Şenol Karakaş, Roni’nin hastanedeki en mutlu gününü yazdı: Roni’den sonra…

(Seçtiklerimiz) Bilirim niye yanık öter ney

Bilirim niye yanık öter ney. Az kaldı kışa. Eylüle daha da az. On beş yıla yakın oturduğumuz evi satışa çıkardı birkaç ay önce ev sahibi. Ses seda yok da bereket, her şey gibi kiraların da başını alıp gittiği bu inanılmaz günlerde oturuyoruz hâlâ. Evimizde mi diken üstünde mi belirsiz ya, oturuyoruz işte. Başımızı koyacak yer… Aldırmaz olur muyum, hem nasıl aldırıyorum. Gönüldeşim olmasa ne halde olurdum? Öyle umut, öyle güç veriyor ki bu bana; verdik mi baş başa, tutuştuk mu el ele, dayanıp yaslandık mı sırt sırta, omuz omuza, tüm olanlara, olumsuzluklara karşı kurduğumuz dünyamızda yaşar gideriz diye bir coşma coşuyorum ki… Coştun taştın, çalkalandın dalgalandın… Sonra? Durulmayacak mısın? Karşında işte. Al sana “gerçek”ten bir kaya, nereye dayarsan daya: Ev satılsa da satılmasa da geliyor kira “kontratosu”, uğurluyor seni Kont Rato’nun Şatosu! İnsafın ev sahibinde namı yok mudur? Aldı mı beni bir düşünce, ya o zavallı ne yapsın diye? Sana pahaya gelen ona gelmiyor mu? Hadi hadi, deli olma, onun hiç değilse evi var, sen nasıl koruyacaksın bugün yarın açıkta kalacak bir yerlerini? Sen değil, siz. Kim o siz: Gönüldeşin, dayanağın, yaşam yoldaşın… Kontrato sözcüğünü de bilen kalmadı. Kimden duydum diye sormayacağım, kimden duyacağım Allahlık babaannemden başka? Yazmıştım ya bir yerde, kim bilir nerde, kiralık konak yaşamasıydı babaannemin yaşamı. Yetinmek sözcüğü yoktu kitabında. Hep köylerde, varoşlarda yaşasa da Pera’dan giyinen, ille de o ünlü Yahudi işadamının soyadıyla benzer giyim mağazasından alver, yani alışveriş eden babaannem. Kırklareli’nin bir köyünden, İstanbul’un Boğaz köyü Kuzguncuk’a, eski taşra Taşlıtarla’dan yeni taşra Bağcılar’a savrulan, aklının iyice örtüldüğü son zamanlarını ise namazlı niyazlı, dünyanın en iyi insanı bilmem kaçıncı kocasının ama benim baba yanımdan tanıdığım tek dedemin memleketi Isparta’nın bilmem neresinde sürdürüp ölen babaannem. Dünya iyisi dedemi bitmez tükenmez istekleriyle çileden çıkartan, o zavallımın da sinirlenince kendi yöresinin diline çalan ağzıyla “ülen gâvur garı!” diye ünlediği, gâvurluğu da müslimliği de kalmamış (belki de hiç olmamış), gençliğinde de akıldan yana matah olmadığı söylenirdi ya söylenmesine, benim tanık olduğum yaşlılığında hepten kafadan gayrimüsellah olan –o zekâya konduramadığımdan olacak, benim hep “vardır bir dümeni” diye düşündüğüm– babaannemin sözcüğü kontrato, geldi yapıştı yakama. Bilirim niye yanık öter ney. Ne yapayım, karalar mı bağlayayım? Hayat devam ediyor. Sığınıyoruz gönüldeşimle birbirimize, sığınıyoruz kitaplarımıza. Kafka mektupta, “mirastan mahrum bırakılmış bir oğul olduğum için” diye yazmış. Babanın mirası. Baba yok ki miras olsun bende. Babalığı devraldım diye, kendimi kandırdığımı iyi biliyorum ya, başkalarını da kandırırım diye yeri geldikçe söylüyorum. Yalan söyledim. Yeri gelmiyor, yerini düşürüyorum. Devralmadım ki babayı falan. Üstüme boca etti, gitti. Delirmek için yazmıyorum bunları. Deli babaanne, adı deliye çıkmış yarı Yahudi yarı Yahuda komşusu Kuzguncuklu yazar-bozar, halam, kuzinim, annemin tanıklığıyla “kısmen” babam… Sığınıyorum kitaplara, gönüldeşime: Kaçıp sana saklanıyorum akşam oldumu (Ahmet Oktay, “Sığınak”). Buna karşılık: “Je suis mortellement dégoûté. Des indécis des ‘tantes’, de ceux que nous appelons entre nous des ‘putains’, de ceux dont l’esprit est plus touché que le corps, de ceux qui tâchent de noyer leur honte dans l’alcool et n’arrivent qu’à tomber un peu plus bas.” (Bilge Karasu) (Tiksindiği salt bunlar değil oysa. Niye yazmıyor açıkça? Niye o çok sevdiği, kılı kırk yardığı, kılı kırk yararken kimi kez kafasını gözünü de yardığı sevgili Türkçesinde değil de –ona da sevgili diyeceğinden kuşkum olmayan–Fransızcada –yoksa “sevgili Fransızcasında” mı?– yazıyor? Ah Ya Rab Yehova, nelere kadir, nelere kilitsin!) Açıyorum televizyonu, karşımda Selim İleri. İşte sevinç. Nicedir hastaydı Selim, seviniyorum onu edebiyat için heyecanla konuşurken görünce. Eray Ak saygıyla, bilgiyle, sevgiyle yürütüyor soruları. Biliyor Selim İleri’yi coşturacağı, neredeyse coşkudan ayağa kaldıracağı yerleri. Eray’ın sorularını gözleri parlayarak, yaşararak, ama hep edebiyatın o hiç dinmeyen aşkıyla yanıtlıyor Selim. Benim sevgili Selim Abim… Nezihe Meriç’i anlatıyor. Hiçbir kez “Nezim” diyemediği Nezihe Meriç’i. Ben de güya çok seviyorum ya Nezim’i, “Sevgili eleştirmenim Füsun Akatlı’nın iki harika yazısından başka gören olmadı” dediği Alacaceren’i görmeyenlerden olmanın sıkıntısıyla izliyorum Selim’i. Hadi, okuduklarıma geç, diyorum içimden. Geçiyor: Gülün İçinde Bülbül Sesi Var. Çıktığında okumuştum, demek on beş yıl geçmiş üzerinden. İzlence bitsin de kalkıp çıkarayım yerinden, yine okuyayım. Güzel güzel izlerken, bir haber alıyorum. Bilirim niye yanık öter ney. Roni Margulies ölmüş! O da hastaydı ya, altmış sekiz yaş, hele günümüzde erken değil miydi ölmek için? Anılar üşüştü başıma. Okuruydum onun. Kitaplarından başka anım yoktu, anıların en güzeli. Bir tek on yıl önce, 2013 sonbaharında, iki çift laflamıştık Ya Seyahat! kitabı vesilesiyle. Sağ olsun –ürperdim!–, “Orçun için, sevgilerle” diyerek imzalamış, altına da “18 Ekim 2013” yazmıştı. Oysa o gün 19 Ekim’di. Düzeltmedim. Ne fark eder? (Niye ürperiyorsun? Tüm yazarlarla şairler, üstelik tüm iyi yazarlarla şairler gibi hep sağ değil mi Roni?) Azar azar kana karışan bir üsluptu Roni Margulies benim için. Yirmi yıldan bu yana ara sıra açıp okuduğum, salt kitaplaşan işlerini değil, gazetelerle sitelerdeki yazılarını da okuduğum bir edebiyatçıydı benim için Roni Margulies. Salt edebiyatçı mıydı diye sormayacağım, öyleleri de vardır ya, Roni onlardan değildi. Bense şiirden, denemeden, öyküden, anılardan, ilişkisi hep tuhaf olan Yahudilikten söz ettiği yazılarının okuru oldum. (Ey Mesut Varlık, sevgili Mesut, daha geçen ay anmadık mı seninle Roni’yi? “İbraniceden çeviren: Roni Margulies.” Soracaktın. Ne oldu? Biz geniş zamanlar umuyorduk. “Yahut vakit olmadı.”) Nezihe Meriç’i okuyacaktım değil mi? Kalktım, kitap odası dediğim cengele daldım. Girişte, solda, yan yana dizilmiş, birbirlerine dayanan dört uzun kule. Sol baştakinin alt yarısındaki sevdiğim öykü kitapları dışında, tümü oyun kitabı. Nezihe Meriç’i gördüm ama almak ne mümkün? Kitabın ucu, yanı başındaki kuleye dayanak olmuş, usta işi çekip çıkaramasam, bel fıtığımın taşıyamayacağı kadar kitap enkazının altında kalacağım. Bu işin içinden nasıl çıkarım diye sağı solu, altı üstü kurcalarken, Nezim’in Gülün İçinde Bülbül Sesi Var kitabının altında hangi kitabı göreyim? Ya Seyahat! Başkası yazsa, uydurmuş ama uymamış derim. Selim İleri’nin, Düşüşten Sonra’da metafiziğin çokça sözünü eden sevgili yazarımın etkisi mi? Nezihe Meriç’le ilgili programını izleyip Nezim’i okumayı düşünürken Roni’nin öldüğünü öğreniyorum, kalkıp Nezim’i okuyayım da yüreğimi soğutayım diye davrandığımda onunla Roni Margulies’i altlı üstlü buluyorum! Ne denir? (Neymiş, Nezim’i okuyup yüreğini soğutacakmış. Gülten Akın’ın benim acım acıların beyidir dizesi “Bir Güneydoğu Ağıdı” şiirinden kalkıp da o kitaptaki öyküye ad olmamış gibi!) Bilirim niye yanık öter ney. Güç bela çıkardım iki kitabı. Doğruldum. Tepelere doğru, eskiliğinin rengiyle dikkatimi çeken ince bir kitabı görüp neyse ki bu kez tereyağından kıl çeker gibi çıkardım. Edward Albee’nin Kılpayı oyunu. Delicita Balance’ı bu güzel adla çevirmiş Sevgi Sanlı. Yalnız bu metafizik işine kaptırmam an meselesi. 1968’de çıkan kitabı kim yayımlamış: Salim Şengil’le Nezihe Meriç (künyedeki adıyla, N. Şengil). Metafizik bununla da bitmiyor. Açıyorum çift balıklı Dost Yayınları’nın bastığı Kılpayı’nı, delilik aşağı delilik yukarı gidiyorum ya bugün, oyunun baş ve ilk kişisi Agnes’in oyunu açışı: “Beni en çok şaşırtan –umulmadık derecede tatsızlıktan uzak oluşuna şaşıp durduğum inancım, bir gün kolayca aklımı oynatabileceğim inancı bir yana–, oynatmak üzere olduğumdan kuşkulanmıyorum… Belki delilik uzak benden…” Yoo, korktuğumdan değil, canım çekmediğinden bırakıyorum kitabı bir yana (ona ne şüphe!). Hem ben Nezim’i alacaktım elime. Açıyorum. Sığınmaktan, hayatın devam ettiğinden dem vurdum ya, o da bir tokat aşk ediyor mu sana (yok yok, bana): “Bir de şu laf: ‘Hayat devam ediyor!’ İstanbul sakızı mübarek. Herkesin ağzında. Mis kokulu sanıyorlar. Değil.” Doğru, değil. “Anladık, devam ediyor, da, nasıl devam ediyor, soran, anlayan yok.” Yüreğimin soğuyacağı falan yok. Birinin, hele ki o biri sanatçıysa, bizdeki yerinin oylumunu, o kişi göçtüğünde mi anlıyoruz? Roni Margulies’i severdim sevmesine ya, bendeki yerinin bunca derin olduğunu bilmezdim. Bıraktım elimde avucumda ne varsa, Ya Seyahat!’ten başlayarak kitaplarını yeniden okumaya, eski okumalarımı çağırmaya başladım. “Orçun için, sevgilerle.” Birkaç damla gözyaşı. Böyle olacağı belliydi. “Şefaat yâ Resulallah” diyecek yerde, “Seyahat yâ Resulallah” demişim. Evliya Çelebi’den aktarmış Roni. Kitabının başındaki “Bir Tür Önsöz – İlham ve Strateji”de, “inanmadığım tek bir kelime yazmıyorum” dediği yazısını (ki, şahidim), “Beni Türk psikiyatristlerine teslim ediniz” diye bitiriyor, bu ülkedeki çoğumuz gibi, kendi kendimizin psikiyatristi olmak zorunda kalışımızı vurgulayan, çoğu yazısında gördüğüm ironiyle. İlk öyküye, “Doğumgünü”ne geldiğimde açık seçik ansıyorum bu öyküyü Notos’ta çıktığı gün okuduğumu. Neyzen Tevfik’in düşürdüğü ebcedi cesaretle yazmasına şaşmıştım şaşmasına ya çok da sevinmiştim bu işi yapmasına. O yıllardaki coşkumu yakalarım diye okumaya başladığım öykünün bir yerinde donakalıyorum: “Yüzünü aynaya iyice yaklaştırıp dikkatle okudu: Ömrün sandığın kadar uzun olmayacak.” Sevgili Roni Margulies, bunda da haklı çıktın ne yazık ki!.. Bilirim niye yanık öter ney. Kafka’yı, babayı anmıştım. Dedim ya, tuhaf bir gün bugün. Her şey kendisiyle ilgili her şeyi çağırıyor. Metafizik, delilik, takınak, bin tane ad bul istersen. Durum bu. “Babam Amerika’da” öyküsüne (ya da kendisinin demesiyle “vezinsiz, kafiyesiz şiir”ine), Can Yücel’in dizesine göndermeyle, “Hayatta ben de en çok babamı severdim” diye başlıyor. (Anlıyorum bu takınağımı: “Koltuk”ta, babasıyla yan yana kitap okuduğunu –arka arkaya iki kez– yazıyor Roni. Öyle.) Geliyorum bir sonraki öyküye, yıllar sonra Selim İleri’nin (işte, yine!) Kumkuma’da yazacağı “ulu şair” Abdülhak Hamid’i (ve Hamit’i) ansıtan “Şair-i Azam’ın Dairesi”ne. Bardağı taşıran damla: Babasına son bakan doktorun (Aksel Siva) bana da baktığını görünce daha adıyla ‘haberci’ “Paralellikler” öyküsünde, kapıyorum Ya Seyahat!’in kapağını! Onu anarken anımsadığım adları görseydi Roni, o ilk ve son konuşmamızda, o zamanlar Şalom’da yazdığımı öğrendiğinde yüzünü buruşturup yakasını silktiği gibi yapardı (üstelik, “sevmeyeceksin ama söyleyeyim” uyarısıyla demiştim). Kimi kültürel, ırksal, dinsel çağrışımları nedeniyle hoşlanmayacaktı kuşkusuz. Ben de hoşlandığım için anmadım. Belleğimin bu biçimde işlemesini de sevmiyorum açıkçası. Ben de Margulies’in neden denemelerinden iyimserlik, şiirlerinden karamsarlık yansıdığını soranlara ve kendine verdiği yanıtı veriyorum: Bilmiyorum. Yıllar öncesine dönüyorum. Bugün Pazar Yahudiler Azar kitabını okuduktan, üstüne bir daha okuduktan sonraydı. Bella’nın evine gitmiştik bir abimle. Masasında bu kitaptan üst üste konmuş beş altı tanesini görmüştüm. O nedenle olacak, “İstanbul Yahudileri Hakkında Kişisel Bir Gözlem” alt başlığıyla yayımlanan bu kitaptaki kişiler, zaman zaman Bella’nın evinde de yaşar bende. Roni Margulies’in bende Şavkar Altınel’le yaşadığını söylemem doğal gelecektir. Dostlukları, meslektaşlıkları, sanatçılıkları yanıyla değil yalnız bu birliktelik bende; yazışları, duyuşları, geçmişe bakışları, yalnızlığın yarattığı insanlıklarıyla da öyle. (“Ya Seyahat!” öyküsündeki Şahin, Şavkar mı?) Bilirim niye yanık öter ney. 2004’te çıktı. Eski dergilerde kalmış yazılar. Unutuşa, “ey unutuş!”a terk edilmedi. (Edilmedi mi? Hangi kitabı kolayından bulunuyor Roni’nin?) İlkin 2014’te, ikinci kez 2021’de okuduğum Şiir, Yahudilik Vesaire kitabı, bu ikinci okuyuşta daha bir sardı beni. Diliyle, yaklaşımıyla, yazışıyla. Fethi Naci’den kendi kendime el alarak başladığım Eleştiri Günlükleri’nde de yayımladım oradan bir eleştiriyi. Parça(lı) şiir, bütün(cül) şiir ikilemine oturtmaya çalıştım – varsa böyle ikilem. Bütünün şiirini yazdı Roni Margulies, tahkiye etti, hikâyet etti, ayrılıklardan şikâyet eden neyin niye yanık öttüğünü bildi: Her rind gibi… Ben yine anılara döneceğim. Çekileceğim. Aileme ve diğer Yahudilere, ardımdan gülen çocukluğuma, telgrafçiçeğinde tütüp duran şiirlere, kuşlara… (Yıllardır okuduğumu söyledim Roni Margulies’i. Günlüğüme yazdım bu okumalarımdan kimini. Birkaçını da Facebook’ta paylaştım. Eleştiri Günlüğü’nde andım. Yine de onun için sözde başlı sonlu bir yazıyı ölümü nedeniyle yayımlamak dokunuyor.) ... Bu yazı bir Kadiş değil. Kalpsiz dünyanın kalbini arayış hiç değil. Ya şefaat!

