Dune ve "kahraman kurtarıcı"

Broker (Bebek Servisi) – İnsan kaçakçılığını anlatan bir film

Karanlık kavramları konu alan bir film için Broker şaşırtıcı şekilde neredeyse iç bayıcı derecede “tatlı” bir film. Fakat yoksulluk ve çaresizliğe şefkatli bir bakış içeriyor. Hirokazu Kore-eda’nın yönettiği film ; suç, yoksulluk ve ailenin karmaşık bir resmini çiziyor.  Film, Lee Ji-eun tarafından canlandırılan So-young’ın artık bakamadığı bebeğini sağanak yağmur altında bir bebek kutusuna bırakmasıyla başlıyor. Bu bebek kutuları ebeveynlerin bebeklerine bakamayacaklarını hissettiklerinde onları güvenli bir şekilde bırakabilecekleri yerler. Ancak bebek  Woo Sung bakım görmek yerine 2 bebek kaçakçısı tarafından kaçırılıyor.Bu bebek kaçakçılarından Sang’ı muhteşem Song Kang-ho  ve Dong-Soo’yu ise Gang Dong won  canlandırıyor. Bu noktada kolaylıkla filmin karanlık bir atmosfere büründüğü düşünülebilir. Aslında hem öyle hem de değil. So Young aniden bebeğini bırakmakla ilgili fikrini değiştiriyor ve onu aramaya başlıyor.Sang-hyeon and Dongsoo ile tanışıyor ve onlara Woo Sung’a iyi ebeveynler bulma yolculuğunda eşlik etmeye karar veriyor. Daha sonra ne olduğu ise bir keşif,suç,iyileşme ve mizah yolculuğu olarak özetlenebilir. Broker beklenmedik şekilde Küçük Gün Işığım gibi bir film ama insan kaçakçılığı teması içermesi farkıyla.Tüm bunlara ek olarak grup, bebek kaçakçılarını suçüstü yakalamak için uğraşan iki polis tarafından takip ediliyor.  Kimileri suç işleyen bu karakterlerin sempatik,nazik ve karmaşık olarak sunulmasından rahatsız olabilir ama karakterlerin bu biçimde işlenmesi çok daha gerçekçi hissettiriyor. Sang-hyeon borç içinde yüzüyor ve tamir ettirecek parası olmadığı için bagaj kapağı kırık bir kamyonet sürüyor. So-Young’ın bebeğini bırakması da öncelikli olarak yoksulluktan kaynaklanıyor. Film boyunca defalarca eğer onu destekleyebilecek imkanı olsa Woo-sung’ı büyüteceğini ifade ediyor. Bu bazı karakterlerin anlamadığı bir nokta. Bae –Donna tarafından canladırılan polis sürekli olarak şu cinsiyetçi söylemini tekrarlıyor, “Bakamayacaksanız çocuk doğurmayın”. Broker’ın en iyi yanı çocukları ve ebeveynleri defalarca yüzüstü bırakan sistemle alakalı bazı gerçekleri gün yüzüne çıkarması. Buna rağmen film mükemmel değil. Zaman zaman gerçeklikten uzaklaşıyor ve birkaç yerde iç bayıcı derecede tatlılaşıyor. Ancak Broker mizahı, yüreği ve izleyenlerini karakterleri anlayıp onlara yakınlık duymaya davet ettiği için izlemeye değer.

