(Seçtiklerimiz) Bilirim niye yanık öter ney

29.07.2023 - 12:46

Bilirim niye yanık öter ney.

Az kaldı kışa. Eylüle daha da az. On beş yıla yakın oturduğumuz evi satışa çıkardı birkaç ay önce ev sahibi. Ses seda yok da bereket, her şey gibi kiraların da başını alıp gittiği bu inanılmaz günlerde oturuyoruz hâlâ. Evimizde mi diken üstünde mi belirsiz ya, oturuyoruz işte. Başımızı koyacak yer…

Aldırmaz olur muyum, hem nasıl aldırıyorum. Gönüldeşim olmasa ne halde olurdum? Öyle umut, öyle güç veriyor ki bu bana; verdik mi baş başa, tutuştuk mu el ele, dayanıp yaslandık mı sırt sırta, omuz omuza, tüm olanlara, olumsuzluklara karşı kurduğumuz dünyamızda yaşar gideriz diye bir coşma coşuyorum ki…

Coştun taştın, çalkalandın dalgalandın… Sonra? Durulmayacak mısın? Karşında işte. Al sana “gerçek”ten bir kaya, nereye dayarsan daya: Ev satılsa da satılmasa da geliyor kira “kontratosu”, uğurluyor seni Kont Rato’nun Şatosu! İnsafın ev sahibinde namı yok mudur? Aldı mı beni bir düşünce, ya o zavallı ne yapsın diye? Sana pahaya gelen ona gelmiyor mu? Hadi hadi, deli olma, onun hiç değilse evi var, sen nasıl koruyacaksın bugün yarın açıkta kalacak bir yerlerini? Sen değil, siz. Kim o siz: Gönüldeşin, dayanağın, yaşam yoldaşın…

Kontrato sözcüğünü de bilen kalmadı. Kimden duydum diye sormayacağım, kimden duyacağım Allahlık babaannemden başka? Yazmıştım ya bir yerde, kim bilir nerde, kiralık konak yaşamasıydı babaannemin yaşamı. Yetinmek sözcüğü yoktu kitabında. Hep köylerde, varoşlarda yaşasa da Pera’dan giyinen, ille de o ünlü Yahudi işadamının soyadıyla benzer giyim mağazasından alver, yani alışveriş eden babaannem. Kırklareli’nin bir köyünden, İstanbul’un Boğaz köyü Kuzguncuk’a, eski taşra Taşlıtarla’dan yeni taşra Bağcılar’a savrulan, aklının iyice örtüldüğü son zamanlarını ise namazlı niyazlı, dünyanın en iyi insanı bilmem kaçıncı kocasının ama benim baba yanımdan tanıdığım tek dedemin memleketi Isparta’nın bilmem neresinde sürdürüp ölen babaannem. Dünya iyisi dedemi bitmez tükenmez istekleriyle çileden çıkartan, o zavallımın da sinirlenince kendi yöresinin diline çalan ağzıyla “ülen gâvur garı!” diye ünlediği, gâvurluğu da müslimliği de kalmamış (belki de hiç olmamış), gençliğinde de akıldan yana matah olmadığı söylenirdi ya söylenmesine, benim tanık olduğum yaşlılığında hepten kafadan gayrimüsellah olan –o zekâya konduramadığımdan olacak, benim hep “vardır bir dümeni” diye düşündüğüm– babaannemin sözcüğü kontrato, geldi yapıştı yakama.

Bilirim niye yanık öter ney.

Ne yapayım, karalar mı bağlayayım? Hayat devam ediyor. Sığınıyoruz gönüldeşimle birbirimize, sığınıyoruz kitaplarımıza. Kafka mektupta, “mirastan mahrum bırakılmış bir oğul olduğum için” diye yazmış. Babanın mirası. Baba yok ki miras olsun bende. Babalığı devraldım diye, kendimi kandırdığımı iyi biliyorum ya, başkalarını da kandırırım diye yeri geldikçe söylüyorum. Yalan söyledim. Yeri gelmiyor, yerini düşürüyorum. Devralmadım ki babayı falan. Üstüme boca etti, gitti. Delirmek için yazmıyorum bunları. Deli babaanne, adı deliye çıkmış yarı Yahudi yarı Yahuda komşusu Kuzguncuklu yazar-bozar, halam, kuzinim, annemin tanıklığıyla “kısmen” babam… Sığınıyorum kitaplara, gönüldeşime: Kaçıp sana saklanıyorum akşam oldumu (Ahmet Oktay, “Sığınak”). Buna karşılık: “Je suis mortellement dégoûté. Des indécis des ‘tantes’, de ceux que nous appelons entre nous des ‘putains’, de ceux dont l’esprit est plus touché que le corps, de ceux qui tâchent de noyer leur honte dans l’alcool et n’arrivent qu’à tomber un peu plus bas.” (Bilge Karasu) (Tiksindiği salt bunlar değil oysa. Niye yazmıyor açıkça? Niye o çok sevdiği, kılı kırk yardığı, kılı kırk yararken kimi kez kafasını gözünü de yardığı sevgili Türkçesinde değil de –ona da sevgili diyeceğinden kuşkum olmayan–Fransızcada –yoksa “sevgili Fransızcasında” mı?– yazıyor? Ah Ya Rab Yehova, nelere kadir, nelere kilitsin!)

