6. Kıraathane Kitap Şenliği 18 Ekim’de başlıyor

Ağaçların zenginlere götürüldüğü bir “peri masalı”

Salomé Jashi’nin yazıp yönettiği Taming the Garden (“Bahçeyi Ehlileştirmek”), doğal dünyanın bile seçkinlerin zenginliği ve gücü tarafından nasıl şekillendirildiğinin tuhaf ve hüzünlü bir belgeseli.

Sezen Aksu: 47 yıldır yazıyorum, yazmaya devam edeceğim

İktidar bloku, devlet güçleri ve ulusalcılar tarafından hedef alınan büyük sanatçı Sezen Aksu'nun açıklaması:

Hrant Dink’i hatırlamak: “Hafıza Yetersiz”

Gazeteci, belgesel sinemacı ve Hrant’ın Arkadaşları’ndan Ümit Kıvanç, Agos gazetesinin kurucusu, gazeteci ve sosyalist aktivist Hrant Dink’i anlattığı bir filmi tamamladı. Film bu akşam Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gösterilecek. Yaklaşık bir saat süren film, 19 Ocak 2007’de katledilen Hrant Dink’in mirasını, mücadelesinin ana başlıklarını, verdiği mesajları, savunduklarını ne kadar kararlı bir şekilde savunduğunu gösteriyor.  Agos gazetesinden Yetvart Danzikyan’ın Ümit Kıvanç’la yaptığı röportajda “Filmde Hrant Dink'in konuşmaları ve o sözlere eşlik eden, kimi senin özel olarak çektiğin, kimi ise konuyla ilgili, bana göre hayli çarpıcı ve yer yer şiirsel görüntüler ve elbette müzik var. Böyle bir film yapmaya seni sevkeden neydi?” sorusunu yöneltiyor.  Kıvanç verdiği yanıtta şunları söylüyor: Hrant’ın esas güçlü, etkili, içe işleyen, yüreklere dokunan, insanları meraka veya bildiklerinden şüphe duymaya, araştırmaya, öğrenmeye, ezberlerini reddedebilmeyi göze almayı gerektiren cesur kararlara, girişimlere yönelten hüneri, anlatışı, söyleyişiydi. Kağıda yazılan, basılan sözleri de kolayca geçiştirilecek, etkisiz sözler değildi şüphesiz. Ama esas Hrant, konuşan bir adamdı.  İki yönden. Biri şöyle: Filmde bir yerde de geçtiği üzre, “...onlarla da konuşuruz” gibi bir yaklaşımı, kararı, tavrı vardı. Ufak bir azınlık dışında herkesin kendisine karşı şartlandırıldığı, hattâ düşman edilmiş olduğu bir arenaya çıkmıştı, oradan, kendisinin arslanların kaplanların önüne atılması için gırtlak patlatarak tezahürat yapanlara, “hele bir dinleyin” diye seslenir gibiydi. “Hele bi dinleyin, bakın göreceksiniz, nasıl konuşabileceğiz.” Aşağı yukarı bunun gibi bir şeydi, tavrı. İkinci olarak, öylesine büyük ve köklü, yerleşmiş, yine onun filme de aldığım deyişiyle, “genetik koda işlenmiş” bir acıyı, sonuna kadar haklı mağduriyet halini, haksızlığa, adaletsizliğin en beterine maruz kalmışlık duygusunu, içtenliği ilk saniyesinden itibaren belli olan ve herkesi saran umutvarlıkla, yumuşak ifadeler ve güleryüzle birarada önümüze koyabilmesi... Bu, onun konuşmasına muazzam bir derinlik ve zenginlik kazandırıyordu. Suçlamıyor, sitem ediyordu. Sitem tarzı, kırgınlığını bildirdiği muhatabını aşağılamayışı, düşmanlaştırmayışı, aksine diyaloğa çağırışıyla, başlıbaşına edebiyattı. Tragedya barındıran edebiyat. Hrant’ın yazılarının derlendiği kitaplar çıkarıldı, aramızdan ayrılışından sonra. Ama biz Delal’le, Arat’la zaman zaman, “Yahu, esas onun konuşmalarından bir şey yapmak lazım,” der dururduk. Hrant’tan kalacak olan, yalnız yazılı metinler olamazdı. Onun nasıl konuştuğunu, nasıl anlattığını insanlar bilmeliydi. Tanımamış olanlar onu duymalıydı.  "Hafıza Yetersiz-Hrant Dink İçin Bir Film" başlıklı yaklaşık bir saatlik çalışma, ilk olarak 13 Ocak’ta  saat 20.00'de Hrant Dink Vakfı’nın internet sitesinden  yayınlanacak.  Film, Ümit Kıvanç’ın Vimeo  ve Youtube kanallarından da  yayınlanacak. Agos gazetesinde yapılan röportajı okumak için tıklayın