Belgesel yönetmeni Sibel Tekin tahliye edildi

“Örgüt üyeliği” suçlamasıyla tutuklanan belgesel yönetmeni Sibel Tekin, bugün yapılan ara duruşma sonrası tahliye edildi. Savcı, tutukluluğun “ölçülü” olduğunu savunurken, mahkeme Tekin için “karartabileceği delil yok” dedi. “Keşif yaptığı” iddia edilerek 17 Aralık 2022 tarihinden beri “örgüt üyeliği” suçlamasıyla Sincan Kadın Kapalı Cezaevinde tutulan belgesel yönetmeni Sibel Tekin’in, tutukluluk halinin incelemesine dair yapılan ara duruşmada tahliyesine karar verildi. Savcı, tutuklamanın ‘ölçülü’ olduğunu savundu 26. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmada Tekin’in CMK’nın 108. maddesi gereğince tutukluluk durumunun devam edip etmeyeceği konusunda Cumhuriyet Savcısının mütalaası alındı. Cumhuriyet Savcısı mütalaasında, “Sanık Sibel Tekin’in üzerine atılı ‘silahlı örgüte üye olma’ suçunu işlediğine dair kuvvetli suç şüphesinin bulunduğu, atılı suçun CMK 100/3-a maddesindeki katalog suçlardan olduğu, dolayısıyla yasada belirtilen bir tutuklama nedeninin var olduğu, atılı suç için belirlenen ceza miktarı dikkate alındığında sanığın kaçma şüphesinin bulunduğu, sanığın savunmasının henüz alınmamış olması, tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde tutuklamanın ölçülü olduğu ve tutuklamadan beklenen gayenin adli kontrol hükümleri ile sağlanamayacak olması dikkate alınarak sanığın tutukluluk halinin devamına karar verilmesi, kamu adına talep ve mütalaa olunur” dedi. Mahkeme: Deliller toplandı, adli kontrol yeterli Tekin’in avukatı Mehtap Sakinci’nin 26 Ocak tarihli tahliye dilekçesi okunduktan sonra kararını açıklayan mahkeme ise, “Sanık hakkında tensip ara kararı ile tutukluluğun devamına karar verilmiş ise de istenilen belgelerin dosya arasına alındığı ve delillerin büyük oranda toplandığı, sanığın karartabileceği dosyada bir delilin bulunmaması, sabit ikametgâh sahibi olması ve kaçma şüphesinin bulunmaması, tutuklulukta kaldığı sürede göz önünde alındığında, bu aşamada adli kontrol hükümlerinin yeterli olacağı kanaati ile sanığın adli kontrol altına alınmak suretiyle” tahliyesine karar verdi.  Tekin’in derhal salıverilmesi için Cumhuriyet Başsavcılığına müzekkere yazılmasına karar veren mahkeme, yurt dışına çıkışı yasağı ile ayda iki kez imza yükümlülüğü şeklinde adli kontrol tedbirinin uygulanmasına karar verdi.  Sibel Yükler (MLSA)

Hüzün üçgeni: Moda, yat ve sınıf ayrımları

Yönetim ve senaryo: Ruben Östlund  Görüntü: Fredrik Venzel  Oyuncular: Thobias Thorvid, Harris Dickinson, Charibi Dean, Woody Harrelson, Jiannis Moustos, Vicki Berlin. Triangle Of Sadness (Hüzün Üçgeni) açılışıyla kapanış sekansı arasında hemen hiçbir bağ bulunmayan sıradışı bir film. Filmi daha önce Turist ve Kare gibi filmleri yöneten Ruben Östlund yönetmiş. Yönetmen bu filmle ikinci kez Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü kazandı. Film Yaya ve Carl’ın modellik mesleklerini, aralarındaki garip gerilimi ve duygusal ilişkilerini inceleyerek başlıyor. Hızla filmin Yat başlıklı ikinci bölümü başlıyor. Bu bir zenginler yatı. Elbette yat yolculuğunun fakirler tarafından gerçekleştirilmesi beklenemez ama bu yatta Rus oligarklar ve aşırı zenginler var. Zenginleri karşılamaya hazırlanan yat çalışanlarının, emekçilerin durumu çok incelikli bir şekilde ele alınmış. Kendilerini hem görünmez ve tek tip kılmak zorundalar hem de daima yolcuların tüm isteklerini yerine getirmek zorundalar. Yatta geleneksel kaptanla akşam yemeği faslı ise fırtınalı bir deniz yolculuğunda lüks yemek tüketmenin çok hayırlı olmadığını gösteren ve her izleyicinin kaldıramayacağı kusma sahnesiyle, tuvaletlerin taşmasıyla tamamlanıyor. Aşırı lüks yemekler kusulurken ve aşırı zengin yolcular yatın o köşesinden bu köşesine savrulurken bir Rus oligarkla yatın kaptanı arasındaki diyalog filmde çok ilginç bir parantez açıyor. Kaptan, komünist değil Marksist olduğunun altını ısrarla çiziyor. Kusmaktan bir haller olan yolculara Marx’tan, Lenin’den alıntılar yaparak hem kapitalizmi teşhir ediyor hem de ABD’nin Martin Luther King, Malcom X ve Kennedy cinayetlerinde oynadığı rolü teşhir ediyor. Sabah vakti yata korsanlar saldırıyor ve batan yattan on kişi kurtuluyor. Ada adlı bölümde bu on kişinin teknedekinden bambaşka içerikler kazanan rollerini izliyoruz. Teknede tek görevi hizmetkarlık olan Abigal, adada balık avcılığı ve iş bilirliğiyle daha önemli bir konuma, hatta tek belirleyici otorite pozisyonuna geçiyor. Yakışıklı Carl üzerinde de egemenliğini ilan eden  Abigal’in konumu etrafında derinleşen çelişkiler adanın nasıl bir yer olduğuna bağlı olarak sürpriz bir finale adım adım ilerliyor. Yılın ilginç filmlerinden birisi olduğu kesin.

