6. Kıraathane Kitap Şenliği 18 Ekim’de başlıyor

(Seçtiklerimiz) Şairin bir genç devrimci sosyalist olarak portresi

Roni Margulies İstanbullu bir şair, dünya vatandaşı bir devrimci sosyalist idi. Kafasına göre yaşadı, hep bildiğini okudu. Kafasının, bilip okuduğunun, yaşamının özü, özeti ise bundan ibaret: Dünyayı yurt bellemiş İstanbullu şair, devrimci, sosyalist. Roni’nin gençlik günlerinin tanığı değilim. Ama sözünü etmeyi sevdiği, sıkça anlattığı ve yazdığı için onu biraz tanıyan herkes gibi ben de biliyorum. Üniversite için Londra’ya giderken kafasında edebiyat okumak vardı. Katı bir itirazla karşılaşmamıştı ama öyle olsa da fark etmezdi. Merkezinde şiir ve edebiyat olan bir hayat, delikanlı için üniversitede bir bölüm, bir meslek, bir sanat seçmenin ötesinde, kafasına göre yaşamaya dair bir seçimdi. Bu dünyada nasıl varolacağına dair bir seçim. O yıllara ilişkin tekrar tekrar keyifle anlattığı bir başka anı daha var: Geoffrey Kay’in Marksist İktisat dersinde yaşadığı aydınlanmanın hikâyesi. O dersi almış olması elbette bir ilgi ve eğilime işaret ediyor ama o bunu önemsemez, Marksist teoriyle karşılaşmanın yarattığı kavrayışı vurgulardı. Taşlar yerine oturmuş, gördüğü manzara berraklaşmış, çizgiler daha keskin, renkler daha parlak hale gelmişti. Delikanlı, Marksist teoride, işçi sınıfı, emek, değer, sömürü, sınıf mücadelesi, devrim gibi kavramlarda dünyanın nasıl işlediğini anlamanın anahtarını bulmuştu. Ne hayat tecrübesi, ne de adaletsizliğe isyan, zulme direnişti onu örgütlü devrimci mücadeleye götüren sebep. Enternasyonal sosyalistler arasına katılması esas olarak entelektüel bir süreçti. Olan biteni anlama ve zihninde oluşturduğu anlam haritasında kendi yerini belirleme süreci. Kafasının dikine gitmeye kararlı bir gençti. Kafasının onu götürdüğü yer devrimci sosyalist bir örgüt oldu. 50 yıl öncesine bakınca hayatın eşiğinde bir genç görüyorum. Şiirin eşiğinde bir şair. Örgüte yeni katılmış bir sosyalist. Genç devrimci sosyalist şair. “Genç devrimci sosyalist şair” o kadar ayrıksı bir figür sayılmaz. Gençlik heyecanı herkesi biraz şair yapar, herkes dünyayı altüst etmeye niyet eder o yaşlarda. Roni’yi benzersiz kılan yarım yüzyıl boyunca hep o genç devrimci sosyalist şair olarak kalmasıydı. Hayatını kendi elleriyle şekillendirmeye kararlı o delikanlının kendine yakıştırmayacağı, onaylamayacağı bir sözü ya da eylemi olduğunu sanmıyorum o günlerden bu yana. Sevenlerini üzdüğü, sevdiklerinden uzaklaştığı, insanları kırdığı, küstürdüğü oldu elbette. Ama o delikanlıya hep sadık kaldı, onu hiç hayal kırıklığına uğratmadı. İmparatorlukların çözülmesi ve ulus-devletlerin yükselmesi, dünya savaşları ve Ekim Devrimi, sosyalizmi inşa girişimi ve devlet kapitalizmi: 20. yüzyıl Avrupası’nın büyük dönüşümleri ve bu süreçlere ilişkin tartışmalardaki tavırlar o delikanlının insan, toplum ve dünya kavrayışının nirengi noktalarını oluşturmuştu. 50 yıl önce okuduklarıyla, yaptığı tartışmalarla, çıkardığı sonuçlarla biçimlenen zihinsel haritayı ömrü boyunca korudu. Roni, Avrupalı bir 20. yüzyıl Marksistiydi. Sadece entelektüel formasyonu açısından değil, 50 yıl önce kurduğu düşünce çerçevesine ve siyasi angajmana ısrar ve inatla bağlı kalmayı etik bir ilke olarak gördüğü için. Böyle bir inat çoğu kişiyi bir katılaşmaya, kurumaya götürür. Roni için bu asla söz konusu olmadı. Onu kendisi yapan birkaç özelliği sayesinde esnekliğini, değişen dünyaya uyum yeteneğini daima korudu. Bu özellikler arasında belki en başta anlama tutkusunu ve tükenmez merakını belirtmem gerekiyor. Zihinsel haritasının doğruluğundan hiç kuşku duymasa da dünya haritasının dünyanın kendisi olmadığını bilirdi. Aykırılıklar, uyumsuzluklar karşısında kafası mazeret, bahane, şemaya uydurma yönünde çalışmaz, hakiki bir anlama gayretine girişirdi. Haritayı işlevini kaybedecek ölçüde ayrıntılandırma çabası türünden bir teori düşkünlüğünü küçümserdi. Aslolan, haritadan da yararlanarak dünyada yol alırken karşılaşılan manzaraları anlamak, anlamlandırmaktı. Zihninin genç ve kıvrak kalmasını sağlayan bir diğer kişilik çizgisi, adalet duygusunu bir vicdan meselesi olmanın ötesine taşıyıp bir düşünme ilkesine dönüştürmesiydi. Vicdan üzerinden akıl yürütmeyi yersiz görür, kişinin sadece karşılaştığı durumlarda işleyen bir dürtüyü kısıtlı bulurdu. Kimseden daha vicdanlı, daha adaletli değildi, öyle olduğunu da düşünmezdi. Ama eşitlik ve adalet duygusunu düşünce sistematiğinin merkezine yerleştirmesi açısından eşi az bulunurdu. Son derece kitabına uygun Marksist sınıf mücadelesi kavramlarıyla düşünmesine rağmen, düşünce kalıplarını zorlayan farklı, yeni hak arama mücadeleleri ve çeşitli toplumsal hareketler ortaya çıktığında daima eşitlik ve adalet talep edenlerden yana, daima egemenin, düzenin ve devletin karşısında oldu. 20. yüzyıl Marksistlerinin çoğunu klişeler dışında söz söyleyemez hale getiren ya da savuran son elli yılın çalkantıları içinde Roni hep genç bir devrimci olarak kaldı. Göstermeyi sevmese de öyleydi; ama yufka yürekli, vicdanlı, iyi biri olduğu için değil, ezilenden yana, devlete karşı olmayı bir ilke gördüğü, giderek bir tutarlılık ve fikir namusu meselesi saydığı için. Hep bir genç devrimci sosyalist olarak kalmasını sağlayan bir özelliği de aklının hep eylem, “bir şeyler yapma” doğrultusunda çalışmasıydı. O çok sözü edilen huysuzluğuna, aksiliğine rağmen hep hayatın içinde, hep insanlarla birlikteydi. Bir hareket inşa etmek, bir protesto örgütlemek, anlamlı bir tartışma yürütmek ya da hoş bir sohbet sürdürmek, birlikte yapılabilecek şey ne olursa olsun, bu imkânı gördüğü kişilere olağanüstü bir nezaket ve anlayışla yaklaşır, sözünü hiç sakınmasa da birlikte çalışmayı sağlayacak esnekliği ve uzlaşmacılığı göstermeyi becerirdi. Tahammül etmekte zorlandığı kişilere, beraber yapılacaklar adına gösterdiği sıradışı sabra şahidim. Varoluşunu anlamak ve anlatmak üzerine kurmuş bir entelektüel olsa da, o müthiş yaşama iştahına denk bir dünyaya müdahale iradesi, eylemciliği vardı. Bunlar sayesinde şair 50 yıl boyunca bir genç devrimci sosyalist olarak kaldı. Roni muhtemelen gazetelerde ve Sosyalist İşçi dergisinde yazdıklarıyla değil, şiirleriyle anılacak. Ama şairi anlamanın anahtarının onu 50 yıl boyunca bir genç devrimci sosyalist olarak kalmasını sağlayan kişilik çizgileri olduğunu düşünüyorum. Poetikasının kurucu ilkesi anlamak ve anlatmaktı. Derdi anlamak ve anlatmak olan bir poetik tavrı, farklı şiirlerinin, öykülerinin, anılarının, hatta siyasi makalelerinin üslup ve yapısında ayırt etmek mümkündür. O genç devrimci sosyalistin sesini bilen biri, aynı sesi Roni’nin bütün yazdıklarında duymakta zorlanmayacaktır. Türkçe ve İngilizce edebiyat kaynaklarıyla beslenmiş bir delikanlının şiiri üzerine düşünürken bu edebiyat çemberleri içinde referans noktaları, ipuçları, esin kaynakları yakalamak zor bir iş değil. Bu referanslar belki kitapları kütüphanede uygun raflara yerleştirmede yardımcı olabilir ama şairin sesini tanımak, meramını kavramak ve şiirinden tat almak için pek gerekli değildir. Ama şöyle bir anlatının Roni’nin şiirine kulak verenler için ipucu olabileceğini düşünüyorum: Bir olay, bir hikâye, bir sahne, bir söz, bir görüntü, bir hayal ya da bir duygu ânının dikkatini çekmesi, özel ve paylaşılası bir şey yakaladığını hissetmesi onun için işe koyulmanın ön koşuluydu. Kimi zaman insanlarla paylaşmaya değer bir şeyler bulmak için bu amaçla çevresini inceler, söylenenleri dinler, dolaşır, okur, konuşur, bakınırdı. Kimi zaman da böyle bir şey açıklanamaz bir şekilde pat diye karşısına çıkıverirdi. Bundan sonrası,öncelikle bir anlama, anlamlandırma, açıklığa kavuşturma süreciydi. Anlamadığı, önünü arkasını tartmadığı, kafasında bir yere oturtmadığı bir izlenim yazıya dökülmeye, paylaşılmaya layık değildi. Anladığını anlatmak ise neredeyse bir tutkuydu onun için. Sohbetle, siyasi makale, öykü, anı ya da şiirle anlatmak. Anlattıklarının kimin ilgisini çekeceğini, ne işe yarayacağını da hesaba katardı nasıl anlatacağına karar verirken. Anladığı ama ne işe yarayacağını kestiremediği ve herkesle paylaşmak istediği şeyleri anlatmanın yoluydu şiir. 50 yılın ardından tekrar baktığımda yorulmuş ama durulmamış, kalemini bırakıp defterini kapayana kadar gençliğine sadık kalmış bir şair görüyorum. Kendini “önce sosyalist” diye tanımlayan 50 yıldır örgütlü bir devrimci. Genç, devrimci sosyalist, şair. Roni Kuşkusuz kuşağının en seçkin kuşbilimcisiydi Şehir kuşlarıydı –güvercin, serçe, kumru ve martı– Ömür boyu bakıp izlediği, bilip anlattığı. Bir de –sığırcık, kırlangıç– göçmen kuşlar, Bir de sayısı ezberine kazınmış uçuşlar.   Muharrer, muhtemel ve muhayyel kuşlar Uçuşuyordu zihninde son günlerinde. Hep olurdu böyle tuhaf takıntıları Ama sanki bu defa farklıydı. “Mustaribim,” diyordu, mustaripti anlayamamaktan “Simurg kendini neden böcek sanırmış?” Soruyor muydu, sırrını mı veriyordu bilmiyorum.   Hiç konmadan yükseklerden seslenen Huma, Küllerinden alev alev doğan Anka, Kafdağı’nın ardındaki aynaya konan otuz kuş, Ya da kırk mumluk ampulün etrafında yüz pervane, Ya da kör karanlıkta ışıldayan bin ateş böceği, Ya da hiç durmadan çalışan birkaç milyon karınca, Şiir olmayı bekleyen sayısız ihtimal tomurcuğu. Ama art arda dizmek yetmez, anlamak gerek önce.   Son defa gittiğimde ziyaretine Bilmiyorum ikna etmeye mi çalışıyordu, teselli etmeye mi, “Anladım” dedi zorlanarak, az doğrulup ekledi: “Biliyorum ama anlatamıyorum...” Havada asılı kaldı söylenmeden: “... ve bundan pek mustaribim.”

