Otoriter rejimlerin doğası üzerine hiciv ve gerçekçilik

Tina Turner: LGBTİ+ destekçisi süperstar

Efsanevi rock ikonu Tina Turner (1939-2023) uzun bir hastalık döneminin ardından 83 yaşında hayatını kaybetti. 1980'lerin süperstarı Tina Turner, 1982'de San Francisco'da düzenlenen ilk Eşcinsel Oyunlarında sahne almıştı. Turner, yarım asırlık müzik kariyerine 1950'lerin sonuna doğru müstakbel kocası Ike Turner'ın (1931-2007) grubunda başladı. Ike Turner ona Tina Turner sahne adını verdi. İkili, 1960'ların sonuna doğru "River Deep - Mountain High" (1966) gibi hit şarkılarla ve Rolling Stones'un açılış grubu olarak dünya çapında tanındı. Turner, son yıllarda verdiği röportajlarda Ike Turner ile olan evliliğinde maruz kaldığı istismarı ve şiddeti defalarca anlattı. 2018'de yayımlanan biyografisi My Love Story'de, "Ike ile ilişkim, onun para makinesi olacağımı anladığı günden itibaren bir felakete dönüşmeye mahkûmdu" diye yazıyordu. "Onu asla terk edememem için, üzerimde büyük bir ekonomik ve psikolojik baskı kurdu." Ike Turner'dan ayrıldıktan ve boşandıktan sonra Tina Turner 1980'lerde solo bir sanatçı olarak büyük başarı elde etti. 1984 yılında çıkardığı "Private Dancer" albümünde mega hit "What's Love Got to Do With It" yer aldı ve 1985 yılında üç Grammy Ödülü kazandı. "The Best" ve "We Don't Need Another Hero" gibi diğer hitler de on yıl boyunca onu takip etti. İlk Eşcinsel Oyunlarına katılımı İlham verici hikâyesiyle Tina Turner LGBTİ+ toplumunun ikonlarından biri haline geldi. Başka pek çok ünlünün başını çevirdiği yıllarda açık bir LGBTİ+ destekçisi olan Turner, San Francisco'da 1982 yılında düzenlenen ilk Eşcinsel Oyunları'nın açılış töreninde sahne aldı. Turner, eşcinsel evliliğin yasalar nezdinde tanınması için de mücadele verdi. Birleşik Krallık'ta yasallaşmasından 13 yıl, ABD'de tanınmasından 15 yıl önce, diğer müzik efsanelerinin büyük kısmı henüz başlarını çevirirken, bu konuda sesini yükseltti. İlk Eşcinsel Oyunları’ndan yaklaşık 20 yıl sonra, 2000 yılında, queer yayın The Advocate’a verdiği bir röportajda, eşcinsel evliliği “harika bir şey” olarak tanımlayarak, LGBTİ+ toplumuna bir kez daha destek sözü verdi. Turner'ın uzun kariyeri boyunca 200 milyondan fazla albüm sattığı tahmin ediliyor. 1988 yılında Rio de Janeiro'daki Maracanã Stadyumu'nda 180.000 kişinin önünde konser verdi. Turner, 2008 ve 2009'da başarılı bir dünya turnesinin ardından müzik sektöründen emekli oldu. 2013 yılında uzun süredir birlikte olduğu Erwin Bach ile evlendi. 