(Seçtiklerimiz) Tamamlanamayan yazı

Yaklaş tuvale Roni dedim, hassas terazisiyle övünen dürüst esnaf edasıyla birebir oranı tutturabilmiş miyim, bakalım... Portre yapmayı severim. Meslek yaşantım böyle olsun diye resim yapmıyorum. Kitapları sevdim, kendimi bildim bileli. Yazarları kitaplarından tanırım önce. Sonra yeryüzünde karşılaşırsak eğer insanlığa armağan ettikleri kitaplarına bir insan olarak bildiğim, sevdiğim bir şeyle karşılık veririm. Roni Margulies’in portresi 2012 yılında bu hevesle yapıldı. Babam daha yaşıyordu. Telefonla arayıp konuşuyorduk, gün aşırı. Gün geçtikçe yürüyüş mesafesi hedefini küçültüyordu. Bunu anlattım Roni’ye, “İp” şiirini yazdı: İp Artin’in babası doksan beşinde rakıyı bıraktığında, “Dokunuyor oğlum” demiş, içmemiş sonra bir daha.   Tepenin ötesindeki kahveye yürüyerek gidermiş her gün. Arayıp Artin’e haber verirmiş, “Soluklanmadım bile” dermiş.   Bir zaman sonra geç kalmış, aramamış. Aradığında, “Oğlum,” demiş, “ulaşamadım dün kahveye, ipe varıp ancak, geri döndüm.”   Geçen trafiği yavaşlatmak için bir halat çekmiş köylüler asfalta. “İpi geçemedim oğlum, kaldım. Moralim bozuldu, dokundu bana.”   Yıllar geçtikçe çoğalmış sonra dokunan şeyler. Canı sıkılmış. Ve doksan dokuz yaşında sessizce bir ikindi vakti bırakmış dokunulmayı Avedis Efendi. Ben bu yazıyı tamamlayamadım. Roni hastaneden çıkamadı. Sabah atölyemin önünde bir motosikletli kuryenin sürüklenişinin sesini duydum. Düştüğünü gördüm. Koştum bir bardak su verdim. Ayağım kırıldı galiba, dedi. Ambulans çağırdık. Kaldırıp hastaneye götürdüler. Roni’nin ölüm haberini bildirdiler dostları. Telefonumdaki fotoğrafları aktarıyordum bilgisayara, elinde kızıla boyanmış bir resmimle beraber ağız dolusu gülüşü geldi... Artin Demirci (K24)

(Seçtiklerimiz) Roni

Gemilerime japon fenerleri asan Cellatların hepsini öldürdüm Yola devam Geriye kalan Saman çöpüyle havalanıp, kaya gibi yere çakılan Umudun çıkardığı toz duman Bir gün anılarımı yazabilirsem, bu satırlar ile başlayacaktım. Roni’nin yasına uygun düşüyor gibi geldi, ona hediyem olsun. Çok eskilerden tanışıyoruz. Çok anlaşamaz, çok anlaşırdık. Çok kavga eder, barışmaya gerek duymazdık. Çok huysuz, çok geçimsiz, çok düşünceli, çok nazikti. Son günlerinde, ‘senin gibi huysuz bir adamı ne kadar çok seven varmış’ diye nazlattım. Ne zaman huysuzsun desem, keyiflenir, ‘kiiim? Ben mi?’ derdi. Artık sesi zor çıkıyordu, aynı yüz ifadesi ile aynı şeyi söyledi. O uğursuz dönemde, ilk ziyaretimde ‘senin burda ne işin var, sen de hastasın?’ dedi. Benim de yıllık muayene, tahlil, vs. zamanım olduğunu biliyordu. İki yıl kadar önce, uzun bir zaman sonra, ‘bir kahve içelim’ demiştik, o gün ilk teşhis konulduğu güne denk geldi. Komşuyduk, hemen her gün kahve içmeye gittik. Sonra toparlandı, Beşiktaş’ta sahaf gezilerine, mahallemizin en ilginç insanı  Ruhi Bey’in eskici dükkanını didiklemeye başladık. Sürekli bir programı olduğu için, tabii Roni’nin uygun olduğu zamanlarda. Hep komşuluk yapacak, hep gezecek, hemen her konuda hep kavga edecektik, bu konuda anlaşmış gibiydik.  Böyle biteceğini hiç hesaba katmamıştık. Onu şimdiden çok özledim.  Anneciğinin, Loren’in, Nubar’ın, onu tüm sevenlerin başı sağolsun, nur içinde yatsın, mekânı cennet olsun. Nuray Mert (K24)

