Dokuz yaşındaki Leon, hayatının paramparça olduğunu fark edince ırkçılığa dair gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalır.
Kit de Waal’ın ilk romanından uyarlanan BBC draması “Benim Adım Leon” oldukça değerli bir yapım.
Farklı etnik kökenlere sahip bir aileden gelen Leon’un (Cole Martin) gözünden, siyah olmasına ve kendisinin toplumdaki yerine dair giderek artan farkındalığını izlediğimiz TV filmi, sosyal hizmet uzmanlarından polise kadar devletin her kademesine nüfuz etmiş kurumsal ırkçılığı dürüst bir anlatıyla ve büyük bir ustalıkla işliyor.
Leon’un yeni doğan beyaz kardeşini hayranlıkla izlediği o sevimli açılış sahnesiyle başlıyor her şey. Özenin, şefkatin insanın doğasından geldiğini, nefret ve ırkçılığınsa sonradan öğrenildiğini fısıldıyor bizlere nazikçe.
Fakat Leon’un altından kalkması gereken çok fazla iş var. Annesi Carol (Poppy Lee Friar) çocuklarına tek başına bakamayacak hale geldiği için, kardeşine ebeveynlik yapmak zorunda. İşte bu noktada filmin bazı tuhaf yanları çıkmaya başlıyor ortaya. Leon’un bebeği beslemeye ve temizlemeye çalıştığı o sahneler insanın içini burkuyor olsa da, anlatının ne yöne ilerleyeceğine dair bir dizi fazladan detayın kullanılmış olması onların gücünü biraz zayıflatmış. Carol karakterinin yeterince iyi geliştirilmemiş ve yaşadığı sorunların altında yatan sebeplerin bizlerin tahmin becerisine bırakılmış olması da bunlara eklenebilir.
Bilhassa da Bay Devlin (Christopher Eccleston) ve Leon’un baba figürü Tufty (Malachi Kirby) arasındaki etkileşim, bunun en çok hissedildiği yerlerden biri. Ancak belki de bu kadar kısa bir yapımda hepsini birden işlemek mümkün olamamıştır. Örneğin, Tufty, Devlin’i polis muhbiri olmakla suçluyor ama diğer taraftan Tufty’nin bir şeyleri yanlış anladığı da ima ediliyor. Bu noktada romana başvurursak, yazar Kit de Waal’ın 1980’lerin İrlanda’sındaki açlık grevlerini de işlediğini görebiliyoruz.
Leon’un Tufty ile geçirdiği, bakımıyla ilgilendiği saatler kendi gelişimini de hızlandırıyor. Leon ve Tufty arasındaki doludizgin diyaloglar kararlı bir şekilde akarken siyahlara yöneltilen ayrımcılığın açık bir ifadesi haline geliyorlar.
Leon ihmal edilmiş, istismara uğramış bir çocuk. Fakat bir yandan da rastgele ortaya çıkan harika insanlarla karşılaşmalarına tanık oluyor, bir gece ansızın evlerinde beliren bu çocuğun nereden çıktığını bile sormamalarını hayretle izliyoruz. Leon bir başkasının evini kendine ait hissettiği bir yer olarak benimserken aile kurumunun onu nasıl da hayal kırıklığına uğrattığını görüyoruz.
Benim Adım Leon kurumsal ırkçılık temasından hiç kopmayan bir yapım. Ve ırkçılığın çeşitli devlet kurumları aracılığıyla kendini farklı şekillerde gösterebildiğini resmetmesi açısından da oldukça başarılı bir anlatıya sahip. Kusurlu yöntemlere başvuran sosyal hizmet uzmanlarından tam anlamıyla ölüm saçan polisine kadar herkes bunun uygulayıcısı durumunda.
Socialist Worker’dan çevirildi
Min Jin Lee’nin romanından uyarlanan sekiz bölümlük masalsı Kore draması “Pachinko”, Koreli göçmen bir ailenin 20. yüzyılın büyük kısmına yayılan mücadelelerini ve travmalarının gölgesinde yaşayan hayallerini, insanlığın ortak acıları içine yerleştiren cesur ve zarif bir anlatı.
Bu bir diaspora hikayesi
Zamanda, birkaç kuşağın hayatından kesitler görebileceğimiz şekilde bir ileri bir geri atlarken, bir karakter tarafından yapılan seçimlerin on yıllar sonra diğerleri üzerinde nasıl bir dalgalanma yaratabildiğini gördüğümüz bu macerada son derece önemli tarihsel gelişmelere de tanıklık ediyoruz. Bir yere demir atamadan ayakta kalmaya çalışıyorken göğüs gerdikleri amansız fırtınaları, ancak bunu başarabilirlerse kurmaya yeltendikleri serpilip kök salma hayallerinin çoğunlukla kırılıp dağıldığı dünyalarını ve nesiller boyunca süren kimlik krizlerini, yani tarih kitaplarının anlatmaya yanaşmadığı gerçekleri ortaya seren Pachinko, Japonya’nın Kore’yi ilhak etmesinin ardından (1910) Busan’daki yoksul bir balıkçı köyünde doğan Sunja’nın gerçek yaşam deneyimlerine dayanıyor.
Japonya’nın en büyük etnik azınlıklarından birini oluşturan, geçim kaynakları, hatta pirinçleri bile ellerinden alınan bu insanların – sömürgecilerin deyimiyle ‘Zainichi’lerin- ilk nesli Busan gibi küçük balıkçı kasabalarında kendilerine bir yaşam kurmaya çalışıyorken, ikinci nesil Japonya’ya taşınma, Osaka gibi büyük kentlerin sunduğu fırsatlardan yararlanabilme hayali kurmaya başlıyor. Oysa Japonya şehirlerinin sunduğu fırsatların da büyük bir bedeli var: Kore yarımadasından gelen göçmenler her yerde ‘persona non grata’ statüsünde. Hor görülüyor, en iyi ihtimalle gri bölgelerde yaşamaya mahkum ediliyor, sistematik ayrımcılık ve nefret söylemlerine maruz kalıyorlar.
