Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda'nın Cannes Film Festivali'nden En İyi Senaryo ve Kuir Palmiye ödülleriyle ayrılan son filmi ‘Monster’ (Canavar) “gerçeğin” öznelliğine derinlemesine bir hümanizmle yaklaşıp kendimize ve birbirimize söylediğimiz yalanlara, duyulma-anlaşılma-kabul görme gibi evrensel arzularımıza ve hayatın bu psikolojik kaostan doğan (ya da öyle olduğu sanılan) soğuk gerçekliğine dair çok katmanlı fakat bir o kadar da duru bir anlatı.
Bekar bir anne olan Saori Mugino (Sakura Ando) ve tek çocuğu Minato’nun (Soya Kurokawa) yaşamından kesitlerle başlayan film sürprizlerle dolu: “Kim bu canavar?” sorusuna aradığımız yanıttan çok daha fazlasına kapı aralayacak şekilde ve son derece ustalıklı bir biçimde büyütülüp geliştiriliyor.
Çocuk kendisinden hiç beklenmeyecek hal ve tavırlarla hem annesini hem izleyicileri hayrete düşürürken canavarın, Minato’nun öğretmeni Michitoshi Hori (Eita Nagayama) olabileceğine dair bir algı oluşuyor önce, ve film bir anda çocuğunu korumaya çalışan bir annenin dramı halini alıyor. Lakin tam da gizemi çözmeye çok yaklaştığımızı sanıyorken başka tuhaflıklara şahit olmaya, hatta bir anda farklı bir karakterin gözlerinden izlemeye başlıyoruz o son birkaç günü. Bir anlatı bir diğeriyle hiç mi hiç uyuşmazken bu kez Minato’nun arkadaşı Yori de (Hinata Hiiragi) dahil oluyor soruşturmamıza.
Anlatılanların hangisinin gerçek olduğuna nasıl karar verebilirsiniz? Sanıyorum yönetmen Hirokazu Kore-eda da böyle düşünmemizi istiyordu. İç dünyamız ve eylemlerimizin gerçekliği, ancak diğerlerinin deneyimlerini de anlama çabası gösterdiğimizde çözülebilecek bir gizem olabilir mi?
Yönetmen olayları çocuğun anlatısıyla uyuşmayan öğretmenin ya da Yori’nin bakış açısından yeniden göstermek için geri sardığında, çözmeye yaklaştığımızı sandığımız gizem daha da büyüyor büyümesine ama bu sefer de bir önceki hikayede şahit olduğumuz bir gülümseme ya da belli belirsiz bir irkilme gibi küçücük detaylar çok derin anlamlar kazanmaya başlıyor. Ve anlıyoruz ki bu öznel deneyimler birbirleriyle tartışmaktan ziyade birbirlerini tamamlayan yapboz parçaları gibiler. Parçalar yerine oturmaya başladığındaysa, kendilerine özel dünyalarında yaşayan iki yakın arkadaşa (Minato ve Yori) neler olup bittiğine dair, kalp kırıklıklarıyla dolu, yürek burkan bambaşka gerçeklerle yüzleştiriyor bizi Kore-eda.
Şehirde bir bina yanıyor, bir çocuk (aslında iki) açıklayamadığımız deneyimler yaşıyor, bir diğer çocuk çantasında mutfak çakmağıyla dolaşıyor, bir okul müdürü uzaydan gelmiş kayıtsız ve donuk bir yaratıkmış gibi davranıyor, söylentiler ve tartışmalar her bir yeni perspektifte yeniden bağlamsallaştırılıyor ve içimizi güzelliğiyle dolduran muhteşem bir film çıkıyor ortaya.
Çocuk oyuncularla çalışmak ve onlardan baştan sona kusursuz bir oyunculuk çıkarmakta usta olan yönetmen öznel gerçekliğe gösterdiği bu özenle aslında önce ailenin ama daha genel bir çerçevede toplumun gölgesinde yaşamaya zorlanmış iki çocuğun o kendilerine özel dünyasını anlatırken ona olağanüstü müziğiyle eşlik eden pek sevdiğimiz besteci Ryuichi Sakamoto’yu da anmadan geçmek olmaz. Filmin Cannes prömiyerinden iki ay önce kaybettiğimiz ünlü bestecinin tüm bu olan bitenler arasında kulağımıza çalınan müziği aslında en başından beri fısıldıyor gibiydi gerçeği: “Çok güzel, fakat bir o kadar da hüzünlü bir hikaye bu.”
Tuna Emren
(Sosyalist İşçi9