Arkadaşımız, şair, devrimci, aktivist Roni Margulies’i, dün alkışlarla uğurladık. İyi bir insanı ve dostu, iyi bir şairi bu kadar erken kaybetmek zormuş. Şiirlerindeki geçen zaman, kapanan devir, uzaklarda kalan hayat ve kayıp temalarının şiirlerinde kalacağını umardım. Olmadı. Roni’nin anısı şiirleriyle birleşti. Zamansız bir veda oldu. Çok üzgünüm.
Ben Roni Margulies’i tanışmadan çok önce, 90’ların başında ilk kitaplarıyla, şiirleriyle tanıdım. Sanırım önce Sombahar dergisinde çıkan şiirleriyle, sonra ilk şiir kitaplarıyla hep yakında izlediğim, sevdiğim bir şair oldu. Sonraları, 2000’lerin başlarında, önce eski Kara Kedi’de, sonra Küresel Eylem Grubu çevresinde bir aktivist olarak tanıdım. Irak savaşına karşı verilen mücadelede aktif olduğu gibi, bizim ilk iklim eylemlerini de hep destekledi, içinde yer aldı. İklim krizine, nükleer enerjiye, savaşlara karşı kampanyalar düzenledik, panellerde konuştuk, eylemlerde birlikte olduk. Bir yerde aktivisti “eyleme geçen değil eyleme geçiren kişi” olarak tanımlamıştım. Roni Margulies bu anlamıyla gerçek bir aktivistti. Yazmayı bildiği kadar konuşmayı da, sokağa çıkmayı bildiği kadar sokağa çıkarmayı da bilen bir aktivist ve devrimci. Bizim kuşak ondan çok şey öğrenmiştir.
Tabii Roni benim için en önce sevdiğim, hayran olduğum bir şair olarak kalacak. Roni Margulies’le ilgili ilk hatırladığım şeylerden biri 90’lı yıllarda, daha internet yokken, Kadıköy’deki eski büyük kitapçılardan birinde şiir raflarını karıştırırken onun kitaplarını “Türk Şiiri” rafları yerine “Dünya Şiiri” raflarında görüp ne kadar şaşırdığımdır. Tabii çok gençtim, kitapçıya gidip iki laf edemediğime hâlâ üzülürüm. Çok sonra, internet satışları açıldığında, aynı şeyi büyük bir internet kitapçısının da yaptığını fark etmiştim. Büyük ihtimalle İdefix’tir. Hâlâ öyle midir bilmiyorum, kontrol etmedim. Tabii, çağdaş Türk şiirinin en iyi şairlerinden birini sırf adı “yeterince Türk” gelmediği için Türk şiirinin dışında sanan bilgisizliğin kimseyi şaşırttığını sanmıyorum. Ama Roni Margulies derken sadece iyi Türkçe şiir yazan Türkiyeli bir şairden söz etmiyoruz. İlk iki kitabına Yahya Kemal’den epigraflar koyan, bazı kitaplarının adı “Bilirim Niye Yanık Öter Ney”, “Her Rind Bilir” olan, bazı şiirlerine Türk şiirine göndermelerle, “Elhan-ı Şita”, “Kamyonlar Kavun Taşır” gibi başlıklar koyan, şiirlerinde mesela Maria Misakyan veya Ömer Haybo isimleri geçen ve bir şiirinde “Yalnızlık bilmemesidir Attila İlhan’ı kimsenin” diyen bir şairden söz ediyoruz. Böyle bir şairi Türk şiirinden kovan ırkçılık, tam da Roni’nin kavga ettiği şeydi. Aklıma gelse de bu anlattığımı kendisine söylemedim . Muhtemelen fark etmiştir zaten ve fark ettiyse, kendisi gibi bir enternasyonalist devrimcinin Dünya Şiiri raflarına konmasından belki de hınzırca bir sevinç duymuştur.
Roni Margulies’in şiiri
Roni Margulies’in kendi dönemi için ayrıksı bir şiir tavrı olduğu hep söylenmiştir. Zamanında kendisinin dahil olduğu 80 kuşağıyla epey kavga ettiğini, imgeci şiire karşı yazılar yazdığını biliyoruz. Onun şiiri anlatımcı denen tarzda bir şiirdi. Bence bunun arkasında Türk şiirinde Nazım Hikmet’i, Attila İlhan’ı, Edip Cansever’i (galiba daha çok 70’ler, 80’ler dönemini) ve benzeri öykülemeci şairleri sevmesi kadar, İngilizce şiiri iyi çeviriler yapacak kadar bilmesinin de payı var. (Şavkar Altınel ve Cevat Çapan için de aynı şeyi söyleyebiliriz.) Onun, Fransız şiirinin etkisiyle gelişen çağdaş Türk şiirinin imgeci ana akımının dışında, anlatımcı bir tavra sahip olmasında bunun da rolü olabilir.
Roni Margulies epey içe kapanık ve hüzünlü de olsa açık ve aydınlık bir şiir yazdı. Bir şey anlatmayan, bir öyküsü olmayan şiiri anlamsız buluyordu. Bunda anlatacağı çok şey olmasının da belki bir payı vardır. İstanbul’da, bir azınlık olarak doğup büyümüş, ailesinde göç hikayeleri dinlemiş, kendisi on yedi yaşında Londra’ya gidip hayatını iki ülke, üç dil arasında bölerek yaşamış, yalnızlığı, ayrılığı, özlemeyi, uzakta olmayı, kaybetmeyi bilen, ama mücadeleyi, sokakta, insanlarla birlikte olmayı, onları tanımayı da en az onun kadar iyi bilen bir şairdi. Hep bir yerlere ve birilerine geri dönmekten söz etti. Eskiye kazı yapar gibi bakan, ama bugüne dairse ve değerse bir şeyler söylemeyi anlamlı bulan bir tavrı vardı. Kendi hayatını ve iç dünyasını anlattığı kadar tanıdığı insanları ve tarihi kişilikleri de şiirle anlattı.
Bir şair iç dünyasını, anlatmadan da açığa dökebilir. Roni Margulies anlatmayı, kendini sonuna kadar şiirle açmayı seçti. Samimi şiir olarak bunu gördü ve bu onu iyi bir şair yaptı. Bugünden geriye bakınca ’80 kuşağı içinde yapılan o tartışmanın aslında iyi ve samimi şiir tartışması olarak yaşandığını görüyorum. Samimi ve iyi olanlar bugüne kaldı. Roni’nin şiiri de onlardan biriydi ve öyle kalacak.
Bölünen hayatları, geçmişi ve insanı anlatan bir şiir
Roni Margulies’in hayatı İstanbul ve Londra arasında ikiye bölünmüştü. Bunu şiirlerinde bir tema olarak da görürüz. Ama en sonunda hep bir İstanbulluydu. Bunun en güzel örneklerinden biri İki Kentin Öyküsü’dür. Uzun uzun Londra’yı ve üzerinde ne izler bıraktığını anlattıktan sonra şöyle biter o şiiri:
“… Şimdi de zaman zaman bir çocuk sanatçı gibi,
turnede gibi hissetmekten alamıyorum kendimi:
Bir sahne gibi geliyor Londra bana bazen,
piyes İngilizce, oyuncuların çoğu Türkiyeli.
O akşam yaşlı bir turist durdurdu beni,
bir adres sordu, her gün geçtiğim önünden.
Durakladım. Bilmem aklımdan neler geçti.
“Kusura bakmayın”, dedim, “Londra’lı değilim ben”.
(Bilirim Niye Yanık Öter Ney’den)
Okul yılları, çocukluk, gençlik ve o yılların İstanbul’u, Maçka’dan Yeşilköy’e, şiirlerindedir. Geçmişe ve o yıllara dair düzyazı kitapları da var tabii. Şiirleriyse, en sonuna kadar sizi ucuna takıp götürür ve usulca bırakıverir yere:
“…Anladım, yanlıştı beklentilerim.
Ne olabilirdi ki? Yaş olmuş elli!
ben de zaten o Roni değilim.
o köy onundu, bu köy benim.”
(Orda Bir Köy Var…, TK1980’den)
Bazen de belirsizce… Gece yarısı uyanır, rüyasında kimi görmekte olduğunu çıkaramaz, mutfağa iner, aklına matematik hocası Peter Barrett gelir birden:
“… Gördüğüm rüyayı hatırlayamadım ama,
sabah yarı karanlık odama döndüğümde
anladım Barrett’in niye geldiğini aklıma:
“Fitzgerald der ki”, demişti bir mektubunda,
Herkesin yüreğinin bir köşesinde
her zaman üçüdür saat gecenin”.