(Seçtiklerimiz) Şair Roni Margulies’in ardından…

Seçimlerin birinci turu yapıldıktan sonraki cumartesi akşamı sevgili dostum Prof. Selim Deringil’i eve yemeğe davet etmiştim. Selim’in sevdiği İtalyan yemeği lazanya pişirmeyi kafaya koymuştum. Aynı günün sabahı Selim aradı ve “Yahu, bu akşam Roni’yi de getireyim mi?” diye sordu. Ben de “Harika olur” diye cevap verdim. O akşam yedik içtik, bir güzel kaynattık. Roni bir süre önce akciğer kanseri geçirmiş, ameliyat olmuştu. Sigarayı da bırakmıştı. O gece keyfi yerindeydi. Gecenin sonunda taksi çağırmaya niyet ettik, ama tabii ki duraklarda taksi yoktu. Selim’in evi metro güzergahı üzerindeydi, o metroya yöneldi. Ben de arabamı otoparktan çıkarıp Roni’yi Fulya’daki evine bırakmaya karar verdim. Bilenler bilir, cuma-cumartesi akşamları İstanbul’da tuhaf bir trafik oluşur. Şehrin varoşlarında gece hayatı olmayan, görece karanlık semtlerde oturan gençler babalarının araçlarını ödünç alarak şehrin merkezindeki parlak ışıklı ve hayat dolu semtlerine doğru akar. Genellikle yeni yetme gençlerin doluştuğu aracın ses sistemi sonuna kadar açılır ve içindekiler ‘cıstak cıstak‘ gürültüsü içinde etrafı hayran hayran seyrederek Beşiktaş-Taksim-Nişantaşı-Şişli-Levent güzergahında birkaç tur atarlar. Bu nedenle gece 24.00-03.00 civarında Boğaz Köprüsü’nün Rumeli tarafında ciddi bir yığılma oluşur. Milliyetçi-muhafazakâr kesim, ‘yerli ve milli‘ doğrultuda yetiştirdiklerini sandıkları gençlerin parlak ışıkların ve tüketim nesnelerinin peşine takılmalarından hep rahatsız olmuştur. Azgın milliyetçi Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye (1931) romanında Fatihli Faiz beyin kızı Neriman, Harbiyeli alafranga genç Macit ile kırıştırmaktadır. Şehrin parlak ışıkları Neriman’ı da kendine çeker. Sınıf arkadaşı ve ‘yerli ve milli’ tornadan geçmiş kemençeci Şinasi ile Beyoğlu’nda gezinirken, Neriman bir parfümeri dükkanının vitrinine bakmaya başlar. Şinasi’nin yorumu şöyledir: “Bu camekânlar kimbilir kaç Türk kızını baştan çıkardı ve çıkaracak!” Müthiş değil mi? Aynı kitapta, Neriman, Doğu ve Batı uygarlıklarını karşılaştırırken babasına bir itirafta bulunur: “Şark da böyle miskin, uykucu, lâpacı… Bakın şimdi [Fatih’te] her taraf uyuyor. Bir de şimdi Beyoğlu’na çıkın… Ortalık mahşer gibi… Herkes ayakta, uyanık…” Bu sürekli ayakta olma hâli, uyanıklık, parlak ışıklar ve enerjik tavırlar ‘Ağır ol, molla desinler‘ havasındaki muhafazakâr abilere ters gelir. Roni ile birlikte trafik sıkışıklığında yol almaya çalışırken, önümüzdeki ‘Doğan görünümlü Şahin‘ tipinde bir aracın arkasında ‘Ya sev ya terk et‘ yazdığını gördüm. “Roni, bak ne yazıyor” dedim. Roni, hemen patladı: “Hadi oradan. Ben, itin kopuğun lafıyla doğduğu memleketi, dostlarını ve yoldaşlarını terk edecek bir değilim. Beğenmiyorlarsa onlar gitsinler!” Ben de “Yahu Roni, çocuklar Schengen vizesi alabilseler gidecekler zaten. Ama vatanımızın ve milletimizin bütünlüğüne kastetmiş Batılı emperyalistler bu genç kardeşlerimize vize vermiyorlar” dedim. Bastık kahkahayı. Sonra, ikimizin de aklına meşhur gri pasaport yolsuzluğu geldi. ‘Yerli ve milli’ siyasi kadrolar tarafından yönetilen bazı belediyelerde ‘Çevreye Duyarlı Bireyler Yetiştirmek Projesi’ adlı bir proje kapsamında Hannover kentine gitmek için Gri Hizmet Pasaportu çıkaran 43 kişinin tümünün Almanya’ya iltica etmesiyle başlayan skandalı hatırladık. Tekrar gülmeye başladık. Sonra, alaturka milliyetçiliğin Batı medeniyetiyle kurmuş olduğu aşk-nefret ilişkisi üzerine biraz konuştuk. ‘Yerli ve milli‘ siyasal seçkinlerimizin çocuklarını Saint Joseph Lisesi veya Robert Kolej gibi yabancı okullara veya yurt dışına okumaya gönderirken, fakir aile çocuklarına da imam hatip okullarını münasip gördükleri aklımıza geldi. Roni, Murathan Mungan’ın, “TC’nin resmi dini ikiyüzlülüktür” tespitini hatırlatarak, “Murathan çok haklı” dedi. Roni’yi evine bırakırken artık kendisinin yemek pişirip bizleri davet etmesinin iyi olacağına karar verdik. Ne yazık ki Roni iki gün sonra hastaneye kaldırıldı ve uzun süre yoğun bakımda kaldıktan sonra kendisini 19 Temmuz'da kaybettik.

Ankara'da açık hava sineması: Sandalyeni al gel!

Hayvan, Yaşam, Özgürlük İnisiyatifi, 9 Ağustos akşamı Ankara'da film gösterimi yapıyor. İkizler Parkı'nda gerçekleşecek gösterimde yönetmen Lasse Hallström'ün Hachiko: Bir Köpeğin Hikayesi isimli filmi izlenecek. İnisiyatif "sandalyeni al da gel" diyor. Yer: Remzi Oğuz Arık Mahallesi'nde bulunan Şimşek Sokak

