Roni ile Adam Yayınları’nda tanıştım. Çünkü şairdi o. Şiirlerini Adam Sanat’ta yayımlanması için yayınevine, Memet Abi’ye [Fuat], Turgay’a [Fişekçi] getiriyordu. Epey zaman geçmiş, o günler gözümün önünde biraz sisli. Konuşmaya başlamıştık. En çok, sözünü doğrudan söylemesi ilgimi çekmişti. Benim gibi ketum birisi için onun açık sözlülüğü dikkat çekiciydi. Ne ki öyle oluşu neden sonra birlikte konuşacaklarımızı kendiliğinden çoğalttı. Sonra yıllar geçti, o yıllar içinde önemli pek çok şey yaşandı ve acılarından kurtulamadığımız bugünlere geldik.
Bugüne dek sayıları çok olmasa da yakın arkadaşlarım oldu. Yakın arkadaşların sayısı çok olmaz. Elli beş yıl boyunca bir gün bile birbirimizden uzaklaşmadığımız, her gün konuştuğumuz arkadaşımı bir gece ansızın kaybettiğimi haber verdiler. Boşluğu acısıyla aynı duruyor. Arada buluştuğumuz, uzun zaman görüşmemiş olsak da yeniden bir araya geldiğimizde birbirimize daha dün ayrılmış gibi davrandığımız arkadaşlarım da var. Roni de arkadaşlarımdan. Bizim arkadaşlarımızın kişiliklerinin, kimliklerinin birbirinden hep çok farklı oluşu sanırım özel bir durum. Zenginlik bu. Çünkü kendilerini apayrı alanlarda, özene bezene yarattıkları kimlikleriyle varoluyorlar. Değerli olan bu.
Roni benim için hep çok değerli oldu. Ben de iradeciyimdir, özgüvenim olduğunu da düşünürüm. Ama onun sonsuz özgüvenine yetişemem. Arkadaşlarına karşı nasıl apaçıksa, karşıtlarına karşı da sözünü sakınmazdır o. Karşıtları derken yanlış söz etmeyeyim. Birincisi hasımlarımız, bu ülkeyi yönetenler, gericiler, ırkçılar, namussuzlar. Onlara karşı sözünü gizlemez Roni, meydan okuyucudur.
Çevresinde pek çok arkadaşı olduğunu görüyorum. Kimileri çok yakın, o en yakınların arasında olmadığımı biliyorum. Onlarla ilişkisi daha eski, demek ki birlikte paylaştıkları daha çok. Bunu derken, Şavkar’ı ayrı tutuyorum. Şavkar bir başına apayrı bir yerde. O hepimiz için özel. Roni için çok daha öyle. Onlar aynı yıllarda okulda ve sonrasında hep birlikte olmuşlar. İngiltere’de birlikte yaşadıkları yıllarda, ayrıntılarını çok az biliyorum ama uzak İngiltere’ye gidip kalıcı bir hayat kurmaya çalışırken elbette pek çok zorluk da yaşanmıştır. Roni sonunda krediyle bir ev almıştı. Londra Kitap Fuarı’na gittiğim o yıl daha çok Türklerin oturduğu mahallesine götürmüş, evini göstermişti, sık sık uğradığı pub’da bira içmiştik. Yıllar sonra evin kredi ödemesini de tamamladı. Artık Londra’da daha az, İstanbul’da daha çok yaşamaya karar verdiği günler. Bu yüzden köpeğini vermek zorunda kalmıştı. Londra’da Roni’yle epey dolaşmıştık.
“Dünya yolculuk ediyor”
Sonraki yıllarda asıl olarak İstanbul’da yaşamaya başladı. İngiltere’deki hayatın onu moral olarak zorlamaya başladığını sanıyorum, sıkılıyordu elbette. Ve Türkiye’de sosyalist mücadele içinde örgütlü olarak bulunmak vardı. Parti içinde aktif görevler aldı, gördüğüm kadar, genç partililerin abilerindendi. Gençler ondan çok şey öğrenmiştir. O yıllarda aradığımda çoğu kez toplantılarda yakalıyordum onu. Siyasal düşüncelerimiz bakımından aynı yerlerde bulunmuyorduk ama pek çok konuda aynı düşündüğümüzü ikimiz de biliyorduk. Sık sık konuşurduk. Ben İstanbul’dan uzaklaştıktan sonra telefonda sürdürdük o konuşmaları. Ruh ikizi miyiz? Kişiliğimizi ve yaptığımız seçimleri düşününce, hayır. Ama o sıralarda önemli gelişmeler mi var, sosyalist hareket içindeki farklılıklar, sorunlar, seçimler, sıcak olaylar, edebiyat dünyasında olup bitenler… mutlaka konuşurduk. Beni kendisine yakın gördüğü için arada Altüst’e yazmamı isterdi, ben de yazardım. Artık önemsiz denecek farklar dışında, ülkeye, hayata, sosyalist mücadele içindeki sorunlara ve gelişmelere bakışımız hep çok yakındır Roni’yle.
Roni için insanların ülke sorunları karşısında duyarlı olması, o da yetmez, bir tutumu, düşüncesi olması önemliydi. Entelektüel olmak bu değil mi? Roni hep öyledir. Yalnız son birkaç yıldır bir ümitsizliği de var mıydı? Bunu doğrudan konuşmadık ama konuştuklarımızdan öyle olduğunu çıkarıyorum, yanılıyor muyum bilmiyorum. Ondaki duyguların aynısı bende de vardı aslında. Ama bendeki artık dağılmışken ondaki kırık döküklük hâlâ sürüyordu. Uzaktan öyle hissediyorum. Bizim kuşağımız işte. Neyi varsa kendinde, bir elli yıl hiçbir şey beklemeden verdi ve doğru dürüst yaşanacak bir hayatın ışığını görmeden bugünlere geldik. Eduardo Galeano, “Dünya yolculuk ediyor” diyor. “Yolcudan ziyade kazazede taşıyor üzerinde.” Bizim de yolculuğumuzun kazazedeleri olarak yaşadığımız zor zamanlar oldu, genç ölümlerin kuşağı bizimki ama hep ayakta kaldık.
Roni’den söz etmeye, onu anlatmaya başlayınca önce siyasetten söz açmış oldum. Aslında buna niyet etmeden. O kendisini önce nasıl tanımlar, bilmiyorum ama ben onu önce politik bir kişilik olarak görmüyorum. O önce Roni. Benzeri az bulunur, özel bir karakter. Pek çok konuda fazla bilgili. Sanırım uzun yıllar Londra’da yaşayıp İngilizceyi neredeyse anadili gibi konuşup yazdığı için de hem buralı hem her yerli. Onu önce insan ve arkadaş Roni olarak görüyorum. Ben arada sözünü ettiğim arkadaşımı kaybettiğim zaman onunla konuştuklarımı konuşacak kimsem kalmamıştı. Roni ile konuştuklarımız o kadar çok olmamıştır, artık uzun süredir uzak yerlerde yaşadığımız için ama Roni ile konuştuklarımızı da konuşacak başka kimsem var mı, sanki yok. Konuşmaktan en çok hoşlandığım arkadaşlarımdan biriydi o.
Sonra şair o...
Edebiyatımızda kendi şiir anlayışının dışındaki şairlerle sıkı ve sert tartışmaları oldu. Bunda bir şey yok. Dedim ya, sözünü sakınmaz, açık ve net biçimde belirtir. Şiir üstüne konuşurken de ne düşünüyorsa söyler, yazar Roni. Benim gibi, sözümü tam tartayım da bir gram fazla olup karşımdakine dokunmasın diye düşünmez. Doğrudandır. Sanırım onun tutumu daha doğru. Onun bir şiir anlayışı var. Şavkar ile birlikte Türkçeye çevirdikleri Philip Larkin sevgisi de apayrı bir yerde. Ben Philip Larkin’in şiirini bilmiyordum, onlardan öğrendim. Philip Larkin kafama uygundu. En sevdiğim edebiyatın Amerikan edebiyatı olduğunu her yerde söylediğim bilinir. İngilizce yazılmış şiirin, anlamı ötelemeyen, bazen anlatımcı, bazen hikâyesi olan özelliklerini kendime yakın bulmuşumdur. Roni de öyle bir şiir yazıyordu. Nasıl bir şiir yazacağı konusunda kafası hep net olmuştu. Başlangıcını hatırlamıyorum ama eminim: Çabuk bulmuştur şiirini. Anlama verdiği değer elbette her şiirinde görülür. Bir şey anlatmak ister o. Ama onunki yalnızca anlatımcı bir şiir olarak görülemez. Onda yer yer dizeci bir tutum da var. Bazen son yazdığı şiiri okumak isterdi bize.
Bu arada şiirle iç içeliğimiz olmasa da öyküyle ilgili olarak arada danışırdı Roni. Ben neredeyse öykü-adam haline geldiğim için yazdıklarını okumamı isterdi. Sonra Notos’a gönderirdi, yayımlardım. Onunla da kalmadı, Ya Seyahat! adını verdiği öykü kitabını da Notos Kitap’ta yayımladık. Ağustos 2011’deymiş, on iki yıl geçmiş. Şimdi dönüp baktım, arka kapağına şunları yazmışım: “Roni Margulies öykülerini Ya Seyahat! adlı bu kitabında topladı. Biraz alışılmışın dışında öyküler yazdığı söylenebilir. Yaşanmış olandan da çıkıyor belli ki, ama anlattıklarını o anda yaşıyormuş gibi, bu canlılıkta ve sizi içine çeken bir içtenlikte yazıyor.” Daha sonra, art arda yayımlanıp bir kitapta toplanacak polisiye öyküler yazmaya başlamıştı, yazdıkça Notos’ta yayımlanıyordu, sonunda kaç öykü tamamladı… sanırım bir ara verdi.
Cavit’teki masa, bir yolunu bulurum
Bazı kitapçılarda çalışanlar onu hiç tanımadıkları için adına bakarak kitaplarını yabancı şairler raflarına koymuştur. Gülerdik buna. Oysa kendisi nasılsa öyküleri ve şiirleri de öyledir Roni’nin. Aynı zamanda herkesten çok buralı. Arı duru, yalansız, açık… Bazen düşünüyorum, ben İstanbul’u terk edip gittikten sonra ister istemez daha seyrek görüşmeye başladık. Yolu bizim eve de düşmedi. Ben İstanbul’a sık gidemediğim için Cavit’teki dörtlü masamızı da uzun zamandır kuramadık. Şavkar’ın Londra’dan gelişi de zorlaştı artık. Roni, Şavkar, Turgay, ben. Tam dip köşedeki dört kişilik masaya otururduk. O masada çok konuştuk. Uzun zamandır birlikte meyhaneye de gidemedik. Cavit’te bir yerimiz vardı ama artık orada unutulmuş muyuzdur?
