Otoriter rejimlerin doğası üzerine hiciv ve gerçekçilik

Deutsches Haus: Bir yüzleşme dizisi

1933 yılında Nazilerin iktidara gelmesi, Almanya’da Yahudiler için sonun başlangıcı anlamına geliyordu. “Kırık Camlar Gecesi” gibi pogromların düzenlenmesinden, Yahudileri toplumsal hayattan dışlayan ırkçı yasaların çıkartılmasından, çeşitli şiddet yöntemleriyle ülkeyi terk etmeye zorlanmalarından sonra, 1940 ile 1945 yılları arasında oluşturulan toplama ve ölüm kamplarında 1 milyon 100 bin kişi zehirli gaz kullanılarak, iğne yapılarak, kurşuna dizilerek, işkence edilerek öldürüldü. Tüm bu yapılanlar özenle kayıt altına alındı. Hem Almanya’da hem de işgal edilen topraklarda Yahudi nüfusu büyük ölçüde yok edildi. İkinci Dünya Savaşı’nın Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlanmasından sonra galip devletler tarafından Nürnberg’de toplanan uluslararası mahkeme, Nazilerin cezalandırılmasında son derece yetersiz kaldı. Toplam 24 sanık çeşitli cezalara çarptırıldı, ancak karar verici konumdaki binlerce Nazi’ye dokunulmadı. 1949 yılında kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti’nde ise Nazi döneminde işlenen suçlar neredeyse 20 yıl boyunca bir tabu olarak kaldı. Hem adalet mekanizması hem de toplum “Geçmiş unutulsun, geride kalsın” diye düşünüyordu. 1949-1963 yıllarında Federal Alman Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı Adenauer döneminde geniş af kampanyaları düzenlendi ve resmi dairelerde personele ihtiyaç duyulduğu için de birçok kişinin Nazi kimliğinin arındırılmasına çalışıldı. 1958 yılında bir Alman gazetesi, eski bir toplama kampı tutsağıyla tanıştı ve bu kişinin elindeki bazı belgeleri inceleme fırsatı buldu. Gazeteci, bu belgeleri Hessen Eyaleti Federal Başsavcısı Fritz Bauer'e gönderdi. Başsavcı durumun vahametini hemen anladı. Elindeki belgeler Auschwitz'de insanların planlı bir biçimde kitlesel imhasına işaret ediyordu. İnfaz kararlarını imzalayan kişinin kamp komutanı Rudolf Höß, parafe eden kişinin ise Robert Mulka olduğu belgelerde açıkça görülüyordu.  Bunun üzerine 1963 yılının 20 Aralık günü Frankfurt kentinde Auschwitz davası başladı. Davada aralarında kamp komutanının yaveri Robert Mulka’nın da bulunduğu toplam 22 kişi yargılandı. Yirmi ay süren davada 359 tanık dinlendi, bunların 248‘i Auschwitz Toplama Kampı’ndan sağ kurtulmuş olan eski tutsaklardı. Zanlılar mahkeme boyunca çok rahat davrandılar, ancak sonunda davanın baş sanıklarına uzun ve kısmen ömür boyu hapis cezaları verildi.  Bu dava Alman halkının derinden sarsılmasına ve özellikle gençlerin “Benim ailem bu korkunç olayın neresindeydi?” diye sorgulamaya başlamasına neden oldu. 1968 yılında Avrupa’yı kasıp kavuran devrimci dalga, yüzleşme sürecini hızlandırdı ve Yahudi soykırımı Almanların nezdinde büyük ölçüde mahkûm edildi. İlk sezonu beş bölüm olan dizide, bu mahkeme süreci gerçeğe büyük ölçüde bağlı kalınarak anlatılıyor. Mahkemede tercümanlık yapan Eva adındaki genç kadın, “Deutsches Haus” yani Alman Restoranı ismini taşıyan lokantayı işleten annesiyle babasının da kampta subay lojmanlarında çalıştığı ve yaşananlara tanık olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor. Bu esnada ablasının ve davada tanıklık yapan eski tutsakların travmaları da etkileyici bir şekilde anlatılıyor. “Deutsches Haus”, geçmişte yaşanan kötülüklerin bir daha tekrarlanmaması için ne yapılması gerektiğini etkileyici bir şekilde gözler önüne seriyor.

