Şenol Karakaş, Roni’nin hastanedeki en mutlu gününü yazdı: Roni’den sonra…

Aynur Doğan, yasaklı dil Kürtçe ve ırkçılığa karşı mücadele

Aynur Doğan, 11 yıl önce İstanbul'da caz konserinde Kürtçe şarkı söylediği için ulusalcılar tarafından yuhalanmış, üstüne pet şişeler atılmıştı. Bugün AKP'li Derince Belediyesi, konserini yasakladı. Kürt sorununun özü olan Kürtçe yasağı ve ırkçılık devam ediyor. 20 Mayıs'ta ilçede yapılacak konser için verilen Derince Açık Hava Sahnesi’nin tahsisi iptal edildi. Kürt sanatçı Aynur Doğan'ın Derince'de vereceği konseri yasaklayan belediye, etkinlik için gerekli yasal bildirimin yapılmadığını ve bilet satışında usulsüzlük olduğunu ileri sürdü. Bunun yalan olduğu, konser afiş ve pankartları ile düzenleyici özel şirketin duyurusunda açığa çıktı. Konser afişlerinde Derince Belediyesi'ne katkılarından dolayı teşekkür ediliyordu. Organizatör şirket, konser biletlerinin 40 gündür halka açık satışta olduğunu söyledi. AKP'li belediye başta desteklediği ve yer tahsis ettiği konseri, günler sonra yaptığı "inceleme" sonucu "uygun bulmadığını" açıkladı. Aynur Doğan konserinin yasaklanmasının tek bir sebebi var: Kürtçe'ye tahammülsüzlük. Kürtçe şarkıları "terörizm" olarak görmek. Derince'de yaşayan Kürt yurttaşların kendi dillerinde müzik dinlemesine izin vermemek. Bir avuç suda fırtına koparan milliyetçilerin, ırkçıların ve faşistlerin istediğini, yani aşırı sağcı+faşist koalisyonu olan Cumhur İttifakının gerici fikirlerini hayata geçirmek. Aynur Doğan, bu zihniyetle ilk kez karşılaşmadı 2011'in Temmuz'unda, 18. İstanbul Caz Festivali etkinlerinin gerçekleştiği Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu'nda sahne alan Aynur Doğan ulusalcı bir grup tarafından yuhalanmıştı. Kürtçe şarkı söylediği sırada sahneye pet şişeler atıldığı, minderler atıldığı için konserini yarıda kesmek zorunda kalmıştı. 11 yıl sonra Kürtçe şarkı söylediği için bu sefer yasaklı hale geldi. Yasağı koyan ise Kürt sorununun kendilerince çözüldüğünü savunan, yakın geçmişte Kürtçe TV açan AKP.  Milliyetçilik ve ırkçılığın Kürtlerin ana diline tahammülsüzlüğü sürerken, Kürtler üzerindeki baskıyı savunan siyasi odaklar bugün kol kola girmiş durumda. 11 yıl önce özgürlükçüler ve enternasyonalistler Aynur Doğan'ı yuhalayan güruhu Taksim'de protesto etmişti. Bugün baskılar sebebiyle sokakta olmasa da farklı görüşlerden çok sayıda kişi yasağı eleştiriyor ve Aynur Doğan'ın yanında duruyor. Aynur Doğan susturulamaz. Kürt dili, müziği ve kültürü yasaklarla yok edilemez. Kürtçe yasağı sürdükçe, Türkiye'de yaşayan milyonlarca Kürdün dili resmi olarak tanınmadıkça ve eğitim dili olarak kabul edilmedikçe kimse Kürt sorunun çözüldüğünden bahsedemez. Derince'de Kürtçe konseri yasaklayan iklim, Suriyeli ve Afgan göçmenleri hedef göstermekle başlayıp Trabzon'daki şampiyonluk kutlamalarında Rum sanatçıların yasaklanmasıyla devam eden ırkçı kampanyanın bir sonucudur. Irkçılar ve faşistler kendilerinden başka herkese düşmandır. Hedef seçtikleriyle, ayrım yapmadan, dayanışmalıyız. Irkçılığa, yasaklara, baskılara ve saldırılara karşı hep birlikte mücadele etmeliyiz.