Roni hep aklımdadır. Artık Bozcaada’ya da gitmiyor, Burgaz’da mıdır, Beşiktaş’ta mı? Seçimi kaybettik ama yenilmedik diyorum. Bizim mücadelemiz bitmez. Roni ne düşünüyor acaba? Polisiye öyküler ne oldu, tamamlanmadı mı? Yolun ne zaman buralara düşer, gelip bizde kalabilirsin. Arıyorum, bunları gene söyleyeceğim, telefonu kapalı. Birdenbire kayboldu. Bazen ulaşılmaz ona. Toplantıdadır ya da hattın çekmediği uzaklarda bir yerde. Sonra art arda gene aradım, sonra gene. Ulaşılamıyor. Ona ulaşmanın bir yolunu bulurum nasıl olsa.
Roni’nin vefatından sonra yazılanlara bakarken, bir okurunun şöyle yazmış olması beni üzdü: "Roni Margulies göçmüş buralardan. Göçmendi zaten." Bunu söyleyen kişinin Roni ile tanışıyor olduğunu söylemesi ayrıca üzücü.
Herhalde hayat boyu kendisini en çok yaralayan şey tam da buydu. Yazılarında sık sık bu konuya değinir, kitaplarının “çeviri/yabancı yazarlar” bölümüne konmasından ne denli rahatsız olduğunu anlatıp durur, her seferinde kitaplarını alıp ‘doğru yere’ koyuşundan bahsederdi. Buna rağmen en rahat ettiği yerlerin havaalanları olduğunu söylemişti. TK1980 adlı kitabı bu duygunun en güzel şiirlerini içerir. 1972'den sonra eğitim için gidip uzun yıllar yaşadığı Londra'da, kendi deyişiyle, "Avrupa kıtasını güneydoğu köşesinden kuzeybatı köşesine çaprazlama kesen hava sahalarının müdavimi" olmuştu.
Ne zaman ayak bassam Yeşilköy hava meydanına,
Eylülse, açılmak üzereyse okullar yurtdışında,
on yedi yaşında bir delikanlı arar gözlerim:
Elinde pasaportuyla bileti, yepyeni bir çanta,
kalkış saati belli uçağın, sefer sayısı belli,
bilmiyor ama nereye gittiğini.
(Sefer Sayısı, TK1980, s. 7.)
Bir gün, bir konferans dizisinin koordinatörlüğünü yapan arkadaşıma yardımcı olmak adına Roni ile ben iletişime geçtim. Asıl niyetim, yardımcı olmak bahanesiyle sevdiğim, okuru olduğum bir şairle tanışma arzusundan başka şey değildi. Roni'yi konferansa davet etmek için aradığımda "Merhaba, Rahmi Morgül ile mi görüşüyorum" demiştim. Birkaç saniyeliğine duraksayıp kahkahayı patlatmıştı. Rahmi Morgül müstear adlarından biriydi. 12 Eylül'den sonra çeşitli yerlerde neşrettiği yazılarında bu adı kullandığını bir şiirinden biliyordum. Bunu ortak arkadaşlarımızdan birine anlattığımda 2013'te hayatını kaybeden yoldaşı Doğan Tarkan'ın da arada bir Roni'ye “Morgül” diye seslenmesine anlam veremediğini belirtmiş, “şimdi anlaşıldı” demişti.
Tam Kız Kulesi'nin yanından geçerken
aklıma geldi birden:
Müstear adımdı seksen darbesinden sonra
yıllar boyunca Rahmi Morgül.
(Azim, TK1980, s. 51.)
Konferanstan sonra bir meyhaneye gidildi. Onlar nereye ben oraya! Ismarladığı içki ile ilgili tavsiyede bulunan garsona “Kaç yaşındaydın sen?” demişti Roni, garsonun “otuz beş” cevabını alınca, "Hah, 40 yıldır içiyorum işte ben, ona göre” deyip garson dâhil hepimizi güldürmüştü. Sonu gelmeyen politik muhabbetlerden fırsat bulduğum ilk an lafı edebiyata getirmeye çalıştım ama konunun genel geçer şeylere saplanması gecikmiyordu. Bir ara, “siyaset konuşmayı mı daha çok seviyorsunuz edebiyat mı?” dedim, "İkisini de seviyorum. Eşit oranda.” diyerek gülmüştü.
Çantamda o sıralarda yeni çıkmış Apollo Yılları ve kaba Sabetaycılık tartışmalarında unutulan insanî duyarlılığı yeniden hatırlattığı için yayımlandığında çokça konuşulup tartışılan Bugün Pazar Yahudiler Azar'ı vardı. Şiiri, edebiyatı konuşmak başka günlere kısmetmiş dedim ve masanın sakinleştiği bir aralıkta çantadan kitaplarımı çıkardım. “Nerden buldun bunları yahu!” deyip hiç olmadığı kadar dikkatle baktı yüzüme. Dolma kalemini çıkarıp iki kitabı da özel notlarla imzaladı.
O gün kendisine anlattığım ve çok güldüğü bir anekdotu bir de buradan paylaşmak istiyorum. Bilirim Niye Yanık Öter Ney’i (1996) kütüphaneden ödünç alırken, ders için yardımcı kitaplar dışında bir şeyler okuyan öğrencilere karşı takdirini esirgemeyen yaşlıca bir görevli kadın, “Aa ney, hmmm, üflüyor musunuz?” demişti, bir an ne diyeceğimi bilemeyip, “hayır şimdilik sadece okuyorum” demiştim.
böyle günlerde dank eder yine insanın kafasına:
tüm hayatlar eksik, tüm ölümler vakitsizdir.
(Telefon, Bilirim Niye Yanık Öter Ney [Telgrafçiçeği içinde, s. 97.])
Roni bir şair ve bir komitacıydı. Eşit oranda! Komitacılığında da şairliğinde de demokrattı. İki tarafta birden, sözünü sakınmadan yaşadı, yazdı. Politik yazılarının yanında, 1994 yılında Sombahar dergisi için yazdığı ve anlam’ın yadsınması üzerinden İlhan Berk’e, İkinci Yeni’ye yönelik eleştirisi ile hâlâ zihinlerdedir. Yine aynı yıl yayımlanan Mağrur Olma Padişahım tarihe yönelik esaslı bir yakınlaşma, anlama ve hesaplaşma girişimiydi. Yalnızca bu kitap bile Margulies’in Türk şiirinin en özgün imzalarından biri olmasına yeter de artar.
İzlenimciydi. Şiiri ile Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Attila İlhan çizgisini sürdürdü – ya da bu üçgenin merkezinde yer alacak bir şiiri, 30 yılı aşkın bir süre inatla var etti diyelim. En az şiirleri kadar sevdiğim çevirilerini anmak lazım: Çocukluk arkadaşı Şavkar Altınel ile birlikte çevirdikleri Philip Larkin seçkisi (Adam Yayınları) bunlardan biri(ncisi). Bir mücevherden farksız olan bu çeviri hâlâ tek baskı ile duruyor maalesef. Meraklısı, ayrıca es geçmemeli: Ted Hughes’ten çevirdikleri Doğumgünü Mektupları da çok yoğun, derin bir kitaptır. Roni Margulies’in bu kez tek başına çevirdiği ve yayımlanan son eseri olan Dur Yolcu, Dur ve İşe! (Sözcükler Yayınları, 2022) ise, İngiliz (ve dolayısıyla) Amerikan şiirindeki dalga geçme, eğlenme geleneğine ilişkin oldukça özgün bir derleme. Roni’yi tanıyanlar için ise ayrıca hoş ve oldukça anlamlı bir sonsöz! Unutmadan, bir vakit Evliyâ gibi Ya Seyahat! deyip öykü bile yazdı (Notos Kitap, 2011). Daha sabırlı biri olabilse roman da yazardı!
Roni Margulies için söylenebilecek çok şey var. Benimki küçük bir tanıklık ve birkaç yazışmadan ibaret yalnızca. Bana, edebiyatın derin sularında yüzmek arzusundaki genç bir taşralı şair adayına gösterdiği yakınlığı, arkadaşlığı unutamam. Gidişiyle bana ait bir şeyleri de yanında götürdüğü ve farkında olmadan bende bıraktığı bir şeyler olduğu hissine kapıldım.
“Mutlu Bitmiş Bir Göç Öyküsü” başlıklı son yazısını şu sözlerle bitirmişti:
Göç, "gitmek" değil "kaçmak" anlamına gelir: Nazilerden, savaştan, yoksulluktan, işsizlikten, açlıktan kaçmak. Kaçarak hayata tutunmaya çalışan insanlara nefret ve düşmanlıkla bakanlara ömrüm boyunca nefret ve düşmanlıkla baktım. Ve hep öyle bakacağım.
Aynı duygularla uğurluyorum sevgili şairimi, mektup arkadaşımı; ama bir şair gidince son söz mutlaka şiirin olmalı. Elveda Roni.
Mizana
Basit şeyler oldu istediklerim hep:
Çok çeşitli içkiler içmek;
serserilik etmek uzak limanlarda;
bumbayla seren arasındaki farkı bilmek;
çok yelkenli bir kalyonu tek başıma götürmek;
muazzam paralar kazanıp bir anda,
bir gecede tümünü yitirmek;
herkesin bir görüşte sevdiği kadınları
en çok ve başkaca sevmek.
En başta ama ve onulmazca
Elsa'yı sevmek, her sabah ona dönmek.
Olamadı elbet. Tümü çelişti bunların Elsa'yla.
Seçmem gerekti. Seçtim.
Bu seçimi sorgularım belki yaşlandıkça,
kuşkum yok şimdilik ama
Ve ilginç yönü şu ki üstelik bu öykünün:
Ne bir mizanaya tırmandım ömrümde,
ne de tırmanacak olsam bir gün
Elsa’ya dönebileceğim artık indiğimde.
(Elsa’dan [2000], Telgrafçiçeği içinde, s. 149.)