(Seçtiklerimiz) Arkadaşım Roni

Birbirlerine hiç benzemeseler de birlikte tanıdım onları. Şavkar ile Roni. Philip Larkin’in Seçme Şiirler’inin Adam Yayınları’nda basıldığı günler olmalı. Çok sevdikleri bu şairi ikisi birlikte çevirmişlerdi. Anlaşılamaz bir şeydi, bu kadar benzemez iki arkadaş. Şimdi düşünüyorum da, bizim arkadaşlığımız da kolay anlaşılır bir şey değil. Çoğu siyasal görüşlerimiz çok farklı Roni’yle. Ama sanırım bizleri şiir sevgimiz birleştirdi. Ardından Roni’nin, “Attilâ İlhan ve Bizim Kuşak” (Sombahar, No. 23, Mayıs-Haziran, 1994) yazısı geldi. Özlediğim bir polemik diline rastlamıştım ve sanki benim düşüncelerimi başka biri yazmış gibi hissetmiştim bu yazıyı okuyunca. Bu yazı, bizi birbirimize bağlayan büyülü bir şey olmuştu. Daha sık görüşmeye başladık. Konuştukça şiir görüşlerimizin ne kadar birbirine yakın olduğu ortaya çıkıyordu. Adam Sanat dergisi için yazılar istedim ondan. Bir süre sonra Şavkar da yazılarıyla Adam Sanat’a güç verdi. ‘90’lı yıllarda artık unutulmuş şiir tartışmaları geri gelmişti. Bunda da Roni’nin polemikçi dili yanında şiir sanatı üstüne özgün düşüncelerinin de büyük rolü oldu. Külebi şiiri üstüne, “Bir Gün Mutlaka” üstüne çok ilginç yazılar yazdı. Roni her konuda ne düşünüyorsa ağzına geldiği gibi sakınmasız söyler. Aynı tonda karşılık veremedim hiç ona. “Siz nerden geliyorsunuz?” Ama Roni çok zeki, eğlenceli bir insandır. Erkenden yatma alışkanlığı olan beni bile birlere ikilere kadar karşısında oturtmayı başarır, hem de hiç sıkılmadan. Teşvikiye’de oturduğum yıllarda komşuyduk. Bir akşam bana gelmişti. Edebiyat dünyasının tozunu attırdıktan sonra gecenin ikisinde çıktı, merdivenleri inerken kapıda o saatte evine dönmekte olan apartman yöneticisiyle karşılaştı. Yukardan konuşmalarını duydum. Roni’den kuşkulanan yönetici sertçe, nereden geliyorsun diye sordu. Roni, Turgay’dan dedikten sonra, “Madem tanıştık, ben de size sorayım, siz nerden geliyorsunuz?” dedi. Epey güldüm yukarıda kendi kendime. Belki de gülünecek şeyleri kolayca bulmasıdır Roni’yi bu kadar sevdiren. Evet, eğlenceli bir insandır Roni. Kendine güveni, girişkenliği, her alanda hızlı hareket edebilmesi de imrenilecek özelliklerinden. “Roni yaman” 2002’de Saat Farkı kitabıyla Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü kazandığında Sultanahmet’te İbrahim Paşa Sarayı’nda yapılan görkemli ödül töreninde yanındaydım. Roni’nin siyasal düşüncelerine alerji duyduğu bir dolu insan kalabalığı. Dahası, tören başladığında ödül kazananlara ödülünü verenler hep emekli generaller falan. Gerildi olduğu yerde, “Bana da böyle biri ödül verecekse almaya çıkmam” dedi. Neyse ki şiir ödülünü vermek üzere bir vali anons edilince Roni de gidip ödülünü bir “sivil”in elinden almış oldu. Türk şiirinde yalınlığı onun kadar ustaca kullanabilen başkaları vardır elbet ama onun şiirinin yalınlığı şiiri sanki önemsizleştirme düzeyindedir. Bu da onun şiirine benzersiz bir özellik katar. Çok şiiri var sevdiğim, hep yeniden okumak istediğim ama Elsa kitabı bambaşkadır. Küçücük hayat parçalarından yola çıkıp evrensel insani değerlere ulaşan şiirler yazabilmesi Memet Fuat’ın da dikkatini çekmişti. Böyle bir şiirini alıp incelemişti onu. Yargısı da ilginçti: “Böyle bir şiir mi olur? Ama olmuş işte. Roni yaman” demişti. Roni şiir konusunda da zaman zaman uçlarda düşünmeyi severdi. Bir ara da tutturdu, “Çevrilemeyen şiir, şiir olmaz” diye. Hemen aklıma Metin Eloğlu ile Can Yücel geliyor. O Türkçeye kırk takla attıran güzeller güzeli şiirleri kolay kolay kimse çeviremez başka bir dile. Ama onların güzellikleri, büyüklükleri tartışılabilir mi? Benim şiirlerim için de bir eleştirisi vardı: “Mutluluğu anlatan şiir olamaz, şiir mutsuzluktan doğan bir şeydir” der, sonra da mutlulukla yazılmış aşk şiirlerimi beğenmediğini söylerdi. Roni o güzel şiirleri yazan insan değilmişçesine dikenli bir varlık gibidir. Polemikçi yazıları ürkütmüştür karşısındakileri. Ne Yahudisi ne Türkü kurtulabilir onun sivri dilinden. Tarih merakının kaynağını sormadım ona hiç ama İttihat ve Terakki ile Türkiye Komünist Partisi’ne özel bir ilgisi olmuştur hep. İttihat ve Terakki önderleriyle ilgili yazdığı şiirleri Mağrur Olma Padişahım adıyla kitaplaştırdı. Leipzig’de bir edebiyatçılar evine bir aylığına davet edildiğinde o kentteki eski TKP izlerini aramış, Dr. Hayk Açıkgöz’ün eşi Angel Açıkgöz’ü bulup onunla eski TKP üstüne sohbetler etmişti. Bir dönem de kalabalık bir Türk şairler topluluğu Hollanda’ya bir şiir festivaline çağrılmıştı: İlhan Berk, Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Roni Margulies, Bejan Matur, küçük İskender. Bu seçimin şifreleri düşünülürken konuyu Roni, “Bir yaşlı, bir solcu, bir sağcı, bir Yahudi, bir Kürt, bir de genç şair” diye açıklığa kavuşturmuştu. “böyledir, iyidir” Otuz yılı geçti tanışıp dostluk kuralı. O kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın benim için vazgeçilmez dostlarımdan biridir. Çevreme karşı çok da sevgi dolu bir insan sayılmam belki ama ben de kendimce seviyorum Roni’yi. Aramızda kurulan bağ canlılığını yitirmedi bunca yılda. Onu görmek, onunla buluşmak düşüncesi hep heyecanlandırdı beni. İnsan kaç kişiye karşı böyle şeyler duyar ki… bir zanaat mutsuzluk sanki … sanıyoruz ki böyledir, iyidir ne olacak ki başka, budur hayat zaten   ya beceremiyoruz biz bu işi, ya da becerecek bir şey yok zaten.

İrlandalı sanatçı ve aktivist Sinéad O’Connor'un ardından

"Hayatı, anılarında belirttiği gibi “İrlanda'nın hikayesi” olarak adlandırdığı şeyi yansıtıyordu. Teokrasiden uzaklaşma, çocuk istismarıyla hesaplaşma, ruhsal sıkıntılar konusunda artan farkındalık..."