Nina Simone'un radikal duruşu

“Erkekler ya da kıyafetler hakkında konuşmazdık hiç. Her daim Marx, Lenin ve devrimdi meselemiz.” – Nina Simone Simone'un modayı değil 'Marx, Lenin ve devrimi' tartışmakla ilgili bu sözleri onun sivil haklar aktivisti ve bir müzisyen olarak öne çıkan hikayesinin ötesine uzanan siyasi yaşamı hakkında bir fikir edinmemizi sağlıyor. İki siyah kadın arasında geçen, ürettikleri eserler ve bu eserlerin toplumlarını nasıl özgürleştireceği hakkındaki bu ‘kadınca sohbetlerin' diğer öznesi ise dostu ve oyun yazarı Lorraine Hansberry idi. Hansberry'nin henüz 34 yaşındayken trajik bir şekilde pankreas kanserine yenik düşmesinin ardından Simone, dostu için, onun otobiyografik oyunu “Young, Gifted and Black”e [Genç, Yetenekli ve Siyah] atıfta bulunan bir şarkı besteledi. Onların dostluğu ve yoldaşlığı, politize olmuş siyah kadınlar arasında geçen koyu sohbetlerin ilham verme gücüne dair harika bir örnek sunar. Bu sohbetler erkeklerin dik bakışlarından ve beyazlardan uzakta gerçekleşiyordu; siyah kadınların siyasi görüşlerini ya marjinalleştiren ya da hafifseyen kitlesel harekete yeniden giriş yapmaya hazırlanırken soluklandıkları bir tür enerji birikimi alanlarıydı bunlar. Nina Simone'un ‘hafifsendiğini’ söylemek saçma olur. Nitekim, yirminci yüzyılın en ünlü müzisyenlerinden biridir. Siyasi içerikli şarkıları üzerine bir makale, biyografi ya da analiz daha kaleme almaya gerek yok. Lakin, Simone'un siyasi yaşamının bizlere kimler tarafından ve nasıl anlatıldığına; bu anlatıya neleri dahil etmeyi seçtiklerine ve hangi kısımlarını ‘hafifsediklerine’ bakabiliriz. Simone'dan sıklıkla bir sivil haklar aktivisti olarak bahsedilir ve öyleydi de. Ancak zamanın sivil haklar hareketi, özgürleşmenin nasıl olacağına dair pek çok farklı siyasi görüş barındırıyordu. Örneğin, NAACP (Siyahların Gelişmesi İçin Ulusal Birlik) gibi bazı örgütler yalnızca Afro-Amerikalı orta sınıfa faydalı olabileceği için eleştirilen liberal reformlar talep ediyordu. Milliyetçi siyahlar ise ekonomik bağımsızlıklarını arıyor ve ırkçı beyaz Amerika'dan ayrılacak yeni bir Siyah devleti kurmayı istiyorlardı ama bu yeni devletin kapitalizmin siyahı olmanın ötesine geçip geçemeyeceği de belirsizliğini korumaktaydı. Haliyle, tüm sivil haklar aktivistlerinin dostlarıyla bir araya geldiklerinde Marx’tan ya da Lenin'den bahsettikleri söylenemezdi. Sesini müziği ve performansıyla duyurmayı seçen, bunu nasıl yapacağını çok iyi bilen müthiş derecede zeki, yetenekli ve harikulade bir kadın söz konusu olduğunda, bunun öylesine edilmiş bir söz değil gerçek bir niyet beyanı olduğunu anlıyoruz. Simone bize bir komünist, bir yoldaş ve bir devrimci olduğunu fısıldıyordu. Tıpkı beyaz komünist folk müzisyeni Phil Ochs'un “Love Me I'm a Liberal” [Sev Beni, Ne de Olsa Bir Liberalim] adlı şarkısında nüktedan bir tarzda dile getirdiği gibi, sol politik fikirlerle öne çıkan kimi siyah kadın sanatçılar ve bilhassa da müzisyenler, beyaz dinleyicilerinin konforlu alanına sirayet edebilecekleri daha az radikal ve daha tehlikesiz bir biçime dönüştürülmek zorunda kalıyorlardı. Liberal beyazlar da sivil haklar mitinglerine gidebilir, diyordu Ochs, “ama onlara devrimden bahsetmeyin, bu biraz aşırıya kaçmak olur”. Lakin, Simone o duvarı da aşmak istedi. Eylül 1963'te beyazların üstünlüğünü savunanlar tarafından gerçekleştirilen, yaşları 11 ila 14 arasında değişen dört siyah genç kadının katledildiği terör saldırısına (16. Cadde’deki Baptist Kilisesinin bombalanması) cevaben yazdığı “Mississippi Goddam”de [Mississippi Bedduası] şöyle söylüyordu: ‘Bunun komünistlerin kumpası olduğunu ima etmeye çalışıyorlar Oysa tek derdim eşitliktir Kız kardeşim, erkek kardeşim için, halkım için, kendim için’ Bu satırlar, eşitlikten bahsetmenin komünizmle ve 'Amerikan karşıtlığı' ile bir tutulduğu McCarthyci 'kızıl tehlikeye’ verilmiş bir yanıt olarak okunabilir. Diğer yandan, Hansberry ile yaptığı ‘kadın kadına sohbetler' ve James Baldwin, Stokely Carmicheal ya da Langston Hughes gibi sosyalist aktivistlerin de yer aldığı arkadaş çevresinin politik tutumları ışığında okunursa, siyasi bir açıklama niteliğinde olduğu da anlaşılabilir. Simone solda yürüyordu, çünkü bunu eşitliğe uzanan yegane yol olarak görüyordu: ırkçı devlet aygıtını teskin etmeye yönelik 'ihtiyatlı olalım’ reformları bir seçenek dahi olamazdı. Sözleri Langston Hughes'un Simone için yazdığı bir şiirden gelen “Backlash Blues” [Beyaz Tepkimeye Blues] adlı şarkısındaysa enternasyonal sosyalizmin dışavurumunu görürüz: ‘Gel gör ki büyüktür dünya Büyük, muhteşem ve yuvarlak Ve benim gibileriyle doludur Siyah, sarı, soluk ya da kahve.’ Hughes'un kaleme aldığı son eserlerinden biri olan şiirde Vietnam gerçeğinden ve bu emperyalist savaşa gönderilmiş Afro-Amerikalı erkeklerin 'kendi evlerinde' ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmelerinden bahsediliyor. Simone dinleyiciye, kendisinin ve 'Bay Backlash'in [Bay Beyaz Tepkisi] birçok enkarnasyonu tarafından ezilen tüm ırksallaştırılmış grupların aslında küresel çoğunluk durumunda olduklarını söyler – ve aynı zamanda, Kara Panterler gibi bazı örgütlerin Amerikan emperyalizminin etkilerinden mustarip bir dünyanın dört bir yanındaki ezilenlerle enternasyonal bir birlik kurmaya çalıştıkları o siyasi süreci de yansıtır. Hiç şüphe yok ki siyah ABD solunun siyasi tarihi, Simone'un çalışmalarının bağlamsallaştırılması adına büyük önem taşır, ancak ben tekrar Simone ve Hansberry arasında geçen o sohbetlere dönmek istiyorum. Simone dinleyen siyah bir kadın, bir sosyalist, feminist ve müzisyen olarak benim duyduğum, radikal solcu siyah kadınlar arasında geçen bu çok özel ve samimi sohbetlerin kendisini müziğinde de gösterdiğidir. Örneğin, 'Four Women'a [Dört Kadın] bakalım. Feminist marşlarından biri olarak kabul edilmiş bu şarkı, siyah kadınların kendilerine dayatılan sınıfsal roller ve toplumsal cinsiyet rolleriyle kısıtlandıkları basmakalıp kadınlığı anlatıyor: anne, talihsiz melez, seks işçisi ve öfkeli siyah kadın. Kanımca bu şarkı, köleliğin ve onun mirasının günümüz siyah kadını üzerindeki etkilerinin sıradan bir analizi olmanın çok ötesindedir. Çünkü Hansberry ve Simone'un hem kendi hayatları hem de diğer siyah kadınların hayatları hakkında konuşurken ırk, toplumsal cinsiyet ve sınıfı kapsayan Marksist analize başvurduklarını anlıyorum; kapitalizmin ve ırkçılığın el ele verip şarkıdaki kadınların (Sarah Teyze, Saffronia, Tatlı Şey ve Fıstık) hayatlarını, yani kendilerini sürekli mücadele etmek, hayatta kalmak ve direnmek zorunda bulan tüm siyah kadınların hayatlarını bu kalıplara nasıl soktuğundan bahsediyorlardı. Simone, müziğini dinleme zevki geliştirebilmiş herkese özgürlük, eşitlik, adalet ve kurtuluş mesajı getiren başyapıtların mahir yaratıcısıydı. Onu bir sivil haklar aktivisti olarak sunmak da hatalı bir yaklaşım olur, çünkü Simone bir devrimciydi. Marx ve Lenin'in eserlerini okumuş, bu devrimci pratiği bugün de yankılanmaya devam edecek müziğine taşımayı başarmış olağanüstü bir kadındı. Chardine Taylor-Stone Çeviri: Tuna Emren