Geleceğin dünyalarından bugüne bakmak

Krizlerle ve büyük sorunlarla dolu bir yıl geride kalırken, yeni yıla keyifli, umut ve gelecek vizyonu taşıyan bilim kurgu klasikleriyle girmek ister misiniz? Volkan Akyıldırım ve Tuna Emren’in dört önerisi: ►Dizi: Star Trek (Uzay Yolu) Gene Roddenberry tarafından yaratılan Uzay Yolu dizisi, birçok kuşakla birlikte başka dünyalara açılan bir pencere olmaya devam ediyor. Kaptan Kirk ve Mr. Spock’lu orijinal serisinin ardından - özellikle Carl Sagan’ın halk için bilimin popüler açıklamalarıyla birlikte - dizide birçok ilerici mesaj derin derin işlenmiş ve sınıfsız bir toplumun gerekliliğine kadar varılmıştır. Güncel seri, Star Trek: Discovery (Uzay Yolu: Keşif) 4. sezonu ile devam ediyor. Kadınlar ve geylerin öne çıktığı mürettebat, insan ilişkileri, siyaset, savaş, çevre felaketleri ile kaynakların paylaşımı konularda ilerici mesajlar vermeye devam ediyor. Henüz fırsatınız olmadıysa bu iki Star Trek serisini mutlaka izlemelisiniz: • (Star Trek: The Next Generation) Uzay Yolu: Yeni Nesil • (Star Trek: Voyager) Uzay Yolu: Voyager ►Kitap: Gülün Günlüğü, Ursula K. Le Guin Müthiş bir yaratıcılık, derin bir eleştiri... Büyük bilim kurgu yazarı Ursula K. Le Guin’in kısa hikâyelerinden oluşan derleme, 1982 yılında yayınlandı. Orijinal adı Rüzgârgülü olan kitap, Türkiye’de “Gülün Günlüğü” ismiyle 1992’de çıktı ve daha güncel baskılarında Rüzgârgülü adını aldı. 20 hikâyeden oluşan derleme, yazarın politik duruşunu ortaya koyuyor. ►Kitap: Robot serisi Dünyanın en zengin kapitalistleri, Elon Musk’ın SpaceX’i, Jeff Bezos’un Blue Origin’i ve Richard Branson’un Virgin Galactic’i ile uzay gezileri düzenlerken Google ve ortaklarının yeni hedefi de asteroitlerden, Ay’dan ve gelecekte diğer gezegenlerden, başta değerli metaller olmak üzere bir dizi madeni çıkartmak. Uzay madenciliği fikri, şimdilerde ne kadar parlatılırsa parlatılsın, Asimov’un Robot serisinde gerçek yüzüyle ortaya konur. Serinin kısa hikâyelerden oluşan ilk kitabı “Ben Robot” biyokimyager olan Asimov tarafından 1950’de yazılmıştı. Asimov bu hikâyelerde, insan işçiler için uzay madenciliğinin ne kadar zor olduğunu, kâr odaklı işleyişiyle birlikte konu eder. Üretken yazar, 1985’e kadar aynı hikâyeyi ele almayı sürdürdü ve ortaya harikulade bir Robot serisi çıktı. Seriyi şu sırayla okuyabilirsiniz: 1- The Caves of Steel (Çelik Mağaralar) 2- The Naked Sun (Güneşin Tanrıları) 3- The Robots of Dawn (Şafağın Robotları) 4- Robots and Empire (Kurtarıcı) ►Film: THX 1138 (1971) George Lucas’ın ilk uzun metraj filmi THX 1138 estetik açıdan çok iyi düşünülmüş bir distopya filmi. Herkesin haplarla tektipleştirildiği, her şeyi bilgisayarların yönettiği bir dünyada THX 1138 adlı karakter arzularını bastırmak yerine LUH 3417’ye âşık olur. Elbette aşk da yasaktır. Haplarını almayı reddedip ilişkilerine devam ederler ve THX kendini hapiste bulur. Fakat SEN 5241 etiketli başka bir mahkûm ile firar etmeyi başarır. Kaçış yolunda kendilerine biri daha katılır ama bu misafir sistem tarafından üretilmiş bir hologramdır aslında. Varlığını her an, her yerde hissettiren baskı aracını, tekinsiz boşluklar yaratıp uzay-zaman ve boyutlara dair algımızı ters yüz ederek sunan Lucas, THX 1138 için “kübist öğelerle sunulmuş bir alegoridir” diyor.