Yüzücüler ve ırkçılığa duyduğumuz öfke

Netflix’te yer alan The Swimmers (Yüzücüler) Yusra ve Sara Mardini’nin gerçek hikayesine odaklanıyor. Film, Suriye’de iç savaşla ve Esad’ın estirdiği terörle hayatları altüst olan iki kardeşin hikayesine odaklanıyor. Bombalamalar, ölümler ve yaşanan yıkımdan kurtulmak için varlarını yoklarını Almanya’ya kaçmaya harcayan aile bunu başaramaz ve kız kardeşler ailelerini bırakarak kalabalık bir botla Yunanistan’a kaçmaya çalışır. Kardeşler felaketten kurtulmak için denize atlayıp yan yana yüzerek kurtulmaya çalışır.  Yusra ve Sara en sonunda Almanya’ya ulaşırlar. Kalabalık ve karmaşanın hakim olduğu mülteci merkezinde tutulurlar. Geride bıraktıklarını, ailelerini Almanya’ya getirme hayalleri suya düşer. Yüzücüler, Ysura’nın Olimpik yüzücü olma hayallerini ve hayallerini gerçekleştirmek için gösterdiği insan üstü çabayı, göçmenliğin hayallerin önüne diktiği engelleri anlatan gerçek bir hikâye. Akdeniz’de yaklaşık 25 bin göçmenin öldüğünü düşündüğümüzde, ırkçılığa maruz kalan göçmenlerin trajedileri ve direnişlerine her gün tanık olduğumuzu görmek mümkün. Unutmayalım, Alan Kurdi bebeğin sahile vuran cesedi, göçmenlere yönelik ırkçılığın, göçmenlerin önündeki engellerin tüm dünyanın gündemine girmesine neden olmuştu. Bu film göçmenlerin yaşadıklarını gündeme getiriyor. (Sosyalist İşçi)

1930’da Berlin ve güç değişimi

Volker Kutscher'in romanlarından uyarlanan Babylon Berlin dizisinin yeni sezonu, 1930'dan 1931'e geçerken Almanya'daki fakirliği ve sokak kavgalarıyla kendini gösteren güç değişimini canlandırıyor. Sevilen serinin yeni sezonu Kutscher'in Goldstein romanına dayanıyor. Bu roman, kozmopolit şehir Berlin'de cinayet dedektifi olan Gereon Rath'ın, üçüncü vakasını konu alıyor. İletişim Yayınları'ndan çıkan roman, arka kapağında şöyle tanıtılıyor: Berlin’e "düşen” bir Amerikalı gangster, Komiser Rath’ı, Berlin’in yeraltı dünyasından gayrı bir de uluslararası mafya işlerine karıştırıyor. Çok boyutlu, karmaşık bir entrika. Fonda ekonomik buhranın yıkımı ve Nazilerin yükselişi… Goldstein’da suç ve cürüm yelpazesi, bu defa olağanüstü geniş! Küçük suçlar âleminin çocuk hırsızlarından boy boy mafyaya, uluslararası suç bağlantılarına ve ırkçı şiddete uzanıyor. Yönetmen Tom Tykwer’ın, Netflix gibi platformlarda yayınlanan yüzeysel dizilere bir meydan okuma olarak çektiği Babylon Berlin'in önceki sezonlarını Sosyalist İşçi'de tanımıştık. TV serisinin en önemli özelliği, Kutscher'in romanlarında hareketle muazzam bir prodüksiyonla bir dönemin Berlin'inin yeniden yaratılması. 4. sezonda Nazilerin iktidarı ele geçirmeden 1 yıl önceki Berlin'de birden fazla kişinin başından geçen olaylar, birden fazla cinayet ve siyasi soruşturma üzerinden aktarılıyor. 10 bölümlük yeni sezon hakkında daha fazla ayrıntı vermeyeceğiz. Fakat ilk bölümden itibaren ortaya çıkan sosyal ve siyasal manzaraya dair izlemeyi kolaylaştıracak bir kaç not düşmek gerekirse: 1929 Büyük Buhranı: Kapitalizmin tarihindeki en büyük kriz. ABD'de dev bankaların batışıyla başlayıp, dünyayı saran ekonomik çöküş sonucu birçok işletme iflas etmiş, bugünkü oranlarla kıyaslanmayacak ölçüde büyük bir işsizlik ortaya çıkmıştı. ABD gibi Almanya'da en derin fakirlik ve açlık boy göstermişti.  1930 SA'ların şiddeti: Kısa adı SA olan Fırtına Müfrezesi, Nazilerin paramiliter örgütlenmesidir. 1920'lerin ikinci yarısından Yahudilere ve sola, sokak saldırılarına  başlamıştır. 1930 yılında ise Nazilerin rakiplerini şiddetle bastırmıştır. 1931 Naziler iktidarda: Şiddetli ekonomik kriz sonucu servetlerini kaybeden ve işçileşmekten nefret eden orta sınıflarla lumpen proletarya denilen toplumun en alt tabakasını kendi liderliğinde birleştirmeyi başaran Hitler, solun bölünmüşlüğü ve diğer burjuva partilerin çöküşünden faydalanarak seçimle yönetimi ele geçirmiştir.

