Brecht: Diyalektik tiyatro

İrlandalı sanatçı ve aktivist Sinéad O’Connor'un ardından

"Hayatı, anılarında belirttiği gibi “İrlanda'nın hikayesi” olarak adlandırdığı şeyi yansıtıyordu. Teokrasiden uzaklaşma, çocuk istismarıyla hesaplaşma, ruhsal sıkıntılar konusunda artan farkındalık..."

(Seçtiklerimiz) Roni Margulies’e veda

Adını şiir çevrelerinde Tan dergisinin sekizinci sayısında yer alan “Yenilenmek” ve “Anacadde” başlıklı iki şiiriyle duyuran Roni Margulies (1955) yaşamını yitirdi. İstanbullu şair Margulies'in ilk kitabı 1991’de “Her Rind Bilir” adıyla yayımlanır. Şairin sonraki yıllarda çıkan şiir kitapları şunlar “Gün Ortasında” (1992), “Mağrur Olma Padişahım” (1994), “Bilirim Niye Yanık Öter Ney” (1996), “Elsa” (2000), “Saat Farkı” (2002), “TK1980” (2006), “Apollon Yılları”, “Ornitoloji” (2017). Roni Margulies’in 1985 ila 1995 yıllarındaki şiirlerini bir araya getiren ilk dört kitabı 2000’de “Uzaklıklar” adıyla, toplu şiirleriyse 2014’te “Telgraf Çiçeği” olarak okurla buluşur. “Uzaklıklar”, şairin okura ve tarihe karşı duyduğu sorumluluğun gereği olarak yazdıklarının “hesabını veren” dikkat çekici bir önsözle başlar. SAHİCİLİK VE SAMİMİYET Şairin sorumluluk duygusu da, hesap vermeye, özeleştiriye açık tutumu da aslında şiirde sahiciliği ve samimiyeti önceleyen anlayışıyla, arayışıyla ilgilidir. Roni Margulies şiirini, bu iki özellik, sahicilik ve samimiyet ilkesi üzerine kurmuştur diyebiliriz. Bu tutum, “Uzaklıklar”ın girişindeki sunuş yazısında da açıkça dile getirilir. Margulies’in “Önsöz” olarak yazdığı sunuş yazısından bir bölümü aktarıyoruz, ama metnin tamamının okunmasını da öneririz: “Elinizdeki kitabı bu şekliyle yayınlamadan önce çok düşündüm. İlk iki kitabımı yayınladığımda çok da genç değildim gerçi artık, fakat yaşça olmasa da, şairliğim açısından gençlik eserleri olarak görüyorum bugün onları. Bir iki istisna ile, bugün yazsam öyle yazmazdım diye düşünüyorum o şiirleri. Bıraksam da tarihin acımasız daha okudum ilk kitabım ‘Her Rind Bilir’i. Hatırlıyorum, Murathan Mungan Remzi Kitabevi'ne hazırladığı ‘Çilek’ dizisi için benden bir dosya istediğinde, uzun zamandır şiir yazıyor ve dergilerde yayımlıyor olmama rağmen, ilk kitabımı yayınlayacak olmanın o tarifsiz heyecanına kapılmadım, tüm şiirlerimi dahil etmedim dosyaya. Şairlere çok zor gelen ve zor olduğu için pek çok şairin çok fazla yayınlama tuzağına düşmesine neden olan eleme sürecinden geçirdim o güne kadar yazdığım şiirleri. Bu nedenle olsa gerek, Rinddeki şiirleri biraz acemi buldum, zanaat açısından bazılarını zayıf buldum; ‘Şu dize daha güzel yazılabilirmiş’ dediğim oldu, ‘Şunu şöyle ifade etseymişim’ diye düşündüğüm oldu; fakat ‘Bu şiiri niye yazmışım ki?’ dedirtmedi bana şiirlerden hiçbiri. Şiirlerde ifadesini bulan dünya görüşü, kaygılar ve özlemler, sevinçler ve acılar bugün de geçerli benim için. ‘Efekt’ yaratmak için, ‘hoşluk’ olsun diye, salt güzel şiir yazmak kaygısıyla yazmamışım şiirlerden hiçbirini. ‘Sahiden’ yazmışım. Bu söylediklerim ‘Gün Ortasında’daki şiirlerden bazıları için de geçerli. Daha ustaca yazılabilirlermiş, ama sahte değiller. Ayrıca, bu kitapta belki de bugüne kadar bir eşini daha yazamadığım ‘Polonya’ya Mektuplar’ şiiri var, yazarken duyduklarımı bugün okuduğumda bana yeniden yaşatabilen ‘Mendirek’ ve ‘Ağıt’ şiirleri var. Son tahlilde şiirde ustalıktan ziyade sahiciliğe önem verdiğim için, ‘Her Rind Bilir’ ile ‘Gün Ortasında’yı sahiplenmeye, altlarına imzamı yine atmaya karar verdim. ‘Bilirim Niye Yanık Öter Ney’ ve ‘Mağrur Olma Padişahım’a gelince, bu kitaplarla ilgili hiçbir kaygım, hiçbir çekincem yok zaten.” ‘POLONYA MEKTUPLARI’ Margulies’in ikinci kitabı “Gün Ortasında” yer alan “Polonya Mektupları” şairinin “anlatımcı” poetik çizgisini, şiirdeki tavır ve tutumunu yansıtan örnekler olarak da değerlendirilebilir. “Polonya Mektupları” üç ayrı şiirden oluşan kısa bir seri. Şiirlerin Didem Madak’a çağrışımla “Polyana’ya Mektuplar”ı yazdırmış olabileceği de düşünülebilir. Madak’ın şiirinin daha sonra yayımlandığını da kaydedelim. İncelemeye açık. Roni Margulies’in “Polonya Mektupları”nın üçüncüsünden bir bölüm paylaşalım: Kocamın işyerini ziyaret ettim bugün, yakın İstanbul'a ilk ayak bastığımız yere, tornalar, motorlar, kocaman bir yazıhane. Patron Monsieur Burla ile oturduk biraz, kopkoyu bir kahve ikram etti bana (Küçücük bir fincan, Rus malı, dokunsan kırılacak) çok sevdim, her sabah içeceğim bundan sonra.   Nasıl da yolunda gidiyor her şey. durup düşündüğümde şaşıyorum akşamları. Bu karmaşık, karman çorman şehirde kendi küçük düzenimizi kurduk işte Fakat bir esrar perdesi hala çevremiz ve yırtabilirsek bugün bu perdeyi, bilmem ki bakalım neler göreceğiz. ARADA SIKIŞMADAN AKAN ŞİİRLER Roni Margulies’in şiir anlayışı ve girişimiyle modern Türkçe şiirde müziğe öncelik veren “anlatımcı” geleneğin önemli temsilcileri olan Yahya Kemal, Cahit Külebi, Attilâ İlhan ve Behçet Necatigil, hatta Ahmet Oktay ekseninde, ama daha çok Yahya Kemal’le Attilâ İlhan arasında bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. Arada bir yerde durur, ama arada bir yerde sıkışmamıştır. Margulies’in şiirlerinin arada sıkışmadan, modern Türkçe şiirin içinde muterdil bir biçimde akıp gideceği yolu bulabilmiş olması önemlidir. Bunun altını bilhassa çizmek gerekir diye düşünüyor Orhan Kahyaoğlu, “Modern Türkçe Şiir Antolojisi”nde “Şair, kitaplarında bir musikiye, onun yarattığı özel duygu durumlarına derinlemesine girebilmiştir” değerlendirmesini şu ifadelerle sürdürür “Etkili bir lirizmin yanında, insanın doğasına varan kesitlerle şiirini süslemeyi becermiştir. İmge ve metaforu bırakın, basit benzetmelere bile yakınlık duymadan, tarih ve siyasayı da kapsayan temalara yakınlaşma deneyimi oldukça özgürlükçüdür. Tek sorun, şiirin içselleştirilmesi ve yalın bir dille özgün bir dize yapısı, söyleyiş tarzı oluşturmanın zorluğudur. Margulies, bazen bu bağlamda önemli bir yol kat eden şiirler yazmış; bazı durumlardaysa şiirden cümleye kayıp, bu kaymayı tekrar toparlama gibi sıkıntılı kesitlerle yapıtını bütünlemiştir. Ama saygı duyulacak nokta, oldukça zor olan bu şiir tavrını inatla sürdürüp başka bir kurma tavrına özgürce yol alabilmesidir. Politik tavrı, bu noktada onun için hem büyük bir risk hem de önemli bir yol açıcıdır. Margulies zor bir hedefin halen takipçisidir.” RİSK ALMADAN ŞİİR ZOR Kahyaoğlu, Margulies’in poetik tercihiyle birlikte aldığı riske de dikkat çeker. Ancak risk almadan şiirin zor olduğu da açık. Risk yalnızca yazım tekniği, anlatım tarzı, dile getirme biçimi bakımından değildir. Konu, tema, izlek seçimi yönünden de geçerlidir. Roni Margulies’in şiirde sahicilik ve samimiyetten ödün vermeksizin kişisel olanı toplumsallaştırma, tarihselleştirme girişimi de üstesinden gelinmesi gereken riskler içerir. Şairin üçüncü kitabı da aslında “risk”e meydan okuma girişimi olarak değerlendirilebilir. “Mağdur Olma Padişahım” adıyla 1994’te yayımlanan kitabın son şiiri “Sonsöz: Yaşlı Bir İttihatçı’nın Belki de Düşünmüş Olabilecekleri” başlığını taşıyor. İttihatçıların yaptıkları, yol açtıkları yıkım ve kıyım düşünüldüğünde Margulies’in şiirindeki yaklaşımının biraz fazla iyimser kaldığı söylenebilir. Kitap için yüzleşme, yüzleştirme şiirlerinden oluşan bir toplam diyebiliriz. Kitabın ana teması, “muktedirler de mağdur olurlar, olabilirler” şeklinde özetlenebilir. Şair yine bıçak sırtı denilebilecek bir konuyu tercih ederek risk almaktan kaçınmamıştır. Roni Margulies’in bir dönemin muktedirini mağdur olarak anlatma riskini “şair hassasiyeti”nin politik bilincine galebe çaldığı yorumu yapılabilir mi? Şiirden bir bölüm aktaralım: Ne çoğumuzun söndü ocağı, Onca suikast, idam, ölüm, Kaçımızın adı tarihe bile kalmadı. Benim, örneğin, Paris'ten dönüşüm,   Reşid’in Beşiktaş’ta intiharı, Berlin’de Talât, Cemal Tiflis’te, Malta'da kaçımızın sürgün yılları, Bir avuç kaldık 50'lere gelindiğinde. Denebilir ki (ve çok zaman denildi), “Ölüp gittiniz hepiniz işte, neye yarar,” (Nasıl da özlüyorum üstelik gidenleri.) Benim de ama bir çift sözüm var:   Silindir gibi geçti tarih üzerimizden, Doğru, bir bir kayıtlardan silindik, Ama tarih, bir yandan, başımıza gelirken, Bir yandan bizler tarihi değiştirdik. Margulies’in üçüncü kitabı “Niye Yanık Öter Ney” için Selim İleri şu değerlendirmeyi yapıyor: “Atillâ İlhan özlü konuşmasında ‘artık herkes için kimsenin şiir yazmadığını’ banka memuruna, yurttaşa, bir hekime şiir yazılmadığını, bir içe dönüklük içinde şiirin yersiz biçimde kişiselleştirildiğini söylemişti. Bilirim Niye Yanık Öter Ney, işte, o yersiz kişisellik anlayışının tam karşı uçunda bir şiir kitabı. Gerçi hayli kişisel bir dünyayı yansıtıyor ama, bir bakıyorsunuz, herkesin kişiselliğine uzanabilmiş.” İSTANBULLU ŞAİR Roni Margulies’in şair kimliği ve kişiliğinden söz ederken atlanmaması gereken iki olguya daha değinmek gerektiğini düşünüyoruz. Birini yazının girişindeki cümlede ifade ettik: İstanbullu şair. İkincisi, modern Türkçe şiirdeki yeri bakımından onun “geç seksenler” döneminin şairi olarak değerlendirilebileceğidir. Yetmişli yıllardan sonra modern Türkçe şiirde adı ön plana çıkan şairler arasında çok az İstanbul doğumlu şair vardır. Bu sayı seksenlerden sonra daha da azalır. Oysa altmışlara kadar şiirde varlık gösteren şairlerin çoğu İstanbul doğumludur. Bunun şiirde ne gibi bir önemi olduğunun izini sürmek için şairlerin dil tavırlarına ve tutumlarına eğilmek, her zaman olduğu gibi yine “şeytanı ayrıntıda aramak” gerekir. Konu aslında hayli geniş. Araştırmaya açık. Margulies’in geç seksenler şairleri arasında olduğunu söylerken dayanağımız yalnızca kitaplarının doksanlı yıllarda yayımlanmaya başlanmış olması değil. Bu da var, ama şiirindeki atmosfer, duyarlılık farkındalıklar bakımından izlediği çizgi daha önemli. Şairin 2010 yılında çıkan “Apollon Yılları”ndan yedi yıl sonra yeni kitabı 2017’de “Ornitoloji” adıyla yayımlanır. Önceki sekiz kitabı dikkate alındığında bu hayli uzun bir süre. Ancak şairin geçen süreçte birtakım yenilikler denese bile başından itibaren benimsediği çizgisini koruduğu söylenebilir. Anglosokson şiirine özgü anlatımcı öyküleyici, içeriye ve dışarıya doğru işleyen tarzın son kitabında da sürdüğünü kaydedelim. Ornitoloji sözcüğünün Türkçesi kuş bilimi. Kitap, kuşların hayatımızdaki yerinden ve özgürlükle olan simgesel bağından esinlenmiş şiirlerden oluşuyor. Üç bölüm ve kırk iki şiirden oluşan kitabın ilk bölümünde, on şiir yer alıyor. Beş şiirin yer aldığı ikinci bölümün adı “Deyrulzafaran”. Üçüncü bölümün adıysa “Deryadil Sokak”. Aktaracağımız bölüm kitabın ilk şiiri “Kuşluk Vakti”nin ilk betiği: Güneşle girdim bu sabah güne. Uyandık, baktık, yerli yerinde dünya, gece bıraktığımız gibi duruyor her şey. Ben gerinirken yükselmeye başladı o. Uçup bir kuş geçti çığlıklarla aramızdan. Roni Margulies’in şiir çevirileriyle de modern Türkçe şiire katkıda bulunduğunu kaydedelim. Ted Hughes’ten “Seçilmiş Şiirler” (1987), Philip Larkin’den “Seçilmiş Şiirler” (1990), Yehuda Amihay’dan “Seçilmiş Şiirler” (1996) ve Ted Hughes’in “Doğumgünü Mektupları”, (1998) Türkçede onun çevirisiyle yer almıştır. VEDA YAZISI Bu bir veda yazısı, sözü fazla uzatmadan, ayrıntıya girmeden geçiyoruz. Onun “ne aradığını bilen” ve “bildiği yolda yürüyen” şair kimliğine, “mutedil ve pastel şiirine” değinen daha geniş kapsamlı bir yazıyı sonraya bıraktığımızı kaydedelim ve otuz bir yıl önce babası için yazdığı “Ağıt”tan bir bölüm okuyarak bitirelim: İnişten hemen önce, uzansam dokunacam, tam uçağın altında, iki çocuk duruyor caddenin ortasında, atılıvermiş çimlere bisikletler. Biliyorum birazdan Yandımçavuş’ta macera bu ya, ayran içmeye gidecekler.   Sarsılarak değiyor tekerler yere: Yeniden yaşamaya değil bu sefer gömmeye geldim çocukluğumu, babamla beraber. Ardında bıraktığı şiirler, şair olarak yaşatacaktır onu… Güle güle şair… “Edebiyat ve Devrim”in kılavuz kalemi Troçki’ye selam söyle…