430 bin kişinin hikayesi
Çocukluk yıllarını geride bırakıp geleceği belirsiz genç bir kadına dönüşen Sunja, önce geçim kaynaklarına el konulan, sonra da işçi olarak Japonya’ya getirilen 430 bin kişiden biri olsa da onun böyle bir göçe zorlanma sebebi farklı. Geleneklerin oluşturduğu baskı yüzünden gitmek zorunda kalıyor Sunja. Fakat sonuçta o da kendini diğerleriyle aynı gemide buluyor. Bu insanların büyük kısmı İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Japonya’nın gelişimine hizmet etmek için, örneğin Osaka gibi şehirlerdeki tren hatlarının yapımında çalıştırılmak üzere kentlere sürülmüştü. Bir sonraki nesil o kentlerde doğup büyüdü.
Tarihin revizyonist yorumlarında bunlardan hiç bahsedilmez. Min Jin Lee’nin romanından uyarlanan TV dizisi ise; acılara, zorluklara sabırla göğüs germeye çalışan 430 bin Korelinin hikayesine tutulan ışığı kimi zaman da evrensel insanın çıkmazına çeviriyor ve hepimizi şu sorular üzerinde düşünmeye itiyor: Dilimize, kültürümüze bağlanmakta hiç sorun yaşamazken sağlıklı duygusal bağlar kurma konusunda nasıl bu kadar beceriksiz olabiliyoruz? Gerçek kimliğimizi nerede arayacağız? Reddedilme korkusunun hiç sonlanmayan gerilimi karşısında asimile olma isteği duymamız tuhaf mıdır? Yaşam bu koşullar altında nasıl canlanacak?
İstenmeyen yabancılar
İşte burada, Sunja’nın – eğitimini ABD’de tamamlayan- torunu Solomon giriyor devreye. Bu karmaşık Kore-Japonya dinamiğinin dışında tutulmak istenmiş bir Amerikalı aslında Solomon. Dünyayı Kore ve Japonya’dan ibaret görmeyen çağdaş insana özgü tutumları ve hırsları yansıtan bir karakter olsa da Japonya’ya ayak bastığı anda o da Koreli kimliğiyle özdeşleşen bir Zainichi oluyor hemen: Mükemmel bir aksana sahip, büyük iş anlaşmaları peşinde koşan bir beyaz yakalı olsanız da bu iki dünya arasında sıkışıp kalmaktan kurtulamazsınız.
Korece altyazılarını sarı, Japonca konuşulduğundaysa mavi gördüğümüz dizinin yapımcıları, bilhassa Solomon üzerinden sorgulanan bu kimlik karmaşasını harikulade detaylarla aktarıyor. İngilizce ve Japoncayı aksansız konuşan bu karakter, uyum arzusunu mükemmel Japoncasını kullanarak yansıtıyor ama örneğin aile büyüklerine kafa tutacaksa, onları küçümsediğini gösteren geçişler yapıyor diller arasında. Kültürel nüansları, oyuncuların güçlü performansları ve yapımın teknik üstünlükleriyle birleşince, bir diasporanın üç nesil boyunca aktarılan travmaları hakkında, bir değil birkaç kitap dolusu konuşuyor Pachinko. Kimi sahne geçişleri de bu cesur ve derinlikli anlatıma yeni hikayelerle katkıda bulunuyor.
Yazar ve yapımcı Soo Hugh tarafından yaratılan dizi, zaman değiştikçe biz de değişiyoruz diyor; ama bir şeyler ne kadar değişirse o kadar aynı kalır: Varlığımızın cezalandırıldığı sancılı asimilasyon süreçlerinden geçmeyi kabullensek bile ‘istenmeyen yabancılar’ mühründen kurtulamadık.
“Tarih bizi hayal kırıklığına uğrattı.”
1134 müzik yorumcusu, besteci, söz yazarı, aranjör, müzik yapımcısı, müzik yazarı ve menajer; müzik yasaklarına karşı ortak bir açıklama yaptı.
Konser, festival yasaklama ve yasaklatma furyası sürüyor. Bu öyle bir boyuta vardı ki Eskişehir'de parkta yoga yapan kadınlar Cimer'e şikayet edildikten sonra özel güvenlik tarafından engellendi.
Bu yazı yazıldığı sırada (30 Mayıs) Kocaeli Kandıra’da 10-11-12 Haziran 2022 tarihlerinde düzenlenecek olan gençlik festivali FullFest, ‘ormanda konaklama yasağı’ gerekçe gösterilerek iptal edildi. Festivalde hedef gösterilen sanatçı Melek Mosso ve Sagopa Kajmer gibi isimler sahne alacaktı.
Yasaklama furyası, (pandemi dönemi iki sene hariç) 2010'dan itibaren her yıl gerçekleşen 19 Ocak Hrant Dink anmasının yasaklanması ve Gezi Parkı davasında ağır cezaların yağdırılmasıyla tırmandırılan, iktidar blokunun seçime giderken oluşturduğu baskı koşullarının bir parçasıdır.
Hedef alınan konser ve etkinliklere bakıldığında iktidar kadar muhalefet saflarında gözüken kimi siyasi parti ve örgütlerin yasaklatırma kampanyasına giriştiği de görülüyor. Ortak noktaları, aşırın sağın birer parçası olmaları ve kendilerinden başka herkesi düşman ilan etmeleri: Cinsiyetçiler, ırkçılar, şovenistler ve ahlak zabıtalığına soyunanlar...
