İSTANBUL
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar'da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Unutmak, unutmak, unutmak.
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Yine kamyonlar kavun taşır
Fakat içimde şarkı bitti.
Cahit Külebi
Roni’nin yayınlanan son yazısı “Mutlu Bitmiş Bir Göç Öyküsü”, ailesinin bir kesimi (Fred) üzerinden göçmen düşmanlığını ve göçmen düşmanlığına karşı neden kendisinin düşmanlık beslediğini anlatan, sonu mutlu biten bir göç hikâyesiydi. Ailesinin “uzak” bir parçasının, dedesinin kardeşinin hikâyesiydi.
Roni esasen “uzak” olmayan, yani yakın olan ailesinin; dedesi, büyükbabası, büyükanneleri, anne ve babası, halası, teyzesi ve ilk çocukluk zamanlarından İngiltere’ye gittiği tarihe kadarki dönemi uzun uzun ayrıntılı bir şekilde “Çocukluk bu ya!” isimli anı hikâyesinde anlatır. (Başka bir yazıda nasıl tanıştığımızı, “Çocukluk bu ya!” isimli bu yazısının bir Ankara kışının ayazı gibi nasıl yüreğime sert bir şekilde çarptığını, Roni’nin sözcüklerinin belleğimin derinliklerinde kokan çocukluk yıllarımı ve o yıllara veda edişimle nasıl örtüştüğünü anlatmaya çalışacağım). Şimdilik kısaca şunu not düşeyim; Roni, “Çocukluk bu ya!” isimli anı hikâyesi ve başka düzyazılar ve şiirlerin de içerisinde olduğu bir dosyayı, tanıştığımız 1998 yılının yaz başında, posta ile bana göndermişti. İlk başta dedesine atfen yazdığı şiiri ve hemen arkasından gelen, ailesinin hikâyesini ve on yedi yaşında İngiltere’ye gidişine kadar ki zaman diliminde yaşadığı çocukluk anılarını da anlattığı bu hikâye, beni derinden etkilemişti (neden etkilemişti, nasıl etkilemişti, bunları da anlatacağım ama bir başka yazıda). Posta ile bana ulaştırdığı bu dosyada, (evet o zamanlar ikimizde internet de kullanıyorduk ama hala posta ile iletişimin yaygın olduğu zamanlardı) ikinci sayfada “içindekiler” bölümü de hazırlanmıştı. Basıma hazır bir kitap taslağıydı elimdeki, şiirler ve düzyazıların bir arada olduğu bir kitap. Coşku ve heyecanla bir çırpıda soluksuz bir şekilde okumuştum. Bildiğim kadarıyla (ki yanılıyor da olabilirim) O dosyadaki “Çocukluk bu ya!” yazısı aynı senenin sonunda Adam Öykü dergisinde yayınlandı.
“Bağırıp çağırmadan, tepinmeden, gülümseyerek”, hava alanında yola çıktığın günden itibaren bir ömür boyu yüzünde asılı kalan o hüzünlü gülümsemeyle kucaklıyorum seni, özlemle ve hasretle Roni…
Şeref Işıldak
ÇOCUKLUK BU YA!
"İnsanlar kendi tarihlerini kendileri
yaratır, fakat canları çektiği gibi
yaratmazlar; kendi seçtikleri koşullarda
değil, zaten mevcut, verili ve geçmişten
aktarılmış koşullarda yaratırlar."
Louis Bonapart’ın Onsekizinci Brumeri
Karl Marx
Bostancı
Bostancı’da muazzam büyük bahçeli bir ev hatırlıyorum ilk. Önce deniz, sonra bir sıra yalı, sonra yol, sonra bizim ev. Bahçenin uzak kenarı demiryoluna bakardı. Tren sesi duyduğumda koşturup parmaklıklara tırmanıp, treni izlerdim. Kalın karton tren biletleri toplardım; yeşil ve pembe olduklarını hatırlar gibiyim. Bir de deprem hatırlıyorum. Ne olduğunu pek anlayamamış ve dolayısıyla korkmamıştım; ama hatırladığıma göre, etkilemiş olmalı beni, büyükler korktuğu için belki. Kız kardeşimi hiç hatırlamıyorum o yıllarda, dört buçuk yıl var aramızda. Fil gibidir belleği, o hatırlıyor depremi. İlk altı yılında yazları ailecek Bostancı'daki evi kiralarmışız, yani bu dediklerim 1955 ile 1961 arası olmalı. Büyükbabam Jozef, babaannem Farmy, annem, babam.
Büyükbabamın Şmu adlı küçük, kayıktan hallice bir teknesi vardı. Bunu sonradan duymuş olsam gerek, işten çıkmadan babamı arayıp "Mişel," dermiş, "akşam balığa çıkıyoruz, hazırlan. Babam gidip sütçünün beygirinin kuyruğundan birkaç kıl çekip kıyıdan istavrit avlarmış. Yem olarak kullanmak için. Daha sonraları hep beraber çapariye çıktığımızı hatırlıyorum. Her çıktığımızda yüzlerce kolyos yakalardık desem abartı olur kuşkusuz, ama gerçekten öyle kalmış aklımda. Yıllar sonra, İstanbul' dan ayrılıp da lüferi kişisel mitolojimde İstanbul'u simgeleyen ulvi bir yaratık katına çıkardığımda, 'defne yaprağı, sarı kanat, kolyos, lüfer, kofana' dizinini öğrendiğimde, o zamanlar yakaladığımız kolyoslar daha da önemli bir köşeye oturdu hayatımda.
Büyükbabamı tam anlamıyla aydınlanmacı bir orta Avrupa aydını olarak çok sonra tanımladım. Avusturya Macaristan İmparatorluğu'nun Polonya'sında doğmuş, 1897'de. Tattenitz adlı bir yerde. Nerededir, nasıl bir yerdir, bilmem. Hiç konuşmaz, hiç anlatmazdı. Sonra, şimdi Çekoslovakya'da olan Brno Üniversitesi’ne yazılmış, kısa süre sonra da Birinci Dünya Savaşı çıkmış. Teğmen olup savaşmaya gitmiş. Savaşın sonunda İmparatorluk dağılıp terhis olduğunda bir arkadaşıyla beraber Polonya'ya doğru yola çıkmışlar, yürüyerek. İmparatorluğun çeşitli ulusal parçaları birbirleriyle sınır savaşları verirken, büyükbabamla arkadaşı yürüyedurmuş. Oluşan ulusal orduların hepsi hâlâ aynı üniformayı giyiyormuş; apoletlerini sökmüşler sadece hepsi. Yürürken bir cepheye gelmişler, karşıya geçmeleri gerek, gidip apoletsiz subaya rica etmişler, kısa bir ateşkes ilan edilmiş, yürüyüp geçmiş büyükbabamla arkadaşı. Arkalarından devam etmiş yine siper savaşı.