(Seçtiklerimiz) Hürriyet Bayramın kutlu olsun Roni..

2007 yılında Hrant Dink öldürüldüğünde 53 yaşındaydı. Yaşı gençti ama herkesin ondan Hrant diye bahsedeceği kadar genç değildi. Peki tanıyan ve tanımayan neden onun ardından “Hrant” diye bahsetmişti, pankartlara “Hrant” yazılmış, sloganlar “Hrant” diye atılmıştı? Mesela neden 51 yaşında öldürülen Uğur Mumcu’nun ardından yakından tanıyanlar dışında kimse Uğur dememişti? İki nedenle insanlara ön isimleriyle hitap ederiz: Tanıdığımız veya samimi olduğumuz için. Yaşça bizden büyük olan tanıdığımız, sevdiğimiz ve samimi olduğumuz insanlara da ön isimleriyle hitap etmeyiz. Kamusal bir figür olarak tanıdığımız insanlar hakkında kamusal alanda konuşurken de ön isimlerini kullanmayız. Peki o halde? Bir çeşit bilinçdışı küçümseme, ayrımcılık, “yabancı isimli arkadaşım var” ezikliği miydi bu? Aslında basit bir sebebi vardı. Pek çoğumuz için ömrü hayatımızda tanıyabileceğimiz tek Hrant, Hrant Dink’ti. Ve böylece ondan bahsederken soyadının doğal işlevi de ortadan kalkmıştı. Öldükten sonra bile olsa bir Hrant tanımak hepimize onunla dayanışma duygusu vermiş, şehirli ve İstanbullu hissettirmişti. O yüzden ondan ön ismiyle bahsettik. Herkes de kimden bahsettiğimizi anladı. Aslında 100 bin Ermeni’nin yaşadığı İstanbul’da Hrant, karşılaşma ihtimali yüksek bir popüler Ermeni erkek ismiydi. Peki ya İstanbul’da bir Roni ile karşılaşma ihtimaliniz? Roni, Kürtçe “aydınlık” anlamında gelse ve Kürtler arasında da son yıllarda isim olarak kullanılmaya başlansa da esas olarak Yahudilerin çocuklarına verdiği İbranice bir isim. Musa’nın kardeşi Harun’un İbranicesi. “Şarkım, neşem” demek. İstanbul’da içine kapalı yaşayan, haklı korkular nedeniyle ‘yabancı’larla çok da görüşmemeyi tercih eden bir Türkiye Yahudisini tanıma ihtimaliniz, Yahudilerin getto olarak yaşadığı Ulus, Göktürk gibi semtlerde oturmuyor, bazı beyaz yakalı işlerde çalışmıyorsanız çok düşük. Zaten Türkiye’deki Yahudilerin ezici çoğunluğu İspanyol kökenli Sefarad Yahudileri. Onlar İbranice değil, İspanyolcadan bozma Ladino dilini konuşuyor. Roni isminin yaygın olduğu Aşkenaz Yahudiler ise Türkiye’deki Yahudi toplumunun yüzde 4’ünü oluşturan azınlık içinde bir azınlık. Yani İstanbul’da bir Roni ile karşılaşma ihtimaliniz, Kürt milliyetçisi tanıdıklarınız yoksa, turist rehberi, otel çalışanı değilseniz çok çok düşük bir ihtimal. O halde ihtimalleri biraz daha düşürelim. Peki ya İsrail karşıtı Filistin dostu, başörtüsü yasağı karşıtı, Kürt hakları savunucusu, sosyalist hatta Troçkist, Türkçe’nin en usta şairlerinden, köşe yazarı, siyasetçi, aktivist bir Roni ile karşılaşma ihtimaliniz? İşte Roni Margulies, bu çok çok düşük ihtimali binlerce insan için gerçeğe dönüştüren, bu hayatta çoğumuzun tanıyabileceği tek Roni’ydi. Adını Polonyalı büyük dedesinden almıştı. Türkiye’de yaşayan bir insan Polonyalı bir Yahudi ile ancak bir soykırım filminde karşılaşabilirdi. Eğer Krakow doğumlu, anadili Lehçe olan dedesi, Polonya doğumlu, liseyi 1917’de St Petersburg’da okumuş anadili Rusça olan babaannesiyle evlenip, 1925 yılında çalıştığı şirket tarafından mühendis olarak bir yıllığına İstanbul’a gönderilmeseydi bu hikayenin sonu da bir toplama kampında bitebilir, hayatımızda bir Roni olmayabilirdi. 1925 yılında aralarında Rusça anlaşan Polonyalı bir Yahudi çiftin İstanbul’daki ilk ayını babaannesinin ağzından yazdığı Polonya’ya Mektuplar şiirinde anlatmıştı: 28 Mayıs 1925 İrili ufaklı yelkenlilerin arasından köprüye yanaştığında vapurumuz (puslu, karanlık bir gündü, başım ağrıyordu biraz) elele kalakaldık güvertede bir an: Kubbeler, minareler, kırmızı şapkalı adamlar, koca bıyıklı dev gibi hamallar, uçan bir hali inebilirdi her an bulutlardan.   Bugün bir ay oluyor işte geleli. İlk haftamızı geçirdiğimiz otel tam aklımızdaki Doğu hayali, kimler kalmış bilsen : Zog, Mata Hari. Bir ev bulup taşındık sonra geçen hafta: Bir zamanlar Lizst yaşamış sağımızda, sol tarafımız mason mahfeli.   Güvenim tam kocama ama düşünmeden edemiyor insan, yeni evliyim, yeni bir şehir, yeni bir hayat. Kaç yılımız geçecek burada? Burada mı doğacak çocuklarımız ? Asya'nın eşiğinde, evimden uzak, neler bekliyor beni? Neler olacak ?” Çok şeyler oldu. Bütün dünya tarihindeki en korkunç şeyler. Çalıştıkları Türk şirket Türkiye’de kalmalarını isteyince, Nazilerin iktidara gelişini, Polonya’yı işgalini ve bütün akrabaların toplama kamplarında ölümünü İstanbul’dan izlemişlerdi. Sonra oğulları Seferad bir kızla evlendi, Roni doğdu, dedesi ve babaannesi Rusça, büyükbabası ve anneannesi Ladino dili, anne ve babası Fransızca konuşan bir evde büyüdü. Robert Koleje gidip çok iyi İngilizce öğrendi, Londra’ya iktisat okumaya gidip Troçkist oldu. Orta sınıf İstanbullu bir Yahudi ailenin iyi eğitim almış beyaz yakalı üst orta sınıf oğlu olarak yaşayacağına, bir azınlık mensubunun Türkiye’de girmemesi gereken bütün tehlikeli toplara giren bir sosyalist aktivist oldu. Üstelik sosyalistlerin bile ötekisi Troçkist çizgide Troçki’yi bile eleştiren Tony Cliff’in fikri liderliğini yaptığı Sosyalist İşçi olarak tanınan bir fraksiyonun aktivisti… Türkiye’de Yahudi azınlığın, Yahudi azınlığın içinde Aşkenaz azınlığın, Sosyalizm içinde Troçkist azınlığın, Troçkist azınlık içinde de bir fraksiyonun parçasıydı. Ama böylesine marjinal bir insanla 90’ların sonundan 2020’lere kadar İstanbul’da yaşayan ve siyasi-sosyal olaylara duyarlı bir insansanız tanışma ihtimaliniz bir hayli yüksekti. Ayağını bir sandalyeye koyup, bir daha duymanız zor orijinal bir aksanla Türkçe konuşan ama Türkçe’de böyle bir profilden duyamayacağınız fikirleri savunan Avrupai adlı bir Yahudi ve sosyalist hayatta kaç kez karşınıza çıkabilirdi ki? Roni her yerde karşınıza çıkabilirdi. Irak işgaline karşı Taksim’deki otellerden birinin yerin üç kat altındaki salonlarında, Mazlumder’in, Özgür-Der’in Filistin eylemlerinde, askeri vesayete karşı bir yürüyüşte, Marksizm konulu bir konferansta, Kürt meselesiyle ilgili bir basın toplantısında, Hrant Dink anmasında, şehrinizdeki bir Yetmez ama Evet panelinde, küresel ısınmaya karşı bir eylemde, mülteci haklarıyla ilgili bir tartışmada… Muhakkak bir kere televizyonda İsrail’e laflar sayarken, milliyetçilerle tartışırken, başörtüsü yasaklarını, askeri