Mayıs ayı dökümü
Yasaklama furyası, 10 Mayıs'ta Eskişehir Valiliği'nin Anadolu FEST etkinliği günlerini kapsar şekilde başladı. Yasak tuhaftı. IŞİD ve PKK'nin saldırı ihtimalinden söz edilerek, siyasi partiler ve sendikaların faaliyetliyetler dışında tüm etkinlikler 10-24 Mayıs tarihleri arasında iptal edildi. Valiye destek kendilerine Eşkişehir Kardeşlik Platformu adını veren, aralarında MÜSİAD, İHH, Memur-Sen'in de bulunduğu bir dizi AKP'li örgütlenmeden geldi. Bunlar, festivalde içki içilmesinden ve "kızlı erkekli yatılmasından" şikayetçiydi.
14 Mayıs akşamı gerçekleşen Trabzon Şampiyonluk kutlamalarında bir utanç yaşandı. Trabzon doğumlu olan Yunanistanlı sanatçı Matthaios Tsahouridis, Pontus soykırımını kınayan eski görüntüleri Ümit Özdağ tarafından yayınlanınca etkinliğe çıkarılmadı. Bu durumu protesto eden Apolas Lermi tek başına sahne almayı reddetti.
15 Mayıs'ta AKP’li Derince Belediyesi, başta destek verdiği ve bizzat pankartlarını astırdığı Aynur Doğan’ın konserini “inceleme sonucu” iptal ettiğini açıkladı. Özel bir firma tarafından yapılan organizasyonun biletleri 40 gün önce satışa sunulmuş, tanıtım pankartında desteklerinden dolayı belediyeye teşekkür edilmişti. Belediye yönetimi, "bildirim yapmadılar" dese de yasak kararının, bir dizi "muhafakar-milliyetçi kurumun" tepkisi sonucu alındığı ortaya çıktı. Konseri belediyenin düzenlediğini sanan iktidar bloku taraftarları, internette Aynur'u araştırmış, 11 yıl önceki konser görüntülerini bulmuştu! Başta ırkçı Zafer Partisi taraftarları olmak üzere birçok ulusalcı ve milliyetçi çevre, AKPlilerle birlikte Aynur'u karalama kampanyasını yürütüyor.
16 Mayıs'ta Muş Valiliği, Zazaca müzik yapan Metin-Kemal Kahraman’ın 17 Mayıs’ta Muş Öğretmenevi Konferans Salonu’nda vermek istediği konsere “uygun bulmadığı” için yasak kararı getirdi. Aynı gün Amed Şehir Tiyatrosu’nun Don Kişot’un Kürtçe uyarlaması olan “Don Kixot” isimli oyunun sahnelemesi, AKP’li Çayırova Belediyesi (Kocaeli) tarafından engellendi.
23 Mayıs'ta Niyazi Koyuncu’nun Pendik'te düzenleyeceği konser, AKP’li Pendik Belediyesi tarafından engellendi. Gerekçe, sanatçının belediyenin değerlerini paylaşmaması idi.
Yasaklamalar arasında en ibretlik olanlarından biri Uluslararası Isparta Gül Festivali'nde sahne alacak olan Melek Mosso’nun konserinin iptali. AKP'li belediye, Saadet Partisi’nin gençlik örgütlenmeleri olan Milli Gençlik Vakfı ve Anadolu Gençlik Derneği’nin ahlaksızlıkla suçlamasını geçereli buldu. Konser yasaklatan bu kez altılı masanın bileşenlerinden biri oldu.
ODTÜ Rektörlüğü 25 Mayıs'ta Uluslararası Bahar Şenliği kapsamında Burhan Şeşen ile Flört grubunun konserlerini, Pençe Kaplan operasyonundaki kayıpları gerekçe göstererek iptal etti. Bursa Valiliği ise 26 Mayıs'ta Kürt sanatçı Mem Ararat’ın konserin “kamu güvenliği” gerekçesiyle yasakladı.
27 Mayıs günü ise Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın festival programı kapsamında düzenleyeceği İspanyol vatandaşı Ermeni keman virtüözü Ara Malikian’ın konseri iptal edildi. Hedef gösteren yine milliyetçilerdi.
Aşırı sağın atağı
Yasaklama gerekçesi yere göre, sanatçıya göre değişiyor. Ama yasaklayanların ve yasaklatanların yaptığı siyasi gericilik kampanyasının içeriği değişmiyor.
Tüm bu yasaklama ve baskı kampanyasının, muhalefetiyle iktidarıyla tırmandırılan mülteci karşıtı kampanyanın üzerine geldiğini de unutmamak gerekir. Aşırı sağın atağı bir kez başlamaya görsün, politik müzik yapmayan ya da bu kimlikle öne çıkmayan sanatçılara uzanıyor.
İktidar blokunu yenecek ve muhalefete sızmış siyasi gericileri geriletecek özgürlükçü demokratik muhalefeti büyütmeye, düşünce ve ifade özgürlüğü için mücadeleye ihtiyacımız var.
Aynur Doğan, 11 yıl önce İstanbul'da caz konserinde Kürtçe şarkı söylediği için ulusalcılar tarafından yuhalanmış, üstüne pet şişeler atılmıştı. Bugün AKP'li Derince Belediyesi, konserini yasakladı. Kürt sorununun özü olan Kürtçe yasağı ve ırkçılık devam ediyor.
20 Mayıs'ta ilçede yapılacak konser için verilen Derince Açık Hava Sahnesi’nin tahsisi iptal edildi.
Kürt sanatçı Aynur Doğan'ın Derince'de vereceği konseri yasaklayan belediye, etkinlik için gerekli yasal bildirimin yapılmadığını ve bilet satışında usulsüzlük olduğunu ileri sürdü.
Bunun yalan olduğu, konser afiş ve pankartları ile düzenleyici özel şirketin duyurusunda açığa çıktı.
Konser afişlerinde Derince Belediyesi'ne katkılarından dolayı teşekkür ediliyordu.
Organizatör şirket, konser biletlerinin 40 gündür halka açık satışta olduğunu söyledi.
AKP'li belediye başta desteklediği ve yer tahsis ettiği konseri, günler sonra yaptığı "inceleme" sonucu "uygun bulmadığını" açıkladı.