Soykırım kurbanı Sosyalist bir tiyatrocu: Yenovk Şahen

Geçtiğimiz 24 Nisan beni 1915’in kurbanlarından sosyalist bir tiyatrocuyla tanıştırdı: Asıl adı Yenovk İbranosyan olan ancak sahnedeki adıyla tanınan, Taşnaksutyun[1] üyesi Yenovk Şahen. Yazıya başlarken sonuna bir gönderme yapıp Nişan Beşiktaşlıyan’ın 1969’da kaleme aldığı Tiyatro Simaları isimli çalışmasından şu satırları aktarmak istiyorum: “Şahitlerin söylediğine göre tutukluluk ve sürgün günlerinde Yenovk içlerinde en mutlu, hayat dolu ve nükteli olanıydı. Hareketli mizacından, iyimser bakış açısından ya da belki de öngörü eksikliğinden kaynaklanıyor olacak ki sürgüne giderken adeta düğüne gider gibi mutluydu.” Yenovk üzerine yaptığım okumalar sonunda kişiliğine ayna tutan en net ifadelerin bunlar olduğuna karar verdim. Bu satırlar Yenovk’un kısa yaşamının en öz ifadesi bence. Ermenilerin Osmanlı toplumunda önemli bir sosyoekonomik gücü oluşturduğu ve buna ek olarak, Osmanlı’daki kültürel ve sanatsal yaşamdaki ağırlıkları dolayısıyla sanata ve sosyo-kültürel alana katkılarının da büyük olduğu bilinmektedir. Bu anlamıyla 1915’te yaşanan trajedi sadece bu toprakların kadim halklarından birine karşı işlenen bir suç değil aynı zamanda içinde yaşanılan toplumun kültürel birikiminin çok önemli bir kısmının da tasfiyesidir. Taner Akçam, İstanbul’da bir gecede 200 Ermeni aydınının tutuklandığı 24 Nisan 1915 için “Ermeni Soykırımı bir ‘aydın kırımı’ olarak başlamıştır”[2] tespitinde bulunuyor. Dönemin modern dünya algısının önemli parçalarından biri olan tiyatronun Türkiye’deki önde gelen temsilcileri Ermenilerdir. Yazının kahramanı bir tiyatrocuysa Ermeni aydınlarla birlikte yok edilen kültürel birikimin tiyatro cephesine kısaca bakmak ve bazı değerli adımların altını çizmek anlamlı olacaktır. 1820’lerde Düzyan ailesinin Kuruçeşme’deki yalısında Ermeni gençler tarafından ilk temsillerin verilmesi Osmanlı’daki Batı tarzı tiyatronun başlangıcı olarak kabul edilebilir. 1859 yılında Altunduri Arekel Efendi şimdiki Tokatlıyan binasını kiralayıp “Şark Tiyatrosu” adıyla bilinen ilk profesyonel Ermeni tiyatrosunu kurmuştur. Ekşiyan, Çamaşırcıyan ve Mağakyan aynı yıllarda ilk kez kadın kılığında sahneye çıkan Mardiros Mınakyan, 1856’da sahneye çıkan ilk profesyonel Ermeni kadın oyuncu Fanni (Ağavni Hamoyan), Tovmas Fasulyeciyan, Bedros Aramyan, Mardiros Mınakyan, Serovpe Benliyan, Kurken Trentz ve Acemyan bu alanın öncü sanatçılarıydı. “Şark Tiyatrosu”nda amatör bir oyuncu olarak birkaç oyunda rol alan Hagop Vartovyan ya da daha bilinen adıyla Güllü Agop da bunlar arasındadır. Güllü Agop, Osmanlı Türkiye tiyatrosunun kurucusu ve en önemli geliştiricisi olacaktır. “Şark Tiyatrosu”nun kapanmasından sonra Güllü Agop, 1867 yılında Gedikpaşa sirkini kiralayıp bir tiyatroya dönüştürmüştür ve bir grup genç oyuncuyla birlikte Osmanlı Tiyatrosu’nu kurmuşlardır. “Osmanlı Tiyatrosu”nun kuruluşu Batı tarzı Türkiye tiyatrosu açısından da bir dönüm noktasıdır. Vartovyan’ın “Osmanlı Tiyatrosu”ndan önce kimse Türkçe oyunlar oynamayı denememiştir. Ancak ne trajiktir ki, 1920 yılından itibaren Ankara’da şekillenmeye başlayan yeni devlet Ermenice tiyatro yapmaya fiili bir yasak koymuştur. Koyulan bu yasak İttihat ve Terakki’den devralınan “Ulus Devlet” yaratma fikrinin yansımalarından biridir ve ruh olarak 1915’in devamıdır. Ermeniler kurucusu oldukları tiyatronun dışına itilmiştir. Hatta daha da trajik olarak, cumhuriyet döneminin ilk yıllarında kurucu irade tarafından bu toprakların çok kültürlülüğünün, çok kimlikliliğinin inkârının araçlarından biri haline getirilmiştir tiyatro. Bu topraklara kendilerinin taşıdığı, kendilerinin inşa ettiği tiyatro fikri gün gelmiş onların inkarının etkili bir aracı haline getirilmiştir. İttihat ve Terakki ve devamında Kemalist iktidar “milli burjuva” yaratma hedefiyle sermayenin Türkleştirilmesi eylemini hayata geçirirken bu topraklardaki burjuva kültürel birikimin tasfiyesine imza atmışlardır. Çünkü şu acı bir gerçektir ki; sermayenin devri kültürel birikimin devrini mutlak kılmamaktadır. Yenovk’un sandığı Artık yazımızın esas konusuna, sosyalist tiyatrocu Yenovk Şahen’e geri dönelim. 1889’da Bahçecik’te dünyaya gelen Yenovk’u arkadaşları şöyle tarif ediyor: Kendisi uzun boyluydu, gür ve dağınık saçları, yeşilimsi gözleri vardı. Genelde ipek bir takım ve çizme giyerdi. Yenovk Şahen çok mutlu, hareketli, insan canlısıydı ve temiz bir karakteri vardı. Fakat bu tatlı genç hem tiyatroda hem hayatta haksızlığa uğradığında ya da entrika gördüğünde isyan ederdi. Hatta bu kızgın mizacı yüzünden ona ‘Sopacı Yenovk’ derlerdi.[3] Fakir bir Ermeni ailesinin çocuğu olan Yenovk babasını erken yaşlarda kaybetti. Annesi ve iki kardeşiyle İstanbul’a yerleştikten sonra tiyatrocu olma hayali için adımlar attı. Dönemin birçok Ermeni genci ünlü Ermeni tiyatrocu Bedros Atamyan’a hayranlık duymaktaydı. Ancak Yenovk’un hayranlığı, Atamyan hayatını kaybettiğinde akrabaları tarafından satılan bir sandık dolusu tiyatro kostümünü borç para bulup, Atamyan’dan geri kalanları kurtaracak kadar derindi. Bu sandığın içinde Atamyan’ın Hamlet, Otello, Kral Lear, Kean, Demirci Jean rollerini yaratırken kullandığı tarihi kostümleri vardı. Yenovk 1915’te hayatını kaybettikten sonra bu sandık kardeşlerine kaldı, 1924 tarihinde ise bu eşyalar Sovyet Ermenistan’ın ticaret ataşesi Şahvertyan vasıtasıyla Erivan’a götürüldü. 24 Nisan 1915’te birlikte sürgüne gönderildiği ve şans eseri bu sürgünden sağ olarak geri dönen tiyatrocu arkadaşı Yervant Tolayan ise bu heyecanlı genç tiyatrocuyu şöyle anlatıyor: “Aramızda çok coşkun bir arkadaşımız vardı: Yenovk Şahen. Çok büyük bir tiyatro tiryakisiydi. Nereden bulduğunu anlamadığımız, Atamyan’ın sahne kostümlerini ele geçiştirmişti: Mayo, ayakkabı, Othello’nun paltosu, Hamlet’in kılıcı… Sanat uğruna evde geçirdiğimiz her akşama kendini davet ettirirdi veya davet edilmeksizin gelirdi. Bu buluşmalarda yanmış bir tıpanın kömürüyle burnunu ve ağzını karalara boyar ve tek başına Othello oynamaya başlardı. Herhangi bir eşyayı Desdemona gibi önüne koyardı. Coppée’nin Demircilerin Grevi’ni ve Hamlet’in tiratlarını okurdu. Nihayetinde Atamyan’ın repertuvarını ezberlemişti. Atamyan’ın mayosunu, onun ayakkabılarını giydiğinde, Atamyan’ın Othello’da giyindiği paltoyu sırtına attığında ya da Hamlet’te kullandığı kılıcı beline taktığında Atamyan’ın yeteneğinden içine bir şey gireceğine sıkı sıkıya inanıyordu. Herkes onunla dalga geçerdi ama o bunlara aldırmazdı. Bir artiste yakışan küçümsemeyle ‘Profanlar* ne anlar ki?’ derdi.” [4] İstibdat rejiminin sona ermesi ve İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Yenovk kendini tamamen Ermeni tiyatrosuna adar. Bir grup arkadaşıyla birlikte “Ermenice Oyunlar Şenliği”ni organize eder ve kendisi de bu etkinliğin ilk gecesinde Demircilerin Grevi şiirini okur. Bu sürecin devamında Aşod Madatyan ile birlikte Azad Pem’i (Özgür Sahne) kurarlar. Azad Pem’in manifestosunda şunlar yazar: “Sosyalist davayı savunan ve millette bu duyguyu uyandıran oyunlara öncelik vereceğiz.” İlk temsillerini de Victor Hugo’nun “Kral Eğleniyor” adlı oyunuyla Beyoğlu’nda yaparlar. Azad Pem repertuvarında sıraladığı bir dizi oyunu Pera’da, Üsküdar’da, Kadıköy’de, Kumkapı’da sahneler fakat başarılı olamazlar. Sahnede isyankâr Hugo’nun “Kral Eğleniyor” oyununun temsillerinden birinde, sonrasında Yenovk’un başını bir miktar sıkıntıya sokan fakat aynı zamanda Yenovk’un iç dünyasını gözler önüne seren bir olay yaşanır. Yenovk’un oyundaki rolü saray soytarısı Triboulet’ti. Triboulet’in tek sevinci kızıdır. Fakat hizmetkarı olduğu kral kızına tecavüz eder ve ölümüne sebep olur. Öfkeden çılgına dönen Triboulet, kiralık katil tutar ve kralı öldürtmek ister. Oyunun final sahnesinde Triboulet ayakları altında bulunan çuvalın içinde kralın cesedi olduğunu sanmaktadır ve ona nefretini kusar. Halbuki çuvaldaki kızının cesedidir. Yenovk oyunun bu sahnesinde kendinden geçer. Oyuncu Yenovk sahneden gitmiş yerini isyankâr Yenovk’a bırakmıştır. Hugo’nun metni gitmiş tiyatro yerini siyasete bırakmıştır. Kral François, Sultan Abdülhamit’e döner, bir süre sonra II. Wilhelm olur ve bunu Avrupa’nın bütün imparatorları sırasıyla takip eder. En son sıra Rus Çarı’na gelir. Seyirciler şaşkınlıktan taşa dönmüştür. Sonra bu durum yerini kahkahalara bırakır. Triboulet rolündeki Yenovk bu durumdan daha da cesaret alıp yeni yeni replikler üretir. Önce Habsburg Kralı’nı anar, daha sonra Ermeni Kilisesi’ne taş atar, ardından Rum Patriği’ne dokundurur. Sinirlenmiş bir şekilde sahnedeki çuvalı tekmelemeye başlar. Binemeciyan’ı kulisten sahneye atlayan oyuncular kurtarır ve perde gülüşler, alkışlar, protestolar ve sloganlar eşliğinde iner. 1909’da Aram Vroyr’un önderliğinde Ermeni Dram Kumpanyası kurulur. Kumpanya Bebo adlı oyunu, Adana Ermeni Katliamı kurbanlarına yardım için sahneler. Ermeni Dram Kumpanyası’nı ayakta tutan üçlü Vahram Papazyan, Yenovk Şahen ve Matmazel Hıraç’tır. Kumpanya, Mebuslar, Aktör Kean, Hamlet, Albay Prido ve Hayaletler oyunlarını, İstanbul, Bahçecik, İzmit, İzmir, Kahire ve İskenderiye’de sergiler. Kahire’de yaklaştıkları bir fırsat belki Yenovk’un hayatını kurtaracaktı ama ne yazık ki bu mümkün olmaz: Ermeni Dram Kumpanyası, Kahire’de yerel oyuncuların da katılımıyla Dikran Gamsaragan’ın Kurtuluş adlı oyununu sahneledi. Gamsaragan dönemin ünlü edebiyatçılarındandı, Kahire’de yaşıyordu ve İstanbul’dan gelen tiyatrocular ile Mısır’da bir kumpanya oluşturmak istiyordu. Bu teklifi Ermeni Dram Kumpanyası oyuncularına sundu fakat Vahram Papazyan bu projenin gerçekleşmesine engel oldu. Eğer bu rüya gerçekleşseydi Yenovk Şahen Mısır’da kalmış olacak, 1915’te İstanbul’da tutuklanamayacak ve hayatını kaybetmeyecekti.[5] Geri dönüşü olmayan sürgün Ermeni Dram Kumpanyası’yla birlikte İstanbul’a dönmelerinden kısa bir süre sonra Birinci Dünya Savaşı patlak verir. 1 Kasım 1914’te Osmanlı Devleti İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı Almanya’nın yanında savaşa dahil olur. Halkın üzerindeki baskı koşullarının arttığı bu dönem “ayaklanma hazırlığı” içinde oldukları iddia edilen 200 Ermeni aydın 24 Nisan 1915 gecesi yapılan bir operasyonla gözaltına alınır ve sürgüne gönderilir. “Ayaklanma hazırlığı” içinde oldukları iddia edilen tutukluların hiçbirinin evinden tek bir silah çıkmaz. Gözaltına alınıp tutuklanan ve ardından sürgüne gönderilenlerin arasında 24 Nisan gecesi Nişantaşı’nda gözaltına alınan Yenovk Şahen de vardır. Bu sürgünün Yenovk için geri dönüşü olmayacaktır. Yenovk’un nasıl katledildiğine dair Vahram Papazyan’ın şöyle bir iddiası vardır: “Sevgili okuyucu, edebiyatta anlatılanın tersine Yenovk’un ölümü ile ilgili şunu duydum ve bu rivayete daha çok inanıyorum: Yenovk, Zohrab, Tolayan, Gomidas ve diğerleri ile beraber kırbaç altında önce Bursa’ya, sonra da Mezopotamya’ya giderken kudurmuş ve kelepçelerini kırarak iskelenin oraya tutukluları görmek için gelmiş olan topluluğun üzerine atlamış. Yumruklarıyla, dişleriyle ezmiş, yırtmış… Ta ki şaşırmış kitle kendine gelip onu linç edene kadar… Bedeni şehrin köpeklerine yem olmuş.” [6] Hatıralarında Yenovk’tan bahseden bütün arkadaşlarının ortak fikri onun biraz “deli” olduğu şeklinde. Ama deliyse de cesur bir deli olduğunun altını çizmek gerekir. Birçok yerinden yamalı siyah paltosuyla haksızlığa, ayrımcılığa, kendi milletini sevmeyenlere karşı korkusuzca kavgalara girdiğinin çokça şahidi var. Bu gözü kara kavgacı adamın polisler tarafından bile bilinen bir lakabı vardır: “Bahçecikli Fedai”. Yazının finalini Yenovk’un yaşamının önsözü olan kadından bahsederek yapalım. Papazyan anılarında bu yaşlı kadından şöyle bahsediyor: “O küçük kadın parlayan yeşil gözleri, şalvarı ve boncuklu yazması ile adeta kavga arayan bir horoz gibi toplantılarda, sokaklarda, meydanlarda Yenovk’un peşinde gezerdi. Sütlaç gibi buruş buruş yüzü ve solgun yanakları vardı. O solgun yanakları bir kırım ya da sürgün haberi aldığında cehennem karanfili gibi yanardı. Böyle anlarda patlamaya hazır bir bomba gibiydi, onunla bir tartışmaya girmek bir yana dursun dediklerini kabul etmemek bile imkansızdı. Halkımızın büyük çoğunluğunun kırımı ile sona erecek olan Birinci Dünya Savaşı’ndan bir sene önceydi. Kafkasya’ya gitmeden birkaç gün önce Yenovk Şahen’i ziyaret etmek istedim. Ziyaretim esnasında Yenovk’u da beraberimde Kafkasya’ya götürme niyetinde idim, Yenovk’u orada daha büyük tiyatro imkanları olduğunu söyleyerek kandıracaktım ve Kafkaska’ya götürecektim. Ama tüm çabalarım boşunaymış. Yaşlı kadın kızgınlıkla bana baktı ve beni yolcu ederken fısıldadı: ‘Sen oyuncusun, oyuncu kal ama Yenovk’um devrimcidir, o hep barikatların üzerinde kalacak. Eğer seninle Rusya’ya giderse bu kadar adaletsizliğin intikamını kim çıkaracak, sen işine git oğul!’” [7] Yenovk öldükten sonra Beşiktaş’ın yukarısında, Şişli sınırında, meyve ağaçlarının yüksek duvarlarla çevrili olduğu bir konak alev aldı. Yangın bu konağın bodrum katında yaşayan beyaz tenli, yeşil gözlü, geleneksel Ermeni kıyafetleri giyen yaşlı bir kadınının buruşmuş ellerinden çıktı. Konak, Türk zaptiyesinde görevli, Abdülhamit döneminde Talat Paşa’ya bağlı önemli bir memura aitti. İddia odur ki 24 Nisan Ermeni aydın kırımının da sorumlularından biriydi.  Her şey bittikten sonra kendini asmış yaşlı bir kadın buldular konağın bahçesinde. Bütün cüretiyle boynundan sallandığı siyah urgan, Yenovk’unun her gün giydiği paltosundan sökülüp örülmüştü… H. Cengiz Gültekin  Dipnotlar: *Profan: Kutsala saygısı olmayan kimse. [1] Ermeni İhtilalci Taşnak Partisi [2] Taner Akçam, “Fail-i meçhul aydın kırımı olarak 24 Nisan” [3] Beşiktaşlıyan, “Tiyatro Simaları” [4] Tolayan, “35 Yıllık Teatral ve Editöryel Anılar” [5] Beşiktaşlıyan, “Tiyatro Simaları” [6] Papazyan, “Gönlümün Borcu” [7] Papazyan, “Gönlümün Borcu”

