Şenol Karakaş, Roni’nin hastanedeki en mutlu gününü yazdı: Roni’den sonra…

Kadınlar konuşuyor, erkekler küskün

Yılın en iyi iki filmi “Konuşan Kadınlar” (Women Talking) ve “Inisherin’in Ölüm Perileri” (Banshees of Inisherin) üzerine bir inceleme. Tuna Emren yazdı: Oscar ödüllerinde kerameti kendinden menkul bir gişe filmine yenilmiş gibi görünseler de bu yıl tüm ödülleri hak eden iki film vardı. İlki, Martin McDonagh'ın masalsı filmi “Inisherin’in Ölüm Perileri”. İkincisiyse diskuru ekrana Sidney Lumet seviyesinde (“12 Kızgın Adam”) bir ustalıkla yansıtmayı başaran Sarah Polley’nin “Kadınlar Konuşuyor”uydu.  Erkeklerin derdi Martin McDonagh, Brendan Gleeson ve Colin Farrell ikilisini ilk kez, hepimizin gönlünü fetheden “Brüj'da” (In Bruges) filmiyle ekrana taşımıştı. O gün bugündür bu ikiliyi bir kez daha izleyebilmeyi bekliyorduk ki nihayet o da oldu. İrlanda’da iç savaş yılları yaşanıyor. Kurgusal bir adada yaşayan Colm (Gleeson) ve Pádraic (Farrell) anakaradan yükselen silah seslerini duyuyor, IRA’ya atıfta bulunuyorlar. Anakarada yaşanan çatışma, bu iki dostun birdenbire gerilmeye başlayan ilişkilerinde tekrar ediyor kendisini. Kimi zaman İrlanda anakarasında yaşanmakta olan çatışmanın bir metaforu haline geliyor dostlukları, kimi zaman da bir zen meseli (koan) sunuyorlar adeta. Zen ustaları koanları, “ne yaparsan yap çözemeyeceksin, beyin kaslarını boş yere yorma” mesajı vermek için kullanırdı. Colm da öyle yapıyor eski dostu Pádraic’e, artık onunla arkadaş olmak istemediğini söylediğinde.  McDonagh, cennet gibi görünen bir toplumun dokusunu yavaş yavaş parçalayabilen bazı toplumsal gerçeklere derinlemesine bakmak istediği filmde, Colm’un, Pádraic'le sohbet etmek dahi istememesini, ilkinin ağzından bir türlü dökülemeyen şu mesajla aktarıyor bizlere; iyi bir insan olabilirsin, elinden gelen her şeyi yapmış da olabilirsin ama hayat böyledir işte; şimdi o nedensel beklentilerinin hepsini katlayıp cebine koyabilirsin.  Ancak Pádraic nedenlerini sorgulamaya devam ediyor ve Colm’un giderek daha da agresifleşmesine yol açmaktan başka bir şey yapamıyor. Bu olağanüstü film hakkında yazılabilecek çok şey var elbette, ancak gazetemizin bu bölümünde tüm o muhteşem detaylara değinecek kadar yerimiz yok maalesef. Dolayısıyla filmin diğeriyle, yani “Konuşan Kadınlar” ile ortak noktalarına değinmek, bu ikisini art arda izlemiş olmanın getirdiği o duyguda kalmak istiyorum. Inisherin, McDonagh'ın daha önceki In Bruges filminde yarattığı rollerin bir ters mühendislik versiyonu gibi işlenmiş, bizleri kimi zaman histerik gülme krizlerine iten ama aynı zamanda yutması zor büyük bir lokma gibi boğazımızda takılı kalan bir film. Daha entelektüel bir yaşam sürmeye ya da belki ‘iyi-kötü’nün ötesine geçmeye kararlı Colm ile onun çok da zeki olmayan ama zeki olmasına gerek de olmayan tatlı ve mutlu dostu Pádraic basit hayatlar süren iki karakter. Ne var ki Padraic ve Colm'un kavgasının altında bir şeyler uğulduyor.  Colm kararını vermiştir, eski arkadaşına bu kararından dönmeyeceğini göstermek için ne gerekiyorsa yapar. Onun kararlılığı karşısında çaresizliğe sürüklenen Padraic’in ısrarcı tutumu her iki karakterin de aşağı yönlü bir sarmal izlemesine, diğer bir deyişle aşırılıkların bir türlü dizginlenemediği tuhaf bir deliliğe sürüklenmesine sebep oluyor. Tüm bunların sebebi varoluşsal kaygılar mıydı yoksa daha fazlası da var mı? O karar da izleyiciye bırakılmış.  Diskuru ekrana yansıtma ustalığı: Sıra kadınlarda Kadınlar Konuşuyor, Sarah Polley'nin, Miriam Toews'un romanından uyarladığı, Bolivya'daki bir Mennonite yerleşiminde gerçekten yaşanmış olan bir zulmün beyazperde yorumu. 