(Gecenin Üçü, Saat Farkı’ndan)
Tabii insan hikayeleri. Memleketimden İnsan Manzaraları gibi, ama kısa şiirlerle, birkaç fırça darbesiyle çizilen portreler. İyi bir portrenin insanın sadece resmin çizildiği anki görünüşünü değil, hayat hikayesinden kişiliğine kadar her şeyini yansıtması gibi bütünlüklü, ilk kitabında anneannesi ve dedesinin hikayeleriyle başlayarak, İstanbullu, Türkiyeli azınlıkların, mübadillerin, sürgüne gidenlerin, Londra’daki göçmenlerin, işçilerin, grevcilerin, yaşlı devrimcilerin ve tabii Mağrur Olma Padişahım kitabındaki komitacıların şiirleri.
Roni Margulies aynı zamanda bir portre şairidir:
“… Artin’in babası doksan beşinde
çok sevdiği rakıyı bıraktığında,
“Dokunuyor oğlum bana” demiş,
tek damla içmemiş sonra bir daha.
…
Yıllar geçtikçe çoğalmış sonra
dokunan şeyler. Canı sıkılmış.
Ve doksan sekiz yaşındayken
ipten dönüp sessizce bir ikindi vakti
bırakmış dokunulmayı Avedis Efendi.”
(Vakıflı Köyü’nün İpi, Ornitoloji’den)
Ve tabii hep Elsa gelir aklına…
“… Ayrıntılardan arındırsam hayatımı;
desem ki: ben Elsa’yı çok sevdim.
O kadar. Bir kapı aralandı kısaca:
Bir başka dünyada, başka bir çağda
mümkün olabileceğini gördük aşkın.
Usulca kapandı tekrar kapı sonra.”
(Çağımızda Her Aşk, Elsa’dan)
İmgeci şiir tarafından bakıldığında fazla düz ve yalın bir şiir gibi gelebilir Roni Margulies’in şiiri. Ama onun şiirinde “sehl-i mümteni” vardır sıklıkla: Hiç öyle sanmayın, o dizeyi yazamazsınız.
Elhan-ı Şita
Şimdi, Roni’nin ardından, bütün şiir kitaplarını raftan indirip tekrar okumak kolay değil, o şiirlerin artık tamamlandığını düşünmek acı veriyor. Ama kişisel bir notla bitireyim bu veda yazısını. Yıllar önce, şiiriyle ilgili kısa bir mail yazışmamız olmuştu. Çok cesaret edemezdim aslında, o kadar güncel mesele varken mücadelenin içindeki bir insana şiiriyle ilgili bir şey yazmaya. Bana cevap olarak yeni yazdığı bir şiirini (Elhan-ı Şita) göndermişti. Sonra, aynı dönemde birkaç da kuş şiirini yollamıştı. İnsanı özel hissettiren anlar. O şiirler daha sonra son kitabı Ornitoloji’de yer aldı. Bana gönderdiği şekliyle o şiiri, Elhan-ı Şita’yı alıyorum son olarak buraya.
Güle güle Roni.
“Beşiktaş günlerimin ilk karı yağıyor.
Londra’da oturur her kış, buraları düşlerdim.
Geldim. Buradayım işte artık.
İşte ağır bulutlar, karlı kaldırımlar
ve anlamsızca, acımasızca esen rüzgâr.
Sessizce gezindim sokaklarınızda bu akşam:
Her gece saat 11’de çay demleyen bakkal,
hemen yanında sepet sepet kuşburnu, zerdeçal,
keçi boynuzu, zencefil ve bilmediğim bitkiler,
züccaciyeci, sonra Elit Profiterol, künefeci.
Zor dayanıyor tenteler üstlerindeki karlara.
Çilingir, terzi ve yanı sıra çeşit çeşit tamirci:
“Her türlü elektronik eşya tamir edilir”
ve bisiklet tamircisi ve saat tamircisi.
Döndüm, ey tamirciler! Buradayım artık.
Geldim, teslim ediyorum işte kendimi size.
Tamir edebilecek misiniz geçmişimi?
Dönüp bakmadıklarımı, kırıp geçtiklerimi?
Tamir edebilecek misiniz kalan günlerimi?”
Bebek/Arnavutköy
Bu bileşimin bir unsuru kuşkusuz Robert Kolej oldu. Kısmen hocalar ve okuduklarım; daha önemlisi yeni edindiğim arkadaşlarım. Bugün düşündüğümde abartıyorum biraz: Kolej'e temiz bir Yahudi çocuğu olarak girdim, şimdiki bana çok benzeyen bir çocuk olarak çıktım gibime geliyor. İşin aslı öyle değil herhalde, liseye başladığımda zaten çok okuyan, meraklı, derslere değilse de dünyaya karşı ilgili bir çocuktum. Ateisttim. İlk şiirlerimi orta okulun sonlarına doğru yazmaya başlamıştım. Bu hammaddeyi Kolej hızla yoğurdu, doğru, fakat mamul madde haline getirmedi. Bugünkü kişiliğimin oluşması için 17 yaşımda tek başıma yabancı bir ülkede yaşamam gerekecekti. Korunmuş bir çocukluk ile Kolej yıllarının yarattığı pırıltılı özgüven ve yenilmezlik duygusunun İngiltere'deki ilk yıllarımın tarifsiz yalnızlık, özlem ve önemsizlik duygularıyla dengelenmesi, tamamlanması gerekecekti.
Kolej'de Şavkar Altınel ve Hulusi Özoklav verimli bir tarlaya yağan yağmur gibi bir etki yarattılar hayatımda. Şavkar'la Hulusi High School’dan dosttular, kolay değildi aralarına katılmak. Beni niye kabullendiklerini merak ederim. Çarpıcı ölçüde zeki, yetenekli çocuklar az değildi Kolej’de, fakat Şavkar ve Hulusi bu ortamda bile çarpıcıydılar. Her okulda değişik gruplar halinde yaramaz ama derslerinde başarılı, çalışkan ama pırıltısız, zeki ama tembel, sanata ve düşünceye eğilimli çocuklar olur. Bu iki arkadaş bütün bu grupların özelliklerini taşırlardı. Not sıralamasında da birinciydiler, içki ve sigara içmekte de; okulun edebiyat dergisini hazırlamakta da önde gelirlerdi, okuldan kaçıp sinemaya gitmekte de. Şavkar tüm hergeleliklerimize katılsa ve hatta elebaşılık da etse, daha çalışkan ve disiplinli olanımızdı. Başarıları daha o zaman göze batmaya başlamıştı. Hem High School hem Kolej'de sınıf ve okul birincisiydi. Her yıl okulun tüm şiir ve edebiyat ödüllerini kazanırdı. Yüzyılın en büyük romanını yazacağından ve büyük olasılıkla da İngilizce yazacağından hiç kuşkusu yoktu. Hiç kaçırmadan okuduğumuz Memet Fuat'ın Yeni Dergi'sinde bir yazısı çıkmıştı: İlhan Berk'in bir şiirinde Eliot'ın Çorak Ülke'sinden etkilendiğini anlatıyordu. Bunun "etkilenme" değil, daha başka birşey olduğunu bugün hem Şavkar hem ben tahmin edebiliyoruz, ama o zamanlar hem genel olarak dünyanın, hem de edebiyat dünyasının daha masum, daha temiz olduğunu sanırdık.
Hulusi daha derbeder, daha çokyönlüydü, daha dolu dolu yaşardı. Parmak kadarken mahalle kaldırımlarında tebeşirle karmaşık matematik problemleri çözen bir çocuğa lise dersleri de çalışma gerektirmeyecek kadar kolay geliyordu herhalde. Herşeyi hepimizden daha ileri götürürdü. Lise 3 bitirme sınavlarından önceki gece Gayrettepe'deki evlerinde cep kanyağı içerken bilmem kaçıncı şişeyi açtığında "Yeter, sınıfta çakacağız" diye şişeyi kapıp pencereden sallamıştım. Bacak arama attığı tekme sonucu gerçekten de çakacaktım; tembellikten değil, acıdan. Durmak bilmezdi Hulusi, hiçbir zaman da öğrenemedi. Sonra hepimizden önce durdu. Kırk yaşında üç gün içinde pankreas kanserinden öldü. Geride bıraktığı tek şiir kitabını yayınlatabilmek için Şavkar'la ben hâlâ uğraşıp duruyoruz.
Şimdi o günleri düşündüğümde bazı ‘kolejli şımarık çocuk' tavırlarımız içimi ürpertiyor. Dolmuş şoförlerinin bizden çekmediği kalmamıştır. Kolejin yokuşunu iner, Bebek girişinde Taksim dolmuşu beklerken geçen dolmuşlara "Tahran!" diye bağırırdık, bazen şaşkınlıkla durur, bazen durup durmamak arasında tereddüt ederlerdi. Boğaz köprüsünün biz Lise 3'teyken tamamlanan Ortaköy ayağının yanından geçerken "Allah allah, bu da ne?" der, şoförle yolcuların tepkisini izler, cevaplarını dinlerdik. Bazen tanışmıyormuş gibi birimiz öne ikimiz arkaya oturur, ya garip tartışmalar başlatır ya kavga etmeye başlardık. Şoförün hangi nedenle kimden yana taraf tutacağını merak ederdik. Seçkin bir okulun seçkin öğrencileriydik. Sıradan insanlar bir yana, okuldaki diğer çocukların bile birçoğunu küçük görürdük biraz. Çok şükür, yaşam bu yönümüzü kısa sürede törpüledi.