Bilirim niye yanık öter ney.
Az kaldı kışa. Eylüle daha da az. On beş yıla yakın oturduğumuz evi satışa çıkardı birkaç ay önce ev sahibi. Ses seda yok da bereket, her şey gibi kiraların da başını alıp gittiği bu inanılmaz günlerde oturuyoruz hâlâ. Evimizde mi diken üstünde mi belirsiz ya, oturuyoruz işte. Başımızı koyacak yer…
Aldırmaz olur muyum, hem nasıl aldırıyorum. Gönüldeşim olmasa ne halde olurdum? Öyle umut, öyle güç veriyor ki bu bana; verdik mi baş başa, tutuştuk mu el ele, dayanıp yaslandık mı sırt sırta, omuz omuza, tüm olanlara, olumsuzluklara karşı kurduğumuz dünyamızda yaşar gideriz diye bir coşma coşuyorum ki…
Coştun taştın, çalkalandın dalgalandın… Sonra? Durulmayacak mısın? Karşında işte. Al sana “gerçek”ten bir kaya, nereye dayarsan daya: Ev satılsa da satılmasa da geliyor kira “kontratosu”, uğurluyor seni Kont Rato’nun Şatosu! İnsafın ev sahibinde namı yok mudur? Aldı mı beni bir düşünce, ya o zavallı ne yapsın diye? Sana pahaya gelen ona gelmiyor mu? Hadi hadi, deli olma, onun hiç değilse evi var, sen nasıl koruyacaksın bugün yarın açıkta kalacak bir yerlerini? Sen değil, siz. Kim o siz: Gönüldeşin, dayanağın, yaşam yoldaşın…
Kontrato sözcüğünü de bilen kalmadı. Kimden duydum diye sormayacağım, kimden duyacağım Allahlık babaannemden başka? Yazmıştım ya bir yerde, kim bilir nerde, kiralık konak yaşamasıydı babaannemin yaşamı. Yetinmek sözcüğü yoktu kitabında. Hep köylerde, varoşlarda yaşasa da Pera’dan giyinen, ille de o ünlü Yahudi işadamının soyadıyla benzer giyim mağazasından alver, yani alışveriş eden babaannem. Kırklareli’nin bir köyünden, İstanbul’un Boğaz köyü Kuzguncuk’a, eski taşra Taşlıtarla’dan yeni taşra Bağcılar’a savrulan, aklının iyice örtüldüğü son zamanlarını ise namazlı niyazlı, dünyanın en iyi insanı bilmem kaçıncı kocasının ama benim baba yanımdan tanıdığım tek dedemin memleketi Isparta’nın bilmem neresinde sürdürüp ölen babaannem. Dünya iyisi dedemi bitmez tükenmez istekleriyle çileden çıkartan, o zavallımın da sinirlenince kendi yöresinin diline çalan ağzıyla “ülen gâvur garı!” diye ünlediği, gâvurluğu da müslimliği de kalmamış (belki de hiç olmamış), gençliğinde de akıldan yana matah olmadığı söylenirdi ya söylenmesine, benim tanık olduğum yaşlılığında hepten kafadan gayrimüsellah olan –o zekâya konduramadığımdan olacak, benim hep “vardır bir dümeni” diye düşündüğüm– babaannemin sözcüğü kontrato, geldi yapıştı yakama.
Bilirim niye yanık öter ney.
Ne yapayım, karalar mı bağlayayım? Hayat devam ediyor. Sığınıyoruz gönüldeşimle birbirimize, sığınıyoruz kitaplarımıza. Kafka mektupta, “mirastan mahrum bırakılmış bir oğul olduğum için” diye yazmış. Babanın mirası. Baba yok ki miras olsun bende. Babalığı devraldım diye, kendimi kandırdığımı iyi biliyorum ya, başkalarını da kandırırım diye yeri geldikçe söylüyorum. Yalan söyledim. Yeri gelmiyor, yerini düşürüyorum. Devralmadım ki babayı falan. Üstüme boca etti, gitti. Delirmek için yazmıyorum bunları. Deli babaanne, adı deliye çıkmış yarı Yahudi yarı Yahuda komşusu Kuzguncuklu yazar-bozar, halam, kuzinim, annemin tanıklığıyla “kısmen” babam… Sığınıyorum kitaplara, gönüldeşime: Kaçıp sana saklanıyorum akşam oldumu (Ahmet Oktay, “Sığınak”). Buna karşılık: “Je suis mortellement dégoûté. Des indécis des ‘tantes’, de ceux que nous appelons entre nous des ‘putains’, de ceux dont l’esprit est plus touché que le corps, de ceux qui tâchent de noyer leur honte dans l’alcool et n’arrivent qu’à tomber un peu plus bas.” (Bilge Karasu) (Tiksindiği salt bunlar değil oysa. Niye yazmıyor açıkça? Niye o çok sevdiği, kılı kırk yardığı, kılı kırk yararken kimi kez kafasını gözünü de yardığı sevgili Türkçesinde değil de –ona da sevgili diyeceğinden kuşkum olmayan–Fransızcada –yoksa “sevgili Fransızcasında” mı?– yazıyor? Ah Ya Rab Yehova, nelere kadir, nelere kilitsin!)
Açıyorum televizyonu, karşımda Selim İleri. İşte sevinç. Nicedir hastaydı Selim, seviniyorum onu edebiyat için heyecanla konuşurken görünce. Eray Ak saygıyla, bilgiyle, sevgiyle yürütüyor soruları. Biliyor Selim İleri’yi coşturacağı, neredeyse coşkudan ayağa kaldıracağı yerleri. Eray’ın sorularını gözleri parlayarak, yaşararak, ama hep edebiyatın o hiç dinmeyen aşkıyla yanıtlıyor Selim. Benim sevgili Selim Abim… Nezihe Meriç’i anlatıyor. Hiçbir kez “Nezim” diyemediği Nezihe Meriç’i. Ben de güya çok seviyorum ya Nezim’i, “Sevgili eleştirmenim Füsun Akatlı’nın iki harika yazısından başka gören olmadı” dediği Alacaceren’i görmeyenlerden olmanın sıkıntısıyla izliyorum Selim’i. Hadi, okuduklarıma geç, diyorum içimden. Geçiyor: Gülün İçinde Bülbül Sesi Var. Çıktığında okumuştum, demek on beş yıl geçmiş üzerinden. İzlence bitsin de kalkıp çıkarayım yerinden, yine okuyayım. Güzel güzel izlerken, bir haber alıyorum.
Bilirim niye yanık öter ney.
Roni Margulies ölmüş!
O da hastaydı ya, altmış sekiz yaş, hele günümüzde erken değil miydi ölmek için? Anılar üşüştü başıma. Okuruydum onun. Kitaplarından başka anım yoktu, anıların en güzeli. Bir tek on yıl önce, 2013 sonbaharında, iki çift laflamıştık Ya Seyahat! kitabı vesilesiyle. Sağ olsun –ürperdim!–, “Orçun için, sevgilerle” diyerek imzalamış, altına da “18 Ekim 2013” yazmıştı. Oysa o gün 19 Ekim’di. Düzeltmedim. Ne fark eder? (Niye ürperiyorsun? Tüm yazarlarla şairler, üstelik tüm iyi yazarlarla şairler gibi hep sağ değil mi Roni?)
Azar azar kana karışan bir üsluptu Roni Margulies benim için. Yirmi yıldan bu yana ara sıra açıp okuduğum, salt kitaplaşan işlerini değil, gazetelerle sitelerdeki yazılarını da okuduğum bir edebiyatçıydı benim için Roni Margulies. Salt edebiyatçı mıydı diye sormayacağım, öyleleri de vardır ya, Roni onlardan değildi. Bense şiirden, denemeden, öyküden, anılardan, ilişkisi hep tuhaf olan Yahudilikten söz ettiği yazılarının okuru oldum. (Ey Mesut Varlık, sevgili Mesut, daha geçen ay anmadık mı seninle Roni’yi? “İbraniceden çeviren: Roni Margulies.” Soracaktın. Ne oldu? Biz geniş zamanlar umuyorduk. “Yahut vakit olmadı.”)
Nezihe Meriç’i okuyacaktım değil mi? Kalktım, kitap odası dediğim cengele daldım. Girişte, solda, yan yana dizilmiş, birbirlerine dayanan dört uzun kule. Sol baştakinin alt yarısındaki sevdiğim öykü kitapları dışında, tümü oyun kitabı. Nezihe Meriç’i gördüm ama almak ne mümkün? Kitabın ucu, yanı başındaki kuleye dayanak olmuş, usta işi çekip çıkaramasam, bel fıtığımın taşıyamayacağı kadar kitap enkazının altında kalacağım. Bu işin içinden nasıl çıkarım diye sağı solu, altı üstü kurcalarken, Nezim’in Gülün İçinde Bülbül Sesi Var kitabının altında hangi kitabı göreyim? Ya Seyahat! Başkası yazsa, uydurmuş ama uymamış derim. Selim İleri’nin, Düşüşten Sonra’da metafiziğin çokça sözünü eden sevgili yazarımın etkisi mi? Nezihe Meriç’le ilgili programını izleyip Nezim’i okumayı düşünürken Roni’nin öldüğünü öğreniyorum, kalkıp Nezim’i okuyayım da yüreğimi soğutayım diye davrandığımda onunla Roni Margulies’i altlı üstlü buluyorum! Ne denir? (Neymiş, Nezim’i okuyup yüreğini soğutacakmış. Gülten Akın’ın benim acım acıların beyidir dizesi “Bir Güneydoğu Ağıdı” şiirinden kalkıp da o kitaptaki öyküye ad olmamış gibi!)
Bilirim niye yanık öter ney.