Açıyorum televizyonu, karşımda Selim İleri. İşte sevinç. Nicedir hastaydı Selim, seviniyorum onu edebiyat için heyecanla konuşurken görünce. Eray Ak saygıyla, bilgiyle, sevgiyle yürütüyor soruları. Biliyor Selim İleri’yi coşturacağı, neredeyse coşkudan ayağa kaldıracağı yerleri. Eray’ın sorularını gözleri parlayarak, yaşararak, ama hep edebiyatın o hiç dinmeyen aşkıyla yanıtlıyor Selim. Benim sevgili Selim Abim… Nezihe Meriç’i anlatıyor. Hiçbir kez “Nezim” diyemediği Nezihe Meriç’i. Ben de güya çok seviyorum ya Nezim’i, “Sevgili eleştirmenim Füsun Akatlı’nın iki harika yazısından başka gören olmadı” dediği Alacaceren’i görmeyenlerden olmanın sıkıntısıyla izliyorum Selim’i. Hadi, okuduklarıma geç, diyorum içimden. Geçiyor: Gülün İçinde Bülbül Sesi Var. Çıktığında okumuştum, demek on beş yıl geçmiş üzerinden. İzlence bitsin de kalkıp çıkarayım yerinden, yine okuyayım. Güzel güzel izlerken, bir haber alıyorum.

Bilirim niye yanık öter ney.

Roni Margulies ölmüş!

O da hastaydı ya, altmış sekiz yaş, hele günümüzde erken değil miydi ölmek için? Anılar üşüştü başıma. Okuruydum onun. Kitaplarından başka anım yoktu, anıların en güzeli. Bir tek on yıl önce, 2013 sonbaharında, iki çift laflamıştık Ya Seyahat! kitabı vesilesiyle. Sağ olsun –ürperdim!–, “Orçun için, sevgilerle” diyerek imzalamış, altına da “18 Ekim 2013” yazmıştı. Oysa o gün 19 Ekim’di. Düzeltmedim. Ne fark eder? (Niye ürperiyorsun? Tüm yazarlarla şairler, üstelik tüm iyi yazarlarla şairler gibi hep sağ değil mi Roni?)

Azar azar kana karışan bir üsluptu Roni Margulies benim için. Yirmi yıldan bu yana ara sıra açıp okuduğum, salt kitaplaşan işlerini değil, gazetelerle sitelerdeki yazılarını da okuduğum bir edebiyatçıydı benim için Roni Margulies. Salt edebiyatçı mıydı diye sormayacağım, öyleleri de vardır ya, Roni onlardan değildi. Bense şiirden, denemeden, öyküden, anılardan, ilişkisi hep tuhaf olan Yahudilikten söz ettiği yazılarının okuru oldum. (Ey Mesut Varlık, sevgili Mesut, daha geçen ay anmadık mı seninle Roni’yi? “İbraniceden çeviren: Roni Margulies.” Soracaktın. Ne oldu? Biz geniş zamanlar umuyorduk. “Yahut vakit olmadı.”)