Kulüp dizisinin düşündürdükleri

Melike Karaosmanoğlu, çok konuşulan, tartışılan ve başarılı bulunan Kulüp dizisini yorumladı.

Dune: Herbert, çöl gezegeni Arrakis, Tuaregler ve Villeneuve

Dönüşüm çölde başlar. “Eskiler, ruhlarını bulmak için çöle gittiler,” der Carl G. Jung. Çöl bir imgedir; insanın kendi benliğinin çölü çiçek açmaya başladığında, orada tuhaf bitkiler filizlenir.  Tevekkeli değil, çölün en esaslı tasvirleri de yine o çağrıya kulak verip zorlu maceralara atılanlardan geliyor. ‘Dune’, sadece tüm zamanların en iyi bilimkurgu romanlarından biri değil, aynı zamanda, evvelden bir savaş fotoğrafçısı olan yazar Frank Herbert’in kendi çölünde bir münzevi olmak için çıktığı gerçek bir maceranın ekosu.  Büyük yazar, başkahramanı Paul Atreides’i çöldeki bir dizi sınava tabi tutacağı, çeşit çeşit ruhsal büyüme sancıları çektirip eşik üstüne eşik atlatacağı, dokunduğu her yerden acı çığlıklar yükselen tiranla karşılaştırıp hayatının sınavını verdireceği, yani özetle onu bir Atreides’ten Muaddib’e dönüştürerek, egemenliği tüm gezegene yayılan bir dükün oğlundan bir çöl faresi yaratacağı – Atreides daha sonra ‘çöl faresi’ anlamına gelen Muad’dib ismini seçer – bu romanı kendi çölünde, savaştan geriye kalan yaralarında dövmüştü. Kasvetin ele geçirdiği ruhunu gerçek bir çölde yenileme çağrısıyla yola koyulup Tuaregler ile tuz yolculuğuna çıkan Herbert’in bizlere günümüzden binlerce yıl sonraki bir korku ve nefret evreninde, Arrakis adlı çöl gezegeninde ‘melanj’ peşine düşen tiranların kurduğu güç ve sömürü ilişkisini anlattığı destanı, olan biten her şeyi insan egosunun dönüşümüyle harmanlıyor.  Herbert bu müthiş romanda evrensel formülü kullandı, derin uykuda olan bilinci gün ışığına kavuşturdu. Tuareglerin yerini Fremenler aldı, yıkım bu kez melanjın merkeze alındığı bir kurguda sunuldu. Melanj, yani “bahar” sadece Arrakis’te mevcut olan bir tür baharat. Fremenler için yaşamın kaynağı, ömrü uzatan bir ilaç ve insanı bilincin uyanışına götüren bir araç; imparatorluk içinse gücü elinde bulundurmanın tek yolu. Uzay Loncası onun kontrolünü ele geçirdiği için uzay yolculuğunu tekelinde tutuyor. Yönetmen Denis Villeneuve, Dune’u sinemaya uyarlamaya kalktığında, itiraf etmeliyim ki bu girişimin – bir kez daha – fiyaskoya dönüşeceğini düşünmüştüm. Fakat öyle olmadı. Önce David Lynch denemiş, fakat ortaya çıkan filmden kendisi bile hoşlanmamıştı. Ardından Alejandro Jodorowsky’nin büyük projesine dönüşmüş ama o da mimarisini özenle tasarladığı filmi bir türlü hayata geçirememiş, bir proje olarak bırakmayı tercih etmişti.  Romanın görkemli bir uyarlaması olarak nitelendirebileceğim Villeneuve‘ün Dune’u ise yönetmenin ellerinde, ruhsal iç mekanlardan monokrom tonlardaki kasvetli dış mekanlara dönüşerek yansıyor ekrana. Serinin ilk cildinin ilk yarısı olarak sunulan filmde Herbert’ün eseri, tek kelimeyle mükemmel bir sinematografi ve olağanüstü bir prodüksiyon tasarımıyla “canlanarak”, Hans Zimmer’ın deneysel müziği eşliğinde yükseliyor. Bu ilk filmde henüz Muaddib’e dönüşmemiş olan Atreides’i canlandıran Timothée Chalamet’in oyunculuğu ise filmin her biri birbirinden parlak Rebecca Ferguson, Josh Brolin, Charlotte Rampling, Oscar Isaac, Zendaya ve Stellan Skarsgård gibi yıldızları arasındayken bile hepsini gölgede bırakabilecek kadar güçlü. Villeneuve’nin filmi göz boyayan bir türev değil, Dune’un ta kendisi. Öyle ki – ve buna çok şaşırdığımı da eklemeliyim – Herbert’in destansı romanının henüz yarısını bile ekrana yansıtmamışken onun neredeyse tüm unsurlarını bu kadar iyi canlandırmış olması da takdire şayan bir başarı.  Çölde geçtiğine aldanmayın; yıldız kadrosu, retinanızı okşayan görsel anlatımı, incelikli tasarımı ve Zimmer’ın müziği ile taçlandırılan bu “yarım filmde” Villeneuve’ün vizyonu, soğuk ve acımasız bir dünyanın karanlık ve aynı zamanda tuhaf bir haz duyacağınız kasvetli atmosferine dönüştürüyor Arrakis’i.