Güç bela çıkardım iki kitabı. Doğruldum. Tepelere doğru, eskiliğinin rengiyle dikkatimi çeken ince bir kitabı görüp neyse ki bu kez tereyağından kıl çeker gibi çıkardım. Edward Albee’nin Kılpayı oyunu. Delicita Balance’ı bu güzel adla çevirmiş Sevgi Sanlı. Yalnız bu metafizik işine kaptırmam an meselesi. 1968’de çıkan kitabı kim yayımlamış: Salim Şengil’le Nezihe Meriç (künyedeki adıyla, N. Şengil). Metafizik bununla da bitmiyor. Açıyorum çift balıklı Dost Yayınları’nın bastığı Kılpayı’nı, delilik aşağı delilik yukarı gidiyorum ya bugün, oyunun baş ve ilk kişisi Agnes’in oyunu açışı: “Beni en çok şaşırtan –umulmadık derecede tatsızlıktan uzak oluşuna şaşıp durduğum inancım, bir gün kolayca aklımı oynatabileceğim inancı bir yana–, oynatmak üzere olduğumdan kuşkulanmıyorum… Belki delilik uzak benden…” Yoo, korktuğumdan değil, canım çekmediğinden bırakıyorum kitabı bir yana (ona ne şüphe!). Hem ben Nezim’i alacaktım elime. Açıyorum. Sığınmaktan, hayatın devam ettiğinden dem vurdum ya, o da bir tokat aşk ediyor mu sana (yok yok, bana): “Bir de şu laf: ‘Hayat devam ediyor!’ İstanbul sakızı mübarek. Herkesin ağzında. Mis kokulu sanıyorlar. Değil.” Doğru, değil. “Anladık, devam ediyor, da, nasıl devam ediyor, soran, anlayan yok.”
Yüreğimin soğuyacağı falan yok. Birinin, hele ki o biri sanatçıysa, bizdeki yerinin oylumunu, o kişi göçtüğünde mi anlıyoruz? Roni Margulies’i severdim sevmesine ya, bendeki yerinin bunca derin olduğunu bilmezdim. Bıraktım elimde avucumda ne varsa, Ya Seyahat!’ten başlayarak kitaplarını yeniden okumaya, eski okumalarımı çağırmaya başladım.
“Orçun için, sevgilerle.” Birkaç damla gözyaşı. Böyle olacağı belliydi. “Şefaat yâ Resulallah” diyecek yerde, “Seyahat yâ Resulallah” demişim. Evliya Çelebi’den aktarmış Roni. Kitabının başındaki “Bir Tür Önsöz – İlham ve Strateji”de, “inanmadığım tek bir kelime yazmıyorum” dediği yazısını (ki, şahidim), “Beni Türk psikiyatristlerine teslim ediniz” diye bitiriyor, bu ülkedeki çoğumuz gibi, kendi kendimizin psikiyatristi olmak zorunda kalışımızı vurgulayan, çoğu yazısında gördüğüm ironiyle. İlk öyküye, “Doğumgünü”ne geldiğimde açık seçik ansıyorum bu öyküyü Notos’ta çıktığı gün okuduğumu. Neyzen Tevfik’in düşürdüğü ebcedi cesaretle yazmasına şaşmıştım şaşmasına ya çok da sevinmiştim bu işi yapmasına. O yıllardaki coşkumu yakalarım diye okumaya başladığım öykünün bir yerinde donakalıyorum: “Yüzünü aynaya iyice yaklaştırıp dikkatle okudu: Ömrün sandığın kadar uzun olmayacak.” Sevgili Roni Margulies, bunda da haklı çıktın ne yazık ki!..
Bilirim niye yanık öter ney.
Kafka’yı, babayı anmıştım. Dedim ya, tuhaf bir gün bugün. Her şey kendisiyle ilgili her şeyi çağırıyor. Metafizik, delilik, takınak, bin tane ad bul istersen. Durum bu. “Babam Amerika’da” öyküsüne (ya da kendisinin demesiyle “vezinsiz, kafiyesiz şiir”ine), Can Yücel’in dizesine göndermeyle, “Hayatta ben de en çok babamı severdim” diye başlıyor. (Anlıyorum bu takınağımı: “Koltuk”ta, babasıyla yan yana kitap okuduğunu –arka arkaya iki kez– yazıyor Roni. Öyle.) Geliyorum bir sonraki öyküye, yıllar sonra Selim İleri’nin (işte, yine!) Kumkuma’da yazacağı “ulu şair” Abdülhak Hamid’i (ve Hamit’i) ansıtan “Şair-i Azam’ın Dairesi”ne. Bardağı taşıran damla: Babasına son bakan doktorun (Aksel Siva) bana da baktığını görünce daha adıyla ‘haberci’ “Paralellikler” öyküsünde, kapıyorum Ya Seyahat!’in kapağını!
Onu anarken anımsadığım adları görseydi Roni, o ilk ve son konuşmamızda, o zamanlar Şalom’da yazdığımı öğrendiğinde yüzünü buruşturup yakasını silktiği gibi yapardı (üstelik, “sevmeyeceksin ama söyleyeyim” uyarısıyla demiştim). Kimi kültürel, ırksal, dinsel çağrışımları nedeniyle hoşlanmayacaktı kuşkusuz. Ben de hoşlandığım için anmadım. Belleğimin bu biçimde işlemesini de sevmiyorum açıkçası. Ben de Margulies’in neden denemelerinden iyimserlik, şiirlerinden karamsarlık yansıdığını soranlara ve kendine verdiği yanıtı veriyorum: Bilmiyorum.
Yıllar öncesine dönüyorum. Bugün Pazar Yahudiler Azar kitabını okuduktan, üstüne bir daha okuduktan sonraydı. Bella’nın evine gitmiştik bir abimle. Masasında bu kitaptan üst üste konmuş beş altı tanesini görmüştüm. O nedenle olacak, “İstanbul Yahudileri Hakkında Kişisel Bir Gözlem” alt başlığıyla yayımlanan bu kitaptaki kişiler, zaman zaman Bella’nın evinde de yaşar bende.
Roni Margulies’in bende Şavkar Altınel’le yaşadığını söylemem doğal gelecektir. Dostlukları, meslektaşlıkları, sanatçılıkları yanıyla değil yalnız bu birliktelik bende; yazışları, duyuşları, geçmişe bakışları, yalnızlığın yarattığı insanlıklarıyla da öyle. (“Ya Seyahat!” öyküsündeki Şahin, Şavkar mı?)
Bilirim niye yanık öter ney.
2004’te çıktı. Eski dergilerde kalmış yazılar. Unutuşa, “ey unutuş!”a terk edilmedi. (Edilmedi mi? Hangi kitabı kolayından bulunuyor Roni’nin?) İlkin 2014’te, ikinci kez 2021’de okuduğum Şiir, Yahudilik Vesaire kitabı, bu ikinci okuyuşta daha bir sardı beni. Diliyle, yaklaşımıyla, yazışıyla. Fethi Naci’den kendi kendime el alarak başladığım Eleştiri Günlükleri’nde de yayımladım oradan bir eleştiriyi. Parça(lı) şiir, bütün(cül) şiir ikilemine oturtmaya çalıştım – varsa böyle ikilem. Bütünün şiirini yazdı Roni Margulies, tahkiye etti, hikâyet etti, ayrılıklardan şikâyet eden neyin niye yanık öttüğünü bildi: Her rind gibi…
Ben yine anılara döneceğim. Çekileceğim. Aileme ve diğer Yahudilere, ardımdan gülen çocukluğuma, telgrafçiçeğinde tütüp duran şiirlere, kuşlara… (Yıllardır okuduğumu söyledim Roni Margulies’i. Günlüğüme yazdım bu okumalarımdan kimini. Birkaçını da Facebook’ta paylaştım. Eleştiri Günlüğü’nde andım. Yine de onun için sözde başlı sonlu bir yazıyı ölümü nedeniyle yayımlamak dokunuyor.)
...
Bu yazı bir Kadiş değil.
Kalpsiz dünyanın kalbini arayış hiç değil.
Ya şefaat!
Yaklaş tuvale Roni dedim, hassas terazisiyle övünen dürüst esnaf edasıyla birebir oranı tutturabilmiş miyim, bakalım...
Portre yapmayı severim. Meslek yaşantım böyle olsun diye resim yapmıyorum. Kitapları sevdim, kendimi bildim bileli. Yazarları kitaplarından tanırım önce. Sonra yeryüzünde karşılaşırsak eğer insanlığa armağan ettikleri kitaplarına bir insan olarak bildiğim, sevdiğim bir şeyle karşılık veririm.
Roni Margulies’in portresi 2012 yılında bu hevesle yapıldı.
Babam daha yaşıyordu. Telefonla arayıp konuşuyorduk, gün aşırı. Gün geçtikçe yürüyüş mesafesi hedefini küçültüyordu. Bunu anlattım Roni’ye, “İp” şiirini yazdı:
İp
Artin’in babası doksan beşinde
rakıyı bıraktığında,
“Dokunuyor oğlum” demiş,
içmemiş sonra bir daha.
Tepenin ötesindeki kahveye
yürüyerek gidermiş her gün.
Arayıp Artin’e haber verirmiş,
“Soluklanmadım bile” dermiş.
Bir zaman sonra geç kalmış,
aramamış. Aradığında, “Oğlum,” demiş,
“ulaşamadım dün kahveye,
ipe varıp ancak, geri döndüm.”
Geçen trafiği yavaşlatmak için
bir halat çekmiş köylüler asfalta.
“İpi geçemedim oğlum, kaldım.
Moralim bozuldu, dokundu bana.”
Yıllar geçtikçe çoğalmış sonra
dokunan şeyler. Canı sıkılmış.
Ve doksan dokuz yaşında
sessizce bir ikindi vakti
bırakmış dokunulmayı Avedis Efendi.
Ben bu yazıyı tamamlayamadım. Roni hastaneden çıkamadı. Sabah atölyemin önünde bir motosikletli kuryenin sürüklenişinin sesini duydum. Düştüğünü gördüm. Koştum bir bardak su verdim. Ayağım kırıldı galiba, dedi. Ambulans çağırdık. Kaldırıp hastaneye götürdüler. Roni’nin ölüm haberini bildirdiler dostları. Telefonumdaki fotoğrafları aktarıyordum bilgisayara, elinde kızıla boyanmış bir resmimle beraber ağız dolusu gülüşü geldi...
Artin Demirci
(K24)
Gemilerime japon fenerleri asan
Cellatların hepsini öldürdüm
Yola devam
Geriye kalan
Saman çöpüyle havalanıp, kaya gibi yere çakılan
Umudun çıkardığı toz duman
Bir gün anılarımı yazabilirsem, bu satırlar ile başlayacaktım. Roni’nin yasına uygun düşüyor gibi geldi, ona hediyem olsun.
Çok eskilerden tanışıyoruz. Çok anlaşamaz, çok anlaşırdık. Çok kavga eder, barışmaya gerek duymazdık.
