Dune ve "kahraman kurtarıcı"

(Seçtiklerimiz) Roni Margulies’in ardından çok öznel bir iki söz

İnsan ailesini seçmez ama dostlarını seçer derler. Her zaman öyle değildir ama. Roni benden 38 gün sonra doğmuş. Ailelerimiz yakındı, bebek arabalarında beraber gezdirildik. Aynı ilkokula, aynı ortaokula, aynı liseye gittik. Ayrı ülkelerde üniversiteye gittiğimizde ben onu, o beni ziyaret ettik. Hesap ettim bugün, 24.950 gün yaşamışım şimdiye kadar. Bunların sadece ilk 38’inde Roni olmadığına göre, yaşadığım günlerin yüzde 99,85’inde Roni hayatımın bir parçası oldu. Birbirimizi seçmedik, ama hiç de vazgeçemedik birbirimizden. Her zaman aynı fikirde olmadık; hatta sıklıkla aynı fikirde olmadık. Kavga ettiğimiz oldu. Ama genelde aynı değerleri paylaştık, farklı biçimlerde de olsa daha güzel bir dünya kurmak için gayret sarf ettik. O beni siyasi açıdan naif bulurdu, ben onu fazla araçsalcı. Siyasi nedenlerle aramız açıldığı oldu, ama hep de onun alttan alması, ilk adımı atması sayesinde dargın kalmadık fazla. Ergen erkeklik saçmalıklarından beraber geçtik, kadınların farklı uzuvlarına düşkün olduğumuzu erken fark ettik. Ben nitelik konusuna önem verdim, o nicelik ve neticede birbirimize gıpta ettik hep. Ben feminist oldum, o olmadı. O iktisatçı oldu ama meslek edinmedi, ben önce mühendis, sonra matematikçi oldum ve bu konuları terk etme cesaretini bulmam onyıllar sürdü. O şiir yazdı, ben resim yaptım, o şair oldu, ben ressam olamadım. Ben iki kere evlendim, o hiç evlenmedi, ama ilk aşkına benden fazla sadık kaldı. O önce fotoğraf, sonra camaltı topladı, ben hat eserlerinde karar kıldım. Ben yazılarımda çok dipnotu kullandım, o fazla dipnotu kullanmamı eleştirdi durdu. İkimiz de kitap delisi olduk. Ayrı kıtalarda olunca aylarca görüşmediğimiz oldu ama hep kaldığımız yerden devam ettik. Roni’nin var olmadığı bir dünya nasıl bir şey, bilmiyorum, tasavvur bile edemiyorum. Yokluğu hâlâ bana gerçekdışı gibi geliyor. Nasıl yani, bir daha meyhaneye gidemeyecek, müstehcen fiyatlara kalkan paylaşamayacak, o yarım şişe ben bir duble içemeyecek, ben ciddi takılırken o garsonlarla sululuk etmeyecek, hemfikir olmadığımız konularda anlamsız tartışmaların tadını çıkaramayacak mıyız? Olur mu öyle şey? Hem sonra Londra’ya gittiğimde kimin evinde kalacağım ben? Roni birçok kişinin hayatına dokunmuştur, siyasi yazılarını, anılarını, şiirlerini beğenip okuyanlar çoktur. Onlar sanırım önümüzdeki günlerde ayakları daha fazla yere basan şeyler yazacaktır. Benim şu anda söyleyebileceklerim bunlar sadece. Bir ömürlük dostluk nasıl kelimelere dökülebilir? Ya düşülen kocaman bir boşluk? Arap kıyafetiyle İrvin Cemil Schick, kovboy kıyafetiyle Roni Margulies. 1958/1959.