Sosyalist bir halk ozanı: Mordehay Gebirtig

Hayatının büyük kısmını mücadele ve yoksullukla geçirmiş Yahudi bir marangozdu Mordehay Gebirtig. Müthiş yeteneği sesleri melodilere ve şiirlere dönüştürmeseydi belki de onu tanımıyor olacaktık. Ayrıca örgütlü bir sosyalistti, daha güzel bir dünyada yaşamak daha iyi bir dünya inşa etmek istiyordu. Yahudi Tiyatro Ansiklopedisinin 12 sayfa ayırdığı Gebirtig, etkileyici üretkenliği ile Yidiş edebiyatına, tiyatrosuna ve müziğine çok değerli eserler kazandırmıştır. Yidiş konuşulan coğrafyada varlık bulan protest ve folklorik sanatı onu bir halk ozanı yapmıştır. Şarkılarında bazen Yahudi bir işçinin derme çatma dört duvarı, bazen bir annenin çocuğuna söylediği ninni, bazen aşk ve umut, bazense bir pogromun acı çığlığı vardı. Nazi kurşunuyla öldürülünceye dek içindeki müzik, neşesi ve hüznüyle hiç susmadı. Krakov’un Bertolt Brecht’i Mordehay Gebirtig Avusturya-Macaristan İmparatorluğunda doğduğunda tarih 4 Mayıs 1877’dir. Doğduğu şehir günümüz Polonya’sındaki Krakov’dur aslında. Bir zamanlar Doğu Avrupa Yahudi kültürünün göz bebeği şehirlerinden birisi olan Krakov’un Yahudi semti Kazimierz’de yaşamıştır. 13 yaşına kadar okuma yazma ve din dersleri aldığı Yahudi okuluna (Heder) gider ve 14’ünde varlıklı ailelere sahip olmayan pek çok akranı gibi mesleğe verilir. Mordehay’ın payına küçük bir marangozhanenin yolunu tutmak düşer. Kıt kanaat geçinen ailesine yardımcı olmak zorundadır, çıraklığa başlar. Çocukluğunun ilk yıllarından beri müzikle, şiirle ve tiyatroyla ilgili olan Mordehay kendi yaptığı flütü çalmayı yine kendi kendine öğrenmiştir. 19. yüzyılın sonlarında oyuncakların en popüleri olan ufak tahta flüt, Mordehay için yanından hiç ayırmadığı bir şeye dönüşecektir. Çalıştığı küçük marangozhanede talaş ve tozların içerisinde zaman zaman inceden gelen flüt sesini duyanlar onun yeni bir melodi yakaladığını anlar. Maddi yetersizliklere rağmen inat etmiş müzikten kopmamış, amatör tiyatro gruplarına katılmıştır Mordehay. Polonya’da Yidiş tiyarosunun parladığı zamanlar şair Avrom Reyzen Krakov’da Dos Yiddishe Wort isimli günlük gazeteyi çıkarıp, yazılar yazmaya başladığında sık sık Gebirtig’in büyüleyici tiyatro yeteneğinden bahsedermiş. Ama gelin görün ki hükümet bu Yidiş tiyatrosu işinden pek memnun olmamış ve tiyatro faaliyetlerinin azaltılması için baskılar yapmaya başlamış. Yahudilerin anadilde tiyatro yapması sakıncalı bulunmuştur. Bu rahatsızlığın diğer nedeni Krakov’daki Bildung (Eğitim) tiyatrosunun Yahudi kültürel yaşamının önemli ve etkin bir merkezi haline gelmesidir. Zira Yidiş tiyatrosu sayesinde birçok genç anadilini öğrenme ve geliştirme fırsatı bulur. Kültürel dersler ve özgür tartışma ortamı entelektüel faaliyetleri çoğalttıkça aydın Yahudi proletaryasının sesi gürleşmeye başlamıştır. Ve takdir edersiniz ki bu çevrenin en önde gelen ismi hem Polonya Sosyalist Partisi hem de Bund üyesi Mordehay Gebirtig’tir. Bildung’da geçirdiği yıllar hayatının her evresinde kendini gösterecektir. Aynı yıl haftalık basılan Sozial Demokrat dergisinde Der general shtrayk “Genel Grev” isimli şiiri yayımlanır Mordehay Gebirtig’in. Köleliğin duvarını yıkan, yeni bir dünya için şarkılar söyleyen işçileri birleştirip özgürleştirdiği bu şiir çok ilgi görür ve adından daha çok bahsettirmeyi başarır. Şiiri Yidiş yazmıştır; ama Polonya’daki tüm sosyalistlerin ilgisini çeker. Kendisini bir parçası olarak gördüğü işçi sınıfına ve ezilen tüm yoldaşlarına armağan etmiştir bu şiiri. Yaşadığı dönemin sosyo-politik gerçekliğini, burjuva ahlaksızlığını, işçilerin mücadelesini eserlerine aktarırken Yahudi kimliğinden de parçalar sunmuştur eserlerinde. Örneğin Şabat günü fabrikaya gitmek zorunda olan dindar bir Yahudi’nin acı-tatlı hikayesiyle de karşılaşabilirsiniz Gebirtig’in şiirlerinde. Bir başka şiir çocukluk yıllarını anlatırken, bir diğeri Aşkenaz kültürünün mizahı ve eğlencesi ile doludur. Çocuklara, kedilere, bahara şarkılar armağan ettiği gibi grev yapan kızıl bayraklı işçilere de adamıştır şiirlerini. Bu yüzden onu Krakov’un Bertolt Brecht’i olarak ananların sayısı hiç de az değildir. Kimlikte Markus Bertig “Markus Bertig, esnaf, evli, Yahudi, 1877 Krakov doğumlu, ikamet 5 Joselewicza Caddesi, Polonya vatandaşı, anadili Lehçe, eşi Bluma, çocukları Charlotta, Ewa, Leonora.” 