Dertleri kadınları korumak değil sansür

Kadına karşı şiddeti eleştiren Kızılcık Şerbeti dizisi, şiddete özendiriyor gerekçesiyle ceza aldı. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Kızılcık Şerbeti adlı dizide yer alan “kadına karşı şiddet” sahneleri nedeniyle diziyi yayınlayan kanala 5’er kez yayın durdurma ve üst sınırdan (1,5 milyon TL) idari para cezası verdi. Ceza nedeni olarak dizinin 18. bölümünde ailesi tarafından istemediği bir erkekle zorla evlendirilen Nursema karakterinin, evlendiği erkek tarafından camdan aşağı atılması gösterildi. Yüksekten düşme değil cinayet Kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin arttığı, 6284 sayılı kadına karşı şiddetin önlenmesi kanununun yürürlükten kaldırılmasının konuşulduğu bir dönemde, aynı gün ve saatte başka kanallarda yayınlanan diziler de dahil olmak üzere pek çok dizide kadına karşı şiddet sahneleri bulunduğu halde, yalnızca Kızılcık Şerbeti dizisinde yer alan, bütünüyle eleştirel sahnelerin RTÜK tarafından “kadına şiddet” olarak algılanması ve diziye Türkiye televizyon tarihinde benzeri görülmemiş bir ceza verilmesi, RTÜK’ün çifte standart uyguladığını ve cezanın asıl amacının kadına karşı şiddetin teşvik edilmesini önlemek değil, diziyi sansürlemek olduğunu gösteriyor.  RTÜK’ün kararını değerlendirirken, son iki yılda en az 93 kadının “yüksekten düştüğü" iddiasıyla hayatını kaybettiğini ve bu kadınların birçoğunun şiddet gördüğünü söyleyerek uzaklaştırma başvurusunda bulunduğunu da hatırlamak gerekiyor. 5 sene önce Ankara’daki bir plazanın 20. katından düşerek hayatını kaybettiği iddia edilen Şule Çet’in intihar ettiği öne sürülmüş ama aslında katledildiği ortaya çıkmıştı. Bu cinayetten sonra “yüksekten düşmeye” bağlı şüpheli ölümlerin sayısı giderek arttı. Kızılcık Şerbeti bu şiddeti onaylamıyor, aksine ifşa ediyor ve tam da bu yüzden RTÜK tarafından sansürlenmek isteniyor.  AKP’nin sansür geçmişi AKP iktidarının sansürcülük geçmişi çok uzun. Google’ın açıkladığı verilere göre, 2011'in ilk yarısında dünya çapındaki hükümetler tarafından yapılan içerik silme başvuruları içerisinde, 501 başvuruyla en fazla içerik kaldırma talebinde bulunan ülke Türkiye olmuştu. 2014 yılında Youtube idari kararla erişime kapatılmış, 2015 yılında Twitter ve birçok haber sitesine Suruç saldırısı ile ilgili içerikler sebebiyle engelleme getirilmişti. 2016 yılının haziran ayında Atatürk Havalimanı saldırısı ve kasım ayında HDP milletvekillerine yönelik gece yarısı alınan gözaltı kararlarından sonra, Twitter, Facebook ve YouTube internet sitelerinin yanı sıra WhatsApp’a erişim bile engellenmişti.  2017 yılında wikipedia.org alan adıyla yayın yapan tüm siteler yine idari tedbir kararıyla engellendi. Ağustos 2019'da Resmi Gazete'de yayınlanan karara göre, internet üzerinden yayın yapan Netflix gibi medya hizmet sağlayıcıları da RTÜK denetimi altına girdi. Bu kararın ardından dijital yayın platformlarına yayın lisansı alma zorunluluğu getirildi.  RTÜK başkanı Ebubekir Şahin, Netflix’te yayınlanan “Aşk 101” dizisinde eşcinsel bir karakter olduğu yönündeki söylentiler üzerine “Toplumumuzu rahatsız edecek her türlü yayın içeriğine geçit vermemekte kararlıyız” ifadesini kullanmış ve Netflix’i sözlü olarak uyardıklarını dile getirmişti. 2021 yılında engellenen alan adı sayısı 575 bin iken bu sayı 2022 yılında 700 bini aştı.  Basın ahlakının ardına gizlenenler  Geçen yıl temmuz ayında yürürlüğe giren "Basın Ahlak Esasları" başlıklı yönetmelik, yetkililerin medya içeriklerini "ahlaka" dayalı olarak sansürlemesine olanak tanıyarak özellikle LGBTQ+ bireyler ile ilgili haberlerin engellenmesinin önünü açtı.  Basın özgürlüğüne bir başka büyük darbe de AKP ve MHP’nin hazırladığı, “dezenformasyonla mücadele yasası” adı verilen ama gazetecilik meslek örgütlerinin “sansür yasası” olarak adlandırdığı, dezenformasyon yaymakla suçlananların üç yıla kadar hapis cezasına çarptırılmasını öngören kapsamlı bir kanun teklifinin, yine geçen yıl ekim ayında Meclis Genel Kurulu’nda kabul edilmesiyle gerçekleşti. Bu yıl yaşadığımız depremlerden sonra ihmallerini eleştiren sitelere yönelik kısıtlamalar kapsamında Ekşi Sözlük’e getirilen erişim engeli de hala sürüyor.