(Seçtiklerimiz) Roni Margulies’e veda

Adını şiir çevrelerinde Tan dergisinin sekizinci sayısında yer alan “Yenilenmek” ve “Anacadde” başlıklı iki şiiriyle duyuran Roni Margulies (1955) yaşamını yitirdi. İstanbullu şair Margulies'in ilk kitabı 1991’de “Her Rind Bilir” adıyla yayımlanır. Şairin sonraki yıllarda çıkan şiir kitapları şunlar “Gün Ortasında” (1992), “Mağrur Olma Padişahım” (1994), “Bilirim Niye Yanık Öter Ney” (1996), “Elsa” (2000), “Saat Farkı” (2002), “TK1980” (2006), “Apollon Yılları”, “Ornitoloji” (2017). Roni Margulies’in 1985 ila 1995 yıllarındaki şiirlerini bir araya getiren ilk dört kitabı 2000’de “Uzaklıklar” adıyla, toplu şiirleriyse 2014’te “Telgraf Çiçeği” olarak okurla buluşur. “Uzaklıklar”, şairin okura ve tarihe karşı duyduğu sorumluluğun gereği olarak yazdıklarının “hesabını veren” dikkat çekici bir önsözle başlar. SAHİCİLİK VE SAMİMİYET Şairin sorumluluk duygusu da, hesap vermeye, özeleştiriye açık tutumu da aslında şiirde sahiciliği ve samimiyeti önceleyen anlayışıyla, arayışıyla ilgilidir. Roni Margulies şiirini, bu iki özellik, sahicilik ve samimiyet ilkesi üzerine kurmuştur diyebiliriz. Bu tutum, “Uzaklıklar”ın girişindeki sunuş yazısında da açıkça dile getirilir. Margulies’in “Önsöz” olarak yazdığı sunuş yazısından bir bölümü aktarıyoruz, ama metnin tamamının okunmasını da öneririz: “Elinizdeki kitabı bu şekliyle yayınlamadan önce çok düşündüm. İlk iki kitabımı yayınladığımda çok da genç değildim gerçi artık, fakat yaşça olmasa da, şairliğim açısından gençlik eserleri olarak görüyorum bugün onları. Bir iki istisna ile, bugün yazsam öyle yazmazdım diye düşünüyorum o şiirleri. Bıraksam da tarihin acımasız daha okudum ilk kitabım ‘Her Rind Bilir’i. Hatırlıyorum, Murathan Mungan Remzi Kitabevi'ne hazırladığı ‘Çilek’ dizisi için benden bir dosya istediğinde, uzun zamandır şiir yazıyor ve dergilerde yayımlıyor olmama rağmen, ilk kitabımı yayınlayacak olmanın o tarifsiz heyecanına kapılmadım, tüm şiirlerimi dahil etmedim dosyaya. Şairlere çok zor gelen ve zor olduğu için pek çok şairin çok fazla yayınlama tuzağına düşmesine neden olan eleme sürecinden geçirdim o güne kadar yazdığım şiirleri. Bu nedenle olsa gerek, Rinddeki şiirleri biraz acemi buldum, zanaat açısından bazılarını zayıf buldum; ‘Şu dize daha güzel yazılabilirmiş’ dediğim oldu, ‘Şunu şöyle ifade etseymişim’ diye düşündüğüm oldu; fakat ‘Bu şiiri niye yazmışım ki?’ dedirtmedi bana şiirlerden hiçbiri. Şiirlerde ifadesini bulan dünya görüşü, kaygılar ve özlemler, sevinçler ve acılar bugün de geçerli benim için. ‘Efekt’ yaratmak için, ‘hoşluk’ olsun diye, salt güzel şiir yazmak kaygısıyla yazmamışım şiirlerden hiçbirini. ‘Sahiden’ yazmışım. Bu söylediklerim ‘Gün Ortasında’daki şiirlerden bazıları için de geçerli. Daha ustaca yazılabilirlermiş, ama sahte değiller. Ayrıca, bu kitapta belki de bugüne kadar bir eşini daha yazamadığım ‘Polonya’ya Mektuplar’ şiiri var, yazarken duyduklarımı bugün okuduğumda bana yeniden yaşatabilen ‘Mendirek’ ve ‘Ağıt’ şiirleri var. Son tahlilde şiirde ustalıktan ziyade sahiciliğe önem verdiğim için, ‘Her Rind Bilir’ ile ‘Gün Ortasında’yı sahiplenmeye, altlarına imzamı yine atmaya karar verdim. ‘Bilirim Niye Yanık Öter Ney’ ve ‘Mağrur Olma Padişahım’a gelince, bu kitaplarla ilgili hiçbir kaygım, hiçbir çekincem yok zaten.” ‘POLONYA MEKTUPLARI’ Margulies’in ikinci kitabı “Gün Ortasında” yer alan “Polonya Mektupları” şairinin “anlatımcı” poetik çizgisini, şiirdeki tavır ve tutumunu yansıtan örnekler olarak da değerlendirilebilir. “Polonya Mektupları” üç ayrı şiirden oluşan kısa bir seri. Şiirlerin Didem Madak’a çağrışımla “Polyana’ya Mektuplar”ı yazdırmış olabileceği de düşünülebilir. Madak’ın şiirinin daha sonra yayımlandığını da kaydedelim. İncelemeye açık. Roni Margulies’in “Polonya Mektupları”nın üçüncüsünden bir bölüm paylaşalım: Kocamın işyerini ziyaret ettim bugün, yakın İstanbul'a ilk ayak bastığımız yere, tornalar, motorlar, kocaman bir yazıhane. Patron Monsieur Burla ile oturduk biraz, kopkoyu bir kahve ikram etti bana (Küçücük bir fincan, Rus malı, dokunsan kırılacak) çok sevdim, her sabah içeceğim bundan sonra.   Nasıl da yolunda gidiyor her şey. durup düşündüğümde şaşıyorum akşamları. Bu karmaşık, karman çorman şehirde kendi küçük düzenimizi kurduk işte Fakat bir esrar perdesi hala çevremiz ve yırtabilirsek bugün bu perdeyi, bilmem ki bakalım neler göreceğiz. ARADA SIKIŞMADAN AKAN ŞİİRLER Roni Margulies’in şiir anlayışı ve girişimiyle modern Türkçe şiirde müziğe öncelik veren “anlatımcı” geleneğin önemli temsilcileri olan Yahya Kemal, Cahit Külebi, Attilâ İlhan ve Behçet Necatigil, hatta Ahmet Oktay ekseninde, ama daha çok Yahya Kemal’le Attilâ İlhan arasında bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. Arada bir yerde durur, ama arada bir yerde sıkışmamıştır. Margulies’in şiirlerinin arada sıkışmadan, modern Türkçe şiirin içinde muterdil bir biçimde akıp gideceği yolu bulabilmiş olması önemlidir. Bunun altını bilhassa çizmek gerekir diye düşünüyor Orhan Kahyaoğlu, “Modern Türkçe Şiir Antolojisi”nde “Şair, kitaplarında bir musikiye, onun yarattığı özel duygu durumlarına derinlemesine girebilmiştir” değerlendirmesini şu ifadelerle sürdürür “Etkili bir lirizmin yanında, insanın doğasına varan kesitlerle şiirini süslemeyi becermiştir. İmge ve metaforu bırakın, basit benzetmelere bile yakınlık duymadan, tarih ve siyasayı da kapsayan temalara yakınlaşma deneyimi oldukça özgürlükçüdür. Tek sorun, şiirin içselleştirilmesi ve yalın bir dille özgün bir dize yapısı, söyleyiş tarzı oluşturmanın zorluğudur. Margulies, bazen bu bağlamda önemli bir yol kat eden şiirler yazmış; bazı durumlardaysa şiirden cümleye kayıp, bu kaymayı tekrar toparlama gibi sıkıntılı kesitlerle yapıtını bütünlemiştir. Ama saygı duyulacak nokta, oldukça zor olan bu şiir tavrını inatla sürdürüp başka bir kurma tavrına özgürce yol alabilmesidir. Politik tavrı, bu noktada onun için hem büyük bir risk hem de önemli bir yol açıcıdır. Margulies zor bir hedefin halen takipçisidir.” RİSK ALMADAN ŞİİR ZOR Kahyaoğlu, Margulies’in poetik tercihiyle birlikte aldığı riske de dikkat çeker. Ancak risk almadan şiirin zor olduğu da açık. Risk yalnızca yazım tekniği, anlatım tarzı, dile getirme biçimi bakımından değildir. Konu, tema, izlek seçimi yönünden de geçerlidir. Roni Margulies’in şiirde sahicilik ve samimiyetten ödün vermeksizin kişisel olanı toplumsallaştırma, tarihselleştirme girişimi de üstesinden gelinmesi gereken riskler içerir. Şairin üçüncü kitabı da aslında “risk”e meydan okuma girişimi olarak değerlendirilebilir. “Mağdur Olma Padişahım” adıyla 1994’te yayımlanan kitabın son şiiri “Sonsöz: Yaşlı Bir İttihatçı’nın Belki de Düşünmüş Olabilecekleri” başlığını taşıyor. İttihatçıların yaptıkları, yol açtıkları yıkım ve kıyım düşünüldüğünde Margulies’in şiirindeki yaklaşımının biraz fazla iyimser kaldığı söylenebilir. Kitap için yüzleşme, yüzleştirme şiirlerinden oluşan bir toplam diyebiliriz. Kitabın ana teması, “muktedirler de mağdur olurlar, olabilirler” şeklinde özetlenebilir. Şair yine bıçak sırtı denilebilecek bir konuyu tercih ederek risk almaktan kaçınmamıştır. Roni Margulies’in bir dönemin muktedirini mağdur olarak anlatma riskini “şair hassasiyeti”nin politik bilincine galebe çaldığı yorumu yapılabilir mi? Şiirden bir bölüm aktaralım: Ne çoğumuzun söndü ocağı, Onca suikast, idam, ölüm, Kaçımızın adı tarihe bile kalmadı. Benim, örneğin, Paris'ten dönüşüm,   Reşid’in Beşiktaş’ta intiharı, Berlin’de Talât, Cemal Tiflis’te, Malta'da kaçımızın sürgün yılları, Bir avuç kaldık 50'lere gelindiğinde. Denebilir ki (ve çok zaman denildi), “Ölüp gittiniz hepiniz işte, neye yarar,” (Nasıl da özlüyorum üstelik gidenleri.) Benim de ama bir çift sözüm var:   Silindir gibi geçti tarih üzerimizden, Doğru, bir bir kayıtlardan silindik, Ama tarih, bir yandan, başımıza gelirken, Bir yandan bizler tarihi değiştirdik. Margulies’in üçüncü kitabı “Niye Yanık Öter Ney” için Selim İleri şu değerlendirmeyi yapıyor: “Atillâ İlhan özlü konuşmasında ‘artık herkes için kimsenin şiir yazmadığını’ banka memuruna, yurttaşa, bir hekime şiir yazılmadığını, bir içe dönüklük içinde şiirin yersiz biçimde kişiselleştirildiğini söylemişti. Bilirim Niye Yanık Öter Ney, işte, o yersiz kişisellik anlayışının tam karşı uçunda bir şiir kitabı. Gerçi hayli kişisel bir dünyayı yansıtıyor ama, bir bakıyorsunuz, herkesin kişiselliğine uzanabilmiş.” İSTANBULLU ŞAİR Roni Margulies’in şair kimliği ve kişiliğinden söz ederken atlanmaması gereken iki olguya daha değinmek gerektiğini düşünüyoruz. Birini yazının girişindeki cümlede ifade ettik: İstanbullu şair. İkincisi, modern Türkçe şiirdeki yeri bakımından onun “geç seksenler” döneminin şairi olarak değerlendirilebileceğidir. Yetmişli yıllardan sonra modern Türkçe şiirde adı ön plana çıkan şairler arasında çok az İstanbul doğumlu şair vardır. Bu sayı seksenlerden sonra daha da azalır. Oysa altmışlara kadar şiirde varlık gösteren şairlerin çoğu İstanbul doğumludur. Bunun şiirde ne gibi bir önemi olduğunun izini sürmek için şairlerin dil tavırlarına ve tutumlarına eğilmek, her zaman olduğu gibi yine “şeytanı ayrıntıda aramak” gerekir. Konu aslında hayli geniş. Araştırmaya açık. Margulies’in geç seksenler şairleri arasında olduğunu söylerken dayanağımız yalnızca kitaplarının doksanlı yıllarda yayımlanmaya başlanmış olması değil. Bu da var, ama şiirindeki atmosfer, duyarlılık farkındalıklar bakımından izlediği çizgi daha önemli. Şairin 2010 yılında çıkan “Apollon Yılları”ndan yedi yıl sonra yeni kitabı 2017’de “Ornitoloji” adıyla yayımlanır. Önceki sekiz kitabı dikkate alındığında bu hayli uzun bir süre. Ancak şairin geçen süreçte birtakım yenilikler denese bile başından itibaren benimsediği çizgisini koruduğu söylenebilir. Anglosokson şiirine özgü anlatımcı öyküleyici, içeriye ve dışarıya doğru işleyen tarzın son kitabında da sürdüğünü kaydedelim. Ornitoloji sözcüğünün Türkçesi kuş bilimi. Kitap, kuşların hayatımızdaki yerinden ve özgürlükle olan simgesel bağından esinlenmiş şiirlerden oluşuyor. Üç bölüm ve kırk iki şiirden oluşan kitabın ilk bölümünde, on şiir yer alıyor. Beş şiirin yer aldığı ikinci bölümün adı “Deyrulzafaran”. Üçüncü bölümün adıysa “Deryadil Sokak”. Aktaracağımız bölüm kitabın ilk şiiri “Kuşluk Vakti”nin ilk betiği: Güneşle girdim bu sabah güne. Uyandık, baktık, yerli yerinde dünya, gece bıraktığımız gibi duruyor her şey. Ben gerinirken yükselmeye başladı o. Uçup bir kuş geçti çığlıklarla aramızdan. Roni Margulies’in şiir çevirileriyle de modern Türkçe şiire katkıda bulunduğunu kaydedelim. Ted Hughes’ten “Seçilmiş Şiirler” (1987), Philip Larkin’den “Seçilmiş Şiirler” (1990), Yehuda Amihay’dan “Seçilmiş Şiirler” (1996) ve Ted Hughes’in “Doğumgünü Mektupları”, (1998) Türkçede onun çevirisiyle yer almıştır. VEDA YAZISI Bu bir veda yazısı, sözü fazla uzatmadan, ayrıntıya girmeden geçiyoruz. Onun “ne aradığını bilen” ve “bildiği yolda yürüyen” şair kimliğine, “mutedil ve pastel şiirine” değinen daha geniş kapsamlı bir yazıyı sonraya bıraktığımızı kaydedelim ve otuz bir yıl önce babası için yazdığı “Ağıt”tan bir bölüm okuyarak bitirelim: İnişten hemen önce, uzansam dokunacam, tam uçağın altında, iki çocuk duruyor caddenin ortasında, atılıvermiş çimlere bisikletler. Biliyorum birazdan Yandımçavuş’ta macera bu ya, ayran içmeye gidecekler.   Sarsılarak değiyor tekerler yere: Yeniden yaşamaya değil bu sefer gömmeye geldim çocukluğumu, babamla beraber. Ardında bıraktığı şiirler, şair olarak yaşatacaktır onu… Güle güle şair… “Edebiyat ve Devrim”in kılavuz kalemi Troçki’ye selam söyle…

(Seçtiklerimiz) Hürriyet Bayramın kutlu olsun Roni..