1921 yılı nüfus sayımında kayıtlara geçmiş bu bilgileri okuyunca Mordehay nere Markus nere diye soruyor insan ister istemez. Avusturya Macaristan İmparatorluğu isim yasası uyarınca çocuklara verebileceğiniz isimler bazı kurallara bağlıydı. Mordke koymak istemişlerdi çocuklarının adını; ama jargon ve resmi olmayan isim kuralına takılınca ebeveynleri bir Alman adı vermişlerdi oğullarına. Halbuki Mordke, Mordehay’ın Yidiş usulünce söylenişidir. Kimlikte Markus, evdeyse Mordke. Bluma Rus İmparatorluğu hakimiyetinde doğduğu için ismini kullanabiliyordu. Çocukların da evde isimleri farklıydı, onlar Shifra, Basia ve Reysele’ydi. Gelelim anadil konusuna. Yidiş’e bu derece aşık birisi nasıl olur da anadilim Lehçe diyebiliyordu? Yanıtı basit: baskı. Tarih boyunca sürekli işgale uğrayan Polonya, bağımsızlığının ilk yıllarında katı bir dil birliği politikası ile egemenliğini pekiştirme yoluna gitmiştir. Bu nedenle Polonya’da yaşayan herkesin anadili Lehçe olarak kayıtlara geçiyordu, karşı çıkanın vay haline. Mordehay ve eşi Bluma evde çocuklarıyla Lehçe konuşuyor, kendi aralarında ise Yidiş. Çocuklarına anadillerini öğretmişler mi bilemiyoruz. Bertig’in Gebirtig’e dönüşümü ise Almancada doğuş anlamına gelen “geburt” kelimesini hatırlatır. “Yeniden doğan” Mordehay. Şiirlerini, şarkılarını artık böyle imzalar. Yeniden doğmak küçük yaşından beri sağlık sorunları olan ve genç yaşında kalp krizi atlatan Mordehay Gebirtig için tahminimizden daha değerli olsa gerek. Antisemit Saldırganları Geri Püskürten Şofar Birinci Dünya Savaşı başladığında sağlık durumu nedeniyle cepheye gidemez raporu verilen Mordehay’a bir karantina hastanesinde savaş yaralılarına bakıcılık ve hademelik yapması emredilmiştir. Savaşın neden olduğu yıkıma tanık olmanın ağırlığı- yetim kalan çocuklar, mülteciler, savaşta bedenen ve zihnen yaralanmış ama madalyayla “ödüllendirilmiş” gençler, evlatlarını yitirmiş anneler- onu savaştan tüm kalbiyle nefret ettirmişti. Bu dönemde savaş karşıtı şiirler yazıyordu. Zorunlu olarak görev yaptığı hastaneye her milletten yaralı asker geliyordu. Yabancı askerler yurtlarına olan özlemi gidermek için Gebirtig’in daha önce hiç duymadığı dillerde şarkılar söylüyordu. Bu melodiler onu derinden etkiliyor ve ona ilham veriyordu. Gebirtig’in basılı şiir ve şarkılarından bahsederken bazı eserlerini hiç yazmadığı sadece arkadaş buluşmalarında söylediği rivayet ediliyor. Kulaktan kulağa yayılırmış şarkılar. Krakov’da General Haller sempatizanlarının antisemit saldırıları artınca Yahudi gençler pogromlara karşı öz savunma için örgütlenmeye başlar ve sokakları kolaçan etmek için volta atarlarken Gebirtig’in şarkılarını söylerlermiş. Çoğu insan bu şarkıların anonim olduğunu sansa da Krakovlu yazar Nechemia Zucker şarkıların Gebirtig’e ait olduğunu bildiğini anlatıyor hatıralarında. Ve şunu ekliyor: “Bu şarkılarda Mordehay yoksul ve mahcup bir adam değildir, hatta o meşhur oyuncak flütünü kalabalık antisemit grupları geri püskürten dev bir şofara dönüştürmüştür.” Fakat bu şarkıların çoğu ne yazık ki günümüze ulaşamamıştır. 20 şiirden oluşan ilk kitabı Folkstimlech-Halkım İçin 1920 yılında basılan Gebirtig, savaş karşıtı, sosyalist ve folklorik ögeler taşıyan lirik tarzıyla yeniden beğeni toplar. 