Anne Boyer: Artık savaş çığırtkanı yalanlar yok

Pulitzer ödüllü şair Anne Boyer, NYT Magazine Şiir Editörlüğü'nden istifa etti: "İsrail'in Gazze halkına yönelik ABD destekli savaşı kimsenin yararına değil." Anne Boyer'in istifa mektubu şöyle: "New York Times Magazine'in şiir editörlüğünden istifa ettim.  İsrail devletinin Gazze halkına karşı yürüttüğü ABD destekli savaş herkes için bir savaş değildir. Ne İsrail'in ne ABD'nin ne de Avrupa'nın ve özellikle de onlar adına savaştıklarını iddia edenler tarafından iftiraya uğrayan pek çok Yahudi'nin güvenliği söz konusu değildir. Tek kârı petrol çıkarları ve silah üreticilerinin ölümcül kârıdır. Dünya, gelecek, kalplerimiz, her şey bu savaş yüzünden küçülüyor ve zorlaşıyor. Bu savaş sadece füzeler ve toprak işgallerinden ibaret değil. On yıllardır süren işgal, zorla yerinden edilme, mahrum bırakılma, gözetim, kuşatma, hapis ve işkenceye direnen Filistin halkına karşı devam eden bir savaş. Mevcut durumumuz kendini ifade etmek olduğu için, bazen sanatçılar için en etkili protesto biçimi bunu reddetmektir. Bizi bu mantıksız acıya alıştırmak isteyenlerin 'makul' tonları arasında şiir hakkında yazamıyorum. Artık korkunç örtmeceler yok. Artık sözlü olarak sterilize edilmiş cehennem manzaraları yok. Artık savaş kışkırtıcısı yalanlar yok. Eğer bu istifa haberlerde şiir büyüklüğünde bir boşluk bırakıyorsa, o zaman şimdiki zamanın gerçek şekli budur."