Aynur Doğan konserinin yasaklanmasının tek bir sebebi var: Kürtçe'ye tahammülsüzlük. Kürtçe şarkıları "terörizm" olarak görmek. Derince'de yaşayan Kürt yurttaşların kendi dillerinde müzik dinlemesine izin vermemek. Bir avuç suda fırtına koparan milliyetçilerin, ırkçıların ve faşistlerin istediğini, yani aşırı sağcı+faşist koalisyonu olan Cumhur İttifakının gerici fikirlerini hayata geçirmek.
Aynur Doğan, bu zihniyetle ilk kez karşılaşmadı
2011'in Temmuz'unda, 18. İstanbul Caz Festivali etkinlerinin gerçekleştiği Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu'nda sahne alan Aynur Doğan ulusalcı bir grup tarafından yuhalanmıştı. Kürtçe şarkı söylediği sırada sahneye pet şişeler atıldığı, minderler atıldığı için konserini yarıda kesmek zorunda kalmıştı.
11 yıl sonra Kürtçe şarkı söylediği için bu sefer yasaklı hale geldi. Yasağı koyan ise Kürt sorununun kendilerince çözüldüğünü savunan, yakın geçmişte Kürtçe TV açan AKP.
Milliyetçilik ve ırkçılığın Kürtlerin ana diline tahammülsüzlüğü sürerken, Kürtler üzerindeki baskıyı savunan siyasi odaklar bugün kol kola girmiş durumda.
11 yıl önce özgürlükçüler ve enternasyonalistler Aynur Doğan'ı yuhalayan güruhu Taksim'de protesto etmişti. Bugün baskılar sebebiyle sokakta olmasa da farklı görüşlerden çok sayıda kişi yasağı eleştiriyor ve Aynur Doğan'ın yanında duruyor.
Aynur Doğan susturulamaz. Kürt dili, müziği ve kültürü yasaklarla yok edilemez. Kürtçe yasağı sürdükçe, Türkiye'de yaşayan milyonlarca Kürdün dili resmi olarak tanınmadıkça ve eğitim dili olarak kabul edilmedikçe kimse Kürt sorunun çözüldüğünden bahsedemez.
Derince'de Kürtçe konseri yasaklayan iklim, Suriyeli ve Afgan göçmenleri hedef göstermekle başlayıp Trabzon'daki şampiyonluk kutlamalarında Rum sanatçıların yasaklanmasıyla devam eden ırkçı kampanyanın bir sonucudur.
Irkçılar ve faşistler kendilerinden başka herkese düşmandır. Hedef seçtikleriyle, ayrım yapmadan, dayanışmalıyız. Irkçılığa, yasaklara, baskılara ve saldırılara karşı hep birlikte mücadele etmeliyiz.
Hayatının büyük kısmını mücadele ve yoksullukla geçirmiş Yahudi bir marangozdu Mordehay Gebirtig. Müthiş yeteneği sesleri melodilere ve şiirlere dönüştürmeseydi belki de onu tanımıyor olacaktık. Ayrıca örgütlü bir sosyalistti, daha güzel bir dünyada yaşamak daha iyi bir dünya inşa etmek istiyordu. Yahudi Tiyatro Ansiklopedisinin 12 sayfa ayırdığı Gebirtig, etkileyici üretkenliği ile Yidiş edebiyatına, tiyatrosuna ve müziğine çok değerli eserler kazandırmıştır. Yidiş konuşulan coğrafyada varlık bulan protest ve folklorik sanatı onu bir halk ozanı yapmıştır. Şarkılarında bazen Yahudi bir işçinin derme çatma dört duvarı, bazen bir annenin çocuğuna söylediği ninni, bazen aşk ve umut, bazense bir pogromun acı çığlığı vardı.
Nazi kurşunuyla öldürülünceye dek içindeki müzik, neşesi ve hüznüyle hiç susmadı.
Krakov’un Bertolt Brecht’i
Mordehay Gebirtig Avusturya-Macaristan İmparatorluğunda doğduğunda tarih 4 Mayıs 1877’dir. Doğduğu şehir günümüz Polonya’sındaki Krakov’dur aslında. Bir zamanlar Doğu Avrupa Yahudi kültürünün göz bebeği şehirlerinden birisi olan Krakov’un Yahudi semti Kazimierz’de yaşamıştır. 13 yaşına kadar okuma yazma ve din dersleri aldığı Yahudi okuluna (Heder) gider ve 14’ünde varlıklı ailelere sahip olmayan pek çok akranı gibi mesleğe verilir. Mordehay’ın payına küçük bir marangozhanenin yolunu tutmak düşer. Kıt kanaat geçinen ailesine yardımcı olmak zorundadır, çıraklığa başlar. Çocukluğunun ilk yıllarından beri müzikle, şiirle ve tiyatroyla ilgili olan Mordehay kendi yaptığı flütü çalmayı yine kendi kendine öğrenmiştir. 19. yüzyılın sonlarında oyuncakların en popüleri olan ufak tahta flüt, Mordehay için yanından hiç ayırmadığı bir şeye dönüşecektir. Çalıştığı küçük marangozhanede talaş ve tozların içerisinde zaman zaman inceden gelen flüt sesini duyanlar onun yeni bir melodi yakaladığını anlar. Maddi yetersizliklere rağmen inat etmiş müzikten kopmamış, amatör tiyatro gruplarına katılmıştır Mordehay.
Polonya’da Yidiş tiyarosunun parladığı zamanlar şair Avrom Reyzen Krakov’da Dos Yiddishe Wort isimli günlük gazeteyi çıkarıp, yazılar yazmaya başladığında sık sık Gebirtig’in büyüleyici tiyatro yeteneğinden bahsedermiş. Ama gelin görün ki hükümet bu Yidiş tiyatrosu işinden pek memnun olmamış ve tiyatro faaliyetlerinin azaltılması için baskılar yapmaya başlamış. Yahudilerin anadilde tiyatro yapması sakıncalı bulunmuştur.