2 yıl sonra New York’tan Krakov’a gelen Damdaki Kemancı filminin iki yıldızı (Molly Picon ve Jacob Kalich) Gebirtig ile tanışıp şiirlerini, şarkılarını kendisinden dinleyince çok etkilenirler. Şarkılardan 2 tanesi için telif ücreti ödeyip, Amerika’da bu şarkıları meşhur etmişlerdir. Mordehay Gebirtig Polonya sınırını aşmaya böyle başlamıştır. Polonya’da Pogromlar, İşgal ve Holokost 1930’lu yıllarda Gebirtig oldukça ünlenmiş, şarkıları şiirleri dünyanın birçok yerinde bilinmeye, resital programlarına dahil olmaya başlamıştı. 30’ların ortalarında şarkılarını da kitaplaştırdı. Fakat Polonya’da Yahudiler için hiçbir zaman kolay olmayan yaşam gittikçe daha da zorlaşıyordu. Adolf Hitler’in antisemit uygulama ve söylemleri Polonya’da da etkisini gösteriyordu. Bu yıllar şairin umutsuzluk içinde yazdığı satırlarla ve Nazilerle işbirliği yapan Polonyalılara olan kızgınlıkla dolmaya başlamıştır. Polonya’nın Przytyk isimli Yahudi köyünde meydana gelen kanlı pogromun dehşetiyle “Köyümüz yanıyor ve siz öylece kollarınızı kavuşturup izliyorsunuz.” diye isyan ettiği Es’Brent (Yanıyor) şiiri dönemin ve sonrasında olacakların izlerini taşır. Bir çığlıktır Es’Brent. Daha fazlasının olacağını sezip haber veren, insanları kayıtsız kalmamaya direnmeye iten bir çığlık. Hitler’in işgaliyle birlikte Krakov’un Nazi karargahı haline gelmesi, her türlü işkenceyi Yahudilerin günlük yaşamının bir parçası haline getirmişti. Mordehay evden çıkmıyor yeni şarkılar yazıyordu. 1941 yılında “kalifiye” olmayan tüm Yahudilerin şehirden çıkarılması, çevredeki küçük kasabalara yerleştirilmesi şart koşuldu. Bu sırada ailesiyle Krakov yakınlarındaki bir köye yerleşen Mordehay zaten bozuk olan sağlığına iyice dikkat etmek zorundaydı. Yetersiz gıda, barınma sıkıntısı, geleceğin belirsizliğiyle hayata tutunma mücadelesi vardı artık. Çocuksu neşesinden eser kalmasa da şair bu acı günlerde de yazmaya devam eder. Hatta son şiirini Nazilerle alay edercesine “Her şey yolunda, her şey iyi, bundan daha iyisi olamazdı.” mısralarıyla bitirmişti. 2 yıl sonra Krakov gettosuna geri döner Gebirtig ve ailesi. 4 Haziran 1942’de Naziler gettoya baskın düzenler. Yahudiler kamplara gönderilmek üzere kamyonlara bindirilirken bir görgü tanığının aktarımına göre Mordehay Gebirtig bağırarak şarkı söylemeye başlar. Bunun üzerine kurşunlanarak öldürülür. Yanında ressam arkadaşı Abraham Neuman da vardır. O da kurşunlanır, Mordke’nin iki kızı ve karısı da. Ve daha yüzlerce kişi Krakov gettosundan çıkartılırken katledilmiştir. Gebirtig kurşun yağmurunun başlayacağını hissettiği için mi şarkı söylemeye başlamıştır yoksa içindeki müziğin sesini yükselterek Nazileri ve ölümü umursamadığını göstermek için mi yapmıştır bunu? Asla cevabı bilemeyeceğiz. Gelin Mordehay Gebirtig’i daha iyi bir dünya kurmanın hayaliyle yazdığı bestelenmiş şiiri Arbetlose Marsch “İşsizlerin Marşı” ile analım. İşsizlerin Marşı Bir, iki, üç, dört, işsiz çok, iş yok, hep dert. Kapandı aylardır fabrikalar, kalakaldık, kapandı kapılar, toz ve kir kaplı makineler, aylar geçti, hep pas içindeler. Yürüyüp gidiyoruz bu yoldan, işsiziz donuyoruz soğuktan, işsiziz donuyoruz soğuktan. Bir, iki, üç, dört, işsiz çok, iş yok, hep dert. Yalın ayak, yersiz yurtsuz, ekmeği çamurla yoğururuz, kalmadı elde bir şey yiyecek, ne etimiz var ne süt ne ekmek, en güzeli su, şarap gibi sanki, çekelim kafayı, şimdilik işler iyi. Bir, iki, üç, dört, işsiz çok, iş yok, hep dert. Köle gibi çalıştık boş yere, patronlar çok kâr etsin diye, şehirler yarattık koca koca, sana değil, bana değil ama, yoldaşlar, ne verdiler ki bize, açlıkla işsizlikten başka, açlıkla işsizlikten başka. Bir, iki, üç, dördüz biz, budur işte mücadelemiz. El ele, omuz omuza yürürken, çınlar her yanda sözlerimiz: İşçi sınıfıyız biz, bir gün inan, işsizlikten, utançtan, hırstan kurtardığımız bir dünya göreceğiz. Tarih yazacağız hep birlikte biz ve tarih yazacağız hep birlikte biz. Çeviri: Roni Margulies*   Melike Karaosmanoğlu Okuma Önerisi: Mordechai Gebirtig: His Poetic and Musical Legacy – Editor Gertrude Schneider *Bu çeviri ilk kez Avlaremoz’da yayımlanmaktadır. Şair, çevirmen ve yazar Roni Margulies’e çok teşekkürler.

