Tarkan'ın Geççek şarkısı, kapitalizmin başımıza sardığı pandemiden, kötü yaşam ve çalışma koşullarından, hayat pahalılığından, baskıdan, AKP iktidarı altında yaşamdan bıkmış ve yorulmuş milyonlarca kişiye ilaç gibi geldi.
Pop ve hip hop türlerinin karışımı olan parçanın klibinde ünlü sanatçı bir hacker olarak karşımıza çıkıyor. Hayatın her alanında izole edilmiş, yalnız olduğunu düşünenlere bir anda ulaşıyor. Klibinin kahramanları ise pandemi döneminin kahramanları sağlık emekçileri ve hayatı ayakta tutan işçiler, elbette kadınlar ve gençler.
Geççek'i buradan izleyebilirsiniz. Müzikal tercihler farklı olabilir, ama eserin gücü hikayesinde, bizim hikayemizi anlatan sözlerinde. Sezen Aksu'nun dilini kopartmaktan bahsedenlerin yönetemediği yerde, Tarkan'ın şarkısı iyi bir gelecek isteyenlere moral ve umut verdi.
İşte sözleri:
Costa Gavras’ın politik gerilim tonundan hiç kopmadığı filmi Odadaki Yetişkinler (Adults in the Room), Syriza hükümetinde Maliye Bakanı olarak görev yapan akademisyen Yannis Varoufakis’in (Christos Loulis) yarı-otobiyografik anı romanından uyarlandı.
Karizmatik, iyi eğitimli fakat siyasi tecrübesi bulunmayan gözü pek bir sosyalist olan Varoufakis, Syriza’nın seçim zaferiyle birlikte, Başbakan Çipras (Alexandros Bourdoumis) tarafından göreve atanmış, ardından Yunanistan’ın borçlarının yeniden yapılandırılmasını talep edeceği bir Avrupa macerasına atılmıştı.
Varoufakis bu yolculuğunda, ülkesindeki kemer sıkma politikalarına son vermek, Yunanistan’ı kronik borçlarından kurtarmak ve halkı yeniden refaha kavuşturmak amacıyla Golyat’a, yani Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu’na karşı günlerce sürecek bir mücadele verdi. “Odadaki yetişkinlere”, Avrupa’nın, kamu harcamalarını kısıp kemer sıkma koşuluyla verdiği kurtarma paketlerinin Yunanistan’ı borç sarmalına soktuğunu, ülke ekonomisini büyütüp istikrar kazandırmak yerine ödenemeyecek boyutlara ulaşarak Alman ve Fransız finans kurumlarına hizmet edecek duruma getirildiğini göstermiş ve yıllardır süregiden bu koşulları artık kabul etmeyeceklerini bildirmişti.
Varoufakis tarafından temsil edilen Syriza, Yunanistan’ın kaderinde söz sahibi olan bu üç güçlü kuruma – troyka’ya - daha sürdürülebilir bir ekonomik model için alternatif bir vizyon sunmaya çalıştı.
Politik gerilimlerin ustası Costa Gavras; Atina, Berlin, Paris, Frankfurt, Brüksel ve Londra’da gelişen filmini, Atina’nın simgesel Syntagma Meydanı’nda Syriza’nın seçimlerdeki zaferini kutlayan coşkulu kalabalıkların görüntüleri ile açıyor. Çipras’ın, Troyka’nın Yunanistan ekonomisini nasıl boğduğunu açıkça dile getirdiği kabul konuşmasından sonra başrollerdeki kahramanlarla tanıştırmaya başlıyor bizleri. Önce Davut’u (Çipras ve Varoufakis), ardından amansız Troyka’yı, nam-ı diğer Golyat’ı görüyor, bu ikisinin az sonra girişeceği hesaplaşmaya hazırlanıyoruz.
Coşkulu Ocak’tan, Varoufakis’in bitkin düştüğü, bıkkınlığa sürüklendiği umutsuz Temmuz’a dek yaşananları aktarırken yönetmenin, Varoufakis tarafından siyasi belleğe katkıda bulunmak amacıyla kaleme alınmış anı romanına olabildiğince sadık kalmaya çalıştığı görülüyor.