2007 yılında Hrant Dink öldürüldüğünde 53 yaşındaydı. Yaşı gençti ama herkesin ondan Hrant diye bahsedeceği kadar genç değildi. Peki tanıyan ve tanımayan neden onun ardından “Hrant” diye bahsetmişti, pankartlara “Hrant” yazılmış, sloganlar “Hrant” diye atılmıştı? Mesela neden 51 yaşında öldürülen Uğur Mumcu’nun ardından yakından tanıyanlar dışında kimse Uğur dememişti? İki nedenle insanlara ön isimleriyle hitap ederiz: Tanıdığımız veya samimi olduğumuz için. Yaşça bizden büyük olan tanıdığımız, sevdiğimiz ve samimi olduğumuz insanlara da ön isimleriyle hitap etmeyiz. Kamusal bir figür olarak tanıdığımız insanlar hakkında kamusal alanda konuşurken de ön isimlerini kullanmayız. Peki o halde? Bir çeşit bilinçdışı küçümseme, ayrımcılık, “yabancı isimli arkadaşım var” ezikliği miydi bu? Aslında basit bir sebebi vardı. Pek çoğumuz için ömrü hayatımızda tanıyabileceğimiz tek Hrant, Hrant Dink’ti. Ve böylece ondan bahsederken soyadının doğal işlevi de ortadan kalkmıştı. Öldükten sonra bile olsa bir Hrant tanımak hepimize onunla dayanışma duygusu vermiş, şehirli ve İstanbullu hissettirmişti. O yüzden ondan ön ismiyle bahsettik. Herkes de kimden bahsettiğimizi anladı. Aslında 100 bin Ermeni’nin yaşadığı İstanbul’da Hrant, karşılaşma ihtimali yüksek bir popüler Ermeni erkek ismiydi. Peki ya İstanbul’da bir Roni ile karşılaşma ihtimaliniz? Roni, Kürtçe “aydınlık” anlamında gelse ve Kürtler arasında da son yıllarda isim olarak kullanılmaya başlansa da esas olarak Yahudilerin çocuklarına verdiği İbranice bir isim. Musa’nın kardeşi Harun’un İbranicesi. “Şarkım, neşem” demek. İstanbul’da içine kapalı yaşayan, haklı korkular nedeniyle ‘yabancı’larla çok da görüşmemeyi tercih eden bir Türkiye Yahudisini tanıma ihtimaliniz, Yahudilerin getto olarak yaşadığı Ulus, Göktürk gibi semtlerde oturmuyor, bazı beyaz yakalı işlerde çalışmıyorsanız çok düşük. Zaten Türkiye’deki Yahudilerin ezici çoğunluğu İspanyol kökenli Sefarad Yahudileri. Onlar İbranice değil, İspanyolcadan bozma Ladino dilini konuşuyor. Roni isminin yaygın olduğu Aşkenaz Yahudiler ise Türkiye’deki Yahudi toplumunun yüzde 4’ünü oluşturan azınlık içinde bir azınlık. Yani İstanbul’da bir Roni ile karşılaşma ihtimaliniz, Kürt milliyetçisi tanıdıklarınız yoksa, turist rehberi, otel çalışanı değilseniz çok çok düşük bir ihtimal. O halde ihtimalleri biraz daha düşürelim. Peki ya İsrail karşıtı Filistin dostu, başörtüsü yasağı karşıtı, Kürt hakları savunucusu, sosyalist hatta Troçkist, Türkçe’nin en usta şairlerinden, köşe yazarı, siyasetçi, aktivist bir Roni ile karşılaşma ihtimaliniz? İşte Roni Margulies, bu çok çok düşük ihtimali binlerce insan için gerçeğe dönüştüren, bu hayatta çoğumuzun tanıyabileceği tek Roni’ydi. Adını Polonyalı büyük dedesinden almıştı. Türkiye’de yaşayan bir insan Polonyalı bir Yahudi ile ancak bir soykırım filminde karşılaşabilirdi. Eğer Krakow doğumlu, anadili Lehçe olan dedesi, Polonya doğumlu, liseyi 1917’de St Petersburg’da okumuş anadili Rusça olan babaannesiyle evlenip, 1925 yılında çalıştığı şirket tarafından mühendis olarak bir yıllığına İstanbul’a gönderilmeseydi bu hikayenin sonu da bir toplama kampında bitebilir, hayatımızda bir Roni olmayabilirdi. 1925 yılında aralarında Rusça anlaşan Polonyalı bir Yahudi çiftin İstanbul’daki ilk ayını babaannesinin ağzından yazdığı Polonya’ya Mektuplar şiirinde anlatmıştı: 28 Mayıs 1925 İrili ufaklı yelkenlilerin arasından köprüye yanaştığında vapurumuz (puslu, karanlık bir gündü, başım ağrıyordu biraz) elele kalakaldık güvertede bir an: Kubbeler, minareler, kırmızı şapkalı adamlar, koca bıyıklı dev gibi hamallar, uçan bir hali inebilirdi her an bulutlardan.   Bugün bir ay oluyor işte geleli. İlk haftamızı geçirdiğimiz otel tam aklımızdaki Doğu hayali, kimler kalmış bilsen : Zog, Mata Hari. Bir ev bulup taşındık sonra geçen hafta: Bir zamanlar Lizst yaşamış sağımızda, sol tarafımız mason mahfeli.   Güvenim tam kocama ama düşünmeden edemiyor insan, yeni evliyim, yeni bir şehir, yeni bir hayat. Kaç yılımız geçecek burada? Burada mı doğacak çocuklarımız ? Asya'nın eşiğinde, evimden uzak, neler bekliyor beni? Neler olacak ?” Çok şeyler oldu. Bütün dünya tarihindeki en korkunç şeyler. Çalıştıkları Türk şirket Türkiye’de kalmalarını isteyince, Nazilerin iktidara gelişini, Polonya’yı işgalini ve bütün akrabaların toplama kamplarında ölümünü İstanbul’dan izlemişlerdi. Sonra oğulları Seferad bir kızla evlendi, Roni doğdu, dedesi ve babaannesi Rusça, büyükbabası ve anneannesi Ladino dili, anne ve babası Fransızca konuşan bir evde büyüdü. Robert Koleje gidip çok iyi İngilizce öğrendi, Londra’ya iktisat okumaya gidip Troçkist oldu. Orta sınıf İstanbullu bir Yahudi ailenin iyi eğitim almış beyaz yakalı üst orta sınıf oğlu olarak yaşayacağına, bir azınlık mensubunun Türkiye’de girmemesi gereken bütün tehlikeli toplara giren bir sosyalist aktivist oldu. Üstelik sosyalistlerin bile ötekisi Troçkist çizgide Troçki’yi bile eleştiren Tony Cliff’in fikri liderliğini yaptığı Sosyalist İşçi olarak tanınan bir fraksiyonun aktivisti… Türkiye’de Yahudi azınlığın, Yahudi azınlığın içinde Aşkenaz azınlığın, Sosyalizm içinde Troçkist azınlığın, Troçkist azınlık içinde de bir fraksiyonun parçasıydı. Ama böylesine marjinal bir insanla 90’ların sonundan 2020’lere kadar İstanbul’da yaşayan ve siyasi-sosyal olaylara duyarlı bir insansanız tanışma ihtimaliniz bir hayli yüksekti. Ayağını bir sandalyeye koyup, bir daha duymanız zor orijinal bir aksanla Türkçe konuşan ama Türkçe’de böyle bir profilden duyamayacağınız fikirleri savunan Avrupai adlı bir Yahudi ve sosyalist hayatta kaç kez karşınıza çıkabilirdi ki? Roni her yerde karşınıza çıkabilirdi. Irak işgaline karşı Taksim’deki otellerden birinin yerin üç kat altındaki salonlarında, Mazlumder’in, Özgür-Der’in Filistin eylemlerinde, askeri vesayete karşı bir yürüyüşte, Marksizm konulu bir konferansta, Kürt meselesiyle ilgili bir basın toplantısında, Hrant Dink anmasında, şehrinizdeki bir Yetmez ama Evet panelinde, küresel ısınmaya karşı bir eylemde, mülteci haklarıyla ilgili bir tartışmada… Muhakkak bir kere televizyonda İsrail’e laflar sayarken, milliyetçilerle tartışırken, başörtüsü yasaklarını, askeri vesayeti eleştirirken onu izlemiş, Taraf’taki, Serbestiyet’teki bir yazısını okumuşsunuzdur. Çoğumuzun kendi kimliğimize alamadığımız mesafeyi bir Yahudi’nin dünyadaki tek Yahudi devletine karşı almış olmasını takdir de etmiş olabilirsiniz. Ama tarihe ve şiire meraklılar dışında pek azımız Roni’nin 1908 Devrimi ve İttihatçılara olan merakından haberdar olmuştur. Peki, Türkiye’de devlet, ordu, milliyetçilik denince tüyleri diken diken olan, hayatı bunlara karşı mücadeleyle geçmiş, 1915 için anmalar düzenlemiş bir Türkiye Yahudi’sinin, İngiliz ekolünden bir Troçkist’in ne işi olurdu İttihatçılarla? Belki de benzerinin hayallerini kurarken, bizde okullarda hala “2. Meşrutiyet’in İlanı” diye geçiştirilen 1908 Devrimi ile heyecanlanmış Troçki’nin yazdığı yazılar dikkatini çekmişti. Oturup İttihatçıların ağzından hayatlarını anlatan şiirler yazacak kadar döneme hakimdi. “Yaşlı bir İttihatçının belki de düşünmüş olabilecekleri”, Mithat Şükrü Bey’in hüznü”, “Hatibi Şehirin Tifüsten Ölümü” adlı şiirlerini topladığı “Mağrur Olma Padişahım” adlı tarih-şiir kitabında İttihatçıların hatibi, Babıali Baskını’nın ajitatörü Ömer Naci için şöyle bir şiir yazacak kadar o günlerin içinde yaşıyordu: “Tek bir şey istemişti hayatı boyunca Ömer Naci. Bab-ı Ali baskınında fırlayıp askerlerin önüne, Açıp bağrını bar bar bir bağırması var ki, Ağzı açık bakakalmıştı Enver Paşa bile: “Vurun, karşınızdayım işte, öldürün beni”. Üstüne gider gibiydi ölümün hep böyle. Tek bir şey istemişti hayatı boyunca Ömer Naci. Cemiyet Doğuya göndermişti onu bir keresinde. Bir an evvel o taraflarda örgütlenmek gerekliydi. Hastayken ve beş kuruş bile yokken cebinde, 0 koyu istibdat döneminde kalkıp gittiydi. Van civarında teşkilat kurulmuştu geri geldiğinde. Tek bir şey istemişti hayatı boyunca Ömer Naci. Filozof Rıza Tevfik’le bir tartışması destandı dillere, Paris’teyken her fırsatta Jean Jaures'yi dinlerdi. Hem Merkez-i Umumi’nin değişmez üyesi, hem de “Hatib-i şehir, filozof, şair, mütefekkir” idi. Ancak, şüphesiz, eylem adamıydı her şeyden önce. Tek bir şey istemişti hayatı boyunca Ömer Naci: Ölmek — vatan için ve büyük kalabalıklar önünde. Kerkük’te bir hastanede oysa yapayalnız gitti. Duyar gibi oluyorum şimdi son sözlerini: “Demek böyle Allah’ın belâsı bir yerde, Ne yapalım, tifüsten ölmek varmış kaderde”. Sadece şiirlerini de yazmamıştı. 1908 Hürriyet Devrimi ve İttihatçılar üzerine önemli bir koleksiyonerdi de Roni. Dönem üzerine akademik bir çalışma yapan birinin “Manastır’da İlân-ı Hürriyet: 1908-1909 Fotoğrafçı Manakis Biraderler” kitabına bakmaması düşünülemez. O kitabı hazırlayan Roni Margulies’ti. Emanuel Karasu üzerine Payitaht Abdülhamid türü dışında ciddi bir şey okumak ve yazmak isteyen de muhakkak Roni’nin ciddi akademik mecralarda çıkmış makaleleriyle karşılaşır. Peki, Roni’nin 1908 ve İttihatçılara bu merakının sebebi ne olabilirdi? Son nesil İttihatçılar gibi vurdu-kırdı-fedailik-komitacılık-Türkçü ergen heyecanlar için değildi tabii bu merak. Onunla bunu birkaç kez konuşmuştuk. Anladığım bütün hayatı devrim için mücadeleyle geçmiş demokrat bir sosyalist olarak, Türkiye tarihinde benzerleri az olan devrimci bir an, hürriyet bayrağının yükseldiği bir altüst oluştu onun ilgisini çeken. Üstelik o altüst oluşun, devrimin içinde, öncü kadrolarında Yahudiler ve Ermeniler de vardı. İttihatçılara değil, şimdilerde izi kalmamış o çok kültürlülüğe bir hayranlık duyuyordu. Bugün tekrarı yaşanamayacak, kısa süreli olsa da, sonu büyük trajedilerle bitse de bu ülkede yaşanmış hürriyetçi, devrimci bir anın hatıralarını yaşamak, toplamak ve çoğaltmak hatta bir miktar parçası olmak istemiş olmalı. Üstelik bu birkaç yıllık heyecanın sonunu ve neden olduğu trajedileri bile bile. Ama o trajediler, 1908’deki devrimin ilericiliğini değiştirmiyordu. Aslında Roni, 1908’e de “Yetmez ama evet” demişti. Tıpkı şimdi arkasından hakaretler edenlerin unutamadığı AK Parti’nin bir dönemindeki demokratik açılımlara, reformlara yetmez ama evet demesi gibi. 1908’de İttihatçılara destek vermek, 2010’larda AK Parti’ye destek vermek, 2023’de CHP’ye destek vermek bir riskti. Ama alınması gereken risklerdi. “Yetmez ama evet”lerin sonu hayal kırıklığı, mahcubiyet olabilirdi. Ama aksi durağan tarih içinde ender sıçrama anlarına kayıtsız kalmak olurdu. Daha konforlu, risksiz ama faydasız bir pozisyondu bu. Siyaset yapmak değişimi izlemek yerine, onu teşvik etmek, yönünü belirlemeye çalışmaktı. Belki sütten ağzı yandığı için 2023’de CHP’ye diğer sol ve liberaller gibi hararetli bir “yetmez ama evet” demedi. İronik bir biçimde toplumların aslında yavaş yavaş ilerlediğine, her ileriye doğru adımın bir fırsat olduğuna inanan evrimci bir devrimciydi. Ama son ana kadar tebliğ ettiği sosyalizmden anladığı da ihtimallere ve insanlara bu açıklıktı. Bu yüzden arkasından bir arkadaşının yazdığı yazıda bile İslamcılarla iş tutmakla suçlanacak kadar kendi mahallesinde lanetlenmeyi göze almıştı. Bu ülkede yaşayan en büyük kalabalıkla iş tutmadan, konuşmadan devrim yapılamayacağını bilecek kadar zeki ve önyargısız bir devrimciydi. Belki de azınlığın azınlığı olmaktan, adının Roni olmasından geliyordu bu özgüveni. Yoksa bir Mehmet, Ahmet, Zafer, Deniz için alınması daha zor bir yüktü bu lanetlenme. O yüzden Türkiye standartlarında o Troçkistliğin sonunun bir devrime çıkmayacağını herhalde biliyordu ama Türkiye’deki her demokrat gibi onun da hayatı demokrasiye arada işi düşen bir toplumdan demokrasi dilenmekle, hepimize son ana kadar sosyalizm tebliğ etmekle geçti. Bundan gocunmadı, herkesin ağız kokusunu çekti. Hepimizle de o yüzden tanıştı ve hepimizin tanıdığı tek Roni oldu. Bir sosyalist olarak hiyerarşileri red ettiği için, çevresinde ona “Roni Abi” diyen kimse olmadığı için ya da sadece adını söylediğinizde herkes kimi kastettiğinizi anladığı için hepimiz için 68 yaşında bile hala Roni’ydi. Bu dünyada tanıyıp, tanışacağımız tek Roni olmaya da devam edecek. Dün 21 Temmuz’da Kilyos’ta otobanın tam altındaki bir ormanın içindeki Yahudi mezarlığında Roni’ye veda ettik. Şehrin dışındaki azınlık mezarlığında, bu toplumdaki iki büyük kampın dışında kalmayı göze almış siyasi azınlıktan tanıdık yüzler vardı. Yarın da 23 Temmuz. Hürriyet bayramın kutlu olsun Roni!