Metaverse bizlere neler vaat ediyor

Bilimkurgu romanlarında, Star Trek, Marvel ve DC dizi/filmlerinde tasvir edilen, Minecraft ya da Fortnite gibi bilgisayar oyunlarında yaratılan sanal evrenlerin üzerine, Mark Zuckerberg’in Metaverse’i insanlık açısından bir gelecek vizyonu taşıyor mu? Teknoloji ve oyun tanıtımcıları tarafından övülen Metaverse ne demek? Türkçesiyle öte evren. Sanal olarak yaratılan, çok büyük yatırımlarla inşa edilen dijital bir alan. Buraya nasıl girebiliyoruz? İnternet faturamız ve bilgisayar ya da mobil telefonun üzerine  sanal gerçeklik gözlüğü satın alarak. Metaverse de neler yapabiliyoruz? İşte burası çok önemli.  2022 Ocak ayı itibarıyla dünyanın en zengin 6. kişisi olan Mark Zuckerberg, oyunun ötesinde bir sosyal ortam inşa ettiğini söylüyor. Zuckerberg’in devasa yatırımlar yaptığı, bunun için en büyük sanal gerçeklik gözlüğü üreticisi şirketi satın aldığı, Facebook’un adını Meta olarak değiştirdiği, mobil telefonlardan sonra internetin ulaşacağı son nokta olarak reklamını yaptığı bu sanal gerçeklik bize şunları vaat ediyor: • Gerçek hayatın yanısıra burada avatarlarınızla varolabileceksiniz.  • Burada - yine avatarlarınızla - şirket toplantılarına katılabileceksiniz. • Gezdiğiniz şehirlerdeki lokantaları, dükkanları puanlayabileyecek, banka kartlarınızla alışveriş yapabileceksiniz. Bize sanal gerçeklik gözlüklerini satıp, müthiş bir gelecek vaat eden Zuckerberg kimdir? Onun nasıl fırsatçı bir kapitalist olduğunu, Facebook fikrini nasıl arakladığını, kendi yanındakileri nasıl ekarte ettiğini, 2010 yılında gösterime giren ünlü yönetmen David Fincher imzalı Sosyal Ağ filmi çok iyi anlatır. Facebook’un nasıl paralı-ticari bir alan haline geldiğini yıllar içinde gördük. Müthiş sanal gerçeklikler yaratarak insanlara keyif verici deneyimler yaşatan bilgisayar oyunlarının, her kademede nasıl fiyatlandırıldığına - ki artık bir soyguna dönüştü - tanık olduk. Metaverse, Zuckerberg’in yeni bir para kazanma taktiğidir. Kişileri, şirketlere ve evlere hapseden hüzünlü bir yalnızlık vaat etmektedir. Tıpkı Metaverse’in öncülü Second Life gibi. Sanal gerçekliklerin varlığı inkar edilemez ve geliştirilmelidir. Bunun için Meta gibi şirketlere işçilerin el koymasına ve sınıfsız bir toplumda herkesin parasız/eşit bir şekilde sanal evrenlere ulaşmasına ihtiyacımız var. Daha fazla şirket reklamına, tüketim propagandasına, soyguna değil. 