Bu rahatsızlığın diğer nedeni Krakov’daki Bildung (Eğitim) tiyatrosunun Yahudi kültürel yaşamının önemli ve etkin bir merkezi haline gelmesidir. Zira Yidiş tiyatrosu sayesinde birçok genç anadilini öğrenme ve geliştirme fırsatı bulur. Kültürel dersler ve özgür tartışma ortamı entelektüel faaliyetleri çoğalttıkça aydın Yahudi proletaryasının sesi gürleşmeye başlamıştır. Ve takdir edersiniz ki bu çevrenin en önde gelen ismi hem Polonya Sosyalist Partisi hem de Bund üyesi Mordehay Gebirtig’tir. Bildung’da geçirdiği yıllar hayatının her evresinde kendini gösterecektir.
Aynı yıl haftalık basılan Sozial Demokrat dergisinde Der general shtrayk “Genel Grev” isimli şiiri yayımlanır Mordehay Gebirtig’in. Köleliğin duvarını yıkan, yeni bir dünya için şarkılar söyleyen işçileri birleştirip özgürleştirdiği bu şiir çok ilgi görür ve adından daha çok bahsettirmeyi başarır. Şiiri Yidiş yazmıştır; ama Polonya’daki tüm sosyalistlerin ilgisini çeker. Kendisini bir parçası olarak gördüğü işçi sınıfına ve ezilen tüm yoldaşlarına armağan etmiştir bu şiiri.
Yaşadığı dönemin sosyo-politik gerçekliğini, burjuva ahlaksızlığını, işçilerin mücadelesini eserlerine aktarırken Yahudi kimliğinden de parçalar sunmuştur eserlerinde. Örneğin Şabat günü fabrikaya gitmek zorunda olan dindar bir Yahudi’nin acı-tatlı hikayesiyle de karşılaşabilirsiniz Gebirtig’in şiirlerinde. Bir başka şiir çocukluk yıllarını anlatırken, bir diğeri Aşkenaz kültürünün mizahı ve eğlencesi ile doludur. Çocuklara, kedilere, bahara şarkılar armağan ettiği gibi grev yapan kızıl bayraklı işçilere de adamıştır şiirlerini.
Bu yüzden onu Krakov’un Bertolt Brecht’i olarak ananların sayısı hiç de az değildir.
Kimlikte Markus Bertig
“Markus Bertig, esnaf, evli, Yahudi, 1877 Krakov doğumlu, ikamet 5 Joselewicza Caddesi, Polonya vatandaşı, anadili Lehçe, eşi Bluma, çocukları Charlotta, Ewa, Leonora.”
1921 yılı nüfus sayımında kayıtlara geçmiş bu bilgileri okuyunca Mordehay nere Markus nere diye soruyor insan ister istemez. Avusturya Macaristan İmparatorluğu isim yasası uyarınca çocuklara verebileceğiniz isimler bazı kurallara bağlıydı. Mordke koymak istemişlerdi çocuklarının adını; ama jargon ve resmi olmayan isim kuralına takılınca ebeveynleri bir Alman adı vermişlerdi oğullarına. Halbuki Mordke, Mordehay’ın Yidiş usulünce söylenişidir.
Kimlikte Markus, evdeyse Mordke. Bluma Rus İmparatorluğu hakimiyetinde doğduğu için ismini kullanabiliyordu. Çocukların da evde isimleri farklıydı, onlar Shifra, Basia ve Reysele’ydi.
Gelelim anadil konusuna. Yidiş’e bu derece aşık birisi nasıl olur da anadilim Lehçe diyebiliyordu?
Yanıtı basit: baskı. Tarih boyunca sürekli işgale uğrayan Polonya, bağımsızlığının ilk yıllarında katı bir dil birliği politikası ile egemenliğini pekiştirme yoluna gitmiştir.
Bu nedenle Polonya’da yaşayan herkesin anadili Lehçe olarak kayıtlara geçiyordu, karşı çıkanın vay haline.
Mordehay ve eşi Bluma evde çocuklarıyla Lehçe konuşuyor, kendi aralarında ise Yidiş. Çocuklarına anadillerini öğretmişler mi bilemiyoruz.
Bertig’in Gebirtig’e dönüşümü ise Almancada doğuş anlamına gelen “geburt” kelimesini hatırlatır. “Yeniden doğan” Mordehay. Şiirlerini, şarkılarını artık böyle imzalar. Yeniden doğmak küçük yaşından beri sağlık sorunları olan ve genç yaşında kalp krizi atlatan Mordehay Gebirtig için tahminimizden daha değerli olsa gerek.
Antisemit Saldırganları Geri Püskürten Şofar
Birinci Dünya Savaşı başladığında sağlık durumu nedeniyle cepheye gidemez raporu verilen Mordehay’a bir karantina hastanesinde savaş yaralılarına bakıcılık ve hademelik yapması emredilmiştir. Savaşın neden olduğu yıkıma tanık olmanın ağırlığı- yetim kalan çocuklar, mülteciler, savaşta bedenen ve zihnen yaralanmış ama madalyayla “ödüllendirilmiş” gençler, evlatlarını yitirmiş anneler- onu savaştan tüm kalbiyle nefret ettirmişti. Bu dönemde savaş karşıtı şiirler yazıyordu. Zorunlu olarak görev yaptığı hastaneye her milletten yaralı asker geliyordu. Yabancı askerler yurtlarına olan özlemi gidermek için Gebirtig’in daha önce hiç duymadığı dillerde şarkılar söylüyordu. Bu melodiler onu derinden etkiliyor ve ona ilham veriyordu.