En sıcak ilgiyi edebiyata karşı duymakla birlikte, üçümüz de sinema hastasıydık. Şavkar bir bülbülle bir otobüsün sesini ayırdedemeyecek kadar kulak yoksunu olup üstelik bunu müziğin sanat olmaması şeklinde teorize etmeye çalışırdı, fakat Hulusi'yle ben klasikten caza, müzikallerden popa her tür müziği heyecanla dinlerdik. Ben opera dinleyemezdim sadece, otuzlarımdan sonra o da oldu.
Pek fazla gezip tozmazdık; en çok birimizin evinde saatlerce sohbet edip içki içtiğimizi hatırlıyorum. Arada bir (ama parasızlık yüzünden istediğimizce sık değil) meyhaneye giderdik: Arnavutköy'de Yeni Güneş, Sarıyer'de Andon. Sinema dışında sürekli uğrak noktalarımız sadece kitapçılar olurdu: Beyazıt'ta Sahaflar Çarşısı, Osmanbey'de Sander, Nişantaşı'nda Nejat Yalkı. İngilizce kitap bulmak zordu o zamanlar İstanbul'da.
Bir ara ben babamın bir arkadaşının Edip Cansever'i tanıdığını öğrenmiş, çok ısrar etmiş ve bu arkadaşının babamla beni Cansever'lerle birlikte yemeğe çağırmasını sağlamıştım. Sonra birkaç kez de Edip'le Arnavutköy’de Kaptanın Yeri'nde buluştum. "Şiir yazmak istiyorsan, Türk dilinde şiir yazmış herkesi okumuş olman gerek" demişti. Lise yıllarımda Sahaflar'dan düzdüğüm Türk şiiri kütüphanesi hâlâ muazzam bir zevk verir bana: Kitapların çoğu ilk baskı, küçücük, ince karton kapaklar koptu kopacak, saman kağıdı sayfalar kırılgan; birçoğu şair tarafından elyazısıyla birine ithaf edilmiş. Bugün pırıl pırıl yepyeni bir Bütün Eserleri cildi yerine, Yerçekimil Karanfil'in o masmavi, el boyu ilk baskısını okumak çok daha keyifli nedense.
Şavkar' la Hulusi için spor yapmak düşünülmez bir angaryaydı. Bense başta futbol olmak üzere tüm sporlara meraklıydım. İlk futbol maçına ilkokuldayken büyükbabamla gitmiştim. Dolmabahçe’de Mithat Paşa Stadı yeni çimlendirilmişti sanırım, 5-6 yaşlarındaydım herhalde. Merdivenlerden çıkıp bana sonsuz gibi görünen o yeşilliği ilk gördüğümde yüreğim ağzıma gelmişti. Fenerbahçe (neden Fener'liydim acaba?) Hacettepe'yi 4-1 yenmiş, gollerden birini Mikro Mustafa atmıştı.
Bu yönümü hiç kaybetmedim. Şiire ve genel olarak sanata düşkün bir çocuktum, ama aynı zamanda hergün okulda top oynar, zaman zaman futbol ve basketbol maçlarına giderdim. Yaptığım herşeyi çok ciddiye alırdım, ama ciddiyetinin yanında hafifliğim de hiç eksik olmazdı. Şavkar ve Hulusi'yle de dosttum, top oynamak ve kız peşinde koşmaktan başka birşey düşünmeyen dostlarım da vardı. Yirmiüç yıllık örgüt yaşamımda, bazılarınca komünist olmanın gereği sanılan asık suratlı ağırbaşlılığa hiç ödün vermedim, ama kararlılığımdan kuşku duyan tek bir kişi de olmadı sanıyorum. Bir yanım ciddi, bir yanım vurdumduymaz; bir yanım evcil, bir yanım derbeder; "ben iki kişiyim, elimden gelen bu".
Kolej' deki diğer iki önemli dostum Fikret Sılay'la Osman Tümay'dı. Osman'la orta okul yıllarında komşu da olduğumuz için daha da yakındı dostluğumuz, sonra bir süre zayıflar gibi oldu, yıllar sonra yeniden alevlendi. Fikret’le orta okul yıllarında uzak dost, lisede tatil dostuyduk, sonraki yıllarda has dost olduk. Şimdi olduğu gibi o zamanlar da Fikret az konuşur, çok zaman hiç konuşmaz, dünyayı ve özellikle de insanları pek sınırlı bir ilgiyle izlermiş gibi dururdu. Bense bunun böyle olmadığını biliyordum. İnsanlara değil, ama dünyaya derin bir merak ve keskin bir zekâyla bakardı Fikret. Okulda hiçbir çevreye dahil değildi, sonra da olmadı. Derslerin tümünü anlamsız bir angarya olarak görürdü. Milli sutopçu ve yüzücüydü, yaşı geçince dalgıçlığa başladı; denizden uzak kalmamak için bir gün balık olmayı bile deneyebilir, şaşmam.
Kolej' de 3-4 hafta süren Noel ve Paskalya tatillerinde Fikret'in elebaşılığında birkaç arkadaş uzun gezilere çıkardık: Konya, Kayseri, Nevşehir, peri bacaları, Pamukkale, Alanya, Antalya. Türkiye'yi ne kadar gezmişsem o yıllarda gezmişimdir. Daha sonra İstanbul’la Kuzey Ege'den ibaret görmeye başladım Türkiye'yi çünkü. Bu gezilerden birinde, Konya'dan dönerken Adapazarı yakınlarında trenimiz demiryoluna paralel giden asfalttan raylara düşen bir otomobile çarptı, lokomotif ve ilk iki vagon devrildi, biz bulunduğumuz üçüncü vagondan çıkıp yola düştük. Bir yanımız demiryolu, bir yanımız sıradağlar, ay bulutların arkasına saklanmış: Hayatımda hiç bu denli karanlık bir gece hatırlamıyorum. Az sonra çakmaklarımızın ışığında "Mekece 12 km" tabelasını okuduk. Mekece'nin Ulan Bator'a mı, İstanbul'a mı daha yakın olduğunu hiçbirimiz bilmemekle beraber yürümeye devam edip sabaha karşı şeytanın sikiştiği bir kasabaya vardık. Tam meydana ulaştığımızda, önümüzden geçen bir otobüsün muavini arka kapıyı açıp gecenin ortasında "İstanbul ! İstanbul yolcusu var mı?" diye bağırdı. O an anladım ki hayatımda hiçbir zaman çok kötü birşey gelmeyecek başıma.
Tüm bu gezilerde içimde tam anlam veremediğim bir korku olurdu hep. Evden uzak olmak korkusu. Yıllarımı aldı bunu aşmak. Şimdi daha iyi yorumlayabiliyorum bu korkuyu: Korunmuş bir çocukluk, evhamlı bir anne insana, bilinçli veya bilinçsiz, dünyanın düşman ve korkulu bir yer olduğu hissini veriyor. Oysa, bir süre yalnız yaşadıktan sonra dünyanın ne dost ne de düşman olduğunu, kimseyi takmadığını anlıyor insan. Hem bu nedenle, hem artık ev diye düşündüğüm bir yer olmadığı için, eski korkum kalmadı; aksine, en çok seyahatlerde, yabancı şehirlerde mutlu hissediyorum kendimi. Bilmediğim sokaklarda yürür, bilmediğim kahvelerde otururken; küçük, kimliksiz otel odalarına dönerken, Neredeydim, nereye geldim!
Tüm okul hayatım boyunca bir kez ikmale kaldım. Edebiyattan! Lise 1 'de hocamız Şefik Bey sık sık bana "Sizi yine Dilberler'in önünde kanişinizi gezdirirken gördüm monşer!" derdi. Ne köpeğim kanişti oysa, ne de her Cumartesi Vali Konağı ile Rumeli Caddesi'nin köşesinde Dilberler'in önünde buluştuğu rivayet olunan ‘diskotek gençliği’ne dahildim. O zaman bunu farkedemeyen Şefik Bey sonra o sınıftan üç şair çıktığını, Şavkar'la Ali Günvar'ın yanında üçüncüsünün de ben olduğumu farketmiş midir? Hayatında ders dışında şiir okumuş mudur? Sanmam.
Türk hocaların çoğu Şefik Bey gibi olduğundan, çocukların saygısını ve sevgisini kazanmaya çalışmak yerine bu saygıyı salt hoca oldukları için zaten hakettiklerini düşündüklerinden, hiçbirini sevmez ve saymazdık. İnsanın kendinden değil de, ünvanından, yaşından, üniformasından kaynaklanan bu hak iddia ve beklentisi beni o zaman da rahatsız ederdi, bugün daha da çok ediyor. Ve Türkiye'de öylesine yaygın ki.