(Seçtiklerimiz) Cehennemde bir kartopu

Roni’yi ilk ne zaman gördüğümü tam olarak biliyorum. “İlk” ve “görmek” kelimeleri tabii sözlük anlamlarında alınmamalı. Aynı semtte büyüdüğümüze göre kim olduğunu öğrenmeden önce onu farkına varmadan defalarca sokaklarda görmüş olmam gerek. Bunu izleyen, aynı okullara devam ettiğimiz dönemde de yollarımızın kesişmesi tabii gündelik bir olaydı. Ama, ayrı şubelerde olduğumuzdan, artık kim olduğunu bilsem de nasıl birisi olduğunu bildiğim pek söylenemez. Benim için taşıdığı belirsizlikten sıyrılıp birçoğunu paylaştığım duyarlılıkları, eğilimleri, güçlü ve zayıf yanları, zevkleri, değerleri, inançları, istekleri olan somut birisine dönüşmeye başladığı nokta bir kış tatilinde çıktığımız Göreme yolculuğu. Bir yerden bir yere, gezmek amacıyla değil gerekli olduğu için gidildiği o günlerin Türkiye’sinde bu geziyi iki okul arkadaşımız kendileri için planlamış, ama son anda biri beni, öteki de Roni’yi onlara katılmaya davet etmişti. Ankara üzerinden Kayseri’ye, oradan da Nevşehir’e gittik, daha öteye taşıt bulamayınca da, eşyalarımızı handan bozma bir otele bırakıp yüzümüzü zonklatan soğuğa ve yukarıdaki kül rengi bulutlara aldırmadan şehirlerarası asfalta çıkıp yürümeye başladık. Neredeyse beş kilometre gittikten sonra Peri Bacalarının başka bir gezegenden çıkmış gibi duran dev çıplak taş gövdelerinin ileride belirdiği ânı hiç unutmayacağım. Tek unutmayacağım bu da değil. Dönüşte, Nevşehir’e giden bir minibüs durup bizi alana kadar gene uzun süre yürümek zorunda kaldığımız için yarı donmuş halde vardığımız köhne otelimizde tanık olduğum sahnenin üzerimde eşit derecede iz bıraktığı açık. Dördümüz, karyolalarımızın üzerine oturmuş, ısınmak için çay içerek, gençlerin her fırsatta yaptığı, hayatla ilgili o alabildiğine ciddi konuşmalardan birini yaparken Roni’nin, bir süredir şiir yazdığını söyleyip çantasının dibinden bu ilk ürünlerini kaydettiği defteri çıkartışı hatırladıklarımızın yaşadıklarımızı aşabilen o şaşırtıcı canlılığıyla kafamda duruyor. Ama, garip bir şekilde, en net olarak geriye kalan da, akşam yemeğinde, yasal olarak gereken yaşın altında olmamıza rağmen kimsenin ısmarlamamıza itiraz etmediği dublelerin oluşturduğu sis perdesinin içinden gördüğüm birkaç sokak ötedeki lokanta. Duvarda asılı siyah beyaz fotoğrafında bir tren penceresinden bakan Atatürk, yaldız kapaklı su şişeleriyle küçük tabaklara konulmuş salata ve tatlı porsiyonlarının durduğu soğutmalı vitrinin tepesini yazı masası olarak kullanarak Sportoto kuponunu dolduran garson, boş olmayan tek öteki masada oturan, Ziraat Müdürü, Hükümet Tabibi ve Odalar Birliği Başkanı olarak etiketlediğim gürültülü üçlü ve yemeğin ortasında dışarıda gökten inmeye başlayan kar hâlâ benimle. Başka bir yaşta olsaydım o akşam orada otururken bütün bunlar bana Çehov’un kaleminden çıkmış bir taşra dekorunun parçaları gibi görünebilirdi. Ama onyedimdeyken Marlowe çok daha sık aklıma geldiğinden, şiirle ilgilendiğini yeni öğrendiğim Roni’ye doğru eğilip İngilizce “Cehennemdeyiz, sevgili Faustus” dedim ve yüzünden geçen ifadeden cesaret alıp gene İngilizce bir deyime başvurarak daha alaycı bir tonla ekledim: “Ve Cehennemde bir kartopundan fazla şansımız yok.” Bunları söylerken ilk kez gerçek karmaşıklığıyla gördüğüme inandığım, özgüven sahibi, kültürlü, duyarlı, zeki, esprili insanla yarım yüzyıl dost kaldık. Ortak yanımız Cehennemde Bir Kartopu gibi yaşamaya razı olmamamızdı. Hayatlarımızın esiri değil efendisi olmak istiyorduk ve bu amaçla başvurduğumuz yöntemler –içinde bulunduğumuz durumlardan elimizden geldiğince geriye çekilmek, duygusallıktan titizlikle, gerçek duygulardan da daha büyük bir titizlikle kaçmak, her şeyde her zaman bir ironi öğesi yakalamaya çalışmak– temelde aynıydı. Ama ben böylelikle bir tür bilgeliğe sığınırken, Roni belli bir uzaklıktan baktığı için yapısını kavradığını düşündüğü dünyaya çok daha elle tutulabilir bir şekilde hâkim olmanın peşindeydi. Söz konusu olan yalnız kendi hayatını etkileyen koşullar da değildi; bütün tarihe gem vurup başını doğru yöne çevirmeye çabalamadıkça rahat etmeyeceği belliydi. Siyasi mücadeleye atılıp devrimciliği benimsemesine yol açan bence bu oldu. Dünyaya hâkim olmak isteyen birisinin elbette her şeyden önce onun şimdiki durumu ve istenen geleceği hakkında kesin bir fikrinin olması gerekir. Böyle bir konuda kararsızlığa düşmek ya da ciddi görüş ayrılıklarının oluşmasına izin vermek nasıl hareket edilmesi gerektiğini görmeyi imkânsız hale getirerek dünyayı ancak hâkim olunamaz kılabilir. Roni’nin yalnız siyasette değil, başka alanlarda da zaman zaman sergilediği kestirip atıcılık ve dediğim dedikliğin böyle bir korkuya bağlanabileceğini düşünüyorum. Onun dillere destan hırçınlığından ben de oldukça sık payımı aldım (“Zırvalamayı kes, Şavkar”, “Saçmaladığının farkındasın değil mi, Şavkar?”, “Aptal, aptal konuşma, Şavkar”) ama görünürdeki zorbalığının ardında yatan gerginlik ve endişelerin farkında olduğumdan her seferinde beni azarlamayı bitirmesini bekleyip, “Krizin geçtiyse, devam edebilir miyim?” demekle yetindim. Gülüşüp kaldığımız yere döndük. Başka bazı arkadaşlarımla yaşadığım dargınlıkları onunla hiç yaşamadım. Ve tabii o öfkeli, kırıcı, şiddetin eşiğindeki Roni tanıdığım tek Roni değil. Dünyaya hâkim olma çabasının bir parçası olarak önündeki bütün engellere rağmen gençliğinin değer ve inançlarından ve sürdüğü bohem hayattan vazgeçmemekte direnen, kelimeleri seven, üç dil bilen, her an bir şiir okumaya ya da espri yapmaya hazır insan benim için çok daha önemli. Bir öğlen Londra’da gittiğimiz küçük Polonya lokantasında sofradan kalkarken, çok geldiği için kadehimin dibinde bıraktığım bir parmak şarabı fark edince, böyle bir şeyden gerçekten korkuyormuş gibi “Bitir şunu lütfen; birisi görür filan, rezil oluruz” diye fısıldayan, evde başka bir şey olmadığı için rom içtiğimiz bir gece aklına gelen “zayıflatmasa da mutlu edeceğini” düşündüğü “Korsan” diyetini “Sabah kahvaltısında bir maşrapa rom, öğle yemeğinde rom çorbası, akşama rom flambé” olarak özetleyen, başka bir gece saat ikiyi geçmişken hâlâ oturduğumuz meyhanenin sahibine “Siz gidin, biz kapatırız,” diyen hep aynı yarı ayyaş-yarı ermiş, zeki ve saf, sert ve kırılgan çocuk-adam. Ama tabii sonuçta dünyaya hâkim olmak boş bir düş. Nasıl insanlar olursak olalım ve nasıl davranırsak davranalım, hayatlarımızla artık baş edemediğimiz kötü günler er geç gelip bizi buluyor. Yıllarca ertelemeyi becerdiği bu dönem Roni için, ellisini geçtikten sonra geldi. İlkin, birkaç defa ayrılıp barıştığı Yunanlı sevgilisi Elsa’yla ilişkisi kesin olarak sona erdi, ardından uğruna Londra’daki hayatını bırakıp Türkiye’ye taşınacak kadar önemsediği Taraf’taki köşe yazarlığından gazetedeki gelişmeleri onaylamadığı için istifa etmek zorunda kaldı, o tarihlerde o da Türkiye’de bir üniversitede ders veren, bebeklik günlerinden beri tanıştıkları İrvin’in Amerika’ya dönmeye karar vermesiyle de ancak böylesine yakın bir dostun sağlayabileceği desteği kaybetti. Bütün bunlara, yenilgi kabul etmeyen tipik meydan okuyuculuğuyla karşılık vermesi ne kadar yıpranıp örselendiğini o noktada görememiş olmamın tek nedeni değil. Seyahat etmemi güçleştiren sağlık sorunları yüzünden Türkiye’ye artık çok seyrek gittiğim, Roni de sadece Londra’da hâlâ duran eviyle ilgilenmesi gerektiğinde İngiltere’ye geldiği için çok az görüşebilir hale gelmiştik. Bir arada olduğumuzda onda gördüğüm değişiklikleri, ağır ağır oluşurken tanık olsaydım farkına varmayacağım ayrıntılar olarak geçiştirebiliyordum.  Ama sonunda bunu yapamadığım gün geldi. Hesapta olmayan bürokratik bir işlem İstanbul’a uçmamı gerektirince Roni’yi aradım, arada bir, elli yıl önce onu “ilk gördüğüm” meyhanede otururken başlayan karı aşan yağışların olduğu soğuk bir Şubat haftasında buluşup gideceğimiz son meyhaneye gittik. Burada neden tuhaf bir durumla karşı karşıya olduğum duygusuna kapıldığımı anlamam biraz zaman aldı: Normalde yerine oturur oturmaz masanın üstündeki tabakları ve diğer sofra eşyalarını tam istediği şekilde yeniden yerleştiren, sonra da garsonları çağırıp su, buz ve rakının, belirlediği noktalara bırakıldıktan sonra bir daha asla ellenmemesi konusunda uyaran Roni bu defa da bu işlemleri tamamlamış, ama sanki gerekliliğine bütünüyle inanmadığı bir formaliteyi yerine getiriyormuş gibi, bunu biraz mekanik ve isteksiz bir şekilde yapmıştı. Düzensiz bir dünyaya hâkim olup düzene sokmanın artık onun için eski önemi kalmamışa benziyordu. Meyhaneden çıkınca bindiğimiz taksi kardeşimin yaşadığı apartmanın kapısında durunca Roni yukarı gelip bir şey içme davetimi kabul etti, ama gene biraz mekanik ve isteksiz bir havası vardı. İkinci bir viski teklif ettiğimde geri çevirdi, gece burada kalması ya da hiç olmazsa kar dinene kadar beklemesi konusunda dediklerimi ise dinlemeye bile gerek görmeden dönüp gitti. Merdiven boşluğundan asansörün aşağıda kapanan kapısını duyunca pencereye gidip baktım ve gene biraz geç olsa da, buraya kadar viski içmek için değil, sağlık sorunlarım zaman zaman denge kaybını da içerebildiğinden sokaklarda düşmemi önlemek için geldiğini anladım. Çoktan, seslenilse duymayacak kadar uzaklaşmış, başında kendi kardeşinin hediyesi mor kukuleta, üstünde kısa siyah paltosu, ayak izlerini hızla örten kara aldırmadan, kimsenin yaşamak isteyemeyeceği, hâkim olunması imkânsız bir dünyanın karanlık yüreğine doğru ilerliyordu. Bir işe yaramayacağını bilmeme rağmen, gittikçe ufalıp gözden silindikten sonra bile ardından bakmaya devam ettim.

(Seçtiklerimiz) Roni Margulies’in ardından çok öznel bir iki söz

İnsan ailesini seçmez ama dostlarını seçer derler. Her zaman öyle değildir ama. Roni benden 38 gün sonra doğmuş. Ailelerimiz yakındı, bebek arabalarında beraber gezdirildik. Aynı ilkokula, aynı ortaokula, aynı liseye gittik. Ayrı ülkelerde üniversiteye gittiğimizde ben onu, o beni ziyaret ettik. Hesap ettim bugün, 24.950 gün yaşamışım şimdiye kadar. Bunların sadece ilk 38’inde Roni olmadığına göre, yaşadığım günlerin yüzde 99,85’inde Roni hayatımın bir parçası oldu. Birbirimizi seçmedik, ama hiç de vazgeçemedik birbirimizden. Her zaman aynı fikirde olmadık; hatta sıklıkla aynı fikirde olmadık. Kavga ettiğimiz oldu. Ama genelde aynı değerleri paylaştık, farklı biçimlerde de olsa daha güzel bir dünya kurmak için gayret sarf ettik. O beni siyasi açıdan naif bulurdu, ben onu fazla araçsalcı. Siyasi nedenlerle aramız açıldığı oldu, ama hep de onun alttan alması, ilk adımı atması sayesinde dargın kalmadık fazla. Ergen erkeklik saçmalıklarından beraber geçtik, kadınların farklı uzuvlarına düşkün olduğumuzu erken fark ettik. Ben nitelik konusuna önem verdim, o nicelik ve neticede birbirimize gıpta ettik hep. Ben feminist oldum, o olmadı. O iktisatçı oldu ama meslek edinmedi, ben önce mühendis, sonra matematikçi oldum ve bu konuları terk etme cesaretini bulmam onyıllar sürdü. O şiir yazdı, ben resim yaptım, o şair oldu, ben ressam olamadım. Ben iki kere evlendim, o hiç evlenmedi, ama ilk aşkına benden fazla sadık kaldı. O önce fotoğraf, sonra camaltı topladı, ben hat eserlerinde karar kıldım. Ben yazılarımda çok dipnotu kullandım, o fazla dipnotu kullanmamı eleştirdi durdu. İkimiz de kitap delisi olduk. Ayrı kıtalarda olunca aylarca görüşmediğimiz oldu ama hep kaldığımız yerden devam ettik. Roni’nin var olmadığı bir dünya nasıl bir şey, bilmiyorum, tasavvur bile edemiyorum. Yokluğu hâlâ bana gerçekdışı gibi geliyor. Nasıl yani, bir daha meyhaneye gidemeyecek, müstehcen fiyatlara kalkan paylaşamayacak, o yarım şişe ben bir duble içemeyecek, ben ciddi takılırken o garsonlarla sululuk etmeyecek, hemfikir olmadığımız konularda anlamsız tartışmaların tadını çıkaramayacak mıyız? Olur mu öyle şey? Hem sonra Londra’ya gittiğimde kimin evinde kalacağım ben? Roni birçok kişinin hayatına dokunmuştur, siyasi yazılarını, anılarını, şiirlerini beğenip okuyanlar çoktur. Onlar sanırım önümüzdeki günlerde ayakları daha fazla yere basan şeyler yazacaktır. Benim şu anda söyleyebileceklerim bunlar sadece. Bir ömürlük dostluk nasıl kelimelere dökülebilir? Ya düşülen kocaman bir boşluk? Arap kıyafetiyle İrvin Cemil Schick, kovboy kıyafetiyle Roni Margulies. 1958/1959.