Çok huysuz, çok geçimsiz, çok düşünceli, çok nazikti. Son günlerinde, ‘senin gibi huysuz bir adamı ne kadar çok seven varmış’ diye nazlattım. Ne zaman huysuzsun desem, keyiflenir, ‘kiiim? Ben mi?’ derdi. Artık sesi zor çıkıyordu, aynı yüz ifadesi ile aynı şeyi söyledi.
O uğursuz dönemde, ilk ziyaretimde ‘senin burda ne işin var, sen de hastasın?’ dedi. Benim de yıllık muayene, tahlil, vs. zamanım olduğunu biliyordu. İki yıl kadar önce, uzun bir zaman sonra, ‘bir kahve içelim’ demiştik, o gün ilk teşhis konulduğu güne denk geldi. Komşuyduk, hemen her gün kahve içmeye gittik. Sonra toparlandı, Beşiktaş’ta sahaf gezilerine, mahallemizin en ilginç insanı Ruhi Bey’in eskici dükkanını didiklemeye başladık. Sürekli bir programı olduğu için, tabii Roni’nin uygun olduğu zamanlarda. Hep komşuluk yapacak, hep gezecek, hemen her konuda hep kavga edecektik, bu konuda anlaşmış gibiydik. Böyle biteceğini hiç hesaba katmamıştık. Onu şimdiden çok özledim.
Anneciğinin, Loren’in, Nubar’ın, onu tüm sevenlerin başı sağolsun, nur içinde yatsın, mekânı cennet olsun.
Nuray Mert
(K24)
Birbirlerine hiç benzemeseler de birlikte tanıdım onları. Şavkar ile Roni. Philip Larkin’in Seçme Şiirler’inin Adam Yayınları’nda basıldığı günler olmalı. Çok sevdikleri bu şairi ikisi birlikte çevirmişlerdi.
Anlaşılamaz bir şeydi, bu kadar benzemez iki arkadaş. Şimdi düşünüyorum da, bizim arkadaşlığımız da kolay anlaşılır bir şey değil. Çoğu siyasal görüşlerimiz çok farklı Roni’yle. Ama sanırım bizleri şiir sevgimiz birleştirdi.
Ardından Roni’nin, “Attilâ İlhan ve Bizim Kuşak” (Sombahar, No. 23, Mayıs-Haziran, 1994) yazısı geldi. Özlediğim bir polemik diline rastlamıştım ve sanki benim düşüncelerimi başka biri yazmış gibi hissetmiştim bu yazıyı okuyunca.
Bu yazı, bizi birbirimize bağlayan büyülü bir şey olmuştu. Daha sık görüşmeye başladık. Konuştukça şiir görüşlerimizin ne kadar birbirine yakın olduğu ortaya çıkıyordu.
Adam Sanat dergisi için yazılar istedim ondan. Bir süre sonra Şavkar da yazılarıyla Adam Sanat’a güç verdi. ‘90’lı yıllarda artık unutulmuş şiir tartışmaları geri gelmişti. Bunda da Roni’nin polemikçi dili yanında şiir sanatı üstüne özgün düşüncelerinin de büyük rolü oldu. Külebi şiiri üstüne, “Bir Gün Mutlaka” üstüne çok ilginç yazılar yazdı.
Roni her konuda ne düşünüyorsa ağzına geldiği gibi sakınmasız söyler. Aynı tonda karşılık veremedim hiç ona.
“Siz nerden geliyorsunuz?”
Ama Roni çok zeki, eğlenceli bir insandır. Erkenden yatma alışkanlığı olan beni bile birlere ikilere kadar karşısında oturtmayı başarır, hem de hiç sıkılmadan.
Teşvikiye’de oturduğum yıllarda komşuyduk. Bir akşam bana gelmişti. Edebiyat dünyasının tozunu attırdıktan sonra gecenin ikisinde çıktı, merdivenleri inerken kapıda o saatte evine dönmekte olan apartman yöneticisiyle karşılaştı. Yukardan konuşmalarını duydum.
Roni’den kuşkulanan yönetici sertçe, nereden geliyorsun diye sordu. Roni, Turgay’dan dedikten sonra, “Madem tanıştık, ben de size sorayım, siz nerden geliyorsunuz?” dedi. Epey güldüm yukarıda kendi kendime.
Belki de gülünecek şeyleri kolayca bulmasıdır Roni’yi bu kadar sevdiren. Evet, eğlenceli bir insandır Roni. Kendine güveni, girişkenliği, her alanda hızlı hareket edebilmesi de imrenilecek özelliklerinden.
“Roni yaman”
2002’de Saat Farkı kitabıyla Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü kazandığında Sultanahmet’te İbrahim Paşa Sarayı’nda yapılan görkemli ödül töreninde yanındaydım. Roni’nin siyasal düşüncelerine alerji duyduğu bir dolu insan kalabalığı. Dahası, tören başladığında ödül kazananlara ödülünü verenler hep emekli generaller falan.
Gerildi olduğu yerde, “Bana da böyle biri ödül verecekse almaya çıkmam” dedi. Neyse ki şiir ödülünü vermek üzere bir vali anons edilince Roni de gidip ödülünü bir “sivil”in elinden almış oldu.
Türk şiirinde yalınlığı onun kadar ustaca kullanabilen başkaları vardır elbet ama onun şiirinin yalınlığı şiiri sanki önemsizleştirme düzeyindedir. Bu da onun şiirine benzersiz bir özellik katar.
Çok şiiri var sevdiğim, hep yeniden okumak istediğim ama Elsa kitabı bambaşkadır. Küçücük hayat parçalarından yola çıkıp evrensel insani değerlere ulaşan şiirler yazabilmesi Memet Fuat’ın da dikkatini çekmişti. Böyle bir şiirini alıp incelemişti onu. Yargısı da ilginçti: “Böyle bir şiir mi olur? Ama olmuş işte. Roni yaman” demişti.
Roni şiir konusunda da zaman zaman uçlarda düşünmeyi severdi. Bir ara da tutturdu, “Çevrilemeyen şiir, şiir olmaz” diye. Hemen aklıma Metin Eloğlu ile Can Yücel geliyor. O Türkçeye kırk takla attıran güzeller güzeli şiirleri kolay kolay kimse çeviremez başka bir dile. Ama onların güzellikleri, büyüklükleri tartışılabilir mi?
Benim şiirlerim için de bir eleştirisi vardı: “Mutluluğu anlatan şiir olamaz, şiir mutsuzluktan doğan bir şeydir” der, sonra da mutlulukla yazılmış aşk şiirlerimi beğenmediğini söylerdi.
Roni o güzel şiirleri yazan insan değilmişçesine dikenli bir varlık gibidir. Polemikçi yazıları ürkütmüştür karşısındakileri. Ne Yahudisi ne Türkü kurtulabilir onun sivri dilinden.
Tarih merakının kaynağını sormadım ona hiç ama İttihat ve Terakki ile Türkiye Komünist Partisi’ne özel bir ilgisi olmuştur hep. İttihat ve Terakki önderleriyle ilgili yazdığı şiirleri Mağrur Olma Padişahım adıyla kitaplaştırdı. Leipzig’de bir edebiyatçılar evine bir aylığına davet edildiğinde o kentteki eski TKP izlerini aramış, Dr. Hayk Açıkgöz’ün eşi Angel Açıkgöz’ü bulup onunla eski TKP üstüne sohbetler etmişti.
Bir dönem de kalabalık bir Türk şairler topluluğu Hollanda’ya bir şiir festivaline çağrılmıştı: İlhan Berk, Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Roni Margulies, Bejan Matur, küçük İskender. Bu seçimin şifreleri düşünülürken konuyu Roni, “Bir yaşlı, bir solcu, bir sağcı, bir Yahudi, bir Kürt, bir de genç şair” diye açıklığa kavuşturmuştu.
“böyledir, iyidir”
Otuz yılı geçti tanışıp dostluk kuralı. O kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın benim için vazgeçilmez dostlarımdan biridir.
Çevreme karşı çok da sevgi dolu bir insan sayılmam belki ama ben de kendimce seviyorum Roni’yi. Aramızda kurulan bağ canlılığını yitirmedi bunca yılda. Onu görmek, onunla buluşmak düşüncesi hep heyecanlandırdı beni.
İnsan kaç kişiye karşı böyle şeyler duyar ki…
bir zanaat mutsuzluk sanki
…
sanıyoruz ki
böyledir, iyidir
ne olacak ki başka,
budur hayat zaten
ya beceremiyoruz biz bu işi,
ya da becerecek bir şey yok zaten.
"Hayatı, anılarında belirttiği gibi “İrlanda'nın hikayesi” olarak adlandırdığı şeyi yansıtıyordu. Teokrasiden uzaklaşma, çocuk istismarıyla hesaplaşma, ruhsal sıkıntılar konusunda artan farkındalık..."
Adını şiir çevrelerinde Tan dergisinin sekizinci sayısında yer alan “Yenilenmek” ve “Anacadde” başlıklı iki şiiriyle duyuran Roni Margulies (1955) yaşamını yitirdi.
İstanbullu şair Margulies'in ilk kitabı 1991’de “Her Rind Bilir” adıyla yayımlanır. Şairin sonraki yıllarda çıkan şiir kitapları şunlar “Gün Ortasında” (1992), “Mağrur Olma Padişahım” (1994), “Bilirim Niye Yanık Öter Ney” (1996), “Elsa” (2000), “Saat Farkı” (2002), “TK1980” (2006), “Apollon Yılları”, “Ornitoloji” (2017). Roni Margulies’in 1985 ila 1995 yıllarındaki şiirlerini bir araya getiren ilk dört kitabı 2000’de “Uzaklıklar” adıyla, toplu şiirleriyse 2014’te “Telgraf Çiçeği” olarak okurla buluşur.
“Uzaklıklar”, şairin okura ve tarihe karşı duyduğu sorumluluğun gereği olarak yazdıklarının “hesabını veren” dikkat çekici bir önsözle başlar.
SAHİCİLİK VE SAMİMİYET
Şairin sorumluluk duygusu da, hesap vermeye, özeleştiriye açık tutumu da aslında şiirde sahiciliği ve samimiyeti önceleyen anlayışıyla, arayışıyla ilgilidir. Roni Margulies şiirini, bu iki özellik, sahicilik ve samimiyet ilkesi üzerine kurmuştur diyebiliriz. Bu tutum, “Uzaklıklar”ın girişindeki sunuş yazısında da açıkça dile getirilir.