Nezihe Meriç’i okuyacaktım değil mi? Kalktım, kitap odası dediğim cengele daldım. Girişte, solda, yan yana dizilmiş, birbirlerine dayanan dört uzun kule. Sol baştakinin alt yarısındaki sevdiğim öykü kitapları dışında, tümü oyun kitabı. Nezihe Meriç’i gördüm ama almak ne mümkün? Kitabın ucu, yanı başındaki kuleye dayanak olmuş, usta işi çekip çıkaramasam, bel fıtığımın taşıyamayacağı kadar kitap enkazının altında kalacağım. Bu işin içinden nasıl çıkarım diye sağı solu, altı üstü kurcalarken, Nezim’in Gülün İçinde Bülbül Sesi Var kitabının altında hangi kitabı göreyim? Ya Seyahat! Başkası yazsa, uydurmuş ama uymamış derim. Selim İleri’nin, Düşüşten Sonra’da metafiziğin çokça sözünü eden sevgili yazarımın etkisi mi? Nezihe Meriç’le ilgili programını izleyip Nezim’i okumayı düşünürken Roni’nin öldüğünü öğreniyorum, kalkıp Nezim’i okuyayım da yüreğimi soğutayım diye davrandığımda onunla Roni Margulies’i altlı üstlü buluyorum! Ne denir? (Neymiş, Nezim’i okuyup yüreğini soğutacakmış. Gülten Akın’ın benim acım acıların beyidir dizesi “Bir Güneydoğu Ağıdı” şiirinden kalkıp da o kitaptaki öyküye ad olmamış gibi!)

Bilirim niye yanık öter ney.

Güç bela çıkardım iki kitabı. Doğruldum. Tepelere doğru, eskiliğinin rengiyle dikkatimi çeken ince bir kitabı görüp neyse ki bu kez tereyağından kıl çeker gibi çıkardım. Edward Albee’nin Kılpayı oyunu. Delicita Balance’ı bu güzel adla çevirmiş Sevgi Sanlı. Yalnız bu metafizik işine kaptırmam an meselesi. 1968’de çıkan kitabı kim yayımlamış: Salim Şengil’le Nezihe Meriç (künyedeki adıyla, N. Şengil). Metafizik bununla da bitmiyor. Açıyorum çift balıklı Dost Yayınları’nın bastığı Kılpayı’nı, delilik aşağı delilik yukarı gidiyorum ya bugün, oyunun baş ve ilk kişisi Agnes’in oyunu açışı: “Beni en çok şaşırtan –umulmadık derecede tatsızlıktan uzak oluşuna şaşıp durduğum inancım, bir gün kolayca aklımı oynatabileceğim inancı bir yana–, oynatmak üzere olduğumdan kuşkulanmıyorum… Belki delilik uzak benden…” Yoo, korktuğumdan değil, canım çekmediğinden bırakıyorum kitabı bir yana (ona ne şüphe!). Hem ben Nezim’i alacaktım elime. Açıyorum. Sığınmaktan, hayatın devam ettiğinden dem vurdum ya, o da bir tokat aşk ediyor mu sana (yok yok, bana): “Bir de şu laf: ‘Hayat devam ediyor!’ İstanbul sakızı mübarek. Herkesin ağzında. Mis kokulu sanıyorlar. Değil.” Doğru, değil. “Anladık, devam ediyor, da, nasıl devam ediyor, soran, anlayan yok.”

Yüreğimin soğuyacağı falan yok. Birinin, hele ki o biri sanatçıysa, bizdeki yerinin oylumunu, o kişi göçtüğünde mi anlıyoruz? Roni Margulies’i severdim sevmesine ya, bendeki yerinin bunca derin olduğunu bilmezdim. Bıraktım elimde avucumda ne varsa, Ya Seyahat!’ten başlayarak kitaplarını yeniden okumaya, eski okumalarımı çağırmaya başladım.

“Orçun için, sevgilerle.” Birkaç damla gözyaşı. Böyle olacağı belliydi. “Şefaat yâ Resulallah” diyecek yerde, “Seyahat yâ Resulallah” demişim. Evliya Çelebi’den aktarmış Roni. Kitabının başındaki “Bir Tür Önsöz – İlham ve Strateji”de, “inanmadığım tek bir kelime yazmıyorum” dediği yazısını (ki, şahidim), “Beni Türk psikiyatristlerine teslim ediniz” diye bitiriyor, bu ülkedeki çoğumuz gibi, kendi kendimizin psikiyatristi olmak zorunda kalışımızı vurgulayan, çoğu yazısında gördüğüm ironiyle. İlk öyküye, “Doğumgünü”ne geldiğimde açık seçik ansıyorum bu öyküyü Notos’ta çıktığı gün okuduğumu. Neyzen Tevfik’in düşürdüğü ebcedi cesaretle yazmasına şaşmıştım şaşmasına ya çok da sevinmiştim bu işi yapmasına. O yıllardaki coşkumu yakalarım diye okumaya başladığım öykünün bir yerinde donakalıyorum: “Yüzünü aynaya iyice yaklaştırıp dikkatle okudu: Ömrün sandığın kadar uzun olmayacak.” Sevgili Roni Margulies, bunda da haklı çıktın ne yazık ki!..

Bilirim niye yanık öter ney.