(Seçtiklerimiz) Şair Roni Margulies

Alper Görmüş, Roni Margulies’le ilgili çok değerli bir anma/ uğurlama yazısı yayımladı. Yazıda Alper Görmüş’ü çok az, ama şairin kendisini daha fazla okuyoruz; en çok, Görmüş’e gönderdiği en son şiirleri. Nefis şiirler bence bunlar, bir tür Cemal Süreya’nın “Üstü kalsın”ı değerinde ve çok sayıda. On kadar. Aynı zamanda, Margulies’in bütün şiirleri açısından aydınlatıcı. Son haddindeki bir açıklık, kesinlik ve isabet ihtiyacı, Roni Margulies’in siyasi hayatı kadar şiirdeki tavrından da okunan temel bir özellik. Bu ihtiyacın siyasi alandaki gerçekleşme tarzına keskinliği de eklemek gerekir, Troçkist bir ana yol üzerinde, pratikteki kişisel tutumlarında çelişkiler, bazen de şaşırtıcı falsolarla. Bu fasla girmeyeceğim, kimin hayatı falsosuzdur ki? Şairin poetik serüvenine bakmak istiyorum bu yazıda, olabildiğince. Sözünü ettiğim ihtiyacın, açıklık, kesinlik ve isabet ihtiyacının, şiir alanındaki gerçekleşme tarzını esas olarak, yer yer zayıflasa da gitgide daha eşsiz ve tutarlı bir bütünlük içinde, hikemî içerikli anlatı-şiir oluşturuyor. Poetika yazıları açısından ise mesele daha karmaşık. Demek yakında otuz yıl olacak, 1994 yılında Sombahar şiir dergisine “Attilâ İlhan ve bizim kuşak” başlıklı, tuzlu biberli bir yazı yollamıştı. İlk iki ya da üç şiir kitabını yayımlamış bir şairdi o sıralar kendisi. Yazı hayli kışkırtıcıydı. Attilâ İlhan’ın bir yazısından yola çıkarak, 1980 Kuşağı’nın şiirinde yaygın sayılan ve genellikle “kapalı, anlaşılmaz” diye betimlenen özelliğine veryansın ediyordu: “günümüz Türk şairinin anlam ve çağrışım yükünün sıfır olması” vb. Kesinleyici ve keskindi. Düşünüyorum da, Orhan Koçak’ın idealindeki “geçimsiz”liğe en yakın şairlerden biriydi Roni Margulies o sıralar. Sombahar’a yazarak polemik yaratan iki şair vardı: Roni Margulies ve Yücel Kayıran. İkisi de boş konuşmuyor, başka boşluklar karşısında huysuzlanıyor, ama retlerinde fazla genel, fazla toptancı davranıyorlardı, işi şiirin bazı olanaklarını reddetmeye vardıracak kadar. Roni Margulies, ilki 2000 yılında Uzaklıklar adıyla, ikincisi 2014’te Telgrafçiçeği adıyla olmak üzere derlediği “toplu şiirler”ini her seferinde aynı “Önsöz”le yayımladı. O önsözde, genel olarak kötü şiirin ‘sahte duygular, boş sözler ve kof sesler’ diye özetlenebilecek özelliklerini, “Divan şiirinin, İkinci Yeni’nin ve günümüz şiirinin tanımlayıcı özellikleri arasında” sayıyordu. Diyeceğim, poetikasında yıllar içinde bir devamlılık görülüyor. Gerçi, başta Edip Cansever olmak üzere, Turgut Uyar ve Ece Ayhan’ı, yani İkinci Yeni’nin atlılarını arada bir büyük şair bağlamında anmaktan geri durmadığını da hatırlıyorum! Belki Sombahar’a yolladığı yazıda kuşağını anlamsız ilan ederken “kral çıplak!” diye bağıran çocuk gibi hissetmiştir kendini. Ama daha büyük bir olasılık şu: Şiirde “sahicilik” ilkesini durmaksızın yinelemiş olması, bunu “açık anlatım”la ilişkilendirerek açık olmayan anlatımları “sahte” sözcüğüyle bir hamlede dışlaması belki de bu “açık / kapalı” kavram çiftinin çok fazla abartıya ve yüke maruz bırakılmasıyla doğan bir “yanlış bilinç” probleminden kaynaklanmıştır. Çok iyi hatırlamıyorum ama, beni Sombahar dergisi için Jean-Yves Masson’un “Anlatı şiirine ilişkin, yitirilmiş hak üzerine” başlıklı yazısını çevirmeye yönelten de bu problem olabilir. Öyle görünüyor ki “sahte”ye karşı “sahici” olanı, “boş sözler”e karşı “anlam” taşıyanı ve “kof sesler” yerine gerçek sesleri savunması Margulies’in kendi şiirinde çoğu durumda karşılığını bulmuştur. 1991 yılında çıkan ilk kitabı Her Rind Bilir’in ve 1992’de çıkan Gün Ortasında’nın Yahya Kemal’e selama durmuş olması, seçtiği yolun göstergesi gibidir. Bu selama durmayı “el almak” gibi değil, kuşaktaşlarından farklı olarak şiirde uzlaşımsal (“anlamlı”, “anlaşılır”) dilde yazan kulvarın seçildiğine ilişkin bir gösterge saymak yerinde olur. İçerik açısından buna bir de hayatın ve her şeyin geçiciliği duygusu –her zaman altta yatan ve hep doğrulanan! duygu– eklenebilir. Roni Margulies, Yahya Kemal’le başlayıp Nâzım, Orhan Veli, Attilâ İlhan diye devam eden o dilde yoldan çıkmamış ve kendisini anlatı şiirinin en özgün şairlerinden biri kılan şiirler yazmıştır. Orhan Kahyaoğlu, Roni Margulies’in Ornitoloji adlı kitabının çıktığı 2017 yılında o kitap vesilesiyle Margulies’in tüm şiir kitaplarını gözden geçirdiği uzun ve önemli bir yazı yazmış, yazısında “öykülemecilik” ve “anlatımcılık” terimlerine başvurmuştu. Onun bu değerlendirmesine ilişkin bir iki notum var. Sanıyorum Kahyaoğlu “öykü-şiir” terimini “anlatı-şiir” anlamında, “anlatımcılık” terimini ise İngilizcedeki “expressionism” karşılığı olarak kullanıyor. Genel kullanım açısından burada bir sorun yok, epey yaygın da bir tutum. Ancak Roni Margulies’in şiiri bağlamında “öykü-şiir” terimi ile “anlatı-şiir” terimi arasında bir fark gözetmek anlama çabamızda daha yararlı olabilir: Bu şiirlerden bazıları “öykü” sözcüğünün çağrışımlarını (“olayın bütününü”) neredeyse tamamen karşılarken, bazıları aslında Kahyaoğlu’nun da “öyküleme” diyerek yorumunu daha teknik bir düzeye çekmesini haklı kılar biçimde, “anlatı-şiir” kavramının geniş kapsamına ihtiyaç göstermektedir. Öykü-şiir kavramına sahne-şiir kavramını eklemek istiyorum bir de. Margulies, anlatısını bir tür sahne gibi kesit olarak, somut ayrıntıları iktisadi bir isabetle yazılmış betimlemeler halinde sunduğundan ve kısa, kesin dramatik kurgulara yer verebildiğinden, tiyatro bağlantısına ihtiyaç gösteriyor. “Persona” terimini en açık biçimiyle çağıran Mağrur Olma Padişahım adlı kitap için özellikle geçerli bir kavram, sahne-şiir. Personalara Margulies’in başka şiirlerinde de rastlayabiliyoruz. Zengin bir edebiyata dair kısa ipuçları sunmaktan öteye gidemeyen bu yazıyı Margulies’in 2002 yılında çıkan Saat Farkı adlı kitabından, aynı adlı şiirle bitireyim: Saat Farkı Yıllar var ki, ne zaman bir sevdiğim gelse aklıma, saatleri hesaplıyorum hemen ardından ve her seferinde düşünmem gerekiyor baştan: Oradan bu yana geldiğine göre güneş, gelirken geride bıraktığı yerde vakit geç olmalı, kararmış olmalı hava çoktan. Uyumuşlardır, arayamam artık kimseyi. Diyebilsem ki oysa: “Yağmur yağıyor. Sapsarı bir ışık yansıyor kaldırımlardan. Yaşlı bir kadın geçti az önce sokaktan, az kalsın uçuyordu elinden şemsiyesi.” Çok değil, iki saatlik bir fark. Kırılıyor ama işte zaman ve ilişkiler ve yaşam. Uçup gitmesi gibi bir şemsiyenin. Necmiye Alpay

(Seçtiklerimiz) Ya Seyahat! Hayatın uğultulu boşlukları, saçma akışkanlığı üstüne öyküler