Usta yönetmen Gavras, hem Yunanistan toplumunun hem de onun karşısına yenilmez bir dev gibi dikilen neoliberal finans kurumlarının zeitgeist’ini olayların örgüsüne bağlı kaldığı doğrusal bir anlatımla işlediği filmin merkezine, Davut ile Golyat’ın, diğer bir deyişle Varoufakis ile Troyka’nın sonu gelmeyen müzakerelerini alıyor; Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schauble, Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi ve Eurogroup Başkanı Jeroen Dijsselbloem’i yozlaşmış gücün küstahlığını ve acımasızlığını yansıtan karakterlere dönüştürüyor.
Aslında gerçekte de temsil ettikleri şey tam olarak bu. Filmin kimi sahnelerinde abartılı resmedilmiş olsalar da Varoufakis’in kitap boyunca anlatmaya çalıştığı bir gerçeğe vurgu yapıyor Gavras: Teklif ettikleri şeylerin kifayetsiz olduğunun farkında olsalar da ellerindeki gücün bunları bile yaptırabileceğinden hiç şüphe duymuyorlar.
Ancak bu defa Golyat kazanıyor.
Filmde birkaç kez incelikle vurgulanan bu acı gerçek, antik Yunan tragedyalarından farklı olarak, günümüzün tragedyalarında Davutların yenilebildiğini hatırlatıyor bizlere.
Salomé Jashi’nin yazıp yönettiği Taming the Garden (“Bahçeyi Ehlileştirmek”), doğal dünyanın bile seçkinlerin zenginliği ve gücü tarafından nasıl şekillendirildiğinin tuhaf ve hüzünlü bir belgeseli.
İktidar bloku, devlet güçleri ve ulusalcılar tarafından hedef alınan büyük sanatçı Sezen Aksu'nun açıklaması:
Gazeteci, belgesel sinemacı ve Hrant’ın Arkadaşları’ndan Ümit Kıvanç, Agos gazetesinin kurucusu, gazeteci ve sosyalist aktivist Hrant Dink’i anlattığı bir filmi tamamladı. Film bu akşam Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gösterilecek.
Yaklaşık bir saat süren film, 19 Ocak 2007’de katledilen Hrant Dink’in mirasını, mücadelesinin ana başlıklarını, verdiği mesajları, savunduklarını ne kadar kararlı bir şekilde savunduğunu gösteriyor.
Agos gazetesinden Yetvart Danzikyan’ın Ümit Kıvanç’la yaptığı röportajda “Filmde Hrant Dink'in konuşmaları ve o sözlere eşlik eden, kimi senin özel olarak çektiğin, kimi ise konuyla ilgili, bana göre hayli çarpıcı ve yer yer şiirsel görüntüler ve elbette müzik var. Böyle bir film yapmaya seni sevkeden neydi?” sorusunu yöneltiyor.
Kıvanç verdiği yanıtta şunları söylüyor:
Hrant’ın esas güçlü, etkili, içe işleyen, yüreklere dokunan, insanları meraka veya bildiklerinden şüphe duymaya, araştırmaya, öğrenmeye, ezberlerini reddedebilmeyi göze almayı gerektiren cesur kararlara, girişimlere yönelten hüneri, anlatışı, söyleyişiydi. Kağıda yazılan, basılan sözleri de kolayca geçiştirilecek, etkisiz sözler değildi şüphesiz. Ama esas Hrant, konuşan bir adamdı.
İki yönden. Biri şöyle: Filmde bir yerde de geçtiği üzre, “...onlarla da konuşuruz” gibi bir yaklaşımı, kararı, tavrı vardı. Ufak bir azınlık dışında herkesin kendisine karşı şartlandırıldığı, hattâ düşman edilmiş olduğu bir arenaya çıkmıştı, oradan, kendisinin arslanların kaplanların önüne atılması için gırtlak patlatarak tezahürat yapanlara, “hele bir dinleyin” diye seslenir gibiydi. “Hele bi dinleyin, bakın göreceksiniz, nasıl konuşabileceğiz.” Aşağı yukarı bunun gibi bir şeydi, tavrı.