(Seçtiklerimiz) Roni Margulies: Bir şairi ve devrimciyi uğurlarken

Arkadaşımız, şair, devrimci, aktivist Roni Margulies’i, dün alkışlarla uğurladık. İyi bir insanı ve dostu, iyi bir şairi bu kadar erken kaybetmek zormuş. Şiirlerindeki geçen zaman, kapanan devir, uzaklarda kalan hayat ve kayıp temalarının şiirlerinde kalacağını umardım. Olmadı. Roni’nin anısı şiirleriyle birleşti. Zamansız bir veda oldu. Çok üzgünüm. Ben Roni Margulies’i tanışmadan çok önce, 90’ların başında ilk kitaplarıyla, şiirleriyle tanıdım. Sanırım önce Sombahar dergisinde çıkan şiirleriyle, sonra ilk şiir kitaplarıyla hep yakında izlediğim, sevdiğim bir şair oldu. Sonraları, 2000’lerin başlarında, önce eski Kara Kedi’de, sonra Küresel Eylem Grubu çevresinde bir aktivist olarak tanıdım. Irak savaşına karşı verilen mücadelede aktif olduğu gibi, bizim ilk iklim eylemlerini de hep destekledi, içinde yer aldı. İklim krizine, nükleer enerjiye, savaşlara karşı kampanyalar düzenledik, panellerde konuştuk, eylemlerde birlikte olduk. Bir yerde aktivisti “eyleme geçen değil eyleme geçiren kişi” olarak tanımlamıştım. Roni Margulies bu anlamıyla gerçek bir aktivistti. Yazmayı bildiği kadar konuşmayı da, sokağa çıkmayı bildiği kadar sokağa çıkarmayı da bilen bir aktivist ve devrimci. Bizim kuşak ondan çok şey öğrenmiştir. Tabii Roni benim için en önce sevdiğim, hayran olduğum bir şair olarak kalacak. Roni Margulies’le ilgili ilk hatırladığım şeylerden biri 90’lı yıllarda, daha internet yokken, Kadıköy’deki eski büyük kitapçılardan birinde şiir raflarını karıştırırken onun kitaplarını “Türk Şiiri” rafları yerine “Dünya Şiiri” raflarında görüp ne kadar şaşırdığımdır. Tabii çok gençtim, kitapçıya gidip iki laf edemediğime hâlâ üzülürüm. Çok sonra, internet satışları açıldığında, aynı şeyi büyük bir internet kitapçısının da yaptığını fark etmiştim. Büyük ihtimalle İdefix’tir. Hâlâ öyle midir bilmiyorum, kontrol etmedim. Tabii, çağdaş Türk şiirinin en iyi şairlerinden birini sırf adı “yeterince Türk” gelmediği için Türk şiirinin dışında sanan bilgisizliğin kimseyi şaşırttığını sanmıyorum. Ama Roni Margulies derken sadece iyi Türkçe şiir yazan Türkiyeli bir şairden söz etmiyoruz. İlk iki kitabına Yahya Kemal’den epigraflar koyan, bazı kitaplarının adı “Bilirim Niye Yanık Öter Ney”, “Her Rind Bilir” olan, bazı şiirlerine Türk şiirine göndermelerle, “Elhan-ı Şita”, “Kamyonlar Kavun Taşır” gibi başlıklar koyan, şiirlerinde mesela Maria Misakyan veya Ömer Haybo isimleri geçen ve bir şiirinde  “Yalnızlık bilmemesidir Attila İlhan’ı kimsenin” diyen bir şairden söz ediyoruz. Böyle bir şairi Türk şiirinden kovan ırkçılık, tam da Roni’nin kavga ettiği şeydi. Aklıma gelse de bu anlattığımı kendisine söylemedim . Muhtemelen fark etmiştir zaten ve fark ettiyse, kendisi gibi bir enternasyonalist devrimcinin Dünya Şiiri raflarına konmasından belki de hınzırca bir sevinç duymuştur. Roni Margulies’in şiiri Roni Margulies’in kendi dönemi için ayrıksı bir şiir tavrı olduğu hep söylenmiştir. Zamanında kendisinin dahil olduğu 80 kuşağıyla epey kavga ettiğini, imgeci şiire karşı yazılar yazdığını biliyoruz. Onun şiiri anlatımcı denen tarzda bir şiirdi. Bence bunun arkasında Türk şiirinde Nazım Hikmet’i, Attila İlhan’ı, Edip Cansever’i (galiba daha çok 70’ler, 80’ler dönemini) ve benzeri öykülemeci şairleri sevmesi kadar, İngilizce şiiri iyi çeviriler yapacak kadar bilmesinin de payı var. (Şavkar Altınel ve Cevat Çapan için de aynı şeyi söyleyebiliriz.) Onun, Fransız şiirinin etkisiyle gelişen çağdaş Türk şiirinin imgeci ana akımının dışında, anlatımcı bir tavra sahip olmasında bunun da rolü olabilir. Roni Margulies epey içe kapanık ve hüzünlü de olsa açık ve aydınlık bir şiir yazdı. Bir şey anlatmayan, bir öyküsü olmayan şiiri anlamsız buluyordu. Bunda anlatacağı çok şey olmasının da belki bir payı vardır. İstanbul’da, bir azınlık  olarak doğup büyümüş, ailesinde göç hikayeleri dinlemiş, kendisi on yedi yaşında Londra’ya gidip hayatını iki ülke, üç dil arasında bölerek yaşamış, yalnızlığı, ayrılığı, özlemeyi, uzakta olmayı, kaybetmeyi bilen, ama mücadeleyi, sokakta, insanlarla birlikte olmayı, onları tanımayı da en az onun kadar iyi bilen bir şairdi. Hep bir yerlere ve birilerine geri dönmekten söz etti. Eskiye kazı yapar gibi bakan, ama bugüne dairse ve değerse bir şeyler söylemeyi anlamlı bulan bir tavrı vardı. Kendi hayatını ve iç dünyasını anlattığı kadar tanıdığı insanları ve tarihi kişilikleri de şiirle anlattı. Bir şair iç dünyasını, anlatmadan da açığa dökebilir. Roni Margulies anlatmayı, kendini sonuna kadar şiirle açmayı seçti. Samimi şiir olarak bunu gördü ve bu onu iyi bir şair yaptı. Bugünden geriye bakınca ’80 kuşağı içinde yapılan o tartışmanın aslında iyi ve samimi şiir tartışması olarak yaşandığını görüyorum. Samimi ve iyi olanlar bugüne kaldı. Roni’nin şiiri de onlardan biriydi ve öyle kalacak. Bölünen hayatları, geçmişi ve insanı anlatan bir şiir Roni Margulies’in hayatı İstanbul ve Londra arasında ikiye bölünmüştü. Bunu şiirlerinde bir tema olarak da görürüz. Ama en sonunda hep bir İstanbulluydu. Bunun en güzel örneklerinden biri İki Kentin Öyküsü’dür. Uzun uzun Londra’yı ve üzerinde ne izler bıraktığını anlattıktan sonra şöyle biter o şiiri: “… Şimdi de zaman zaman bir çocuk sanatçı gibi, turnede gibi hissetmekten alamıyorum kendimi: Bir sahne gibi geliyor Londra bana bazen, piyes İngilizce, oyuncuların çoğu Türkiyeli. O akşam yaşlı bir turist durdurdu beni, bir adres sordu, her gün geçtiğim önünden. Durakladım. Bilmem aklımdan neler geçti. “Kusura bakmayın”, dedim, “Londra’lı değilim ben”. (Bilirim Niye Yanık Öter Ney’den) Okul yılları, çocukluk, gençlik ve o yılların İstanbul’u, Maçka’dan Yeşilköy’e, şiirlerindedir. Geçmişe ve o yıllara dair düzyazı kitapları da var tabii. Şiirleriyse, en sonuna kadar sizi ucuna takıp götürür ve usulca bırakıverir yere: “…Anladım, yanlıştı beklentilerim. Ne olabilirdi ki? Yaş olmuş elli! ben de zaten o Roni değilim. o köy onundu, bu köy benim.” (Orda Bir Köy Var…, TK1980’den) Bazen de belirsizce… Gece yarısı uyanır, rüyasında kimi görmekte olduğunu çıkaramaz, mutfağa iner, aklına matematik hocası Peter Barrett gelir birden: “… Gördüğüm rüyayı hatırlayamadım ama, sabah yarı karanlık odama döndüğümde anladım Barrett’in niye geldiğini aklıma: “Fitzgerald der ki”, demişti bir mektubunda, Herkesin yüreğinin bir köşesinde her zaman üçüdür saat gecenin”. (Gecenin Üçü, Saat Farkı’ndan)   Tabii insan hikayeleri. Memleketimden İnsan Manzaraları gibi, ama kısa şiirlerle, birkaç fırça darbesiyle çizilen portreler. İyi bir portrenin insanın sadece resmin çizildiği anki görünüşünü değil, hayat hikayesinden kişiliğine kadar her şeyini yansıtması gibi bütünlüklü, ilk kitabında anneannesi ve dedesinin hikayeleriyle başlayarak, İstanbullu, Türkiyeli azınlıkların, mübadillerin, sürgüne gidenlerin, Londra’daki göçmenlerin, işçilerin, grevcilerin, yaşlı devrimcilerin ve tabii Mağrur Olma Padişahım kitabındaki komitacıların şiirleri. Roni Margulies aynı zamanda bir portre şairidir: “… Artin’in babası doksan beşinde çok sevdiği rakıyı bıraktığında, “Dokunuyor oğlum bana” demiş, tek damla içmemiş sonra bir daha. … Yıllar geçtikçe çoğalmış sonra dokunan şeyler. Canı sıkılmış. Ve doksan sekiz yaşındayken ipten dönüp sessizce bir ikindi vakti bırakmış dokunulmayı Avedis Efendi.” (Vakıflı Köyü’nün İpi, Ornitoloji’den) Ve tabii hep Elsa gelir aklına… “… Ayrıntılardan arındırsam hayatımı; desem ki: ben Elsa’yı çok sevdim. O kadar. Bir kapı aralandı kısaca: Bir başka dünyada, başka bir çağda mümkün olabileceğini gördük aşkın. Usulca kapandı tekrar kapı sonra.” (Çağımızda Her Aşk, Elsa’dan) İmgeci şiir tarafından bakıldığında fazla düz ve yalın bir şiir gibi gelebilir Roni Margulies’in şiiri. Ama onun şiirinde “sehl-i mümteni” vardır sıklıkla: Hiç öyle sanmayın, o dizeyi yazamazsınız. Elhan-ı Şita Şimdi, Roni’nin ardından, bütün şiir kitaplarını raftan indirip tekrar okumak kolay değil, o şiirlerin artık tamamlandığını düşünmek acı veriyor. Ama kişisel bir notla bitireyim bu veda yazısını. Yıllar önce, şiiriyle ilgili kısa bir mail yazışmamız olmuştu. Çok cesaret edemezdim aslında, o kadar güncel mesele varken mücadelenin içindeki bir insana şiiriyle ilgili bir şey yazmaya. Bana cevap olarak yeni yazdığı bir şiirini (Elhan-ı Şita) göndermişti. Sonra, aynı dönemde birkaç da kuş şiirini yollamıştı. İnsanı özel hissettiren anlar. O şiirler daha sonra son kitabı Ornitoloji’de yer aldı. Bana gönderdiği şekliyle o şiiri, Elhan-ı Şita’yı alıyorum son olarak buraya. Güle güle Roni. “Beşiktaş günlerimin ilk karı yağıyor. Londra’da oturur her kış, buraları düşlerdim. Geldim. Buradayım işte artık. İşte ağır bulutlar, karlı kaldırımlar ve anlamsızca, acımasızca esen rüzgâr. Sessizce gezindim sokaklarınızda bu akşam: Her gece saat 11’de çay demleyen bakkal, hemen yanında sepet sepet kuşburnu, zerdeçal, keçi boynuzu, zencefil ve bilmediğim bitkiler, züccaciyeci, sonra Elit Profiterol, künefeci. Zor dayanıyor tenteler üstlerindeki karlara. Çilingir, terzi ve yanı sıra çeşit çeşit tamirci: “Her türlü elektronik eşya tamir edilir” ve bisiklet tamircisi ve saat tamircisi. Döndüm, ey tamirciler! Buradayım artık. Geldim, teslim ediyorum işte kendimi size. Tamir edebilecek misiniz geçmişimi? Dönüp bakmadıklarımı, kırıp geçtiklerimi? Tamir edebilecek misiniz kalan günlerimi?”