Kanun Hükmünde sansür

60. Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne sansürcülük damgasını vurdu. Nejla Demirci tarafından çekilen ve KHK ile ihraç edilen Doktor Yasemin Demirci ile öğretmen Engin Karataş’ın hikâyesinin anlatıldığı “Kanun Hükmü”  isimli film, festival tarafından “belgeseldeki kişi hakkında süren bir dava” olduğu gerekçesiyle programdan çıkarıldı.  Öncelikle KHK ile üniversitedeki görevinden uzaklaştırılmış biri olarak yönetmen Demirci’ye 7 yıldan uzun süredir devam eden bu hukuksuz uygulamayı gündeme getirdiği için teşekkür etmek isterim. Altın Portakal Film Festivali Yönetmeni Ahmet Boyacıoğlu, sansürü “yargı sürecini etkilememek için” uyguladıklarını söyleyerek meşrulaştırmaya çalışıyor. Bu sansür ağır bir ifade özgürlüğü ihlalidir, hakkında hiçbir yasal gerekçe olmadan bir gecede işten çıkarılan, işsizliğe ve toplumsal dışlanmaya maruz bırakılan yüzbinlerce KHK’lının hedef gösterilmesine ortak olmaktır.  Kendisini gazeteci olarak adlandıran iktidar yanlısı Cem Küçük, KHK’lıların “medeni ölü” hâline getirilmesi gerektiğini yazmıştı. Yedi yıldır uygulanmakta olan tam olarak budur. KHK’lıların yargıya başvurması öncelikle OHAL Komisyonu adı verilen uydurma bir ara kurum tarafından yıllarca engellendi. 22 Mayıs 2017’de göreve başlayan OHAL Komisyonu çalışmalarını ancak 22 Ocak 2023’te tamamlayabildi. İşsiz kalan ve başka bir işe girmesi de üzerlerine yapıştırılan “terörist” damgasıyla büyük oranda engellenen KHK’lılar tam altı yıl boyunca OHAL Komisyonu tarafından oyalandı. Yıllar boyu pasaportlarımız da engellendiği için yurt dışında iş bulma imkanımız da elimizden alındı. Hâlen süren idare davalarında bir kısım KHK’lı işine dönebilirken, pek çok kişi aynı koşullarla boğuşmaya devam ediyor.  KHK ile işinden edilenler, yedi yılı aşkın bir süredir mücadeleyi bırakmadı. Bir yandan geçimlerini sağlamaya çalışırken bir yandan da KHK ile yapılan hukuksuzluğa dikkat çekmeye çalıştılar. Gazete Duvar’da yer alan habere göre sansür sadece hükümet eliyle de işlemiyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı yasaklama talimatını CHP’li Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne ve Antalya Valiliği’ne iletiyor. Festival yönetimi ise Türkiye’nin en eski sinema festivallerinden birini, tepeden inme bir yasağı uyguladıkları bir alan hâline dönüştürüyor. “Yargı bağımsızlığı” gibi argümanlarla sansürü meşrulaştırma çabaları ise acıklı, hem sinemaya hem de gerçeklere ihanet ediyorlar.  Altın Portakal’ın sansürü açıkça “Medeni ölüm” politikasının devamıdır. Sansür, bize şunu söylüyor: Yedi yıl sonra dahi, sizin adınızı anmanıza, mücadelenizi göstermenize izin vermeyeceğiz! Ancak baltayı yanlış yere vurdular.  Altın Portakal’ın sansürüne karşı pek çok yerden tepkiler yükseldi. Belgesel Sinemacılar Birliği, Türk Tabipleri Birliği, Sinema Yazarları Derneği, KHK’lılar Platformu gibi pek çok kurum sansürü kınayan açıklamalar yaptı. Dayanışmanın en büyüğü ise sinema sektörünün kendisinden geldi. Festival jürisinde yer alan Demet Akbağ, Ayşegül Aldinç, Onur Saylak,Özcan Alper, Mehmet Günsür, Ali Aga, Sema Kaygusuz, Behiç Ak, Zeynep Dadak, Deniz Tortum, Elif Refiğ, Hazar Ergülü, Paolo Bertolin, Ali Ercivan, Hakan Bıçakçı, Anna Maria Aslanoğlu, Ezel Akay, Engin Palabıyık, Senem Erdine ve Ahmet Gürata meslektaşlarının yanında olduğunu açıkladı ve “Filmlerde suç unsuru arayan bu bakışı ve sansür yaptırımının normalleşmesini kabul etmiyoruz” diyerek filmin festivale geri alınmaması durumunda görevlerini yerine getirmeyeceklerini söyledi. Ardındansa festivale katılan yönetmenler filmlerini festivalden çekme kararı aldı.  İktidarın her alanda uyguladığı baskı ve sindirme politikası bir kez daha ters tepiyor. KHK’lıların hikâyelerinin gizlenmesi için uygulanan sansür, KHK’lıların sesinin çok daha gür bir şekilde duyulması sonucunu verdi.  Bu süreçte çok büyük zorluklar yaşandı, sağlığını ve hayatını kaybedenler oldu ancak KHK’lara karşı mücadele bitmedi. “Medeni ölüm” politikası, uygulayıcıları ve alkış tutanlarıyla birlikte mutlaka tarihin çöplüğüne gidecek.  Can Irmak Özinanır 

Ken Loach ile son filmi üzerine söyleşi: 'Umut sadece bir hüsnükuruntu değildir'