Kadınlar konuşuyor, erkekler küskün

Yılın en iyi iki filmi “Konuşan Kadınlar” (Women Talking) ve “Inisherin’in Ölüm Perileri” (Banshees of Inisherin) üzerine bir inceleme. Tuna Emren yazdı: Oscar ödüllerinde kerameti kendinden menkul bir gişe filmine yenilmiş gibi görünseler de bu yıl tüm ödülleri hak eden iki film vardı. İlki, Martin McDonagh'ın masalsı filmi “Inisherin’in Ölüm Perileri”. İkincisiyse diskuru ekrana Sidney Lumet seviyesinde (“12 Kızgın Adam”) bir ustalıkla yansıtmayı başaran Sarah Polley’nin “Kadınlar Konuşuyor”uydu.  Erkeklerin derdi Martin McDonagh, Brendan Gleeson ve Colin Farrell ikilisini ilk kez, hepimizin gönlünü fetheden “Brüj'da” (In Bruges) filmiyle ekrana taşımıştı. O gün bugündür bu ikiliyi bir kez daha izleyebilmeyi bekliyorduk ki nihayet o da oldu. İrlanda’da iç savaş yılları yaşanıyor. Kurgusal bir adada yaşayan Colm (Gleeson) ve Pádraic (Farrell) anakaradan yükselen silah seslerini duyuyor, IRA’ya atıfta bulunuyorlar. Anakarada yaşanan çatışma, bu iki dostun birdenbire gerilmeye başlayan ilişkilerinde tekrar ediyor kendisini. Kimi zaman İrlanda anakarasında yaşanmakta olan çatışmanın bir metaforu haline geliyor dostlukları, kimi zaman da bir zen meseli (koan) sunuyorlar adeta. Zen ustaları koanları, “ne yaparsan yap çözemeyeceksin, beyin kaslarını boş yere yorma” mesajı vermek için kullanırdı. Colm da öyle yapıyor eski dostu Pádraic’e, artık onunla arkadaş olmak istemediğini söylediğinde.  McDonagh, cennet gibi görünen bir toplumun dokusunu yavaş yavaş parçalayabilen bazı toplumsal gerçeklere derinlemesine bakmak istediği filmde, Colm’un, Pádraic'le sohbet etmek dahi istememesini, ilkinin ağzından bir türlü dökülemeyen şu mesajla aktarıyor bizlere; iyi bir insan olabilirsin, elinden gelen her şeyi yapmış da olabilirsin ama hayat böyledir işte; şimdi o nedensel beklentilerinin hepsini katlayıp cebine koyabilirsin.  Ancak Pádraic nedenlerini sorgulamaya devam ediyor ve Colm’un giderek daha da agresifleşmesine yol açmaktan başka bir şey yapamıyor. Bu olağanüstü film hakkında yazılabilecek çok şey var elbette, ancak gazetemizin bu bölümünde tüm o muhteşem detaylara değinecek kadar yerimiz yok maalesef. Dolayısıyla filmin diğeriyle, yani “Konuşan Kadınlar” ile ortak noktalarına değinmek, bu ikisini art arda izlemiş olmanın getirdiği o duyguda kalmak istiyorum. Inisherin, McDonagh'ın daha önceki In Bruges filminde yarattığı rollerin bir ters mühendislik versiyonu gibi işlenmiş, bizleri kimi zaman histerik gülme krizlerine iten ama aynı zamanda yutması zor büyük bir lokma gibi boğazımızda takılı kalan bir film. Daha entelektüel bir yaşam sürmeye ya da belki ‘iyi-kötü’nün ötesine geçmeye kararlı Colm ile onun çok da zeki olmayan ama zeki olmasına gerek de olmayan tatlı ve mutlu dostu Pádraic basit hayatlar süren iki karakter. Ne var ki Padraic ve Colm'un kavgasının altında bir şeyler uğulduyor.  Colm kararını vermiştir, eski arkadaşına bu kararından dönmeyeceğini göstermek için ne gerekiyorsa yapar. Onun kararlılığı karşısında çaresizliğe sürüklenen Padraic’in ısrarcı tutumu her iki karakterin de aşağı yönlü bir sarmal izlemesine, diğer bir deyişle aşırılıkların bir türlü dizginlenemediği tuhaf bir deliliğe sürüklenmesine sebep oluyor. Tüm bunların sebebi varoluşsal kaygılar mıydı yoksa daha fazlası da var mı? O karar da izleyiciye bırakılmış.  Diskuru ekrana yansıtma ustalığı: Sıra kadınlarda Kadınlar Konuşuyor, Sarah Polley'nin, Miriam Toews'un romanından uyarladığı, Bolivya'daki bir Mennonite yerleşiminde gerçekten yaşanmış olan bir zulmün beyazperde yorumu. 2011 yılında bu topluluktan yedi erkek, yaşları 5 ila 65 arasında değişen kadınlara yüzlerce kez tecavüz etmekten suçlu bulundu. Patriyarkanın bitmeyen zulmü, akla gelebilecek en kötü haliyle konuyor önümüze. Bir dizi cinsel saldırının baskısı altında yaşamaya zorlanmış kadın nüfusunu bir araya gelmeye ve ne yapacakları konusunda bir karar almaya iten tuhaf bir Hıristiyan topluluğu burası. Tuhaf ama aşina olduğumuz bir dünya. İnançlarının gerektirdiği gibi davranıp tecavüzcülerini affederek burada kalacak ve daha iyi bir kültür yaratma mücadelesi mi verecekler yoksa yapılabilecek en iyi şey çekip gitmek midir… Sarah Polley de tıpkı erkeklerin konuştuğu – ya da konuşamadıkları?– filmde (Inisherin) olduğu gibi bir tiyatro oyunu tasarlamış. Fakat bu kez, erkeklerin sessizlik oyunundan doğan seçme söylemlere değil kesintisiz diyaloglara tanık oluyoruz. Üstelik hiçbir şekilde didaktik olmayan, ekrana taşıdığı diskuru tartışmaların her yönüyle sunabilen bir film bu. Toplumda halihazırda var olan tartışmaların küçük kırık parçalarını kadınların konuşmak için bir araya toplandıkları ahırın zeminine fırlatmış Polley; daha fazla yara bere almamak adına dikkatle yürümek, her adımlarında dönüp birbirlerine bakmak zorundalar.  Kadınların hikayesi bize ‘konuşmayan erkekler’in aslında kırılgan erkeklik şiddetine başvurduklarını fısıldıyor. Filmin kültürel tercümesi, olan bitenin de teatral doğasına işaret ediyor; bir ahırdalar, yaşamları ve toplulukları adına öne çıkıp her şeyi değiştirebilecek bir karar almak zorundalar. Henüz etkilerini atlatamadıkları, konuşmaya hiç hazır olmadıkları bu şiddeti enine boyuna konuşmak zorunda kalacaklar. Zaman, mekan ve dilin özgürlükleri de toplumsal cinsiyet eşitsizliğine tabi. Kadınların aslında neyi tartıştıklarını, sözlerinin altında yatan duyguların sebebini bile sonradan anlıyoruz.  Rooney Mara, Claire Foy, Jessie Buckley, Frances McDormand gibi, bir araya geldiklerinde göz alıcı bir performans sunan fevkalade oyuncuların canlandırdığı karakterler, yüklerini kabullendiklerini gösteren yüz ifadelerinin ardına, kimi anlarda ortaya çıkan alaycı bir bilgelik gizlemiş gibiler. Karşılıklı performanslarını öyle incelikli, öyle güzel ayarlamışlar ki insan gerçekten izlemeye doyamıyor. Fikirler ve öfkeler çarpışıp ayrılmakla kalmak arasındaki tartışma giderek daha da derinleşirken, birden fazla kadının ve birden fazla bakış açısının aynı anda yan yana gelen eşit derecedeki ağırlığı karşısında izleyici de (tıpkı “12 Kızgın Adam” filminde Lumet’nin yaptığı gibi) bir oraya bir buraya savruluyor. Peki, kadınlar gitmeye karar verecek olursa oğullarını da yanlarına alsınlar mı? Kendilerine bunları yapan erkeklerin zalimliğe geçiş için bir yaş sınırı var mıdır? Hangi yaşın altındaki çocukları götürecekler buradan?  Minimalist besteci Hildur Guðnadóttir de bugüne dek bestelediği en dokunaklı eserlerle eşlik ediyor kadınların dünyasına. Yaylılar ağlıyor, objektife doğru bakan küçük bir çocuğun kısa süreli yakın çekiminde özetleniyor her şey; bu çocuğun geleceği belirsizliğini korurken zamanın akabildiğini söylemek mümkün mü?  Birbirine küs adamların varoluşsal sancılarının (ya da sebebi her neyse) yol açtığı o deliliği şimdi, erkek şiddeti karşısında mücadele veren kadınların acıları ışığında bir daha düşünelim. Inisherin’de Pádraic’in ablası Siobhan (Kerry Condon) bu anlatının neresinde yer alıyordu? O da erkelerin deliliği karşısında çekip gitmekle kalmak arasında bir seçime itilmemiş miydi? Ya kalıp bu adamları kendilerinden kurtaracak ya da erkeklere odaklı bu dünyada kendisine biçilmiş bu yan rolden fazlasını istediğini göstererek çekip gidecekti.  Bir yanda konforlu yeşil dünyalarında didişip duran “lanet olası sıkıcı” erkeklerin her koşulda şiddeti doğuran dünyası, diğer tarafta çeşitli travmalara maruz kalmış kadınların cam kırıklarıyla döşeli zeminlerde yürürken vermek zorunda kaldıkları kararlar. Kadınların hikayesi ilk filmi değersizleştirmiyor elbette. Bilakis, her iki film de ilk bakışta görünenden fazlasını vadeden ustalıklı anlatılar. Ve her ikisi de aslında patriyarkanın korkunç yüzünü seriyor gözler önüne.