(Seçtiklerimiz) Şair Roni Margulies

Alper Görmüş, Roni Margulies’le ilgili çok değerli bir anma/ uğurlama yazısı yayımladı. Yazıda Alper Görmüş’ü çok az, ama şairin kendisini daha fazla okuyoruz; en çok, Görmüş’e gönderdiği en son şiirleri. Nefis şiirler bence bunlar, bir tür Cemal Süreya’nın “Üstü kalsın”ı değerinde ve çok sayıda. On kadar. Aynı zamanda, Margulies’in bütün şiirleri açısından aydınlatıcı. Son haddindeki bir açıklık, kesinlik ve isabet ihtiyacı, Roni Margulies’in siyasi hayatı kadar şiirdeki tavrından da okunan temel bir özellik. Bu ihtiyacın siyasi alandaki gerçekleşme tarzına keskinliği de eklemek gerekir, Troçkist bir ana yol üzerinde, pratikteki kişisel tutumlarında çelişkiler, bazen de şaşırtıcı falsolarla. Bu fasla girmeyeceğim, kimin hayatı falsosuzdur ki? Şairin poetik serüvenine bakmak istiyorum bu yazıda, olabildiğince. Sözünü ettiğim ihtiyacın, açıklık, kesinlik ve isabet ihtiyacının, şiir alanındaki gerçekleşme tarzını esas olarak, yer yer zayıflasa da gitgide daha eşsiz ve tutarlı bir bütünlük içinde, hikemî içerikli anlatı-şiir oluşturuyor. Poetika yazıları açısından ise mesele daha karmaşık. Demek yakında otuz yıl olacak, 1994 yılında Sombahar şiir dergisine “Attilâ İlhan ve bizim kuşak” başlıklı, tuzlu biberli bir yazı yollamıştı. İlk iki ya da üç şiir kitabını yayımlamış bir şairdi o sıralar kendisi. Yazı hayli kışkırtıcıydı. Attilâ İlhan’ın bir yazısından yola çıkarak, 1980 Kuşağı’nın şiirinde yaygın sayılan ve genellikle “kapalı, anlaşılmaz” diye betimlenen özelliğine veryansın ediyordu: “günümüz Türk şairinin anlam ve çağrışım yükünün sıfır olması” vb. Kesinleyici ve keskindi. Düşünüyorum da, Orhan Koçak’ın idealindeki “geçimsiz”liğe en yakın şairlerden biriydi Roni Margulies o sıralar. Sombahar’a yazarak polemik yaratan iki şair vardı: Roni Margulies ve Yücel Kayıran. İkisi de boş konuşmuyor, başka boşluklar karşısında huysuzlanıyor, ama retlerinde fazla genel, fazla toptancı davranıyorlardı, işi şiirin bazı olanaklarını reddetmeye vardıracak kadar. Roni Margulies, ilki 2000 yılında Uzaklıklar adıyla, ikincisi 2014’te Telgrafçiçeği adıyla olmak üzere derlediği “toplu şiirler”ini her seferinde aynı “Önsöz”le yayımladı. O önsözde, genel olarak kötü şiirin ‘sahte duygular, boş sözler ve kof sesler’ diye özetlenebilecek özelliklerini, “Divan şiirinin, İkinci Yeni’nin ve günümüz şiirinin tanımlayıcı özellikleri arasında” sayıyordu. Diyeceğim, poetikasında yıllar içinde bir devamlılık görülüyor. Gerçi, başta Edip Cansever olmak üzere, Turgut Uyar ve Ece Ayhan’ı, yani İkinci Yeni’nin atlılarını arada bir büyük şair bağlamında anmaktan geri durmadığını da hatırlıyorum! Belki Sombahar’a yolladığı yazıda kuşağını anlamsız ilan ederken “kral çıplak!” diye bağıran çocuk gibi hissetmiştir kendini. Ama daha büyük bir olasılık şu: Şiirde “sahicilik” ilkesini durmaksızın yinelemiş olması, bunu “açık anlatım”la ilişkilendirerek açık olmayan anlatımları “sahte” sözcüğüyle bir hamlede dışlaması belki de bu “açık / kapalı” kavram çiftinin çok fazla abartıya ve yüke maruz bırakılmasıyla doğan bir “yanlış bilinç” probleminden kaynaklanmıştır. Çok iyi hatırlamıyorum ama, beni Sombahar dergisi için Jean-Yves Masson’un “Anlatı şiirine ilişkin, yitirilmiş hak üzerine” başlıklı yazısını çevirmeye yönelten de bu problem olabilir. Öyle görünüyor ki “sahte”ye karşı “sahici” olanı, “boş sözler”e karşı “anlam” taşıyanı ve “kof sesler” yerine gerçek sesleri savunması Margulies’in kendi şiirinde çoğu durumda karşılığını bulmuştur. 