Amerikalı hocalarımızla ise hiyerarşik ilişkiler değil, insan ilişkileri kurmamız mümkündü. Bizleri adam yerine koydukları için, birçoğuyla dost olurduk. Tom Davis, örneğin, Ohio Üniversitesi'nde basketbol bursu ile okumuş iki metreyi aşkın bir işçi çocuğuydu. Hem bize edebiyat okutur hem de, yanlış hatırlamıyorsam, Beşiktaş'ta basket oynardı. Sabah sınıfa girer, "Sınav var bugün, soruları söylüyorum, yazın" derdi, yazardık: "Bless Their Pointed Little Heads kimin uzunçalarıdır?", "Son okuduğunuz roman hangisiydi, beğendiniz mi?" derdi. Matematik hocam Peter Barrett biz liseyi bitirdiğimizde Kolej'den ayrılıp İran'da bir okula gitmişti. Birkaç kez yazışmıştık. Benim İngiltere'deki ilk yılımda yazdığım mutsuz bir mektuba yazdığı cevapta F. Scott Fitzgerald’dan alıntılayarak "Herkesin yüreğinin derinliklerinde saat her zaman sabahın üçüdür" demişti. Bazı akşamlar birkaç arkadaş yine matematik dersi veren Grady Hobson'ın okul alanı içindeki evine gider, müzik dinler, sohbet ederdik. Bunu bir Türk hocayla yapabilmek düşünülemez birşeydi., hem hocalar hem bizler için.
Edebiyat dersinde Steinbeck'ten Kafka' ya, Pirandello'dan Camus'ye, Beckett'ten Sartre'a, Ionesco'dan Faulkner'a, yirminci yüzyıl Avrupa ve Amerika edebiyatının bütün kalburüstü isimleriyle tanıştık. Tanışmak bir yana, ben tümüne birden aşık oldum. Üniversitede edebiyat okuyacağımdan kuşkum kalmamıştı artık. Okuyamadım, o başka. Bir de, İngiltere'de okumak istediğimi çok iyi biliyordum. Niye istediğimi ise hatırlayamıyorum. Koleji bitirenler genellikle Amerikan üniversitelerine giderdi. Bizim sınıfın 110 kadar mezununun yarıya yakını, birçoğu burslu olmak üzere, Amerika'ya gitti, birçoğu hâlâ orada. Benim üstelik hem büyükbabam, hem babam Amerika'ya gitmemi istiyorlardı, ben İngiltere diye direttim. Bu diretme hayatımın en önemli dönemeçlerinden birinde ne tarafa sapacağımı tayin etti, bense niye direttiğimi hatırlamıyorum! İyi ettiğimi biliyorum ama.
Lise 3' ten mezun olduğum yaz Yeşilköy'de geçirdiğim son yaz oldu. Şavkar edebiyat okumaya Chicago'ya, İrvin Massachusetts'e gidiyordu, Osman'la Hulusi ODTÜ'yü, Fikret Boğaziçi'ni kazanmıştı. Dağılıyorduk artık. Çevremde sevdiğim ve beni seven insanların en kalabalık olduğu, akılları benimki kadar meraklı, aç ve açık olan dostlarla en yoğun etkileşim içinde olduğum dönem kapanmak üzereydi. O yaz birgün Hulusi Yeşilköy'e gelmiş, gece bizde kalacaktı. Ben ertesi hafta İngiltere’ye gidiyordum. Akşam geç saatte yürüyüşe çıktık. O sıralarda umutsuz bir sevgiyle sevdiğim Çela'ların Çınar Oteli'nin karşısındaki evinin önünden geçtik. Işık yoktu. İyi hatırlıyorum, o an herşeyi kaybetmek üzere olduğumu hissettim.
Herşeyi kaybetmedim elbet, ama neler kaybettiğimi yıllar sonra Şavkar'ın amcası Sabri Altınel dile getirdi. Harbiye'deki evinde görmeye gitmiştik onu. Şavkar'ı Türkiye'ye dönmeye ikna etmeye çalışıyordu. "İnsan", dedi, "bir kuşakla birlikte büyüdüğünü, birlikte yaşlandığını hissedebilmeli. Örneğin, X'in Gaziantep valisi olduğunu okuduğunda, X'i iyi tanısa da, tanımasa da, ‘Yahu, biz sınıf arkadaşıydık’ diyebilmeli”. Bence iyi ifade edemedi Altınel bunu ama, ben ne demek istediğini çoktan anlamıştım zaten. Ali Günvar’ın bir gün dediği gibi, “Dört bir tarafa dağılmasak çok daha yaratıcı olabilecektik belki de”.
Akşamdan bavulumu hazırlamıştım. 5 Eylül 1972 sabahı ailecek uyandık, arabayla birkaç dakikada Yeşilköy Hava Meydanı’na ulaştık. Arkamdan ağlayanlara, el sallayanlara gülümsemeye çalışarak babamla gümrükten geçtiğimizde birkaç kapı birden kapandı sanki ardımdan. Bu gülümseme hayat boyu terketmedi yüzümü. Uçak Florya’nın üzerinden geçip Marmara’nın üzerindeki bulutlara doğru yükselirken beni nelerin beklediğini değil, geride bıraktıklarımı düşünüyordum salt.
Sonraları yazdığım tüm dizeler arasında belki de en doğrusu “Artık yalnız özlemler geçerli”. Ama bağırıp çağırmadan, tepinmeden; gülümseyerek.
Roni Margulies
Not: Bu yazıda “her şey, bir şey, fark etmek, yüz yüze, ayırt etmek, terk etmek, çok yönlü” vb. gibi (artık) ayrı yazılan sözcükleri Roni birleşik olarak yazmış. Hiçbir düzeltme yapmadan olduğu gibi yazıya geçirdim. Gördüğüm iki sözcük hatası “olduğunda” yerine “olduğunde” ve “çözemediğim” yerine “çözemediğin” yazdığı sözcüktür, onlara dahi dokunmadan olduğu gibi aktardım. Sayfaları tarayıcıdan geçirerek Word dosyasına aktarmaya çalıştığımda fark ettim ki, İngilizce’de olmayan bütün (ş,ğ,ü,ı,ç gibi) harflerin geçtiği yerler sorunluydu (mesela ‘büyükbabamın’ diye yazdığı sözcük tarama sonucunda “Bilytikbabanun” olarak gözüküyordu) o nedenle baştan sona bütün satırları denetleyerek ve onun kendi “hata”lı sözcüklerine de dokunmayarak, düzeltmeler yapıp Word dosyasına yeniden yazdım. Tarama sonucu oluşan bu hataların sebebini hatırladım hemen. Windows 95 kullanmaya başlamıştı Roni ve Türkçe fontları ekleyememişti bilgisayarına. O nedenle Almanca’dan “ö,ü”, bir başka dildense “ş” gibi tek tek harfleri sanal klavye ile girerek ekliyordu yazdığı metinlere. Sonradan bu fontların nasıl ekleneceğini öğrendim, ona da anlattım ve ”nihayet halloldu be Şeref” demişti.
İSTANBUL
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar'da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Unutmak, unutmak, unutmak.
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Yine kamyonlar kavun taşır
Fakat içimde şarkı bitti.
Cahit Külebi
Roni’nin yayınlanan son yazısı “Mutlu Bitmiş Bir Göç Öyküsü”, ailesinin bir kesimi (Fred) üzerinden göçmen düşmanlığını ve göçmen düşmanlığına karşı neden kendisinin düşmanlık beslediğini anlatan, sonu mutlu biten bir göç hikâyesiydi. Ailesinin “uzak” bir parçasının, dedesinin kardeşinin hikâyesiydi.
Roni esasen “uzak” olmayan, yani yakın olan ailesinin; dedesi, büyükbabası, büyükanneleri, anne ve babası, halası, teyzesi ve ilk çocukluk zamanlarından İngiltere’ye gittiği tarihe kadarki dönemi uzun uzun ayrıntılı bir şekilde “Çocukluk bu ya!” isimli anı hikâyesinde anlatır. (Başka bir yazıda nasıl tanıştığımızı, “Çocukluk bu ya!” isimli bu yazısının bir Ankara kışının ayazı gibi nasıl yüreğime sert bir şekilde çarptığını, Roni’nin sözcüklerinin belleğimin derinliklerinde kokan çocukluk yıllarımı ve o yıllara veda edişimle nasıl örtüştüğünü anlatmaya çalışacağım). Şimdilik kısaca şunu not düşeyim; Roni, “Çocukluk bu ya!” isimli anı hikâyesi ve başka düzyazılar ve şiirlerin de içerisinde olduğu bir dosyayı, tanıştığımız 1998 yılının yaz başında, posta ile bana göndermişti. İlk başta dedesine atfen yazdığı şiiri ve hemen arkasından gelen, ailesinin hikâyesini ve on yedi yaşında İngiltere’ye gidişine kadar ki zaman diliminde yaşadığı çocukluk anılarını da anlattığı bu hikâye, beni derinden etkilemişti (neden etkilemişti, nasıl etkilemişti, bunları da anlatacağım ama bir başka yazıda). Posta ile bana ulaştırdığı bu dosyada, (evet o zamanlar ikimizde internet de kullanıyorduk ama hala posta ile iletişimin yaygın olduğu zamanlardı) ikinci sayfada “içindekiler” bölümü de hazırlanmıştı. Basıma hazır bir kitap taslağıydı elimdeki, şiirler ve düzyazıların bir arada olduğu bir kitap. Coşku ve heyecanla bir çırpıda soluksuz bir şekilde okumuştum. Bildiğim kadarıyla (ki yanılıyor da olabilirim) O dosyadaki “Çocukluk bu ya!” yazısı aynı senenin sonunda Adam Öykü dergisinde yayınlandı.