Doğduğu yere vardığında Polonya ordusuna alınmış. Sovyetler Polonya'ya saldırdığında savaş tekrar başlamış büyükbabam için. Bu noktada benim açımdan önemli olan büyükbabamın Kızıl Ordu' ya karşı savaşmış olması değil (değil çünkü hem ailemin tarihindeki ilk komünist ben olduğuma göre büyükbabamın benim tercihlerini doğrultusunda yaşamış olmasını beklemek yanlış olur, hem de Polonya'yı işgale kalkışmak Lenin' in önemli hatalarından biriydi). Daha önemlisi, Lenin'in bu hatası büyükbabamın babaannemle tanışmasına yol açmış. Cephede Polonya ordusunun subayları yerel halkın evlerine dağıtılmış. Grodno'da bulunan büyükbabam birliğinin doktoruyla iyi arkadaşmış, sık sık görmeye gidermiş kaldığı evde doktoru. Evin kızına aşık olmuş. Bölge, Polonya'nın tarih boyunca Polonya ile Rusya arasında gidip gelen bir bölgesi olduğu ve en son Rusya'ya ait olmuş olduğu için halk Rusça konuşurmuş. Evin kızıyla konuşabilmek için Rusça öğrenmiş büyükbabam. İkinci Dünya Savaşı'nda ailesi Polonya'da, kendisi Türkiye'deyken de Polonya'nın kaderini izlemek için BBC Dünya Servisini dinleyerek İngilizce öğrenmişti. Avrupa dili yok gibiydi. Dillere yatkınlığım, bilmediğim dillerde bile söylediğim birkaç kelimeyi tam yerli aksanıyla söyleyebilmem, önce büyükbabamdan, sonra da birçok dilin hep birden konuşulduğu bir aile ortamında büyümüş olmamdan geliyor olsa gerek.
İkinci kez terhis olduktan sonra, 1921-23 arasında Viyana Üniversitesi'nde eğitimine devam etmiş, yüksek mühendis olmuş büyükbabam. Doktorun kaldığı evin kızı da okumaya Viyana'ya gelmiş, İhracat Akademisi'ne yazılmış. İlişkilerinin artık ciddiyet kazandığı anlaşılıyor. Berlin'deki amcası büyükbabama iş bulunca, 1924' te kalkmış Berlin'e gitmiş. Alman devriminin yenilgisinin, Rosa Lüksemburg'la Karl Liebknecht’in öldürülmelerinin hemen ardından Berlin'de bulunması bana hep çok çarpıcı gelmiştir. Babaannem de Polonya'nın Rusya'ya dahil kesiminde doğduğu için liseye Petersburg'da başlayıp Leningrad' da bitirmiş gerçi, ama babaanneme pek yakın olmadığım için, Berlin bağlantısı daha çok etkiliyor beni. Devrimi hatırladığını, sınıf arkadaşlarıyla sokakta çorba yapıp askerlere verdiklerini söylemişti babaannem; hangi tarafın askerlerine acaba? Arkadaşlarının, öğretmenlerinin kalpaklı, yüksek çizmeli fotoğraflarına bakıp bazen, hangilerinin devrimci, hangilerinin karşı devrimci olduklarını kestirmeye çalışır, kestiremem.
Büyükbabamın çalıştığı şirket makine imal ve ihraç edermiş. Yurtdışına sattıkları makinelerin arkasından, makinelerin kurulmasına yardım etmek üzere bir de mühendis gönderirlermiş. Büyükbabama da 1925' te Japonya, Macaristan veya Türkiye'ye gitme seçeneğini vermişler. Bir yıllığına. O aralar Japonya'da büyük bir deprem olmuş, Macaristan'da makineleri ithal edenleri büyükbabam tanır ve sevmezmiş, bu nedenlerle Türkiye'yi seçmiş. Benim Türkiye'de doğmuş olmam, Japonya'yı sarsan bir deprem ile bazı Macarların sevimsizliğinin sonucu!
Elimde iki tane gümüş peçete halkası var. Birinin üzerinde büyükbabamın, diğerinde babannemin isimlerinin baş harfleri ve 24.4.1925 tarihi var. Grodno' da evlendikleri gün. Hemen ertesi gün trenle Köstence'ye doğru yola çıkmışlar. Oradan da vapurla İstanbul'a. Vapurun adını çok merak etmişimdir, ama bu soru ilk aklıma geldiğinde artık soracak kimse kalmamıştı. Bu satırları yazarken nice soru doluşuyor aklıma. Cevapsız kalacak artık hepsi.
Vapur köprüye yanaştığında, köprünün hamalları bavulları bir otomobile yerleştirdikten sonra arabanın kenarındaki basamaklara binip büyükbabamlarla şimdiki Pera Palas'ın hemen yakınındaki Novotni Oteli'ne kadar gelmişler. Babaannem bunu anlattığında onca filmde gördüğüm Chicago gangsterlerinin o basamaklardan etrafı makineli tüfeklerle taramaları sahnesi canlanmıştı aklımda. Nitekim, otele vardıklarında, otelin hamallarıyla köprünün hamalları kavgaya tutuşmuş, hamallardan biri bıçaklanarak kanlar içinde yere serilmiş!
O ilk günler, o heyecan, korku, yabancılık, bilmezlik ve bilinmezlik dolu olması gereken günler hakkında başka hiçbir şey anlatılmadı bana. Gerçi bir yıllığına geldiklerini sanıyorlardı. Yeni evliydiler ve evliliği benden daha ciddiye aldıklarına göre bunun verdiği sevinçle doluydular belki. Uzun bir tatil veya kısa bir sürgün olarak görüyorlardı belki geçirecekleri bu yılı. Avrupa henüz 1929 krizinin ve faşizmin karanlığına gömülmemişti. Jazz Age, art nouveau dönemi yaşanıyordu.
Berlin'in muazzam kültürel yaratıcılığını, kozmopolit karmaşasını bırakıp gelen büyükbabam, o mittel europa aydını, 1920'lerin İstanbul'u hakkında ne düşünüyordu acaba? Berlin'in renkli sanat ve düşün cümbüşünde mutlu olacağı doğrultusunda tek tük ipuçlarım var. Gençliğinde keman çalarmış. Viyana'da öğrenciyken ünlü bir sopranoyu birkaç saniye yakından görebilmek için operanın arka kapısında arkadaşlarıyla bekleştiklerini anlatmıştı. İstanbul'da plaklarının arasında klasik müziğin yanı sıra Louis Armstrong da vardı. En sevdiği kitap Aslan Asker Şvayk'ti. Ama zamanında kütüphanesinden aldığım kitaplar arasında Rilke'nin Duino Ağıtları ile Troçki'nin Hayatım'ının ilk Almanca baskısı da var, Sosyalizm ile hiçbir ilişkisi olmamasına rağmen Hayatım’ı okuması, hem dönem aydınlarının (günümüzden farklı olarak) siyasete duydukları sıcak ilgiyi, hem büyükbabamın dünyada olup bitenlere karşı sınırsız merakını gösteriyor herhalde. Bu merakını 92 yaşında ölene dek kaybetmedi.