Gazapizm: 'Sınıf kinimizi ortaya koyduğumuza göre...'

Protest rapçi Gazapizm'in depremzedelerle dayanışma için yaptığı konser, afeti felakete dönüştürenlere karşı protesto dalgasının yeni bir durağı oldu. Binlerce kişi 'Hükümet istifa' diye haykırdı. Gazapizm sahnede şunları söyledi: "Bir amaç için buradayız. Büyük bir deprem oldu.  40 bin küsür insan öldü. Üzgünüz sıkkınız öfkeliyiz. Ne söyleyeceğimiz biliyorum söyleyeceğim de. Ama Adıyaman'da bir duvar yazısı gördüm; "Yerim yurdum vardı ışıklarım yanardı" diye. Sınıf kinimizi ortaya koyduğumuza göre onu söyleyebiliriz arkadaşlar." Konser gelirlerinin deprem bölgesindeki köy okullarına bağışlanacağını ifade edilirken, konserde Ceza, Göksel, Melike Şahin, Haluk Levent de sürpriz şarkıcılar olarak sahne aldı.

Broker (Bebek Servisi) – İnsan kaçakçılığını anlatan bir film

Karanlık kavramları konu alan bir film için Broker şaşırtıcı şekilde neredeyse iç bayıcı derecede “tatlı” bir film. Fakat yoksulluk ve çaresizliğe şefkatli bir bakış içeriyor. Hirokazu Kore-eda’nın yönettiği film ; suç, yoksulluk ve ailenin karmaşık bir resmini çiziyor.  Film, Lee Ji-eun tarafından canlandırılan So-young’ın artık bakamadığı bebeğini sağanak yağmur altında bir bebek kutusuna bırakmasıyla başlıyor. Bu bebek kutuları ebeveynlerin bebeklerine bakamayacaklarını hissettiklerinde onları güvenli bir şekilde bırakabilecekleri yerler. Ancak bebek  Woo Sung bakım görmek yerine 2 bebek kaçakçısı tarafından kaçırılıyor.Bu bebek kaçakçılarından Sang’ı muhteşem Song Kang-ho  ve Dong-Soo’yu ise Gang Dong won  canlandırıyor. Bu noktada kolaylıkla filmin karanlık bir atmosfere büründüğü düşünülebilir. Aslında hem öyle hem de değil. So Young aniden bebeğini bırakmakla ilgili fikrini değiştiriyor ve onu aramaya başlıyor.Sang-hyeon and Dongsoo ile tanışıyor ve onlara Woo Sung’a iyi ebeveynler bulma yolculuğunda eşlik etmeye karar veriyor. Daha sonra ne olduğu ise bir keşif,suç,iyileşme ve mizah yolculuğu olarak özetlenebilir. Broker beklenmedik şekilde Küçük Gün Işığım gibi bir film ama insan kaçakçılığı teması içermesi farkıyla.Tüm bunlara ek olarak grup, bebek kaçakçılarını suçüstü yakalamak için uğraşan iki polis tarafından takip ediliyor.  Kimileri suç işleyen bu karakterlerin sempatik,nazik ve karmaşık olarak sunulmasından rahatsız olabilir ama karakterlerin bu biçimde işlenmesi çok daha gerçekçi hissettiriyor. Sang-hyeon borç içinde yüzüyor ve tamir ettirecek parası olmadığı için bagaj kapağı kırık bir kamyonet sürüyor. So-Young’ın bebeğini bırakması da öncelikli olarak yoksulluktan kaynaklanıyor. Film boyunca defalarca eğer onu destekleyebilecek imkanı olsa Woo-sung’ı büyüteceğini ifade ediyor. Bu bazı karakterlerin anlamadığı bir nokta. Bae –Donna tarafından canladırılan polis sürekli olarak şu cinsiyetçi söylemini tekrarlıyor, “Bakamayacaksanız çocuk doğurmayın”. Broker’ın en iyi yanı çocukları ve ebeveynleri defalarca yüzüstü bırakan sistemle alakalı bazı gerçekleri gün yüzüne çıkarması. Buna rağmen film mükemmel değil. Zaman zaman gerçeklikten uzaklaşıyor ve birkaç yerde iç bayıcı derecede tatlılaşıyor. Ancak Broker mizahı, yüreği ve izleyenlerini karakterleri anlayıp onlara yakınlık duymaya davet ettiği için izlemeye değer.