İkinci olarak, öylesine büyük ve köklü, yerleşmiş, yine onun filme de aldığım deyişiyle, “genetik koda işlenmiş” bir acıyı, sonuna kadar haklı mağduriyet halini, haksızlığa, adaletsizliğin en beterine maruz kalmışlık duygusunu, içtenliği ilk saniyesinden itibaren belli olan ve herkesi saran umutvarlıkla, yumuşak ifadeler ve güleryüzle birarada önümüze koyabilmesi... Bu, onun konuşmasına muazzam bir derinlik ve zenginlik kazandırıyordu. Suçlamıyor, sitem ediyordu. Sitem tarzı, kırgınlığını bildirdiği muhatabını aşağılamayışı, düşmanlaştırmayışı, aksine diyaloğa çağırışıyla, başlıbaşına edebiyattı. Tragedya barındıran edebiyat.
Hrant’ın yazılarının derlendiği kitaplar çıkarıldı, aramızdan ayrılışından sonra. Ama biz Delal’le, Arat’la zaman zaman, “Yahu, esas onun konuşmalarından bir şey yapmak lazım,” der dururduk. Hrant’tan kalacak olan, yalnız yazılı metinler olamazdı. Onun nasıl konuştuğunu, nasıl anlattığını insanlar bilmeliydi. Tanımamış olanlar onu duymalıydı.
"Hafıza Yetersiz-Hrant Dink İçin Bir Film" başlıklı yaklaşık bir saatlik çalışma, ilk olarak 13 Ocak’ta saat 20.00'de Hrant Dink Vakfı’nın internet sitesinden yayınlanacak. Film, Ümit Kıvanç’ın Vimeo ve Youtube kanallarından da yayınlanacak.
Agos gazetesinde yapılan röportajı okumak için tıklayın
Krizlerle ve büyük sorunlarla dolu bir yıl geride kalırken, yeni yıla keyifli, umut ve gelecek vizyonu taşıyan bilim kurgu klasikleriyle girmek ister misiniz? Volkan Akyıldırım ve Tuna Emren’in dört önerisi:
►Dizi: Star Trek (Uzay Yolu)
Gene Roddenberry tarafından yaratılan Uzay Yolu dizisi, birçok kuşakla birlikte başka dünyalara açılan bir pencere olmaya devam ediyor.
Kaptan Kirk ve Mr. Spock’lu orijinal serisinin ardından - özellikle Carl Sagan’ın halk için bilimin popüler açıklamalarıyla birlikte - dizide birçok ilerici mesaj derin derin işlenmiş ve sınıfsız bir toplumun gerekliliğine kadar varılmıştır.
Güncel seri, Star Trek: Discovery (Uzay Yolu: Keşif) 4. sezonu ile devam ediyor. Kadınlar ve geylerin öne çıktığı mürettebat, insan ilişkileri, siyaset, savaş, çevre felaketleri ile kaynakların paylaşımı konularda ilerici mesajlar vermeye devam ediyor.
Henüz fırsatınız olmadıysa bu iki Star Trek serisini mutlaka izlemelisiniz:
• (Star Trek: The Next Generation) Uzay Yolu: Yeni Nesil
• (Star Trek: Voyager) Uzay Yolu: Voyager
►Kitap: Gülün Günlüğü, Ursula K. Le Guin
Müthiş bir yaratıcılık, derin bir eleştiri...
Büyük bilim kurgu yazarı Ursula K. Le Guin’in kısa hikâyelerinden oluşan derleme, 1982 yılında yayınlandı. Orijinal adı Rüzgârgülü olan kitap, Türkiye’de “Gülün Günlüğü” ismiyle 1992’de çıktı ve daha güncel baskılarında Rüzgârgülü adını aldı.