vesayeti eleştirirken onu izlemiş, Taraf’taki, Serbestiyet’teki bir yazısını okumuşsunuzdur. Çoğumuzun kendi kimliğimize alamadığımız mesafeyi bir Yahudi’nin dünyadaki tek Yahudi devletine karşı almış olmasını takdir de etmiş olabilirsiniz. Ama tarihe ve şiire meraklılar dışında pek azımız Roni’nin 1908 Devrimi ve İttihatçılara olan merakından haberdar olmuştur. Peki, Türkiye’de devlet, ordu, milliyetçilik denince tüyleri diken diken olan, hayatı bunlara karşı mücadeleyle geçmiş, 1915 için anmalar düzenlemiş bir Türkiye Yahudi’sinin, İngiliz ekolünden bir Troçkist’in ne işi olurdu İttihatçılarla? Belki de benzerinin hayallerini kurarken, bizde okullarda hala “2. Meşrutiyet’in İlanı” diye geçiştirilen 1908 Devrimi ile heyecanlanmış Troçki’nin yazdığı yazılar dikkatini çekmişti. Oturup İttihatçıların ağzından hayatlarını anlatan şiirler yazacak kadar döneme hakimdi. “Yaşlı bir İttihatçının belki de düşünmüş olabilecekleri”, Mithat Şükrü Bey’in hüznü”, “Hatibi Şehirin Tifüsten Ölümü” adlı şiirlerini topladığı “Mağrur Olma Padişahım” adlı tarih-şiir kitabında İttihatçıların hatibi, Babıali Baskını’nın ajitatörü Ömer Naci için şöyle bir şiir yazacak kadar o günlerin içinde yaşıyordu: “Tek bir şey istemişti hayatı boyunca Ömer Naci. Bab-ı Ali baskınında fırlayıp askerlerin önüne, Açıp bağrını bar bar bir bağırması var ki, Ağzı açık bakakalmıştı Enver Paşa bile: “Vurun, karşınızdayım işte, öldürün beni”. Üstüne gider gibiydi ölümün hep böyle. Tek bir şey istemişti hayatı boyunca Ömer Naci. Cemiyet Doğuya göndermişti onu bir keresinde. Bir an evvel o taraflarda örgütlenmek gerekliydi. Hastayken ve beş kuruş bile yokken cebinde, 0 koyu istibdat döneminde kalkıp gittiydi. Van civarında teşkilat kurulmuştu geri geldiğinde. Tek bir şey istemişti hayatı boyunca Ömer Naci. Filozof Rıza Tevfik’le bir tartışması destandı dillere, Paris’teyken her fırsatta Jean Jaures'yi dinlerdi. Hem Merkez-i Umumi’nin değişmez üyesi, hem de “Hatib-i şehir, filozof, şair, mütefekkir” idi. Ancak, şüphesiz, eylem adamıydı her şeyden önce. Tek bir şey istemişti hayatı boyunca Ömer Naci: Ölmek — vatan için ve büyük kalabalıklar önünde. Kerkük’te bir hastanede oysa yapayalnız gitti. Duyar gibi oluyorum şimdi son sözlerini: “Demek böyle Allah’ın belâsı bir yerde, Ne yapalım, tifüsten ölmek varmış kaderde”. Sadece şiirlerini de yazmamıştı. 1908 Hürriyet Devrimi ve İttihatçılar üzerine önemli bir koleksiyonerdi de Roni. Dönem üzerine akademik bir çalışma yapan birinin “Manastır’da İlân-ı Hürriyet: 1908-1909 Fotoğrafçı Manakis Biraderler” kitabına bakmaması düşünülemez. O kitabı hazırlayan Roni Margulies’ti. Emanuel Karasu üzerine Payitaht Abdülhamid türü dışında ciddi bir şey okumak ve yazmak isteyen de muhakkak Roni’nin ciddi akademik mecralarda çıkmış makaleleriyle karşılaşır. Peki, Roni’nin 1908 ve İttihatçılara bu merakının sebebi ne olabilirdi? Son nesil İttihatçılar gibi vurdu-kırdı-fedailik-komitacılık-Türkçü ergen heyecanlar için değildi tabii bu merak. Onunla bunu birkaç kez konuşmuştuk. Anladığım bütün hayatı devrim için mücadeleyle geçmiş demokrat bir sosyalist olarak, Türkiye tarihinde benzerleri az olan devrimci bir an, hürriyet bayrağının yükseldiği bir altüst oluştu onun ilgisini çeken. Üstelik o altüst oluşun, devrimin içinde, öncü kadrolarında Yahudiler ve Ermeniler de vardı. İttihatçılara değil, şimdilerde izi kalmamış o çok kültürlülüğe bir hayranlık duyuyordu. Bugün tekrarı yaşanamayacak, kısa süreli olsa da, sonu büyük trajedilerle bitse de bu ülkede yaşanmış hürriyetçi, devrimci bir anın hatıralarını yaşamak, toplamak ve çoğaltmak hatta bir miktar parçası olmak istemiş olmalı. Üstelik bu birkaç yıllık heyecanın sonunu ve neden olduğu trajedileri bile bile. Ama o trajediler, 1908’deki devrimin ilericiliğini değiştirmiyordu. Aslında Roni, 1908’e de “Yetmez ama evet” demişti. Tıpkı şimdi arkasından hakaretler edenlerin unutamadığı AK Parti’nin bir dönemindeki demokratik açılımlara, reformlara yetmez ama evet demesi gibi. 1908’de İttihatçılara destek vermek, 2010’larda AK Parti’ye destek vermek, 2023’de CHP’ye destek vermek bir riskti. Ama alınması gereken risklerdi. “Yetmez ama evet”lerin sonu hayal kırıklığı, mahcubiyet olabilirdi. Ama aksi durağan tarih içinde ender sıçrama anlarına kayıtsız kalmak olurdu. Daha konforlu, risksiz ama faydasız bir pozisyondu bu. Siyaset yapmak değişimi izlemek yerine, onu teşvik etmek, yönünü belirlemeye çalışmaktı. Belki sütten ağzı yandığı için 2023’de CHP’ye diğer sol ve liberaller gibi hararetli bir “yetmez ama evet” demedi. İronik bir biçimde toplumların aslında yavaş yavaş ilerlediğine, her ileriye doğru adımın bir fırsat olduğuna inanan evrimci bir devrimciydi. Ama son ana kadar tebliğ ettiği sosyalizmden anladığı da ihtimallere ve insanlara bu açıklıktı. Bu yüzden arkasından bir arkadaşının yazdığı yazıda bile İslamcılarla iş tutmakla suçlanacak kadar kendi mahallesinde lanetlenmeyi göze almıştı. Bu ülkede yaşayan en büyük kalabalıkla iş tutmadan, konuşmadan devrim yapılamayacağını bilecek kadar zeki ve önyargısız bir devrimciydi. Belki de azınlığın azınlığı olmaktan, adının Roni olmasından geliyordu bu özgüveni. Yoksa bir Mehmet, Ahmet, Zafer, Deniz için alınması daha zor bir yüktü bu lanetlenme. O yüzden Türkiye standartlarında o Troçkistliğin sonunun bir devrime çıkmayacağını herhalde biliyordu ama Türkiye’deki her demokrat gibi onun da hayatı demokrasiye arada işi düşen bir toplumdan demokrasi dilenmekle, hepimize son ana kadar sosyalizm tebliğ etmekle geçti. Bundan gocunmadı, herkesin ağız kokusunu çekti. Hepimizle de o yüzden tanıştı ve hepimizin tanıdığı tek Roni oldu. Bir sosyalist olarak hiyerarşileri red ettiği için, çevresinde ona “Roni Abi” diyen kimse olmadığı için ya da sadece adını söylediğinizde herkes kimi kastettiğinizi anladığı için hepimiz için 68 yaşında bile hala Roni’ydi. Bu dünyada tanıyıp, tanışacağımız tek Roni olmaya da devam edecek. Dün 21 Temmuz’da Kilyos’ta otobanın tam altındaki bir ormanın içindeki Yahudi mezarlığında Roni’ye veda ettik. Şehrin dışındaki azınlık mezarlığında, bu toplumdaki iki büyük kampın dışında kalmayı göze almış siyasi azınlıktan tanıdık yüzler vardı. Yarın da 23 Temmuz. Hürriyet bayramın kutlu olsun Roni!