Ya babaannem? Kafası kuşkusuz Türkiye'nin batılı oryantalist imgeleriyle dolu olan o genç kız, ellerinde palalarıyla Viyana kapılarına dayanan, her biri dört kadınla evlenen, barbar ama romantik, vahşi ama duygusal insanların ülkesinde neler geçirmiştir aklından? İçine kapanıklığı, çekingenliği bu yabancılığı hiç aşamamış olmasından kaynaklanıyordu herhalde. Büyükbabamın aksine, gençliğinden ölümüne dek içinde yaşadığı toplumu hiç tanımadı. Türkçeyi bile adam gibi sökemedi. Halam hatırlıyor, ilk yıllarında kırmızı kaplı küçük bir Rusça-Fransızca sözlüğü varmış babaannemin, ilişki kurduğu küçücük çevrenin çoğu Fransızca bildiğinden, o sözlükle idare edermiş. Rusça-Fransızca bir sözlük, Rusça-Türkçe değil! Ölümüne yakın kendini Polonya'da sanıyordu. Bir gün büyükbabam birlikte çay içtiğimiz odadan kalkıp mutfağa gittiğinde, babaannem “Söyle", dedi, "ben buradayım, beni unutmasın". Mutfakta olduğunu, şimdi geleceğini söylediğimde, "İstanbul'a gidiyorsa, ben de geleceğim, unutmasın" dedi.
Büyükbabamın ilgilendiği makineleri bugün Bankalar Caddesi'nde Kamondo Merdivenleri'nin karşısında bulunan Burla Biraderler ve Şürekası ithal etmiş. Birinci yılın sonuna doğru, biraderlerden biri büyükbabama Türkiye'de kalmasını önermiş ve bu teklifi cazip kılabilmek için olsa gerek, şirkette küçük bir ortaklık teklif etmiş. Hayatımda onca önemli olguyla rakamı hatırlamazken, bu ortaklığın %7 olduğunu niye hatırladığımı allah bilir! Ve bu teklifi kimbilir niye kabul etmiş büyükbabam?
Düşününce şöyle bir senaryo kuruyorum: Önce parasal nedenlerle kabul etmiştir, birkaç yıl iyi para kazandıktan sonra Polonya'ya (veya belki Berlin'e) dönmeyi planlamıştır. Zaten savaş yıllarına kadar zaman zaman Polonya'ya gider gelirlerdi. Halamı da gidip orada doğurmuş babaannem. Savaş değiştirmiş sonra herşeyi. Ailenin Polonya'da kalan tüm üyeleri toplama kamplarında öldükten sonra oralara dönmek söz konusu olmamıştır bir daha. Nitekim, Resmi Gazete'de yayınlanan 5778 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla 1947'de Türkiye vatandaşı olmuşlar. Ertesi yıl da Nişantaşı'nda Karakol' un sokağıyla Emlak Caddesi'nin kesiştiği köşede birkaç arkadaş birlik olup yedi katlı Atid Apartmanı'nı inşa ettirmişler, her biri bir katına yerleşmiş. Apartmanın önünden Dolmabahçe Sarayı'na kadar, şimdi büyük binalarla Maçka Parkı'nın bulunduğu tüm alanda bağlar varmış. Birkaç yıl önce büyükbabamın katı satıldığında payıma düşen parayla Londra'da kümes kadar bir yer alabildim.
Savaş yıllarında, Nazilerin Polonya'yı işgalinden önce, annesiyle kızkardeşlerini Türkiye'ye getirmeye çalışmış büyükbabam. İş ilişkileri nedeniyle iyi tanıdığı Dışişleri Bakanı Şükrü Saracoğlu'yla birkaç kez görüşmüş, vize istemiş. Hayır dememiş hiçbir seferinde Saracoğlu, sadece oyalamış, iş işten geçmiş sonra da. Büyükbabamın annesi Clara ile kızkardeşi Felicia Auschwitz'de ölmüşler. Babası ise Nazi işgalinden kısa bir süre önce eceliyle ölerek kamplardan kurtulmayı başarmış. Babaannemin kızkardeşi Rosa dişçiymiş, kamplara götürülürken yanına siyanür hapları almayı akıl etmiş, kızıyla birlikte Treblinka'da ocaklara götürülürken hapları alıp intihar etmişler.
Büyükbabamın kardeşi Alfred ise Polonya'nın işgali günlerinde ailesiyle Fransa'da tatildeymiş. Cracow üniversitesinde müzik okumuş ve hep kemancı olmak istemişken, Polonya'nın en büyük tekstilcilerinden birinin kızıyla evlenmiş ve kızın babası evliliği onaylamak için müstakbel damadının müziği bırakmasını şart koşmuş. Para mutluluk getirmiyordur belki ama, Fred'le ailesinin hayatını kurtarmış. Fransa'da kalakaldıklarında Londra'da paraları varmış; bu sayede İspanya'ya geçebilmişler. Orada çeşitli elçilik kapılarını aşındırarak Avrupa'dan kaçabilmek için vize aramış ve nihayet kapağı Küba'ya atabilmişler. Oradan da Amerika'ya. Şimdi Amerika'da Bill, Charlie ve Ann adlı akrabalarım ve onların sayısız çocukları ve torunları var. Birkaç tanesine bir iki kez rasladım. Aramızdaki ortaklık Orta Avrupa tarihinin karanlık yıllarında kalmış; dikiş tutturmak şöyle dursun, karşılıklı konuşacak tek kelime bulamadık.
Büyükbabamın babası Wolf ile dedesi Aaron doktor, büyükbabası Julius ile büyükdedesi Jozef hahammış. Sırası geldiğinde göreceğiz, anne tarafımda bir palamut tüccar ile yine doktorlar var. Ben niye ben olmuşum diye düşünmeden edemiyorum bazen! Adımı almışım salt bunca nesil doktor ve hahamdan: Ben doğduğumda büyükbabam sağ olduğundan, onun adı değil de babasının adı verilmiş bana; Aaron (yani Musa'nın kardeşi Harun) Roni olmuş. Türkiye'nin sanayileşmesinin 1925'ten ta 1980’lerin sonlarına kadar küçük bir göstergesi olmuş büyükbabam sonra. Simavi'lerle Karacan'lara ilk ofset matbaa makinelerini, kendisine `çorbacı' diye hitap eden Laz takacılara deniz motorları ve daha bilmem kimlere ilk bilmem ne makinelerini satmış. Ölümüne yakın, Burla Biraderler adına Sony ile ilişki kurmuş, dijital takım tezgahları ithalatını örgütlüyordu. Bir gün hayretle öğrendim ki, yerine yetiştirmek üzere yanına aldığı kişi liseden sınıf arkadaşım Taci'ydi. Belki de beni yetiştirmek isterdi ama benden tüccar olmayacağını çoktandır anlamıştı.
İnsan bir yaşa kadar hep geleceği düşünüyor, geçmiş aklına bile gelmiyor. Ben de yeni merak etmeye başladım: Benim Lehçe veya Rusça öğrenmem için, ailenin Orta Avrupa'daki köklerini bilmem ve o kültürle tanışmam için niye hiçbir çaba göstermedi büyükbabam? Polonya hakkında duyduklarım, bildiklerim burada yazdıklarımdan ibaret. Uzak, soğuk bilgiler, benimle bir ilişkisi yok adeta. Oysa ne güzel olurdu bildiğim dillere bir dil daha, karmaşık kültürüme bir boyut daha eklenmiş olsaydı.
