Yüz sene önce ölmüş bir kişiliğin fikirlerinin bugün bir anlamı var mı? Hele ki bu kişiliğin ismi, 20. yüzyılda koca bir dönemde hüküm sürmüş diktatörlüklerle özdeşleştirilmişse.
Söz konusu Lenin olduğunda, onun devrimci fikirlerinden öğrenmek, bugünü anlamak için, Lenin’in sık sık Marx’a başvurduğu gibi Lenin’e başvurmak kaçınılmaz oluyor. Bunun nedenini anlamak için Rosa Luxemburg’un 1906’da yayınladığı, Rusya’da 1905’te patlayan işçi isyanını analiz eden Kitle Grevleri, Politik Parti ve Sendikalar broşüründe parmak bastığı noktaya dönmeliyiz:
“Sınıf duygusu ve sınıf bilinci sanki ilk kez bir elektrik şokuyla uyanmış gibiydi… Milyonlardan oluşan işçi sınıfı kitleleri, aniden ve çok net bir şekilde, on yıllardır kapitalizmin zincirleri içinde sabırla katlanmak zorunda kaldıkları toplumsal ve ekonomik varoluşun aslında ne kadar dayanılmaz olduğunu anlamışlardı… Böylece bu zincirler kendiliğinden sarsılmaya başladı.”
İşte Lenin, tüm çağdaşları arasında, kapitalizmin yarattığı acılar içinde çırpınan işçi sınıfının çok özel bir yeteneği olduğuna, milyonlarca işçinin sabırla katlandığı düşünüldüğü toplumsal ve ekonomik cendereye karşı elektrik şokuyla uyanmış gibi tepki verebileceğini söyleyen en önemli devrimci liderdi. Bu yüzden de tüm yaşamını bu sıçrayışa yardımcı olmaya ve bu sıçrayış anında hareketin kapitalizmi alaşağı edeceği bir örgütsel şekillenmeye sahip olması için adadı.
Elbette Lenin sadece bir yoğunlaşma ve adanmayla anlaşılamaz. Çünkü bu keskin kavrayış, kapitalizmin Marksist analizine bağlı olarak ulaşılan keskin bir kriz teorisine bağlı. Engels, Komünist Manifesto’da şöyle özetliyor bu durumu:
“…büyük ölçekli sanayinin gelişiminin, ilk olarak şimdiye dek duyulmamış ölçüde sermaye ve üretici güçler yarattığı ve kısa bir süre içinde bu üretici güçleri sınırsız bir ölçüde artıracak araçların mevcut olduğu zaman; ikinci olarak büyük halk kitleleri giderek proleter olurken ve durumları, burjuvanın servetinin artmasına ters oranlı biçimde sefalete sürüklenip dayanılmaz hale gelirken, bu üretici güçlerin birkaç burjuvanın elinde toplandığı zaman; üçüncü olarak bu, kolaylıkla artırılabilecek güçlü üretici güçler, her an toplumsal düzende son derece şiddet içeren karışıklıkları tahrik edecek biçimde özel mülkiyete ve burjuvaziye sığmayacak denli büyüdüğü zaman, özel mülkiyetin yok oluşu sadece mümkün olmakla kalmaz, kesinlikle gerekli hale de gelir.
Kapitalizm, krize meyilli bir üretim tarzı ve bu kriz dönemlerine işçi sınıfı ve yoksulların tepki göstermesi kaçınılmazdır. Lenin’in, bu tepkinin “olağan mücadele sınırları” içinde kalmasını bekleyenler ve ezilenlerin kızgınlığını parlamanter yollarla çözmeyi düşünenlerden temel farkı, krizleri kapitalizmin sınırları içinde kalarak aşmanın mümkün olmadığını düşünmesiydi. Bu, kapitalizmin sonuçlarına karşı mücadelenin sürekli olarak kapitalizmin bizzat kendisine karşı mücadeleden neden ayrılmayacağını gösteren bir perspektifti. Şu anda sabrediyor görünse de ilk bulduğu fırsatta harekete geçecek kitlelerin eyleminin nihai hedefine ulaşması için bu devrimci perspektifle anlaşmış ve kitle hareketlerinin kopmaz parçası olan öncü işçilerin, mücadelelerin aktivistlerinin yıllar içinde inşa edilen ısrarlı çabasının örgütsel biçimine ihtiyaç vardır.