Margulies’in “Önsöz” olarak yazdığı sunuş yazısından bir bölümü aktarıyoruz, ama metnin tamamının okunmasını da öneririz: “Elinizdeki kitabı bu şekliyle yayınlamadan önce çok düşündüm. İlk iki kitabımı yayınladığımda çok da genç değildim gerçi artık, fakat yaşça olmasa da, şairliğim açısından gençlik eserleri olarak görüyorum bugün onları. Bir iki istisna ile, bugün yazsam öyle yazmazdım diye düşünüyorum o şiirleri. Bıraksam da tarihin acımasız daha okudum ilk kitabım ‘Her Rind Bilir’i. Hatırlıyorum, Murathan Mungan Remzi Kitabevi'ne hazırladığı ‘Çilek’ dizisi için benden bir dosya istediğinde, uzun zamandır şiir yazıyor ve dergilerde yayımlıyor olmama rağmen, ilk kitabımı yayınlayacak olmanın o tarifsiz heyecanına kapılmadım, tüm şiirlerimi dahil etmedim dosyaya. Şairlere çok zor gelen ve zor olduğu için pek çok şairin çok fazla yayınlama tuzağına düşmesine neden olan eleme sürecinden geçirdim o güne kadar yazdığım şiirleri. Bu nedenle olsa gerek, Rinddeki şiirleri biraz acemi buldum, zanaat açısından bazılarını zayıf buldum; ‘Şu dize daha güzel yazılabilirmiş’ dediğim oldu, ‘Şunu şöyle ifade etseymişim’ diye düşündüğüm oldu; fakat ‘Bu şiiri niye yazmışım ki?’ dedirtmedi bana şiirlerden hiçbiri.
Şiirlerde ifadesini bulan dünya görüşü, kaygılar ve özlemler, sevinçler ve acılar bugün de geçerli benim için. ‘Efekt’ yaratmak için, ‘hoşluk’ olsun diye, salt güzel şiir yazmak kaygısıyla yazmamışım şiirlerden hiçbirini. ‘Sahiden’ yazmışım. Bu söylediklerim ‘Gün Ortasında’daki şiirlerden bazıları için de geçerli. Daha ustaca yazılabilirlermiş, ama sahte değiller. Ayrıca, bu kitapta belki de bugüne kadar bir eşini daha yazamadığım ‘Polonya’ya Mektuplar’ şiiri var, yazarken duyduklarımı bugün okuduğumda bana yeniden yaşatabilen ‘Mendirek’ ve ‘Ağıt’ şiirleri var. Son tahlilde şiirde ustalıktan ziyade sahiciliğe önem verdiğim için, ‘Her Rind Bilir’ ile ‘Gün Ortasında’yı sahiplenmeye, altlarına imzamı yine atmaya karar verdim. ‘Bilirim Niye Yanık Öter Ney’ ve ‘Mağrur Olma Padişahım’a gelince, bu kitaplarla ilgili hiçbir kaygım, hiçbir çekincem yok zaten.”
‘POLONYA MEKTUPLARI’
Margulies’in ikinci kitabı “Gün Ortasında” yer alan “Polonya Mektupları” şairinin “anlatımcı” poetik çizgisini, şiirdeki tavır ve tutumunu yansıtan örnekler olarak da değerlendirilebilir. “Polonya Mektupları” üç ayrı şiirden oluşan kısa bir seri. Şiirlerin Didem Madak’a çağrışımla “Polyana’ya Mektuplar”ı yazdırmış olabileceği de düşünülebilir. Madak’ın şiirinin daha sonra yayımlandığını da kaydedelim. İncelemeye açık.
Roni Margulies’in “Polonya Mektupları”nın üçüncüsünden bir bölüm paylaşalım:
Kocamın işyerini ziyaret ettim bugün,
yakın İstanbul'a ilk ayak bastığımız yere,
tornalar, motorlar, kocaman bir yazıhane.
Patron Monsieur Burla ile oturduk biraz,
kopkoyu bir kahve ikram etti bana
(Küçücük bir fincan, Rus malı, dokunsan kırılacak)
çok sevdim, her sabah içeceğim bundan sonra.
Nasıl da yolunda gidiyor her şey.
durup düşündüğümde şaşıyorum akşamları.
Bu karmaşık, karman çorman şehirde
kendi küçük düzenimizi kurduk işte
Fakat bir esrar perdesi hala çevremiz
ve yırtabilirsek bugün bu perdeyi,
bilmem ki bakalım neler göreceğiz.
ARADA SIKIŞMADAN AKAN ŞİİRLER
Roni Margulies’in şiir anlayışı ve girişimiyle modern Türkçe şiirde müziğe öncelik veren “anlatımcı” geleneğin önemli temsilcileri olan Yahya Kemal, Cahit Külebi, Attilâ İlhan ve Behçet Necatigil, hatta Ahmet Oktay ekseninde, ama daha çok Yahya Kemal’le Attilâ İlhan arasında bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. Arada bir yerde durur, ama arada bir yerde sıkışmamıştır. Margulies’in şiirlerinin arada sıkışmadan, modern Türkçe şiirin içinde muterdil bir biçimde akıp gideceği yolu bulabilmiş olması önemlidir. Bunun altını bilhassa çizmek gerekir diye düşünüyor Orhan Kahyaoğlu, “Modern Türkçe Şiir Antolojisi”nde “Şair, kitaplarında bir musikiye, onun yarattığı özel duygu durumlarına derinlemesine girebilmiştir” değerlendirmesini şu ifadelerle sürdürür
“Etkili bir lirizmin yanında, insanın doğasına varan kesitlerle şiirini süslemeyi becermiştir. İmge ve metaforu bırakın, basit benzetmelere bile yakınlık duymadan, tarih ve siyasayı da kapsayan temalara yakınlaşma deneyimi oldukça özgürlükçüdür. Tek sorun, şiirin içselleştirilmesi ve yalın bir dille özgün bir dize yapısı, söyleyiş tarzı oluşturmanın zorluğudur. Margulies, bazen bu bağlamda önemli bir yol kat eden şiirler yazmış; bazı durumlardaysa şiirden cümleye kayıp, bu kaymayı tekrar toparlama gibi sıkıntılı kesitlerle yapıtını bütünlemiştir. Ama saygı duyulacak nokta, oldukça zor olan bu şiir tavrını inatla sürdürüp başka bir kurma tavrına özgürce yol alabilmesidir. Politik tavrı, bu noktada onun için hem büyük bir risk hem de önemli bir yol açıcıdır. Margulies zor bir hedefin halen takipçisidir.”
RİSK ALMADAN ŞİİR ZOR
Kahyaoğlu, Margulies’in poetik tercihiyle birlikte aldığı riske de dikkat çeker. Ancak risk almadan şiirin zor olduğu da açık. Risk yalnızca yazım tekniği, anlatım tarzı, dile getirme biçimi bakımından değildir. Konu, tema, izlek seçimi yönünden de geçerlidir. Roni Margulies’in şiirde sahicilik ve samimiyetten ödün vermeksizin kişisel olanı toplumsallaştırma, tarihselleştirme girişimi de üstesinden gelinmesi gereken riskler içerir. Şairin üçüncü kitabı da aslında “risk”e meydan okuma girişimi olarak değerlendirilebilir. “Mağdur Olma Padişahım” adıyla 1994’te yayımlanan kitabın son şiiri “Sonsöz: Yaşlı Bir İttihatçı’nın Belki de Düşünmüş Olabilecekleri” başlığını taşıyor. İttihatçıların yaptıkları, yol açtıkları yıkım ve kıyım düşünüldüğünde Margulies’in şiirindeki yaklaşımının biraz fazla iyimser kaldığı söylenebilir. Kitap için yüzleşme, yüzleştirme şiirlerinden oluşan bir toplam diyebiliriz. Kitabın ana teması, “muktedirler de mağdur olurlar, olabilirler” şeklinde özetlenebilir. Şair yine bıçak sırtı denilebilecek bir konuyu tercih ederek risk almaktan kaçınmamıştır. Roni Margulies’in bir dönemin muktedirini mağdur olarak anlatma riskini “şair hassasiyeti”nin politik bilincine galebe çaldığı yorumu yapılabilir mi? Şiirden bir bölüm aktaralım:
Ne çoğumuzun söndü ocağı,
Onca suikast, idam, ölüm,
Kaçımızın adı tarihe bile kalmadı.
Benim, örneğin, Paris'ten dönüşüm,
Reşid’in Beşiktaş’ta intiharı,
Berlin’de Talât, Cemal Tiflis’te,
Malta'da kaçımızın sürgün yılları,
Bir avuç kaldık 50'lere gelindiğinde.
Denebilir ki (ve çok zaman denildi),
“Ölüp gittiniz hepiniz işte, neye yarar,”
(Nasıl da özlüyorum üstelik gidenleri.)
Benim de ama bir çift sözüm var:
Silindir gibi geçti tarih üzerimizden,
Doğru, bir bir kayıtlardan silindik,
Ama tarih, bir yandan, başımıza gelirken,
Bir yandan bizler tarihi değiştirdik.
Margulies’in üçüncü kitabı “Niye Yanık Öter Ney” için Selim İleri şu değerlendirmeyi yapıyor: “Atillâ İlhan özlü konuşmasında ‘artık herkes için kimsenin şiir yazmadığını’ banka memuruna, yurttaşa, bir hekime şiir yazılmadığını, bir içe dönüklük içinde şiirin yersiz biçimde kişiselleştirildiğini söylemişti. Bilirim Niye Yanık Öter Ney, işte, o yersiz kişisellik anlayışının tam karşı uçunda bir şiir kitabı. Gerçi hayli kişisel bir dünyayı yansıtıyor ama, bir bakıyorsunuz, herkesin kişiselliğine uzanabilmiş.”
İSTANBULLU ŞAİR
Roni Margulies’in şair kimliği ve kişiliğinden söz ederken atlanmaması gereken iki olguya daha değinmek gerektiğini düşünüyoruz. Birini yazının girişindeki cümlede ifade ettik: İstanbullu şair. İkincisi, modern Türkçe şiirdeki yeri bakımından onun “geç seksenler” döneminin şairi olarak değerlendirilebileceğidir.