Yeşilköy
Bostancı'daki ilk altı yıldan sonra, kimin aklına nasıl gelmiş, kim niye önermiş bilmiyorum, yazları Yeşilköy'e gitmeye başlamışız. Yine ailecek, fakat artık her aile başka bir evde; bizler, halamlar, teyzemler, büyükbabamlar, dedemler. Bizler Kapri gazinosunun hemen yanında Renker'lerin evinde oturduk ilk birkaç yaz. Deniz kenarında, büyük bahçeli, üç katlı bir ev. Alt katımızı da bugün Amerika'da yaşadığı için en az gördüğüm fakat hâlâ en eski dostum olan İrvin’ler kiralardı. Lisede tarih hocamız Çene Mehmet Bey eşkiya Çopur Musa'dan söz ederken, ben yanımda oturan İrvin'in kulağına “Benim adım Çopur Musa olsa ben de eşkiya olurdum" diye fısıldadığımda, Çene beni görüp "Oğlum, İrvin çopur değil, çilli" demişti.
Bahçenin denize bakan bir köşesinde beton zeminli bir çardak vardı. Çardakta babamla arkadaşlarının neşeli rakı meclislerini hatırlar gibiyim, ama sanki ben de katılmışım gibi hatırlıyorum o meclisleri. Çok katılmak istediğim için mi, hayatımın daha sonraki meclisleriyle karıştırdığım için mi, bilmem. Bir de, çardakta bisikletimle dolap beygiri gibi biteviye dönerken düşüp köprücük kemiğimi çatlattığımı hatırlıyorum. O çektiğim acının şiddetine hayatımda başka hiçbir fiziksel acı ulaşamadı. Fiziksel olmayanlar bunun acısını çıkardılar gerçi, ama çocukluk yıllarından söz ederken onlara değinmenin sırası değil.
Renker'lerden sonra birkaç yaz da Ekonomidis'lerin evini kiraladık, ilk iyi hatırladığım ev de bu. Yine büyük bir bahçe, fakat bu kez deniz kenarı değil. Bizim üst katımızda dedemler, bahçenin dibindeki ikinci evde ise babamın ta Robert Kolej yıllarından beri arkadaşı olan Koço Ekonomidis otururdu. Biz o evden ayrıldıktan çok sonra Koço binlerce Rum ile birlikte Türkiye'den ayrılmak zorunda bırakıldı. Yeşilköy'deki evleriyle babamın ilgilendiğini hatırlar gibiyim. Ben de 1980'lerin başlarında bir yaz Yunanistan'a tatile gittiğimde Atina'da Koço'yu aradım, hemen evine çağırdı, balkonunda oturup rakı içtik, 1960'ların Türkiye'sini andık.
Yeşilköy'de yazlarım denize girmek, bisikletle dolaşmak, futbol ve basketbol oynamakla geçerdi. O yıllarda en has dostum teyzemin oğlu Mişel’di. Sabah buluşur akşama kadar beraber gezip tozardık. Sabah deniz, sonra ya bizde ya teyzemlerde öğle yemeği, tekrar deniz, sonra ya arsanın birinde futbol ya da eski Yeşilköy'deki Rum Okulu'nun bahçesinde basketbol. Şimdi Yeşilköy'ün Aksaray'dan pek bir farkı kalmadı, ama o zamanlar gerçekten köye benzerdi, her yer boş arsalar ve bakımsız yeşilliklerle doluydu. Bizim için sonsuz bir top alanı ve sınırsız bir plajdı adeta. Yazdan yaza değişen kısa süreli ilgilerimiz de olurdu. Bir yaz marangozluğa merak salmıştık, dedem bize Mısır Çarşısı'ndan çekiç, testere, çivi filan getirmişti, Mişel’lerin bahçesinde bir atölye bölgesi yaratmıştık. Hatırladığım kadarıyla tek ürünümüz gıcırtılı bir tabure olmuştu, fakat günlerce, haftalarca eğlenmiştik.
O yaşta eğlenmek, sıkılmadan vakit geçirmek ne kadar kolay! Bisikletçi Adil Abi'nin dükkânının önünde, ellerimizde birer Olimpos gazozu, saatlerce otururduk. Sonra kalkar, bisikletlerimizle sokak sokak gezer, Röne Park'a uğrar, İstanbul Caddesi'yle Serbesti Sokağı'nın köşesinde bir bahçe duvarının üzerinde biraz oturur, yine Adil Abi'nin önüne gelirdik. Ne konuşurduk? Nasıl geçerdi zaman? O sorunsuzluk, sorumsuzluk, huzursuzluğun ne olduğunu bile bilmemenin o derin iç huzuru ne kadar uzak geliyor şimdi bana!
Salak bir geçmiş özlemine kapılmadan düşünmeye çalışıyorum, yine de o yıllarda sadece biz çocukların değil, annemlerle babamların da bugünden farklı yaşadıklarını sanıyorum. Benim şimdi olduğum yaştan daha gençtiler. Özellikle zengin değillerdi; ülke ortalamasının kat kat üstündeydiler kuşkusuz, ama benim birçok sınıf arkadaşımın bugün olduğu kadar varlıklı değillerdi örneğin. Her istediklerini hemen alamazlar, yurtdışına seyahat edemezlerdi, ev sahibi değillerdi, babamın arabası yoktu. Buna rağmen, otuzlarında bir çift olarak her yıl yazlığa giderler, annem her gününü, babamsa her akşamıyla her haftasonunu arkadaşlarıyla deniz kenarında geçirir, çocuklarına her yaz bir bisiklet ve bir meşin top alırlardı. Türkiye'de çok zenginlerin sayısı az, orta sınıfın sınırları dardı. Ve bu orta sınıfın parasal olanakları bugünkünden kısıtlı olmakla birlikte, o olanaklarla bugünkünden farklı yaşamak mümkündü. İstanbul'un hemen yanı başında sayfiye köyleri, temiz bir deniz, ve yalı olmasına rağmen kirası ödenebilecek evler vardı. Doğru mudur yoksa sonraki yıllarda abartılı bir nostaljiyle mi söylenmiştir bilmem, babamın Koço'yla beraber Yeşilköy yakınlarında yaban domuzu avına çıktığını duymuştum.
Bugün arkadaşlarımın çocuklarını iyi bir okula göndermek için çektiklerini (ve çocuklarına çektirdiklerini) görünce düşünüyorum da, babam beni High School ve Robert Kolej’e nasıl gönderebilmiş? Ne babam zengindi, ne ben parlak bir öğrenciydim. Ama dönem farklıydı işte.
Bunları hep sonradan düşündüm. O zamanlar yediğim üzümün bağını sormak aklıma bile gelmezdi elbet. O mutluluğun bir kaynağı sanayileşme, kentleşme, iç göç ve sınıf mücadelesi patlamalarına gebe, fakat henüz doğum yapmamış olan İstanbul ise, diğer kaynakları da büyükbabamla dedemdi. Büyükbabamla yukarıda tanıştık. Bir de şunu eklemeli: Halamın iki kızı, benimse bir kızkardeşim vardı, tek erkek torunuydum yani. Sarsılmaz bir dürüstlük ve adalet anlayışıyla herşeyi her zaman iki çocuğuyla dört torunu arasında eşit paylaştırır, asla iltimas yapmazdı. Ama sevgiyi eşit paylaştırmak zor. Aslan payı hep benim oldu.