(Seçtiklerimiz) Roni Margulies: Bir şairi ve devrimciyi uğurlarken

Arkadaşımız, şair, devrimci, aktivist Roni Margulies’i, dün alkışlarla uğurladık. İyi bir insanı ve dostu, iyi bir şairi bu kadar erken kaybetmek zormuş. Şiirlerindeki geçen zaman, kapanan devir, uzaklarda kalan hayat ve kayıp temalarının şiirlerinde kalacağını umardım. Olmadı. Roni’nin anısı şiirleriyle birleşti. Zamansız bir veda oldu. Çok üzgünüm. Ben Roni Margulies’i tanışmadan çok önce, 90’ların başında ilk kitaplarıyla, şiirleriyle tanıdım. Sanırım önce Sombahar dergisinde çıkan şiirleriyle, sonra ilk şiir kitaplarıyla hep yakında izlediğim, sevdiğim bir şair oldu. Sonraları, 2000’lerin başlarında, önce eski Kara Kedi’de, sonra Küresel Eylem Grubu çevresinde bir aktivist olarak tanıdım. Irak savaşına karşı verilen mücadelede aktif olduğu gibi, bizim ilk iklim eylemlerini de hep destekledi, içinde yer aldı. İklim krizine, nükleer enerjiye, savaşlara karşı kampanyalar düzenledik, panellerde konuştuk, eylemlerde birlikte olduk. Bir yerde aktivisti “eyleme geçen değil eyleme geçiren kişi” olarak tanımlamıştım. Roni Margulies bu anlamıyla gerçek bir aktivistti. Yazmayı bildiği kadar konuşmayı da, sokağa çıkmayı bildiği kadar sokağa çıkarmayı da bilen bir aktivist ve devrimci. Bizim kuşak ondan çok şey öğrenmiştir. Tabii Roni benim için en önce sevdiğim, hayran olduğum bir şair olarak kalacak. Roni Margulies’le ilgili ilk hatırladığım şeylerden biri 90’lı yıllarda, daha internet yokken, Kadıköy’deki eski büyük kitapçılardan birinde şiir raflarını karıştırırken onun kitaplarını “Türk Şiiri” rafları yerine “Dünya Şiiri” raflarında görüp ne kadar şaşırdığımdır. Tabii çok gençtim, kitapçıya gidip iki laf edemediğime hâlâ üzülürüm. Çok sonra, internet satışları açıldığında, aynı şeyi büyük bir internet kitapçısının da yaptığını fark etmiştim. Büyük ihtimalle İdefix’tir. Hâlâ öyle midir bilmiyorum, kontrol etmedim. Tabii, çağdaş Türk şiirinin en iyi şairlerinden birini sırf adı “yeterince Türk” gelmediği için Türk şiirinin dışında sanan bilgisizliğin kimseyi şaşırttığını sanmıyorum. Ama Roni Margulies derken sadece iyi Türkçe şiir yazan Türkiyeli bir şairden söz etmiyoruz. İlk iki kitabına Yahya Kemal’den epigraflar koyan, bazı kitaplarının adı “Bilirim Niye Yanık Öter Ney”, “Her Rind Bilir” olan, bazı şiirlerine Türk şiirine göndermelerle, “Elhan-ı Şita”, “Kamyonlar Kavun Taşır” gibi başlıklar koyan, şiirlerinde mesela Maria Misakyan veya Ömer Haybo isimleri geçen ve bir şiirinde  “Yalnızlık bilmemesidir Attila İlhan’ı kimsenin” diyen bir şairden söz ediyoruz. Böyle bir şairi Türk şiirinden kovan ırkçılık, tam da Roni’nin kavga ettiği şeydi. Aklıma gelse de bu anlattığımı kendisine söylemedim . Muhtemelen fark etmiştir zaten ve fark ettiyse, kendisi gibi bir enternasyonalist devrimcinin Dünya Şiiri raflarına konmasından belki de hınzırca bir sevinç duymuştur. Roni Margulies’in şiiri Roni Margulies’in kendi dönemi için ayrıksı bir şiir tavrı olduğu hep söylenmiştir. Zamanında kendisinin dahil olduğu 80 kuşağıyla epey kavga ettiğini, imgeci şiire karşı yazılar yazdığını biliyoruz. Onun şiiri anlatımcı denen tarzda bir şiirdi. Bence bunun arkasında Türk şiirinde Nazım Hikmet’i, Attila İlhan’ı, Edip Cansever’i (galiba daha çok 70’ler, 80’ler dönemini) ve benzeri öykülemeci şairleri sevmesi kadar, İngilizce şiiri iyi çeviriler yapacak kadar bilmesinin de payı var. (Şavkar Altınel ve Cevat Çapan için de aynı şeyi söyleyebiliriz.) Onun, Fransız şiirinin etkisiyle gelişen çağdaş Türk şiirinin imgeci ana akımının dışında, anlatımcı bir tavra sahip olmasında bunun da rolü olabilir. Roni Margulies epey içe kapanık ve hüzünlü de olsa açık ve aydınlık bir şiir yazdı. Bir şey anlatmayan, bir öyküsü olmayan şiiri anlamsız buluyordu. Bunda anlatacağı çok şey olmasının da belki bir payı vardır. İstanbul’da, bir azınlık  olarak doğup büyümüş, ailesinde göç hikayeleri dinlemiş, kendisi on yedi yaşında Londra’ya gidip hayatını iki ülke, üç dil arasında bölerek yaşamış, yalnızlığı, ayrılığı, özlemeyi, uzakta olmayı, kaybetmeyi bilen, ama mücadeleyi, sokakta, insanlarla birlikte olmayı, onları tanımayı da en az onun kadar iyi bilen bir şairdi. Hep bir yerlere ve birilerine geri dönmekten söz etti. Eskiye kazı yapar gibi bakan, ama bugüne dairse ve değerse bir şeyler söylemeyi anlamlı bulan bir tavrı vardı. Kendi hayatını ve iç dünyasını anlattığı kadar tanıdığı insanları ve tarihi kişilikleri de şiirle anlattı. Bir şair iç dünyasını, anlatmadan da açığa dökebilir. Roni Margulies anlatmayı, kendini sonuna kadar şiirle açmayı seçti. Samimi şiir olarak bunu gördü ve bu onu iyi bir şair yaptı. Bugünden geriye bakınca ’80 kuşağı içinde yapılan o tartışmanın aslında iyi ve samimi şiir tartışması olarak yaşandığını görüyorum. Samimi ve iyi olanlar bugüne kaldı. Roni’nin şiiri de onlardan biriydi ve öyle kalacak. Bölünen hayatları, geçmişi ve insanı anlatan bir şiir Roni Margulies’in hayatı İstanbul ve Londra arasında ikiye bölünmüştü. Bunu şiirlerinde bir tema olarak da görürüz. Ama en sonunda hep bir İstanbulluydu. Bunun en güzel örneklerinden biri İki Kentin Öyküsü’dür. Uzun uzun Londra’yı ve üzerinde ne izler bıraktığını anlattıktan sonra şöyle biter o şiiri: “… Şimdi de zaman zaman bir çocuk sanatçı gibi, turnede gibi hissetmekten alamıyorum kendimi: Bir sahne gibi geliyor Londra bana bazen, piyes İngilizce, oyuncuların çoğu Türkiyeli. O akşam yaşlı bir turist durdurdu beni, bir adres sordu, her gün geçtiğim önünden. Durakladım. Bilmem aklımdan neler geçti. “Kusura bakmayın”, dedim, “Londra’lı değilim ben”. (Bilirim Niye Yanık Öter Ney’den) Okul yılları, çocukluk, gençlik ve o yılların İstanbul’u, Maçka’dan Yeşilköy’e, şiirlerindedir. Geçmişe ve o yıllara dair düzyazı kitapları da var tabii. Şiirleriyse, en sonuna kadar sizi ucuna takıp götürür ve usulca bırakıverir yere: “…Anladım, yanlıştı beklentilerim. Ne olabilirdi ki? Yaş olmuş elli! ben de zaten o Roni değilim. o köy onundu, bu köy benim.” (Orda Bir Köy Var…, TK1980’den) Bazen de belirsizce… Gece yarısı uyanır, rüyasında kimi görmekte olduğunu çıkaramaz, mutfağa iner, aklına matematik hocası Peter Barrett gelir birden: “… Gördüğüm rüyayı hatırlayamadım ama, sabah yarı karanlık odama döndüğümde anladım Barrett’in niye geldiğini aklıma: “Fitzgerald der ki”, demişti bir mektubunda, Herkesin yüreğinin bir köşesinde her zaman üçüdür saat gecenin”. (Gecenin Üçü, Saat Farkı’ndan)   Tabii insan hikayeleri. Memleketimden İnsan Manzaraları gibi, ama kısa şiirlerle, birkaç fırça darbesiyle çizilen portreler. İyi bir portrenin insanın sadece resmin çizildiği anki görünüşünü değil, hayat hikayesinden kişiliğine kadar her şeyini yansıtması gibi bütünlüklü, ilk kitabında anneannesi ve dedesinin hikayeleriyle başlayarak, İstanbullu, Türkiyeli azınlıkların, mübadillerin, sürgüne gidenlerin, Londra’daki göçmenlerin, işçilerin, grevcilerin, yaşlı devrimcilerin ve tabii Mağrur Olma Padişahım kitabındaki komitacıların şiirleri. Roni Margulies aynı zamanda bir portre şairidir: “… Artin’in babası doksan beşinde çok sevdiği rakıyı bıraktığında, “Dokunuyor oğlum bana” demiş, tek damla içmemiş sonra bir daha. … Yıllar geçtikçe çoğalmış sonra dokunan şeyler. Canı sıkılmış. Ve doksan sekiz yaşındayken ipten dönüp sessizce bir ikindi vakti bırakmış dokunulmayı Avedis Efendi.” (Vakıflı Köyü’nün İpi, Ornitoloji’den) Ve tabii hep Elsa gelir aklına… “… Ayrıntılardan arındırsam hayatımı; desem ki: ben Elsa’yı çok sevdim. O kadar. Bir kapı aralandı kısaca: Bir başka dünyada, başka bir çağda mümkün olabileceğini gördük aşkın. Usulca kapandı tekrar kapı sonra.” (Çağımızda Her Aşk, Elsa’dan) İmgeci şiir tarafından bakıldığında fazla düz ve yalın bir şiir gibi gelebilir Roni Margulies’in şiiri. Ama onun şiirinde “sehl-i mümteni” vardır sıklıkla: Hiç öyle sanmayın, o dizeyi yazamazsınız. Elhan-ı Şita Şimdi, Roni’nin ardından, bütün şiir kitaplarını raftan indirip tekrar okumak kolay değil, o şiirlerin artık tamamlandığını düşünmek acı veriyor. Ama kişisel bir notla bitireyim bu veda yazısını. Yıllar önce, şiiriyle ilgili kısa bir mail yazışmamız olmuştu. Çok cesaret edemezdim aslında, o kadar güncel mesele varken mücadelenin içindeki bir insana şiiriyle ilgili bir şey yazmaya. Bana cevap olarak yeni yazdığı bir şiirini (Elhan-ı Şita) göndermişti. Sonra, aynı dönemde birkaç da kuş şiirini yollamıştı. İnsanı özel hissettiren anlar. O şiirler daha sonra son kitabı Ornitoloji’de yer aldı. Bana gönderdiği şekliyle o şiiri, Elhan-ı Şita’yı alıyorum son olarak buraya. Güle güle Roni. “Beşiktaş günlerimin ilk karı yağıyor. Londra’da oturur her kış, buraları düşlerdim. Geldim. Buradayım işte artık. İşte ağır bulutlar, karlı kaldırımlar ve anlamsızca, acımasızca esen rüzgâr. Sessizce gezindim sokaklarınızda bu akşam: Her gece saat 11’de çay demleyen bakkal, hemen yanında sepet sepet kuşburnu, zerdeçal, keçi boynuzu, zencefil ve bilmediğim bitkiler, züccaciyeci, sonra Elit Profiterol, künefeci. Zor dayanıyor tenteler üstlerindeki karlara. Çilingir, terzi ve yanı sıra çeşit çeşit tamirci: “Her türlü elektronik eşya tamir edilir” ve bisiklet tamircisi ve saat tamircisi. Döndüm, ey tamirciler! Buradayım artık. Geldim, teslim ediyorum işte kendimi size. Tamir edebilecek misiniz geçmişimi? Dönüp bakmadıklarımı, kırıp geçtiklerimi? Tamir edebilecek misiniz kalan günlerimi?”