20 hikâyeden oluşan derleme, yazarın politik duruşunu ortaya koyuyor.
►Kitap: Robot serisi
Dünyanın en zengin kapitalistleri, Elon Musk’ın SpaceX’i, Jeff Bezos’un Blue Origin’i ve Richard Branson’un Virgin Galactic’i ile uzay gezileri düzenlerken Google ve ortaklarının yeni hedefi de asteroitlerden, Ay’dan ve gelecekte diğer gezegenlerden, başta değerli metaller olmak üzere bir dizi madeni çıkartmak.
Uzay madenciliği fikri, şimdilerde ne kadar parlatılırsa parlatılsın, Asimov’un Robot serisinde gerçek yüzüyle ortaya konur.
Serinin kısa hikâyelerden oluşan ilk kitabı “Ben Robot” biyokimyager olan Asimov tarafından 1950’de yazılmıştı. Asimov bu hikâyelerde, insan işçiler için uzay madenciliğinin ne kadar zor olduğunu, kâr odaklı işleyişiyle birlikte konu eder.
Üretken yazar, 1985’e kadar aynı hikâyeyi ele almayı sürdürdü ve ortaya harikulade bir Robot serisi çıktı. Seriyi şu sırayla okuyabilirsiniz:
1- The Caves of Steel (Çelik Mağaralar)
2- The Naked Sun (Güneşin Tanrıları)
3- The Robots of Dawn (Şafağın Robotları)
4- Robots and Empire (Kurtarıcı)
►Film: THX 1138 (1971)
George Lucas’ın ilk uzun metraj filmi THX 1138 estetik açıdan çok iyi düşünülmüş bir distopya filmi.
Herkesin haplarla tektipleştirildiği, her şeyi bilgisayarların yönettiği bir dünyada THX 1138 adlı karakter arzularını bastırmak yerine LUH 3417’ye âşık olur. Elbette aşk da yasaktır. Haplarını almayı reddedip ilişkilerine devam ederler ve THX kendini hapiste bulur. Fakat SEN 5241 etiketli başka bir mahkûm ile firar etmeyi başarır. Kaçış yolunda kendilerine biri daha katılır ama bu misafir sistem tarafından üretilmiş bir hologramdır aslında.
Varlığını her an, her yerde hissettiren baskı aracını, tekinsiz boşluklar yaratıp uzay-zaman ve boyutlara dair algımızı ters yüz ederek sunan Lucas, THX 1138 için “kübist öğelerle sunulmuş bir alegoridir” diyor.
Melike Karaosmanoğlu, çok konuşulan, tartışılan ve başarılı bulunan Kulüp dizisini yorumladı.
Dönüşüm çölde başlar. “Eskiler, ruhlarını bulmak için çöle gittiler,” der Carl G. Jung. Çöl bir imgedir; insanın kendi benliğinin çölü çiçek açmaya başladığında, orada tuhaf bitkiler filizlenir.
Tevekkeli değil, çölün en esaslı tasvirleri de yine o çağrıya kulak verip zorlu maceralara atılanlardan geliyor.
‘Dune’, sadece tüm zamanların en iyi bilimkurgu romanlarından biri değil, aynı zamanda, evvelden bir savaş fotoğrafçısı olan yazar Frank Herbert’in kendi çölünde bir münzevi olmak için çıktığı gerçek bir maceranın ekosu.
Büyük yazar, başkahramanı Paul Atreides’i çöldeki bir dizi sınava tabi tutacağı, çeşit çeşit ruhsal büyüme sancıları çektirip eşik üstüne eşik atlatacağı, dokunduğu her yerden acı çığlıklar yükselen tiranla karşılaştırıp hayatının sınavını verdireceği, yani özetle onu bir Atreides’ten Muaddib’e dönüştürerek, egemenliği tüm gezegene yayılan bir dükün oğlundan bir çöl faresi yaratacağı – Atreides daha sonra ‘çöl faresi’ anlamına gelen Muad’dib ismini seçer – bu romanı kendi çölünde, savaştan geriye kalan yaralarında dövmüştü. Kasvetin ele geçirdiği ruhunu gerçek bir çölde yenileme çağrısıyla yola koyulup Tuaregler ile tuz yolculuğuna çıkan Herbert’in bizlere günümüzden binlerce yıl sonraki bir korku ve nefret evreninde, Arrakis adlı çöl gezegeninde ‘melanj’ peşine düşen tiranların kurduğu güç ve sömürü ilişkisini anlattığı destanı, olan biten her şeyi insan egosunun dönüşümüyle harmanlıyor.
Herbert bu müthiş romanda evrensel formülü kullandı, derin uykuda olan bilinci gün ışığına kavuşturdu. Tuareglerin yerini Fremenler aldı, yıkım bu kez melanjın merkeze alındığı bir kurguda sunuldu. Melanj, yani “bahar” sadece Arrakis’te mevcut olan bir tür baharat. Fremenler için yaşamın kaynağı, ömrü uzatan bir ilaç ve insanı bilincin uyanışına götüren bir araç; imparatorluk içinse gücü elinde bulundurmanın tek yolu. Uzay Loncası onun kontrolünü ele geçirdiği için uzay yolculuğunu tekelinde tutuyor.
Yönetmen Denis Villeneuve, Dune’u sinemaya uyarlamaya kalktığında, itiraf etmeliyim ki bu girişimin – bir kez daha – fiyaskoya dönüşeceğini düşünmüştüm. Fakat öyle olmadı. Önce David Lynch denemiş, fakat ortaya çıkan filmden kendisi bile hoşlanmamıştı. Ardından Alejandro Jodorowsky’nin büyük projesine dönüşmüş ama o da mimarisini özenle tasarladığı filmi bir türlü hayata geçirememiş, bir proje olarak bırakmayı tercih etmişti.
Romanın görkemli bir uyarlaması olarak nitelendirebileceğim Villeneuve‘ün Dune’u ise yönetmenin ellerinde, ruhsal iç mekanlardan monokrom tonlardaki kasvetli dış mekanlara dönüşerek yansıyor ekrana. Serinin ilk cildinin ilk yarısı olarak sunulan filmde Herbert’ün eseri, tek kelimeyle mükemmel bir sinematografi ve olağanüstü bir prodüksiyon tasarımıyla “canlanarak”, Hans Zimmer’ın deneysel müziği eşliğinde yükseliyor. Bu ilk filmde henüz Muaddib’e dönüşmemiş olan Atreides’i canlandıran Timothée Chalamet’in oyunculuğu ise filmin her biri birbirinden parlak Rebecca Ferguson, Josh Brolin, Charlotte Rampling, Oscar Isaac, Zendaya ve Stellan Skarsgård gibi yıldızları arasındayken bile hepsini gölgede bırakabilecek kadar güçlü.
Villeneuve’nin filmi göz boyayan bir türev değil, Dune’un ta kendisi. Öyle ki – ve buna çok şaşırdığımı da eklemeliyim – Herbert’in destansı romanının henüz yarısını bile ekrana yansıtmamışken onun neredeyse tüm unsurlarını bu kadar iyi canlandırmış olması da takdire şayan bir başarı.
Çölde geçtiğine aldanmayın; yıldız kadrosu, retinanızı okşayan görsel anlatımı, incelikli tasarımı ve Zimmer’ın müziği ile taçlandırılan bu “yarım filmde” Villeneuve’ün vizyonu, soğuk ve acımasız bir dünyanın karanlık ve aynı zamanda tuhaf bir haz duyacağınız kasvetli atmosferine dönüştürüyor Arrakis’i.
Bir biyokimya profesörü olan Isaac Asimov çağımızın sayılı polimatları arasında yer alıyordu. Neredeyse tüm ana bilim dalları konusunda engin bilgiye sahip olan büyük yazar, bilimkurgu edebiyatının gelişimine öncülük eden Foundation, nam-ı diğer Vakıf üçlemesini yarattığında, insanın hayata bakışını değiştirebilecek güçte bir eser sunmuştu.
Asimov’a “Tüm Zamanların En İyi Roman Serisi” Hugo Ödülünü kazandıran, - kabaca özetlersek - bir Galaktik İmparatorluğun çöküşünü anlatan üçleme 50’li yılların başında kaleme alındı.
İmparatorluğun son demlerinde, matematikçi Hari Sheldon’ın ileri sürdüğü psikotarih adlı yeni bir yaklaşım, kalabalık nüfusların geleceğini, kitlelere dair istatistiksel yasalardan yola çıkarak öngörülebilir hale getirir. Seldon, Samanyolu’nun her yerine yayılmış olan imparatorluğun çökeceğini ve 30 bin yıl sürecek bir Karanlık Çağ’ın geleceğini söyler. Çöküş kaçınılmazdır ama imparatorluğun yeniden kurulabilmesi için de bir plan tasarlar ve işte bu da galaksinin en uzak kıyısına yerleştirilmiş bilim insanlarının kuracağı Vakıflar’dır.
Eserin beyazperdeye aktarılması kolay bir iş değildi. Tıpkı Frank Herbert’in Dune’u gibidir Vakıf, “uyarlanamaz” kategorisindeki eserler arasında yer alır. Öyle ki yine tıpkı Dune’da olduğu gibi, birçok kişi tarafından defalarca denendi fakat hepsi zaman içinde rafa kaldırıldı. Örneğin Sony Pictures 2009’da haklarını satın almış, projeyi tamamlayamamıştı. HBO serinin tüm haklarını Sony’den aldı, yeni bir proje geliştirmeye adandı ama ondan da sonuç çıkmadı. Ve nihayet inanılmaz bir bütçe ile, Josh Friedman – David Goyer ikilisi tarafından, Apple TV için uyarlandı.
Galaktik dâhiyi Jared Harris’in canlandırdığı TV uyarlaması, seriyi okumamış birine televizyondaki en başarılı yapımlardan biri gibi görünebilir ki öyle olmadığı da söylenemez zaten – esere aşina değilseniz izlemenizi öneriyor, incelemenin bundan sonrasını okumanızı tavsiye etmiyorum.
Öncelikle şunu belirtmeliyim; uyarlamanın yazar ve yapımcıları, kendilerinden önce deneyen herkesin elini yakmış olan bu benzersiz seriye hâkim olduklarını daha ilk bölümden belli ettiler. Fakat sorun şurada; üçlemeyi bu kadar değerli kılan felsefi derinliği pek önemsenmemiş görünüyor. Kitaplarda yer almayıp sonradan eklenen birçok gereksiz (ve çoğu da şiddet içeren) ayrıntı var mesela, hatta karakterler üzerinde de oynandığını görüyoruz. Ancak eserin ruhu ıskalanmış.
Entelektüel yönü ağır basan böyle bir seriyi bazı popüler klişelerle bezemenin bir sonucu olarak, ticari açıdan bakıldığında başarılı ama beklentileri karşılayamayan bir uyarlama oldu Vakıf: Değiştirilmiş, parçalanmış ve kimi kısımları yeniden yazılmış. Olağanüstü sinematografisine ya da Jared Harris ve Lee Pace’in muazzam performanslarına rağmen “bir şeyler eksik” hissi yaşatıyor insana.
“Zamanın ruhuna” uyarlanmış bu haliyle Vakıf’ı orijinal eserden alınan ilhamla üretilen, ona sadık kalma derdi olmayan bir dizi olarak görürseniz, o zaman sorun yok; görsel aktarımı üzerine yoğunlaşan ve bunu gerçekten başaran bir yapım. Belki de daha fazlasını beklememek gerek. Ne de olsa büyük fikirler, derin sorgulamalar içeren böyle girift bir üçlemeyi televizyon serisi formatında izlemek istiyorsanız, bir parça hayal kırıklığı yaşamaya da hazırlıklı olmalısınız.
Tuna Emren
(Sosyalist İşçi)