Yahudi ırkçılığının stereotipleri uyarınca, Doğu Avrupa Yahudileri (aşkenazlar) sert, akılcı ve duyarsız olur, İspanyol Yahudileri (sefaradlar) ise yumuşak, hissi ve fazla duygulu. Büyükbabamla dedem bu tiplemeyi kanıtlar gibiydi! Biri keskin ilkeli, düzenli, planlı yaşayan, hislerini dışa vurmayan, iri yapılı bir Doğu Avrupalı, diğeri daha duygulu, çocuklarıyla torunlarını şımartan, zaman zaman bağırıp çağıran bir Akdenizli. Üniversite yıllarımda ve daha sonra 'sert' büyükbabama daha yakındım galiba, fakat çocukluk yıllarımın yıldızı 'yumuşak' dedemdi.
Dedemle anneannem kardeş çocuklarıydılar, biri Tire'de doğmuş, biri İzmir'de. Anneannemin dedesi Yusufaçi Danon, Tire'de büyük bir toprak ağasıymış. Bunları bana anlatırken "hatırası bugüne kadar köyde yaşar" demişti anneannem, bunu bilmesi mümkün olmadığına göre, diğer anlattıklarını da biraz ballandırmış olduğunu varsaymalı. Yahudi toprak ağası nadirdir, mültezim olsa gerek Yusufaçi. İyi dostlarından biri Çakıcı Efe'ymiş. Görmüş de mi hatırlıyordu, dinlediklerini mi aktarıyordu kimbilir, anneannem Çakıcı’nın Yusufaçi'yi ziyarete gelişini anlatırdı. Uzaktan atlılar göründüğünde kadınlar hemen selâmlığa geçerler, gelenleri izleyebilmek için pencerelerin önünde itişirlermiş. Az sonra, en önde beyaz atıyla Çakıcı, ardında da adamları görünürmüş. Adamlarından biri sırtındaki ganimet torbasını Yusufaçi'nin önüne boca edermiş: Gümüşler, altınlar, ziynet eşyaları. Şimdi bizim evde o torbaların birinden çıktığı iddia edilen tek bir parça var: Devekuşu şeklinde gümüş bir gülabdan. Seksen yıl önce birinden çalınmış, ne çalan kalmış, ne çaldıran, devekuşu bizim salonda yaşamını sürdürüyor!
Yusufaçi muazzam başağrıları çekermiş. Bir Viyana seyahatinde gittik doktorun verdiği haplar geçirirmiş ancak ağrılarını. Bir zaman sonra İstanbul'da salt merakından doktora gitmiş, "Neyim var? Bu haplar nedir?" diye sormuş. Doktor hapların şekerden ibaret olduğunu görüp tüm bilgeliğiyle bunu Yusufaçi'ye söylemiş. O an tekrar başlayan başağrılarına karşı morfin hapları vermiş. Bir rivayete göre, Yusufaçi morfinman olup tüm servetini kaybederek sefalet içinde ölmüş. Bir diğer rivayete göre, Yusufaçi ile kardeşinin mirasçıları birbirlerine düşüp ailenin tüm servetini batırmışlar ve Yusufaçi yine sefalet içinde ölmüş. Rivayetlerin ikisi de anneannemden kaynaklanıyor.
Dört oğlu, üç kızı varmış Yusufaçi'nin. Kızlarından Esmeralda'nın güzelliği dillere destanmış. Herkesin annesinin güzelliği dillere destandır gerçi ama, ben anneannemin yalancısıyım. Birgün, yüzyılın sonundan hemen önce, köye tayin edilmiş olan İzmir'li doktor Bohor Danon' un kardeşi Benjamin abisini ziyarete gelmiş. İzmirli Danon’larla Yusufaçi Danon arasında bir akrabalık yok ama, köyün ağası köyün doktoruyla dostmuş elbet, ziyarete gelen Benjamin'i de ağırlamış bir akşam. Benjamin Esmeralda' ya hemen oracıkta vurulmuş, yedi yıl peşinden koştuktan sonra nihayet muradına ermiş, 1905' te anneannem doğmuş. Birkaç ay önce 92 yaşında öldüğünde hem bunları hem çok daha fazlasını hatırlar, hergün bastonuna yaslanarak arkadaşlarıyla konken oynamaya giderdi.
Anneannemin babası Benjamin İzmir'de kahve ve palamut ihracatı yaparmış. Bunu ilk duyduğumda balık satıyor sanmıştım, meşe palamutuymuş tabi. Benjamin'in kardeşi doktor Bohor 1906'ya kadar Tire'de kaldıktan sonra tayini Halep'e, ardından da Şam'a çıkmış. Bu arada, 1897'de, oğlu, dedem, Moris doğmuş. Bohor'un karısı, 1830'larda Polonya'n kaçıp gelen Brevlovsky adlı bir doktorun kızı Bella'ymış. Yaşamımın tarihöncesindeki tıp ve Polonya motiflerinin sonuncusu da bu.
Benjamin ve Bohor kardeşler 1918'de İstanbul'da buluşmuşlar. Benjamin'in ihracat işi iflas ettiğinde başkente taşınmış, doktor Bohor da Suriye'deki görev süresinin sonunda İstanbul'a yerleşmiş. Haydarpaşa'da otururlarmış. Benjamin'lerin 1922 Haydarpaşa yangınında yanan evinden Esmeralda bir elinden anneannemi tutarak, bir elinde alel acele doldurduğu bir çantayla zor kurtulmuş. Oradan, Pera Palas'ın karşı sırasında ve az ilerisinde, bugün hâlâ ayakta fakat boş ve metruk olan Kamondo Han'a taşınmışlar. Aileleri bir zamanlar bu görkemli apartmanda oturan çok Yahudi'ye rastladım. Bir bu, bir de Boton Han, yani şimdiki Doğan Apartmanı.
Dedem bir süre Osmanlı Bankası Şam şubesinde çalıştıktan sonra, İstanbul'a geldiklerinde amcası Robert'in yanına girmiş. İzmir' den gelen öbür amcası Benjamin de onlara katılmış. Anneannem kendisine aşık olan amcazadesi dedemi uzun süre istememiş, fakat 1927'de evlendikten sonra tam 53 yıl boyunca, kendinden önceki nesillerden öğrendiği 'ideal eş' işlevini gördü. Babaannem de kuşkusuz öyleydi, üstelik 10 yıl daha uzun süreyle, fakat anneannemin edilgenliği daha çarpıcı geliyor bana, çünkü büyükbabam babaanneme tapardı, bu tarafta ise anneannem dedeme. Ömrünün son yıllarında, torunlarını el üstünde tutmakla birlikte, giderek huysuz ve sert olmuştu dedem. Tabağındaki bezelyelerden birinin çapı yarım santimi aşsa, dünyanın kuşkusuz en usta ahçılarından biri olan anneanneme bağırır çağırır yakınırdı. Karşılığında tek bir kez gık dediğini duymadım anneannemin.