2011 yılında bu topluluktan yedi erkek, yaşları 5 ila 65 arasında değişen kadınlara yüzlerce kez tecavüz etmekten suçlu bulundu. Patriyarkanın bitmeyen zulmü, akla gelebilecek en kötü haliyle konuyor önümüze. Bir dizi cinsel saldırının baskısı altında yaşamaya zorlanmış kadın nüfusunu bir araya gelmeye ve ne yapacakları konusunda bir karar almaya iten tuhaf bir Hıristiyan topluluğu burası. Tuhaf ama aşina olduğumuz bir dünya. İnançlarının gerektirdiği gibi davranıp tecavüzcülerini affederek burada kalacak ve daha iyi bir kültür yaratma mücadelesi mi verecekler yoksa yapılabilecek en iyi şey çekip gitmek midir… Sarah Polley de tıpkı erkeklerin konuştuğu – ya da konuşamadıkları?– filmde (Inisherin) olduğu gibi bir tiyatro oyunu tasarlamış. Fakat bu kez, erkeklerin sessizlik oyunundan doğan seçme söylemlere değil kesintisiz diyaloglara tanık oluyoruz. Üstelik hiçbir şekilde didaktik olmayan, ekrana taşıdığı diskuru tartışmaların her yönüyle sunabilen bir film bu. Toplumda halihazırda var olan tartışmaların küçük kırık parçalarını kadınların konuşmak için bir araya toplandıkları ahırın zeminine fırlatmış Polley; daha fazla yara bere almamak adına dikkatle yürümek, her adımlarında dönüp birbirlerine bakmak zorundalar.  Kadınların hikayesi bize ‘konuşmayan erkekler’in aslında kırılgan erkeklik şiddetine başvurduklarını fısıldıyor. Filmin kültürel tercümesi, olan bitenin de teatral doğasına işaret ediyor; bir ahırdalar, yaşamları ve toplulukları adına öne çıkıp her şeyi değiştirebilecek bir karar almak zorundalar. Henüz etkilerini atlatamadıkları, konuşmaya hiç hazır olmadıkları bu şiddeti enine boyuna konuşmak zorunda kalacaklar. Zaman, mekan ve dilin özgürlükleri de toplumsal cinsiyet eşitsizliğine tabi. Kadınların aslında neyi tartıştıklarını, sözlerinin altında yatan duyguların sebebini bile sonradan anlıyoruz.  Rooney Mara, Claire Foy, Jessie Buckley, Frances McDormand gibi, bir araya geldiklerinde göz alıcı bir performans sunan fevkalade oyuncuların canlandırdığı karakterler, yüklerini kabullendiklerini gösteren yüz ifadelerinin ardına, kimi anlarda ortaya çıkan alaycı bir bilgelik gizlemiş gibiler. Karşılıklı performanslarını öyle incelikli, öyle güzel ayarlamışlar ki insan gerçekten izlemeye doyamıyor. Fikirler ve öfkeler çarpışıp ayrılmakla kalmak arasındaki tartışma giderek daha da derinleşirken, birden fazla kadının ve birden fazla bakış açısının aynı anda yan yana gelen eşit derecedeki ağırlığı karşısında izleyici de (tıpkı “12 Kızgın Adam” filminde Lumet’nin yaptığı gibi) bir oraya bir buraya savruluyor. Peki, kadınlar gitmeye karar verecek olursa oğullarını da yanlarına alsınlar mı? Kendilerine bunları yapan erkeklerin zalimliğe geçiş için bir yaş sınırı var mıdır? Hangi yaşın altındaki çocukları götürecekler buradan?  Minimalist besteci Hildur Guðnadóttir de bugüne dek bestelediği en dokunaklı eserlerle eşlik ediyor kadınların dünyasına. Yaylılar ağlıyor, objektife doğru bakan küçük bir çocuğun kısa süreli yakın çekiminde özetleniyor her şey; bu çocuğun geleceği belirsizliğini korurken zamanın akabildiğini söylemek mümkün mü?  Birbirine küs adamların varoluşsal sancılarının (ya da sebebi her neyse) yol açtığı o deliliği şimdi, erkek şiddeti karşısında mücadele veren kadınların acıları ışığında bir daha düşünelim. Inisherin’de Pádraic’in ablası Siobhan (Kerry Condon) bu anlatının neresinde yer alıyordu? O da erkelerin deliliği karşısında çekip gitmekle kalmak arasında bir seçime itilmemiş miydi? Ya kalıp bu adamları kendilerinden kurtaracak ya da erkeklere odaklı bu dünyada kendisine biçilmiş bu yan rolden fazlasını istediğini göstererek çekip gidecekti.  Bir yanda konforlu yeşil dünyalarında didişip duran “lanet olası sıkıcı” erkeklerin her koşulda şiddeti doğuran dünyası, diğer tarafta çeşitli travmalara maruz kalmış kadınların cam kırıklarıyla döşeli zeminlerde yürürken vermek zorunda kaldıkları kararlar. Kadınların hikayesi ilk filmi değersizleştirmiyor elbette. Bilakis, her iki film de ilk bakışta görünenden fazlasını vadeden ustalıklı anlatılar. Ve her ikisi de aslında patriyarkanın korkunç yüzünü seriyor gözler önüne.