“Artık yalnız özlemler geçerli” - II

Bebek/Arnavutköy Bu bileşimin bir unsuru kuşkusuz Robert Kolej oldu. Kısmen hocalar ve okuduklarım; daha önemlisi yeni edindiğim arkadaşlarım. Bugün düşündüğümde abartıyorum biraz: Kolej'e temiz bir Yahudi çocuğu olarak girdim, şimdiki bana çok benzeyen bir çocuk olarak çıktım gibime geliyor. İşin aslı öyle değil herhalde, liseye başladığımda zaten çok okuyan, meraklı, derslere değilse de dünyaya karşı ilgili bir çocuktum. Ateisttim. İlk şiirlerimi orta okulun sonlarına doğru yazmaya başlamıştım. Bu hammaddeyi Kolej hızla yoğurdu, doğru, fakat mamul madde haline getirmedi. Bugünkü kişiliğimin oluşması için 17 yaşımda tek başıma yabancı bir ülkede yaşamam gerekecekti. Korunmuş bir çocukluk ile Kolej yıllarının yarattığı pırıltılı özgüven ve yenilmezlik duygusunun İngiltere'deki ilk yıllarımın tarifsiz yalnızlık, özlem ve önemsizlik duygularıyla dengelenmesi, tamamlanması gerekecekti. Kolej'de Şavkar Altınel ve Hulusi Özoklav verimli bir tarlaya yağan yağmur gibi bir etki yarattılar hayatımda. Şavkar'la Hulusi High School’dan dosttular, kolay değildi aralarına katılmak. Beni niye kabullendiklerini merak ederim. Çarpıcı ölçüde zeki, yetenekli çocuklar az değildi Kolej’de, fakat Şavkar ve Hulusi bu ortamda bile çarpıcıydılar. Her okulda değişik gruplar halinde yaramaz ama derslerinde başarılı, çalışkan ama pırıltısız, zeki ama tembel, sanata ve düşünceye eğilimli çocuklar olur. Bu iki arkadaş bütün bu grupların özelliklerini taşırlardı. Not sıralamasında da birinciydiler, içki ve sigara içmekte de; okulun edebiyat dergisini hazırlamakta da önde gelirlerdi, okuldan kaçıp sinemaya gitmekte de. Şavkar tüm hergeleliklerimize katılsa ve hatta elebaşılık da etse, daha çalışkan ve disiplinli olanımızdı. Başarıları daha o zaman göze batmaya başlamıştı. Hem High School hem Kolej'de sınıf ve okul birincisiydi. Her yıl okulun tüm şiir ve edebiyat ödüllerini kazanırdı. Yüzyılın en büyük romanını yazacağından ve büyük olasılıkla da İngilizce yazacağından hiç kuşkusu yoktu. Hiç kaçırmadan okuduğumuz Memet Fuat'ın Yeni Dergi'sinde bir yazısı çıkmıştı: İlhan Berk'in bir şiirinde Eliot'ın Çorak Ülke'sinden etkilendiğini anlatıyordu. Bunun "etkilenme" değil, daha başka birşey olduğunu bugün hem Şavkar hem ben tahmin edebiliyoruz, ama o zamanlar hem genel olarak dünyanın, hem de edebiyat dünyasının daha masum, daha temiz olduğunu sanırdık. Hulusi daha derbeder, daha çokyönlüydü, daha dolu dolu yaşardı. Parmak kadarken mahalle kaldırımlarında tebeşirle karmaşık matematik problemleri çözen bir çocuğa lise dersleri de çalışma gerektirmeyecek kadar kolay geliyordu herhalde. Herşeyi hepimizden daha ileri götürürdü. Lise 3 bitirme sınavlarından önceki gece Gayrettepe'deki evlerinde cep kanyağı içerken bilmem kaçıncı şişeyi açtığında "Yeter, sınıfta çakacağız" diye şişeyi kapıp pencereden sallamıştım. Bacak arama attığı tekme sonucu gerçekten de çakacaktım; tembellikten değil, acıdan. Durmak bilmezdi Hulusi, hiçbir zaman da öğrenemedi. Sonra hepimizden önce durdu. Kırk yaşında üç gün içinde pankreas kanserinden öldü. Geride bıraktığı tek şiir kitabını yayınlatabilmek için Şavkar'la ben hâlâ uğraşıp duruyoruz. Şimdi o günleri düşündüğümde bazı ‘kolejli şımarık çocuk' tavırlarımız içimi ürpertiyor. Dolmuş şoförlerinin bizden çekmediği kalmamıştır. Kolejin yokuşunu iner, Bebek girişinde Taksim dolmuşu beklerken geçen dolmuşlara "Tahran!" diye bağırırdık, bazen şaşkınlıkla durur, bazen durup durmamak arasında tereddüt ederlerdi. Boğaz köprüsünün biz Lise 3'teyken tamamlanan Ortaköy ayağının yanından geçerken "Allah allah, bu da ne?" der, şoförle yolcuların tepkisini izler, cevaplarını dinlerdik. Bazen tanışmıyormuş gibi birimiz öne ikimiz arkaya oturur, ya garip tartışmalar başlatır ya kavga etmeye başlardık. Şoförün hangi nedenle kimden yana taraf tutacağını merak ederdik. Seçkin bir okulun seçkin öğrencileriydik. Sıradan insanlar bir yana, okuldaki diğer çocukların bile birçoğunu küçük görürdük biraz. Çok şükür, yaşam bu yönümüzü kısa sürede törpüledi. En sıcak ilgiyi edebiyata karşı duymakla birlikte, üçümüz de sinema hastasıydık. Şavkar bir bülbülle bir otobüsün sesini ayırdedemeyecek kadar kulak yoksunu olup üstelik bunu müziğin sanat olmaması şeklinde teorize etmeye çalışırdı, fakat Hulusi'yle ben klasikten caza, müzikallerden popa her tür müziği heyecanla dinlerdik. Ben opera dinleyemezdim sadece, otuzlarımdan sonra o da oldu. Pek fazla gezip tozmazdık; en çok birimizin evinde saatlerce sohbet edip içki içtiğimizi hatırlıyorum. Arada bir (ama parasızlık yüzünden istediğimizce sık değil) meyhaneye giderdik: Arnavutköy'de Yeni Güneş, Sarıyer'de Andon. Sinema dışında sürekli uğrak noktalarımız sadece kitapçılar olurdu: Beyazıt'ta Sahaflar Çarşısı, Osmanbey'de Sander, Nişantaşı'nda Nejat Yalkı. İngilizce kitap bulmak zordu o zamanlar İstanbul'da. Bir ara ben babamın bir arkadaşının Edip Cansever'i tanıdığını öğrenmiş, çok ısrar etmiş ve bu arkadaşının babamla beni Cansever'lerle birlikte yemeğe çağırmasını sağlamıştım. Sonra birkaç kez de Edip'le Arnavutköy’de Kaptanın Yeri'nde buluştum. "Şiir yazmak istiyorsan, Türk dilinde şiir yazmış herkesi okumuş olman gerek" demişti. Lise yıllarımda Sahaflar'dan düzdüğüm Türk şiiri kütüphanesi hâlâ muazzam bir zevk verir bana: Kitapların çoğu ilk baskı, küçücük, ince karton kapaklar koptu kopacak, saman kağıdı sayfalar kırılgan; birçoğu şair tarafından elyazısıyla birine ithaf edilmiş. Bugün pırıl pırıl yepyeni bir Bütün Eserleri cildi yerine, Yerçekimil Karanfil'in o masmavi, el boyu ilk baskısını okumak çok daha keyifli nedense. Şavkar' la Hulusi için spor yapmak düşünülmez bir angaryaydı. Bense başta futbol olmak üzere tüm sporlara meraklıydım. İlk futbol maçına ilkokuldayken büyükbabamla gitmiştim. Dolmabahçe’de Mithat Paşa Stadı yeni çimlendirilmişti sanırım, 5-6 yaşlarındaydım herhalde. Merdivenlerden çıkıp bana sonsuz gibi görünen o yeşilliği ilk gördüğümde yüreğim ağzıma gelmişti. Fenerbahçe (neden Fener'liydim acaba?) Hacettepe'yi 4-1 yenmiş, gollerden birini Mikro Mustafa atmıştı.  Bu yönümü hiç kaybetmedim. Şiire ve genel olarak sanata düşkün bir çocuktum, ama aynı zamanda hergün okulda top oynar, zaman zaman futbol ve basketbol maçlarına giderdim. Yaptığım herşeyi çok ciddiye alırdım, ama ciddiyetinin yanında hafifliğim de hiç eksik olmazdı. Şavkar ve Hulusi'yle de dosttum, top oynamak ve kız peşinde koşmaktan başka birşey düşünmeyen dostlarım da vardı. Yirmiüç yıllık örgüt yaşamımda, bazılarınca komünist olmanın gereği sanılan asık suratlı ağırbaşlılığa hiç ödün vermedim, ama kararlılığımdan kuşku duyan tek bir kişi de olmadı sanıyorum. Bir yanım ciddi, bir yanım vurdumduymaz; bir yanım evcil, bir yanım derbeder; "ben iki kişiyim, elimden gelen bu". Kolej' deki diğer iki önemli dostum Fikret Sılay'la Osman Tümay'dı. Osman'la orta okul yıllarında komşu da olduğumuz için daha da yakındı dostluğumuz, sonra bir süre zayıflar gibi oldu, yıllar sonra yeniden alevlendi. Fikret’le orta okul yıllarında uzak dost, lisede tatil dostuyduk, sonraki yıllarda has dost olduk. Şimdi olduğu gibi o zamanlar da Fikret az konuşur, çok zaman hiç konuşmaz, dünyayı ve özellikle de insanları pek sınırlı bir ilgiyle izlermiş gibi dururdu. Bense bunun böyle olmadığını biliyordum. İnsanlara değil, ama dünyaya derin bir merak ve keskin bir zekâyla bakardı Fikret. Okulda hiçbir çevreye dahil değildi, sonra da olmadı. Derslerin tümünü anlamsız bir angarya olarak görürdü. Milli sutopçu ve yüzücüydü, yaşı geçince dalgıçlığa başladı; denizden uzak kalmamak için bir gün balık olmayı bile deneyebilir, şaşmam. Kolej' de 3-4 hafta süren Noel ve Paskalya tatillerinde Fikret'in elebaşılığında birkaç arkadaş uzun gezilere çıkardık: Konya, Kayseri, Nevşehir, peri