgilidir ve yoksulluğun, ırkçılığın, baskının ya da savaşın olmadığı bir dünya vizyonuyla ilgilidir. Sosyalizm, sokaktaki insanın toplumu doğrudan yönetebilmesiyle ilgilidir. Dünyadaki tüm işi yapanların-insanların büyük bir kısmının-toplumun nasıl örgütleneceği konusunda fiilen söz sahibi olabilmesiyle ilgilidir. Bu da sınıf ayrımından ve kâr güdüsünden kurtulmak anlamına gelir.
Marx bunu başarmanın yegâne yolunun devrimden geçtiğini anlamıştı. Görüldüğü üzere kapitalizm reforma uğrayamaz çünkü kriz sisteme içkindir ve toplumun tepesindekiler servetlerinden, güçlerinden ve ayrıcalıklarından, bunlar için savaşmadan vazgeçmeyecekler. Onların bunu yapmaya zorlanmaları gerekiyor. Bu da bizi Marx'ın devrimi neden bu kadar gerekli görüyor oluşunun bir başka sebebine getiriyor- devrim esas devleti devirebilmek için gereklidir.
Devlet bazen neredeyse toplumun üstünde konumlanan tarafsız bir varlık olarak sunulur. Ancak Marx, devletin farklı sınıf çıkarlarının uzlaşmazlığından doğduğu hususunda netti. Esasen devlet, kapitalist bir devlettir. Kapitalistlerin iktidardaki konumlarında kalabilmek için devlete ihtiyaçları vardır. Ne de olsa onlar, diğer herkesin emeğiyle geçinen küçük bir azınlıktırlar. Bu yüzden de yasaları, kurumları, orduyu ve polisi -ki Lenin bunların hepsini "silahlı adamların özel birlikleri" olarak adlandırır-kendi idarelerini uygulayabilmek için icat ettiler.
Her gün devletin ve bu "özel birliklerin" şiddetine şahit oluyoruz-siyahların polis tarafından öldürülmesinden protestoculara karşı kullanılan güce kadar. Bu egemen sınıf, grevdeki işçiler aleyhine, özel mülkiyeti ve iktidarlarını koruyabilmek için devleti kullanmakta.
Dolayısıyla devlet, egemen sınıfın bir aracıdır. Onu ele geçirip öylece kullanamayız. Bunun yerine devletin parçalanması ve ortadan kaldırılması gerekir. Marx bununla bazılarımızın gidip yerel polis karakolumuzun birkaç camını kırmasını değil, devleti, yasalarını, kurumlarını ve "silahlı adamlardan müteşekkil özel birlikleri" gerçekten parçalayabilecek kitlesel kolektif eylemi kastetmektedir. Gerçek kapitalist devletten kurtulmak için yapılacak bu ayaklanma eylemi, Lenin'in deyimiyle "kitlesel bir devrimin taçlanan devrimidir".
Bununla birlikte Marx'ın devrimi gerekli görmesinin başka bir sebebi daha bulunmaktadır. Devrim, Marx’ın "çağların pisliği" olarak adlandırdığı şeyden kurtulmak için de gereklidir. Kapitalizm ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, transfobi ve daha birçok bölücü fikri kasıtlı olarak körüklemektedir. Bu fikirler tarihin her devresinde var olmamıştı. Örneğin, kadınların ezilmesi sınıflı toplumda kök salmıştır ve kapitalizmin aileye duyduğu ihtiyaç altında özel bir şekil alır. Irkçılık, kapitalizmin doğduğu zamanlarda köleliği meşrulaştırabilmek için kasıtlı olarak yaratılmış bir ideolojidir.
Marx baskıyı çok ciddiye almıştı. Baskı yalnızca ekonomiden ibaret bir şey değildir. Kendi döneminde yaygın anti-İrlandalı ırkçılığa açıkça karşı çıktı ve köleliğe kökten karşıydı.