Arjantin'de darbecilerle hesaplaşma

Yeni gösterime giren Argentina, 85 adlı film, tarihte ilk kez sivil yargının darbeci generalleri yargılaması sürecini konu alıyor. Yönetmen Santiago Mitre'nin çektiği, Martín Mauregui yaratıcısı olduğu film 1980'lerin başında Arjantin'de geçiyor.  24 Mart 1976 günü Arjantin ordusu, Peron hükümetine bir darbe ile devirerek yönetime el koymuştu.  Askeri diktatörlük yedi yıl sürdü. Faşist ideolojiye sahip generallerin emriyle ülkede 700'den fazla gizli tutuklama merkezi kuruldu. 30 binden fazla kişi öldürüldü ya da kaçırılarak "ortadan kayboldu." Çok sayıda kişi işkencenden geçirildi, kadınlara tecavüz edildi. Bazılarının bebekleri çalındı.  "Kirli savaş" terimi bu dönemde ortaya atıldı. Arjantin darbecilerinin temel gerekçesi - tıpkı 12 Eylül darbecilerin de olduğu gibi - ülkede cereyan eden ve "kökü dışarıda" olan "anarşiydi." Kastedilen Che Guavera'nın gerilla savaşı stratejisinden etkilenerek silahlı mücadeleye girişen sol örgütlerdi. Generaller bu örgütleri yok etmek için, bütün üyelerini ve tabanlarını yok etme emrini verdi. 1990'ların başında Türkiye'de uygulanan gerilla-sivil ayrımı yapmadan topyekun imha politikalarına benzer olarak her türden sol muhalif ve sıradan insanlar da devlet şiddetinin hedefi oldu. Kaçırma ve kaybetmeler, dönemin yargısı tarafından soruşturulmazken Arjantin'in başkenti Buenos Aires'te bir meydan olan Mayo de Plaza da anneler, eşler, kız kardeşler başlarına beyaz eşarp bağlayarak oturma eylemine başladı. Türkiye'de yakınları devlet güçleri tarafından kaybedilen Cumartesi Anneleri'ne esin kaynağı olan bu hareketin darbeden 1 yıl sonra (1977) ortaya çıkışı, askeri diktatörlüğün ölen ve yaşayan kurbanları için adalet mücadelesinin başlangıcıydı. Argentina, 1985 askeri diktatörlüğün sona erdiği 1983 yılına dönüyor. Ordu yönetimden çekilmiş fakat ayrıcalıklarını korumaktadır. Alfonsin başkanlığında sivil hükümet iş başındadır ve generalleri halka karşı işledikleri suçlardan dolayı yargılanması talebini karşılamak istemektedir. Ülkenin yasalarına göre askerler sadece askeri mahkemelerde yargılana gelmişken bu kez sivil mahkemede yargılanmaları gündemdedir. Film, bu süreçte yaşananları, generallerin yaydığı korkuyu, baskı ve engellemeleri, davaya savcı olarak atanan Julio César Strassera (Ricardo Darín canlandırıyor) biyografisi üzerinden inceliyor. Savcı Strassera, filmdeki bir replikte dile getirdiği gibi, kahraman falan değildir. İnançsız ve endişelidir. Buna rağmen dava önüne gelince, sırtına yüklenen tarihsel sorumluluğu yerine getirmek zorunda kalır. 2 saat boyunca sürükleyici bir şekilde akan film, sadece darbecilerin yargılanmasını değil, Arjantin tarihinin en kanlı döneminde yaşananları kurbanların gözünden bugünün izleyicisine aktarıyor. Dava dosyalarından yapılan alıntı ifadelerle en ağır işkencelere tabi tutulan insanların sesleri duyuluyor.  Politik tutumunun yanısıra bir dönemi iyi aktaran filmde usta oyunculuklar karşımıza çıkıyor.  Darbeciler bir kez işbaşına gelsin onlardan kurtulmak zordur. İktidardan gitseler de oluşturdukları baskı rejiminden kurtulmak ve tekrar geri gelmelerini engellemek için mücadele gerekir. Bu mücadele olmadan darbeyle hesaplaşılamaz. Ve bu mücadele zorludur. Savcı Strassera ve ekibinin, hukuk mücadelesi sonucu darbenin lideri olan faşist general müebbet hapse mahkum edilse de darbe davaları 15 yıl sürdü. 1025 kişi ceza aldı. Bu süreçte, darbeciler davaları sulandırmak ve itibarsızlaşmak için her şeyi denedi.   Bu mücadele sayesinde Arjantin'de bir daha darbe olmadı. Adalet için mücadele edenlerin filmde beliren temennisi kazandı: Bir daha asla! Argentina, 1985’i her darbe karşıtının izlemesini öneriyoruz.