bacaları, Pamukkale, Alanya, Antalya. Türkiye'yi ne kadar gezmişsem o yıllarda gezmişimdir. Daha sonra İstanbul’la Kuzey Ege'den ibaret görmeye başladım Türkiye'yi çünkü. Bu gezilerden birinde, Konya'dan dönerken Adapazarı yakınlarında trenimiz demiryoluna paralel giden asfalttan raylara düşen bir otomobile çarptı, lokomotif ve ilk iki vagon devrildi, biz bulunduğumuz üçüncü vagondan çıkıp yola düştük. Bir yanımız demiryolu, bir yanımız sıradağlar, ay bulutların arkasına saklanmış: Hayatımda hiç bu denli karanlık bir gece hatırlamıyorum. Az sonra çakmaklarımızın ışığında "Mekece 12 km" tabelasını okuduk. Mekece'nin Ulan Bator'a mı, İstanbul'a mı daha yakın olduğunu hiçbirimiz bilmemekle beraber yürümeye devam edip sabaha karşı şeytanın sikiştiği bir kasabaya vardık. Tam meydana ulaştığımızda, önümüzden geçen bir otobüsün muavini arka kapıyı açıp gecenin ortasında "İstanbul ! İstanbul yolcusu var mı?" diye bağırdı. O an anladım ki hayatımda hiçbir zaman çok kötü birşey gelmeyecek başıma. Tüm bu gezilerde içimde tam anlam veremediğim bir korku olurdu hep. Evden uzak olmak korkusu. Yıllarımı aldı bunu aşmak. Şimdi daha iyi yorumlayabiliyorum bu korkuyu: Korunmuş bir çocukluk, evhamlı bir anne insana, bilinçli veya bilinçsiz, dünyanın düşman ve korkulu bir yer olduğu hissini veriyor. Oysa, bir süre yalnız yaşadıktan sonra dünyanın ne dost ne de düşman olduğunu, kimseyi takmadığını anlıyor insan. Hem bu nedenle, hem artık ev diye düşündüğüm bir yer olmadığı için, eski korkum kalmadı; aksine, en çok seyahatlerde, yabancı şehirlerde mutlu hissediyorum kendimi. Bilmediğim sokaklarda yürür, bilmediğim kahvelerde otururken; küçük, kimliksiz otel odalarına dönerken, Neredeydim, nereye geldim! Tüm okul hayatım boyunca bir kez ikmale kaldım. Edebiyattan! Lise 1 'de hocamız Şefik Bey sık sık bana "Sizi yine Dilberler'in önünde kanişinizi gezdirirken gördüm monşer!" derdi. Ne köpeğim kanişti oysa, ne de her Cumartesi Vali Konağı ile Rumeli Caddesi'nin köşesinde Dilberler'in önünde buluştuğu rivayet olunan ‘diskotek gençliği’ne dahildim. O zaman bunu farkedemeyen Şefik Bey sonra o sınıftan üç şair çıktığını, Şavkar'la Ali Günvar'ın yanında üçüncüsünün de ben olduğumu farketmiş midir? Hayatında ders dışında şiir okumuş mudur? Sanmam. Türk hocaların çoğu Şefik Bey gibi olduğundan, çocukların saygısını ve sevgisini kazanmaya çalışmak yerine bu saygıyı salt hoca oldukları için zaten hakettiklerini düşündüklerinden, hiçbirini sevmez ve saymazdık. İnsanın kendinden değil de, ünvanından, yaşından, üniformasından kaynaklanan bu hak iddia ve beklentisi beni o zaman da rahatsız ederdi, bugün daha da çok ediyor. Ve Türkiye'de öylesine yaygın ki. Amerikalı hocalarımızla ise hiyerarşik ilişkiler değil, insan ilişkileri kurmamız mümkündü. Bizleri adam yerine koydukları için, birçoğuyla dost olurduk. Tom Davis, örneğin, Ohio Üniversitesi'nde basketbol bursu ile okumuş iki metreyi aşkın bir işçi çocuğuydu. Hem bize edebiyat okutur hem de, yanlış hatırlamıyorsam, Beşiktaş'ta basket oynardı. Sabah sınıfa girer, "Sınav var bugün, soruları söylüyorum, yazın" derdi, yazardık: "Bless Their Pointed Little Heads kimin uzunçalarıdır?", "Son okuduğunuz roman hangisiydi, beğendiniz mi?" derdi. Matematik hocam Peter Barrett biz liseyi bitirdiğimizde Kolej'den ayrılıp İran'da bir okula gitmişti. Birkaç kez yazışmıştık. Benim İngiltere'deki ilk yılımda yazdığım mutsuz bir mektuba yazdığı cevapta F. Scott Fitzgerald’dan alıntılayarak "Herkesin yüreğinin derinliklerinde saat her zaman sabahın üçüdür" demişti. Bazı akşamlar birkaç arkadaş yine matematik dersi veren Grady Hobson'ın okul alanı içindeki evine gider, müzik dinler, sohbet ederdik. Bunu bir Türk hocayla yapabilmek düşünülemez birşeydi., hem hocalar hem bizler için. Edebiyat dersinde Steinbeck'ten Kafka' ya, Pirandello'dan Camus'ye, Beckett'ten Sartre'a, Ionesco'dan Faulkner'a, yirminci yüzyıl Avrupa ve Amerika edebiyatının bütün kalburüstü isimleriyle tanıştık. Tanışmak bir yana, ben tümüne birden aşık oldum. Üniversitede edebiyat okuyacağımdan kuşkum kalmamıştı artık. Okuyamadım, o başka. Bir de, İngiltere'de okumak istediğimi çok iyi biliyordum. Niye istediğimi ise hatırlayamıyorum. Koleji bitirenler genellikle Amerikan üniversitelerine giderdi. Bizim sınıfın 110 kadar mezununun yarıya yakını, birçoğu burslu olmak üzere, Amerika'ya gitti, birçoğu hâlâ orada. Benim üstelik hem büyükbabam, hem babam Amerika'ya gitmemi istiyorlardı, ben İngiltere diye direttim. Bu diretme hayatımın en önemli dönemeçlerinden birinde ne tarafa sapacağımı tayin etti, bense niye direttiğimi hatırlamıyorum! İyi ettiğimi biliyorum ama. Lise 3' ten mezun olduğum yaz Yeşilköy'de geçirdiğim son yaz oldu. Şavkar edebiyat okumaya Chicago'ya, İrvin Massachusetts'e gidiyordu, Osman'la Hulusi ODTÜ'yü, Fikret Boğaziçi'ni kazanmıştı. Dağılıyorduk artık. Çevremde sevdiğim ve beni seven insanların en kalabalık olduğu, akılları benimki kadar meraklı, aç ve açık olan dostlarla en yoğun etkileşim içinde olduğum dönem kapanmak üzereydi. O yaz birgün Hulusi Yeşilköy'e gelmiş, gece bizde kalacaktı. Ben ertesi hafta İngiltere’ye gidiyordum. Akşam geç saatte yürüyüşe çıktık. O sıralarda umutsuz bir sevgiyle sevdiğim Çela'ların Çınar Oteli'nin karşısındaki evinin önünden geçtik. Işık yoktu. İyi hatırlıyorum, o an herşeyi kaybetmek üzere olduğumu hissettim. Herşeyi kaybetmedim elbet, ama neler kaybettiğimi yıllar sonra Şavkar'ın amcası Sabri Altınel dile getirdi. Harbiye'deki evinde görmeye gitmiştik onu. Şavkar'ı Türkiye'ye dönmeye ikna etmeye çalışıyordu. "İnsan", dedi, "bir kuşakla birlikte büyüdüğünü, birlikte yaşlandığını hissedebilmeli. Örneğin, X'in Gaziantep valisi olduğunu okuduğunda, X'i iyi tanısa da, tanımasa da, ‘Yahu, biz sınıf arkadaşıydık’ diyebilmeli”. Bence iyi ifade edemedi Altınel bunu ama, ben ne demek istediğini çoktan anlamıştım zaten. Ali Günvar’ın bir gün dediği gibi, “Dört bir tarafa dağılmasak çok daha yaratıcı olabilecektik belki de”. Akşamdan bavulumu hazırlamıştım. 5 Eylül 1972 sabahı ailecek uyandık, arabayla birkaç dakikada Yeşilköy Hava Meydanı’na ulaştık. Arkamdan ağlayanlara, el sallayanlara gülümsemeye çalışarak babamla gümrükten geçtiğimizde birkaç kapı birden kapandı sanki ardımdan. Bu gülümseme hayat boyu terketmedi yüzümü. Uçak Florya’nın üzerinden geçip Marmara’nın üzerindeki bulutlara doğru yükselirken beni nelerin beklediğini değil, geride bıraktıklarımı düşünüyordum salt. Sonraları yazdığım tüm dizeler arasında belki de en doğrusu “Artık yalnız özlemler geçerli”. Ama bağırıp çağırmadan, tepinmeden; gülümseyerek.  Roni Margulies   Not: Bu yazıda “her şey, bir şey, fark etmek, yüz yüze, ayırt etmek, terk etmek, çok yönlü” vb. gibi (artık) ayrı yazılan sözcükleri Roni birleşik olarak yazmış. Hiçbir düzeltme yapmadan olduğu gibi yazıya geçirdim. Gördüğüm iki sözcük hatası “olduğunda” yerine “olduğunde” ve “çözemediğim” yerine “çözemediğin” yazdığı sözcüktür, onlara dahi dokunmadan olduğu gibi aktardım. Sayfaları tarayıcıdan geçirerek Word dosyasına aktarmaya çalıştığımda fark ettim ki, İngilizce’de olmayan bütün (ş,ğ,ü,ı,ç gibi) harflerin geçtiği yerler sorunluydu (mesela ‘büyükbabamın’ diye yazdığı sözcük tarama sonucunda “Bilytikbabanun” olarak gözüküyordu) o nedenle baştan sona bütün satırları denetleyerek ve onun kendi “hata”lı sözcüklerine de dokunmayarak, düzeltmeler yapıp Word dosyasına yeniden yazdım. Tarama sonucu oluşan bu hataların sebebini hatırladım hemen. Windows 95 kullanmaya başlamıştı Roni ve Türkçe fontları ekleyememişti bilgisayarına. O nedenle Almanca’dan “ö,ü”, bir başka dildense “ş” gibi tek tek harfleri sanal klavye ile girerek ekliyordu yazdığı metinlere. Sonradan bu fontların nasıl ekleneceğini öğrendim, ona da anlattım ve ”nihayet halloldu be Şeref” demişti. 