Roni Margulies, öykü kitabı Ya Seyahat!’in (1) girişine koyduğu “Bir Tür Önsöz”de, kendisine sıklıkla neden düzyazı ve denemelerinden azim ve iyimserlik, şiirlerindense karamsarlık, hüzün, mutsuzluk yansıdığının sorulduğunu, ama kendisinin de bu soruya bir cevap veremediğini itiraf etmişti. Aklına gelen birkaç olası cevabın da kendisini tatmin etmediğini vurguladıktan sonra şunları söyleyerek bitirmişti önsözü. Elinizdeki öykülere gelince, siz bunları düzyazı olarak düşüneceksiniz, okurken. Bense yazarken düzyazı değil, vezinsiz, kafiyesiz, şiir yazdığımı düşündüm. Dizelere bölünmemiş şiir yazdığım hissi vardı hep içinde. Ne diyebilirim ki? Beni Türk psikiyatristlerine teslim ediniz. (s. 13) Öykünün ders kitaplarında bir düzyazı türü olarak sınıflandırılmasına rağmen şiire daha yakın olduğu her yerde söylenir. Benzer biçimde, onun şiirleri hakkında söz söyleyen, yazı yazanlar da şiirlerindeki “hikâye”den söz etmişlerdir. Orhan Kahyaoğlu mesela K24’te yayımlanan ayrıntılı incelemesinde (2) “hikâye anlatan şiir” demişti. Öyküyle şiir arasındaki bağın Roni’nin bu iki türdeki eserlerinde kaçınılmaz olduğunu düşünebiliriz.(3) Nitekim, iyimserlik-karamsarlık terazisine vurduğumuzda Ya Seyahat!’teki öykülerden de, şiirlerinde olduğu gibi, karamsarlık ve hüzün yansıdığı hemen fark edilecektir. (Böyle olmakla beraber, öykülerinde –metnin karamsar, kederli tonunu pek seyreltmese de– satır aralarından parıldayan ironi çok daha belirgindir.) Öyküleri kaleme alırken “vezinsiz, kafiyesiz” şiir yazdığını hissetmesinin bir nedeni de bence şu: Onu öykü yazmaya sevk eden “ilham”ın, şiir yazmaya sevk edenle aynı ya da yakın şeyler olduğunu zannediyorum. Ya Seyahat!’in başındaki “Bir Tür Önsöz”de “ilham” bahsine de değinmişti Roni. [Şiirlerimi] niye nasıl yazdığımı biliyorum. “İlhamla hiç alakası yok!” demeyeyim ama “ilham” denen şeyi kimse açıklayamadığına, açıklayamayacağına göre, benim için önemli olan ilham değil, o gelirse geliyor, ama sonra ben şiiri ince ince düşünüyor, planlıyor, tasarlıyor ve yazıyorum. Demek ki, yazdığım şiirden karamsarlık, hüzün, mutsuzluk yansıyorsa, niye yansıdığını biliyor olmam gerek. Ama bilmiyorum. (s. 11) Ya Seyahat!’i yeniden okurken (4) ne olduğu açıklanamamakla birlikte, “gelirse gelen” ilhamın nasıl bir şey olduğuna ilişkin bazı cevapların –elbette Roni’nin şiir ve öyküleri bağlamında– onun öykülerinden çıkarılabileceğini düşündüm. Şöyle bir sonuca vardım: Şiirlerinde ve öykülerinde cevap vermek gibi derdi yok çünkü Roni’nin, oysa öykü dışındaki düzyazılarında her zaman cevapların peşinde olmuştur, ya da yanlış verilmiş birçok cevabın neden yanlış, manipülatif ya da akılsızlıklarla dolu olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Muhakemesini az çok tamamladığı meselelerde vardığı sonuçları paylaşmayı istemiştir. Oysa şiir ve öykü onun için bitip tükenmiş bir muhakemenin semerelerinin insanların önüne çıkarılacağı bir alan değildir, hatta muhakeme çok zaman başlamamıştır bile, henüz bir his, bir duyumdur söz konusu olan. Sezdiklerinin, duyumsadıklarının büsbütün dile gelmez bir şeyler olmadığını biliyordur, ama düzyazılarındaki gibi mantıkla, muhakemeyle açıklanabilecek şeyler olmadığı da açıktır. Bununla beraber anlatmaya çalışmanın büsbütün beyhude olduğunu da düşünmez, ya da hiç değilse bir sonuca varmayacağını bir kez daha anlamanın nasıl bir şey olduğunu anlatmanın. Burası spekülatif olacak, ama her seferinde belki bu kez cevaplayabilirim umudunu, iyimserliğini koruduğunu zannediyorum. En azından, soruyu farklı biçimde sorma imkânını elden bırakmak istemediğini. Kim bilir, belki de duyumsananları korumanın bir yolu da olabilir bu; yahut her şey yiter, uzaklaşır ya da tanınmayacak hale gelircesine değişirken o duygunun ya da benzerinin (çoğu zaman tam da bir şeylerin yitmesi, uzaklaşması, geri gelmeyeceğinin kim bilir kaçıncı kez anlaşılması hakkındadır) her seferinde azalmadan eksilmeden çarpıyor olmasının edebi bir form altında kutlanması da… Ya Seyahat!’teki öykülerin bazısını Roni’nin kendi hayatından, anılarından yola çıkarak yazdığını düşünmek mümkün. Babasının, bazı arkadaşlarının isimlerini değiştirmeye gerek duymamış, böyle anlaşılmasından çekinmemiş. Bazı öykülerdeyse olaylar saçmayla gerçekliğin sınırında geçiyor, hatta denebilir ki sınırın daha ziyade saçma tarafında. Bu ikinci türdeki öyküleri okurken bazı soruların akla takılması kaçınılmaz: tuhaflıkların neden yaşandığı, ufak ya da büyük gizemli bir halin öykü sona ermeden çözülüp çözülmeyeceği, öyküdeki gibi tuhaflıkların mümkün olup olmadığı gibi. Beri yandan ilk gruptaki öykülerinde de saklı tuhaflıklar (ve cevapsız kalmaya mahkûm sorular) yok değil. Roni Margulies. Fotoğraf: Behçet Çelik “Babam Amerika’da” öyküsünde mesela babasının kimi tercihlerini neden yaptığı, olayların gidişatının varmasının umulabileceği yere neden varmadığı sorusunun cevapsızlığını anlatıyor. Bu öyküde Martin Amis’in anılarını okuduğundan söz eder anlatıcı. Aslında onun romanlarını çok da sevmiyordur ama babası Kingsley Amis’i çok seviyordur, baba Amis’le ilgili bir şeyler öğrenmek isteğiyle kitabı eline almıştır. Oğul Amis’in kitabından şu cümleyi aktarıyor sonra da. Hayatın sorunu (diye düşünecektir romancı) şekilsizliği, o saçma akışkanlığı. Baksanıza: olay örgüsü yetersiz, büyük ölçüde temadan yoksun, hissi ve inanılmayacak kadar önemsiz… Romancı ise paralellikler gözlemlemenin, ilişkiler, bağlantılar yakalamanın müptelasıdır. (s. 41) Şair ve öykücü, romancının aksine, paralellikler gözlemlemenin, ilişkiler, bağlantılar yakalamanın müptelası değil sanırım. Bunları elbette o da arıyor, soruyor, ama illa bir yerlere, bir sonuca bağlamanın peşinde değil. “O saçma akışkanlığı” duymak ve duyurmak daha önemli. “Ya Seyahat!” öyküsünde anlatıcının lise arkadaşı Şahin öğrencilik yıllarında gezmekten, seyahate çıkmaktan çekinirken neden sonra “uzak ve anlamsız yerlere gitmeyi” seven birine dönüşüyor. Bu arada anlatıcı da gençlik yıllarındaki seyahat düşkünlüğünü yitirmiştir. Ama gara girdiğim anda bir şey oldu. Ne olduğunu hâlâ tam olarak çözebilmiş, anlayabilmiş değilim. Dolmuş kuyruklarının, kaldırımda bavul indirip bindiren yolcuların, bin bir çeşit seyyar satıcının arasından sıyrılıp o büyük, soğuk, uğultulu boşluğa adımımı attığım anda dondum. Öylece kalakaldım. Yıldızlar kadar uzak kubbenin tavanına baktım, gişelerin önünde itişen, telaşla bir perondan öbürüne koşuşan kalabalığa baktım. Ve hiç düşünemeden döndüm, sokağa çıktım, içimde var gücümle koşma isteği yükseliyordu, koşmadım, yavaş yavaş köprüye doğru yürüdüm. (s. 25) O anda ne olduğunun cevabı yok mu sahiden? O anda anlatıcının neler duyumsadığını sahiden hiç mi bilmiyoruz, bilemeyecek miyiz? Peki, “o büyük, soğuk, uğultulu boşluğa” adım atmak neleri değiştirdi anlatıcının iç dünyasının derinlerinde? Evet, bu sorunun da cevabı yok, bununla beraber öykücü cevapları sayıp dökmese de bizi “o büyük, soğuk, uğultulu boşluğa” alıp götürüyor. Hayattaki (ve/veya anlatıcının iç dünyasındaki) “saçma akışkanlığı” bize duyuruyor. Roni’nin şiirlerinde de çok kez buna benzer uğultulu boşluklarda duymaz mıyız kendimizi? İsim benzerliği olmadığını zannediyorum, “Paralellikler” öyküsü, “Fikret’in ölümüne anlam verebildiğim gün, bağlantılarını, paralelliklerini kurabildiğim gün uzun uzun anlatacağım babasını Barış’a,” cümlesiyle sona erer. 2006’da yayımlanan TK 1980’de yer alan ve Fikret Sılay’a adanmış olan “Düello” şiirinin sonu da şöyledir. Duyar gibiyim yanında olsam fısıldayacaklarını kulağıma: Anlamı her neyse Yaşam boyu yaptıklarımızın, o kadar anlamlı olacak aşağı yukarı, giderayak, ölüm de.                               (Telgrafçiçeği (5), s. 233)   Ya Seyahat’teki bazı öykülerde tuhaf, saçma durumlarla, olaylarla ilerliyor anlatılanlar, dedim ama öbürlerinde yok mu sanki? Hangisi daha saçma, kim bilebilir? “Doğumgünü” öyküsündeki gibi sabah yeni uyanmış bir insanın alnında silinmeyecek, çıkarılamayacak şekilde birtakım mesajlar yazılı olması mı, yoksa “Gam” ya da “Paralellikler” öykülerindeki gibi bir arkadaşın ölüvermesi mi? Behçet Çelik   NOTLAR: [1] Roni Margulies, Ya Seyahat!, Notos Kitap, 2011, 77 s. [2] Orhan Kahyaoğlu, “Ornitoloji kitabıyla Roni Margulies’in şiirine bakmak” Ornitoloji kitabıyla Roni Margulies'in şiirine bakmak – K24 (k24kitap.org) [3] Şiir-öykü yakınlığını altını çizmeyi amaçladığımız birkaç denememiz olmuştu Roni’yle. Onun üç şiirine üç öykü yazdım vaktiyle, bunları dergilerde yan yana yayımladık. Niyetimiz bir kitap hacmine gelene kadar sürdürmekti, o da benim öykülerimden yola çıkarak şiirler yazacaktı. (Bir tane yazdı ama bana gönderirken “Bu şiire ikna olmadım,” demişti, onu yayımlamadık.) Sürdürmedik, sürdüremedik, sonra kendi kitaplarımıza aldık bu şiirlerle öyküleri. Ama ikimizin de çok hoşuna gitmişti bu denemeler, heyecan vericiydi. [4] Ya Seyahat!’in yeni yayımlandığı sıralarda kitap hakkında bir yazı yazmıştım, ancak o zaman bu bağlantılar aklıma gelmemişti. Yazı şuradan okunabilir: Anlamlı Paralelliklerin İzinde – Roni Margulies | Behçet Çelik'ten Kitap Yazıları (wordpress.com) [5] Roni Margulies, Telgrafçiçeği/ Toplu Şiirler (1985-2010), Everest Yayınları, 2014, 311 s.