Yönetmen Ken Loach ve yazar Paul Laverty’nin Socialist Worker gazetesi için Nick Grant ile yaptıkları söyleşiyi Ali Baydaş çevirdi. Yönetmen Ken Loach ve yazar Paul Laverty, birlikte çektikleri 15. filmde (“The Old Oak”) bundan daha güncel olamayacak bir konuyla yüzleşiyorlar. Bizi hem terk edilmiş bir İngiliz topluluğunun hem de yorgun mültecilerin hissettiği dramatik acının içine sokuyorlar. Kuzeydoğu İngiltere'de geçen filmde izleyiciler, bir grup Suriyelinin terk edilmiş eski bir maden alanına gelişini izliyor. Daha en başından itibaren Newcastle United futbol forması giyen bir adamın otobüsten inen bir gruba hakaretler yağdırdığını görüyoruz: Durumu yatıştırmaya çalışan bar sahibi ise TJ Ballantyne'dır.  Muhafazakar ve İşçi Partisi hükümetleri ve konseyleri yaşlı ve genç işçilerin işlerini, eğitimlerini, mesleki eğitimlerini ve emekli maaşlarını ellerinden aldı. Loach ve Laverty bu duruma yakalananların acı gerçeklerini basite indirgeme hatasına düşmüyor. Mültecilerin ailelerinde de zihinsel ve fiziksel sağlığa kadar çeşitli kayıplar yaşadı. Her iki grup da paradan ve özsaygıdan yoksun, en temel insani ihtiyaçların yükü altında yaşıyor.  Dave Turner, TJ rolünde, “The Old Oak” pub'ın endişeli, pragmatik yöneticisi olarak son derece ikna edici. Yeni gelenlere bir fırsat verme isteğiyle, onlar hakkında mızmızlanan müdavimlerin taleplerine karşı çıkıyor. TJ'in karısı ondan boşanmıştır ve görüşmediği oğlu da onu terk etmiştir, dolayısıyla köpeği onun tek arkadaşıdır. Hayatta kalmak için ince bir kişisel ve politik çizgide yürümek zorundadır. Loach, Socialist Worker'a bu karakterin filmin kalbi olduğunu söylüyor; "Etrafındaki her şey umutsuzluğu haykırıyor. Topluluğun başına gelenlerden işin doğasına, savunmasız insanlara yönelik bilinçli zulümden açlığın nasıl kullanıldığına kadar…” “İklim felaketinin yaklaşmasıyla birlikte, bize karşı çalışan güçlerin ne kadar büyük olduğunu gördük. Her şey umutsuzluk çığlıkları atıyor.”  Ebla Mari'nin canlandırdığı kıvrak zekalı mülteci ve fotoğrafçı Yara karakteri, TJ'nin ana müttefiki haline geliyor. Yara, Old Oak'ta kullanılmayan bir arka odayı açıp duvarlarda 1984-85 madenci grevinin çerçeveli siyah beyaz fotoğraflarını gördüğünde büyülenmiş gibi kalıyor. Bu, ona bölgenin neler yaşadığı ve kendi toplumuyla bütünleşmesine nelerin yardımcı olabileceği hakkında da bir fikir veriyor.  Yara ayrıca, TJ'nin daha sonra bir ziyaret düzenlediği Durham Katedrali'nin de büyüsüne kapılır. Laverty’nin Socialist Worker'a aktardığı şekliyle; “Karakterlere ve ele aldığımız konuya sadık olmalıyız. Her türlü hikayeyi deneyebileceğiniz bir zaman ve yer vardır”. "Fakat 'Ben Daniel Blake' (I, Daniel Blake, 2016) veya 'Üzgünüz, Size Ulaşamadık' (Sorry, We Missed You, 2019) gibi filmlere birer mutlu son ekleyivermek, anlattığımız her şeye ihanet olurdu."  Topluluk içinde çalışan veya yaşayan bazı karakterler mültecilere destek ve bakım sağlıyor, onları bilgilendiriyor ya da eğlence düzenliyor. Bu, Suriyelilere güven veriyor, ancak yerel halkın mülteci komşuları hakkında ifade ettiği ve gerilimin nasıl sonuçlanacağı konusunda bizi şüpheye düşüren çeşitli görüşleri de var. Loach, amatör oyuncuları seçen bir yönetmen olarak bir kez daha bu konudaki becerisini gözler önüne seriyor. Genel hal ve tavırların ses tonları ve mimiklerine kadar her konuda onları inceleyip rollerine uygun olup olmadıklarını anlamak için aylar harcıyor. Bu gilm aynı zamanda Loach'un göçmen oyunculuk camiasıyla olan derin