Gazapizm: 'Sınıf kinimizi ortaya koyduğumuza göre...'

Protest rapçi Gazapizm'in depremzedelerle dayanışma için yaptığı konser, afeti felakete dönüştürenlere karşı protesto dalgasının yeni bir durağı oldu. Binlerce kişi 'Hükümet istifa' diye haykırdı. Gazapizm sahnede şunları söyledi: "Bir amaç için buradayız. Büyük bir deprem oldu.  40 bin küsür insan öldü. Üzgünüz sıkkınız öfkeliyiz. Ne söyleyeceğimiz biliyorum söyleyeceğim de. Ama Adıyaman'da bir duvar yazısı gördüm; "Yerim yurdum vardı ışıklarım yanardı" diye. Sınıf kinimizi ortaya koyduğumuza göre onu söyleyebiliriz arkadaşlar." Konser gelirlerinin deprem bölgesindeki köy okullarına bağışlanacağını ifade edilirken, konserde Ceza, Göksel, Melike Şahin, Haluk Levent de sürpriz şarkıcılar olarak sahne aldı.

Broker (Bebek Servisi) – İnsan kaçakçılığını anlatan bir film

Karanlık kavramları konu alan bir film için Broker şaşırtıcı şekilde neredeyse iç bayıcı derecede “tatlı” bir film. Fakat yoksulluk ve çaresizliğe şefkatli bir bakış içeriyor. Hirokazu Kore-eda’nın yönettiği film ; suç, yoksulluk ve ailenin karmaşık bir resmini çiziyor.  Film, Lee Ji-eun tarafından canlandırılan So-young’ın artık bakamadığı bebeğini sağanak yağmur altında bir bebek kutusuna bırakmasıyla başlıyor. Bu bebek kutuları ebeveynlerin bebeklerine bakamayacaklarını hissettiklerinde onları güvenli bir şekilde bırakabilecekleri yerler. Ancak bebek  Woo Sung bakım görmek yerine 2 bebek kaçakçısı tarafından kaçırılıyor.Bu bebek kaçakçılarından Sang’ı muhteşem Song Kang-ho  ve Dong-Soo’yu ise Gang Dong won  canlandırıyor. Bu noktada kolaylıkla filmin karanlık bir atmosfere büründüğü düşünülebilir. Aslında hem öyle hem de değil. So Young aniden bebeğini bırakmakla ilgili fikrini değiştiriyor ve onu aramaya başlıyor.Sang-hyeon and Dongsoo ile tanışıyor ve onlara Woo Sung’a iyi ebeveynler bulma yolculuğunda eşlik etmeye karar veriyor. Daha sonra ne olduğu ise bir keşif,suç,iyileşme ve mizah yolculuğu olarak özetlenebilir. Broker beklenmedik şekilde Küçük Gün Işığım gibi bir film ama insan kaçakçılığı teması içermesi farkıyla.Tüm bunlara ek olarak grup, bebek kaçakçılarını suçüstü yakalamak için uğraşan iki polis tarafından takip ediliyor.  Kimileri suç işleyen bu karakterlerin sempatik,nazik ve karmaşık olarak sunulmasından rahatsız olabilir ama karakterlerin bu biçimde işlenmesi çok daha gerçekçi hissettiriyor. Sang-hyeon borç içinde yüzüyor ve tamir ettirecek parası olmadığı için bagaj kapağı kırık bir kamyonet sürüyor. So-Young’ın bebeğini bırakması da öncelikli olarak yoksulluktan kaynaklanıyor. Film boyunca defalarca eğer onu destekleyebilecek imkanı olsa Woo-sung’ı büyüteceğini ifade ediyor. Bu bazı karakterlerin anlamadığı bir nokta. Bae –Donna tarafından canladırılan polis sürekli olarak şu cinsiyetçi