İklim krizi üzerine bir belgesel: Yangın

Orman yangınları, eskiden beri oluyor. Fakat dünyanın en sıcak yıllarının yaşandığı son dönemde gerçekleşen yangınlar birer istisna olmanın ötesinde genel bir durum haline geliyor. Geçen yıl yayınlanan Burning (Yangın) adlı belgesel, 2019-2020 yıllarında Avustralya’nın “Kara yazı” olarak anılan orman yangınlarının nedenini araştırıyor.  Yönetmen Eva Orner ile senarist  Jonathan Schaerf imzasını taşıyan belgeseldeki en önemli vurgu, ülkenin en fazla nüfuslu eyaletlerini vuran, aylarca süren ve geriye büyük bir yıkım bırakan orman yangınlarının göz göre geldiği, iktidardaki sağcıların iklim krizinin yarattığı felaketlere bile bile önlem almadığı. Avustralya’da on binlerce öğrencinin başlattığı iklim için okul grevlerinin görüntüsüyle yapılan açılışın ardından, küresel ısınmanın bilim insanları tarafından tespit edildiği ve egemenlere bildirildiği 1970’lerden itibaren yangınlara tanık olan ve onlarla savaşan itfaiyeciler, sağcı iktidarları uyaran bilim insanları ve aktivistler olan biteni anlatıyor. Dünyanın en büyük kömür ve petrol ihracatçısı olmakla övünen sağcı yönetimler, düz ve kuraklıkla boğuşan ülkeyi fosil yakıtlara bağımlı kıldılar. Kirli enerjiyi tercihin sonucu, dünyanın ısısı artarken, orman yangınlarını söndürmek konusunda çaresiz kaldılar. Buna karşılık yüz binlerce insan fosil yakıtlara ve iklim krizine karşı mücadele ediyor. Yangın belgeselinde anlatılan sadece Avustralya’nın trajedisi değil.  Geçen yaz Türkiye’de çıkan orman yangınlarında 198.000 futbol sahası büyüklüğünde kızıl çam ormanı yandı.  Türkiye kapitalizmi de fosil yakıtlara bağımlı, sağcı iktidar küresel ısınmayla mücade etmiyor ve yangınlar güçlükle söndürülebildi. Her yıl dünyanın ısısı artarken, iklim kriziyle doğal mücadele yolu olan ormanların yanarak yok oluşu dehşet verici. İklim krizine karşı mücadelenin, insan ve canlı türlerinin geleceği açısından taşıdığı önemi bu belgeselde görebilirsiniz. Volkan Akyıldırım (Sosyalist İşçi)