“Bağırıp çağırmadan, tepinmeden, gülümseyerek”, hava alanında yola çıktığın günden itibaren bir ömür boyu yüzünde asılı kalan o hüzünlü gülümsemeyle kucaklıyorum seni, özlemle ve hasretle Roni…
Şeref Işıldak
Hollywood oyuncuları ve yazarları, 1960’dan bu yana ilk kez daha iyi ücret ve çalışma koşulları için ortak grev kararı aldı.
Yüzlerce oyuncu ve yazar, herhangi bir düzenleme olmaksızın eserlerinin yapay zekayı eğitmek için kullanılmasından, kendi eserleriyle eğitilmiş yapay zekaya senaryo yazdırılmasından rahatsız ve mesleki varlıklarına tehdit olarak gördükleri yapay zekâ kullanımına ilişkin kısıtlama talep ediyorlar.
Bir işçi sendikası olan Amerika Yazarlar Birliği - Writers Guild of America (WGA), işçilerin yerine yapay zeka kullanımının yasaklaması için ilk ciddi adımı attı ve Sinema ve Televizyon Yapımcıları Birliği'nden (Alliance of Motion Picture and Television Producers - AMPTP) yapay zekanın kendilerine ait kaynaklardan/eserlerden faydalanarak hazırladığı eserlerle ilgili düzenleme talep etti. WGA’nın önerisinde, yapay zeka tarafından üretilen eserlerin "edebi malzeme(hikayeler, senaryolar, diyaloglar, eskizler vb." veya "kaynak malzeme(senaryonun dayandırılabileceği romanlar, oyunlar, makaleler vb." olarak kabul edilmemesi gerektiği belirtiliyor. Bu sayede bir yapay zeka programı "edebi malzeme" üretemeyecek ve projede "yazar" olarak kabul edilmeyecek.
Oyuncular Sendikası SAG-AFTRA yapay zekanın, oyuncuların ses ve görüntülerini birebir taklit etmesine ilişkin çekincelerini de dile getiriyor. SAG-AFTRA sendikasından Duncan Crabtree-Ireland, stüdyoların sanatçıların yüzlerini tarayıp "sonsuza kadar, istedikleri herhangi bir projede, rıza ve tazminat olmaksızın" kullanmak istediklerini belirtti. "Performans klonlama" konusunda benzer endişelerini dile getiren bir diğer isim de İngiliz oyuncular sendikası Equity'den Liam Budd oldu.
İngiltere yazarlar sendikası Writers' Guild of Great Britain – WGGB de yapay zeka geliştiricilerinin yazarların çalışmalarını onların izni olmadan kullanmasından ve yazarların telif haklarını ihlal ediyor olmasından şikayetçi. Konuya ilişkin yapmış oldukları açıklamada yapay zeka kullanımının artmasının yazarların iş imkanlarını azaltacağına ve yazarların ücretlerini düşüreceğine vurgu yapılıyor. WGGB, yazarların korunmasına amacıyla, yapay zeka geliştiricilerinin yazarların çalışmalarını yalnızca kendilerine açık izin verildiği takdirde kullanmaları ve hangi verilerin kullanıldığı konusunda şeffaf olmaları konularında tavsiyede bulunuyor.
Yapay zekanın bu denli hızlı gelişmesi kanuni düzenlemelerdeki eksiklikleri gün yüzüne çıkardı. DrawAnyone, DALL-E ve Snapchat gibi yapay zeka uygulamaları aracılığıyla üretilen portreler kamu malı sayılıyor ve herkes tarafından ücretsiz olarak kullanılabiliyor. Bu görüntüler telif hakkı koruması altında değil, tüm bu tartışmalar telif hakkı yasalarında önümüzdeki günlerde kaçınılmaz değişikliklerin olacağına işaret ediyor.
Duru H. Ozaner
Almanya’nın Berlin şehrinde bulunan Maksim Gorki Tiyatrosu’nun bu yıl “Gezi’nin 10. Yılı” temasıyla düzenlediği 6. Berlin Sonbahar Salonu (6. Berliner Herbstsalon) etkinlikleri 25 Mayıs’ta başladı ve 26 Haziran’a kadar sürdü. Berlin bir ay boyunca söyleşi, panel, Direniş Kütüphanesi, Gezinema Film Festivali, Queer Hafta Sonu, tiyatro oyunları, atölyeler, sergi, konser ve performanslardan oluşan 60’tan fazla özel etkinliğe ev sahipliği yaptı.
Dünyanın dört bir yanında, protestoların merkezinde çekilen ve direnişçilerin tanıklıklarını anlatan filmlere yer veren Gezinema Film Festivali, #HerYerTaksimHerYerDireniş sloganıyla düzenlendi.
Festival seçkisinde Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek (2014) ve Tornistan (2013) gibi Gezi direnişini anlatan belgesellerin yanı sıra, 2019 Şili eylemlerini, 2014 yılında Michael Brown’ın öldürülmesiyle ABD’nin Ferguson şehrinde başlayan ayaklanmayı ve 2019’da Sudan’da askeri rejime karşı gerçekleştirilen protestoları anlatan belgeseller de bulunuyordu. Brezilya’da toplu taşıma ücretlerine yapılan zamların ardından Haziran 2013’te patlak veren protestolara, aynı dönemde Türkiye’de yaşanan Gezi eylemlerinin gözünden bakan Aşk Bitti (2017) de seçkide yer alan filmlerden biriydi.
Gezi sürecinin hemen ertesine denk gelen 2013 Onur Yürüyüşü’ne de uzanarak Gezi direnişi sırasında LGBTİ hareketinin konumlanışını ve Türkiye’deki siyasi hareketlerle ilişkilenme deneyimlerini konu alan ve yeni dayanışma pratiklerinin oluşmasına vesile olan, Gezi direnişini LGBTİ aktivistlerin gözünden aktaran #direnayol adlı belgesel de Gezinema programında yer buldu.
Gezi protestolarıyla ilgili 200 yazılı eserin yer aldığı Direniş Kütüphanesi, “Gezi’den ne öğrenebiliriz?” sorusuna yanıt bulmayı amaçlayan, Gezi tutuklularının konuşmalarının ve mektuplarının da yer aldığı yedi söyleşi ve panele ev sahipliği yaparken, Queer Hafta Sonu’nda İstanbul’da yaşayan ve çocuğu LGBTİ+ bireyi olan ailelerin hikaye ve tecrübelerini anlatan Benim Çocuğum (2013) ve trans kadın Ebru’nun nefret söylemleri ve cinayetlerine karşı verdiği mücadeleyi takip eden Trans X İstanbul (2014) adlı filmler izleyicilerle buluştu. Gezi protestoları sırasında bestelenen şarkıları inceleyerek otoriter rejimler altında müzikal pratiklerin nasıl şekillendiğine ve çağdaş kentsel mekanlarda nasıl bir sese dönüştüğüne odaklanan “Direniş Şarkıları” isimli konferans da etkinliğin bu bölümünde kendine yer buldu.
Irmak Yavlal
(Sosyalist İşçi)
11 Mart 2011’de tarihin en büyük üçüncü nükleer felaketi yaşandı. Japonya’nın doğu kıyısı açıklarında şiddetli bir deprem meydana geldi ve kıyıda konuşlanmış Fukuşima Daiichi nükleer santrali önce depremi, sonra da saatler içinde gelen tsunamiyi yaşadı. Deprem, santrala ulaşan ana elektrik hattını devreden çıkardı, tsunami santrali yerle bir etti. Öyle ki tesisin jeneratörleri bile devre dışı kaldı. Santral artık elektrikten yoksundu. Reaktörler soğutulamadı. Herkes bir erime yaşanmasını ya da bunu önleyebilecek bir mucizeyi bekliyordu.
Fukuşima felaketinden geriye kalansa halen temizlenememiş bir enkaz ve bu enkazın derinlerinde durmaya devam eden, robotlar tarafından izlenmeye çalışılan – onların dahi radyasyona yenik düştüğü – olağanüstü bir radyoaktif kalıntı birikimi. Kaza sırasında kullanılmamış halde bulunan nükleer yakıt da soğutma sistemi devre dışı kalınca son derece tehlikeli bir faza geçti ve reaktörü eritti. İçeride, bir insanın maruz kalabileceği radyasyon seviyesinin yüzlerce kat fazlasına ulaşan tonlarca radyoaktif kalıntı mevcut. Buradan temizlenebilse bile nasıl imha edilebileceği halen bilinmiyor.