Dedemin ölümünden sonra yıllarca anlattı durdu, kızkardeşimle kuzenim Mişel'in ablasına değil de, biz erkeklere: "Dedeniz", dedi, "1933'te kendi bürosunu açtığında mümessillik istemek için Avrupa'da yüzlerce şirkete mektup yazdı, aylarca büroda boş oturup cevap bekledi. Yıllarca para kazanamadı. Fakat hiçbir isteğimi geri çevirmedi, parasızlığımızı hiç bana hissettirmedi. Hiç işi olmadığında bile sabahın köründe bürosuna gitti. Çalıştı ve sonunda kazandı. Ve kazandığı her on liranın bir lirasını her zaman bir köşeye ayırdı. Bakın, 10 senedir yalnızım, kimseye muhtaç bırakmadı beni". Böylesi bir dünya, erkeklerin çok çalışıp para kazandıkları, tutumlu davranıp eşlerine baktıkları, kadınların ise eşliği zanaat haline getirip hep küçücük bezelyeler pişirdikleri bir dünya anneannemin bildiği ve hayal edebildiği tek dünyaydı. Annem de bu dünya görüşünü devraldı, gerçekleştirmeye çalıştı, fakat dünya artık değişiyordu, beceremedi. Benim hayatımda ise hiç yeri olmadı böyle bir dünyanın. Ne çalışmayı sevdim veya kutsadım, ne de beş kuruş para biriktirebildim; ne evlilik düşündüm, ne çocuk, ne torun. Annemse ancak öyle yaşanır sanır, tüm verileri, kendi çevresinde bile olan bitenleri görmezlikten gelir, ancak öyle yaşayanlar mutlu sanır. Öyle yaşayamadığı için, hayatını kafasındaki o artık geçersiz toplumsal çerçeveye uyduramadığı için mutsuz olur. Olan hep ara nesillere olur zaten.
İlk ve ortaokul yıllarımda dedem her Cuma akşam Tahtakale'de Menekşe Han'daki bürosundan çıkar, Kurukahveci Mehmet Efendi ve Mandumları'nın dükkanının önünden geçer, kuruyemişçiye, manava, balıkçıya uğrar, bizler için birşeyler alır gelirdi. Hafta boyunca bu ziyaretleri beklerdim, çünkü şam fıstığıyla lakerdanın yanında, benim bir önceki Cuma ısmarladığım kitapları da getirmiş olurdu. Her kitabı bitirdiğimde, arka kapakta veya son sayfalarda `Yayınevimizin Diğer Kitapları' veya 'Bu Dizinin Diğer Eserleri' bölümünden birkaç kitap daha seçer dedeme verirdim. Bütün çocuk klasiklerini, ama en başta Jules Verne'in kitaplarını defalarca okumuştum. Arzın Merkezine Seyahat'te bir sahne vardır, o sahnenin her okuduğumda verdiği korkuyla karışık heyecan ürpertisini hala unutamadım. Arzın merkezinde bir göl üzerinde giderken, derinliğini kestirebilmek için çapa atarlar. Demir çapayı çektiklerinde üzerinde diş izleri vardır. Bundan sonra izledikleri iki canavarın mücadelesi değil de, çapanın üzerindeki diş izleri etkilerdi beni. Bilinen tehlike değil de, bilinmeyen. Yıllar geçtikçe bilinmeyen tehlike kalmıyor pek, bilinenlerse giderek daha korkutucu oluyor: Ayrılık, yaşlanmak, ölüm.
Evlendikten sonra, anneannemle dedem Harbiye'de Arif Paşa Han'a taşınmışlar. Daha sonra gördüğüm Paris apartmanları gibi, bir avlunun üç tarafını çeviren bir binaydı bu, hâlâ duruyor. İlginçtir, odalarının her birini tek tek hatırlıyorum, fakat genel plan aklımda kalmamış. Salonda pencere kenarında dedemin Dolapdere'ye inen yokuşa bakan koltuğu vardı. Hep orada oturur, ben de kucağına çıkardım; ilkokul yıllarım olsa gerek. Aşağıdan geçen her arabanın şoförünün ismini söylerdi bana. Olsa olsa üçüncü veya dördüncü katta olmamıza rağmen bana çok yüksekteymişiz gibi geldiği için, şoförlerin yüzünü nasıl görebiliyor diye merak ederdim. Bu kadar insanı nasıl tanıyor diye düşünmemiştim hiç!
Aynı salonda, ilkokulun ilk gününden önceki gün alınan defteri, renkli kalemleri ve defterin ilk sayfasına bir resim çizdiğimi hatırlıyorum. Hoş bir heyecan vardı içimde. Heyecan aklımda da, niye heyecanlandığımı, neler beklediğimi bilemiyorum artık. Zaten o zaman da bilemiyordum herhalde. Bilsem heyecanlanır mıydım?
Tireli, lise mezunu bir Yahudi tüccar, hayatı boyunca Tahtakale' de komisyoncu olan dedemin nasıl olup da okumuş yazmış, aydın bir kişi haline geldiğini kestiremiyorum. Fransızcayı anadili gibi, birkaç başka dili de kolayca anlayacak kadar bilir, evde anneannemle Türkiye Yahudilerinin Kastilya'dan getirip 500 yıl boyunca yoğurup özgünleştirdikleri İspanyolca'yı konuşurdu. İşyerinde masasının camının altında küçük bir kağıt parçasına kendi titrek elyazısıyla yazdığı Mevlana dizeleri dururdu: "Ne olursan ol, / İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta, / İster yüz kere tövbe etmiş ol, / İster yüz kere bozmuş ol tövbeni. / Umutsuzluk kapısı değil bu kapı, / Nasılsan öyle gel". Seksenüç yaşında, ölümünden birkaç ay önce Londra'ya telefon açtı, felsefe okumak istediğini, Paris'teki Hachette' ten kitap ısmarlayacağını söyledi, neler önerdiğimi sordu. Öldüğünde İstanbul'daydım, raflarında Larousse du XIXeme Siecle'in yanında tertemiz, yeni gelmiş felsefe kitaplarını gördüm. Onları değil ama, kitaplığın üstündeki küçük bir Cervantes gravürünü, Le Petit Prince ile Le Mythe de Sisyphe'i aldım. Şimdi ben itiyorum kayayı dağın tepesine doğru. Seksenüç yaşımda hâlâ itiyor olacak mıyım, olursam yeni bilgiler edinme heyecanı kalmış olacak mı içimde?
Topağacı
Çocukluğumun hâlâ heyecanla hatırladığım en heyecanlı anları arasında dedemlerle büyükbabamların seyahat dönüşleri var. Her ikisi de oldukça sık yurtdışına çıkar, iş icabı dedem Fransa'yla Belçika'ya, büyükbabamsa Doğu Avrupa ülkelerine gider, kışları da çok zaman birlikte İsviçre'ye tatile giderlerdi. Döndükleri gün teyzemlerle bizler dedemin Topağacı’ndaki evine ya da halamlarla bizler büyükbabamın Emlak Caddesi'ndeki evine giderdik. Büyükler, dinlemek, sohbet etmek isterken, biz çocuklar bavulların açılmasını bekler, bir an önce açılmaları için her türlü numarayı çekerdik. Sayısız hediye çıkardı bavullardan: Oyuncaklar, giysiler, özel olarak sipariş edilmiş ıvır zıvır. Ben bir ara anahtarlık kolleksiyonu yapardım, dedemin bir bavulundan çıkan bir naylon torba dolusu anahtarlık sanıyorum hâlâ dedemin evinde bir yerlerde duruyor.