Gebirtig’in basılı şiir ve şarkılarından bahsederken bazı eserlerini hiç yazmadığı sadece arkadaş buluşmalarında söylediği rivayet ediliyor. Kulaktan kulağa yayılırmış şarkılar. Krakov’da General Haller sempatizanlarının antisemit saldırıları artınca Yahudi gençler pogromlara karşı öz savunma için örgütlenmeye başlar ve sokakları kolaçan etmek için volta atarlarken Gebirtig’in şarkılarını söylerlermiş. Çoğu insan bu şarkıların anonim olduğunu sansa da Krakovlu yazar Nechemia Zucker şarkıların Gebirtig’e ait olduğunu bildiğini anlatıyor hatıralarında. Ve şunu ekliyor: “Bu şarkılarda Mordehay yoksul ve mahcup bir adam değildir, hatta o meşhur oyuncak flütünü kalabalık antisemit grupları geri püskürten dev bir şofara dönüştürmüştür.” Fakat bu şarkıların çoğu ne yazık ki günümüze ulaşamamıştır.
20 şiirden oluşan ilk kitabı Folkstimlech-Halkım İçin 1920 yılında basılan Gebirtig, savaş karşıtı, sosyalist ve folklorik ögeler taşıyan lirik tarzıyla yeniden beğeni toplar. 2 yıl sonra New York’tan Krakov’a gelen Damdaki Kemancı filminin iki yıldızı (Molly Picon ve Jacob Kalich) Gebirtig ile tanışıp şiirlerini, şarkılarını kendisinden dinleyince çok etkilenirler. Şarkılardan 2 tanesi için telif ücreti ödeyip, Amerika’da bu şarkıları meşhur etmişlerdir.
Mordehay Gebirtig Polonya sınırını aşmaya böyle başlamıştır.
Polonya’da Pogromlar, İşgal ve Holokost
1930’lu yıllarda Gebirtig oldukça ünlenmiş, şarkıları şiirleri dünyanın birçok yerinde bilinmeye, resital programlarına dahil olmaya başlamıştı. 30’ların ortalarında şarkılarını da kitaplaştırdı. Fakat Polonya’da Yahudiler için hiçbir zaman kolay olmayan yaşam gittikçe daha da zorlaşıyordu. Adolf Hitler’in antisemit uygulama ve söylemleri Polonya’da da etkisini gösteriyordu. Bu yıllar şairin umutsuzluk içinde yazdığı satırlarla ve Nazilerle işbirliği yapan Polonyalılara olan kızgınlıkla dolmaya başlamıştır. Polonya’nın Przytyk isimli Yahudi köyünde meydana gelen kanlı pogromun dehşetiyle “Köyümüz yanıyor ve siz öylece kollarınızı kavuşturup izliyorsunuz.” diye isyan ettiği Es’Brent (Yanıyor) şiiri dönemin ve sonrasında olacakların izlerini taşır. Bir çığlıktır Es’Brent. Daha fazlasının olacağını sezip haber veren, insanları kayıtsız kalmamaya direnmeye iten bir çığlık.
Hitler’in işgaliyle birlikte Krakov’un Nazi karargahı haline gelmesi, her türlü işkenceyi Yahudilerin günlük yaşamının bir parçası haline getirmişti. Mordehay evden çıkmıyor yeni şarkılar yazıyordu. 1941 yılında “kalifiye” olmayan tüm Yahudilerin şehirden çıkarılması, çevredeki küçük kasabalara yerleştirilmesi şart koşuldu. Bu sırada ailesiyle Krakov yakınlarındaki bir köye yerleşen Mordehay zaten bozuk olan sağlığına iyice dikkat etmek zorundaydı. Yetersiz gıda, barınma sıkıntısı, geleceğin belirsizliğiyle hayata tutunma mücadelesi vardı artık. Çocuksu neşesinden eser kalmasa da şair bu acı günlerde de yazmaya devam eder. Hatta son şiirini Nazilerle alay edercesine “Her şey yolunda, her şey iyi, bundan daha iyisi olamazdı.” mısralarıyla bitirmişti.
2 yıl sonra Krakov gettosuna geri döner Gebirtig ve ailesi. 4 Haziran 1942’de Naziler gettoya baskın düzenler. Yahudiler kamplara gönderilmek üzere kamyonlara bindirilirken bir görgü tanığının aktarımına göre Mordehay Gebirtig bağırarak şarkı söylemeye başlar. Bunun üzerine kurşunlanarak öldürülür. Yanında ressam arkadaşı Abraham Neuman da vardır. O da kurşunlanır, Mordke’nin iki kızı ve karısı da. Ve daha yüzlerce kişi Krakov gettosundan çıkartılırken katledilmiştir.
Gebirtig kurşun yağmurunun başlayacağını hissettiği için mi şarkı söylemeye başlamıştır yoksa içindeki müziğin sesini yükselterek Nazileri ve ölümü umursamadığını göstermek için mi yapmıştır bunu? Asla cevabı bilemeyeceğiz.
Gelin Mordehay Gebirtig’i daha iyi bir dünya kurmanın hayaliyle yazdığı bestelenmiş şiiri Arbetlose Marsch “İşsizlerin Marşı” ile analım.
İşsizlerin Marşı
Bir, iki, üç, dört,
işsiz çok, iş yok, hep dert.
Kapandı aylardır fabrikalar,
kalakaldık, kapandı kapılar,
toz ve kir kaplı makineler,
aylar geçti, hep pas içindeler.
Yürüyüp gidiyoruz bu yoldan,
işsiziz donuyoruz soğuktan,
işsiziz donuyoruz soğuktan.
Bir, iki, üç, dört,
işsiz çok, iş yok, hep dert.
Yalın ayak, yersiz yurtsuz,
ekmeği çamurla yoğururuz,
kalmadı elde bir şey yiyecek,
ne etimiz var ne süt ne ekmek,
en güzeli su, şarap gibi sanki,
çekelim kafayı, şimdilik işler iyi.
Bir, iki, üç, dört,
işsiz çok, iş yok, hep dert.