Gazeteci Halit Kıvanç'ı kaybettik

Usta gazeteci ve sunucu Halit Kıvanç, 97 yaşında yaşamını yitirdi. Türkiye'nin en ünlü ve en uzun süre çalışmış sunucularından Kıvanç'ın vefatını oğlu yazar Ümit Kıvanç  duyurdu. Ümit Kıvanç, "Halit Kıvanç'ı kaybettik. Bizimle birlikte sevenlerinin de başı sağ olsun." paylaşımında bulundu. Halit Kıvanç'ın cenazesi 27 Ekim'de öğleyin Zincirlikuyu Mezarlığı'nda defnedilecek. Halit Kıvanç kimdir? 1925 doğumlu Halit Kıvanç, orta öğretimini Pertevniyal Lisesi'nde, yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde tamamladı. 3 ay kadar Siirt-Kozluk (şimdi Batman'a bağlandı) ilçesinde hakimlik yaptı. Milliyet, Tercüman, Hürriyet, Güneş başta olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerde yazar ve yönetici olarak üst düzey görevler aldı. 1953'te Alp Zirek ve Halit Talayer ile birlikte Türkiye'nin ilk günlük spor gazetesi Türkiye Spor'u çıkardı. Bir yıla yakın İngiliz yayın kuruluşu BBC'de çalıştı. Türkiye'de radyo ve televizyon yayıncılığının gelişmesinde önemli katkıları olan Kıvanç, Türkiye televizyonculuğunda birçok "ilk"in insanı oldu. Olimpiyatlar ve büyük uluslararası karşılaşmalarda sunucu olarak görev aldı. FIFA Dünya Kupası'nı televizyondan sunan ilk Türk spikeri oldu. 10 defa, FIFA Dünya Kupası finalini radyo ve televizyonlarda naklen aktardı. Uzun yıllar TRT'de kültür-sanat, müzik eğlence programları sundu. Çocuk bayramlarında TRT Çocuk Şenliği'ni sunan Halit Kıvanç’ın, geniş bir hayran kitlesi vardı. Harbiye Açıkhava Tiyatrosu ve İstanbul Spor ve Sergi Sarayı'nda çok sayıda konser ve özel etkinliğin sunuculuğunu üstlendi. Tek kanallı günlerin efsanevi sunucusu Halit Kıvanç, NTV Yayınlarından çıkan ve televizyonculuğu anlatan "Tele Safir" adlı kitabın yazarıdır. Sunuculukta 50. yılını 2005'te bir jübileyle kutlayan Kıvanç, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, TSYD ve diğer kuruluşların düzenlediği yarışmalarda 200'ün üzerinde ödül aldı. 1983 yılında Cumhurbaşkanlığı Kupası maçıyla maç spikerliğine veda etti. Yazar, spiker, sanat insanı olarak kabul edilen Halit Kıvanç, Türkiye Millî Olimpiyat Komitesi tarafından Kariyer Dalında büyük ödüle layık görüldü.