Kafka’yı, babayı anmıştım. Dedim ya, tuhaf bir gün bugün. Her şey kendisiyle ilgili her şeyi çağırıyor. Metafizik, delilik, takınak, bin tane ad bul istersen. Durum bu. “Babam Amerika’da” öyküsüne (ya da kendisinin demesiyle “vezinsiz, kafiyesiz şiir”ine), Can Yücel’in dizesine göndermeyle, “Hayatta ben de en çok babamı severdim” diye başlıyor. (Anlıyorum bu takınağımı: “Koltuk”ta, babasıyla yan yana kitap okuduğunu –arka arkaya iki kez– yazıyor Roni. Öyle.) Geliyorum bir sonraki öyküye, yıllar sonra Selim İleri’nin (işte, yine!) Kumkuma’da yazacağı “ulu şair” Abdülhak Hamid’i (ve Hamit’i) ansıtan “Şair-i Azam’ın Dairesi”ne. Bardağı taşıran damla: Babasına son bakan doktorun (Aksel Siva) bana da baktığını görünce daha adıyla ‘haberci’ “Paralellikler” öyküsünde, kapıyorum Ya Seyahat!’in kapağını!

Onu anarken anımsadığım adları görseydi Roni, o ilk ve son konuşmamızda, o zamanlar Şalom’da yazdığımı öğrendiğinde yüzünü buruşturup yakasını silktiği gibi yapardı (üstelik, “sevmeyeceksin ama söyleyeyim” uyarısıyla demiştim). Kimi kültürel, ırksal, dinsel çağrışımları nedeniyle hoşlanmayacaktı kuşkusuz. Ben de hoşlandığım için anmadım. Belleğimin bu biçimde işlemesini de sevmiyorum açıkçası. Ben de Margulies’in neden denemelerinden iyimserlik, şiirlerinden karamsarlık yansıdığını soranlara ve kendine verdiği yanıtı veriyorum: Bilmiyorum.

Yıllar öncesine dönüyorum. Bugün Pazar Yahudiler Azar kitabını okuduktan, üstüne bir daha okuduktan sonraydı. Bella’nın evine gitmiştik bir abimle. Masasında bu kitaptan üst üste konmuş beş altı tanesini görmüştüm. O nedenle olacak, “İstanbul Yahudileri Hakkında Kişisel Bir Gözlem” alt başlığıyla yayımlanan bu kitaptaki kişiler, zaman zaman Bella’nın evinde de yaşar bende.

Roni Margulies’in bende Şavkar Altınel’le yaşadığını söylemem doğal gelecektir. Dostlukları, meslektaşlıkları, sanatçılıkları yanıyla değil yalnız bu birliktelik bende; yazışları, duyuşları, geçmişe bakışları, yalnızlığın yarattığı insanlıklarıyla da öyle. (“Ya Seyahat!” öyküsündeki Şahin, Şavkar mı?)

Bilirim niye yanık öter ney.

2004’te çıktı. Eski dergilerde kalmış yazılar. Unutuşa, “ey unutuş!”a terk edilmedi. (Edilmedi mi? Hangi kitabı kolayından bulunuyor Roni’nin?) İlkin 2014’te, ikinci kez 2021’de okuduğum Şiir, Yahudilik Vesaire kitabı, bu ikinci okuyuşta daha bir sardı beni. Diliyle, yaklaşımıyla, yazışıyla. Fethi Naci’den kendi kendime el alarak başladığım Eleştiri Günlükleri’nde de yayımladım oradan bir eleştiriyi. Parça(lı) şiir, bütün(cül) şiir ikilemine oturtmaya çalıştım – varsa böyle ikilem. Bütünün şiirini yazdı Roni Margulies, tahkiye etti, hikâyet etti, ayrılıklardan şikâyet eden neyin niye yanık öttüğünü bildi: Her rind gibi…

Ben yine anılara döneceğim. Çekileceğim. Aileme ve diğer Yahudilere, ardımdan gülen çocukluğuma, telgrafçiçeğinde tütüp duran şiirlere, kuşlara… (Yıllardır okuduğumu söyledim Roni Margulies’i. Günlüğüme yazdım bu okumalarımdan kimini. Birkaçını da Facebook’ta paylaştım. Eleştiri Günlüğü’nde andım. Yine de onun için sözde başlı sonlu bir yazıyı ölümü nedeniyle yayımlamak dokunuyor.)

...

Bu yazı bir Kadiş değil.

Kalpsiz dünyanın kalbini arayış hiç değil.

Ya şefaat!

Orçun Üçer

(K24)

 


Bültene kayıt ol