Belgesel yönetmeni Sibel Tekin tahliye edildi

“Örgüt üyeliği” suçlamasıyla tutuklanan belgesel yönetmeni Sibel Tekin, bugün yapılan ara duruşma sonrası tahliye edildi. Savcı, tutukluluğun “ölçülü” olduğunu savunurken, mahkeme Tekin için “karartabileceği delil yok” dedi. “Keşif yaptığı” iddia edilerek 17 Aralık 2022 tarihinden beri “örgüt üyeliği” suçlamasıyla Sincan Kadın Kapalı Cezaevinde tutulan belgesel yönetmeni Sibel Tekin’in, tutukluluk halinin incelemesine dair yapılan ara duruşmada tahliyesine karar verildi. Savcı, tutuklamanın ‘ölçülü’ olduğunu savundu 26. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmada Tekin’in CMK’nın 108. maddesi gereğince tutukluluk durumunun devam edip etmeyeceği konusunda Cumhuriyet Savcısının mütalaası alındı. Cumhuriyet Savcısı mütalaasında, “Sanık Sibel Tekin’in üzerine atılı ‘silahlı örgüte üye olma’ suçunu işlediğine dair kuvvetli suç şüphesinin bulunduğu, atılı suçun CMK 100/3-a maddesindeki katalog suçlardan olduğu, dolayısıyla yasada belirtilen bir tutuklama nedeninin var olduğu, atılı suç için belirlenen ceza miktarı dikkate alındığında sanığın kaçma şüphesinin bulunduğu, sanığın savunmasının henüz alınmamış olması, tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde tutuklamanın ölçülü olduğu ve tutuklamadan beklenen gayenin adli kontrol hükümleri ile sağlanamayacak olması dikkate alınarak sanığın tutukluluk halinin devamına karar verilmesi, kamu adına talep ve mütalaa olunur” dedi. Mahkeme: Deliller toplandı, adli kontrol yeterli Tekin’in avukatı Mehtap Sakinci’nin 26 Ocak tarihli tahliye dilekçesi okunduktan sonra kararını açıklayan mahkeme ise, “Sanık hakkında tensip ara kararı ile tutukluluğun devamına karar verilmiş ise de istenilen belgelerin dosya arasına alındığı ve delillerin büyük oranda toplandığı, sanığın karartabileceği dosyada bir delilin bulunmaması, sabit ikametgâh sahibi olması ve kaçma şüphesinin bulunmaması, tutuklulukta kaldığı sürede göz önünde alındığında, bu aşamada adli kontrol hükümlerinin yeterli olacağı kanaati ile sanığın adli kontrol altına alınmak suretiyle” tahliyesine karar verdi.  Tekin’in derhal salıverilmesi için Cumhuriyet Başsavcılığına müzekkere yazılmasına karar veren mahkeme, yurt dışına çıkışı yasağı ile ayda iki kez imza yükümlülüğü şeklinde adli kontrol tedbirinin uygulanmasına karar verdi.  Sibel Yükler (MLSA)

Hüzün üçgeni: Moda, yat ve sınıf ayrımları

Yönetim ve senaryo: Ruben Östlund  Görüntü: Fredrik Venzel  Oyuncular: Thobias Thorvid, Harris Dickinson, Charibi Dean, Woody Harrelson, Jiannis Moustos, Vicki Berlin. Triangle Of Sadness (Hüzün Üçgeni) açılışıyla kapanış sekansı arasında hemen hiçbir bağ bulunmayan sıradışı bir film. Filmi daha önce Turist ve Kare gibi filmleri yöneten Ruben Östlund yönetmiş. Yönetmen bu filmle ikinci kez Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü kazandı. Film Yaya ve Carl’ın modellik mesleklerini, aralarındaki garip gerilimi ve duygusal ilişkilerini inceleyerek başlıyor. Hızla filmin Yat başlıklı ikinci bölümü başlıyor. Bu bir zenginler yatı. Elbette yat yolculuğunun fakirler tarafından gerçekleştirilmesi beklenemez ama bu yatta Rus oligarklar ve aşırı zenginler var. Zenginleri karşılamaya hazırlanan yat çalışanlarının, emekçilerin durumu çok incelikli bir şekilde ele alınmış. Kendilerini hem görünmez ve tek tip kılmak zorundalar hem de daima yolcuların tüm isteklerini yerine getirmek zorundalar. Yatta geleneksel kaptanla akşam yemeği faslı ise fırtınalı bir deniz yolculuğunda lüks yemek tüketmenin çok hayırlı olmadığını gösteren ve her izleyicinin kaldıramayacağı kusma sahnesiyle, tuvaletlerin taşmasıyla tamamlanıyor. Aşırı lüks yemekler kusulurken ve aşırı zengin yolcular yatın o köşesinden bu köşesine savrulurken bir Rus oligarkla yatın kaptanı arasındaki diyalog filmde çok ilginç bir parantez açıyor. Kaptan, komünist değil Marksist olduğunun altını ısrarla çiziyor. Kusmaktan bir haller olan yolculara Marx’tan, Lenin’den alıntılar yaparak hem kapitalizmi teşhir ediyor hem de ABD’nin Martin Luther King, Malcom X ve Kennedy cinayetlerinde oynadığı rolü teşhir ediyor. Sabah vakti yata korsanlar saldırıyor ve batan yattan on kişi kurtuluyor. Ada adlı bölümde bu on kişinin teknedekinden bambaşka içerikler kazanan rollerini izliyoruz. Teknede tek görevi hizmetkarlık olan Abigal, adada balık avcılığı ve iş bilirliğiyle daha önemli bir konuma, hatta tek belirleyici otorite pozisyonuna geçiyor. Yakışıklı Carl üzerinde de egemenliğini ilan eden  Abigal’in konumu etrafında derinleşen çelişkiler adanın nasıl bir yer olduğuna bağlı olarak sürpriz bir finale adım adım ilerliyor. Yılın ilginç filmlerinden birisi olduğu kesin.

Geri 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 İleri

Bültene kayıt ol