Athena: ‘Gerçek zamanlı’ bir isyan

Yönetmen Romain Gavras’ın Paris banliyölerindeki Athena sosyal konutlarında yaşanan polis vahşetine karşı başlayan bir isyanı konu aldığı, olan biten her şeyi son derece açık sözlü bir anlatıyla ekrana yansıtan Athena, 12 dakika boyunca süren nefes kesici açılış sahnesiyle sinemanın unutulmazları arasındaki yerini layıkıyla alacak bir film.  Fakat Gavras’ın biçimsel dehasının da ötesinde, tüm olay örgüsünü amansız bir tempoda ilerleyecek bir Yunan tragedyası olarak yapılandırdığı bu nev-i şahsına münhasır filmin asıl başarısı, adalet isteyenlerin çığlığını imgeler ve duygular yoluyla aktarmayı başarmış olması. Film, polislerin Cezayirli/Fransız bir genci döverek öldürdüğünü gösteren görüntülerin ortaya çıkması üzerine başlayan “gerçek zamanlı” bir isyan olarak tasarlanmış; bir tarafta Athena sakinlerinin bastırılamaz öfkesi var, diğer tarafta onların karşısına polis üniformasıyla dikilen ırkçı, aşırı sağcı devlet güçleri.  Karakolda gerçekleştirilen bir basın açıklaması sırasında emniyet güçlerinin, bu polis vahşetini araştıracaklarına dair söz verdikleri bir sahneyle açılan film, dinleyiciler arasında bulunan Karim’in işaretiyle saldırıya geçen yüzü maskeli gençlerin fırlattığı molotof kokteyli kadar patlayıcı bir tempoda, oyuncuları yakın plandan takip eden kameranın kesintisiz çekimleriyle devam ediyor. O muhteşem 12 dakika boyunca baş döndürücü bir hızla ve giderek radikalleşen bir anlatıyla ilerleyip sonunda tam ortasına bırakıldığımız bir savaş alanında buluyoruz kendimizi. Karakterlerin birini bırakıp diğerini alan Gavras’ın bizleri takdire şayan bir yönetmenlikle selamladığı bu benzersiz tek plan çekimde izleyiciye düşense, az sonra tüm taşlar yerine oturduğunda o karakterlerin hangi duyguları harekete geçireceğini tahmin etmeye çalışmaktan ibaret sadece. Çünkü oyuncuların salt duygu kanalları olarak tasarlandığı bir film bu. Karakolda sağduyu çağrısı yaparak her an çıkabilecek bir isyana engel olmaya çalışan üniformalı Abdel’in, isyanın lideri Karim’in ve polis tarafından katledilen 13 yaşındaki Idir’in kardeş olduklarını anladığımız anda artık o kaosun içindeyiz. Abdel’den (Dali Benssalah) başlayıp Karim’e (Sami Slimane), ondan Athena’daki hazırlıklara, ardından üniformalıları temsil edip etmediği sorusuna en başından şerh düşülmüş bir polis memuru olan Jérôme’a (Anthony Bajon) ve sonra makyavelist uyuşturucu baronu – aynı zamanda Abdel ile Karim’in ağabeyleri olan- Moktar’a (Ouassini Embarek) atlarken dört kardeşin adalet arayışında ayrıştıkları yerleri de belirgin biçimde görebiliyoruz. (Idir’in ölümüyle geriye dört kardeş kalıyor ama yönetmen film boyunca bu üç kardeşe ağırlık vermeyi tercih ediyor.) Protestocular tarafından rehin alınan polis memuru Jérôme’dan Karim’in madalyalı bir ordu gazisi olduğunu anladığımız ağabeyi Abdel’e kadar herkesin anlatacak bir hikayesi olsa da bunu yapacak zamanı bulabilmeleri mümkün değil. Gavras, kendisine meydan okuyan en büyük zorluğun tam