Genç Karl Marx filmi üzerine

Gösterime 2017 yılında giren ve Türkiye’de de 36. İstanbul Film Festivali kapsamında seyirci ile buluşan Genç Karl Marx filmi üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Dönemin koşullarına ilişkin bu filmde göze çarpan birçok nokta var. Fakat en önemlisi şuydu ki; Marx’ın sıradan bir insan olarak başladığı yolun sonunda, başta bütün bir işçi sınıfı olmak üzere kitleleri etkileyen önemli bir figüre dönüşmesinin öyküsü var. Tarihte çoğu zaman görüldüğü üzere, gerçekten de mesele ormanlık bir alanda ağaçlardan koparılan dalların kuru ya da ıslak olmasının mülkiyet açısından değerlendirilip bir hırsızlık olayına dönüşmesi gibi teknik herhangi bir konudan başlayabilir.  Bu filmin anlatımı Sanayi Devriminin merkezi İngiltere üzerinedir. Makineleşmenin işçi sınıfı ile burjuva sınıfı arasında ördüğü duvar, Marx ve Engels’in gözlemlediği bir olgu olmuştur. Bu olgunun fabrikalarda çalışan işçiler açısından zamanla işlerini kaybedecek duruma gelmeleri bir isyan dalgasına dönüşmektedir. Ancak bu isyanın önlenmesi ve örgütlü bir karşı duruşa dönüşmesi çok uzun sürmemiş, 1847 yılında Londra’da Red Lions Hotel’de bir toplantı örgütlenmiştir. Bu toplantıda mevcut krizlere yönelik ivedilikle kararlar alınması planlanmıştır. Adiller Birliği Kongresi (Congres de la Ligue des Justes) adındaki kongrenin girişinde dağıtımı yapılan yayın, Marx’ın Felsefenin Sefaleti başlıklı eseridir. Bu eser Joseph Proudhon tarafından 1846’da yazılan Sefaletin Felsefesi eserine bir cevap niteliğindedir.  Filme göre, otelde gerçekleşen kongrede kalabalık karşısında Engels ilk olarak bir engelleme ile karşılaşsa da başta yoldaşı  Marx olmak üzere çoğunluğun "evet" oyuyla Brüksel Delegesi seçilir ve bir konuşma yapmak üzere sahneye çıkar. İşte bu konuşma filmin en etkileyici sahnesidir. Filmi izlemek isteyenler için bu kadar spoiler yeterli diye düşünerek yukarıda bahsi geçen Birlik üzerine marxists.org sitesinde yayınlanan bir yazının çevirisini aktaracağım:  “Adiller Birliği Kongresi'nin başlangıç tarihi 2 Haziran 1847’dir. Engels, Birliğin Paris delegesi olarak katılmıştır. Marx ise mali sebeplerden ötürü katılamamıştır. (Filmde bu ayrıntı yer almamakta) Adiller Birliği'nin önemi ilk uluslararası proleter örgüt olmasıdır ve bunda Engels’in önemli bir katkısı bulunmaktadır. Çünkü Marx ve Engels, sosyalizimin bir ütopya olarak gösterilmesine karşıdır. Birliğin temel mottosu “Bütün İnsanlar Kardeştir” (All Men are Brothers) ve “Bütün Ülkelerdeki Emekçiler, Birleşin” (Working Men of All Countries, Unite) idi. (Ancak filmde de yer aldığı üzere Engels yaptığı konuşmada “Bütün İnsanlar Kardeştir” söylemine karşı çıkmıştır. Ona göre; burjuva ve işçiler kardeş olamaz.) Birinci Kongre öncesinde Marx ve Engels tarafından Birliğe ilişkin bir tüzük hazırlanmış ve Adiller Birliği olan isim Komünist Birliği olarak değiştirilerek İkinci kongrede, Aralık 1847’de onaylanmıştır. Komünist Birlik Tüzüğünün ilk maddesi birliğin amacına ilişkindir;  Burjuvazinin yıkılması, proletaryanın egemenliği, sınıflar karşıtlığına dayanan eski burjuva toplumunun ortadan kaldırılması ve yeni bir toplumun kurulmasıdır. Toplum sınıfsız ve özel mülkiyetsiz olmalıdır.  Birliğin resmi gazetesi Karl Schapper editörlüğündeki Kommunistische Zeitschrift olarak belirlenmiştir. Schapper, İkinci Kongre’de başkan, Engels ise sekreter olarak seçilmiştir. [Filmde yer alan bir ayrıntı olarak, delegeler ve Engels arasındaki temel çelişki: devrim için şiddet bir yöntem olarak düşünülebilir mi?] Komünist İşçi Eğitim Derneği’nden Friedrich Lessner isimli bir üyenin tanıklığına göre; tüm delegeler Kasım ve Aralık ayı boyunca Red Lion Hotel’de akşamları yapılan uzun tartışmalar sonunda Marx (Paris Delegesi) ve Engels’in ilkelerini desteklediler. 8 Aralık 1847’de resmi olarak kurallar belirlenmiştir.  Son olarak, bu toplantıların sonucunda Marx ve Engels, oybirliği ile, bir manifesto hazırlamakla görevlendirildiler. Bu manifestonun ismi, bugün tüm dünyanın ilgi ile okuduğu Komunist Manifesto’dur.”  Firdevs Güreşçi

Tarkan moral ve umut verdi

Tarkan'ın Geççek şarkısı, kapitalizmin başımıza sardığı pandemiden, kötü yaşam ve çalışma koşullarından, hayat pahalılığından, baskıdan, AKP iktidarı altında yaşamdan bıkmış ve yorulmuş milyonlarca kişiye ilaç gibi geldi. Pop ve hip hop türlerinin karışımı olan parçanın klibinde ünlü sanatçı bir hacker olarak karşımıza çıkıyor. Hayatın her alanında izole edilmiş, yalnız olduğunu düşünenlere bir anda ulaşıyor. Klibinin kahramanları ise pandemi döneminin kahramanları sağlık emekçileri ve hayatı ayakta tutan işçiler, elbette kadınlar ve gençler. Geççek'i buradan izleyebilirsiniz. Müzikal tercihler farklı olabilir, ama eserin gücü hikayesinde, bizim hikayemizi anlatan sözlerinde. Sezen Aksu'nun dilini kopartmaktan bahsedenlerin yönetemediği yerde, Tarkan'ın şarkısı iyi bir gelecek isteyenlere moral ve umut verdi. İşte sözleri: 