Netflix’in “The Days” (O Günler) adlı yeni serisi Fukuşima nükleer felaketinde yaşananları konu alıyor. Ağırlıklı olarak başroldeki karakterin, yani Santral Müdürü Masao Yoshida’nın (Koji Yakusho) kaza günlerine odaklı yarı otobiyografik romanından faydalanıldığı için, devlet yanlısı ve derinlikten yoksun dili nedeniyle, aslında birçok önemli meseleyi de ihmal eden bir yapım olduğunu söylemeden geçemeyiz. Ancak, birbirini takip eden Three Mile (ABD), Çernobil (Rusya) ve Fukuşima (Japonya) nükleer felaketleri üçgeninde incelediğimizde, bir nükleer santralin nelere mal olabileceğini apaçık ortaya serdiği de ortada.
Bu üç kazanın ilki ABD’nin Pensilvanya eyaletindeki Three Mile Adası’nda yaşandı (1979). Ülkeyi tam manasıyla bir felaketin eşiğine getiren kazada santral çekirdeği erimeye yüz tutmuşken her şeyin yolunda olduğu imajını korumak için yalan üstüne yalan söyleyen santral yetkilileri ve onların yanında yer alan devlet görevlileri ada sakinlerini haftalarca radyasyona maruz bıraktılar, gerçekleri halktan gizlediler. 2022’de bir Netflix belgeseli olarak yayımlanan “Meltdown: Three Mile Island” (Erime: Nükleer Felaketin Eşiği) bu olayı tanıkları aracılığıyla sunan izlemeye değer bir yapım.
İkincisi, hepimizin çok iyi bildiği, bazılarımızın çocukluk yıllarına tekabül eden Çernobil felaketi (1986). HBO’nun 2019’da mini dizi olarak TV’ye uyarladığı ve büyük beğeni toplayan “Chernobyl”, kazaya dair ilk gerçekçi uyarlama olarak yayınlandığında, çöküş aşamasında olan SSCB’nin yalanlara ve baskıya dayalı rejimine dair gerçekleri de önümüze seriyor ve bu nedenle felaket ile sistemin ta kendisi arasında doğru, güçlü ve derinlemesine bir bağ kurmayı başarıyordu.
Bir nükleer felaketin tanıkları arasındaysanız ve orada neler yaşandığını anlatmaya girişiyorsanız, bu felaketin politik okumasını da doğru yapmış olmanız gerekir ki “gerçek hikayeyi” ihmal etmiş olmayın. “The Days” bu açıdan zayıf bir yapım.
Nükleer felaketin yaşandığı sırada santralde görevli olan ve takip eden hafta boyunca küresel bir felaketi önlemek için canını dişine takarak çalışan insanların müthiş çabasını anlatırken etkileyici bir kurguya başvuruyor ve bir o kadar iyi olan sanat yönetmenliği nedeniyle de övülmeyi hak ediyor. Gelgelelim, ağırlıklı olarak bir mühendisin gözünden yansıtıldığından ve mühendisler tarafından kaleme alınan tarihi belgelerden faydalanıldığından olsa gerek, hiçbir detayın atlanmaması uğruna dram kalitesinden de ödün veren bir yapım olmuş. Örneğin, Chernobyl’de (HBO) ekrana yansıtılan tüm karakterleri sistemin çürümüşlüğü ışığında izlerken burada kazaya eşlik eden ya da ona sebep olan karakterlere değil kazanın kendisine getirilebilecek bilimsel açıklamalara, takip eden günlerde gerçekleştirilen insanüstü çabalara ve çok daha büyük bir felaketin nasıl önlendiğine dair bir anlatıya tanık oluyoruz.
“Uygarlığın” boyunu aşan teknoloji
Bu üç kazayı incelediğimizde, ekrana yansıtılmış olsun ya da olmasın, hepsinin ortak noktalarını görebiliriz.
Bir nükleer santralde çekirdek erimesi (en korkulan senaryo) yaşanması ihtimali, 3704 reaktör yılında 1 olarak hesaplanır, ancak sayılar yanıltıcıdır çünkü nükleer teknolojisine hakimiyetleri açısından “en iyiler” olarak bilinen ülkelerin üçünde de ölümcül sonuçlar doğuran çok büyük birer felaket yaşanmış olduğu gerçeğini gizler. Kaldı ki tek bir nükleer kaza bile küresel ölçekli, geri dönülemez sonuçlar doğurmaya yeter.
Nükleer santraller sözüm ona olgunlaşmış bir teknolojidir ama istatistiğin bize bir sayı sunmaktan öteye geçemediği bu alanda kontrol edemediğimiz bir güçle karşı karşıyayız.
Dahası, olağanüstü ölçekli yatırımlar gerektirdiği için tüm sektör özel şirketlerin elinde. Three Mile Santrali kazasında gerçekler, kazaya davetiye çıkaran şirketin kendisi tarafından gizlenirken devlet yöneticileri de toplumu değil bu şirketi ve nükleer santrallerin geleceğine yaptıkları yatırımları önceleyerek halkı yüzüstü bırakmıştı.
Fukuşima’da da benzer bir senaryo devreye girdi elbette, şirketin üst düzey yöneticileri ve politikacılar siyasi tepkilerden korktukları ve kamuoyundaki imajlarının zedelenmesinden endişe duydukları için bağlı kalınabilecek bir protokol arayışına girdiler ama ne yazık ki öyle bir protokol mevcut değildi.
İnanılmaz ama gerçek; kaza bir deprem ülkesinde gerçekleştiği halde, büyük bir deprem yaşanması ve ardından yükselebilecek bir tsunaminin elektrik hattını devreden çıkarması durumunda nasıl bir protokol izlenebileceği bile bilinmiyordu.
Üç örnekte de nedense hiç hesapta olmayan, haliyle izlenebilecek kılavuzları boşa çıkaran kazalar yaşandı, körlemesine müdahaleler gerçekleştirildi ve bunların birçoğu durumu daha da içinden çıkılmaz hale getirdi. Bilgisayar sistemleri devreden çıkıp göstergeler gerçeği yansıtmaya son verince çekirdekte neler olup bittiğinin anlaşılabilmesi için insan faktörüne başvuruldu (yoğun radyasyona maruz kalmayı kabul eden “intihar timleri”), normal şartlarda kontrol odasından yönetilebilen vanaların elle açılması gerekti, işler hep ters gitti, ölçümlerde ‘kırmızı bölgeye’ ulaşıldı, dozimetrelerin ibresi yüzlerce kilopaskal’a ulaştı, giderek kötüleşen birer kabus yaşandı.
İşte nükleerin gerçeği bu: Tüm istatistikleri, tüm vaatleri, hatta önceden hazırlanmış olsa bile kılavuzları ve protokolleri bile boşa çıkaracak tek bir felaket yeter her şeyin yerle bir olmasına.
Dördüncüsü sonumuzu getirir.
İklim krizinin giderek derinleştiği bir dönemde yaşıyoruz ve sırf bu nedenle nükleer santraller her zamankinden daha tehlikeli bir teknolojiye dönüştü. Bize bir temiz enerji çözümü gibi sunuluyor olmaları bu gerçekleri gizleyemiyor. Zaten günbegün ısınmakta olan deniz suyunu daha da ısıtan, bir noktadan sonra reaktörü soğutmaya yetmeyecek kadar ısınmış olan bu suyu kullanmaya mecbur kalacak her an patlamaya hazır bir bombanın gölgesinde yaşamayı kabul etmek, dördüncü felakete yeşil ışık yakmak olur.
Merve Dizdar’ın, Kuru Otlar Üstüne (Yön: Nuri Bilge Ceylan) filmindeki rolüyle “En İyi Kadın Oyuncu” ödülüne layık görüldüğü Cannes Film Festivali’nde bu yılın Altın Palmiye ödülü ise Justine Triet’in yönettiği Anatomy of a Fall’a gitti.
Triet, ödülü alırken yaptığı konuşmada Macron’un neoliberal politikalarını eleştirdi, kültürü ticarileştirdiklerini söyledi. Yönetmen, Fransa’daki direnişe dikkat çekerek, ülkesinde emeklilik reformuna karşı tarihi protestolar yaşandığını ancak eylemlerin “şoke edici bir biçimde” bastırıldığını da dile getirdi. Bu sözleri üzerine, tıpkı Türkiye’de Merve Dizdar’a yapılmış olduğu gibi, Macron yönetimi ve Kültür Bakanı Rima Abdul Malak tarafından hedef alındı, ülkesini suçlamakla eleştirildi.