“Artık yalnız özlemler geçerli” - II

Bebek/Arnavutköy Bu bileşimin bir unsuru kuşkusuz Robert Kolej oldu. Kısmen hocalar ve okuduklarım; daha önemlisi yeni edindiğim arkadaşlarım. Bugün düşündüğümde abartıyorum biraz: Kolej'e temiz bir Yahudi çocuğu olarak girdim, şimdiki bana çok benzeyen bir çocuk olarak çıktım gibime geliyor. İşin aslı öyle değil herhalde, liseye başladığımda zaten çok okuyan, meraklı, derslere değilse de dünyaya karşı ilgili bir çocuktum. Ateisttim. İlk şiirlerimi orta okulun sonlarına doğru yazmaya başlamıştım. Bu hammaddeyi Kolej hızla yoğurdu, doğru, fakat mamul madde haline getirmedi. Bugünkü kişiliğimin oluşması için 17 yaşımda tek başıma yabancı bir ülkede yaşamam gerekecekti. Korunmuş bir çocukluk ile Kolej yıllarının yarattığı pırıltılı özgüven ve yenilmezlik duygusunun İngiltere'deki ilk yıllarımın tarifsiz yalnızlık, özlem ve önemsizlik duygularıyla dengelenmesi, tamamlanması gerekecekti. Kolej'de Şavkar Altınel ve Hulusi Özoklav verimli bir tarlaya yağan yağmur gibi bir etki yarattılar hayatımda. Şavkar'la Hulusi High School’dan dosttular, kolay değildi aralarına katılmak. Beni niye kabullendiklerini merak ederim. Çarpıcı ölçüde zeki, yetenekli çocuklar az değildi Kolej’de, fakat Şavkar ve Hulusi bu ortamda bile çarpıcıydılar. Her okulda değişik gruplar halinde yaramaz ama derslerinde başarılı, çalışkan ama pırıltısız, zeki ama tembel, sanata ve düşünceye eğilimli çocuklar olur. Bu iki arkadaş bütün bu grupların özelliklerini taşırlardı. Not sıralamasında da birinciydiler, içki ve sigara içmekte de; okulun edebiyat dergisini hazırlamakta da önde gelirlerdi, okuldan kaçıp sinemaya gitmekte de. Şavkar tüm hergeleliklerimize katılsa ve hatta elebaşılık da etse, daha çalışkan ve disiplinli olanımızdı. Başarıları daha o zaman göze batmaya başlamıştı. Hem High School hem Kolej'de sınıf ve okul birincisiydi. Her yıl okulun tüm şiir ve edebiyat ödüllerini kazanırdı. Yüzyılın en büyük romanını yazacağından ve büyük olasılıkla da İngilizce yazacağından hiç kuşkusu yoktu. Hiç kaçırmadan okuduğumuz Memet Fuat'ın Yeni Dergi'sinde bir yazısı çıkmıştı: İlhan Berk'in bir şiirinde Eliot'ın Çorak Ülke'sinden etkilendiğini anlatıyordu. Bunun "etkilenme" değil, daha başka birşey olduğunu bugün hem Şavkar hem ben tahmin edebiliyoruz, ama o zamanlar hem genel olarak dünyanın, hem de edebiyat dünyasının daha masum, daha temiz olduğunu sanırdık. Hulusi daha derbeder, daha çokyönlüydü, daha dolu dolu yaşardı. Parmak kadarken mahalle kaldırımlarında tebeşirle karmaşık matematik problemleri çözen bir çocuğa lise dersleri de çalışma gerektirmeyecek kadar kolay geliyordu herhalde. Herşeyi hepimizden daha ileri götürürdü. Lise 3 bitirme sınavlarından önceki gece Gayrettepe'deki evlerinde cep kanyağı içerken bilmem kaçıncı şişeyi açtığında "Yeter, sınıfta çakacağız" diye şişeyi kapıp pencereden sallamıştım. Bacak arama attığı tekme sonucu gerçekten de çakacaktım; tembellikten değil, acıdan. Durmak bilmezdi Hulusi, hiçbir zaman da öğrenemedi. Sonra hepimizden önce durdu. Kırk yaşında üç gün içinde pankreas kanserinden öldü. Geride bıraktığı tek şiir kitabını yayınlatabilmek için Şavkar'la ben hâlâ uğraşıp duruyoruz. Şimdi o günleri düşündüğümde bazı ‘kolejli şımarık çocuk' tavırlarımız içimi ürpertiyor. Dolmuş şoförlerinin bizden çekmediği kalmamıştır. Kolejin yokuşunu iner, Bebek girişinde Taksim dolmuşu beklerken geçen dolmuşlara "Tahran!" diye bağırırdık, bazen şaşkınlıkla durur, bazen durup durmamak arasında tereddüt ederlerdi. Boğaz köprüsünün biz Lise 3'teyken tamamlanan Ortaköy ayağının yanından geçerken "Allah allah, bu da ne?" der, şoförle yolcuların tepkisini izler, cevaplarını dinlerdik. Bazen tanışmıyormuş gibi birimiz öne ikimiz arkaya oturur, ya garip tartışmalar başlatır ya kavga etmeye başlardık. Şoförün hangi nedenle kimden yana taraf tutacağını merak ederdik. Seçkin bir okulun seçkin öğrencileriydik. Sıradan insanlar bir yana, okuldaki diğer çocukların bile birçoğunu küçük görürdük biraz. Çok şükür, yaşam bu yönümüzü kısa sürede törpüledi. En sıcak ilgiyi edebiyata karşı duymakla birlikte, üçümüz de sinema hastasıydık. Şavkar bir bülbülle bir otobüsün sesini ayırdedemeyecek kadar kulak yoksunu olup üstelik bunu müziğin sanat olmaması şeklinde teorize etmeye çalışırdı, fakat Hulusi'yle ben klasikten caza, müzikallerden popa her tür müziği heyecanla dinlerdik. Ben opera dinleyemezdim sadece, otuzlarımdan sonra o da oldu. Pek fazla gezip tozmazdık; en çok birimizin evinde saatlerce sohbet edip içki içtiğimizi hatırlıyorum. Arada bir (ama parasızlık yüzünden istediğimizce sık değil) meyhaneye giderdik: Arnavutköy'de Yeni Güneş, Sarıyer'de Andon. Sinema dışında sürekli uğrak noktalarımız sadece kitapçılar olurdu: Beyazıt'ta Sahaflar Çarşısı, Osmanbey'de Sander, Nişantaşı'nda Nejat Yalkı. İngilizce kitap bulmak zordu o zamanlar İstanbul'da. Bir ara ben babamın bir arkadaşının Edip Cansever'i tanıdığını öğrenmiş, çok ısrar etmiş ve bu arkadaşının babamla beni Cansever'lerle birlikte yemeğe çağırmasını sağlamıştım. Sonra birkaç kez de Edip'le Arnavutköy’de Kaptanın Yeri'nde buluştum. "Şiir yazmak istiyorsan, Türk dilinde şiir yazmış herkesi okumuş olman gerek" demişti. Lise yıllarımda Sahaflar'dan düzdüğüm Türk şiiri kütüphanesi hâlâ muazzam bir zevk verir bana: Kitapların çoğu ilk baskı, küçücük, ince karton kapaklar koptu kopacak, saman kağıdı sayfalar kırılgan; birçoğu şair tarafından elyazısıyla birine ithaf edilmiş. Bugün pırıl pırıl yepyeni bir Bütün Eserleri cildi yerine, Yerçekimil Karanfil'in o masmavi, el boyu ilk baskısını okumak çok daha keyifli nedense. Şavkar' la Hulusi için spor yapmak düşünülmez bir angaryaydı. Bense başta futbol olmak üzere tüm sporlara meraklıydım. İlk futbol maçına ilkokuldayken büyükbabamla gitmiştim. Dolmabahçe’de Mithat Paşa Stadı yeni çimlendirilmişti sanırım, 5-6 yaşlarındaydım herhalde. Merdivenlerden çıkıp bana sonsuz gibi görünen o yeşilliği ilk gördüğümde yüreğim ağzıma gelmişti. Fenerbahçe (neden Fener'liydim acaba?) Hacettepe'yi 4-1 yenmiş, gollerden birini Mikro Mustafa atmıştı.  Bu yönümü hiç kaybetmedim. Şiire ve genel olarak sanata düşkün bir çocuktum, ama aynı zamanda hergün okulda top oynar, zaman zaman futbol ve basketbol maçlarına giderdim. Yaptığım herşeyi çok ciddiye alırdım, ama ciddiyetinin yanında hafifliğim de hiç eksik olmazdı. Şavkar ve Hulusi'yle de dosttum, top oynamak ve kız peşinde koşmaktan başka birşey düşünmeyen dostlarım da vardı. Yirmiüç yıllık örgüt yaşamımda, bazılarınca komünist olmanın gereği sanılan asık suratlı ağırbaşlılığa hiç ödün vermedim, ama kararlılığımdan kuşku duyan tek bir kişi de olmadı sanıyorum. Bir yanım ciddi, bir yanım vurdumduymaz; bir yanım evcil, bir yanım derbeder; "ben iki kişiyim, elimden gelen bu". Kolej' deki diğer iki önemli dostum Fikret Sılay'la Osman Tümay'dı. Osman'la orta okul yıllarında komşu da olduğumuz için daha da yakındı dostluğumuz, sonra bir süre zayıflar gibi oldu, yıllar sonra yeniden alevlendi. Fikret’le orta okul yıllarında uzak dost, lisede tatil dostuyduk, sonraki yıllarda has dost olduk. Şimdi olduğu gibi o zamanlar da Fikret az konuşur, çok zaman hiç konuşmaz, dünyayı ve özellikle de insanları pek sınırlı bir ilgiyle izlermiş gibi dururdu. Bense bunun böyle olmadığını biliyordum. İnsanlara değil, ama dünyaya derin bir merak ve keskin bir zekâyla bakardı Fikret. Okulda hiçbir çevreye dahil değildi, sonra da olmadı. Derslerin tümünü anlamsız bir angarya olarak görürdü. Milli sutopçu ve yüzücüydü, yaşı geçince dalgıçlığa başladı; denizden uzak kalmamak için bir gün balık olmayı bile deneyebilir, şaşmam. Kolej' de 3-4 hafta süren Noel ve Paskalya tatillerinde Fikret'in elebaşılığında birkaç arkadaş uzun gezilere çıkardık: Konya, Kayseri, Nevşehir, peri bacaları, Pamukkale, Alanya, Antalya. Türkiye'yi