(Seçtiklerimiz) Roni Margulies’in şiiri: Ziya-Cahit-Külebi’nin güncellenmiş sesi

1. Roni Margulies şiirimize tepeden indi, paraşütle. Sürpriz gibiydi. Şiirini de sürprizden icat ediyordu ya da sürpriz anlarına odaklanıyordu. Sevimli ve şaşırtıcıydı daima. Bu iki karakter özellik bir taktik, bir persona olarak değil, kendiliğindenliğinin sonucu olarak vücuda geliyordu onda. Doğallık Margulies’in ayırıcı özelliğiydi ve çevresinde bıraktığı etkinin kökeni buradan geliyordu. İkinci şiir kitabı Gün Ortasında’dan (1992) daha derli toplu olan ilk şiir kitabı, Her Rind Bilir (1991) yayınlandığında henüz bir okuru yoktu ya da beklenen bir şair değildi. Şiir dergilerinden yetişerek gelmiyordu çünkü. İlk kitabındaki kısa özgeçmiş bilgisinde bu konuyla alakalı olarak şu cümle yer alır: “Şiirleri daha önce Tan, Gergedan ve Defter dergilerinde çıktı.” Defter bir şiir dergisi değildi ve başlangıçta şiir de yayımlamıyordu ve sadece “teorisyen arkadaşların” şiirlerine yer veriliyor gibiydi. Defter’de yayımlanan ilk şiiri sanırım “Akşam”dı ama bu da çok ayrıksı bir şiir değildi; Cahit Sıtkı’yı çağrıştırıyordu: “Abbas.” Mehmet Taner’in çıkardığı Tan dergisi o sıralarda pek dolaşımda değildi artık. Gergedan ise genç şairlerin alamayacağı denli lüks ve burjuva standartlarında çıkan bir dergiydi; dolayısıyla dar bir çevre için çıkıyor ya da dar bir çevreyle yetiniyor izlenimi veriyordu. 2. Bir paradokstan daha söz etmek gerekir. Margulies’in ilk şiirlerini yayınladığı günlerde, şiirimizdeki İkinci Yeni-Toplumcu Şiir gerilimi henüz sona ermemişti. Tan ve Gergedan, İkinci Yeni şiir anlayışını tercih eden bir poetik çizgide çıkan dergilerdi. Defter de bu çizgide değerlendirilebilirdi, gerçi böyle bir “poetik derdi” ya da politikası görünmüyordu ama İkinci Yeni’nin tarihî poetik zaferi Defter’de ilan edildi. Yani Margulies ilk şiirlerini İkinci Yeni çizgisinin devamlılığı durumundaki dergilerde yayınlamıştı. Ama Sombahar dergisinin 1994’teki 23’üncü sayısında yayınlanan “Attilâ İlhan ve Bizim Kuşak” yazısında kendisini İkinci Yeni’nin devamlılığı içinde değerlendiren şairlerin şiir anlayışına karşı bayrak açacaktı. Zaten komünistti; ve orada Troçkist. (Bu bakımdan, sözgelimi şu linkte yer alan performansı izlemeye değerdir.) Bu arada, şiirini ve şiir anlayışını hiçbir zaman kendini İkinci Yeni karşısında konumlandıran ‘70’li yılların toplumcu ya da toplumcu gerçekçi şairlerin safında görmedi, kendisinin oraya yerleştirilmesine izin vermedi ve onlarla birlikte görülmedi. (İnsani vesileyle bir araya gelme olabilir kuşkusuz, kastettiğim poetik olarak bir araya gelmeme durumudur.) Margulies şairliğini ve poetikasını yakın geçmişle bağlantısızlık içinde inşa etti. Ve kendisini ‘70 kuşağı toplumcu şiirine karşı inşa eden ‘80 kuşağı şiirinin karşısında poetik bir yarık açarak yeni bir tekil başlangıç oluşturdu. 3. “Tekil poetik başlangıç” dedim ama başlangıçta biraz ikili bir çıkış durumu da vardı. Philip Larkin meselesi denebilir bu duruma. Larkin’in şiirlerini Margulies ile Şavkar Altınel birlikte çevirmişlerdi. Margulies ilk kitaplarındaki kısa özgeçmiş bilgilerine bu notu eklerdi. Her iki şair, bu ortak çeviriye birlikte yazdıkları “Larkin yazısı”nda bu şiirin dünya görüşüne ilgiyle yaklaşıyorlardı. İnsan yaşamının temelde kaçırılmış fırsatlardan, yaşanamamış mutluluklardan, yaşanmış olanın ise yetersizliğinden ibaret olduğunu dile getirir bu poetik dünya görüşü. Sanki şiirin kendisi değil, şiirin neyi dile getirmesi gerektiği anlayışı model edinilmek isteniyordu. Dolayısıyla iki şairin bu poetik dünya görüşü etrafında bir araya gelmesi duruma bir hareket eğilimi katıyordu.Saat Farkı’nda (2002) yer alan “Meşin” şiirinin son iki parçası şöyledir: Top oynar, denize girer, yaşar giderdik ardımıza bakmadan. Upuzun uzanıyor değil miydi yıllar önümüzde o zaman!   İster bisiklet ister futbol topu, neyin ne zaman önemli olduğunu, önemi çoktan kalmadığında artık anlayabiliyor nedense ancak insan! Bu sorunsalı Larkin’in şiirinde de buluruz. Sözgelimi “Yaşamaya Devam Etmek” şiirinin girizgâhı şöyle: Yaşamaya devam etmek, yani yinelemek Gereksinimlerimizi elde etmek için oluşturulmuş bir huyu, Hemen her zaman bir şey yitirmek, ya da bir şeysiz etmek Ya öyle, ya böyle bu. Bu iki parça arasında poetik dünya görüşünün ortaklığından söz edilebilir ama dizelerin akışı ve konuşmadaki tını ve dile getirmedeki hızın, yani sesin benzerliğinden söz etmek hayli zordur. Poetik dünya görüşü derken kastettiğim, insanın varoluşunun oluş sürecinin doğasını kendinde dile getirmek. Oluş süreci daima ilklik anlarının yaşantısından oluşur. İlk yaşanan karşısındaki acemilik içinde oluş, ilk yaşananın ne olduğunun bilgisinden yoksun yaşama hali. Bu son cümle, Margulies’in şiirlerinde bir sorunsal olarak odaklandığı bölgeyi dile getirir. Ben o yıllarda yazdığım bir yazıda bu poetik öneriye, “Anglosakson şiiri” demiştim ki, Roni Margulies, Elsa’yı (2000) bana 15 Linden Rd London N15 İngiltere adresinden gönderirken, imza sayfasına o esprili diliyle, “Sevgili Yücel, Ne dersin, Anglo Sakson şiirini sokabilecek miyiz Türkçeye?” notunu düşmüştü. Evet, şiirini bu dünya görüşüne göre kurduğu söylenebilir Roni Margulies için. Sonra tabii her iki şairin yolları ayrıldı. “Ayrıldı” ifadesiyle kastettiğim, her iki şairin kendi şiirlerinin poetik doğasının kendiliğinden gelişimiyle birbirinden farklılaşması durumudur. Bir başka şaire sevgiden dolayı bir araya gelmiş; temelde kendi varlık durumlarının farklılığından kaynaklanan farklı bir tinsel dünyayı kurdukça birbirlerinden ayrışmışlardır. 4. Roni Margulies, İstanbul Yahudisidir. Şiirini, Cumhuriyet dönemi şiirimizde, Türkçe olmayan adıyla imzalayan ilk şairdir. İstanbul Yahudilerinin yaşamı şiirimize daha önce girmişti; sözgelimi Edip Cansever’le. Ama gözlemlenen, dışardan görülen, burada-dışarda yaşanan, olup biten bir şey olarak. Margulies ile birlikte bu yaşamın sahibi kendi adına konuşmaya başlar. İçsel ve özel olan dilsel imkân bulur. Ama Margulies’in şiirinde içsel ve özel olan geçmiş olanın bilgisini dile getirir. Gün Ortasında’da yer alan “Polonya’ya mektuplar” bu bakımdan önemlidir. Polonya’dan gelişi, gelinen bu Doğu ülkesinde karşılaşılan ayırt edici özellik: Biliyor musun, kan gördüm ilk günümde! Taksiye binmiş otele gidiyorduk köprüden, Mallarımızı taşıyan hamallar takıldı peşimize, Meğer kendi hamalları varmış otelin, Bıçaklarla giriştiler hep birden birbirlerine, Kanlar içinde kaldırıma yığıldı bir tanesi… Tanrım, hep böyle mi acaba bu ülke? Ama Polonya’dan neden gelindiği dile getirilmez. Ailenin Polonya’dan neden geldiklerini ancak 2006 yılında yayınlanan TK1980 kitabında yer alan “Çorbacı” şiirindeki son dizesinden anlarız: “Alman ordularından kaçıp gelen Çorbacı’nın” Bu durum Margulies’in şiirinin ayırıcı özelliklerinden birini verir. Politik bir şiir değildir Margulies’in şiiri. Belki Mağrur Olma Padişahım’dan (1994) söz edilebilir. Ama orada da personalar politiktir, işlenen malzeme politik değildir. Dolayısıyla Yahudi yaşamının veya maneviyatının şiiri değildir Margulies’in şiiri. Belki dış-göç sorunsalı politik bir mesele olarak ileri sürülebilir. Dış-göç onun temel temalarından biridir. Bilirim Niye Yanık Öter Ney (1996) neredeyse tamamen bu tema üzerine kurulu şiirlerden oluşur. Ama dış-göç meselesi de Margulies’in şiirinde politik bir sorun olarak ortaya çıkmaz. Göç meselesi Margulies’in şiirinde kendiliğindenliği içinde, olmakta olan hal içinde verilir. Sözgelimi bu kitapta yer alan “Hasan Usta” şiirinin kapanış dizeleri şöyledir: Adana, İstanbul, Londra filan, işte geldim gidiyorum. Şu da var ki ama, hodri meydan, geçsin karşıma, varsa benden iyi baklava yapan. Burada dış göç, hayat öyle getirdiği içindir sanki. Siyasal bir neden yoktur, nedensiz olarak verilir. Kişilerin neden göçe maruz kaldığı sorunu Margulies’in şiirinde değerli bir sorun değildir. Olağan bir durum olarak betimlenir. Ama insanın doğup büyüdüğü yerde olmamasının, başka bir ülkeye göç ederek orada yaşamasının, yaşama yerini değiştirmesinin insana ne yaptığı Margulies’in ilgilendiği bir sorundur. Bu kitapta yer alan “Hani Nalbantın Yanından Sapınca” şiirindeki şu dizelere bakalım. Bu şiirde şiirin anlatıcı-beni İstanbul’dan Atina’ya göç etmiş bir arkadaşını ziyarete gider. Ve evin küçük balkonunda bir masa kurulur. Şiir bu masayı betimler, konuşmalar ve iç-konuşmalarla birlikte. Girizgâh ve kapanış şöyle: Ufak bir balkon, Sinopis Caddesi’ne düşebilir her an sanki: Ahşap evin odalarından biri sığmamış da evin içine biraz dışarı taşmış; veya kaçarken birden yakalanmış gibi. Eğreti bir gülücük gibi kalakalmış evin yorgun yüzünde.   (…)   Mükemmel bir sofraya dönüşüyor usulca o küçük masa, mezeler, balıklar ve nihayet heyecanla beklenen şişe. Peynir tabağına bakıyor Koço ilk yudumdan sonra, “Adam gibi beyaz peynir yapamıyor şu Rumlar be!   Yeşilköy’de hani anacaddedeki nalbantın yanından sapınca yaşlı bir bakkal vardı hemen sağdaki köşede, bir beyaz peyniri vardı, inanamaz tadına bakmayan! Ölüp gitmişti zavallı biz ayrılmadan az önce”.   (…)   Hatırlamadan edemedim, Atina’da o küçük balkonda, Akşam ayrılmadan “Nedendir bilmem ama” demişti, “Doğup büyüdüğüm yerde daha bir zinde hissederdim kendimi.” Burada bir yurt, daha doğrusu bir memleket tanımı yapıyor Margulies. Memleket ya da yurt, yaşamı birlikte paylaşmaktan, birlikte paylaşarak yaşamaktan oluşan bir şeydir. Memleket yaşam ortaklığının olanağı ve uzamıdır. Burada temel unsur aynı dili konuşuyor olmaktır. Ama ikinci temel unsur mekânın ortaklığıdır. Mekân tarihselliğin ve medeniyetin taşıyıcısıdır burada. Alışkanlık o tarihselliğe ve medeniyete katılma, dahil olma anlamına gelir. “Koço” en iyi beyaz peynirin nerede olduğunu ezbere bilmektedir: Yeşilköy’de, ana caddedeki nalbantın yanından sapınca, oradaki yaşlı bakkaldadır. Dolayısıyla bir başka ülkeye göç etmek, bir alışkanlıklar toplamından, yeniden inşa edilmesi gerekecek olası alışkanlıklar toplamına göç etmek anlamına gelir. Bu da yeterli değildir: “Adam gibi beyaz peynir yapamıyor şu Rumlar be!”dir. O beyaz peyniri gittiği yerde bulamamaktadır. Altın dize şiirin sonunda dile gelir. O nedenle memleket kendini zinde hissettiğin yerdir ama bu zinde hissediş aşkın ve uhrevi bir nedenden dolayı değildir, oldukça dünyevidir; “beyaz peynirdir” yani. Dolayısıyla memleket ya da yaşam tek millete indirgenen bir şey de olamaz. Margulies’in dış-göç olgusu üzerinden dile yaklaşımı da ayırıcıdır. Dille ilgili yaygın anlayış dilin bir iletişim aracı olduğunu dile getirir. Bu tanım daha çok dilin işlevinin ötekiyle konuşma ânında ortaya çıkan bir şey olduğuna işaret eder. Margulies’in şiiri tam da bu düzlemde yeni bir ufuk açar. Şu parçalar yine aynı kitapta yer alan “Metrodan Çıktığım An” şiirinden: İlk geldiğim gün on yedi yaşımda İngiltere’ye Victoria Metrosu’ndan çıktığımda günışığına, Batılı bir seyyahın on altıncı yüzyılda ününü duyduğu İstanbul’u ilk görmesi gibi görsel ve hissi bir karmaşanın ortasında bulduğumu anımsar gibiyim kendimi.   (…)   Bir de çıkışım var ertesi sabah yurttan sokağa: ne dil yabancıydı bana, ne kıyafetler, ne de kentin ortasında kıvrılıp giden o nehir. Ama ben yabancısıydım hepsine, ben, Roni, tek bir bilen yoktu bunca insan arasında beni. Bilen yoktu doğduğum evi, gittiğim mektebi.   (…) Zamanla herşey kolaylaştı kuşkusuz ama, bilmem ki, ne pahasına? Merak ederim bazen, Kaybettiklerim çok mu kazandıklarımdan acaba? Şimdilerde artık ne heyecanlandırabilir beni? Dayanamayacağım bir özlem var mı örneğin? Hiç yaşamamış olduğum korku kaldı mı? Çok önemli bir şiirdir bu. Şiirin anlatıcı-beninin İstanbul’da Londra’ya göçünü ve bu göçün neye bedel olduğunu dile getirir ama pişmanlığı değil. Kendiliğindenliğin getirdiği bir göçü dile getirmez şiir; tam tersine istemenin, hayal etmenin, yani öznel tercihin sonucunda yapılan bir hayali gerçekleştirme durumunun şiiridir bu. Burada göç hali bir gelecek arayışı olarak da ortaya çıkmaz; tam tersine, ideal olarak görünene dahil olma hevesinin öznel atılımı olarak belirir. Şiir, şiirde konuşan anlatıcı-benin İngiltere’ye geldiği ilk gündeki heyecanını dile getirerek açılır. Ama daha sonra durum değişir. Bu ülkenin ne diline yabancıdır ne de kıyafetlerine. Kendini, geldiği bu ülkenin kıyafetlerini severek yetiştirmiştir ve dilini bilir. O onları bilmektedir ama onlar onu bilmemektedir. tek bir bilen yoktu bunca insan arasında beni. Bilen yoktu doğduğum evi, gittiğim mektebi. Bu iki dize çok özgün, çok yeni bir memleket, yurt, ülke tanımını dile getirir ya da bu kavramlar üzerinde yeniden düşünmemizi talep eder. Memleket beni tanıyan insanların içinde olma durumudur. Margulies’e göre benim tanınmam demek, benim doğduğum evin, gittiğim okulun, yani hevesimin ve hayallerimin, içinde yaşadığım insanlar tarafından bilinmesi demektir. Bu durumlar bilinir ve sevgi veya nefret gibi duygular ve sözgelimi sizin sağcı veya solcu olduğunuza ilişkin fikirler buradan oluşur. Yabancılara karşı solcu ya da sağcı fikirleri oluşmaz, onları ne severiz ne de nefret ederiz; onları buradaki yaşama ait olmayan olarak görürüz. Yabancının buralı olarak kabul görmesi için çok gayret etmesi beklenir; belki çocukları buralı olarak algılanacaktır. Bedeli ağırdır bu başarının ve bu bedeli bu şiirde şöyle dile getirir Margulies: Zamanla herşey kolaylaştı kuşkusuz ama, bilmem ki, ne pahasına? Merak ederim bazen, Kaybettiklerim çok mu kazandıklarımdan acaba? Şimdilerde artık ne heyecanlandırabilir beni? Dayanamayacağım bir özlem var mı örneğin? Hiç yaşamamış olduğum korku kaldı mı? Artık ne dayanamayacağı bir özlem ne de yaşamamış olduğu bir korku kalmıştır. İngiltere’ye geldiği ilk günlerdeki beni kaybetmiştir. Bu şiirin kapanış dizeleri bu ruh halini dile getirir: Neler vermezdim, Tanrım, şimdi bir kez olsun yeniden yaşamak için heyecanlı bir maceraya atılır gibi Victoria Metrosu’ndan ilk çıktığım o ânı!  Burada bir ben değişimi, bir badire sorunu dile getirilir. Ben değişir. İnsan değişik benlerden oluşur. Ben’i değiştiren insanın başına gelen badirelerdir. Bu şiirlerde Margulies’in şiirinin temel problemi, ana teması da ortaya çıkar. Yenilgi sorunu. 5. Yenilgi, yenilmiş olmak Margulies’in bütün şiirlerinin ortak sorunsalıdır. Yenilgi, yenilmiş olmak neredeyse her kitabında tekrar dönen, kendisini hatırlatan bir sorunsaldır. Margulies yenilgi durumunun ya da yenilmiş olma duygusunun şairidir. Ama bu yenilgi sorunsalı siyasal ya da ideolojik bir sorunsal değildir onun şiirinde. Yenilgi imgesi ya da sorunsalı, Margulies’in şiirinde büyük meseleleri dile getirmez. Margulies’in şiirinde yenilgi durumu varoluşun oluş sürecinde antropolojik ve ontolojik bir mesele olarak ortaya çıkar; insanın doğasının başka insanlarla yüz yüze gelmesinde yaşanan bir durum olarak. İçsel bir sorun da değildir. Bir iki örnek: Çoktan kaybolmuş bir şeyi arayan biri gibi mekik dokuyorum kaç yıldır Londra’yla İstanbul arasında. (Londra’ya Dönüş)   Yavaşça, denizin derinliklerinden volkanik bir ada yükselircesine, Elsa geliyor yine aklıma. Nasıl yenilebildim koşullara! (Mendirek) Bunlar yenilgi sözcüğünün geçtiği bir iki örnek. Ama Margulies’in şiirlerinin neredeyse tamamı yenilmiş olma durumunu dile getirir. Margulies için yenilgi insanın kendisini aşamaması, tekrara düşmesi, yani kendisini yenileyememesi durumudur. “Yenilenmek” şiirinin girizgâhı şöyledir: Öyle büyük şeyler değil yitirdiklerimiz aslında. Bir otobüsten yanlış durakta inmek, Bir odaya girip de bilinmemek gibi veya Yine de güç elde kalanla yetinmek. 6. Margulies’in şiiri için şiirimizin ‘30’lu yıllarındaki bir temanın geri dönüşünün şiiri diyeceğim. Bu tema “küçük insan” temasıdır. Şiirimizde küçük insan sorunsalının ortaya çıktığı sacayağını Ziya Osman Saba-Cahit Sıtkı Tarancı-Cahit Külebi oluşturur. Roni Margulies’in şiiri denebilir ki bu sacayağının şiirimize getirdiği duyarlığın, yenilenmesinin adıdır. Bu yenilenmede küçük insan, olup biten olup biterken, onu anlamayan insan olarak ortaya çıkar. İlk kitabında yer alan “Akşam” şiirinin girizgâhı şöyle: Yine akşam. Yapılacaklar yapılamadı yine. Başlanamayanlarla yarım kalanlar pencerenin hemen dışında elektrik tellerine konmuş kuşlar gibi sıralanmışlar: Yapılacakların, yapılması gerekenlerin yapılamamasıdır insanı küçük kılan. O güne ait yapılması gerekenler karşısında yenilmiş olmak. Burada akşam, yenilmenin ortaya çıktığı andır. Margulies’in “Akşam” şiiri her ne kadar Cahit Sıtkı’nın şiirini çağrıştırsa da, Ziya Osman’ın “Oda” şiiriyle birlikte okumak gerekir. Garip de küçük insanın şiiri olarak değerlendirilir. Ama Garip zaten Ziya-Cahit-Külebi üçgeninin dile getirdiği yetişkin insanın yaş olarak yirmi yıl geriye, gençlik haline çekilmiş biçimini temsil eder. Margulies daha çok Attilâ İlhan’dan söz eder; İlhan bu üçlünün temsil ettiği sesin eda’ya dönüşmüş halidir. Bu sesin devamlılığı bakımından, Margulies’in şiirinde Ataol Behramoğlu’nun kimi şiirlerindeki sesiyle İsmail Uyaroğlu’nun sesini de yer yer duyarız. Ziya-Cahit-Külebi’nin sesi şiirimizin asıl seslerinden birini oluşturur. Margulies bu sesi yenilemiş, güncellemiş, bu sesin günümüzdeki temsilcisi olmuştur. ‘60’larda şiirimizin devrimci sesinin kahramana dönüşmesinden sonra kendi rayına geri dönmesidir belki de bu. 7. Düşünce ve duyguyu ifade eden yargı cümlesiyle değil, betimleme cümlesiyle kuruyordu şiiri Margulies. Şiirin bu biçimi bilindiği gibi çok başarılı değildir ama Margulies başarılı oldu. Buradaki başarı, betimlemenin sürpriz anlarına ya da kaderi belirleyici anlara odaklanmasından gelir. Düşünce yargısını dile getirmez ama ben yine de Margulies’in şiirini düşünce şiiri olarak değerlendireceğim. Yaşanırken “değeri anlaşılmayan” ile sürekli hesaplaşma içinde oluşun şiiri. Onun Larkin’in şiiri için kurduğu cümleden el alarak denebilir ki tipik bir Roni Margulies şiiri, hep kaçırılmış fırsatlarla, yaşanmamış mutluluklarla ve yaşanıp yetersiz bulunmuş deneylerle ilgilidir. Ama Ziya-Cahit-Külebi’nin kurduğu sesin devamı olarak. Yücel Kayıran (K24)