Yetmişli yıllardan sonra modern Türkçe şiirde adı ön plana çıkan şairler arasında çok az İstanbul doğumlu şair vardır. Bu sayı seksenlerden sonra daha da azalır. Oysa altmışlara kadar şiirde varlık gösteren şairlerin çoğu İstanbul doğumludur. Bunun şiirde ne gibi bir önemi olduğunun izini sürmek için şairlerin dil tavırlarına ve tutumlarına eğilmek, her zaman olduğu gibi yine “şeytanı ayrıntıda aramak” gerekir. Konu aslında hayli geniş. Araştırmaya açık. Margulies’in geç seksenler şairleri arasında olduğunu söylerken dayanağımız yalnızca kitaplarının doksanlı yıllarda yayımlanmaya başlanmış olması değil. Bu da var, ama şiirindeki atmosfer, duyarlılık farkındalıklar bakımından izlediği çizgi daha önemli.
Şairin 2010 yılında çıkan “Apollon Yılları”ndan yedi yıl sonra yeni kitabı 2017’de “Ornitoloji” adıyla yayımlanır. Önceki sekiz kitabı dikkate alındığında bu hayli uzun bir süre. Ancak şairin geçen süreçte birtakım yenilikler denese bile başından itibaren benimsediği çizgisini koruduğu söylenebilir. Anglosokson şiirine özgü anlatımcı öyküleyici, içeriye ve dışarıya doğru işleyen tarzın son kitabında da sürdüğünü kaydedelim.
Ornitoloji sözcüğünün Türkçesi kuş bilimi. Kitap, kuşların hayatımızdaki yerinden ve özgürlükle olan simgesel bağından esinlenmiş şiirlerden oluşuyor. Üç bölüm ve kırk iki şiirden oluşan kitabın ilk bölümünde, on şiir yer alıyor. Beş şiirin yer aldığı ikinci bölümün adı “Deyrulzafaran”. Üçüncü bölümün adıysa “Deryadil Sokak”. Aktaracağımız bölüm kitabın ilk şiiri “Kuşluk Vakti”nin ilk betiği:
Güneşle girdim bu sabah güne.
Uyandık, baktık, yerli yerinde dünya,
gece bıraktığımız gibi duruyor her şey.
Ben gerinirken yükselmeye başladı o.
Uçup bir kuş geçti çığlıklarla aramızdan.
Roni Margulies’in şiir çevirileriyle de modern Türkçe şiire katkıda bulunduğunu kaydedelim. Ted Hughes’ten “Seçilmiş Şiirler” (1987), Philip Larkin’den “Seçilmiş Şiirler” (1990), Yehuda Amihay’dan “Seçilmiş Şiirler” (1996) ve Ted Hughes’in “Doğumgünü Mektupları”, (1998) Türkçede onun çevirisiyle yer almıştır.
VEDA YAZISI
Bu bir veda yazısı, sözü fazla uzatmadan, ayrıntıya girmeden geçiyoruz. Onun “ne aradığını bilen” ve “bildiği yolda yürüyen” şair kimliğine, “mutedil ve pastel şiirine” değinen daha geniş kapsamlı bir yazıyı sonraya bıraktığımızı kaydedelim ve otuz bir yıl önce babası için yazdığı “Ağıt”tan bir bölüm okuyarak bitirelim:
İnişten hemen önce,
uzansam dokunacam, tam uçağın altında,
iki çocuk duruyor caddenin ortasında,
atılıvermiş çimlere bisikletler.
Biliyorum birazdan Yandımçavuş’ta
macera bu ya, ayran içmeye gidecekler.
Sarsılarak değiyor tekerler yere:
Yeniden yaşamaya değil bu sefer
gömmeye geldim çocukluğumu, babamla beraber.
Ardında bıraktığı şiirler, şair olarak yaşatacaktır onu… Güle güle şair… “Edebiyat ve Devrim”in kılavuz kalemi Troçki’ye selam söyle…
2007 yılında Hrant Dink öldürüldüğünde 53 yaşındaydı. Yaşı gençti ama herkesin ondan Hrant diye bahsedeceği kadar genç değildi.
Peki tanıyan ve tanımayan neden onun ardından “Hrant” diye bahsetmişti, pankartlara “Hrant” yazılmış, sloganlar “Hrant” diye atılmıştı?
Mesela neden 51 yaşında öldürülen Uğur Mumcu’nun ardından yakından tanıyanlar dışında kimse Uğur dememişti?
İki nedenle insanlara ön isimleriyle hitap ederiz: Tanıdığımız veya samimi olduğumuz için. Yaşça bizden büyük olan tanıdığımız, sevdiğimiz ve samimi olduğumuz insanlara da ön isimleriyle hitap etmeyiz.
Kamusal bir figür olarak tanıdığımız insanlar hakkında kamusal alanda konuşurken de ön isimlerini kullanmayız.
Peki o halde?
Bir çeşit bilinçdışı küçümseme, ayrımcılık, “yabancı isimli arkadaşım var” ezikliği miydi bu?
Aslında basit bir sebebi vardı.
Pek çoğumuz için ömrü hayatımızda tanıyabileceğimiz tek Hrant, Hrant Dink’ti. Ve böylece ondan bahsederken soyadının doğal işlevi de ortadan kalkmıştı.
Öldükten sonra bile olsa bir Hrant tanımak hepimize onunla dayanışma duygusu vermiş, şehirli ve İstanbullu hissettirmişti.
O yüzden ondan ön ismiyle bahsettik. Herkes de kimden bahsettiğimizi anladı.
Aslında 100 bin Ermeni’nin yaşadığı İstanbul’da Hrant, karşılaşma ihtimali yüksek bir popüler Ermeni erkek ismiydi.
Peki ya İstanbul’da bir Roni ile karşılaşma ihtimaliniz?
Roni, Kürtçe “aydınlık” anlamında gelse ve Kürtler arasında da son yıllarda isim olarak kullanılmaya başlansa da esas olarak Yahudilerin çocuklarına verdiği İbranice bir isim. Musa’nın kardeşi Harun’un İbranicesi. “Şarkım, neşem” demek.
İstanbul’da içine kapalı yaşayan, haklı korkular nedeniyle ‘yabancı’larla çok da görüşmemeyi tercih eden bir Türkiye Yahudisini tanıma ihtimaliniz, Yahudilerin getto olarak yaşadığı Ulus, Göktürk gibi semtlerde oturmuyor, bazı beyaz yakalı işlerde çalışmıyorsanız çok düşük.
Zaten Türkiye’deki Yahudilerin ezici çoğunluğu İspanyol kökenli Sefarad Yahudileri. Onlar İbranice değil, İspanyolcadan bozma Ladino dilini konuşuyor. Roni isminin yaygın olduğu Aşkenaz Yahudiler ise Türkiye’deki Yahudi toplumunun yüzde 4’ünü oluşturan azınlık içinde bir azınlık.
Yani İstanbul’da bir Roni ile karşılaşma ihtimaliniz, Kürt milliyetçisi tanıdıklarınız yoksa, turist rehberi, otel çalışanı değilseniz çok çok düşük bir ihtimal.
O halde ihtimalleri biraz daha düşürelim.
Peki ya İsrail karşıtı Filistin dostu, başörtüsü yasağı karşıtı, Kürt hakları savunucusu, sosyalist hatta Troçkist, Türkçe’nin en usta şairlerinden, köşe yazarı, siyasetçi, aktivist bir Roni ile karşılaşma ihtimaliniz?
İşte Roni Margulies, bu çok çok düşük ihtimali binlerce insan için gerçeğe dönüştüren, bu hayatta çoğumuzun tanıyabileceği tek Roni’ydi.
Adını Polonyalı büyük dedesinden almıştı.
Türkiye’de yaşayan bir insan Polonyalı bir Yahudi ile ancak bir soykırım filminde karşılaşabilirdi.
Eğer Krakow doğumlu, anadili Lehçe olan dedesi, Polonya doğumlu, liseyi 1917’de St Petersburg’da okumuş anadili Rusça olan babaannesiyle evlenip, 1925 yılında çalıştığı şirket tarafından mühendis olarak bir yıllığına İstanbul’a gönderilmeseydi bu hikayenin sonu da bir toplama kampında bitebilir, hayatımızda bir Roni olmayabilirdi.
1925 yılında aralarında Rusça anlaşan Polonyalı bir Yahudi çiftin İstanbul’daki ilk ayını babaannesinin ağzından yazdığı Polonya’ya Mektuplar şiirinde anlatmıştı:
28 Mayıs 1925
İrili ufaklı yelkenlilerin arasından
köprüye yanaştığında vapurumuz (puslu,
karanlık bir gündü, başım ağrıyordu biraz)
elele kalakaldık güvertede bir an:
Kubbeler, minareler, kırmızı şapkalı adamlar,
koca bıyıklı dev gibi hamallar,
uçan bir hali inebilirdi her an bulutlardan.
Bugün bir ay oluyor işte geleli.
İlk haftamızı geçirdiğimiz otel
tam aklımızdaki Doğu hayali,
kimler kalmış bilsen : Zog, Mata Hari.
Bir ev bulup taşındık sonra geçen hafta:
Bir zamanlar Lizst yaşamış sağımızda,
sol tarafımız mason mahfeli.
Güvenim tam kocama ama
düşünmeden edemiyor insan,
yeni evliyim, yeni bir şehir, yeni bir hayat.
Kaç yılımız geçecek burada?
Burada mı doğacak çocuklarımız ?
Asya'nın eşiğinde, evimden uzak,
neler bekliyor beni? Neler olacak ?”
Çok şeyler oldu. Bütün dünya tarihindeki en korkunç şeyler.
Çalıştıkları Türk şirket Türkiye’de kalmalarını isteyince, Nazilerin iktidara gelişini, Polonya’yı işgalini ve bütün akrabaların toplama kamplarında ölümünü İstanbul’dan izlemişlerdi.
Sonra oğulları Seferad bir kızla evlendi, Roni doğdu, dedesi ve babaannesi Rusça, büyükbabası ve anneannesi Ladino dili, anne ve babası Fransızca konuşan bir evde büyüdü.
Robert Koleje gidip çok iyi İngilizce öğrendi, Londra’ya iktisat okumaya gidip Troçkist oldu.