Jüri ödülünü Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismäki'nin Ukrayna'daki savaş haberlerinin radyodan dinlendiği sevgisiz bir iş dünyasında filizlenen aşkı anlattığı Fallen Leaves alırken Cannes'ın ikinci önemli ödülü olan Büyük Ödül ise Jonathan Glazer'ın Auschwitz'in bitişiğinde yaşayan Alman bir aileyi konu aldığı tüyler ürpertici Martin Amis uyarlaması The Zone of Interest’e gitti.
Festivalin politik tonu
1968’de, toplumsal meselelerin filmlerde yeterince tartışılmadığına ve Cannes’ın bir balonun içinde yaşamaya alışmış olduğuna dikkat çeken Jean-Luc Godard, "Ben size işçilerle ve öğrencilerle dayanışmadan bahsediyorum, siz bana çekimlerimden, yakın planlardan bahsediyorsunuz” diyordu; “Ahmaksınız!"
Bu yıl Cannes'ın gündeminde kadınlara yönelik şiddeti, gezegendeki ekolojik krizleri, Ukrayna savaşını ve kapitalizmin varlıklı azınlığını hedef alan pek çok tartışma vardı. Örneğin, festivalin açılış gösteriminde Maiwenn Le Besco'nun yönettiği, Johnny Depp'in başroldüne yer aldığı Jeanne du Barry filmiyle yapıldı ve filmin kendisinden çok, eski eşi Amber Heard'e aile içi şiddette bulunmuş olmakla suçlanan, üstüne bir de Heard’e karşı dava açan Depp tartışıldı. Ünlü oyuncu Jane Fonda ise Trier’e Altın Palmiye’yi vermek üzere sahneye çıktığında "İlk kez 1963'te gelmiştim," dedi; "Festival o zamanlar daha küçüktü. O zamanlar yarışan hiç kadın yönetmen yoktu ve bunda bir yanlışlık olduğu aklımıza bile gelmemişti. Uzun bir yol kat ettik ama daha gidecek çok yolumuz var."
Bu yılın yarışma dışı filminin (Killers Of The Flower Moon) yönetmeni Martin Scorsese ise Taxi Driver ile kazandığı Altın Palmiye'den 47 yıl sonra Cannes'a geri döndü ve Rusya'nın saldırısına uğrayan Ukrayna'ya desteğini dile getirdiği konuşmasında ifade özgürlüğünü de savundu. Aktörler Leonardo DiCaprio, Robert De Niro ve Lily Gladstone'un yanı sıra Scorsese'ye filmde konu alınan Osage halkının şefi Geoffrey Standing Bear da katıldı. Standing Bear, "Halkım büyük acılar çekti ve bugün bile bunun etkilerini yaşıyoruz" dedi; "Martin Scorsese ve ekibi güveni yeniden tesis etti ve biz bu güvene ihanet edilmeyeceğini biliyoruz."
Merve Dizdar’a yöneltilen sözlü şiddet
Nuri Bilge Ceylan'ın Doğu Anadolu'da geçen filmi, genç bir kadın öğrencisi tarafından tacizle suçlanan Samet (Deniz Celiloğlu) ve kendisi gibi bir öğretmen olan arkadaşı Nuray’ın (Merve Dizdar) ilişkilerini konu alıyor.
Dizdar, ödül töreninde yaptığı konuşmanın hedef gösterilmesinin ardından bir açıklama yaparak şunları söyledi; "Doğduğum ülke, buradaki kadınlar, hepimizin bir mücadelesi var, bu burada ve dünyanın her yerinde mevcut. Kadın olmanın ne kadar zor olduğunu biliyoruz ve ben de bunun hakkında bir konuşma yaptım."
Ödülünü alırken yaptığı konuşmasında ise şöyle diyordu Dizdar; "Filmde canlandırdığım Nuray karakteri inandığı şeyler ve varoluşu için mücadele veren ve bu uğurda bedeller ödemek zorunda bırakılmış bir kadın. Onu tanımak ve anlamak için uzun uzun çalışmak isterdim ama ne yazık ki yaşadığım coğrafyada bir kadın olmak Nuray’ın ve Nurayların duygusunu doğduğum günden beri ezbere bilmeyi gerektiriyor. Ödülü Nuray ve onun gibi kadınların mücadelesine güç verebilmek için, kendine layık görülenlere boyun eğmeyip eyleme geçen, bu uğurda her şeyi göze alan ve ne olursa olsun umut etmekten vazgeçmeyen tüm kız kardeşlerime ve Türkiye’de hak ettiği güzel günleri yaşamayı bekleyen tüm mücadeleci ruhlara armağan ediyorum."
Oyuncu, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkan Yardımcısı İbrahim Uslu’nun da aralarında yer aldığı bir grup tarafından hedef alındı; kadının güçlenmesinden korkan ve onu sadece anneliği üzerinden tanımlayan; şiddete, tacize ve her fırsatta istismara başvuran, “kadınları sahiplendirmek” isteyenleri meclise sokan kadın ve LGBTİ+ düşmanı AKP-MHP ve beraberindekiler tarafından sözlü şiddete maruz bırakıldı, ülkeyi “Batı’ya şikayet etmek”le suçlandı.
Kadın cinayetlerini durduramayan, çocuk istismarını ve kadına şiddeti teşvik edenler tarafından hedef alınan Dizdar'a yönelik linç kampanyasını kınayan İnsanlık Hakları Derneği’nin (İHD) yaptığı açıklamada şu ifadeler yer aldı; "Bu linç kampanyasına katılanlara ve ülkeyi yönetenlere soruyoruz; gerçeklerin üzerini örterken kadın cinayetlerini çocuk istismarını meşrulaştırdığınızın, yen içinde bırakmaya çalıştığınızın kadınların ve çocukların hayatı olduğunun farkında mısınız?"
Efsanevi rock ikonu Tina Turner (1939-2023) uzun bir hastalık döneminin ardından 83 yaşında hayatını kaybetti. 1980'lerin süperstarı Tina Turner, 1982'de San Francisco'da düzenlenen ilk Eşcinsel Oyunlarında sahne almıştı.
Turner, yarım asırlık müzik kariyerine 1950'lerin sonuna doğru müstakbel kocası Ike Turner'ın (1931-2007) grubunda başladı. Ike Turner ona Tina Turner sahne adını verdi. İkili, 1960'ların sonuna doğru "River Deep - Mountain High" (1966) gibi hit şarkılarla ve Rolling Stones'un açılış grubu olarak dünya çapında tanındı.
Turner, son yıllarda verdiği röportajlarda Ike Turner ile olan evliliğinde maruz kaldığı istismarı ve şiddeti defalarca anlattı. 2018'de yayımlanan biyografisi My Love Story'de, "Ike ile ilişkim, onun para makinesi olacağımı anladığı günden itibaren bir felakete dönüşmeye mahkûmdu" diye yazıyordu. "Onu asla terk edememem için, üzerimde büyük bir ekonomik ve psikolojik baskı kurdu."
Ike Turner'dan ayrıldıktan ve boşandıktan sonra Tina Turner 1980'lerde solo bir sanatçı olarak büyük başarı elde etti. 1984 yılında çıkardığı "Private Dancer" albümünde mega hit "What's Love Got to Do With It" yer aldı ve 1985 yılında üç Grammy Ödülü kazandı. "The Best" ve "We Don't Need Another Hero" gibi diğer hitler de on yıl boyunca onu takip etti.
İlk Eşcinsel Oyunlarına katılımı
İlham verici hikâyesiyle Tina Turner LGBTİ+ toplumunun ikonlarından biri haline geldi. Başka pek çok ünlünün başını çevirdiği yıllarda açık bir LGBTİ+ destekçisi olan Turner, San Francisco'da 1982 yılında düzenlenen ilk Eşcinsel Oyunları'nın açılış töreninde sahne aldı.
Turner, eşcinsel evliliğin yasalar nezdinde tanınması için de mücadele verdi. Birleşik Krallık'ta yasallaşmasından 13 yıl, ABD'de tanınmasından 15 yıl önce, diğer müzik efsanelerinin büyük kısmı henüz başlarını çevirirken, bu konuda sesini yükseltti. İlk Eşcinsel Oyunları’ndan yaklaşık 20 yıl sonra, 2000 yılında, queer yayın The Advocate’a verdiği bir röportajda, eşcinsel evliliği “harika bir şey” olarak tanımlayarak, LGBTİ+ toplumuna bir kez daha destek sözü verdi.
Turner'ın uzun kariyeri boyunca 200 milyondan fazla albüm sattığı tahmin ediliyor. 1988 yılında Rio de Janeiro'daki Maracanã Stadyumu'nda 180.000 kişinin önünde konser verdi. Turner, 2008 ve 2009'da başarılı bir dünya turnesinin ardından müzik sektöründen emekli oldu. 2013 yılında uzun süredir birlikte olduğu Erwin Bach ile evlendi.
“Erkekler ya da kıyafetler hakkında konuşmazdık hiç. Her daim Marx, Lenin ve devrimdi meselemiz.”