Köle gibi çalıştık boş yere,
patronlar çok kâr etsin diye,
şehirler yarattık koca koca,
sana değil, bana değil ama,
yoldaşlar, ne verdiler ki bize,
açlıkla işsizlikten başka,
açlıkla işsizlikten başka.
Bir, iki, üç, dördüz biz,
budur işte mücadelemiz.
El ele, omuz omuza yürürken,
çınlar her yanda sözlerimiz:
İşçi sınıfıyız biz, bir gün inan,
işsizlikten, utançtan, hırstan
kurtardığımız bir dünya göreceğiz.
Tarih yazacağız hep birlikte biz
ve tarih yazacağız hep birlikte biz.
Çeviri: Roni Margulies*
Melike Karaosmanoğlu
Okuma Önerisi:
Mordechai Gebirtig: His Poetic and Musical Legacy – Editor Gertrude Schneider
*Bu çeviri ilk kez Avlaremoz’da yayımlanmaktadır. Şair, çevirmen ve yazar Roni Margulies’e çok teşekkürler.
Bilimkurgu romanlarında, Star Trek, Marvel ve DC dizi/filmlerinde tasvir edilen, Minecraft ya da Fortnite gibi bilgisayar oyunlarında yaratılan sanal evrenlerin üzerine, Mark Zuckerberg’in Metaverse’i insanlık açısından bir gelecek vizyonu taşıyor mu?
Teknoloji ve oyun tanıtımcıları tarafından övülen Metaverse ne demek?
Türkçesiyle öte evren. Sanal olarak yaratılan, çok büyük yatırımlarla inşa edilen dijital bir alan.
Buraya nasıl girebiliyoruz? İnternet faturamız ve bilgisayar ya da mobil telefonun üzerine sanal gerçeklik gözlüğü satın alarak.
Metaverse de neler yapabiliyoruz? İşte burası çok önemli.
2022 Ocak ayı itibarıyla dünyanın en zengin 6. kişisi olan Mark Zuckerberg, oyunun ötesinde bir sosyal ortam inşa ettiğini söylüyor.
Zuckerberg’in devasa yatırımlar yaptığı, bunun için en büyük sanal gerçeklik gözlüğü üreticisi şirketi satın aldığı, Facebook’un adını Meta olarak değiştirdiği, mobil telefonlardan sonra internetin ulaşacağı son nokta olarak reklamını yaptığı bu sanal gerçeklik bize şunları vaat ediyor:
• Gerçek hayatın yanısıra burada avatarlarınızla varolabileceksiniz.
• Burada - yine avatarlarınızla - şirket toplantılarına katılabileceksiniz.
• Gezdiğiniz şehirlerdeki lokantaları, dükkanları puanlayabileyecek, banka kartlarınızla alışveriş yapabileceksiniz.
Bize sanal gerçeklik gözlüklerini satıp, müthiş bir gelecek vaat eden Zuckerberg kimdir?
Onun nasıl fırsatçı bir kapitalist olduğunu, Facebook fikrini nasıl arakladığını, kendi yanındakileri nasıl ekarte ettiğini, 2010 yılında gösterime giren ünlü yönetmen David Fincher imzalı Sosyal Ağ filmi çok iyi anlatır.
Facebook’un nasıl paralı-ticari bir alan haline geldiğini yıllar içinde gördük.
Müthiş sanal gerçeklikler yaratarak insanlara keyif verici deneyimler yaşatan bilgisayar oyunlarının, her kademede nasıl fiyatlandırıldığına - ki artık bir soyguna dönüştü - tanık olduk.
Metaverse, Zuckerberg’in yeni bir para kazanma taktiğidir. Kişileri, şirketlere ve evlere hapseden hüzünlü bir yalnızlık vaat etmektedir. Tıpkı Metaverse’in öncülü Second Life gibi.
Sanal gerçekliklerin varlığı inkar edilemez ve geliştirilmelidir. Bunun için Meta gibi şirketlere işçilerin el koymasına ve sınıfsız bir toplumda herkesin parasız/eşit bir şekilde sanal evrenlere ulaşmasına ihtiyacımız var. Daha fazla şirket reklamına, tüketim propagandasına, soyguna değil.
Orman yangınları, eskiden beri oluyor. Fakat dünyanın en sıcak yıllarının yaşandığı son dönemde gerçekleşen yangınlar birer istisna olmanın ötesinde genel bir durum haline geliyor.
Geçen yıl yayınlanan Burning (Yangın) adlı belgesel, 2019-2020 yıllarında Avustralya’nın “Kara yazı” olarak anılan orman yangınlarının nedenini araştırıyor.
Yönetmen Eva Orner ile senarist Jonathan Schaerf imzasını taşıyan belgeseldeki en önemli vurgu, ülkenin en fazla nüfuslu eyaletlerini vuran, aylarca süren ve geriye büyük bir yıkım bırakan orman yangınlarının göz göre geldiği, iktidardaki sağcıların iklim krizinin yarattığı felaketlere bile bile önlem almadığı.
Avustralya’da on binlerce öğrencinin başlattığı iklim için okul grevlerinin görüntüsüyle yapılan açılışın ardından, küresel ısınmanın bilim insanları tarafından tespit edildiği ve egemenlere bildirildiği 1970’lerden itibaren yangınlara tanık olan ve onlarla savaşan itfaiyeciler, sağcı iktidarları uyaran bilim insanları ve aktivistler olan biteni anlatıyor.
Dünyanın en büyük kömür ve petrol ihracatçısı olmakla övünen sağcı yönetimler, düz ve kuraklıkla boğuşan ülkeyi fosil yakıtlara bağımlı kıldılar. Kirli enerjiyi tercihin sonucu, dünyanın ısısı artarken, orman yangınlarını söndürmek konusunda çaresiz kaldılar.
Buna karşılık yüz binlerce insan fosil yakıtlara ve iklim krizine karşı mücadele ediyor.
Yangın belgeselinde anlatılan sadece Avustralya’nın trajedisi değil.