1991 yılında çıkan ilk kitabı Her Rind Bilir’in ve 1992’de çıkan Gün Ortasında’nın Yahya Kemal’e selama durmuş olması, seçtiği yolun göstergesi gibidir. Bu selama durmayı “el almak” gibi değil, kuşaktaşlarından farklı olarak şiirde uzlaşımsal (“anlamlı”, “anlaşılır”) dilde yazan kulvarın seçildiğine ilişkin bir gösterge saymak yerinde olur. İçerik açısından buna bir de hayatın ve her şeyin geçiciliği duygusu –her zaman altta yatan ve hep doğrulanan! duygu– eklenebilir. Roni Margulies, Yahya Kemal’le başlayıp Nâzım, Orhan Veli, Attilâ İlhan diye devam eden o dilde yoldan çıkmamış ve kendisini anlatı şiirinin en özgün şairlerinden biri kılan şiirler yazmıştır. Orhan Kahyaoğlu, Roni Margulies’in Ornitoloji adlı kitabının çıktığı 2017 yılında o kitap vesilesiyle Margulies’in tüm şiir kitaplarını gözden geçirdiği uzun ve önemli bir yazı yazmış, yazısında “öykülemecilik” ve “anlatımcılık” terimlerine başvurmuştu. Onun bu değerlendirmesine ilişkin bir iki notum var. Sanıyorum Kahyaoğlu “öykü-şiir” terimini “anlatı-şiir” anlamında, “anlatımcılık” terimini ise İngilizcedeki “expressionism” karşılığı olarak kullanıyor. Genel kullanım açısından burada bir sorun yok, epey yaygın da bir tutum. Ancak Roni Margulies’in şiiri bağlamında “öykü-şiir” terimi ile “anlatı-şiir” terimi arasında bir fark gözetmek anlama çabamızda daha yararlı olabilir: Bu şiirlerden bazıları “öykü” sözcüğünün çağrışımlarını (“olayın bütününü”) neredeyse tamamen karşılarken, bazıları aslında Kahyaoğlu’nun da “öyküleme” diyerek yorumunu daha teknik bir düzeye çekmesini haklı kılar biçimde, “anlatı-şiir” kavramının geniş kapsamına ihtiyaç göstermektedir. Öykü-şiir kavramına sahne-şiir kavramını eklemek istiyorum bir de. Margulies, anlatısını bir tür sahne gibi kesit olarak, somut ayrıntıları iktisadi bir isabetle yazılmış betimlemeler halinde sunduğundan ve kısa, kesin dramatik kurgulara yer verebildiğinden, tiyatro bağlantısına ihtiyaç gösteriyor. “Persona” terimini en açık biçimiyle çağıran Mağrur Olma Padişahım adlı kitap için özellikle geçerli bir kavram, sahne-şiir. Personalara Margulies’in başka şiirlerinde de rastlayabiliyoruz. Zengin bir edebiyata dair kısa ipuçları sunmaktan öteye gidemeyen bu yazıyı Margulies’in 2002 yılında çıkan Saat Farkı adlı kitabından, aynı adlı şiirle bitireyim: Saat Farkı Yıllar var ki, ne zaman bir sevdiğim gelse aklıma, saatleri hesaplıyorum hemen ardından ve her seferinde düşünmem gerekiyor baştan: Oradan bu yana geldiğine göre güneş, gelirken geride bıraktığı yerde vakit geç olmalı, kararmış olmalı hava çoktan. Uyumuşlardır, arayamam artık kimseyi. Diyebilsem ki oysa: “Yağmur yağıyor. Sapsarı bir ışık yansıyor kaldırımlardan. Yaşlı bir kadın geçti az önce sokaktan, az kalsın uçuyordu elinden şemsiyesi.” Çok değil, iki saatlik bir fark. Kırılıyor ama işte zaman ve ilişkiler ve yaşam. Uçup gitmesi gibi bir şemsiyenin. Necmiye Alpay

(Seçtiklerimiz) Ya Seyahat! Hayatın uğultulu boşlukları, saçma akışkanlığı üstüne öyküler