“Artık yalnız özlemler geçerli” - I

İSTANBUL Kamyonlar kavun taşır ve ben Boyuna onu düşünürdüm, Kamyonlar kavun taşır ve ben Boyuna onu düşünürdüm, Niksar'da evimizdeyken Küçük bir serçe kadar hürdüm.   Sonra âlem değişiverdi Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak. Sonra âlem değişiverdi Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak. Mevsimler ne çabuk geçiverdi Unutmak, unutmak, unutmak.   Anladım bu şehir başkadır Herkes beni aldattı gitti, Anladım bu şehir başkadır Herkes beni aldattı gitti, Yine kamyonlar kavun taşır Fakat içimde şarkı bitti. Cahit Külebi   Roni’nin yayınlanan son yazısı “Mutlu Bitmiş Bir Göç Öyküsü”, ailesinin bir kesimi (Fred) üzerinden göçmen düşmanlığını ve göçmen düşmanlığına karşı neden kendisinin düşmanlık beslediğini anlatan, sonu mutlu biten bir göç hikâyesiydi. Ailesinin “uzak” bir parçasının, dedesinin kardeşinin hikâyesiydi.  Roni esasen “uzak” olmayan, yani yakın olan ailesinin; dedesi, büyükbabası, büyükanneleri, anne ve babası, halası, teyzesi ve ilk çocukluk zamanlarından İngiltere’ye gittiği tarihe kadarki dönemi uzun uzun ayrıntılı bir şekilde  “Çocukluk bu ya!” isimli anı hikâyesinde anlatır. (Başka bir yazıda nasıl tanıştığımızı, “Çocukluk bu ya!” isimli bu yazısının bir Ankara kışının ayazı gibi nasıl yüreğime sert bir şekilde çarptığını, Roni’nin sözcüklerinin belleğimin derinliklerinde kokan çocukluk yıllarımı ve o yıllara veda edişimle nasıl örtüştüğünü anlatmaya çalışacağım). Şimdilik kısaca şunu not düşeyim; Roni, “Çocukluk bu ya!” isimli anı hikâyesi ve başka düzyazılar ve şiirlerin de içerisinde olduğu bir dosyayı, tanıştığımız 1998 yılının yaz başında, posta ile bana göndermişti. İlk başta dedesine atfen yazdığı şiiri ve hemen arkasından gelen, ailesinin hikâyesini ve on yedi yaşında İngiltere’ye gidişine kadar ki zaman diliminde yaşadığı çocukluk anılarını da anlattığı bu hikâye, beni derinden etkilemişti (neden etkilemişti, nasıl etkilemişti, bunları da anlatacağım ama bir başka yazıda). Posta ile bana ulaştırdığı bu dosyada, (evet o zamanlar ikimizde internet de kullanıyorduk ama hala posta ile iletişimin yaygın olduğu zamanlardı)  ikinci sayfada “içindekiler” bölümü de hazırlanmıştı. Basıma hazır bir kitap taslağıydı elimdeki, şiirler ve düzyazıların bir arada olduğu bir kitap. Coşku ve heyecanla bir çırpıda soluksuz bir şekilde okumuştum. Bildiğim kadarıyla (ki yanılıyor da olabilirim) O dosyadaki “Çocukluk bu ya!” yazısı aynı senenin sonunda Adam Öykü dergisinde yayınlandı.  “Bağırıp çağırmadan, tepinmeden, gülümseyerek”, hava alanında yola çıktığın günden itibaren bir ömür boyu yüzünde asılı kalan o hüzünlü gülümsemeyle kucaklıyorum seni, özlemle ve hasretle Roni…  Şeref Işıldak

Hollywood Yapay Zekayı protesto ediyor!

Hollywood oyuncuları ve yazarları, 1960’dan bu yana ilk kez daha iyi ücret ve çalışma koşulları için ortak grev kararı aldı. Yüzlerce oyuncu ve yazar, herhangi bir düzenleme olmaksızın eserlerinin yapay zekayı eğitmek için kullanılmasından, kendi eserleriyle eğitilmiş yapay zekaya senaryo yazdırılmasından rahatsız ve mesleki varlıklarına tehdit olarak gördükleri yapay zekâ kullanımına ilişkin kısıtlama talep ediyorlar.  Bir işçi sendikası olan Amerika Yazarlar Birliği - Writers Guild of America (WGA), işçilerin yerine yapay zeka kullanımının yasaklaması için ilk ciddi adımı attı ve Sinema ve Televizyon Yapımcıları Birliği'nden (Alliance of Motion Picture and Television Producers - AMPTP) yapay zekanın kendilerine ait kaynaklardan/eserlerden faydalanarak hazırladığı eserlerle ilgili düzenleme talep etti. WGA’nın önerisinde, yapay zeka tarafından üretilen eserlerin "edebi malzeme(hikayeler, senaryolar, diyaloglar, eskizler vb." veya "kaynak malzeme(senaryonun dayandırılabileceği romanlar, oyunlar, makaleler vb." olarak kabul edilmemesi gerektiği belirtiliyor. Bu sayede bir yapay zeka programı "edebi malzeme" üretemeyecek ve projede "yazar" olarak kabul edilmeyecek.  Oyuncular Sendikası SAG-AFTRA yapay zekanın, oyuncuların ses ve görüntülerini birebir taklit etmesine ilişkin çekincelerini de dile getiriyor. SAG-AFTRA sendikasından Duncan Crabtree-Ireland, stüdyoların sanatçıların yüzlerini tarayıp "sonsuza kadar, istedikleri herhangi bir projede, rıza ve tazminat olmaksızın" kullanmak istediklerini belirtti. "Performans klonlama" konusunda benzer endişelerini dile getiren bir diğer isim de İngiliz oyuncular sendikası Equity'den Liam Budd oldu.  İngiltere yazarlar sendikası Writers' Guild of Great Britain – WGGB de yapay zeka geliştiricilerinin yazarların çalışmalarını onların izni olmadan kullanmasından ve yazarların telif haklarını ihlal ediyor olmasından şikayetçi. Konuya ilişkin yapmış oldukları açıklamada yapay zeka kullanımının artmasının yazarların iş imkanlarını azaltacağına ve yazarların ücretlerini düşüreceğine vurgu yapılıyor. WGGB, yazarların korunmasına amacıyla, yapay zeka geliştiricilerinin yazarların çalışmalarını yalnızca kendilerine açık izin verildiği takdirde kullanmaları ve hangi verilerin kullanıldığı konusunda şeffaf olmaları konularında tavsiyede bulunuyor.  Yapay zekanın bu denli hızlı gelişmesi kanuni düzenlemelerdeki eksiklikleri gün yüzüne çıkardı. DrawAnyone, DALL-E ve Snapchat gibi yapay zeka uygulamaları aracılığıyla üretilen portreler kamu malı sayılıyor ve herkes tarafından ücretsiz olarak kullanılabiliyor. Bu görüntüler telif hakkı koruması altında değil, tüm bu tartışmalar telif hakkı yasalarında önümüzdeki günlerde kaçınılmaz değişikliklerin olacağına işaret ediyor.   Duru H. Ozaner