Geçen yaz Türkiye’de çıkan orman yangınlarında 198.000 futbol sahası büyüklüğünde kızıl çam ormanı yandı. Türkiye kapitalizmi de fosil yakıtlara bağımlı, sağcı iktidar küresel ısınmayla mücade etmiyor ve yangınlar güçlükle söndürülebildi.
Her yıl dünyanın ısısı artarken, iklim kriziyle doğal mücadele yolu olan ormanların yanarak yok oluşu dehşet verici. İklim krizine karşı mücadelenin, insan ve canlı türlerinin geleceği açısından taşıdığı önemi bu belgeselde görebilirsiniz.
Volkan Akyıldırım
(Sosyalist İşçi)
Gösterime 2017 yılında giren ve Türkiye’de de 36. İstanbul Film Festivali kapsamında seyirci ile buluşan Genç Karl Marx filmi üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Dönemin koşullarına ilişkin bu filmde göze çarpan birçok nokta var. Fakat en önemlisi şuydu ki; Marx’ın sıradan bir insan olarak başladığı yolun sonunda, başta bütün bir işçi sınıfı olmak üzere kitleleri etkileyen önemli bir figüre dönüşmesinin öyküsü var. Tarihte çoğu zaman görüldüğü üzere, gerçekten de mesele ormanlık bir alanda ağaçlardan koparılan dalların kuru ya da ıslak olmasının mülkiyet açısından değerlendirilip bir hırsızlık olayına dönüşmesi gibi teknik herhangi bir konudan başlayabilir.
Bu filmin anlatımı Sanayi Devriminin merkezi İngiltere üzerinedir. Makineleşmenin işçi sınıfı ile burjuva sınıfı arasında ördüğü duvar, Marx ve Engels’in gözlemlediği bir olgu olmuştur. Bu olgunun fabrikalarda çalışan işçiler açısından zamanla işlerini kaybedecek duruma gelmeleri bir isyan dalgasına dönüşmektedir. Ancak bu isyanın önlenmesi ve örgütlü bir karşı duruşa dönüşmesi çok uzun sürmemiş, 1847 yılında Londra’da Red Lions Hotel’de bir toplantı örgütlenmiştir. Bu toplantıda mevcut krizlere yönelik ivedilikle kararlar alınması planlanmıştır. Adiller Birliği Kongresi (Congres de la Ligue des Justes) adındaki kongrenin girişinde dağıtımı yapılan yayın, Marx’ın Felsefenin Sefaleti başlıklı eseridir. Bu eser Joseph Proudhon tarafından 1846’da yazılan Sefaletin Felsefesi eserine bir cevap niteliğindedir.
Filme göre, otelde gerçekleşen kongrede kalabalık karşısında Engels ilk olarak bir engelleme ile karşılaşsa da başta yoldaşı Marx olmak üzere çoğunluğun "evet" oyuyla Brüksel Delegesi seçilir ve bir konuşma yapmak üzere sahneye çıkar. İşte bu konuşma filmin en etkileyici sahnesidir. Filmi izlemek isteyenler için bu kadar spoiler yeterli diye düşünerek yukarıda bahsi geçen Birlik üzerine marxists.org sitesinde yayınlanan bir yazının çevirisini aktaracağım:
“Adiller Birliği Kongresi'nin başlangıç tarihi 2 Haziran 1847’dir. Engels, Birliğin Paris delegesi olarak katılmıştır. Marx ise mali sebeplerden ötürü katılamamıştır. (Filmde bu ayrıntı yer almamakta) Adiller Birliği'nin önemi ilk uluslararası proleter örgüt olmasıdır ve bunda Engels’in önemli bir katkısı bulunmaktadır. Çünkü Marx ve Engels, sosyalizimin bir ütopya olarak gösterilmesine karşıdır. Birliğin temel mottosu “Bütün İnsanlar Kardeştir” (All Men are Brothers) ve “Bütün Ülkelerdeki Emekçiler, Birleşin” (Working Men of All Countries, Unite) idi. (Ancak filmde de yer aldığı üzere Engels yaptığı konuşmada “Bütün İnsanlar Kardeştir” söylemine karşı çıkmıştır. Ona göre; burjuva ve işçiler kardeş olamaz.) Birinci Kongre öncesinde Marx ve Engels tarafından Birliğe ilişkin bir tüzük hazırlanmış ve Adiller Birliği olan isim Komünist Birliği olarak değiştirilerek İkinci kongrede, Aralık 1847’de onaylanmıştır. Komünist Birlik Tüzüğünün ilk maddesi birliğin amacına ilişkindir;
Burjuvazinin yıkılması, proletaryanın egemenliği, sınıflar karşıtlığına dayanan eski burjuva toplumunun ortadan kaldırılması ve yeni bir toplumun kurulmasıdır. Toplum sınıfsız ve özel mülkiyetsiz olmalıdır.
Birliğin resmi gazetesi Karl Schapper editörlüğündeki Kommunistische Zeitschrift olarak belirlenmiştir. Schapper, İkinci Kongre’de başkan, Engels ise sekreter olarak seçilmiştir. [Filmde yer alan bir ayrıntı olarak, delegeler ve Engels arasındaki temel çelişki: devrim için şiddet bir yöntem olarak düşünülebilir mi?]
Komünist İşçi Eğitim Derneği’nden Friedrich Lessner isimli bir üyenin tanıklığına göre; tüm delegeler Kasım ve Aralık ayı boyunca Red Lion Hotel’de akşamları yapılan uzun tartışmalar sonunda Marx (Paris Delegesi) ve Engels’in ilkelerini desteklediler. 8 Aralık 1847’de resmi olarak kurallar belirlenmiştir.
Son olarak, bu toplantıların sonucunda Marx ve Engels, oybirliği ile, bir manifesto hazırlamakla görevlendirildiler. Bu manifestonun ismi, bugün tüm dünyanın ilgi ile okuduğu Komunist Manifesto’dur.”
Firdevs Güreşçi