Bir TV uyarlaması olarak Vakıf

Bir biyokimya profesörü olan Isaac Asimov çağımızın sayılı polimatları arasında yer alıyordu. Neredeyse tüm ana bilim dalları konusunda engin bilgiye sahip olan büyük yazar, bilimkurgu edebiyatının gelişimine öncülük eden Foundation, nam-ı diğer Vakıf üçlemesini yarattığında, insanın hayata bakışını değiştirebilecek güçte bir eser sunmuştu.  Asimov’a “Tüm Zamanların En İyi Roman Serisi” Hugo Ödülünü kazandıran, - kabaca özetlersek - bir Galaktik İmparatorluğun çöküşünü anlatan üçleme 50’li yılların başında kaleme alındı.  İmparatorluğun son demlerinde, matematikçi Hari Sheldon’ın ileri sürdüğü psikotarih adlı yeni bir yaklaşım, kalabalık nüfusların geleceğini, kitlelere dair istatistiksel yasalardan yola çıkarak öngörülebilir hale getirir. Seldon, Samanyolu’nun her yerine yayılmış olan imparatorluğun çökeceğini ve 30 bin yıl sürecek bir Karanlık Çağ’ın geleceğini söyler. Çöküş kaçınılmazdır ama imparatorluğun yeniden kurulabilmesi için de bir plan tasarlar ve işte bu da galaksinin en uzak kıyısına yerleştirilmiş bilim insanlarının kuracağı Vakıflar’dır.  Eserin beyazperdeye aktarılması kolay bir iş değildi. Tıpkı Frank Herbert’in Dune’u gibidir Vakıf, “uyarlanamaz” kategorisindeki eserler arasında yer alır. Öyle ki yine tıpkı Dune’da olduğu gibi, birçok kişi tarafından defalarca denendi fakat hepsi zaman içinde rafa kaldırıldı. Örneğin Sony Pictures 2009’da haklarını satın almış, projeyi tamamlayamamıştı. HBO serinin tüm haklarını Sony’den aldı, yeni bir proje geliştirmeye adandı ama ondan da sonuç çıkmadı. Ve nihayet inanılmaz bir bütçe ile, Josh Friedman – David Goyer ikilisi tarafından, Apple TV için uyarlandı.  Galaktik dâhiyi Jared Harris’in canlandırdığı TV uyarlaması, seriyi okumamış birine televizyondaki en başarılı yapımlardan biri gibi görünebilir ki öyle olmadığı da söylenemez zaten – esere aşina değilseniz izlemenizi öneriyor, incelemenin bundan sonrasını okumanızı tavsiye etmiyorum.  Öncelikle şunu belirtmeliyim; uyarlamanın yazar ve yapımcıları, kendilerinden önce deneyen herkesin elini yakmış olan bu benzersiz seriye hâkim olduklarını daha ilk bölümden belli ettiler. Fakat sorun şurada; üçlemeyi bu kadar değerli kılan felsefi derinliği pek önemsenmemiş görünüyor. Kitaplarda yer almayıp sonradan eklenen birçok gereksiz (ve çoğu da şiddet içeren) ayrıntı var mesela, hatta karakterler üzerinde de oynandığını görüyoruz. Ancak eserin ruhu ıskalanmış.  Entelektüel yönü ağır basan böyle bir seriyi bazı popüler klişelerle bezemenin bir sonucu olarak, ticari açıdan bakıldığında başarılı ama beklentileri karşılayamayan bir uyarlama oldu Vakıf: Değiştirilmiş, parçalanmış ve kimi kısımları yeniden yazılmış. Olağanüstü sinematografisine ya da Jared Harris ve Lee Pace’in muazzam performanslarına rağmen “bir şeyler eksik” hissi yaşatıyor insana. “Zamanın ruhuna” uyarlanmış bu haliyle Vakıf’ı orijinal eserden alınan ilhamla üretilen, ona sadık kalma derdi olmayan bir dizi olarak görürseniz, o zaman sorun yok; görsel aktarımı üzerine yoğunlaşan ve bunu gerçekten başaran bir yapım. Belki de daha fazlasını beklememek gerek. Ne de olsa büyük fikirler, derin sorgulamalar içeren böyle girift bir üçlemeyi televizyon serisi formatında izlemek istiyorsanız, bir parça hayal kırıklığı yaşamaya da hazırlıklı olmalısınız. Tuna Emren (Sosyalist İşçi)