O aynı zamanda insanların kapitalist sistem tarafından nasıl şekillendirildiğini de çözdü. Bu, bazı durumlarda işçi sınıfının, sözü edilen bölücü fikirlerin bir kısmını ve hatta bazen de tamamını kabul edebileceği anlamına gelmekte. Bu konular tartışılmalıdır. Marx aynı zamanda kitlesel kolektif mücadele ile insanların, müttefik ve düşmanlarının kim olduklarını görmesi sonucunda bu fikirlerin büyük ölçüde nasıl zayıflatılabileceğini de gördü.
İşçi sınıfının çoğuna toplumu yönetmek için yeterince iyi olmadıklarının söylendiği de doğrudur. Bunun yerine bu iş daha eğitimli olanlara, belki de Eton veya Oxbridgelilere bırakılmalıdır. Ancak mücadele ve devrim süreci, sürece dâhil olan insanlar için dönüştürücü olacaktır, çünkü böylece onlar kendi güçlerinin farkına varırlar. İnsanların yeni bir toplum yaratmasını mümkün kılan da işte bu süreçtir.
Devrim kavramının soyut bir fikir olmadığı konusunda açık olmalıyız. Devrimci değişimin en yüksek noktası, işçilerin kapitalist devletten kurtulduğu ve sovyetler (işçi konseyleri) aracılığıyla toplumdaki kararları doğrudan kontrol edebildiği 1917 Rusya'sıydı. Yine o tarihten bu yana geçen yüzyılda da, daha pek çok devrim ve devrimci durum vuku buldu.
Belki bu durumlar sosyalist devrime doğru ilerlememiş olabilirler. Ancak çok sayıda insanın sokaklarda protestolar yaptığı, kitlesel ve uzun süren grevlerin yaşandığı, demokrasi ve sosyal adalet için birlikte mücadele eden büyük hareketlerin ortaya çıktığı pek çok durum yaşandı. Böylece insanlar hem işyerlerinde hem de yerel topluluklarda işçiler tarafından yaratılan yeni öz-örgütlenme biçimlerine tanık oldular.
Marx mekanik değildi. Kapitalizmi çökertecek büyük bir krizi veya kapitalizmin kendi çelişkilerinin ağırlığı altında çökebileceğini öngörmedi. Sosyalist devrimin kaçınılmaz olduğunu da düşünmüyordu.
Kriz kapitalizme içkin olsa da, eğer işçiler kapitalistler için gerekli bedeli ödemeye hazırsa egemen sınıf krizden çıkabilir. Marx'ın tespit ettiği şey, kapitalizm altında mücadelenin kaçınılmaz olduğudur. Bunun nedeni, kapitalistlerin sömürü oranını arttırarak işçiler üzerinden giderek daha fazla kâr elde etmeye çalışması yani sistemin özündeki çelişkidir. İşte durum işçileri karşılık vermeye zorlayabilir.
Ancak herhangi bir mücadelenin sonucu önceden belirlenmiş değildir, sonuç üretilecek stratejiye bağlıdır. Bu nedenle Marx sadece teori geliştirmekle kalmayıp aynı zamanda bir aktivist ve her zaman bir örgütün parçası olmuştur. Nitekim Komünist Manifesto'yu, insanları Komünist Birlik'in fikirlerine kazanabilmek için yazmıştır.
Marx fikirlerini devrimcilerin mücadelelere daha iyi müdahale edebilmeleri ve onları en radikal sonuca yani işçilerin kapitalist sınıf karşısındaki zaferine ulaştırabilmek amacıyla geliştirmiştir. Marksizm her şeyden önce işçi sınıfının öz-kurtuluşuna dayanan devrimci bir değişim teorisidir. Derin bir varoluşsal krizin yaşandığı bu dönemde de her zamankinden daha fazla önem taşımaktadır.
Amy Leather
Çeviren: A. Deniz Sorucu