olarak bu olduğunu söylüyor ve bir röportajında “Karakterlerini, benim açıklamama gerek kalmadan somutlaştırmayı başarsınlar istedim” diyordu. Tıpkı kendisini öyle bir kaosun kalbinde bulacak birinin, yaşananları biraz daha mantıksal bir çerçeveden değerlendirecek kadar durup düşünmeye vakit bulamayacak olması gibi, oyuncuların da üstlendikleri karakterleri ekrana nasıl yansıtacakları üzerine düşünmeye fırsat bulamadıkları çok açık. Herkesin bir şeye doğru koştuğu ya da ondan kaçtığı bir filmde, bir oyuncunun bu düzeyde bir performansı sahnelemesi ne kadar zorsa, bir yönetmen için de 12 dakikalık hayli yüklü bir çekimin ardından neredeyse hiç hız kesmeden devam ederken tüm bunların altından kalkabilmesi bir o kadar zor elbette. Bu da yetmezmiş gibi, görüntü yönetmeni Matias Boucard eşliğinde gaza basarken sembolizm ve ikonografiyle dolu bir anlatıya yöneliyor Gavras. Diğer bir deyişle, tüm derdini duygularla ifade ederek ya da hedeflediği duyguları belirli sembollerle dürtüp harekete geçirerek anlatmayı da başarıyor. Bu banliyö destanının en etkileyici sahnelerinden biriyse herkesi yatıştırmak için elinden geleni yapan Abdel'in aslında başından beri bildiği gerçeği, yani ırkçı aşırı sağ güçlerin emrindeki polisle bir uzlaşmaya varılamayacağını yeniden keşfettiği bir dönüşüm anı. Abdel, isyancıların ne kadar haklı olduğunu anlarken, onu, isyanın kalbindeki bir meczup olarak resmedilen Sébastien (Alexis Manenti) karakterinin yıkıcı değişimi izliyor. Birinin isyanı başarıya ulaştırabilecek dönüşümü, bir diğerinin anbean çıldırmasıyla el ele verip kaçınılmaz bir çöküşe götürüyor Athena’yı. İyi ama kadınlar nerede? Üç erkek kardeş, kalkanlarını “300 Spartalı” gibi kuşanan, coplarını, biber gazlarını ve her türden silahlarını “yapıyoruz, çünkü yapabiliyoruz” rahatlığı ve acımasızlığıyla kullanan ırkçı ve aşırı sağcı güçler karşısında, bir Yunan tragedyasında olsalar hangi arketipleri temsil edeceklerse aynılarını, işçi sınıfına dair belirli rolleri üstlenerek yansıtıyorlar. Kız kardeşlerinin geri planda tutulmuş olması ise belki de isyanın neden başarıya ulaşmadığını göstermenin bir yoluydu.  Sahi, kadınlar neden bu isyanın ön saflarında değildi? Duyguların ele geçirdiği Karim, sadece kendisini düşünen Moktar ve ta başından yanlış yerde konumlanıp kendi çelişkilerinin kurbanına dönüşen Abdel, Yunan tragedyalarındaki gibi art arda düşerken, ahlak polisi tarafından katledilen Mahsa Amini’nin ardından İran sokaklarını “Jin, Jiyan, Azadi” sloganlarıyla inleten kadınlar geliyor akla. Ve tarih boyunca gerçekleşen tüm isyanların ön saflarında yer almış olan o kadınlar… Kadını dışarıda bırakmış olması filmin affedilmez bir kusuru muydu yoksa devrimin kadınlar olmadan yapılamayacağını göstermenin bir yolu mu, bilinmez. Kesin olan bir şey var ki Athena, harikulade teknik becerisiyle sizi yakanızdan kavrayıp 90 dakika boyunca bırakmayacak: Kaosun içinde bir balerin zarafetiyle dolaşan o kameraya teslim olun ve bırakın sizi istediği yere götürsün.

