1933 yılında Nazilerin iktidara gelmesi, Almanya’da Yahudiler için sonun başlangıcı anlamına geliyordu. “Kırık Camlar Gecesi” gibi pogromların düzenlenmesinden, Yahudileri toplumsal hayattan dışlayan ırkçı yasaların çıkartılmasından, çeşitli şiddet yöntemleriyle ülkeyi terk etmeye zorlanmalarından sonra, 1940 ile 1945 yılları arasında oluşturulan toplama ve ölüm kamplarında 1 milyon 100 bin kişi zehirli gaz kullanılarak, iğne yapılarak, kurşuna dizilerek, işkence edilerek öldürüldü. Tüm bu yapılanlar özenle kayıt altına alındı. Hem Almanya’da hem de işgal edilen topraklarda Yahudi nüfusu büyük ölçüde yok edildi.
İkinci Dünya Savaşı’nın Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlanmasından sonra galip devletler tarafından Nürnberg’de toplanan uluslararası mahkeme, Nazilerin cezalandırılmasında son derece yetersiz kaldı. Toplam 24 sanık çeşitli cezalara çarptırıldı, ancak karar verici konumdaki binlerce Nazi’ye dokunulmadı. 1949 yılında kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti’nde ise Nazi döneminde işlenen suçlar neredeyse 20 yıl boyunca bir tabu olarak kaldı. Hem adalet mekanizması hem de toplum “Geçmiş unutulsun, geride kalsın” diye düşünüyordu. 1949-1963 yıllarında Federal Alman Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı Adenauer döneminde geniş af kampanyaları düzenlendi ve resmi dairelerde personele ihtiyaç duyulduğu için de birçok kişinin Nazi kimliğinin arındırılmasına çalışıldı.
1958 yılında bir Alman gazetesi, eski bir toplama kampı tutsağıyla tanıştı ve bu kişinin elindeki bazı belgeleri inceleme fırsatı buldu. Gazeteci, bu belgeleri Hessen Eyaleti Federal Başsavcısı Fritz Bauer'e gönderdi. Başsavcı durumun vahametini hemen anladı. Elindeki belgeler Auschwitz'de insanların planlı bir biçimde kitlesel imhasına işaret ediyordu. İnfaz kararlarını imzalayan kişinin kamp komutanı Rudolf Höß, parafe eden kişinin ise Robert Mulka olduğu belgelerde açıkça görülüyordu.
Bunun üzerine 1963 yılının 20 Aralık günü Frankfurt kentinde Auschwitz davası başladı. Davada aralarında kamp komutanının yaveri Robert Mulka’nın da bulunduğu toplam 22 kişi yargılandı. Yirmi ay süren davada 359 tanık dinlendi, bunların 248‘i Auschwitz Toplama Kampı’ndan sağ kurtulmuş olan eski tutsaklardı. Zanlılar mahkeme boyunca çok rahat davrandılar, ancak sonunda davanın baş sanıklarına uzun ve kısmen ömür boyu hapis cezaları verildi.
Bu dava Alman halkının derinden sarsılmasına ve özellikle gençlerin “Benim ailem bu korkunç olayın neresindeydi?” diye sorgulamaya başlamasına neden oldu. 1968 yılında Avrupa’yı kasıp kavuran devrimci dalga, yüzleşme sürecini hızlandırdı ve Yahudi soykırımı Almanların nezdinde büyük ölçüde mahkûm edildi.
İlk sezonu beş bölüm olan dizide, bu mahkeme süreci gerçeğe büyük ölçüde bağlı kalınarak anlatılıyor. Mahkemede tercümanlık yapan Eva adındaki genç kadın, “Deutsches Haus” yani Alman Restoranı ismini taşıyan lokantayı işleten annesiyle babasının da kampta subay lojmanlarında çalıştığı ve yaşananlara tanık olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor. Bu esnada ablasının ve davada tanıklık yapan eski tutsakların travmaları da etkileyici bir şekilde anlatılıyor.
“Deutsches Haus”, geçmişte yaşanan kötülüklerin bir daha tekrarlanmaması için ne yapılması gerektiğini etkileyici bir şekilde gözler önüne seriyor.