söylemini tekrarlıyor, “Bakamayacaksanız çocuk doğurmayın”. Broker’ın en iyi yanı çocukları ve ebeveynleri defalarca yüzüstü bırakan sistemle alakalı bazı gerçekleri gün yüzüne çıkarması. Buna rağmen film mükemmel değil. Zaman zaman gerçeklikten uzaklaşıyor ve birkaç yerde iç bayıcı derecede tatlılaşıyor. Ancak Broker mizahı, yüreği ve izleyenlerini karakterleri anlayıp onlara yakınlık duymaya davet ettiği için izlemeye değer.

Belgesel yönetmeni Sibel Tekin tahliye edildi

“Örgüt üyeliği” suçlamasıyla tutuklanan belgesel yönetmeni Sibel Tekin, bugün yapılan ara duruşma sonrası tahliye edildi. Savcı, tutukluluğun “ölçülü” olduğunu savunurken, mahkeme Tekin için “karartabileceği delil yok” dedi. “Keşif yaptığı” iddia edilerek 17 Aralık 2022 tarihinden beri “örgüt üyeliği” suçlamasıyla Sincan Kadın Kapalı Cezaevinde tutulan belgesel yönetmeni Sibel Tekin’in, tutukluluk halinin incelemesine dair yapılan ara duruşmada tahliyesine karar verildi. Savcı, tutuklamanın ‘ölçülü’ olduğunu savundu 26. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmada Tekin’in CMK’nın 108. maddesi gereğince tutukluluk durumunun devam edip etmeyeceği konusunda Cumhuriyet Savcısının mütalaası alındı. Cumhuriyet Savcısı mütalaasında, “Sanık Sibel Tekin’in üzerine atılı ‘silahlı örgüte üye olma’ suçunu işlediğine dair kuvvetli suç şüphesinin bulunduğu, atılı suçun CMK 100/3-a maddesindeki katalog suçlardan olduğu, dolayısıyla yasada belirtilen bir tutuklama nedeninin var olduğu, atılı suç için belirlenen ceza miktarı dikkate alındığında sanığın kaçma şüphesinin bulunduğu, sanığın savunmasının henüz alınmamış olması, tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde tutuklamanın ölçülü olduğu ve tutuklamadan beklenen gayenin adli kontrol hükümleri ile sağlanamayacak olması dikkate alınarak sanığın tutukluluk halinin devamına karar verilmesi, kamu adına talep ve mütalaa olunur” dedi. Mahkeme: Deliller toplandı, adli kontrol yeterli Tekin’in avukatı Mehtap Sakinci’nin 26 Ocak tarihli tahliye dilekçesi okunduktan sonra kararını açıklayan mahkeme ise, “Sanık hakkında tensip ara kararı ile tutukluluğun devamına karar verilmiş ise de istenilen belgelerin dosya arasına alındığı ve delillerin büyük oranda toplandığı, sanığın karartabileceği dosyada bir delilin bulunmaması, sabit ikametgâh sahibi olması ve kaçma şüphesinin bulunmaması, tutuklulukta kaldığı sürede göz önünde alındığında, bu aşamada adli kontrol hükümlerinin yeterli olacağı kanaati ile sanığın adli kontrol altına alınmak suretiyle” tahliyesine karar verdi.  Tekin’in derhal salıverilmesi için Cumhuriyet Başsavcılığına müzekkere yazılmasına karar veren mahkeme, yurt dışına çıkışı yasağı ile ayda iki kez imza yükümlülüğü şeklinde adli kontrol tedbirinin uygulanmasına karar verdi.  Sibel Yükler (MLSA)