Cehennemde beş gün

Katrina Kasırgası 29 Ağustos 2005’te New Orleans'ı vurdu.  Bundan saatler önce, şehir sakinleri, hayatta bir kez karşılaşılabilecek bir kasırganın yaklaştığını bilerek hazırlık yapmaya başlamıştı. Beklenen kasırga şiddetini yitirmiş olarak ulaştı. Pencereleri kırıp savurdu, binaları sarstı, çatıları uçurdu ama çok geçmeden dindi. En azından ilk başta böyle görünüyordu.  Sonra her şey giderek kötüleşti. Nehirler ve göllerle çevrili şehrin bentleri çöktü, sular evlerin çatılarına ulaşana dek yükseldi, herkes olduğu yerde kalakaldı. Fırtınanın sonlandığı anda yeni bir kabus başlamıştı. New Orleans'ın Memorial Tıp Merkezi de o büyük insanlık dramından payını aldı, yaşananların en zorlu koşullarda tecrübe edileceği bir cehenneme dönüştü.  Hastaneye, her şey yaşanıp bittikten sonra giren ekipler, 45 hastanın terk edilmiş cansız bedenleriyle karşılaştı.  Burada neler yaşanmıştı böyle? Sheri Fink’in Pulitzer Ödüllü “Memorial’da Beş Gün” makalesinden aynı adla uyarlanan sekiz bölümlük mini dizi bizleri hastanedeki o beş güne götürüyor. 12 Yıllık Esaret (12 Years A Slave) filminin yazarı ve yapımcısı John Ridley’in, Lost dizisinin yapımcılarından Carlton Cuse ile bir araya gelerek yarattığı bu enfes yapım, yaklaşmakta olan fırtınanın gerçek görüntüleriyle başlıyor.  Neler yaşanmıştı? New Orleans'ı vuran kasırga, Bahamalar'ın açıklarından, 23 Ağustos’ta doğdu. Ertesi gün Miami yakınlarından geçen Katrina henüz 'Kategori 1' seviyesindeydi ama dört gün boyunca dolaştığı Meksika Körfezi'nde korkunç bir dönüşüm geçirerek saatte 290 km. hıza ulaştı. Artık ‘Kategori 5’ seviyesindeydi. 1,3 milyon nüfuslu New Orleans’a ulaştığındaysa ‘Kategori 2’ye gerilemişti ama şehri çevreleyen iki gölde fırtına dalgalarına sebep oldu, bir kasırgaya dayanamayacakları çoktandır bilinen bentleri yıktı ve şehir sular altında kaldı.  Pontchartrain Gölü'nün suları şehrin düşük rakımlı yoksul bölgelerine boşaldı. Devlet güçleri olan biteni oturdukları yerden izlerken, binlerce kişi evlerinde, çatılarında günlerce mahsur kaldı. Yüzlerce kişi öldü.  Felaket, her açıdan ve her aşamasında sınıf ve ırk eşitsizlikleriyle şekillendirilerek büyütüldü. Yaşanan insanlık dramı, siyahlar ve Latinlerin bulunduğu bölgelerin ihmal edilmiş altyapısının bir sonucuydu ama bununla da sınırlı kalmadı. Şehirde acil yardım çağrısında bulunan iki bina vardı; Louisiana Superdome stadyumu ve Memorial Hastanesi. Federal Acil Durum Yönetim Kurumu (FEMA), bu iki merkezde neler yaşandığı bilindiği halde günlerce bekletildi. Dahası, FEMA, sağlık ekiplerinin New Orleans'a ulaşmasını da yasakladı, hatta müdahalede bulunmak isteyen itfaiye ekiplerine bile engel oldu. Fırtınayı atlatabilmiş olan şehir sakinleri teknelerine atlayıp kendi kurtarma operasyonlarını başlatmak zorunda kaldı.  Sel suları New Orleans banliyölerini yuttuğunda, kurtarma operasyonunun sorumlusunu tespit edebilmek şöyle dursun, telefona cevap verecek birilerini bulmak bile mümkün değildi. Şehrin elektriği günlerce kesik kaldı, telefon şebekeleri çöktü, gıda ve içme suyu stokları tükendi ve o sırada Başkan Bush da New Orleans üzerinden alçak uçuş yapmakta olan uçağında bunların hepsini konforlu koltuğundan izledi. Başkanın uçağı şehre inmedi. Bush aşağıdaki yıkımı kendi gözleriyle gördü, ancak yine de kurtarma operasyonlarını başlatmadı.  Yardım eli uzanmadı ama aç ve çaresiz kalınca gıda, ilaç, bebek bezi gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için, kayıklarla ya da göğüslerine ulaşan suyun içinde yürüyerek dükkanlara ulaşmaya çalışan halkın karşısına silahlı birlikler çıkarıldı. Ordu kurtarma operasyonu yapacağına insan avına başladı, onlarca kişiyi katletti. Tüm bunlar, hayal edilebilecek en dehşet verici şekilde, dünyanın en varlıklı ve güçlü ülkesinde yaşandı.  O kasırganın gölgesi hâlâ o şehrin üzerinde asılı duruyor. ‘Geride bırakıldık’ Peki bu yaşananların suçunu kim üstelenecekti? “Memorial’da Beş Gün”, bu inanılmaz trajediyi hastaneden ibaret küçük bir evrende işlerken aynı soruya odaklı kalıyor. Mini dizinin ilk beş bölümü, bu beş günün bir özeti olarak tasarlanmış. Günbegün yaşananları hastaların, doktorların, hemşirelerin gözünden izlemeye devam ediyoruz.  Elektriksiz kalmış bir hastanede ne kadar dayanabilirsiniz? Cehennem sıcağının, katlanılmaz seviyelere varan nemle birleşip şehrin üstüne çöktüğü beş gün boyunca klimalar da çalıştırılamıyor. Hastaların acilen tahliye edilmesi gerekirken asansörler bile devre dışı kalıyor. Personel her bir hastayı hastanenin çatısındaki helikopter pistine, 40 dakika boyunca sürecek bir çabayla taşımak zorunda. Fakat taşınamayacak durumda olan hastalar da var… İşte geride bırakılmış o 45 ölü bedenin hikayesi burada başlıyor. Son üç bölümde ise bu 45 hastanın ötenaziyle öldürüldüğü şüphesi üzerine yürütülen bir araştırmaya tanıklık ediyoruz.  Memorial'da işler daha da kötüleştikçe herkesin zihinsel durumu çözülüyor, yaşananların ağırlığı oyuncuların güçlü performanslarıyla birleşiyor ve bu tüyler ürpertici eziyetin içine hapsolan tüm karakterlerin, o muazzam baskı altında yaşadıkları dönüşümler dizinin taşıyıcı kirişleri olarak yükseliyor. İzlemesi gerçekten çok zor olan, Cherry Jones ve Vera Farmiga'nın başrolleri paylaştığı “Memorial’da Beş Gün” – hastaları için gereken makineler bile devreden çıkmışken- doktorlar ve hemşirelerin o hastaları hayatta tutabilmek, hepsini tahliye edebilmek için kahramanca çabaladıklarını gösterirken, öfkeden dişlerinizi sıkmanıza yol açacak o acı gerçeği de ustalıkla işliyor; geride bırakıldık…kimse bizi umursamıyor…  Tuna Emren (Sosyalist İşçi)

Geri 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 İleri

Bültene kayıt ol