– Nina Simone
Simone'un modayı değil 'Marx, Lenin ve devrimi' tartışmakla ilgili bu sözleri onun sivil haklar aktivisti ve bir müzisyen olarak öne çıkan hikayesinin ötesine uzanan siyasi yaşamı hakkında bir fikir edinmemizi sağlıyor. İki siyah kadın arasında geçen, ürettikleri eserler ve bu eserlerin toplumlarını nasıl özgürleştireceği hakkındaki bu ‘kadınca sohbetlerin' diğer öznesi ise dostu ve oyun yazarı Lorraine Hansberry idi.
Hansberry'nin henüz 34 yaşındayken trajik bir şekilde pankreas kanserine yenik düşmesinin ardından Simone, dostu için, onun otobiyografik oyunu “Young, Gifted and Black”e [Genç, Yetenekli ve Siyah] atıfta bulunan bir şarkı besteledi. Onların dostluğu ve yoldaşlığı, politize olmuş siyah kadınlar arasında geçen koyu sohbetlerin ilham verme gücüne dair harika bir örnek sunar. Bu sohbetler erkeklerin dik bakışlarından ve beyazlardan uzakta gerçekleşiyordu; siyah kadınların siyasi görüşlerini ya marjinalleştiren ya da hafifseyen kitlesel harekete yeniden giriş yapmaya hazırlanırken soluklandıkları bir tür enerji birikimi alanlarıydı bunlar.
Nina Simone'un ‘hafifsendiğini’ söylemek saçma olur. Nitekim, yirminci yüzyılın en ünlü müzisyenlerinden biridir. Siyasi içerikli şarkıları üzerine bir makale, biyografi ya da analiz daha kaleme almaya gerek yok. Lakin, Simone'un siyasi yaşamının bizlere kimler tarafından ve nasıl anlatıldığına; bu anlatıya neleri dahil etmeyi seçtiklerine ve hangi kısımlarını ‘hafifsediklerine’ bakabiliriz.
Simone'dan sıklıkla bir sivil haklar aktivisti olarak bahsedilir ve öyleydi de. Ancak zamanın sivil haklar hareketi, özgürleşmenin nasıl olacağına dair pek çok farklı siyasi görüş barındırıyordu. Örneğin, NAACP (Siyahların Gelişmesi İçin Ulusal Birlik) gibi bazı örgütler yalnızca Afro-Amerikalı orta sınıfa faydalı olabileceği için eleştirilen liberal reformlar talep ediyordu. Milliyetçi siyahlar ise ekonomik bağımsızlıklarını arıyor ve ırkçı beyaz Amerika'dan ayrılacak yeni bir Siyah devleti kurmayı istiyorlardı ama bu yeni devletin kapitalizmin siyahı olmanın ötesine geçip geçemeyeceği de belirsizliğini korumaktaydı. Haliyle, tüm sivil haklar aktivistlerinin dostlarıyla bir araya geldiklerinde Marx’tan ya da Lenin'den bahsettikleri söylenemezdi.
Sesini müziği ve performansıyla duyurmayı seçen, bunu nasıl yapacağını çok iyi bilen müthiş derecede zeki, yetenekli ve harikulade bir kadın söz konusu olduğunda, bunun öylesine edilmiş bir söz değil gerçek bir niyet beyanı olduğunu anlıyoruz. Simone bize bir komünist, bir yoldaş ve bir devrimci olduğunu fısıldıyordu.
Tıpkı beyaz komünist folk müzisyeni Phil Ochs'un “Love Me I'm a Liberal” [Sev Beni, Ne de Olsa Bir Liberalim] adlı şarkısında nüktedan bir tarzda dile getirdiği gibi, sol politik fikirlerle öne çıkan kimi siyah kadın sanatçılar ve bilhassa da müzisyenler, beyaz dinleyicilerinin konforlu alanına sirayet edebilecekleri daha az radikal ve daha tehlikesiz bir biçime dönüştürülmek zorunda kalıyorlardı. Liberal beyazlar da sivil haklar mitinglerine gidebilir, diyordu Ochs, “ama onlara devrimden bahsetmeyin, bu biraz aşırıya kaçmak olur”.
Lakin, Simone o duvarı da aşmak istedi. Eylül 1963'te beyazların üstünlüğünü savunanlar tarafından gerçekleştirilen, yaşları 11 ila 14 arasında değişen dört siyah genç kadının katledildiği terör saldırısına (16. Cadde’deki Baptist Kilisesinin bombalanması) cevaben yazdığı “Mississippi Goddam”de [Mississippi Bedduası] şöyle söylüyordu:
‘Bunun komünistlerin kumpası olduğunu ima etmeye çalışıyorlar
Oysa tek derdim eşitliktir
Kız kardeşim, erkek kardeşim için, halkım için, kendim için’
Bu satırlar, eşitlikten bahsetmenin komünizmle ve 'Amerikan karşıtlığı' ile bir tutulduğu McCarthyci 'kızıl tehlikeye’ verilmiş bir yanıt olarak okunabilir. Diğer yandan, Hansberry ile yaptığı ‘kadın kadına sohbetler' ve James Baldwin, Stokely Carmicheal ya da Langston Hughes gibi sosyalist aktivistlerin de yer aldığı arkadaş çevresinin politik tutumları ışığında okunursa, siyasi bir açıklama niteliğinde olduğu da anlaşılabilir. Simone solda yürüyordu, çünkü bunu eşitliğe uzanan yegane yol olarak görüyordu: ırkçı devlet aygıtını teskin etmeye yönelik 'ihtiyatlı olalım’ reformları bir seçenek dahi olamazdı.
Sözleri Langston Hughes'un Simone için yazdığı bir şiirden gelen “Backlash Blues” [Beyaz Tepkimeye Blues] adlı şarkısındaysa enternasyonal sosyalizmin dışavurumunu görürüz:
‘Gel gör ki büyüktür dünya
Büyük, muhteşem ve yuvarlak
Ve benim gibileriyle doludur
Siyah, sarı, soluk ya da kahve.’
Hughes'un kaleme aldığı son eserlerinden biri olan şiirde Vietnam gerçeğinden ve bu emperyalist savaşa gönderilmiş Afro-Amerikalı erkeklerin 'kendi evlerinde' ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmelerinden bahsediliyor. Simone dinleyiciye, kendisinin ve 'Bay Backlash'in [Bay Beyaz Tepkisi] birçok enkarnasyonu tarafından ezilen tüm ırksallaştırılmış grupların aslında küresel çoğunluk durumunda olduklarını söyler – ve aynı zamanda, Kara Panterler gibi bazı örgütlerin Amerikan emperyalizminin etkilerinden mustarip bir dünyanın dört bir yanındaki ezilenlerle enternasyonal bir birlik kurmaya çalıştıkları o siyasi süreci de yansıtır.
Hiç şüphe yok ki siyah ABD solunun siyasi tarihi, Simone'un çalışmalarının bağlamsallaştırılması adına büyük önem taşır, ancak ben tekrar Simone ve Hansberry arasında geçen o sohbetlere dönmek istiyorum. Simone dinleyen siyah bir kadın, bir sosyalist, feminist ve müzisyen olarak benim duyduğum, radikal solcu siyah kadınlar arasında geçen bu çok özel ve samimi sohbetlerin kendisini müziğinde de gösterdiğidir. Örneğin, 'Four Women'a [Dört Kadın] bakalım. Feminist marşlarından biri olarak kabul edilmiş bu şarkı, siyah kadınların kendilerine dayatılan sınıfsal roller ve toplumsal cinsiyet rolleriyle kısıtlandıkları basmakalıp kadınlığı anlatıyor: anne, talihsiz melez, seks işçisi ve öfkeli siyah kadın.
Kanımca bu şarkı, köleliğin ve onun mirasının günümüz siyah kadını üzerindeki etkilerinin sıradan bir analizi olmanın çok ötesindedir. Çünkü Hansberry ve Simone'un hem kendi hayatları hem de diğer siyah kadınların hayatları hakkında konuşurken ırk, toplumsal cinsiyet ve sınıfı kapsayan Marksist analize başvurduklarını anlıyorum; kapitalizmin ve ırkçılığın el ele verip şarkıdaki kadınların (Sarah Teyze, Saffronia, Tatlı Şey ve Fıstık) hayatlarını, yani kendilerini sürekli mücadele etmek, hayatta kalmak ve direnmek zorunda bulan tüm siyah kadınların hayatlarını bu kalıplara nasıl soktuğundan bahsediyorlardı.
Simone, müziğini dinleme zevki geliştirebilmiş herkese özgürlük, eşitlik, adalet ve kurtuluş mesajı getiren başyapıtların mahir yaratıcısıydı. Onu bir sivil haklar aktivisti olarak sunmak da hatalı bir yaklaşım olur, çünkü Simone bir devrimciydi. Marx ve Lenin'in eserlerini okumuş, bu devrimci pratiği bugün de yankılanmaya devam edecek müziğine taşımayı başarmış olağanüstü bir kadındı.
Chardine Taylor-Stone
Çeviri: Tuna Emren