(Seçtiklerimiz) Son Signor: Roni Margulies

Roni’yi geç buldum, erken kaybettik. Şiirleri, şiir çevirileri yoluyla erken yaşlarımda tanışmıştım maalesef köklü, eski bir dostluğumuz olamadı. Çok daha önce tanışabilirdik aslında ama nedense olmamış... Bilgi Üniversitesi yıllarımda ayaküstü tanıştırıldığımızı hatırlar gibiyim ama hiçbir ayrıntı yok. “Resmî” tanışmamız, DSİP’in bir yaz kampının son gününe ziyaretimizle oldu. Sonraki her buluşmamızda, görüşmemizde rakımız eksik olmadı, çok şükür. Mesela 2021’i 2022’ye bağlayan gece: Bir süredir basacak yayınevi bulmaya çalıştığı, nihayetinde Turgay Fişekçi’nin Sözcükler Yayınevi’nin yayımla(n)maya uygun bulduğu, İngiliz Edebiyatından Mizah Şiirleri altbaşlığıyla Dur Yolcu, Dur ve İşe! antolojisinin yeni yayımlandığı günlerdi. (Kaynaklarda “roni” diye aratınca sonuçlar arasında “ironi” kelimesi de çıkıyor, haklı olarak! “Tadımlık” için bkz. K24.) Âdet olduğu üzere, kitabını imzalamasını rica ettim. Aldı kitabı, yılbaşı gecesi biz gırgır peşindeyken o konsantre oluyordu. Tüm sataşmalarımızı tek bakışıyla püskürttü. Sonuçta, 2022’ye şu imzayla giren şanslı ben oldum: Varlık sebebi ne ise insanın, Üç yolu var mesut olmanın: Ye, iç ve işe (başka ne verebilir ki neşe?) Sonrasında, Dur Yolcu, Dur ve İşe!  üzerine, o dönem +Gerçek TV’de hazırladığım “Editörün Defteri” programıma da konuk olmuştu. Son zamanlarda, bir dizi polisiye öykü yazıyordu. Harıl harıl polisiye okuyor, polisiye hikâyeler kurguluyordu. Tüm tatlı-aksiliğiyle, K24'ün 2021’de neler okudunuz soruşturmasına verdiği cevapta Agatha Christie’yi d/övüyordu: İçinden geçtiğimiz mutsuzluk, kaygı, stres, anksiyete döneminde ciddi ve ağır kitaplar okumak hiç gelmedi içimden. Yeltensem de okuyabilir miydim, bilmiyorum. Ama bir şeyler okumam gerekiyordu. Kanepede uzanıp duvarları seyredecek değildim ya! Özellikle aşısız ilk yıl boyunca, sokağa hemen hemen hiç çıkmazken, hafif, sorunsuz, dertsiz bir şeyler bulup okumam gerekiyordu. “Ve buldum! Tam 66 roman ve 14 öykü kitabı yayınlamış olan Agatha Christie’yi buldum. Okumama kararım için kendisinden sessizce özür diledim, tükürdüğümü yaladım ve okumaya başladım. Hâlâ okuyorum. Omikron dönemini de rahat geçireceğim. Hatta bir iki varyantı daha savuşturmamı sağlayacak Christie. “Peki, romanlar nasıl?” diye soracak olursanız, kötü. Yıllar önce yanılmamışım! Sanırım son yazısı, son zamanlarda düzenli yazdığı Serbestiyet’te yayımlandı. (Roni’nin yazılarından daha fazla okumak isteyenler için iki temel kaynak: Marksist.org ve Birikimdergisi.com. Leonard Cohen’in son şarkısında “i’m ready my lord” demesi gibi, son yazısının başlığı: “Mutlu bitmiş bir göç öyküsü” idi. (Yoksa bu yine, “her b*ktan kutsiyet çıkarma” gayretimizin sahne alması mıdır?) Ardından, hastaneye kaldırıldığı, yoğun bakım haberleri... Nihayet, 19 Temmuz 2023, Çarşamba günü 14:12’de aramızdan ayrıldı. Gencecik bir delikanlı, yaşamı boyunca eğlendi, mücadele etti, okudu, yazdı ve birden gidiverdi. 21 Temmuz Cuma günü öğle saatlerinde dostları Kilyos Musevi Mezarlığı’nda toprağa verdiler. Roni için iki şiir Bu yazıyı yazarken, Roni için yazılmış iki şiir tespit ettim. Biri, 25 yıl kadar öncesinden bir dostlar sofrasına dair, İnci Asena imzalı “Belirsiz Ünlem”. İnci Hanım’ın arşivinden o akşamın fotoğrafını da sunuyorum. BELİRSİZ ÜNLEM Beş kişilerdi bir masaya oturmuşlardı aç susuz bir masaya   Korkaktılar ellerinde uzanıp uzanıp tutamadıkları bir düş Hem yalnız onlardı dünyayı taşıyabilen yüreklerinde kimse bilmese de Kimse bilmese de umutluydular ağlıyorlardı hem Ağlamaları yaşama sevincinden   Gecikmiş âşıktılar hepsi birbirlerine bütün kızlara bir de bir de bütün erkeklere Aşk mıydı kirli havada boğulan Akılları mı karışmıştı havada bir cinsellik kokusu üstü örtülü   Beş kişiydiler bir masaya oturmuşlardı yuvarlak Dünyanın hâli ve aşk hâli belirsiz ünlem   Tutamadığım Sözler’den, Adam Yayınları   Fotoğraf: (Soldan sağa) Roni Margulies, Semih Gümüş, İnci Asena, Turgay Fişekçi. 1998/1999, Cavit, Asmalımescit. İnci Asena Arşivi. Diğer şiir ise çok daha yeni, şu anda piyasada olan Sözcükler dergisinde yayımlanan, Hakan Savlı’nın şiiri: RONİ   Yeşil otlar üzerinde kalmıştı her şey kaybedenlerin bütün güzelliği bir at arabacısı ıslık çalarak topluyordu cesetleri ve çocuk cesetlerini…   Ormanda yol ikiye ayrılıyordu ve sen şiirde yalansızlığı seçtin “Biraz daha hayat?” diye sana soruyor hayat lütfen, “yetmez ama evet” de… kızmam şimdi.   Elimizde kalan tek şey şiirimizmiş, Roni.   Sözcükler dergisi, Temmuz-Ağustos 2023, 104. sayı.   “Şiir”, “Yahudilik”, “Milliyetçilik”, “Sosyalizm” Kendisini hiçbir şey için “feda” etmedi, kutsallarla mesafesini korumaya hep özen gösterdi ama pekâlâ hayatını adadığı konuları, entelektüel uğraşları vardı. Bunların başında elbette şiir geliyor. Roni’nin şiiri hakkında ayrıca konuşmak gerekir, şiir literatürüne verdiği emek de yadsınamaz. Genç yaşlarından itibaren, –çoğu– Şavkar Altınel’le birlikte şiir çevirileri, ki en meşhuru Ted Hughes’ün Doğumgünü Mektupları’dır ve bir türlü sevemediğim bir şairin şiirlerini bile severek okumanın mümkün olabileceğini öğreten bir kitaptır benim için. Fakat şiirin dışında dersek, “Yahudilik”, “Milliyetçilik”, “Sosyalizm” başlıklarında toplayabileceğimiz değerli bir kitap rafı bıraktı bizlere. Milliyetçilik üzerine son çalışması, yanılmıyorsam, Kıraathane’nin işlerinden “Ne Mutlu Eşitim Diyene! – Milliyetçilik Tartışmaları” dizisinde yaptığı konuşma ve kitaptaki “Türk ve ‘Kanun Türk’ü’” yazısı  olabilir. Kitaba verdiği kısa özgeçmişinde şöyle özet geçmiş: “şair, yazar, gazeteci, tercüman. İstanbul’da doğdu. Robert Kolej’i bitirdikten sonra İngiltere’nin çeşitli üniversitelerinde okuyarak iktisat doktoru ve Marksist oldu, sonra iktisatla bir daha hiç ilgilenmedi. Bir dönem Londra’da yaşadı, sonra kürkçü dükkânına geri döndü. Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) üyesi. Toplam sekiz şiir kitabı, şiir çevirilerinden oluşan dört kitabı, çocukluk anıları, siyasi tercümeleri ile edebiyat, siyaset ve tarih hakkında birkaç kitabı daha var.” Ukalalığıyla tanınan birinin bu denli mütevazı olmasından huylanmak gerekir. Öyle dediği gibi “birkaç”lık bir durum söz konusu değil. Ciddi bir kitap rafından bahsediyoruz. Milliyetçilik bağlamında Sen Kalk da Ben Yatam – Tören, Bayrak ve Heykel (Hakkında söyleşi için bkz. K24) kitabının yanında, azınlık deneyimini kazdığı Türk’ün Hizmetçisi – Türkiye’de Azınlık Olmak kitabını ama bunların daha anlaşılır olması için de kontrpuan kitabı olarak The Terrible Turk – Batı’nın Gördüğü “Türk”ü (Bahislik için bkz. K24) saymak gerekir. Bu bağlama Mağrur Olma Padişahım adlı şiir kitabını da dahil etmeli. Orhan Kahyaoğlu K24'teki yazısında bu kitap için şunları söylüyor: “Mağrur Olma Padişahım, tek başına, apayrı bir bağlam içinde ele alınması gereken orijinal bir Margulies yapıtı. Ancak Margulies şiiri deyince bu şiir tavrının bir başka örneğini şiir kitapları arasında bulamayız.” Belki daha iyi konumlandırmak için, Roni’nin külliyatında bu kitabın yanına, yayına hazırladığı, önsözünü Zafer Toprak’ın kaleme aldığı Manastır’da İlân-ı Hürriyet – Fotoğrafçı Manakis Biraderler kitabını eklemek gerekir. Türkiye’de bir Yahudi ailenin çocuğu olarak doğmuş olmanın getirdiği deneyimi Ailem ve Diğer Yahudiler ve Bugün Pazar, Yahudiler Azar – İstanbul Yahudileri Hakkında Kişisel Bir Gözlem ile kaleme, kayda aldı. Bu kayıtları neden önemsediğini "Meçhul Yahudiler" başlıklı yazısında kendisi şöyle dile getiriyor: “Yahudiler kaleme sarılırsa, ‘Yahudi nedir?’ sorusunun cevabını faşistlerin, komplo teorisyenlerinin ve türlü türlü zırdelinin kaleminden okumak zorunda kalmaz kimse.”  Yahudi bir ailenin ve çevrenin içinde büyümenin tatlı-acı yönleri ile Türkiye’de “Yahudi damgası”yla yaşamanın acı-tatlı yönleri arasında, yani şiirleri ve yazıları arasında, ayarını bulmaya gayret ettiği bir tansiyonun, çatışmanın ortasında yaşadı, uğraştı, didindi. Margulieslerin tek ve son erkek torunu olduğunun ve çocuk sahibi olmadan bu dünyadan göçeceğinin farkındaydı. Bazen vaktiyle bir evlat edinmemiş olduğuna hayıflanırdı ama bir Yahudi soyadının Türkiye’deki son temsilcisi olmasına fazla takılmıyordu, “son signor” olmanın giderek acılaşan tadıyla baş başa bırakmıştı kendini... (ABD’de, tanımadığı, uzak akrabalarının “Marr” soyadıyla yaşamlarına devam ettikleri bilgisi onun için yeterliydi belki de.) Ancak konu politik düzeye geldiğinde, İsrail’e, Filistin sorununa geldiğinde net bir sosyalistti. Meraklıları, Kalpsiz Dünyanın Kalbi – İslam ve İslam Düşmanlığı, Siyonizm ve Antisemitizm Üzerine Yazılar kitabını okumakla başlayabilir. Doğan Tarkan ile birlikte kaleme aldıkları Direnen Filistin – Siyonizm, İsrail ve İntifada kitabını da unutmamalı. Sosyalizm bağlamında da değerli eserlerin Türkçeye kazandırılmasını sağladı. Chris Harman ve Peter Morgan ile birlikte Küreselleşme ve Direniş kitabını hazırladı. Chris Bambery’nin Aktivistler İçin Rehber: Gramsci kitabını ve Tony Cliff’in Rusya’da Devlet Kapitalizmi kitabını (Tarık Kaya ile birlikte) Türkçeye kazandırdı. Karl Grossman’ın Yıldız Savaşları – Uzaya Yerleştirilen Silahlara Karşı Barış İçin ve Kevin Danaher’ın Küresel Ekonomi ve Demokrasi – Dünya Bankası ve IMF’ye Karşı Mücadele kitaplarına sunuş yazdı. Bir de bunların hepsini kesen Şiir, Yahudilik Vesaire – Edebiyat, Kimlik ve Sosyalizm Üzerine Yazılar kitabını es geçmemeli, unutmamalı. Sıkı bir şair olmasının yanında sıkı bir entelektüeldi. Daha fazla üretmesini umduğumuz kalemlerdendi, hem de her alanda. Fakat, “ne olacak ki başka, / budur hayat zaten” dizelerine çarpıp durmaktan başka bir çaremiz kalmadı artık... “Zaten” başka ne kalabilirdi! Tam olarak ne anlama geldiği sorulduğunda açıklayamadığımız ama sorulmadığında anlamını bildiğimiz “şair ruhlu” ifadesinin “tanımı” diyebileceğim –tanıdıklarım arasındaki– birkaç şairden biriydi. Demek şairlikten biraz uçarılığı, öforik hali, lunatik tavırları, sözünü sakınmamayı, dobralığı... hayatın tadını çıkarmak ile hayatı daima sorgulamak, anlamaya çalışmak arasında bir şeyler tarif etmeye çalışıyorsak, Roni daha fazlasıydı, çoğu şairimizden farklı olarak, bir entelektüeldi. ‘68’li değildi ama hep bir ‘68 ruhuyla yaşadı, ne hikmetse 68 yaşında aramızdan ayrıldı... Bir ufak kalabalığın en özel, önemli, “aktif” isimlerinden biriydi. Giderek azaldığımız duygusu Roni’yle birlikte bir tür “alarm” haline geldi. Memlekette “ya beceremiyoruz biz bu işi, / ya da becerecek bir şey yok zaten” duygusu “zaten” sarmışken içimizi üstelik... Neye dokunduysa, “üslupçu” bir Türkçe ile üretti. Cümlesinin/dizesinin ardından Roni’nin sesi işitilir. İmajlar, sesler ve pırıl pırıl kelimelerle dolu bir define sandığı bıraktı kucağımıza. Ne diyordu Ailem ve Diğer Yahudiler’de: “çocukken bulduğum bir defineyi çarçur etmiş gibi hissediyorum kendimi. // yıllar ve gençliğim de hızla okunan bir masal gibi geçip gittiler.” (s. 94-98) Sararmış, yırtılmış bazı belgeler kaldı bize. “Zaten” başka ne kalabilirdi ki! Güle güle Roni, bir gün kulağına devrim olduğu haberi gelene kadar rahat uyumayacaksın, haklısın, etrafına da rahat vermeyeceksin, orası kesin, ama o güne dek, yattığın yer incitmesin delikanlı...

Geri 1 2 3 4 5 6 7 8 9 İleri

Bültene kayıt ol