Ezber bozan, çığır açan bir yapım: ‘Pose’

Tuna Emren ABD’li yazar ve yönetmen Ryan Murphy bu kez 80’lerin New York’una, hani şu ünlü ‘ballroom’ alt-kültürüne götürüyor bizleri. Nam-ı diğer balo gecelerine... Toplumun en dışlanan kesiminin yaşamına dair son derece dürüst bir anlatıya tanık oluyoruz burada. Siyah ve hispanik kuirler bir yandan hayatta kalabilmek için mücadele verirken bir yandan da haftada bir gerçekleştirilen balolarda “biz buradayız, alışın” diye haykırıyorlar.

Mikis Theodorakis bize ait

“Her zaman iki sesle yaşadım- biri politik, biri müzikal” Mikis Theodorakis, 1970, The New York Times röportajı Tanınmış Yunan besteci Mikis Theodorakis’in 2 Eylül’deki ölümü dünya çapında etki yarattı. The New York Times, The Guardian ve birçok ana akım basın yayın kuruluşu, klasik müzik, opera ve oratoryolardan Yunan popüler müziği ve film müziklerine uzanan muazzam müzikal eserini onurlandırdı. “Zorba”, “Z” ve “Serpico” gibi film müzikleri, yazıldıkları filmlerden neredeyse daha ünlü olmuştu. Elbette ölümünün ardından tüm yazılanlar, onun politik duruşu, Komünist partiye ve sola olan bağlılığı ve daha sonra sağa doğru yönelmesi hakkında yorumlarda bulundu. Peki Mikis Theodorakis kimdi? Fikirlerden ve politikadan bağımsız olarak tüm Yunanlar adına konuşabilen bir “ulusal” besteciden mi ibaretti? Yeni Demokrasi hükümetinin bu soruya yanıtı “evet”. Hükümet üç günlük ulusal yas ilan etti ve Mikis Theodorakis’in dehasını ve “Tüm Yunanistan, vatan ve ulus adına konuşan” eserlerini methetmeye girişti!  Ne ikiyüzlülük!  Egemen sınıfın dünyası, sırf eserlerini ve kendisini işçi sınıfının ve ezilenlerin dünyasıyla özdeşleştirdiği için büyük olan bir sanatçının önünde eğiliyor. Daha da önemlisi bu eserler, bu iki dünya şiddetli ve çözülmemiş bir çatışma içinde olduğu geniş bir zaman diliminde, 1960’larda ve 1970’lerde oluştu.  Mikis’in tüm yaşamı boyunca görüşlerinde ve faaliyetlerinde çelişkiler vardı. Bu durum başarılı olamasalar da böylesi gasp girişimlerine kapı araladı. Oysa Mikis’nin kendisi sona yaklaşırken bir mektup yazmış ve önemli olanın “büyük meseleler” olduğunu ve bir komünist olarak ölmek istediğini ilan etmişti. Ama aynı zamanda ve en önemlisi de onun şarkıları, işçi sınıfının ve yoksulların büyük ayaklanmalarının, solcuların mücadelelerinin içinde şekillenmişti. Bugün hâlâ toplumsal huzursuzluk anlarında insanlar tarihsel referans ve ilhamın aracı olarak o şarkıları söylüyor. İlk adımlar, İkinci Dünya Savaşı Mikis İzmirli bir göçmenin ve Giritli bir memurun oğlu olarak, 1925‘te Sakız adasında doğdu. 1919-1922’deki Yunan-Türk savaşının hemen sonrasında doğmuştu. Demokratik gelenekten gelen anne babası ağır baskı zamanlarında yaşadı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar Yunanistan’ı işgal ettiğinde, Mikis konservatuarda okuyordu ve koro eserleri besteliyordu. Çok geçmeden yoksulların açlıktan öldüğü ve kara borsa tacirlerinin yükseldiği bir dönemde, hayatta kalma mücadelesindeki bir militan oldu. Bu durum onu partizan direnişinin gençlik örgütü EPON’a, daha sonra da partizan ordusu ELAS’a katılmaya yöneltti.  