Lenin’e yönelik itibar katli girişimleri
Lenin’e yönelik ısrarlı bir kara çalma var. Burjuvaziyi mazur gösterenler tarafından gerçekleştirilen bu kara çalmanın çok önemli olduğunu ve bunun “hatırı sayılır miktarda kişisel karakter katli içer”diğini söyleyen -geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz- büyük devrimci Marksist John Moulyneux, asıl suçlamanın, Leninizmin neredeyse kaçınılmaz biçimde Stalinizme yol açması ve bu sürekliliğin temel unsurunu da Leninist Parti’nin oluşturması yönünde olduğunu söylüyordu.
Bu, Türkiye’de de sosyalist solun Lenin’den kaçınmak için arkasına sığındığı asli gerekçe oldu. Daha önce de yazdığım gibi, 1990’ların başında, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sosyalist sol, sosyalizmin sorunlarını tartışmaya başladı. Bu kaçınılmazdı, zira sosyalizm duvarın altında kalmıştı. Duvarın altından çıkış için akla gelen ilk formül ise çoğulculuk olmuştu. Çoğulculuk tartışması giderek demokrasiye, demokrasi de sosyalist demokrasi tartışmasına büründü. Sosyalist demokrasi tartışmalarıyla Doğu Bloku rejimlerinin yıkılışını açıklamaya çalışmak, iki yanlışı aynı anda yapmaya neden oldu. Yanlışlardan birisi, 1960’ların sonu ve 1970’ler, hatta 1980’ler boyunca mücadele eden örgütlü sol güçlerin örgütlenme modelinin, Leninist parti anlayışının bir ürünü olarak kavranması, böyle kodlanması ve bu örgütlerin ezici çoğunluğunun sahip olduğu monolitik yapıdan Bolşevik Partisi’nin örgütlenme anlayışının sorumlu tutulmuş olmasıydı. İkincisi ise Doğu Bloku rejimlerinin tek parti diktatörlüğü yerine çoğulcu bir sosyalizmi tercih etselerdi, çökmekten kurtulma şansı taşıdıklarının düşünülmesiydi. Bu, aynı zamanda, çöken rejimlerin şu ya da bu derecede Leninist partilerin diktatörlüğü altında hareket eden şu ya da bu derecede sosyalist toplumlar olduğunu da kabul etmek anlamına geliyordu.
Devrime uyarlanmanın önemi
Oysa II. Dünya Savaşı sonrası sol, Leninizm’in sadece adını sahiplenen ama Stalinist bürokrasinin Rusya’daki egemenliğini savunan garip durum içindeydi.
Doğu Bloku rejimlerinin kapitalist karakterini anlayamayan, bu rejimlerin, Lenin’in ve 1917’de iktidarı ezilenlerin ellerinde toparlayan işçi devriminin politik mirasını imha ederek yükseldiğini kavrayamayan solun, sosyalizmi savunmak niyetiyle kapitalizmin daha donuk bir türünü savunması karmaşık süreçler yarattı.
Ama bu kargaşanın sorumlusu elbette Lenin değildi. Kendi bürokratik örgütlenme anlayışlarına ya da bürokratik devlet kapitalisti rejimlerin savunusuna gerekçe yaratmak için Lenin’i çarpıtanlarla bu çarpıtmayı Lenin’in gerçekte savunduğu fikirlerin ve inşa etmeye çalıştığı devrimci kitlesel örgütlenmenin yerine ikame etmeyi tercih edenlerin yaptıkları basitçe, hepimizin, işçi sınıfının, öncü işçilerin her gün yeniden devrime uyarlanmasını engellemek oluyor.
Lenin, devrime uyarlanmanın en önemli politik ve örgütsel hamle olduğunu düşünüyordu. Bu uyarlanma süreci bütünüyle demokratik ilişkileri esas alıyordu.
Tarihin gördüğü en demokratik örgüt, açık arayla Lenin dönemindeki Bolşevik Partisi’dir. Devrime uyarlanmanın, demokratik ve merkeziyetçi süreçleri aynı anda işletmek dışında bir yolu yoktur.
2024 yılı içinde Sosyalist İşçi’de sık sık Lenin’in fikirlerinin güncel önemini işlemeye devam edeceğiz.
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)