Gezi Parkı direnişi - 10 yıl sonra

Almanya’nın Berlin şehrinde bulunan Maksim Gorki Tiyatrosu’nun bu yıl “Gezi’nin 10. Yılı” temasıyla düzenlediği 6. Berlin Sonbahar Salonu (6. Berliner Herbstsalon) etkinlikleri 25 Mayıs’ta başladı ve 26 Haziran’a kadar sürdü. Berlin bir ay boyunca söyleşi, panel, Direniş Kütüphanesi, Gezinema Film Festivali, Queer Hafta Sonu, tiyatro oyunları, atölyeler, sergi, konser ve performanslardan oluşan 60’tan fazla özel etkinliğe ev sahipliği yaptı.  Dünyanın dört bir yanında, protestoların merkezinde çekilen ve direnişçilerin tanıklıklarını anlatan filmlere yer veren Gezinema Film Festivali, #HerYerTaksimHerYerDireniş sloganıyla düzenlendi.  Festival seçkisinde Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek (2014) ve Tornistan (2013) gibi Gezi direnişini anlatan belgesellerin yanı sıra, 2019 Şili eylemlerini, 2014 yılında Michael Brown’ın öldürülmesiyle ABD’nin Ferguson şehrinde başlayan ayaklanmayı ve 2019’da Sudan’da askeri rejime karşı gerçekleştirilen protestoları anlatan belgeseller de bulunuyordu. Brezilya’da toplu taşıma ücretlerine yapılan zamların ardından Haziran 2013’te patlak veren protestolara, aynı dönemde Türkiye’de yaşanan Gezi eylemlerinin gözünden bakan Aşk Bitti (2017) de seçkide yer alan filmlerden biriydi.  Gezi sürecinin hemen ertesine denk gelen 2013 Onur Yürüyüşü’ne de uzanarak Gezi direnişi sırasında LGBTİ hareketinin konumlanışını ve Türkiye’deki siyasi hareketlerle ilişkilenme deneyimlerini konu alan ve yeni dayanışma pratiklerinin oluşmasına vesile olan, Gezi direnişini LGBTİ aktivistlerin gözünden aktaran #direnayol adlı belgesel de Gezinema programında yer buldu.   Gezi protestolarıyla ilgili 200 yazılı eserin yer aldığı Direniş Kütüphanesi, “Gezi’den ne öğrenebiliriz?” sorusuna yanıt bulmayı amaçlayan, Gezi tutuklularının konuşmalarının ve mektuplarının da yer aldığı yedi söyleşi ve panele ev sahipliği yaparken, Queer Hafta Sonu’nda İstanbul’da yaşayan ve çocuğu LGBTİ+ bireyi olan ailelerin hikaye ve tecrübelerini anlatan Benim Çocuğum (2013) ve trans kadın Ebru’nun nefret söylemleri ve cinayetlerine karşı verdiği mücadeleyi takip eden Trans X İstanbul (2014) adlı filmler izleyicilerle buluştu. Gezi protestoları sırasında bestelenen şarkıları inceleyerek otoriter rejimler altında müzikal pratiklerin nasıl şekillendiğine ve çağdaş kentsel mekanlarda nasıl bir sese dönüştüğüne odaklanan “Direniş Şarkıları” isimli konferans da etkinliğin bu bölümünde kendine yer buldu. Irmak Yavlal (Sosyalist İşçi)

Nükleer felaketler üçlemesi: Three Mile, Çernobil ve Fukuşima

11 Mart 2011’de tarihin en büyük üçüncü nükleer felaketi yaşandı. Japonya’nın doğu kıyısı açıklarında şiddetli bir deprem meydana geldi ve kıyıda konuşlanmış Fukuşima Daiichi nükleer santrali önce depremi, sonra da saatler içinde gelen tsunamiyi yaşadı. Deprem, santrala ulaşan ana elektrik hattını devreden çıkardı, tsunami santrali yerle bir etti. Öyle ki tesisin jeneratörleri bile devre dışı kaldı. Santral artık elektrikten yoksundu. Reaktörler soğutulamadı. Herkes bir erime yaşanmasını ya da bunu önleyebilecek bir mucizeyi bekliyordu.  Fukuşima felaketinden geriye kalansa halen temizlenememiş bir enkaz ve bu enkazın derinlerinde durmaya devam eden, robotlar tarafından izlenmeye çalışılan – onların dahi radyasyona yenik düştüğü – olağanüstü bir radyoaktif kalıntı birikimi. Kaza sırasında kullanılmamış halde bulunan nükleer yakıt da soğutma sistemi devre dışı kalınca son derece tehlikeli bir faza geçti ve reaktörü eritti. İçeride, bir insanın maruz kalabileceği radyasyon seviyesinin yüzlerce kat fazlasına ulaşan tonlarca radyoaktif kalıntı mevcut. Buradan temizlenebilse bile nasıl imha edilebileceği halen bilinmiyor.  Netflix’in “The Days” (O Günler) adlı yeni serisi Fukuşima nükleer felaketinde yaşananları konu alıyor. Ağırlıklı olarak başroldeki karakterin, yani Santral Müdürü Masao Yoshida’nın (Koji Yakusho) kaza günlerine odaklı yarı otobiyografik romanından faydalanıldığı için, devlet yanlısı ve derinlikten yoksun dili nedeniyle, aslında birçok önemli meseleyi de ihmal eden bir yapım olduğunu söylemeden geçemeyiz. Ancak, birbirini takip eden Three Mile (ABD), Çernobil (Rusya) ve Fukuşima (Japonya) nükleer felaketleri üçgeninde incelediğimizde, bir nükleer santralin nelere mal olabileceğini apaçık ortaya serdiği de ortada. Bu üç kazanın ilki ABD’nin Pensilvanya eyaletindeki Three Mile Adası’nda yaşandı (1979). Ülkeyi tam manasıyla bir felaketin eşiğine getiren kazada santral çekirdeği erimeye yüz tutmuşken her şeyin yolunda olduğu imajını korumak için yalan üstüne yalan söyleyen santral yetkilileri ve onların yanında yer alan devlet görevlileri ada sakinlerini haftalarca radyasyona maruz bıraktılar, gerçekleri halktan gizlediler. 2022’de bir Netflix belgeseli olarak yayımlanan “Meltdown: Three Mile Island” (Erime: Nükleer Felaketin Eşiği) bu olayı tanıkları aracılığıyla sunan izlemeye değer bir yapım.  İkincisi, hepimizin çok iyi bildiği, bazılarımızın çocukluk yıllarına tekabül eden Çernobil felaketi (1986). HBO’nun 2019’da mini dizi olarak TV’ye uyarladığı ve büyük beğeni toplayan “Chernobyl”, kazaya dair ilk gerçekçi uyarlama olarak yayınlandığında, çöküş aşamasında olan SSCB’nin yalanlara ve baskıya dayalı rejimine dair gerçekleri de önümüze seriyor ve bu nedenle felaket ile sistemin ta kendisi arasında doğru, güçlü ve derinlemesine bir bağ kurmayı başarıyordu.  Bir nükleer felaketin tanıkları arasındaysanız ve orada neler yaşandığını anlatmaya girişiyorsanız, bu felaketin politik okumasını da doğru yapmış olmanız gerekir ki “gerçek hikayeyi” ihmal etmiş olmayın. “The Days” bu açıdan zayıf bir yapım.  Nükleer felaketin yaşandığı sırada santralde görevli olan ve takip eden hafta boyunca küresel bir felaketi önlemek için canını dişine takarak çalışan insanların müthiş çabasını anlatırken etkileyici bir kurguya başvuruyor ve bir o kadar iyi olan sanat yönetmenliği nedeniyle de övülmeyi hak ediyor. Gelgelelim, ağırlıklı olarak bir mühendisin gözünden yansıtıldığından ve mühendisler tarafından kaleme alınan tarihi belgelerden faydalanıldığından olsa gerek, hiçbir detayın atlanmaması uğruna dram kalitesinden de ödün veren bir yapım olmuş. Örneğin, Chernobyl’de (HBO) ekrana yansıtılan tüm karakterleri sistemin çürümüşlüğü ışığında izlerken burada kazaya eşlik eden ya da ona sebep olan karakterlere değil kazanın kendisine getirilebilecek bilimsel açıklamalara, takip eden günlerde gerçekleştirilen insanüstü çabalara ve çok daha büyük bir felaketin nasıl önlendiğine dair bir anlatıya tanık oluyoruz.  “Uygarlığın” boyunu aşan teknoloji Bu üç kazayı incelediğimizde, ekrana yansıtılmış olsun ya da olmasın, hepsinin ortak noktalarını görebiliriz.  Bir nükleer santralde çekirdek erimesi (en korkulan senaryo) yaşanması ihtimali, 3704 reaktör yılında 1 olarak hesaplanır, ancak sayılar yanıltıcıdır çünkü nükleer teknolojisine hakimiyetleri açısından “en iyiler” olarak bilinen ülkelerin üçünde de ölümcül sonuçlar doğuran çok büyük birer felaket yaşanmış olduğu gerçeğini gizler. Kaldı ki tek bir nükleer kaza bile küresel ölçekli, geri dönülemez sonuçlar doğurmaya yeter.  Nükleer santraller sözüm ona olgunlaşmış bir teknolojidir ama istatistiğin bize bir sayı sunmaktan öteye geçemediği bu alanda kontrol edemediğimiz bir güçle karşı karşıyayız.  Dahası, olağanüstü ölçekli yatırımlar gerektirdiği için tüm sektör özel şirketlerin elinde. Three Mile Santrali kazasında gerçekler, kazaya davetiye çıkaran şirketin kendisi tarafından gizlenirken devlet yöneticileri de toplumu değil bu şirketi ve nükleer santrallerin geleceğine yaptıkları yatırımları önceleyerek halkı yüzüstü bırakmıştı.  Fukuşima’da da benzer bir senaryo devreye girdi elbette, şirketin üst düzey yöneticileri ve politikacılar siyasi tepkilerden korktukları ve kamuoyundaki imajlarının zedelenmesinden endişe duydukları için bağlı kalınabilecek bir protokol arayışına girdiler ama ne yazık ki öyle bir protokol mevcut değildi. İnanılmaz ama gerçek; kaza bir deprem ülkesinde gerçekleştiği halde, büyük bir deprem yaşanması ve ardından yükselebilecek bir tsunaminin elektrik hattını devreden çıkarması durumunda nasıl bir protokol izlenebileceği bile bilinmiyordu.  Üç örnekte de nedense hiç hesapta olmayan, haliyle izlenebilecek kılavuzları boşa çıkaran kazalar yaşandı, körlemesine müdahaleler gerçekleştirildi ve bunların birçoğu durumu daha da içinden çıkılmaz hale getirdi. Bilgisayar sistemleri devreden çıkıp göstergeler gerçeği yansıtmaya son verince çekirdekte neler olup bittiğinin anlaşılabilmesi için insan faktörüne başvuruldu (yoğun radyasyona maruz kalmayı kabul eden “intihar timleri”), normal şartlarda kontrol odasından yönetilebilen vanaların elle açılması gerekti, işler hep ters gitti, ölçümlerde ‘kırmızı bölgeye’ ulaşıldı, dozimetrelerin ibresi yüzlerce kilopaskal’a ulaştı, giderek kötüleşen birer kabus yaşandı.  İşte nükleerin gerçeği bu: Tüm istatistikleri, tüm vaatleri, hatta önceden hazırlanmış olsa bile kılavuzları ve protokolleri bile boşa çıkaracak tek bir felaket yeter her şeyin yerle bir olmasına.  Dördüncüsü sonumuzu getirir.  İklim krizinin giderek derinleştiği bir dönemde yaşıyoruz ve sırf bu nedenle nükleer santraller her zamankinden daha tehlikeli bir teknolojiye dönüştü. Bize bir temiz enerji çözümü gibi sunuluyor olmaları bu gerçekleri gizleyemiyor. Zaten günbegün ısınmakta olan deniz suyunu daha da ısıtan, bir noktadan sonra reaktörü soğutmaya yetmeyecek kadar ısınmış olan bu suyu kullanmaya mecbur kalacak her an patlamaya hazır bir bombanın gölgesinde yaşamayı kabul etmek, dördüncü felakete yeşil ışık yakmak olur.

Geri 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 İleri

Bültene kayıt ol