ilişkisinin de bir temsili niteliğinde. Burada da oyuncu kadrosunun önemli bir kısmı yine amatörlerden ibaret. Loach, oyuncularına yalnızca o günün çekimlerine dair ana hatları verdiği için, kendi sezgilerine güvenmek zorundalar. Sahneler doğaçlama çekiliyor ve oyuncular kendilerinden ne yapmaları veya ne söylemelerinin istendiğini tam olarak bilmiyor. Bu da onların spontane hareket etmelerini ve gerçekçi tepkiler vermelerini sağlıyor. Loach'un filmlerinde anlatısal geri dönüşler, geleceğe dair kişiselleştirilmiş vizyonlar, iç monologlar veya zaman kaymaları nadiren görülür. Tipik olarak hikayeleri, gerçekte yaşandığı haline benzer şekilde, yani sırayla ilerler. Karakterlerin bireyselleştirilip öne çekiliyor olmamaları da içsel öznellikten ziyade nesnel, kolektif koşulları vurgulamanın önemli bir yolu olarak rol oynar. Loach bu son filmiyle ilgili niyetini şöyle özetliyor; "Umut mücadelesi politiktir çünkü insanlar umutları varsa ve kendilerine güveniyorlarsa, korkunç bir geleceği değiştirebilecekleri uygulanabilir bir yolun olduğuna inanırlar."  “Umut sadece bir hüsnükuruntu değildir. Olasılık duygusuna dayanmalıdır. İnsanlar aptal değil. Paul'un senaryosunda büyük bir incelikle yer alan şey umutsuzluk ile umut arasındaki mücadeledir. Umudu bulmak kolay değildir.” “Aşırı sağ devreye girecek ve size ihtiyacınız olan şeyin, nasıl nefret edeceğinizi gösterecek güçlü bir lider olduğunu söyleyecektir. Ancak sonunda, her zaman direnecek insanlar arasında doğuştan gelen bir dayanışma vardır.”  2023'te Barbie gibi bireyselleştirilmiş nostaljik hatta yer alan pek çok popüler sinematik umut filmiyle karşılaştık. Sinemada James Bond, Harry Potter ya da Batman gibi imtiyazlı maceralar da mevcut. Eğlence sektörü gişe yaptıracak yıldızlar, derinliksiz senaryolar ve PR fişeklemeleriyle kârı garanti altına alıyor. Loach'un Hollywood Akademisi tarafından hiçbir zaman tanınmamış olmasına da şaşmamalı. Bu film bulunduğunuz bölgeye ulaştığında grup gösterimleri organize etmek, Loach, Laverty ve meslektaşlarına büyük bir saygı duruşu olacaktır. İngiltere’de ırkçı muhafazakar hükümete karşı mücadele edenler ve resmi İşçi Partisi muhalefetinin iğrenç uyuşuk tavrı hakkındaki tartışmaları nasıl alevlendireceğini görmek için filmi mutlaka izleyin.  Bazı okurlarımız Ken Loach'un Britanya ve Avrupa kültüründe son 58 yıldır ne kadar eşsiz bir figür olduğunu bilmiyor olabilir. Başka hiçbir sinema ya da televizyon film yapımcısı yoktur ki böylesi bir sınıf bilinciyle çalışıp bu kadar çok eseri bir araya getirmiş olsun. O, her bir filminin yapımı için kendini adamış yazarların, yapımcıların, görüntü yönetmenlerinin, aktörlerin, editörlerin, müzisyenlerin ve emek veren tüm zanaatkârların yeteneklerine güvenmiştir. 2018 yılına gelindiğinde Loach 98 uluslararası film ödülüne sahip bir yönetmendi ve 76 kez daha aday gösterilmişti. O zamandan beri daha fazlası da oldu. Ve bunların bir tanesi bile ABD'den gelmemişti. Günümüzün kaba saba İşçi Partisi onu istenmeyen bir Yahudi düşmanı olarak nitelendirip partiden attı. Yıllar boyunca partiye olan bağlılığı ne olursa olsun, Loach'un sanatsal ve toplumsal açıdan neyi temsil ettiğini unutmamalıyız.  “Yaşadığımız büyük sorun Sosyalist İşçi okurlarına tanıdık gelecektir. Büyük bir gücümüz var,” diyor Loach; “Her şey işçi sınıfı tarafından yaratılıyor. Ancak mevcut İşçi Partisi liderliği alaycı, ilkesiz, oportünist ve haindir. Keir Starmer'ın kendisi de bunun somut bir örneğidir." (Sosyalist İşçi)

Dünyayı anadille kavrarız

Kime sorsanız;  “anadili çok kıymetli”, “ana sütü gibi helal”, “geliştirilmeli”, “özen gösterilip mutlaka kullanılmalı”dır. Ya başkasının anadili? Sizin için “ikinci kanal” olan o dil?  Sahibine “kıymetli ve ana sütü gibi helal” değil midir?  Değil, maalesef değil.  Egemenler için de değil, o toplumun bireyleri için de…  Çünkü anadili; bireyi ailesine ve kendi toplumuna bağlayan yegane kültürel ögedir. Bu gerçekliğin farkında olan ve ulus devlet yaratmak isteyen yönetimler bundandır ki “asli” kabul ettikleri milletin haricindeki diğer bütün millet ve toplulukları asimile etmek için ilk saldırıları alanı olarak anadili cephesini oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti de kurulduktan sonra “Ulus Devlet” olmayı yani “Üniter Yapıya” geçmeyi hedeflemiş. Bu durum yıllar içinde ülkede Türkçe dili haricindeki dillere (Ayrı bir tartışma konusu ama, Türkçe ’ye de az zarar verdiği söylenemez) telafisi güç zararlar vermiştir. Yadsınamaz gerçek, bireyin anadili ile dünyayı kavradığı ve anlamlandırdığıdır.  Bir çocuk yedi yıl boyunca anadili ile tanımaya çalıştığı dünyasını bir günde bir başkasının dilinde yaşamaya başlamak zorunda kaldığı zaman, onca yıl yüzdüğü uçsuz bucaksız deninizin balığı değil de karada zıplayan kurbağa olması gerektiği gerçeği ile karşı karşıya kalır. Buyurun zıplayın zıplayabilirseniz. Kırklı yaşlardaki her Kürdün ilkokul yılları ve Türkçe-Kürtçe ikilemiyle ilgili hikayeleri aynıdır neredeyse.  Son 15-20 yıldır bu durum daha trajik bir hal almış durumda maalesef.  Çocuklar anadillerini öğrenip okula başlıyorlarken artık günümüzde ana dillerini hiçbir şekilde öğrenememe gibi bir durumla karşı karşıyayız. Çünkü bir önceki kuşak eğitim, ekonomik faaliyetler, siyasi baskılar ve de medya gibi etkenlerden kaynaklı olarak, anadillerini kendi çocukları olan yeni kuşaklara aktar(a)mamakta. Bu da dillerin sonunu trajik bir şekilde hızlandırmaktadır. Karşılaşılan yeni durum tam bir oto-asimilasyona dönüşmüşken devlet güvencesinden mahrum bırakılan diller adeta can çekişmektedir. Günümüzde okullarda seçmeli dersler adı altında “Yaşayan Dil ve Lehçeler Dersi” veriliyor gibi gösterilse de öğretmenler ve dil eğitimcilerinin olmaması bahanesinin ardına saklanılarak bu dersler kendilerini seçen öğrencilere sunulamamakta, aksine “öğretmen yok” bahanesiyle çocuklara zorunlu din dersleri dayatılmaktadır. Bu da günümüz iktidarının meşrebine uygun bir uygulamadır.  