ne kadar gezmişsem o yıllarda gezmişimdir. Daha sonra İstanbul’la Kuzey Ege'den ibaret görmeye başladım Türkiye'yi çünkü. Bu gezilerden birinde, Konya'dan dönerken Adapazarı yakınlarında trenimiz demiryoluna paralel giden asfalttan raylara düşen bir otomobile çarptı, lokomotif ve ilk iki vagon devrildi, biz bulunduğumuz üçüncü vagondan çıkıp yola düştük. Bir yanımız demiryolu, bir yanımız sıradağlar, ay bulutların arkasına saklanmış: Hayatımda hiç bu denli karanlık bir gece hatırlamıyorum. Az sonra çakmaklarımızın ışığında "Mekece 12 km" tabelasını okuduk. Mekece'nin Ulan Bator'a mı, İstanbul'a mı daha yakın olduğunu hiçbirimiz bilmemekle beraber yürümeye devam edip sabaha karşı şeytanın sikiştiği bir kasabaya vardık. Tam meydana ulaştığımızda, önümüzden geçen bir otobüsün muavini arka kapıyı açıp gecenin ortasında "İstanbul ! İstanbul yolcusu var mı?" diye bağırdı. O an anladım ki hayatımda hiçbir zaman çok kötü birşey gelmeyecek başıma. Tüm bu gezilerde içimde tam anlam veremediğim bir korku olurdu hep. Evden uzak olmak korkusu. Yıllarımı aldı bunu aşmak. Şimdi daha iyi yorumlayabiliyorum bu korkuyu: Korunmuş bir çocukluk, evhamlı bir anne insana, bilinçli veya bilinçsiz, dünyanın düşman ve korkulu bir yer olduğu hissini veriyor. Oysa, bir süre yalnız yaşadıktan sonra dünyanın ne dost ne de düşman olduğunu, kimseyi takmadığını anlıyor insan. Hem bu nedenle, hem artık ev diye düşündüğüm bir yer olmadığı için, eski korkum kalmadı; aksine, en çok seyahatlerde, yabancı şehirlerde mutlu hissediyorum kendimi. Bilmediğim sokaklarda yürür, bilmediğim kahvelerde otururken; küçük, kimliksiz otel odalarına dönerken, Neredeydim, nereye geldim! Tüm okul hayatım boyunca bir kez ikmale kaldım. Edebiyattan! Lise 1 'de hocamız Şefik Bey sık sık bana "Sizi yine Dilberler'in önünde kanişinizi gezdirirken gördüm monşer!" derdi. Ne köpeğim kanişti oysa, ne de her Cumartesi Vali Konağı ile Rumeli Caddesi'nin köşesinde Dilberler'in önünde buluştuğu rivayet olunan ‘diskotek gençliği’ne dahildim. O zaman bunu farkedemeyen Şefik Bey sonra o sınıftan üç şair çıktığını, Şavkar'la Ali Günvar'ın yanında üçüncüsünün de ben olduğumu farketmiş midir? Hayatında ders dışında şiir okumuş mudur? Sanmam. Türk hocaların çoğu Şefik Bey gibi olduğundan, çocukların saygısını ve sevgisini kazanmaya çalışmak yerine bu saygıyı salt hoca oldukları için zaten hakettiklerini düşündüklerinden, hiçbirini sevmez ve saymazdık. İnsanın kendinden değil de, ünvanından, yaşından, üniformasından kaynaklanan bu hak iddia ve beklentisi beni o zaman da rahatsız ederdi, bugün daha da çok ediyor. Ve Türkiye'de öylesine yaygın ki. Amerikalı hocalarımızla ise hiyerarşik ilişkiler değil, insan ilişkileri kurmamız mümkündü. Bizleri adam yerine koydukları için, birçoğuyla dost olurduk. Tom Davis, örneğin, Ohio Üniversitesi'nde basketbol bursu ile okumuş iki metreyi aşkın bir işçi çocuğuydu. Hem bize edebiyat okutur hem de, yanlış hatırlamıyorsam, Beşiktaş'ta basket oynardı. Sabah sınıfa girer, "Sınav var bugün, soruları söylüyorum, yazın" derdi, yazardık: "Bless Their Pointed Little Heads kimin uzunçalarıdır?", "Son okuduğunuz roman hangisiydi, beğendiniz mi?" derdi. Matematik hocam Peter Barrett biz liseyi bitirdiğimizde Kolej'den ayrılıp İran'da bir okula gitmişti. Birkaç kez yazışmıştık. Benim İngiltere'deki ilk yılımda yazdığım mutsuz bir mektuba yazdığı cevapta F. Scott Fitzgerald’dan alıntılayarak "Herkesin yüreğinin derinliklerinde saat her zaman sabahın üçüdür" demişti. Bazı akşamlar birkaç arkadaş yine matematik dersi veren Grady Hobson'ın okul alanı içindeki evine gider, müzik dinler, sohbet ederdik. Bunu bir Türk hocayla yapabilmek düşünülemez birşeydi., hem hocalar hem bizler için. Edebiyat dersinde Steinbeck'ten Kafka' ya, Pirandello'dan Camus'ye, Beckett'ten Sartre'a, Ionesco'dan Faulkner'a, yirminci yüzyıl Avrupa ve Amerika edebiyatının bütün kalburüstü isimleriyle tanıştık. Tanışmak bir yana, ben tümüne birden aşık oldum. Üniversitede edebiyat okuyacağımdan kuşkum kalmamıştı artık. Okuyamadım, o başka. Bir de, İngiltere'de okumak istediğimi çok iyi biliyordum. Niye istediğimi ise hatırlayamıyorum. Koleji bitirenler genellikle Amerikan üniversitelerine giderdi. Bizim sınıfın 110 kadar mezununun yarıya yakını, birçoğu burslu olmak üzere, Amerika'ya gitti, birçoğu hâlâ orada. Benim üstelik hem büyükbabam, hem babam Amerika'ya gitmemi istiyorlardı, ben İngiltere diye direttim. Bu diretme hayatımın en önemli dönemeçlerinden birinde ne tarafa sapacağımı tayin etti, bense niye direttiğimi hatırlamıyorum! İyi ettiğimi biliyorum ama. Lise 3' ten mezun olduğum yaz Yeşilköy'de geçirdiğim son yaz oldu. Şavkar edebiyat okumaya Chicago'ya, İrvin Massachusetts'e gidiyordu, Osman'la Hulusi ODTÜ'yü, Fikret Boğaziçi'ni kazanmıştı. Dağılıyorduk artık. Çevremde sevdiğim ve beni seven insanların en kalabalık olduğu, akılları benimki kadar meraklı, aç ve açık olan dostlarla en yoğun etkileşim içinde olduğum dönem kapanmak üzereydi. O yaz birgün Hulusi Yeşilköy'e gelmiş, gece bizde kalacaktı. Ben ertesi hafta İngiltere’ye gidiyordum. Akşam geç saatte yürüyüşe çıktık. O sıralarda umutsuz bir sevgiyle sevdiğim Çela'ların Çınar Oteli'nin karşısındaki evinin önünden geçtik. Işık yoktu. İyi hatırlıyorum, o an herşeyi kaybetmek üzere olduğumu hissettim. Herşeyi kaybetmedim elbet, ama neler kaybettiğimi yıllar sonra Şavkar'ın amcası Sabri Altınel dile getirdi. Harbiye'deki evinde görmeye gitmiştik onu. Şavkar'ı Türkiye'ye dönmeye ikna etmeye çalışıyordu. "İnsan", dedi, "bir kuşakla birlikte büyüdüğünü, birlikte yaşlandığını hissedebilmeli. Örneğin, X'in Gaziantep valisi olduğunu okuduğunda, X'i iyi tanısa da, tanımasa da, ‘Yahu, biz sınıf arkadaşıydık’ diyebilmeli”. Bence iyi ifade edemedi Altınel bunu ama, ben ne demek istediğini çoktan anlamıştım zaten. Ali Günvar’ın bir gün dediği gibi, “Dört bir tarafa dağılmasak çok daha yaratıcı olabilecektik belki de”. Akşamdan bavulumu hazırlamıştım. 5 Eylül 1972 sabahı ailecek uyandık, arabayla birkaç dakikada Yeşilköy Hava Meydanı’na ulaştık. Arkamdan ağlayanlara, el sallayanlara gülümsemeye çalışarak babamla gümrükten geçtiğimizde birkaç kapı birden kapandı sanki ardımdan. Bu gülümseme hayat boyu terketmedi yüzümü. Uçak Florya’nın üzerinden geçip Marmara’nın üzerindeki bulutlara doğru yükselirken beni nelerin beklediğini değil, geride bıraktıklarımı düşünüyordum salt. Sonraları yazdığım tüm dizeler arasında belki de en doğrusu “Artık yalnız özlemler geçerli”. Ama bağırıp çağırmadan, tepinmeden; gülümseyerek.  Roni Margulies   Not: Bu yazıda “her şey, bir şey, fark etmek, yüz yüze, ayırt etmek, terk etmek, çok yönlü” vb. gibi (artık) ayrı yazılan sözcükleri Roni birleşik olarak yazmış. Hiçbir düzeltme yapmadan olduğu gibi yazıya geçirdim. Gördüğüm iki sözcük hatası “olduğunda” yerine “olduğunde” ve “çözemediğim” yerine “çözemediğin” yazdığı sözcüktür, onlara dahi dokunmadan olduğu gibi aktardım. Sayfaları tarayıcıdan geçirerek Word dosyasına aktarmaya çalıştığımda fark ettim ki, İngilizce’de olmayan bütün (ş,ğ,ü,ı,ç gibi) harflerin geçtiği yerler sorunluydu (mesela ‘büyükbabamın’ diye yazdığı sözcük tarama sonucunda “Bilytikbabanun” olarak gözüküyordu) o nedenle baştan sona bütün satırları denetleyerek ve onun kendi “hata”lı sözcüklerine de dokunmayarak, düzeltmeler yapıp Word dosyasına yeniden yazdım. Tarama sonucu oluşan bu hataların sebebini hatırladım hemen. Windows 95 kullanmaya başlamıştı Roni ve Türkçe fontları ekleyememişti bilgisayarına. O nedenle Almanca’dan “ö,ü”, bir başka dildense “ş” gibi tek tek harfleri sanal klavye ile girerek ekliyordu yazdığı metinlere. Sonradan bu fontların nasıl ekleneceğini öğrendim, ona da anlattım ve ”nihayet halloldu be Şeref” demişti. 

Geri 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 İleri

Bültene kayıt ol