Eko-faşizm: Ekoloji hareketine sızan faşist tehdit

18.05.2023 - 10:39

Kemal Kılıçdaroğlu, 14 Mayıs seçimlerinden kısa bir süre önce “Sığınmacılar. Kaçaklar.” Başlıklı bir video paylaştı. Kılıçdaroğlu bu paylaşımında açıkça ırkçılık yaptığı gibi bu argümanlarına gerekçe olarak eko-faşizmin klasik argümanlarını kullandı. Şöyle dedi Kılıçdaroğlu:

“Bizim sığınmacı sorunumuz, temelde bir kaynak sorunu. Kimseyi korkutmak değil amacım, ancak açık konuşmam gerekiyor. Bütün analizler gösteriyor ki, önlem almazsak Fırat ve Dicle önümüzdeki 20 yıl içinde kuruma riski ile karşı karşıya kalacak. Bu durum, sadece Türkiye’nin Güney Doğu Bölgesi’nde tarımın zarar görmesi, hidroelektrik santrallerimizin işlevini kaybetmesi ve ciddi bir susuzluk yaşanması anlamına gelmiyor. Hem Türkiye hem güney komşularımız, Suriye ve Irak’ta yaşayan toplam 60 milyondan fazla insanın kıtlık ve susuzlukla karşı karşıya kalması demek. Önlem almazsak Suriye ve Irak’tan aç mültecilerin Türkiye’ye akın etmesi demek.”

Kılıçdaroğlu bu videosunda mesele ırk sorunu değil dese de belli ki ırksal bir sorun çünkü aksi halde Suriye ve Irak’ta kıtlık ve susuzluk yaşayacak 60 milyonun ölümünü engellemek için bölgede barışı sağlamayı, Türkiye’nin Dicle ve Fırat üzerindeki barajlarıyla tuttuğu yüksek miktarda suyu serbest bırakmayı ve iklim kriziyle mücadelede hızla sıfır karbon politikalarına geçeceğini söylemesi gerekirdi.

Kılıçdaroğlu’nun 14 Mayıs öncesi Suriyelileri yine “ırkçı olmayan şekilde” geri göndereceğini açıklaması göçmen karşıtı faşistlerin adayı Sinan Oğan’ın beklenenden fazla oy alarak seçimin kaderini belirleyecek kişi olmasına neden oldu. Yukarıdaki sözleri ise Türkiye’deki iklim ve çevre hareketi içerisine faşistlerin sızmasını sağlayacak tehlikeli bir kapı aralıyor.

Eko-faşistler

Eko-faşizm aslında faşist hareketin ekoloji hareketine sızması, kendisini bu yeni, büyük ve genç toplumsal hareket içerisinde örgütlemesini ve kendisine ekoloji alanının bazı argümanlarını ve tartışmalarını paravan yaparak propaganda yapması anlamında kullanılıyor. Eko-faşizm, ekoloji hareketine tam da Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi hareketin sağ unsurları tarafından yaygınlaştırılan kavramları kullanarak sızıyor.

Eko-otoriter de denilen, içerisinde merkez sağ ve eko-faşistlerin de yer aldığı küme kendisini üç ana argümanda ortaya koyuyor; demokrasi, göçmenler ve aşırı nüfus. Örneğin, Alman Yeşiller Hareketi ve Partisi üzerinde oldukça etkili olan Hans Jonas 1979’da yazdığı Sorumluluk İlkesi kitabında liberal demokrasinin ekolojik krizi çözme konusunda yetersiz kaldığını vurgulamıştı. Jonas, demokrasiler kısa dönem seçim sonuçlarına odaklandıkları için uzun dönemli politikalar gerektiren ekoloji sorununu çözmekten uzaktır diyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası yeraltı grupları haline gelen faşist hareketler, 1968 Hareketi sonrasında ortaya çıkan çevre hareketleri içerisinde bu gibi fikirler nedeniyle yer bulmaya başlamıştı. Günümüzde ekoloji hareketindeki en etkili isimlerden olan ve geçen yıl hayatını kaybeden bilim insanı ve Gaia hipotezinin sahibi James Lovelock, 2010 yılında “En iyi demokrasiler bile, büyük bir savaş yaklaştığında, demokrasinin şimdilik bekletilmesi gerektiği konusunda hemfikirdir. İklim değişikliğinin bir savaş kadar ağır bir sorun olabileceğini hissediyorum. Bir süre demokrasiyi beklemeye almak gerekli olabilir.” demişti. Makul gibi görünen bu fikirler genç iklim hareketi içerisinde faşistlerin yer bulmasına kapı aralıyordu.

Göçmenler ve aşırı nüfus argümanları ise ele ele giden iki argüman. Bu argümanlar, göçmenlerin Batı uygarlığını istila etmekte olduğunu, zaten çok kalabalık olan dünya nüfusunu “medeni” beyazlardan daha fazla üreyerek daha da artırdıklarını ve gezegenin kaynaklarını yok ettiklerini anlatıyor.   

Bu teorilerin ekoloji hareketi içerisine sızmasının tehlikeli sonuçlarını da yakın zaman önce yaşadık. 2019 yılında Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde bir camiye elinde otomatik silahla saldıran faşist katil Brenton Harrison Tarrant, 51 kişiyi öldürmüş ve öncesinde 74 sayfalık bir manifesto yayınlamıştı. Kendisini bu manifestoda “etno-milliyetçi bir eko-faşist” olarak tanımlıyordu. Katliamı gerçekleştirme nedenleri arasında “istilacı göçmenleri durdurmak” vardı ama ayrıca “kutsal vatan toprağını” ve sınırlı “doğal kaynakları” da korumak iddiasındaydı. 

Bu katliamdan sadece birkaç ay sonra da ABD’nin Texas eyaletine bağlı El Paso kentinde bir başka faşist Patrick Crusius, markete silahıyla girerek çoğu Latin Amerikalı 23 kişiyi öldürmüştü ve yine geride bir manifesto bırakarak kendisini “eko-faşist” olarak tanımlamıştı. 

Bu iki faşisti de göçmenlere karşı harekete geçiren temel teori Büyük Yer Değiştirme (Great Replacement) teorisiydi. Yani göçmenlerin beyazların ülkelerine gelerek ve burada çoğalarak beyazları azınlık durumuna düşürmeleri tehdidi. Bu iki yönlü teori hem göçmenleri ve nüfus artışını hem de vatan topraklarını savunmak gerektiğini anlatıyor. 

Türkiye’de eko-faşizm bir tehdit mi?

Türkiye’de de son yıllarda AKP iktidarına karşı en önemli mücadele alanlarından biri çevre ve ekoloji mücadeleleri oldu. Köylerinde zeytinliklerini, toprağını, suyunu, ormanını; maden şirketlerine, HES şirketlerine, imar projelerine karşı savunan yerel mücadeleler son derce yaygın. İklim hareketi ise dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi henüz kitlesel değil ama yine de büyük kentlerde zaman zaman sokağa inebilen bir aktivistler ağı var. Hareketin küçüklüğü ve kırsal bölgelerdeki ağırlığı Türkiye’de eko-faşizmin yükselebileceği bir zemin sunuyor. Hatta bu durumun ön sinyallerini yakın zamanda maalesef yaşadık.

Çanakkale’de Kanadalı altın madeni şirketine karşı mücadelede zaman zaman milliyetçi gruplar meselenin yabancı sermayeye karşı vatan toprağını savunmak olduğunu öne çıkarmıştı. Geçen yaz yaşanan Marmaris orman yangınlarında, yangının PKK’liler tarafından çıkarıldığı söylentisi tehlikeli bir ırkçı linç girişimine neden olmuştu. Eli sopalı faşistler Diyarbakır plakalı araçları yolda durdurmuş ve saldırılar yaşanmıştı.

Şimdi de Kılıçdaroğlu, ülkede zaten göçmenlere karşı artan bir önyargı ve ırkçı ayrımcılık varken Zafer Partisi gibi faşistler için yeni argümanlar veriyor. Jonathan Neale adeta Kılıçdaroğlu’nun bu sözlerini öngörmüş gibi şunları yazmıştı Söndür Ateşi kitabında “Ekolojik bir serbest düşüş dünyasında eşitsizliği muhafaza etmek görülmemiş ölçüde gaddarlığı gerektirecek. Yeni egemenlerimiz yeni ırkçılıkların ateşini harlayacak. Bize duvarın öte tarafında yaşayan aç ve evsiz sürülerin neden dışarıda bırakılmaları gerektiğini açıklayacaklar. Üzülerek de olsa neden onları vurmamız ya da boğulmaya terketmemiz gerektiğini anlatacaklar.”

Kılıçdaroğlu bir faşist değil ama bu söylemleriyle faşistlere kapı aralıyor. Sinan Oğan ve Ümit Özdağ gibi faşistlerin bu argümanları sahiplenerek genç ekoloji aktivistlerine ulaşmalarına adeta fırsat sunuyor. Henüz bunu yapamıyorlar çünkü dünya genelinde iklim ve ekoloji hareketi son derece radikal. İklim hareketi, 2050 yılında 200 milyonu bulması beklenen mültecilerin küresel bir sorun olduğunu, bunun ulusal ve güvenlikçi politikalarla durdurulamayacağını söylüyor. İklim adaleti isterken göçmenler için sınırların her yerde açılmasını da istiyor. Irkçılığa karşı tavır alınıyor. “İklim adaleti sosyal adalettir” diyor ve “İklimi değil sistemi değiştir” diyerek kapitalizmi hedef alıyor. Kılıçdaroğlu ise kesinlikle yanlış yöne bakıyor.

Özdeş Özbay

(Sosyalist İşçi)



Bültene kayıt ol