Uluslararası Hrant Dink Ödülü, Açık Radyo'ya verildi

Uluslararası Hrant Dink Ödülü bu yıl da Hrant Dink’in doğum günü olan 15 Eylül’de verildi. Ödülün Türkiye'den sahibi Açık Radyo oldu. Ödülün Türkiye dışından sahibi Kolombiya'dan José Alvear Restrepo Avukatlar Kolektifi.

Hollywood: Bu işyerinde grev var

Marvel filmleri izleyicileri, ABD yapımı birçok dizinin izleyicileri gibi size (başta) kötü gibi gözükebilecek bir haberimiz var. Hollywood gazetelerinin yazdığına göre 6 yeni Marvel projesi ertelenecek. Sebep nedir? Grev. Önce senaristler greve başladı. Zaten güvencesiz bir şekilde, düşük ücretlerle, uzun saatlerde çalıştırıyorlardı. Üstüne üslük AI (Yapay Zeka) teknolojisi geldi. Yapım şirketleri senaryoları ChatGPT gibi AI'lere yazdırmayı başlayıp, senaristleri kovmaya başladı ki bu bardağı taşıran son damla oldu.  Senaristleri, düşük ücretle çalıştırılan set ve ofis işçileri izledi. Ardından birçok oyuncu, sendikalarının kararıyla greve katıldı. Son olarak grev furyasına video oyun oyuncuları da katılacaklarını duyurdu. Düşük ücretler hepimizin derdi. Bize popüler eğlence ve düşünce kaynaklarını yaratan Hollywood gibi kötü şöhretli bir merkezin emekçilerin mücadelesiyle değişmesi sadece onların haklarını almasıyla sonuçlanmayacak. Bunlar bize yaratıcılık olarak geri dönecek. Disney Plus'ta grev var, bunlar gecikecek:  - Hawkeye yan dizisi Echo. (2024 Ocak'ta gösterime girecekti) - X-Men '97 animasyon filmi.  (2024 Ocak'ta gösterime girecekti) - Agatha: Darkhold Günlükleri dizi. (2024 sonbaharında gösterime girecekti) - Ironheart adlı dizi çekimleri tamamlandı, ancak grevler nedeniyle bitirilemeyecek.  - Daredevil: Born Again ve Wonder Man dizileri de grevler sırasında prodüksiyon aşamasındaydı.

Kült etkinlikte iklim felaketi

Nevada'nın çölünde yıllardır gerçekleşen toplum ve sanat etkinliği Burning Man bu sene aşırı yağışların gazabına uğradı. 80 bin katılımcı çamurlar içinde iki gün mahsur kaldı. Bir kişi hayatını kaybetti. Her şey böyle başlamamıştı. Güneşli bir günde festival katılımcılarının yolu, kadın iklim aktivistlerinin kendilerini zincirlediği sivil itaatsizlik barikatıyla kesildi.  Aslında 1986'da ilk kez bu festivali - Reganizm ve neoliberalizme rağmen - başlatan aktivistler, bunu harika bir başlangıç performansı görüp, barikatı bir enstalasyon olarak kabul edebilirdi. (Etkinlik bitince yakılmak üzere) Böyle olmadı. Bazı kızgın erkek katılımcılar, derme çatma barikatlarıyla yolu kapatanlara bağırdı. Elbirliğiyle basit ve hafif metallerden yapılan dökümü kaldırmaya çalıştılar. Uzun süre sonra bir eyalet polisi geldi. Eylemciler gözaltına alınırken, yol açıldı. Çölde sel Etkinliği bir festival olarak görenler ilk saatlerde memnun olsa da ikinci gün herkesle birlikte aşırı hava olaylarına maruz kaldı. Eyalet tarihinde ilk kez bu mevsimde aşırı yağışlar yaşandı. Yağmur suyunun oluşturduğu çamur olan çöl bunun kanıtıdır. Mad Max filmlerindeki gibi çölde bulunan kişilerin araçları çamura saplandı. Sahneler, çadırlar çöktü. Yapılan heykeller  yakılamadan yağışla toprağa battı.  Gıda ve su, çamur nedeniyle tedarik edilemediği için 80 bin kişi etkinlik komitesi tarafından kapanma koşullarına çağrıldı. Yağmur bitince çölden çıkabildiler. Tek tek kişilerin yaptığı, Burning Man'in tüm katılımcılarını elbette kapsamıyor. Çoğu iklim krizinin farkındadır ve bunu hep birlikte yaşayarak gördü. Bize 'oh olsun' demek değil, varoluşumuzu tehdit eden iklim krizini durdurmak ve sorumlularını eleştirmek düşer.  Volkan Akyıldırım