Orta sınıf İstanbullu bir Yahudi ailenin iyi eğitim almış beyaz yakalı üst orta sınıf oğlu olarak yaşayacağına, bir azınlık mensubunun Türkiye’de girmemesi gereken bütün tehlikeli toplara giren bir sosyalist aktivist oldu.
Üstelik sosyalistlerin bile ötekisi Troçkist çizgide Troçki’yi bile eleştiren Tony Cliff’in fikri liderliğini yaptığı Sosyalist İşçi olarak tanınan bir fraksiyonun aktivisti…
Türkiye’de Yahudi azınlığın, Yahudi azınlığın içinde Aşkenaz azınlığın, Sosyalizm içinde Troçkist azınlığın, Troçkist azınlık içinde de bir fraksiyonun parçasıydı.
Ama böylesine marjinal bir insanla 90’ların sonundan 2020’lere kadar İstanbul’da yaşayan ve siyasi-sosyal olaylara duyarlı bir insansanız tanışma ihtimaliniz bir hayli yüksekti.
Ayağını bir sandalyeye koyup, bir daha duymanız zor orijinal bir aksanla Türkçe konuşan ama Türkçe’de böyle bir profilden duyamayacağınız fikirleri savunan Avrupai adlı bir Yahudi ve sosyalist hayatta kaç kez karşınıza çıkabilirdi ki?
Roni her yerde karşınıza çıkabilirdi.
Irak işgaline karşı Taksim’deki otellerden birinin yerin üç kat altındaki salonlarında, Mazlumder’in, Özgür-Der’in Filistin eylemlerinde, askeri vesayete karşı bir yürüyüşte, Marksizm konulu bir konferansta, Kürt meselesiyle ilgili bir basın toplantısında, Hrant Dink anmasında, şehrinizdeki bir Yetmez ama Evet panelinde, küresel ısınmaya karşı bir eylemde, mülteci haklarıyla ilgili bir tartışmada…
Muhakkak bir kere televizyonda İsrail’e laflar sayarken, milliyetçilerle tartışırken, başörtüsü yasaklarını, askeri vesayeti eleştirirken onu izlemiş, Taraf’taki, Serbestiyet’teki bir yazısını okumuşsunuzdur.
Çoğumuzun kendi kimliğimize alamadığımız mesafeyi bir Yahudi’nin dünyadaki tek Yahudi devletine karşı almış olmasını takdir de etmiş olabilirsiniz.
Ama tarihe ve şiire meraklılar dışında pek azımız Roni’nin 1908 Devrimi ve İttihatçılara olan merakından haberdar olmuştur.
Peki, Türkiye’de devlet, ordu, milliyetçilik denince tüyleri diken diken olan, hayatı bunlara karşı mücadeleyle geçmiş, 1915 için anmalar düzenlemiş bir Türkiye Yahudi’sinin, İngiliz ekolünden bir Troçkist’in ne işi olurdu İttihatçılarla?
Belki de benzerinin hayallerini kurarken, bizde okullarda hala “2. Meşrutiyet’in İlanı” diye geçiştirilen 1908 Devrimi ile heyecanlanmış Troçki’nin yazdığı yazılar dikkatini çekmişti.
Oturup İttihatçıların ağzından hayatlarını anlatan şiirler yazacak kadar döneme hakimdi.
“Yaşlı bir İttihatçının belki de düşünmüş olabilecekleri”, Mithat Şükrü Bey’in hüznü”, “Hatibi Şehirin Tifüsten Ölümü” adlı şiirlerini topladığı “Mağrur Olma Padişahım” adlı tarih-şiir kitabında İttihatçıların hatibi, Babıali Baskını’nın ajitatörü Ömer Naci için şöyle bir şiir yazacak kadar o günlerin içinde yaşıyordu:
“Tek bir şey istemişti hayatı boyunca Ömer Naci.
Bab-ı Ali baskınında fırlayıp askerlerin önüne,
Açıp bağrını bar bar bir bağırması var ki,
Ağzı açık bakakalmıştı Enver Paşa bile:
“Vurun, karşınızdayım işte, öldürün beni”.
Üstüne gider gibiydi ölümün hep böyle.
Tek bir şey istemişti hayatı boyunca Ömer Naci.
Cemiyet Doğuya göndermişti onu bir keresinde.
Bir an evvel o taraflarda örgütlenmek gerekliydi.
Hastayken ve beş kuruş bile yokken cebinde,
0 koyu istibdat döneminde kalkıp gittiydi.
Van civarında teşkilat kurulmuştu geri geldiğinde.
Tek bir şey istemişti hayatı boyunca Ömer Naci.
Filozof Rıza Tevfik’le bir tartışması destandı dillere,
Paris’teyken her fırsatta Jean Jaures'yi dinlerdi.
Hem Merkez-i Umumi’nin değişmez üyesi, hem de
“Hatib-i şehir, filozof, şair, mütefekkir” idi.
Ancak, şüphesiz, eylem adamıydı her şeyden önce.
Tek bir şey istemişti hayatı boyunca Ömer Naci:
Ölmek — vatan için ve büyük kalabalıklar önünde.
Kerkük’te bir hastanede oysa yapayalnız gitti.
Duyar gibi oluyorum şimdi son sözlerini:
“Demek böyle Allah’ın belâsı bir yerde,
Ne yapalım, tifüsten ölmek varmış kaderde”.
Sadece şiirlerini de yazmamıştı.
1908 Hürriyet Devrimi ve İttihatçılar üzerine önemli bir koleksiyonerdi de Roni.
Dönem üzerine akademik bir çalışma yapan birinin “Manastır’da İlân-ı Hürriyet: 1908-1909 Fotoğrafçı Manakis Biraderler” kitabına bakmaması düşünülemez. O kitabı hazırlayan Roni Margulies’ti.
Emanuel Karasu üzerine Payitaht Abdülhamid türü dışında ciddi bir şey okumak ve yazmak isteyen de muhakkak Roni’nin ciddi akademik mecralarda çıkmış makaleleriyle karşılaşır.
Peki, Roni’nin 1908 ve İttihatçılara bu merakının sebebi ne olabilirdi?
Son nesil İttihatçılar gibi vurdu-kırdı-fedailik-komitacılık-Türkçü ergen heyecanlar için değildi tabii bu merak.
Onunla bunu birkaç kez konuşmuştuk. Anladığım bütün hayatı devrim için mücadeleyle geçmiş demokrat bir sosyalist olarak, Türkiye tarihinde benzerleri az olan devrimci bir an, hürriyet bayrağının yükseldiği bir altüst oluştu onun ilgisini çeken.
Üstelik o altüst oluşun, devrimin içinde, öncü kadrolarında Yahudiler ve Ermeniler de vardı. İttihatçılara değil, şimdilerde izi kalmamış o çok kültürlülüğe bir hayranlık duyuyordu.
Bugün tekrarı yaşanamayacak, kısa süreli olsa da, sonu büyük trajedilerle bitse de bu ülkede yaşanmış hürriyetçi, devrimci bir anın hatıralarını yaşamak, toplamak ve çoğaltmak hatta bir miktar parçası olmak istemiş olmalı.
Üstelik bu birkaç yıllık heyecanın sonunu ve neden olduğu trajedileri bile bile.
Ama o trajediler, 1908’deki devrimin ilericiliğini değiştirmiyordu.
Aslında Roni, 1908’e de “Yetmez ama evet” demişti.
Tıpkı şimdi arkasından hakaretler edenlerin unutamadığı AK Parti’nin bir dönemindeki demokratik açılımlara, reformlara yetmez ama evet demesi gibi.
1908’de İttihatçılara destek vermek, 2010’larda AK Parti’ye destek vermek, 2023’de CHP’ye destek vermek bir riskti. Ama alınması gereken risklerdi. “Yetmez ama evet”lerin sonu hayal kırıklığı, mahcubiyet olabilirdi. Ama aksi durağan tarih içinde ender sıçrama anlarına kayıtsız kalmak olurdu. Daha konforlu, risksiz ama faydasız bir pozisyondu bu. Siyaset yapmak değişimi izlemek yerine, onu teşvik etmek, yönünü belirlemeye çalışmaktı.
Belki sütten ağzı yandığı için 2023’de CHP’ye diğer sol ve liberaller gibi hararetli bir “yetmez ama evet” demedi.
İronik bir biçimde toplumların aslında yavaş yavaş ilerlediğine, her ileriye doğru adımın bir fırsat olduğuna inanan evrimci bir devrimciydi.
Ama son ana kadar tebliğ ettiği sosyalizmden anladığı da ihtimallere ve insanlara bu açıklıktı.
Bu yüzden arkasından bir arkadaşının yazdığı yazıda bile İslamcılarla iş tutmakla suçlanacak kadar kendi mahallesinde lanetlenmeyi göze almıştı.
Bu ülkede yaşayan en büyük kalabalıkla iş tutmadan, konuşmadan devrim yapılamayacağını bilecek kadar zeki ve önyargısız bir devrimciydi.
Belki de azınlığın azınlığı olmaktan, adının Roni olmasından geliyordu bu özgüveni. Yoksa bir Mehmet, Ahmet, Zafer, Deniz için alınması daha zor bir yüktü bu lanetlenme.
O yüzden Türkiye standartlarında o Troçkistliğin sonunun bir devrime çıkmayacağını herhalde biliyordu ama Türkiye’deki her demokrat gibi onun da hayatı demokrasiye arada işi düşen bir toplumdan demokrasi dilenmekle, hepimize son ana kadar sosyalizm tebliğ etmekle geçti. Bundan gocunmadı, herkesin ağız kokusunu çekti.
Hepimizle de o yüzden tanıştı ve hepimizin tanıdığı tek Roni oldu.
Bir sosyalist olarak hiyerarşileri red ettiği için, çevresinde ona “Roni Abi” diyen kimse olmadığı için ya da sadece adını söylediğinizde herkes kimi kastettiğinizi anladığı için hepimiz için 68 yaşında bile hala Roni’ydi.
Bu dünyada tanıyıp, tanışacağımız tek Roni olmaya da devam edecek.
Dün 21 Temmuz’da Kilyos’ta otobanın tam altındaki bir ormanın içindeki Yahudi mezarlığında Roni’ye veda ettik.
Şehrin dışındaki azınlık mezarlığında, bu toplumdaki iki büyük kampın dışında kalmayı göze almış siyasi azınlıktan tanıdık yüzler vardı.
Yarın da 23 Temmuz.
Hürriyet bayramın kutlu olsun Roni!