Odadaki Yetişkinler - Bir Davut ve Golyat hikayesi

Costa Gavras’ın politik gerilim tonundan hiç kopmadığı filmi Odadaki Yetişkinler (Adults in the Room), Syriza hükümetinde Maliye Bakanı olarak görev yapan akademisyen Yannis Varoufakis’in (Christos Loulis) yarı-otobiyografik anı romanından uyarlandı.  Karizmatik, iyi eğitimli fakat siyasi tecrübesi bulunmayan gözü pek bir sosyalist olan Varoufakis, Syriza’nın seçim zaferiyle birlikte, Başbakan Çipras (Alexandros Bourdoumis) tarafından göreve atanmış, ardından Yunanistan’ın borçlarının yeniden yapılandırılmasını talep edeceği bir Avrupa macerasına atılmıştı.  Varoufakis bu yolculuğunda, ülkesindeki kemer sıkma politikalarına son vermek, Yunanistan’ı kronik borçlarından kurtarmak ve halkı yeniden refaha kavuşturmak amacıyla Golyat’a, yani Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu’na karşı günlerce sürecek bir mücadele verdi. “Odadaki yetişkinlere”, Avrupa’nın, kamu harcamalarını kısıp kemer sıkma koşuluyla verdiği kurtarma paketlerinin Yunanistan’ı borç sarmalına soktuğunu, ülke ekonomisini büyütüp istikrar kazandırmak yerine ödenemeyecek boyutlara ulaşarak Alman ve Fransız finans kurumlarına hizmet edecek duruma getirildiğini göstermiş ve yıllardır süregiden bu koşulları artık kabul etmeyeceklerini bildirmişti.  Varoufakis tarafından temsil edilen Syriza, Yunanistan’ın kaderinde söz sahibi olan bu üç güçlü kuruma – troyka’ya - daha sürdürülebilir bir ekonomik model için alternatif bir vizyon sunmaya çalıştı.  Politik gerilimlerin ustası Costa Gavras; Atina, Berlin, Paris, Frankfurt, Brüksel ve Londra’da gelişen filmini, Atina’nın simgesel Syntagma Meydanı’nda Syriza’nın seçimlerdeki zaferini kutlayan coşkulu kalabalıkların görüntüleri ile açıyor. Çipras’ın, Troyka’nın Yunanistan ekonomisini nasıl boğduğunu açıkça dile getirdiği kabul konuşmasından sonra başrollerdeki kahramanlarla tanıştırmaya başlıyor bizleri. Önce Davut’u (Çipras ve Varoufakis), ardından amansız Troyka’yı, nam-ı diğer Golyat’ı görüyor, bu ikisinin az sonra girişeceği hesaplaşmaya hazırlanıyoruz.  Coşkulu Ocak’tan, Varoufakis’in bitkin düştüğü, bıkkınlığa sürüklendiği umutsuz Temmuz’a dek yaşananları aktarırken yönetmenin, Varoufakis tarafından siyasi belleğe katkıda bulunmak amacıyla kaleme alınmış anı romanına olabildiğince sadık kalmaya çalıştığı görülüyor. Usta yönetmen Gavras, hem Yunanistan toplumunun hem de onun karşısına yenilmez bir dev gibi dikilen neoliberal finans kurumlarının zeitgeist’ini olayların örgüsüne bağlı kaldığı doğrusal bir anlatımla işlediği filmin merkezine, Davut ile Golyat’ın, diğer bir deyişle Varoufakis ile Troyka’nın sonu gelmeyen müzakerelerini alıyor; Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schauble, Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi ve Eurogroup Başkanı Jeroen Dijsselbloem’i yozlaşmış gücün küstahlığını ve acımasızlığını yansıtan karakterlere dönüştürüyor.  Aslında gerçekte de temsil ettikleri şey tam olarak bu. Filmin kimi sahnelerinde abartılı resmedilmiş olsalar da Varoufakis’in kitap boyunca anlatmaya çalıştığı bir gerçeğe vurgu yapıyor Gavras: Teklif ettikleri şeylerin kifayetsiz olduğunun farkında olsalar da ellerindeki gücün bunları bile yaptırabileceğinden hiç şüphe duymuyorlar.  Ancak bu defa Golyat kazanıyor.  Filmde birkaç kez incelikle vurgulanan bu acı gerçek, antik Yunan tragedyalarından farklı olarak, günümüzün tragedyalarında Davutların yenilebildiğini hatırlatıyor bizlere.

Ağaçların zenginlere götürüldüğü bir “peri masalı”

Salomé Jashi’nin yazıp yönettiği Taming the Garden (“Bahçeyi Ehlileştirmek”), doğal dünyanın bile seçkinlerin zenginliği ve gücü tarafından nasıl şekillendirildiğinin tuhaf ve hüzünlü bir belgeseli.

Sezen Aksu: 47 yıldır yazıyorum, yazmaya devam edeceğim

İktidar bloku, devlet güçleri ve ulusalcılar tarafından hedef alınan büyük sanatçı Sezen Aksu'nun açıklaması:

Geri 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 İleri

Bültene kayıt ol