Hayatımın ilk 17 yılının kış ayları merkezinde Nişantaşı karakolu bulunan küçük bir alanın içinde geçti. Vali Konağı Caddesi'nde Pakize Tarzı Kliniği’nde doğduğumda Kuyulu Bostan Sokağı'nda oturuyormuşuz. Ondan sonra, ben İstanbul'dan ayrılana dek üç kez taşındık; önce Rumeli Caddesinde Rio Pastanesiyle Opera Plak Evi'nin karşısındaki sokakta bir eve, sonra Topağacı Migros'unun üstündeki Lâle Apartmanı'na ve nihayet Teşvikiye Caddesi'nde Kıyık Pastanesi'nin yanındaki Berna Apartmanı'na. Bu alanın önemli bir kısmı artık konfeksiyon sanayinin istilasına uğramış olmasına rağmen, eskiden arkadaşlarımın oturdukları apartman katları artık avukat bürolarına dönüşmüş olmasına rağmen, Teşvikiye Caddesi'yle Vali Konağı Caddesi'nin oluşturduğu dev 'T' harfi benim alfabemin ilk harfidir. Ben kentten ayrıldığım yıl, babam evi terkettikten sonra annem Maçka Palas Apartmanı’na taşındı. İki yıl önce Doğuş Holding binayı satın alıp 64 aileyi evinden edene dek İstanbul'daki mekanım Maçka Palas'tı. Gece evden çıkar, Teşvikiye Camii ile Sütiş'in, Pamuk Apartmanı'yla eski ilkokulumun önünden geçer, ertesi günün gazetelerini alıp dönerdim. Ayaklarımın altından kaldırım taşları değil, yıllar geçerdi.
Şişli Terakki Lisesi'ndeki ilkokul yıllarım hakkında pek birşey hatırlamıyorum. İnsan o yaşlarda kolay mutlu veya mutsuz oluyor, mutluluğu da mutsuzluğu da kolay unutuyor, üstünde durmuyor. Terbiyeli, efendi, sıradan bir çocuktum; çalkantısız, güvenli, sıradan bir orta sınıf çocuğunun hayatını sürdürüyordum. Sonra ne zaman, ne oldu da ben çıktım ortaya, hâlâ tam çözebilmiş değilim bu sorunun cevabını. Annem zaman zaman "Tavuk oturmuş, altından kaz yumurtası çıkmış" der, ama o zamanlar bunun böyle olacağının işaretleri yoktu çıkarabildiğim kadarıyla. Annem olağanüstü ölçüde evhamlı bir kadın olduğundan, Batı edebiyatında mizah konusu olan `Yahudi anne' tipini bile bu açıdan gölgede bıraktığından, çok korunmuş bir çocuktum. Maceralar, kaçamaklar, gerçek ya da hayali tehlikeler yoktu hayatımda.
Evimizde sıcak ve sevecen bir aile atmosferi olmadığının o zamanlar farkında mıydım, sonradan mı bilincine vardım, bilemiyorum. Kızkardeşimi doğurmak, annemle babamın arası iyi olmadığı için, evliliği kurtaracak yeni bir bağ yaratmak umuduyla arkadaşları tarafından önerilmiş. Demek ki, 19 yıl süren evliliklerinin daha ilk yıllarında iş sarpa sarmaya başlamış. Sarpa sarmış bir ilişkiyi sürdürmeye çalışmanın nasıl tarifsiz bir işkence olduğunu daha sonra ben de öğrendim. Annemle babamın boşanmayı 'yanlış' buldukları için, 'çocukların mutluluğu' uğruna, akrabalarının ısrarıyla bir arada kalıp birbirlerini ne kadar mutsuz ettiklerini tahmin edebiliyorum.
Kısmen bu mutsuzluk nedeniyle olsa gerek, ama kısmen de karakteri nedeniyle, babam biz çocuklar için uzak, soğuk ve biraz korkutucu bir varlıktı. Aile reisi, çocuk babası, işadamı olmak istemiyordu tahminimce. Çaresi yoktu ama. Benim karşımda eriyen büyükbabamın kendi çocuklarıyla ne kadar sert olduğunu daha sonraları halam anlattı. Babam doktor olmak istemiş, mühendislik okumak üzere Amerika'ya gönderilmiş. Boşanmak istemiş, "Margulies'ler boşanmaz" denmiş, Amerika'dan dönmese belki ne mühendis, ne işadamı olacaktı. Ama bir kez döndükten sonra, 1950'ierin İstanbul'unda kendisini bekleyen hayata karşı isyan etmesi mümkün değildi herhalde. Etmek ister miydi, böyle birşey düşünmüş müdür, onu da bilemiyorum. Hali vakti yerinde bir işadamı yaşamının nimetlerini tepmek istemezdi herhalde, ama memnun da değildi bu yaşamdan. Ömrü boyunca başarılı bir işadamı olamadı zaten. Beceremediğinden değil, sıkıldığından sanıyorum. Gençliğinde iki arkadaşıyla beraber daha sonra Jumbo'nun satın aldığı Amboss çatal bıçak fabrikasını kurdu, bir süre sonra hisselerini satıp ayrıldı. Son yıllarında 11 kişiyi yatırım yapmaya ikna edip İstanbul'un dışında haftalarca uygun bir alan arayıp buldu ve bir mantar üretim tesisi kurmaya başladı. Sonra bunu da bıraktı. Projelerden hoşlanıyor, ama çalışmayı sevmiyordu anlaşılan, Benim gibi.
Ben 1972 Eylül'ünde İngiltere'ye gittikten sonra aynı yılın Aralık ayında Noel tatilinde İstanbul'a döndüğümde annemle babam beni Yeşilköy'de karşıladılar. Berna Apartmanı’na döndük, biraz oturduktan sonra babam "Ben gideyim, artık" deyip kalktı gitti. Garipsedim. Sonra annem durumu anlattı: Ben gittikten az sonra babam eşyalarını bir bavula doldurup annesiyle babasına taşınmış. Annem gidip babamı geri getirmeye çalışmamı bekliyordu. Ben ise o yaşımda bile, tam bu kelimelerle olmasa da, "Helâl olsun, artık istediği gibi yaşayacak, kendisinden bekleneni değil kendi istediklerini yapacak" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ve bunu gerçekten düşündüm sanıyorum, belleğimin bir oyunu veya sonradan yakıştırdığım bir düşünce değil. Bu iş bana iki açıdan pahalıya patladı. Babamı eve dönmeye ikna etmeye çalışmadığım için annem beni hiç affetmedi, babam ise bir süre sonra gidip annemden aslen farklı olmayan bir kadınla evlenip ya zaten benim sandığım türde bir derdi olmadığını ya da bu derdi çözecek cesareti bulamadığını gösterdi. İkisiyle de hiç konuşmadık bunları. Ne gerek var, artık biliyorum ki insanlar istedikleri gibi yaşamıyor, koşullar bir iki kısıtlı seçenek sunuyor bize, seçeneklerden en az kötü görüneni seçip idare etmeye çalışıyoruz.