Aralık 1944’te, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Britanya ordusu kanlı “Dekemvriana” savaşında Almanlara karşı direnişe öncülük eden sol güçlere saldırdı. Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE) bir üyesi olan Mikis, sokak çatışmaları sırasında tutuklamadan kurtuldu. Daha sonra yakalandı; önce 1945’te ve sonra da 1946’da neredeyse ölümüne işkence gördü. Yunan İç Savaşı sırasında rejim, isyancıları “ıslah etmek” ama gerçekte ise kurtulmaları için komünizmi reddettiklerine dair kağıtlar imzalamaya zorlamak ve işkence etmek için ıssız ve çorak Ege adalarında sürgün kampları kurdu. Mikis politik bağlılığının bedelini Ikaria ve kötü şöhretli Makronisos’ta birkaç ay geçirerek ödedi.  Yunan İç Savaşı’ndan sonra İç savaşın sonunda serbest bırakıldı, Atina konservatuarından mezun oldu, ilk senfonisini bestelemeye ve üzerinde çalışmaya başladı. Fransız hükümetinden burs aldı ve karısı Myrto’yla birlikte ülkeden ayrıldı. Böylece ikisi de çalışmalarına Paris’te devam edebilecekti.  İç savaş sonrası yıllar, baskı ve kamusal hayattan dışlanma norm haline geldiğinden Yunanistan’daki solcular için zordu. Bu acı gerçeğin farkında olmasına rağmen, Mikis eve dönmeye ve Yunanistan’ın kültürel ve politik hayatına aktif bir şekilde katılmaya karar verdi. Atina’daki müzikal kurulu düzenle bağlantı kurmak yerine, komünist şair Yiannis Ritsos’un şiiri “Epitaph” için müzik bestelemeyi seçti. Şiir 1936’da Selanik’te polisin saldırdığı ve yüzlerce tütün işçisini öldürdüğü kanlı 1 Mayıs’tan esinlenmişti. Ritsos ve şiirleri 1960’ta adeta yasa dışıydı; ancak Theodorakis bir LP albüm yayınladı ve kamuoyunda büyük bir çıkış yaparak ana akım entelektüel çevreleri şok etti.     1960’lar ve Yunanistan’daki onay Müziğini benzersiz kılan unsurlar burada görülebilir: Georgios Seferis, Tasos Livaditis, Federico Garcia Lorca, Odysseas Elytis gibi ünlü şairlerin şiirlerini seçip, geleneksel yaylı çalgı olan buzukinin kullanımı gibi yenilikler getiren müzikler derledi. Ayrıca mütevazı halk müziği şarkıcılarıyla çalıştı. Sonucu çok popülerdi. Halktan çıkan ve halka geri dönen bir müzikti. Böylece şiir eğitimli elitler için bir “yüksek sanat” olmaktan çıktı, işçi sınıfı evlerine girdi ve işyerlerinde, eylemlerde, konserlerde söylendi.1965’te Mikis, Holokost’tan kurtulan Iacovos Kampanellis’in güftesine dayanan “Mauthausen”i yayınladı. Holokost hakkında bestelenmiş en güzel müzik olarak nitelendirilebilir. Mikis EDA’nın (komünist parti illegalken, yasal sol parti) aktif bir üyesiydi. Sınıf mücadelesinin yükselişe geçtiği 1960’larda, “Grigoris Lamrakis Demokratik Gençliği” adlı gençlik örgütünü kurdu ve ilk lideri oldu. Lambrakis bir sporcu, milletvekili ve politik militandı; 