Süper kütleli kara deliğin yutabileceği en büyük madde nedir?

Kara delikler bilimin olduğu kadar popüler kültürün de bir konusu. Hakkında filmler, belgeseller çekilen bu gizemi Tuna Emren açıklıyor. Teoride, bizimki kadar engin olmasa, evrenin kendisini bile yutabilir.  Kara deliklerin, kendilerine çok yaklaşan her cismi içlerine çektikleri yutulma sınırı, yani ‘olay ufku’ ışığın bile kurtulamadığı bir girdap yaratıyor. Onlara kara delik denmesinin sebebi de bu; ışığı dahi yuttukları için görünmez olabiliyorlar.  Evren hızlanarak genişliyor. Diğer bir deyişle, genleşme hızı arttıkça artıyor. Bu senaryoda bir kara delik tarafından yutulması mümkün değil. Fakat teoride, bu kadar engin olmayan durağan bir evrenin süper kütleli bir kara deliğin olay ufkuna yakalanması durumunda – bu kara deliğin boyutsal olarak evrenden çok daha küçük olması durumunda bile – kaçınılmaz bir facia yaşanırdı. Peki, olay ufkunu geçen her cismi yutarken evrenin dokusunu tahrip edemezler mi? Edebilirler ve ediyorlar da. Hatta ışığın da onlardan kaçamamasının sebebi bu. Kara delikler muazzam kütleleriyle çevrelerindeki uzay-zaman geometrisini büktükleri için ışık da bu bükülmüş uzay-zamanda hareket etmeye mahkum oluyor.  Bir kara delik büyük miktarda madde yutarsa kendisi de büyümeye başlar ama bu onun aralıksız yaptığı bir şey değildir. Yani yuttukça büyüyen ve büyüdükçe daha fazla, daha büyük cisimleri de yutan, sonunda hızla olağanüstü miktarlarda madde yutabilecek duruma erişen obur bir kara delik canlandırması pek doğru olmaz.  Şu ana dek keşfedilmiş en aktif kara deliklerden biri, Samanyolu’nun merkezindeki süper kütleli kara deliğin 4 bin katı boyutlara erişmeyi başarmış olan (Güneş’in de 17 milyar katı) NGC 1277.  NGC 1277, zamanın başları sayılabilecek bir evrede bile (Büyük Patlamadan 1 milyon yıl sonra) 5.000 Güneş’e eşdeğer büyüklükteydi. Şu anda, bulunduğu galakside toplam kütlenin yüzde 14’ünü oluşturuyor.  Günde ortalama bir Güneş kütlesinin yarısına eşdeğer gökcismi - ya da madde - yutabiliyor. Ancak o zamandan bugüne yaşadığı bu şaşırtıcı değişim, her 1 milyon yılda yaklaşık %1’lik bir büyüme hızıyla gerçekleşti. 

Geri 1 2 3 4 5 6 7 İleri

Bültene kayıt ol