Yıllar sonra, ben otuzlarıma girdiğimde, babamla dost olduk. İstanbul a geldiğimde öğle zamanları gider Nevizade Sokağı'nda Kadir'in Yeri'nde başbaşa rakı içer, Çukurcuma'da antikacıları gezerdik. Her geldiğimde bir kez büyükbabamlarla halamları yemeğe çağırırdı. Ailenin üç nesil erkeği derin bir haz alırdık bu meclislerde. Anlatması zor: Aile, kan, vatan, toprak gibi kavramlara, bir yere ait olma hissine tümüyle yabancı olan ben, bu meclislerde gökten zembille inmemiş olduğumu keyifle farkeder, kendimi 'süreklilik', `köklülük' gibi rahatlatıcı duygulara teslim ederdim. Bu duyguların anlamsızlığını tamamen unutmazdım herhalde, ama “Benim de bir oğlum olsa, benim gibi bıyıkları olsa, Polonya'nın bir kasabasında başlayan bu öykü benimle bitmese" diye düşündüğüm olurdu o sofrada. İki yıl arayla büyükbabamın ve babamın ölmesiyle tarihimi kaybetmiş gibi oldum, "geçmişimden sayfalar yırtıldı". Kök, aile, çocuk gibi şeyleri bir kenara bırakıp zembilime döndüm.
Babamla dostluğum, tüm yakınlığına rağmen, yine de mesafeliydi. Nedendir bilmem, bütün duvarları indirmek, tümüyle çıplak kalmak adeti ne onda vardı, ne bende var. Bir gün bana bir ara depresyon geçirdiğini, her gece sabaha karşı bir saatte göğsü daralarak uyandığını anlattı, sözünü ettiği dönemde onu gördüğümü ve her zamanki gibi neşeli bir büyük rakı paylaştığımızı hatırladım. Dertleriyle kaygılarını kendine saklar, başkalarıyla sadece haşarılığını, eğlencelerini, keyfini paylaşırdı. Bunun bir eksiklik olduğunu düşünüyorum artık; acılarımı içime gömüp dünyaya hep güleç, hep vurdumduymaz gözlerle bakmak hoşuma gitmiyor değil, ama acıları paylaşmamanın maliyeti kaygılandırmaya başladı beni. Tahminimce artık çok geç ama, babamdan devraldığım bu yönlerimi bu saatten sonra değiştirmek çok zor olsa gerek. Nereden başlayacağımı bile bilemiyorum zaten.
Şişli Terakki ilkokulunu bitirdikten sonra High School'a girdim. Girişimde sanırım bir puştluk vardı, ama ne olduğunu bilemiyorum. Bir veya iki yıl hazırlık okunurdu High School'da. İrvin'le ben bir sınava girip hiç hazırlık okumadan Orta 1 'e girdik. Gerçi ben bir yıl boyunca Göztepe' de oturan Mr. Hugh adlı bir İngilizden dil dersleri almıştım, ama İngilizce bildiğim iddia edilemezdi. Sanırım İrvin'in babası bir numara çekmiş olmalı. O gün gibi bugün de benden daha çalışkan, disiplinli ve üretken olan İrvin A sınıfına alındı, ben B sınıfına. Bizim sınıf bir önceki yıl çakmış olan, A’da beceremeyen veya benim gibi B' de bile becermesi beklenmeyen öğrencilerden oluşuyordu. Keyfimize diyecek yoktu.
Öğretmenlerimiz, sonradan İngiltere'de sık sık karşılaştığım türde, yerinde duramayan, toplumla veya kendileriyle barışık olamayan, öğretmenlik için biçilmiş kaftan insanlardı. Cebir hocamız Mr. Lucas Manchester’li bir kamyon şoförüydü, aramızda adı `Şaval' olan edebiyat hocamız Mr. Lewis cebinde yassı bir viski şişesiyle gezerdi, geometri hocamız Mr. Webster okul orkestrasında bateri çalar ve bunun geometriden daha önemli olduğunu saklamaya hiç çalışmazdı. Türk okullarının katı disiplini ve ezberciliği High School'da bulunmadığı için, öğrencilik pek de sevimsiz değildi. Bu yıllarda aslen İngilizce öğrendim ve okulun küçücük arka avlusunda tenis toplarıyla futbol oynadım.
İlgimi çeken tek ders tarih, hiç anlamadığım tek ders ise kimyaydı. Tarih hocamız coğrafya ve yurttaşlık bilgisi derslerini de veren Mehmet Ali Bey'di. Sözlü yapacağı günlerde defterini önüne koyar tek tek sayfaları çevirmeye başlardı. Her sayfada altı kişinin adı vardı, herkes sayfasının defterdeki yerini bilirdi. Bizim sayfa "Markölye ( yani ben), Okar, Paşarel, Sadaka, Sağanda, Schick” idi'. Mehmet Ali Bey sayfaları çevirdikçe, çevrilen sayfadakiler rahat bir nefes alır, derken Mehmet Ali Bey geri doğru çevirmeye başlardı sayfaları! Ders tarihse ben hiç kaygılanmazdım. Orta 3' te diğer derslerimin ortalaması ucu ucuna sınıf geçmemi sağlayacak şekilde 51 civarındayken, tarih notum 92'ydi. Osmanlıların imzaladığı antlaşmaların çoğunun kaç deve yükü ipek verilmesi gerektirdiğini artık hatırlamıyorum ama tarihleri hâlâ aklımda. Geçmişe karşı bugün de duyduğum ilginin nedenini çözebildiğim gün kendim hakkında çözemediğin birçok sorunun da cevabına yaklaşmış olacağım belki.
High School’da başlıca arkadaşlarım Mişel, Maryo Paşarel ve David Delareyna idi. Cuma günleri okul 3' te biter, bizler As veya Konak sinemasına giderdik. Meşrubatlarla dondurmalar alır, balkonun arka sıralarına kurulurduk. Bu Cuma öğle sonralarının mutluluğunu hiç unutamıyorum. Gerçek mutluluk, düşünmeden, mutluluğun farkında bile olmadan yaşanan mutluluk; sonraki yıllarda beynim buna bir daha hiç izin vermedi.
Maryo'nun sonra Amerika'ya gittiğini, çok dindar Yahudi bir kızla evlenip kendisinin de dindar olduğunu duyduktan birkaç yıl sonra, Mişel’le ben Teşvikiye Caddesinde Maryo'yla yüzyüze geldik. Üstüne atlayıp sarılmak üzereyken "Bi dakka, lütfen yapmayın çocuklar” dedi, ait olduğu Yahudilik dal, mezhep veya sektinin inançları uyarınca insanlara temas etmemesi gerektiğini izah etti. Mişel'le birbirimize baktık ve kahkahalarla iki tarafından birden sarıldık Maryo’ya. Yüzünde çaresiz bir gülümsemeyle öylece kalakaldı. Bir daha da görüşmedik. David ise bugün büyük bir şirketin yedek parça, personel veya levazım müdürü. Orta Okul'dan beri yollarımız hiç kesişmedi. Mişel'le zaman zaman, ailede bir ölüm olduğunde veya mevlutlarda görüşüyoruz, o ara ben İstanbul'daysam. Üniversiteyi o da İngiltere'de okudu, sonra dönüp babasının yanında çalışmaya başladı. Anadolu'ya hortum satıyor şimdi, sulama hortumları, sanayi hortumları, sert hortumlar, yumuşak hortumlar. Beni böylesi akibetlerden kurtaran genetik, kişisel ve toplumsal bileşime gece gündüz dua etsem yeridir.
Hikayenin devamı: