Lenin’in ölümünün yüzüncü yılı herkese onun fikirlerinin ve eylemlerinin işçi sınıfının mücadele hafızasında ne denli önemli bir yer tuttuğunu gösterdi.
Ekim Devrimi’nin ardından onlarca yönetmen ve yazar bu süreci eserlerinde işleyerek bu deneyimin kuşaklar arasında aktarılmasına ön ayak olmuştu. Öte yandan Stalinizmin politik ajandasının hâkim olduğu yıllarda sanat eserlerine uygulanan sansür ve sanatın araçsallaştırılarak sanat eserinin bir propaganda materyaline indirgenmesi, devrim sonrası dönemin mühim problemlerinden biriydi.
Bu gibi yaklaşımlardan uzak ve tarihi gerçekleri aslına uygun olarak ele almalarının yanı sıra sinematografik olarak da rüştünü ispatlamış filmlerden dört tanesini seçtik.
Kızıllar (Reds), 1981
Kızıllar, Amerikalı komünist, yazar ve gazeteci John Reed’in Ekim Devrimi’nin ilk günlerini anlatan “Dünyayı Sarsan On Gün” isimli kitabından beyaz perdeye uyarlandı. Warren Beatty’nin yönettiği, yine kendisinin (John Reed) ve Diane Keaton (Louise Bryant) ile Jack Nicholson’ın (Eugene O'Neill) başrollerini üstlendiği film, Reed’in Amerika’dan yola çıkarak Ekim Devrimi öncesinde Lenin’le yaptığı röportajı ve ardından yaşanan devrim sürecinin yanı sıra devrim sonrasında Amerika Sosyalist Partisi’nde yaşanan politik tartışmaları ele alıyor.
Kızıl Çanlar II (I dieci giorni che sconvolsero il mondo), 1983
Ünlü Sovyet yönetmen Sergei Bondarchuk’un iki bölümden oluşan Kızıl Çanlar serisinin ikinci filmi olan eser, Sovyetler Birliği, İtalya ve Meksika ortak yapımı. Yine John Reed’in kült eserinden yola çıkan serinin ilk filmi Reed’in Meksika’ya yaptığı seyahate ve Panço Villa önderliğinde yürütülen anti kolonyal mücadelenin tarihine odaklanıyor.
Kızıl Çanlar II filminde ise Reed’in Ekim Devrimi sırasında başından geçenleri ve tarihin akışını değiştiren sınıf mücadelesini ele alan Bondarchuk, 1966-67’de Tolstoy’un Savaş ve Barış romanını uyarladığı film serisiyle de tanınıyor.
Lenin’in Treni (Lenin...The Train), 1988
Lenin’in Şubat Devrimi’nin ertesinde sürgünde olduğu Zürih’ten Petrograd’a olan yolculuğunu işleyen Lenin’in Treni filminin başrollerinde Ben Kingsley, Dominique Sanda, Leslie Caron, Jason Connery, Timothy West gibi isimler bulunuyor. “Mühürlü tren” Rusya’ya yaklaştıkça farklı ülkelerden geçiyor ve dönemin devrimcileri arasındaki politik tartışmalara ve iş birliklerine ışık tutuyor.
Elveda Lenin! (Good Bye Lenin!), 2003
Her ne kadar doğrudan Lenin’in hayatına odaklanıyor olmasa da Berlin Duvarı’nın yıkılması sırasında komada olan Doğu Almanyalı bir kadının hikayesini anlatan film Sovyetler Birliği’nin yıkılmasına giden süreci sıradan insanların gözünden perdeye aktarıyor.
Almanya’da “Correctiv” isimli araştırmacı bir gazeteci ekibin çalışması ile AfD’nin seçimlerde dikkat çeken yükselişinin hemen ardından bu ırkçı partinin neo Nazilerle açık işbirliği deşifre edildi. Kasım ayında Hitlercilerin 1942 yılında Yahudileri Madagaskar adasına sürmeyi konuştuğu Postdam kentine 8 km mesafelik uzaklıkta bir yerde AfD nin ve hatta CDU’yla alakalı kişilerin de benzer bir toplantıya katıldığını gördük. Onlar bu sefer Madagaskar adasını değil de Kuzey Afrika’yı uygun görmüş. Almanya’da yabancı ya da eskiden “yabancı” iken artık “Alman” olmuş vatandaşlar dahil, toplam 20 milyondan fazla insan Kuzey Afrika’ya gönderilmeli demişler, şaraplarını yudumlarken ve daha korkuncu sadist kahkahalarla gülerken.
Düşünsenize bir avuç cani, insan demeye bin şahit gerektiren, vahşi, canavar bir ruh var karşımızda. Yaşanan bu gerçekleri gördükçe ve de okudukça elbet de öfkelenmemek mümkün değil.
Bir yanda bu planlar yapılırken; öte yanda günlerdir devam eden çiftçi eylemleri var. Ki şaşırtıcı bir şekilde bu eylemlerin liderliğini geleneksel olarak yapan Fransız çiftçiler değildi bu defa. Bu sefer, her zaman katı bir disiplin şartına bağlı olarak çalışan, çalıştığını da hak ettiğine inanan o sabırlı Alman çiftçileri bu dalganın başını çekti. Ardından eylemler Fransa’ya sıçradı, sonra Belçika derken İtalya, Hollanda diye yayılmaya başladı. Yani insanlar örgütlü güçlerini, eylemde birliklerini harekete geçiriyorlar. Büyük ticari yolların geçtiği-kesiştiği Avrupa’daki kritik noktalardaki otobanları işgal ediyorlar. İsterlerse hayatı nasıl durdurabileceklerini herkese gösteriyorlar. Bu güce sahip olduklarını bildiklerini de egemenlere açık açık ilan ediyorlar.
***
Çiftçi eylemleri ya da Almanya’da yüzbinlerce antifaşistin AfD karşıtı gösterileriyle dijital platformlar arasında bir ilişki olabilir mi? Eylemler bitiyor, yarın yeniden eyleme katılmak için evlerimize çekiliyoruz eğer meydan işgali, süresiz grev ya da fabrika işgalleri örgütlememişsek, yatıp dinlenmeden önce belki de dinlenmek için abone olduğumuz bir dijital platformda yaşadıklarımızı andıran filmler, diziler var mı diye dolaşabiliyoruz bazen.
Bu turun sonunda Netflix’te bile daha çok sistem dışı diziler ve filmler çıkmaya başlıyorsa, “toplumun genel eğilimi bu yönde demektir” diye düşünüyorum bazı zamanlar. Lakin sonrasında; hayır böyle düşünmemi isteyen bir algoritmaya sahip platform var karşımda diye düşünüyorum… o soruyor “beğendin”, “beğenmedin” ya da “çok beğendim” (çok beğenmedim yok ama seçeneklerde) seçeneklerine verilen puan derecelendirmesine bakıyor ve size daha önce benzer kategorilere dahil ettiği filmleri öneriyor. Mesela art arda dağcılıkla ilgili filmler izlediğimde, bana dağcılıkla filmler öneriyor. Yani bana has-özel bir öneri bu, çünkü benim kullandığım hesap, diğer kullanıcıların hesabındaki algoritmadan farklı çalışıyor. O kullanıcı hesabında misal daha çok dedektif filmleri ya da dizileri izlendiyse ya da o tarzda aksiyon dolu olan La Casa De papel dizisindeki gibi dizi ya da filmler izlendiyse, ona benzer öneriler geliyor. Ama sadece film önermiyor; belki filmin tarzı farklı olabilir ama işte izlediğiniz o dizinin/filmin yönetmeninin çektiği, oyuncularının rol aldığı, bilmem ne ödülüne layık görülen sayısız seçeneği içeren bir tavsiyeler listesi çıkıyor. Yani Netflix yapay zekası her kişinin kendi tercihlerine ve ruhi haline göre bir hizmet sunuyor. Ve bu eminim ki, her zaman olmasa da herkes tarafından tercih edilen bir özelliktir.
Ancak benim de yaşadığım ve başkalarının da yaşamış olabileceği düşündüğüm farklı durumlarda, mevzu biraz daha karmaşık olabiliyor. Biraz açayım ne demek istediğimi; aynı hesabı çocuklarınız, partneriniz ve siz ortak kullanıyorsanız, o zaman film ya da dizi önerileri tavsiyeleri de, sizler kadar çeşitli oluyor haliyle. Mesela sizin izlediğiniz bilim kurgu filmleri-dizileri, çocuğunuz film ararken onun karşısına öneriler listesi olarak çıkabiliyor. Yani bir anlamda, çocuğunuzla dolayımsal olarak sanal-görsel medya üzerinden de iletişim kurabiliyorsunuz. Çocukların medya ile çok sıkı fıkı ilişki içerisinde olmasından dolayı (Tik Tok, Snapchat vb. gibi) sizin onun dünyasının içine, yani o sanal alana girip, orada ona öneriler sunulabilecek bir tavsiyeler listesi sunmuş olma şansını yakalamanızı sağlıyor. Yani çocuğun karşısına; insanlar arası interaktif ilişkiyi kullanarak yaratılmış bir menü çıkıyor. Siz de tesadüfen çocuğun yanındaysanız o esnada, “aa bak bunu izlemiştim, güzel film” diye öneri sunmanıza olanak sağlıyor.
Neyse; Almanya’da neo-faşizmin yükselişinin simgesi haline dönüşen AfD isimli ırkçı partiyle ilgili yazmayı düşünmüştüm ama kapanışa gelirsek eğer, Netflix ve benzeri platformlardan sizlere sunulan hiçbir film önerisi, bir arkadaşın önerisi gibi olmuyor. Genelde en isabetli öneriler, en çok beğendiğiniz filmler, arkadaşınızın size önerdiği filmler ya da sizin arkadaşlarınıza önerdiğiniz filmler oluyor.
“Sisu” filmi gibi.
Fince dilinde Sisu; “kötü durumlarda, her türlü olumsuzluk karşısında cesaretli ve dayanıklı olmak, başarısızlıklara rağmen kararlı olmak demek”miş. Tam olarak Türkçeye nasıl çevrilir bilemiyorum ama “Sebat” sözcüğü sanırım en uygun çeviri gibi gözüküyor.
Film; yıkılmakta olan Hitler rejiminin Finlandiya topraklarından geri çekilirken dahi ne kadar gaddar ve vahşi olduğunu, sadece bunu da değil, daha çok da bu Nazilere karşı (efsanevi bir oyunculuk eşliğinde) nasıl mücadele etmek gerektiğini anlatan güzel bir film Sisu. Her türlü saldırıya sebatla direnen ve mücadelesinden bir an dahi vazgeçmeden, yoluna devam eden bir insanın azmini, kararlılığını, kadınların savaşta ki örgütlü gücünü göreceksiniz bu filmde.
Sisu gibi olun. Asla pes etmeyin. Mutlaka kazanılacak sonunda.
Keyifli izlemeler.
Ali Morgül
Nasıl oldu da farklı ırkların ortak bir düşmana karşı bir araya gelmesini anlatan bir hikâyenin alışılmadık kahramanı Frodo Baggins, faşistlerin poster çocuğu haline gelebildi?
İtalyan Kültür Bakanlığı, J. R. R. Tolkien’ın 50.nci ölüm yıldönümü vesilesiyle bir sergi düzenledi. Serginin 15 Kasım 2023’teki açılışını bizzat faşist başbakan Giorgia Meloni yaptı. Meloni bir gençlik eylemcisiyken o ve arkadaşları, Frodo gibi takma isimler kullanıyor, hobbit gibi giyinerek okulları ziyaret ediyorlardı. “Boromir’in borusunun sesiyle” toplanıp Yüzüklerin Efendisi temalı faşist üye kazanma sohbetleri yapıyorlardı. Meloni, “Bence Tolkien muhafazakarların neye inandığını bizden daha iyi anlatabilirdi” diyor; “Yüzüklerin Efendisi’ni fanteziden çok, kutsal bir metin olarak görüyorum.”
Bu bir parça utanç verici, sağcı bir kostümlü canlandırmadan ibaretmiş gibi gözükebilir. Ama bu sözler İtalyan aşırı sağının şiddete eğilimli unsurları için ciddi anlamda, satır arasına gizlenmiş ve herkes tarafından değil, sadece belirli terimlerin ne anlama geldiğini bilenler için özel bir anlamı olan ifadeler içeriyor. Tolkien’ın kırsal evreni, huzurlu orman krallıklarını fabrikalarda çalışan siyah ve vahşi ork sürülerine karşı koruyan erdemli beyaz iyi insanlarla doludur. Dolayısıyla pek çok gerici için güvenli bir bölgedir. Ancak İtalya’da Frodo Baggins’in maceraları ciddi bir mesele.
İtalyan faşistleri 1970’lerde yeniden örgütlenmeye çalıştıklarında, temel iddiaları Nazi dehşetinin sorumlusu olan babanızın kuşağındaki faşistler gibi olmadıklarıydı. Daha basit dönemlere özlem duyan dedenizin dedesinin faşistleriydiler. Yüzüklerin Efendisi İtalyancaya ilk olarak 1971’de tercüme edildi. Kitaba önsözünde sağcı Elémire Zolla, “Yüzüklerin Efendisi modern dünyanın tümüyle reddi olarak görülmesi gereken daimî bir felsefeyi temsil eder” diye yazmıştı. Genç faşistler kendilerini, kral olmak için doğmuş ama malını mülkünü kaybetmiş Aragorn gibi gördüler; kendilerine saygı duyan bir halk üzerinde aristokratça hüküm sürmek kaderlerinde yazılıydı. Başka faşistlerse kendilerini dışarıdaki güçlerin tehdit ettiği saf, kahraman hobbitler olarak gördüler.
Faşist gençlik lideri Generoso Simeone’nun sözleriyle onlar “efsanevi Orta Dünya’nın sakinleriydi; ejderhalarla, orklarla ve diğer yaratıklarla uğraşıyorlardı.” Böylece Kamp Hobbit festivalini başlattılar. Bu festivalde Yüzük Kardeşliği müzik grubu marşları haline gelen “Yarın Bizimdir” şarkısının da dahil olduğu şarkılar çaldı, bu şarkı Cabaret müzikalinde çalınan ürkütücü Hitler Gençliği şarkısına gönderme yapıyordu; bu şarkı geçmişte de bugün de her çalındığında Nazi selamlarıyla dinleniyor. Aynı zamanda adını Rohan’ın prensesinden alan Èowyn isimli bir kadın dergisi yayınladılar.
Nazilerle bağlantılı bir İtalyan felsefeci olan Julius Evola’nın hayranlarıydılar. Ona göre ilerleme ve eşitlik zehirli yanılsamalardı, onların yerine güçlü olanın yıkıntıların üzerinde ayağa kalktığı şiddete dayalı bir ırksal hiyerarşi konulmalıydı. Evola, “Şimdiden sallanmakta olanın, dünün dünyasına ait olanın yıkılmasına katkıda bulunmak, onu destekleyerek varlığını suni bir şekilde sürdürmesini sağlamaktan daha iyi olabilir” diyordu. 1970’lerde Kamp Hobbit’e katılanlar, sokak çatışmalarına da katılıyor, devlet desteğiyle tren istasyonlarını bombalıyor ve ülkeyi topyekûn bir krizin içine sokmaya çalışıyorlardı. 1000’den fazla insan öldürüldü. Bu “üçüncü yol” arayışı –ne komünizm ne kapitalizm, bunların yerine Shire (Yüzüklerin Efendisi’nde hobbitlerin yaşadığı bölge -çn)– sonuçta faşistlerin seçimlerde kısıtlı bir oy almalarına neden oldu. Bu yüzden kapitalizme olan karşıtlıklarından vazgeçtiler, terörizmi azalttılar ve Hristiyanlığı yeniden benimsediler.
Bu eski sirkeye yeni şişe bulma süreci Avrupa aşırı sağının pek çok yapısında işledi. Bazıları ise o yoldan gitmek istemedi ve şimdi CasaPound adını kullanan gruplara katıldı; CasaPound ismini faşist şair Ezra Pound’dan alıyordu. Meloni’nin İtalya'nın Kardeşleri partisi “Tanrı, Anavatan, Aile” sloganıyla kuruldu. Ancak faşistler kaypaktır. Piyasaları ve AB’yi yatıştırmakla geçen bir yılda, aynı zamanda kendi kökenlerine göz kırpan retoriklerini sürdürdüler. Yani bu sergi Meloni’nin köklerinin hatırlatılmasına hizmet ediyor.
“Tolkien’ın güç yüzükleri olarak adlandırdığı düşmanı yok edin” çağrılarında küresel finansal seçkinler kastediliyor. Tolkien’ın ırklarının “özgünlük değeri” olduğunu söylemek, korunması gereken kültür ve kimliklere işaret ediyor. Daha sonra –hobbitler, Elfler ve cüceler gibi– İtalyanların da eşsiz olduğu belirtilerek, onların kimliklerini tehdit eden ötekiler karşısında korunmaları gerektiği anlatılıyor veya İtalya, Yüzüklerin Efendisi dünyasında, bir zamanlar büyük bir insan ulusu olan ama ahlaksızlık yüzünden yıkılan Númenor’a benzetiliyor. Bunların hiçbirinin nedeni başka referans noktalarının yokluğu değil, özellikle bunlara atıf yapılıyor.
Tolkien numarası, gelenekselcileri kendi yanına çekmenin bir aracı. Tüm komediye rağmen, Orta Dünya’nın yeniden canlandırılması bir sergiden ibaret değil; tıpkı Mussolini’nin doğum günü partisi veya bir karakola asılan Duce’nin resmi gibi bir eylem.
Antropolog Emine Onaran İncirlioğlu’nun, “Ne Kadar da Benzermişiz Birbirimize: Ermenistan’dan Dost Anlatıları” başlıklı kitabı 2024 yılının ilk ayında okurlarıyla buluştu. KekeMe Yayınları tarafından yayımlanan kitap, İncirlioğlu’nun Hrant Dink Vakfı’nın “Sınırları Aşıyoruz” bursu ile Şubat-Mayıs 2015 tarihleri arasında, Erivan’da geçirdiği dört ayın bir ürünü niteliğinde. Bir antropoloğun aslında olası bir araştırmasının ön çalışma notları olarak başlayan ve zaman içinde de başlı başına bir yarı etnografik anlatıya dönüşen bir kitap Ne Kadar da Benzermişiz Birbirimize. Gündelik yaşamın içinde, çok çeşitli bir yelpazede Türkçe, İngilizce ve Ermenice gerçekleştirilen görüşmelerin ve katılımcı gözlemin, “yer”de olmanın gerçekliğiyle biriken bu anlatıların kimin için yazıldığı, okurunun kim olacağı sorusu da bir anlamda kitabın dilini belirleyen kritik bir soru olarak belirmiş. İncirlioğlu bu kararı şu şekilde anlatıyor:
“Bir sosyal bilimci, sosyokültürel antropolog ve kültürel çeşitlilikle ilgili bir insan olduğum halde ben bile o kadar az şey biliyormuşum ki Türkiye-Ermenistan ilişkilerine odaklanarak eski kendime yazmak farz oldu. Kimin, hangi Türkçe okurun okuyacağına gelince, kaçınılmaz olarak antropoloji süzgecinden geçirilmiş olmakla birlikte, ‘herkes’ tarafından okunabilecek, ‘akademik’ olmayan bir dilde yazıyorum.” (s.16)
Üç bölümden oluşan kitabın birinci bölümü, toplam beş alt bölümden oluşuyor ve bu yolculuğun fikir olarak nasıl geliştiğini, sürecin nasıl gerçekleştiğini anlatarak başlıyor. Erivan’a varıştan İstanbul’a dönüş yolculuğuna kadar geçen dört aylık deneyimi, ev hayatı, dil dersleri, kurum ziyaretleri, gündelik hayat yoğunluğu ile dolu bol gözlem, anı ve veri ile aktarıyor.
Kitabın ikinci bölümü, bu dört ayda gerçekleştirilen toplam on sekiz derinlemesine görüşmenin yer aldığı “anlatılar” bölümü. Ermenice öğretmeninden ev sahibesi Aida ile kurulan aile sofrasına, hem programlı tanışmaların hem de tesadüfi karşılaşmaların özneleriyle yapılan bu görüşmeler gündelik hayattan soykırımın yüzüncü yılına, Türkiye’deki uzak akrabalardan iki ülkenin ilişkilerine uzanan çok geniş bir alana yayılıyor.
2015 yılında gerçekleşen bu yolculuğun, alınan notların, bir araştırmanın başlangıç çalışması niteliğinden başlı başına bir kitaba evrilmesi, pandemi ve ekonomik krizi de kapsayan dokuz yıllık bir sürece ulaşıyor. Kitabın sonuç yerine geçen son bölümü, hem ortak bir anlatı oluşturabilmenin imkânları ve unutmak ile hatırlamanın nedenleri üzerine düşünmeye davet ediyor hem de bu dokuz yılda gelişen olayların (100. yıl sonrası, Karabağ Savaşı ve Ermenistan-Türkiye ilişkilerindeki diplomatik ilişkiler) Ermenistan’da nasıl algılandığını öğrenmeye yönelik bir merakı dile getiriyor.
6 Ocak’ta Ankara’da gerçekleşen söyleşi ve imza gününde de dile getirildiği gibi, okundukça çoğalacak olan bu kitap, Hrant Dink’in katledilişinin 17.yılı yaklaşırken benzerlikler ve farklılıkları idrak ederek, barışın gerçekleşmesi için tohum olması umudunu taşıyor. Hrant Dink’in 2008’de yayımlanan İki Yakın Halk İki Uzak Komşu kitabına atıfla, İncirlioğlu, bu umudu şu şekilde aktarıyor:
“Ben de bu kitabı yazarak (…) Dink’in öldürülmesinden sonra kurulan ve Hrant Dink’in kucaklayıcı üslubunu yaşatmayı, diyalog, barış ve empati kültürünü geliştirmeyi görev edinmiş olan Hrant Dink Vakfı’ndan aldığım bursun karşılığını ödüyorum. Her ne kadar Vakıf’ın böyle bir talebi, beklentisi olmasa da ve imzaladığım sözleşmede böyle bir yükümlülük altına girmediysem de elinizdeki kitabı yazmamın belki de en önemli nedeni bu burs nedeniyle hissettiğim sorumluluk duygusudur. Bu iki yakın halkın ne kadar yakın olduğunu göstermekte ve iki uzak komşuyu yaklaştırmakta katkım, çorbada tuzum bulunsun istedim.”
Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda'nın Cannes Film Festivali'nden En İyi Senaryo ve Kuir Palmiye ödülleriyle ayrılan son filmi ‘Monster’ (Canavar) “gerçeğin” öznelliğine derinlemesine bir hümanizmle yaklaşıp kendimize ve birbirimize söylediğimiz yalanlara, duyulma-anlaşılma-kabul görme gibi evrensel arzularımıza ve hayatın bu psikolojik kaostan doğan (ya da öyle olduğu sanılan) soğuk gerçekliğine dair çok katmanlı fakat bir o kadar da duru bir anlatı.
Bekar bir anne olan Saori Mugino (Sakura Ando) ve tek çocuğu Minato’nun (Soya Kurokawa) yaşamından kesitlerle başlayan film sürprizlerle dolu: “Kim bu canavar?” sorusuna aradığımız yanıttan çok daha fazlasına kapı aralayacak şekilde ve son derece ustalıklı bir biçimde büyütülüp geliştiriliyor.
Çocuk kendisinden hiç beklenmeyecek hal ve tavırlarla hem annesini hem izleyicileri hayrete düşürürken canavarın, Minato’nun öğretmeni Michitoshi Hori (Eita Nagayama) olabileceğine dair bir algı oluşuyor önce, ve film bir anda çocuğunu korumaya çalışan bir annenin dramı halini alıyor. Lakin tam da gizemi çözmeye çok yaklaştığımızı sanıyorken başka tuhaflıklara şahit olmaya, hatta bir anda farklı bir karakterin gözlerinden izlemeye başlıyoruz o son birkaç günü. Bir anlatı bir diğeriyle hiç mi hiç uyuşmazken bu kez Minato’nun arkadaşı Yori de (Hinata Hiiragi) dahil oluyor soruşturmamıza.
Anlatılanların hangisinin gerçek olduğuna nasıl karar verebilirsiniz? Sanıyorum yönetmen Hirokazu Kore-eda da böyle düşünmemizi istiyordu. İç dünyamız ve eylemlerimizin gerçekliği, ancak diğerlerinin deneyimlerini de anlama çabası gösterdiğimizde çözülebilecek bir gizem olabilir mi?
Yönetmen olayları çocuğun anlatısıyla uyuşmayan öğretmenin ya da Yori’nin bakış açısından yeniden göstermek için geri sardığında, çözmeye yaklaştığımızı sandığımız gizem daha da büyüyor büyümesine ama bu sefer de bir önceki hikayede şahit olduğumuz bir gülümseme ya da belli belirsiz bir irkilme gibi küçücük detaylar çok derin anlamlar kazanmaya başlıyor. Ve anlıyoruz ki bu öznel deneyimler birbirleriyle tartışmaktan ziyade birbirlerini tamamlayan yapboz parçaları gibiler. Parçalar yerine oturmaya başladığındaysa, kendilerine özel dünyalarında yaşayan iki yakın arkadaşa (Minato ve Yori) neler olup bittiğine dair, kalp kırıklıklarıyla dolu, yürek burkan bambaşka gerçeklerle yüzleştiriyor bizi Kore-eda.
Şehirde bir bina yanıyor, bir çocuk (aslında iki) açıklayamadığımız deneyimler yaşıyor, bir diğer çocuk çantasında mutfak çakmağıyla dolaşıyor, bir okul müdürü uzaydan gelmiş kayıtsız ve donuk bir yaratıkmış gibi davranıyor, söylentiler ve tartışmalar her bir yeni perspektifte yeniden bağlamsallaştırılıyor ve içimizi güzelliğiyle dolduran muhteşem bir film çıkıyor ortaya.
Çocuk oyuncularla çalışmak ve onlardan baştan sona kusursuz bir oyunculuk çıkarmakta usta olan yönetmen öznel gerçekliğe gösterdiği bu özenle aslında önce ailenin ama daha genel bir çerçevede toplumun gölgesinde yaşamaya zorlanmış iki çocuğun o kendilerine özel dünyasını anlatırken ona olağanüstü müziğiyle eşlik eden pek sevdiğimiz besteci Ryuichi Sakamoto’yu da anmadan geçmek olmaz. Filmin Cannes prömiyerinden iki ay önce kaybettiğimiz ünlü bestecinin tüm bu olan bitenler arasında kulağımıza çalınan müziği aslında en başından beri fısıldıyor gibiydi gerçeği: “Çok güzel, fakat bir o kadar da hüzünlü bir hikaye bu.”
İsrail'in Gazze'ye saldırısının 100. gününde İstanbul'da Filistin'e Özgürlük konseri büyük katılım ve mücadele çağrılarıyla gerçekleşti.
Filistin'e Özgürlük Platformu'nun düzenlediği etkinlik KadıköySahne'de yapıldı.
Eyüp Ömer Bal, Suriyeli mülteci sanatçı Omar Alkilani, Anadolu Rock'ın efsane gruplarından Moğollar'ın gitaristi Taner Öngür ve ses sanatçısı Serap Yağız, Suriyeli müzisyen ve ud sanatçısı Hami Hamdoun, Aslı Büyükköksal, Arbil Çelen Yuca, müzisyen Banu Kanıbelli, Çağıl Kaya ve Taner Temel, Stiff, akordiyon ustası Muammer Ketencoğlu ve Balkan Trio, Kardeş Türküler'den Burcu Yankın ve Selda Öztürk, İlkay Akkaya ve Cem Dost İleri Gazze için çaldı, söyledi.
Platform adına konuşmalardan ilki Fatma Akdokur tarafından yapıldı:
Diğer konuşmacı Hacer Ansal, İsrail'in savaç suçlarını yargılamak için Vicdan Mahkemesi kurulacağını duyurdu:
Şenol Karakaş, Filistin Devleti Ankara Büyükelçisi Dr. Faed Mustafa'nın mesajı okudu.
Ayrıca Filistinli aktivist Nicola Saafin, belgeselci George Totari ve aktivist Özdeş Özbay birer konuşma yaptı. Aslı Büyükköksal, Filistinli arkadaşının mektubunu okudu.
Filistin halkıyla dayanışma sloganlarının atıldığı konser hakkında görüntüler için tıklayın.
Çok sayıda aktivistin bir araya geldiği Filistin’e Özgürlük Platformu’nun düzenleyeceği konser 14 Ocak Pazar günü saat 19:00’da Kadıköy Sahne’de gerçekleşecek. Katılımın ücretsiz olacağı konserde sahne alacak sanatçılar şu şekilde: İlkay Akkaya & Cem Erdost İleri, Taner Öngür & Serap Yağız, Kardeş Türküler; Burcu Yankın & Selda Öztürk, Muammer Ketencoğlu ile Balkan Trio, Stiff, Omar Alkilani, Ozan Çoban &Güneş Demir İkilisi & Aylin Çankaya, Çağıl Kaya, Banu Kanıbelli, Aslı Büyükköksal, Hadi Hamdoun, Eyüp Ömer Bal. Ayrıca Filistinli Le Trio Joubran’ın konser için özel olarak gönderdiği video da etkinlik sırasında gösterilecek.
Platforma ve konsere destek verenlerden birisi de Yurttaş Girişimi’nden Viki Çiprut. Eli Haligua konsere “Yahudi lensi” ile bakmaya çalışarak Viki Çiprut’la konserin ve Filistin halkı ile dayanışmanın bu karanlık günlerdeki önemi üzerine bir röportaj gerçekleştirdi. İyi okumalar..
Bu haftasonu, 14 Ocak’ta düzenleyicilerin arasında Türkiyeli Yahudilerin de olduğu Filistin’e Özgürlük Konseri gerçekleşecek. Birçok tanınmış müzisyenin sahne alacağı konserden biraz bahsedip neden senin de bu etkinliğin bir parçası olduğunu açıklayabilir misin?
Viki Çiprut: Sondan başlayayım. İsrail’in saldırıları önce katliam, giderek de soykırım halini alınca bir şeyler yapmak gereğini duyuyor insan olan. Ölümler, özellikle de çocuk ve kadınların katledilmesi içimi dağlıyor. Aslıda bu durum yeni değil. Ben öteden beri kendimi anti-siyonist bir Yahudi olarak tanımlarım. 1. İntifada’dan bir yıl sonra 1988’de, FKÖ tarafından bir gazeteci olarak Cezayir’de yapılan Filistin Ulusal Konseyi toplantısına davet edildim. Orada, sürgünde Filistin Bağımsız Devleti kuruldu. Sembolik bir kuruluştu bu tabii. Dünya ve bölge şartları henüz buna hazır değildi. Ama akşam olup da horonlarla kutlamalar yapıldığında, orada tanıştığım FKÖ üyesi İsrailli Yahudi bir profesörün “mazal tov” diyerek beni kucaklaması ve birlikte horona durmamız unutulmaz anılarımdan biridir.
İsrail öteden beri orantısız misillemeleriyle bilinir. Filistinliler bu acıyı ve zulmü 75 yıldır yaşıyor. Ama bu sonuncusu daha da vahim boyutlarda. İktidarda, yolsuzluk davalarından kendini kurtarmaya çalışan, otoriter Netanyahu’nun ve kabinesinde de faşist milletvekili veya bakanların olması bunda etkili. Bu nedenler aklı başında bir platformda yer almamı gerektirdi. Platform değişik bileşenlerden oluşuyor. Sosyalistler de var, muhalif mütedeyyin kesimler de, savaş karşıtları ve insan hakları savunucusu girişimler, STK’lar da. Görüldüğü gibi anti-siyonist Yahudiler de var. Ben Yurttaş Girişimi’nin bir üyesi olarak oradayım. Bu girişimden başka arkadaşlarım da platformda yer alıyor.
Platformda herkes deli gibi çalışıyor. İstanbul, Ankara ve İzmir’deki insan zincirinin yanı sıra şimdi de konser için hummalı bir çalışma var. Pek çok sanatçı bu konsere destek veriyor.
7 Ekim’den beri ABD’de Jewish Voice for Peace ve If Not Now isimli organizasyonların başını çektiği bir sürü eylem gerçekleşti. Binlerce ABD’li Yahudi ve İsrailli savaş karşıtı Yahudiler katıldığı eylemlerde, Hanuka etkinliklerinde kalıcı ateşkes çağrısında ve rehine takası için diplomatik çözüm önerisinde bulundular. İsrail vatandaşı Yahudiler ve Filistinliler Standing Together organizasyonunun öncülüğünde eylemler ve söyleşiler düzenlediler ve düzenlemeye devam ediyorlar. Bu kadar geniş katılımlı ve yüksek sesli Yahudi eylemleri pek sıradan değil. Yahudilerin bu alışagelmişin dışındaki eylemlilik hâli uzun yıllardır İsrail’i eleştirmenin önünü kapayan, ancak bir süredir çatırdayan “Antisiyonizm=Antisemitizm” denkleminin artık yerle bir olduğunu düşündürüyor. Bu konu hakkında sen ne düşünürsün?
Evet ben de elimden geldiğince bu eylemleri izlemeye çalışıyorum ve bunlar benim için tek umut. Dünyanın bu gözü dönmüşçesine çıldırmış gidişatında onlar birer çoban ateşi, dünyaya umut verebilen sönmez, elden ele yayılan ışıklar. Tüm kalbimle barışa varacak yolları açmalarını diliyorum. Bunlar sıradan eylemler değil, yürek ister tabii ama çok yeni de değil bunlar. İsrailliler ve Filistinliler arasında bu insanlar epeydir varlar. 2002 yılında Cenin katliamı üzerine yazdığım bir yazıda, pek çok İsrailli muhalifin de hikayelerini anlatmıştım. Oğlu bir intihar saldırısında ölen bir İsraillinin acısını içine gömerek kurduğu bir dernekle benzer durumdaki aileleri bir araya getirmesi ve her iki taraftan başka gençlerin ölmemesi için, barış çağrısı yapması; vicdani retçiler, silah bırakan askerler, barış diye haykıran gazeteciler, yazarlar; o zamanlar Arafat’ın yanında durarak günlerce insan kalkanı olan İsrailliler… Ve Cenin’den bir süre sonra Refah’ta evleri yıkıp katliam yapan İsrail askerlerinin ve buldozerlerin önüne dikilen Rachel. Henüz 24’ünde Amerikalı bir Yahudi olan Rachel 3 saat boyunca durdurduğu buldozer altında can vermişti.
Benzer örnekler bugün de az değil. Hamas saldırısının ilk şaşkınlığının ardından, öldürülenlerin yakınlarından da benzer sesler yükseldi. Barış yanlısı eylemler giderek kitleselleşiyor. “Bizi aptallar yönetiyor” dedikleri hükümetten rehinelerin eve dönmesini ve hemen ateşkes ilan edilmesini istiyorlar.
Bu insanların daha da çoğalacağını düşünüyorum. Çünkü bu kez saldırılar soykırım boyutunda maalesef. Ve Filistinlilerle birlikte kendi kültürlerini ve vicdanlarını da katlediyorlar. Gelecek nesillere utançtan başka bir şey bırakmıyorlar. Eyleme geçenler, anti-siyonist olduklarını giderek daha yüksek sesle söylüyorlar. Onlar şimdi belki kendi ülkelerinde ”azınlık” olanlar, ama giderek çoğalacaklarından eminim. Bütün dünyadaki anti-siyonist Yahudi eylemcilerle birlikte antisiyonizm=antisemitizim denklemini de yıkacaklar.
Geçtiğimiz hafta “Israelism” isimli bir belgesel izledim. Belgeselde dikkatimi çeken bir nokta ABD Yahudi toplumunun gençlerine daha çocuk yaşta yapılan siyonist propagandanın tüm dünyadaki benzerliği ve bu propaganda sonucu Yahudi toplumu içinde İsrail karşıtı politikaları dile getireyen Yahudi bireyin toplumdan nasıl dışlanma riskiyle karşı karşıya kaldığı, işlerinden olduğu ve antisemit/self-hater gibi asılsız karalama kampanyasına maruz kaldığıydı. Ben ve tanıdıklarım da Türkiye’de sıkça bu saçma sapan atıflarla taciz edilmiştik. 14 Ocak’ta gerçekleşecek olan Filistin’e Özgürlük Konseri’ne destek olan Yahudiler için bu kaygı var mı ve varsa bunun üzerinden nasıl geliyorsunuz?
Belgeseli henüz izlemedim, ama sanırım ABD’deki ailelerle Avrupa’dakiler bu konuda farklı. Orada da vardır tabii ama benim gözlemlediğim kadarıyla Avrupa’da, mesela Fransa’da böyle bir yaklaşım ve dışlama ağırlıkta değil. Daha çok dindar ailelerde vardır bu. Sadece gençler değil, aileler de anti-siyonist olabiliyorlar çoğunlukla. Bu benim gözlemim sadece tabii.
Türkiye’de ise belki daha içine kapalı bir toplum olarak yaşanması nedeniyle (ki bence ABD için de aynı şey geçerli) İsrail’in politikalarını eleştirenlerin kabul görmemesi diyeyim, çokça var tabii. Sanki İsrail’in politikaları kendi düşünceleriymiş gibi tutum alanlar da çok. Bunlar İsrail’de bir gün bu politikalar değiştiğinde, barış yanlısı bir iktidar kurulduğunda ne yapacaklar bilemiyorum! Ama giderek daha bağımsız düşünen gençler artıyor sanıyorum.
Konseri destekleyen Yahudiler için böyle bir endişenin söz konusu olduğunu sanmıyorum. Belki henüz genç olanlar böyle bir sıkıntı duyuyorlardır, ama büyüdükçe vicdan ve akılları galip gelecek ve bu kaygıdan kurtulup barıştan yana olacaklardır diye düşünüyorum.
Son olarak, Filistin’e Özgürlük Konseri, Filistin halkı ile dayanışmak isteyen Türkiyeli Yahudilerin ve takipçilerimizin rahatlıkla katılabileceği antisemitizmden uzak bir etkinlik mi? Bitirmeden önce röportaj teklifimi kabul ettiğin ve böyle bir etkinliğe vermiş olduğun destek için savaş karşıtı anti-siyonist bir Yahudi olarak ayrıca teşekkür ederim. Eklemek istediğin bir şey var mı?
Önemli bir nokta… İçinde bulunduğum platform antisemitizme de aynı derecede karşı çıkıyor. İsrail’de iktidarların içindeki siyası oyunlar, “güvenlik” bahanesiyle barışın sürekli reddedilmesi, savaşın hiç bitmemesi bilmediğimiz bir olgu değil. Özellikle son zamanlarda otoriter rejimlerin hep yaptığı bir şey bu. Bu nedenle İsrail’in politikaları o ülkedeki ve dünyadaki tüm Yahudilere mal edilemez asla. Filistin’e Özgürlük Platformu da bunu özellikle vurguluyor ve her türlü ırkçılığa karşı çıkıyor. Yoksa benim ne işim olurdu antisemit ve ırkçılarla!
Eklemek isteyebileceğim tek şey Yahudi gençlerin vicdanları ve verilmiş değerlerle değil kendi akıllarıyla düşünmelerini salık vermek olabilir, ki sanırım Avlaremoz camiası farklı görüşleri barındırmasına rağmen böyle bir oluşum zaten…
Buradan herkese selam! Ben teşekkür ederim…
1933 yılında Nazilerin iktidara gelmesi, Almanya’da Yahudiler için sonun başlangıcı anlamına geliyordu. “Kırık Camlar Gecesi” gibi pogromların düzenlenmesinden, Yahudileri toplumsal hayattan dışlayan ırkçı yasaların çıkartılmasından, çeşitli şiddet yöntemleriyle ülkeyi terk etmeye zorlanmalarından sonra, 1940 ile 1945 yılları arasında oluşturulan toplama ve ölüm kamplarında 1 milyon 100 bin kişi zehirli gaz kullanılarak, iğne yapılarak, kurşuna dizilerek, işkence edilerek öldürüldü. Tüm bu yapılanlar özenle kayıt altına alındı. Hem Almanya’da hem de işgal edilen topraklarda Yahudi nüfusu büyük ölçüde yok edildi.
İkinci Dünya Savaşı’nın Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlanmasından sonra galip devletler tarafından Nürnberg’de toplanan uluslararası mahkeme, Nazilerin cezalandırılmasında son derece yetersiz kaldı. Toplam 24 sanık çeşitli cezalara çarptırıldı, ancak karar verici konumdaki binlerce Nazi’ye dokunulmadı. 1949 yılında kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti’nde ise Nazi döneminde işlenen suçlar neredeyse 20 yıl boyunca bir tabu olarak kaldı. Hem adalet mekanizması hem de toplum “Geçmiş unutulsun, geride kalsın” diye düşünüyordu. 1949-1963 yıllarında Federal Alman Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı Adenauer döneminde geniş af kampanyaları düzenlendi ve resmi dairelerde personele ihtiyaç duyulduğu için de birçok kişinin Nazi kimliğinin arındırılmasına çalışıldı.
1958 yılında bir Alman gazetesi, eski bir toplama kampı tutsağıyla tanıştı ve bu kişinin elindeki bazı belgeleri inceleme fırsatı buldu. Gazeteci, bu belgeleri Hessen Eyaleti Federal Başsavcısı Fritz Bauer'e gönderdi. Başsavcı durumun vahametini hemen anladı. Elindeki belgeler Auschwitz'de insanların planlı bir biçimde kitlesel imhasına işaret ediyordu. İnfaz kararlarını imzalayan kişinin kamp komutanı Rudolf Höß, parafe eden kişinin ise Robert Mulka olduğu belgelerde açıkça görülüyordu.
Bunun üzerine 1963 yılının 20 Aralık günü Frankfurt kentinde Auschwitz davası başladı. Davada aralarında kamp komutanının yaveri Robert Mulka’nın da bulunduğu toplam 22 kişi yargılandı. Yirmi ay süren davada 359 tanık dinlendi, bunların 248‘i Auschwitz Toplama Kampı’ndan sağ kurtulmuş olan eski tutsaklardı. Zanlılar mahkeme boyunca çok rahat davrandılar, ancak sonunda davanın baş sanıklarına uzun ve kısmen ömür boyu hapis cezaları verildi.
Bu dava Alman halkının derinden sarsılmasına ve özellikle gençlerin “Benim ailem bu korkunç olayın neresindeydi?” diye sorgulamaya başlamasına neden oldu. 1968 yılında Avrupa’yı kasıp kavuran devrimci dalga, yüzleşme sürecini hızlandırdı ve Yahudi soykırımı Almanların nezdinde büyük ölçüde mahkûm edildi.
İlk sezonu beş bölüm olan dizide, bu mahkeme süreci gerçeğe büyük ölçüde bağlı kalınarak anlatılıyor. Mahkemede tercümanlık yapan Eva adındaki genç kadın, “Deutsches Haus” yani Alman Restoranı ismini taşıyan lokantayı işleten annesiyle babasının da kampta subay lojmanlarında çalıştığı ve yaşananlara tanık olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor. Bu esnada ablasının ve davada tanıklık yapan eski tutsakların travmaları da etkileyici bir şekilde anlatılıyor.
“Deutsches Haus”, geçmişte yaşanan kötülüklerin bir daha tekrarlanmaması için ne yapılması gerektiğini etkileyici bir şekilde gözler önüne seriyor.
Pulitzer ödüllü şair Anne Boyer, NYT Magazine Şiir Editörlüğü'nden istifa etti: "İsrail'in Gazze halkına yönelik ABD destekli savaşı kimsenin yararına değil."
Anne Boyer'in istifa mektubu şöyle:
"New York Times Magazine'in şiir editörlüğünden istifa ettim.
İsrail devletinin Gazze halkına karşı yürüttüğü ABD destekli savaş herkes için bir savaş değildir. Ne İsrail'in ne ABD'nin ne de Avrupa'nın ve özellikle de onlar adına savaştıklarını iddia edenler tarafından iftiraya uğrayan pek çok Yahudi'nin güvenliği söz konusu değildir. Tek kârı petrol çıkarları ve silah üreticilerinin ölümcül kârıdır.
Dünya, gelecek, kalplerimiz, her şey bu savaş yüzünden küçülüyor ve zorlaşıyor. Bu savaş sadece füzeler ve toprak işgallerinden ibaret değil. On yıllardır süren işgal, zorla yerinden edilme, mahrum bırakılma, gözetim, kuşatma, hapis ve işkenceye direnen Filistin halkına karşı devam eden bir savaş.
Mevcut durumumuz kendini ifade etmek olduğu için, bazen sanatçılar için en etkili protesto biçimi bunu reddetmektir.
Bizi bu mantıksız acıya alıştırmak isteyenlerin 'makul' tonları arasında şiir hakkında yazamıyorum. Artık korkunç örtmeceler yok. Artık sözlü olarak sterilize edilmiş cehennem manzaraları yok. Artık savaş kışkırtıcısı yalanlar yok.
Eğer bu istifa haberlerde şiir büyüklüğünde bir boşluk bırakıyorsa, o zaman şimdiki zamanın gerçek şekli budur."