Hüzün üçgeni: Moda, yat ve sınıf ayrımları

Yönetim ve senaryo: Ruben Östlund  Görüntü: Fredrik Venzel  Oyuncular: Thobias Thorvid, Harris Dickinson, Charibi Dean, Woody Harrelson, Jiannis Moustos, Vicki Berlin. Triangle Of Sadness (Hüzün Üçgeni) açılışıyla kapanış sekansı arasında hemen hiçbir bağ bulunmayan sıradışı bir film. Filmi daha önce Turist ve Kare gibi filmleri yöneten Ruben Östlund yönetmiş. Yönetmen bu filmle ikinci kez Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü kazandı. Film Yaya ve Carl’ın modellik mesleklerini, aralarındaki garip gerilimi ve duygusal ilişkilerini inceleyerek başlıyor. Hızla filmin Yat başlıklı ikinci bölümü başlıyor. Bu bir zenginler yatı. Elbette yat yolculuğunun fakirler tarafından gerçekleştirilmesi beklenemez ama bu yatta Rus oligarklar ve aşırı zenginler var. Zenginleri karşılamaya hazırlanan yat çalışanlarının, emekçilerin durumu çok incelikli bir şekilde ele alınmış. Kendilerini hem görünmez ve tek tip kılmak zorundalar hem de daima yolcuların tüm isteklerini yerine getirmek zorundalar. Yatta geleneksel kaptanla akşam yemeği faslı ise fırtınalı bir deniz yolculuğunda lüks yemek tüketmenin çok hayırlı olmadığını gösteren ve her izleyicinin kaldıramayacağı kusma sahnesiyle, tuvaletlerin taşmasıyla tamamlanıyor. Aşırı lüks yemekler kusulurken ve aşırı zengin yolcular yatın o köşesinden bu köşesine savrulurken bir Rus oligarkla yatın kaptanı arasındaki diyalog filmde çok ilginç bir parantez açıyor. Kaptan, komünist değil Marksist olduğunun altını ısrarla çiziyor. Kusmaktan bir haller olan yolculara Marx’tan, Lenin’den alıntılar yaparak hem kapitalizmi teşhir ediyor hem de ABD’nin Martin Luther King, Malcom X ve Kennedy cinayetlerinde oynadığı rolü teşhir ediyor. Sabah vakti yata korsanlar saldırıyor ve batan yattan on kişi kurtuluyor. Ada adlı bölümde bu on kişinin teknedekinden bambaşka içerikler kazanan rollerini izliyoruz. Teknede tek görevi hizmetkarlık olan Abigal, adada balık avcılığı ve iş bilirliğiyle daha önemli bir konuma, hatta tek belirleyici otorite pozisyonuna geçiyor. Yakışıklı Carl üzerinde de egemenliğini ilan eden  Abigal’in konumu etrafında derinleşen çelişkiler adanın nasıl bir yer olduğuna bağlı olarak sürpriz bir finale adım adım ilerliyor. Yılın ilginç filmlerinden birisi olduğu kesin.

Yüzücüler ve ırkçılığa duyduğumuz öfke

Netflix’te yer alan The Swimmers (Yüzücüler) Yusra ve Sara Mardini’nin gerçek hikayesine odaklanıyor. Film, Suriye’de iç savaşla ve Esad’ın estirdiği terörle hayatları altüst olan iki kardeşin hikayesine odaklanıyor. Bombalamalar, ölümler ve yaşanan yıkımdan kurtulmak için varlarını yoklarını Almanya’ya kaçmaya harcayan aile bunu başaramaz ve kız kardeşler ailelerini bırakarak kalabalık bir botla Yunanistan’a kaçmaya çalışır. Kardeşler felaketten kurtulmak için denize atlayıp yan yana yüzerek kurtulmaya çalışır.  Yusra ve Sara en sonunda Almanya’ya ulaşırlar. Kalabalık ve karmaşanın hakim olduğu mülteci merkezinde tutulurlar. Geride bıraktıklarını, ailelerini Almanya’ya getirme hayalleri suya düşer. Yüzücüler, Ysura’nın Olimpik yüzücü olma hayallerini ve hayallerini gerçekleştirmek için gösterdiği insan üstü çabayı, göçmenliğin hayallerin önüne diktiği engelleri anlatan gerçek bir hikâye. Akdeniz’de yaklaşık 25 bin göçmenin öldüğünü düşündüğümüzde, ırkçılığa maruz kalan göçmenlerin trajedileri ve direnişlerine her gün tanık olduğumuzu görmek mümkün. Unutmayalım, Alan Kurdi bebeğin sahile vuran cesedi, göçmenlere yönelik ırkçılığın, göçmenlerin önündeki engellerin tüm dünyanın gündemine girmesine neden olmuştu. Bu film göçmenlerin yaşadıklarını gündeme getiriyor. (Sosyalist İşçi)

1930’da Berlin ve güç değişimi

Volker Kutscher'in romanlarından uyarlanan Babylon Berlin dizisinin yeni sezonu, 1930'dan 1931'e geçerken Almanya'daki fakirliği ve sokak kavgalarıyla kendini gösteren güç değişimini canlandırıyor. Sevilen serinin yeni sezonu Kutscher'in Goldstein romanına dayanıyor. Bu roman, kozmopolit şehir Berlin'de cinayet dedektifi olan Gereon Rath'ın, üçüncü vakasını konu alıyor. İletişim Yayınları'ndan çıkan roman, arka kapağında şöyle tanıtılıyor: Berlin’e "düşen” bir Amerikalı gangster, Komiser Rath’ı, Berlin’in yeraltı dünyasından gayrı bir de uluslararası mafya işlerine karıştırıyor. Çok boyutlu, karmaşık bir entrika. Fonda ekonomik buhranın yıkımı ve Nazilerin yükselişi… Goldstein’da suç ve cürüm yelpazesi, bu defa olağanüstü geniş! Küçük suçlar âleminin çocuk hırsızlarından boy boy mafyaya, uluslararası suç bağlantılarına ve ırkçı şiddete uzanıyor. Yönetmen Tom Tykwer’ın, Netflix gibi platformlarda yayınlanan yüzeysel dizilere bir meydan okuma olarak çektiği Babylon Berlin'in önceki sezonlarını Sosyalist İşçi'de tanımıştık. TV serisinin en önemli özelliği, Kutscher'in romanlarında hareketle muazzam bir prodüksiyonla bir dönemin Berlin'inin yeniden yaratılması. 4. sezonda Nazilerin iktidarı ele geçirmeden 1 yıl önceki Berlin'de birden fazla kişinin başından geçen olaylar, birden fazla cinayet ve siyasi soruşturma üzerinden aktarılıyor. 10 bölümlük yeni sezon hakkında daha fazla ayrıntı vermeyeceğiz. Fakat ilk bölümden itibaren ortaya çıkan sosyal ve siyasal manzaraya dair izlemeyi kolaylaştıracak bir kaç not düşmek gerekirse: 1929 Büyük Buhranı: Kapitalizmin tarihindeki en büyük kriz. ABD'de dev bankaların batışıyla başlayıp, dünyayı saran ekonomik çöküş sonucu birçok işletme iflas etmiş, bugünkü oranlarla kıyaslanmayacak ölçüde büyük bir işsizlik ortaya çıkmıştı. ABD gibi Almanya'da en derin fakirlik ve açlık boy göstermişti.  1930 SA'ların şiddeti: Kısa adı SA olan Fırtına Müfrezesi, Nazilerin paramiliter örgütlenmesidir. 1920'lerin ikinci yarısından Yahudilere ve sola, sokak saldırılarına  başlamıştır. 1930 yılında ise Nazilerin rakiplerini şiddetle bastırmıştır. 1931 Naziler iktidarda: Şiddetli ekonomik kriz sonucu servetlerini kaybeden ve işçileşmekten nefret eden orta sınıflarla lumpen proletarya denilen toplumun en alt tabakasını kendi liderliğinde birleştirmeyi başaran Hitler, solun bölünmüşlüğü ve diğer burjuva partilerin çöküşünden faydalanarak seçimle yönetimi ele geçirmiştir.

Arjantin'de darbecilerle hesaplaşma

Yeni gösterime giren Argentina, 85 adlı film, tarihte ilk kez sivil yargının darbeci generalleri yargılaması sürecini konu alıyor. Yönetmen Santiago Mitre'nin çektiği, Martín Mauregui yaratıcısı olduğu film 1980'lerin başında Arjantin'de geçiyor.  24 Mart 1976 günü Arjantin ordusu, Peron hükümetine bir darbe ile devirerek yönetime el koymuştu.  Askeri diktatörlük yedi yıl sürdü. Faşist ideolojiye sahip generallerin emriyle ülkede 700'den fazla gizli tutuklama merkezi kuruldu. 30 binden fazla kişi öldürüldü ya da kaçırılarak "ortadan kayboldu." Çok sayıda kişi işkencenden geçirildi, kadınlara tecavüz edildi. Bazılarının bebekleri çalındı.  "Kirli savaş" terimi bu dönemde ortaya atıldı. Arjantin darbecilerinin temel gerekçesi - tıpkı 12 Eylül darbecilerin de olduğu gibi - ülkede cereyan eden ve "kökü dışarıda" olan "anarşiydi." Kastedilen Che Guavera'nın gerilla savaşı stratejisinden etkilenerek silahlı mücadeleye girişen sol örgütlerdi. Generaller bu örgütleri yok etmek için, bütün üyelerini ve tabanlarını yok etme emrini verdi. 1990'ların başında Türkiye'de uygulanan gerilla-sivil ayrımı yapmadan topyekun imha politikalarına benzer olarak her türden sol muhalif ve sıradan insanlar da devlet şiddetinin hedefi oldu. Kaçırma ve kaybetmeler, dönemin yargısı tarafından soruşturulmazken Arjantin'in başkenti Buenos Aires'te bir meydan olan Mayo de Plaza da anneler, eşler, kız kardeşler başlarına beyaz eşarp bağlayarak oturma eylemine başladı. Türkiye'de yakınları devlet güçleri tarafından kaybedilen Cumartesi Anneleri'ne esin kaynağı olan bu hareketin darbeden 1 yıl sonra (1977) ortaya çıkışı, askeri diktatörlüğün ölen ve yaşayan kurbanları için adalet mücadelesinin başlangıcıydı. Argentina, 1985 askeri diktatörlüğün sona erdiği 1983 yılına dönüyor. Ordu yönetimden çekilmiş fakat ayrıcalıklarını korumaktadır. Alfonsin başkanlığında sivil hükümet iş başındadır ve generalleri halka karşı işledikleri suçlardan dolayı yargılanması talebini karşılamak istemektedir. Ülkenin yasalarına göre askerler sadece askeri mahkemelerde yargılana gelmişken bu kez sivil mahkemede yargılanmaları gündemdedir. Film, bu süreçte yaşananları, generallerin yaydığı korkuyu, baskı ve engellemeleri, davaya savcı olarak atanan Julio César Strassera (Ricardo Darín canlandırıyor) biyografisi üzerinden inceliyor. Savcı Strassera, filmdeki bir replikte dile getirdiği gibi, kahraman falan değildir. İnançsız ve endişelidir. Buna rağmen dava önüne gelince, sırtına yüklenen tarihsel sorumluluğu yerine getirmek zorunda kalır. 2 saat boyunca sürükleyici bir şekilde akan film, sadece darbecilerin yargılanmasını değil, Arjantin tarihinin en kanlı döneminde yaşananları kurbanların gözünden bugünün izleyicisine aktarıyor. Dava dosyalarından yapılan alıntı ifadelerle en ağır işkencelere tabi tutulan insanların sesleri duyuluyor.  Politik tutumunun yanısıra bir dönemi iyi aktaran filmde usta oyunculuklar karşımıza çıkıyor.  Darbeciler bir kez işbaşına gelsin onlardan kurtulmak zordur. İktidardan gitseler de oluşturdukları baskı rejiminden kurtulmak ve tekrar geri gelmelerini engellemek için mücadele gerekir. Bu mücadele olmadan darbeyle hesaplaşılamaz. Ve bu mücadele zorludur. Savcı Strassera ve ekibinin, hukuk mücadelesi sonucu darbenin lideri olan faşist general müebbet hapse mahkum edilse de darbe davaları 15 yıl sürdü. 1025 kişi ceza aldı. Bu süreçte, darbeciler davaları sulandırmak ve itibarsızlaşmak için her şeyi denedi.   Bu mücadele sayesinde Arjantin'de bir daha darbe olmadı. Adalet için mücadele edenlerin filmde beliren temennisi kazandı: Bir daha asla! Argentina, 1985’i her darbe karşıtının izlemesini öneriyoruz.