1963’te faşist çeteler tarafından öldürülmüştü. EDA’nın seçilmiş bir milletvekili olarak Mikis, müzik topluluğuyla çalmak ve ardından seyircilerle tartışmak için tüm ülkeyi şehir şehir gezdi. Gençler polisin yasaklarına meydan okuyup konserlere katılarak, onları politik bir olaya dönüştürdü. O dönemdeki politik duruşu açıkça, çok radikal olmayarak müesses nizam tarafından kabul edilmeye çalışan EDA’nın merkezi çizgisinin solundaydı. Bu süreç onun hem politik anlayışını hem de diyalektik olarak halk hareketiyle ilişkili olan sanatını geliştirdi. Diktatörlüğün yükselişi ve düşüşü: “Ya Karamanlis ya tanklar”! Ne yazık ki 60’ların politik çalkantısı, Yunanistan’ı yedi yıl boyunca albaylar rejimine sokan, 1967’deki askeri darbeyle yenildi. Ancak Mikis pes etmek veya kaçmak yerine farklı bir rol oynamayı seçti. Darbenin hemen ertesi gününden itibaren silahlı direniş çağrısı yapan küçük bir çevrenin parçasıydı. Sol partilerin liderliklerinin aksine rejime karşı örgütlenme potansiyeline dair iyimserdi. Duruşunun bedelini ödedi ama aynı zamanda hareketin sonraki aşamasının tohumlarını ekti. Mikis uluslararası bir kampanyanın ardından 1970’te Paris’e kaçmadan önce tutuklandı, işkence gördü hapsedildi, ev hapsine kondu. Zorba (1964) filminin uluslararası başarısının sonrasında zaten ünlüydü.  1969’da Kosta Gavras’ın, yukarıda bahsi geçen arkadaşı Lambrakis’in suikaste uğramasını anlatan ve dünya çapında başarı ve takdirle karşılaşan “Z” filmi için müzik yazdı. Paris’ten dünyayı gezerek grubuyla konserler verdi ve Yunanistan’la uluslararası dayanışma için konuşmalar yaptı. Uluslararası izleyicileri, Allende’nin Şili’sinden Filistin’e ve Castro’nun Küba’sından Londra’ya dek uzanıyordu. Pablo Neruda’nın sözlerine (Evrensel Şarkı/Canto General, 1971) dayanan müzikler yazdı, film ve televizyon için müzikler yaptı, özellikle Gavras’ın “State of Siege” (Sıkıyönetim) filmine ve Al Pacino’nun idealist bir polisi oynadığı, Sidney Lumet’nin “Serpico” filmine müzik besteledi.  1974’te diktatörlüğün düşüşüyle birlikte, Mikis Yunanistan’a bir kahraman olarak döndü. İşçi sınıfı hareketi ve sol için yeniden doğuş zamanıydı. Binlerce insan direnişin zaferini kutlamak için stadyumlara doluştu ve daha fazlası grev ve işgal dalgasına dahil oldu. Maalesef böylesi bir anda Mikis, seçimlerdeki seçeneklerin “Ya Karamanlis ya tanklar” arasında olduğunu açıklayarak, muhafazakar başbakan Karamanlis’e açık destek verdi. Diktatörleri deviren hareketin dinamiğinin gücü ve sola yönelimi nedeniyle tamamen yanılıyordu. Sağın demokrasinin koruyucusu olduğunu öne sürmekteki hata,  dönemin potansiyelini frenledi.  Ancak bu tutum anlaşılırdı. Mikis’in düşüncesinin kalbinde, işçiler ve kapitalistler olarak bölünmüş bir toplumdan ziyade, bir ulus, bir “ruh” olarak ülkesi, Yunanistan, albümlerinden birinin başlığıyla “Romiosyni” (Rumluk) yer alıyordu. Komünist Parti (KKE) ile kısa süreliğine barışmasına rağmen, vatanseverlik kavramı gitgide tüm faaliyetlerine hakim oldu.  Bu durum gerginliklere ve ihtilaflara yol açtı. Mikis Theodorakis FKÖ’yü ve Yaser Arafat’ı desteklemek için Lübnan’ı ziyaret etti ve Filistin için ulusal marş yazmaya girişti. Ama aynı zamanda François Mitterand’ın Fransa’daki seçim başarısını kutlamak için de müzik besteledi. Her türden müzikal eser bestelemeye devam etti, ama hiç şüphesiz konserleri için seçtiği şarkılar 1960’ların ve 1970’lerin ürünleriydi.   1986’da Mikis, Türkiye’den sanatçılarla birlikte İstanbul’daki ilk Yunanistan-Türkiye dostluk komitesinin kurulması için ön ayak oldu. Zülfü Livaneli, Aziz Nesin, Yaşar Kemal gibi önemli kişilerle işbirliği yaptı ve Ege denizinin iki yakasında heyecan ve umut verici konserler verdi. Ancak aynı zamanda Andreas Papandreou ve Turgut Özal gibi başbakanların bu fikirleri benimsemelerini ve barışı ileriye taşımalarını bekliyordu…  Sağa dönüş 1990’larla birlikte politik yörüngesi Mikis’i sağcı Konstantinos Mitsotakis hükümetine katılmaya götürdü. Bu işbirliği uzun sürmemesine rağmen ihanete uğramış hisseden sol halk kesimleri nezdinde büyük bir hayal kırıklığıydı. Sağla işbirliği Theodorakis’in icadı değildi. Bu politika 1989’da sağcı Yeni Demokrasi partisiyle koalisyon hükümeti kuran “Solun Birliği” (Synaspismos) ittifakı tarafından başlatılmıştı. Mikis sadece reformist partilerin halihazırda uyguladığı stratejileri en uca çekti.  Sonraki yıllarda NATO’nun Yugoslavya (1999), Afganistan (2001) ve Irak (2003) savaşlarına karşı çıkarak birkaç parlak an yaşadı. 2010’da Yunanistan’daki “meydan hareketleri” sırasında müdahale etti ve “Spitha” (Kıvılcım) adlı bir inisiyatif kurdu. Ancak bu dönemde karanlık anları da vardı, en bilineni Kuzey Makedonya’ya karşı milliyetçi protestolara katılmasıydı. Ama herhalükarda siyasi yaşamdaki rolü zaten azalmıştı.    Mikis kime ait? Mikis Theodorakis’in hayatı, ihtilaflar ve zikzaklarla dolu ama müzikal yaşamı öyle değil. Şarkıları siyasetini aşan ve bir tür ulusal ve küresel miras oluşturan büyük bir sanattı. Ama bunlar yukarıdakilere karşı savaşan aşağıdakiler adına konuşan müziklerdir. Sağın Mikis’in mirasıyla bağ kurma girişimlerinin gayri meşru olmasının esas nedeni budur. Solcular Mikis’in aldığı pek çok tavırdan dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilir. Ancak onun çalışmaları, sınıf mücadelesinin önde gelen olaylarıyla ve Yunanistan soluyla özdeşleştiği için hareketin bir değeridir. Bu yüzden bir eylem sırasında insanlar onun şarkılarını kendiliğinden söyler ve Mikis Theodorakis’e veda etmenin en iyi yolu da budur.  Onu idealize ederek değil, ama bu şarkıların birlikte yapıldığı direnişin ruhunu canlandırarak.   Dimitra Kyrillou  Bu yazı The Left Berlin sitesinde İngilizce yayınlanan bir makalenin güncellenmiş halidir. Çeviri: Meltem Oral

Geri 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 İleri

Bültene kayıt ol