Gazeteci Halit Kıvanç'ı kaybettik

Usta gazeteci ve sunucu Halit Kıvanç, 97 yaşında yaşamını yitirdi. Türkiye'nin en ünlü ve en uzun süre çalışmış sunucularından Kıvanç'ın vefatını oğlu yazar Ümit Kıvanç  duyurdu. Ümit Kıvanç, "Halit Kıvanç'ı kaybettik. Bizimle birlikte sevenlerinin de başı sağ olsun." paylaşımında bulundu. Halit Kıvanç'ın cenazesi 27 Ekim'de öğleyin Zincirlikuyu Mezarlığı'nda defnedilecek. Halit Kıvanç kimdir? 1925 doğumlu Halit Kıvanç, orta öğretimini Pertevniyal Lisesi'nde, yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde tamamladı. 3 ay kadar Siirt-Kozluk (şimdi Batman'a bağlandı) ilçesinde hakimlik yaptı. Milliyet, Tercüman, Hürriyet, Güneş başta olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerde yazar ve yönetici olarak üst düzey görevler aldı. 1953'te Alp Zirek ve Halit Talayer ile birlikte Türkiye'nin ilk günlük spor gazetesi Türkiye Spor'u çıkardı. Bir yıla yakın İngiliz yayın kuruluşu BBC'de çalıştı. Türkiye'de radyo ve televizyon yayıncılığının gelişmesinde önemli katkıları olan Kıvanç, Türkiye televizyonculuğunda birçok "ilk"in insanı oldu. Olimpiyatlar ve büyük uluslararası karşılaşmalarda sunucu olarak görev aldı. FIFA Dünya Kupası'nı televizyondan sunan ilk Türk spikeri oldu. 10 defa, FIFA Dünya Kupası finalini radyo ve televizyonlarda naklen aktardı. Uzun yıllar TRT'de kültür-sanat, müzik eğlence programları sundu. Çocuk bayramlarında TRT Çocuk Şenliği'ni sunan Halit Kıvanç’ın, geniş bir hayran kitlesi vardı. Harbiye Açıkhava Tiyatrosu ve İstanbul Spor ve Sergi Sarayı'nda çok sayıda konser ve özel etkinliğin sunuculuğunu üstlendi. Tek kanallı günlerin efsanevi sunucusu Halit Kıvanç, NTV Yayınlarından çıkan ve televizyonculuğu anlatan "Tele Safir" adlı kitabın yazarıdır. Sunuculukta 50. yılını 2005'te bir jübileyle kutlayan Kıvanç, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, TSYD ve diğer kuruluşların düzenlediği yarışmalarda 200'ün üzerinde ödül aldı. 1983 yılında Cumhurbaşkanlığı Kupası maçıyla maç spikerliğine veda etti. Yazar, spiker, sanat insanı olarak kabul edilen Halit Kıvanç, Türkiye Millî Olimpiyat Komitesi tarafından Kariyer Dalında büyük ödüle layık görüldü.

Geri 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 İleri

Bültene kayıt ol