Roni Margulies, öykü kitabı Ya Seyahat!’in (1) girişine koyduğu “Bir Tür Önsöz”de, kendisine sıklıkla neden düzyazı ve denemelerinden azim ve iyimserlik, şiirlerindense karamsarlık, hüzün, mutsuzluk yansıdığının sorulduğunu, ama kendisinin de bu soruya bir cevap veremediğini itiraf etmişti. Aklına gelen birkaç olası cevabın da kendisini tatmin etmediğini vurguladıktan sonra şunları söyleyerek bitirmişti önsözü. Elinizdeki öykülere gelince, siz bunları düzyazı olarak düşüneceksiniz, okurken. Bense yazarken düzyazı değil, vezinsiz, kafiyesiz, şiir yazdığımı düşündüm. Dizelere bölünmemiş şiir yazdığım hissi vardı hep içinde. Ne diyebilirim ki? Beni Türk psikiyatristlerine teslim ediniz. (s. 13) Öykünün ders kitaplarında bir düzyazı türü olarak sınıflandırılmasına rağmen şiire daha yakın olduğu her yerde söylenir. Benzer biçimde, onun şiirleri hakkında söz söyleyen, yazı yazanlar da şiirlerindeki “hikâye”den söz etmişlerdir. Orhan Kahyaoğlu mesela K24’te yayımlanan ayrıntılı incelemesinde (2) “hikâye anlatan şiir” demişti. Öyküyle şiir arasındaki bağın Roni’nin bu iki türdeki eserlerinde kaçınılmaz olduğunu düşünebiliriz.(3) Nitekim, iyimserlik-karamsarlık terazisine vurduğumuzda Ya Seyahat!’teki öykülerden de, şiirlerinde olduğu gibi, karamsarlık ve hüzün yansıdığı hemen fark edilecektir. (Böyle olmakla beraber, öykülerinde –metnin karamsar, kederli tonunu pek seyreltmese de– satır aralarından parıldayan ironi çok daha belirgindir.) Öyküleri kaleme alırken “vezinsiz, kafiyesiz” şiir yazdığını hissetmesinin bir nedeni de bence şu: Onu öykü yazmaya sevk eden “ilham”ın, şiir yazmaya sevk edenle aynı ya da yakın şeyler olduğunu zannediyorum. Ya Seyahat!’in başındaki “Bir Tür Önsöz”de “ilham” bahsine de değinmişti Roni. [Şiirlerimi] niye nasıl yazdığımı biliyorum. “İlhamla hiç alakası yok!” demeyeyim ama “ilham” denen şeyi kimse açıklayamadığına, açıklayamayacağına göre, benim için önemli olan ilham değil, o gelirse geliyor, ama sonra ben şiiri ince ince düşünüyor, planlıyor, tasarlıyor ve yazıyorum. Demek ki, yazdığım şiirden karamsarlık, hüzün, mutsuzluk yansıyorsa, niye yansıdığını biliyor olmam gerek. Ama bilmiyorum. (s. 11) Ya Seyahat!’i yeniden okurken (4) ne olduğu açıklanamamakla birlikte, “gelirse gelen” ilhamın nasıl bir şey olduğuna ilişkin bazı cevapların –elbette Roni’nin şiir ve öyküleri bağlamında– onun öykülerinden çıkarılabileceğini düşündüm. Şöyle bir sonuca vardım: Şiirlerinde ve öykülerinde cevap vermek gibi derdi yok çünkü Roni’nin, oysa öykü dışındaki düzyazılarında her zaman cevapların peşinde olmuştur, ya da yanlış verilmiş birçok cevabın neden yanlış, manipülatif ya da akılsızlıklarla dolu olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Muhakemesini az çok tamamladığı meselelerde vardığı sonuçları paylaşmayı istemiştir. Oysa şiir ve öykü onun için bitip tükenmiş bir muhakemenin semerelerinin insanların önüne çıkarılacağı bir alan değildir, hatta muhakeme çok zaman başlamamıştır bile, henüz bir his, bir duyumdur söz konusu olan. Sezdiklerinin, duyumsadıklarının büsbütün dile gelmez bir şeyler olmadığını biliyordur, ama düzyazılarındaki gibi mantıkla, muhakemeyle açıklanabilecek şeyler olmadığı da açıktır. Bununla beraber anlatmaya çalışmanın büsbütün beyhude olduğunu da düşünmez, ya da hiç değilse bir sonuca varmayacağını bir kez daha anlamanın nasıl bir şey olduğunu anlatmanın. Burası spekülatif olacak, ama her seferinde belki bu kez cevaplayabilirim umudunu, iyimserliğini koruduğunu zannediyorum. En azından, soruyu farklı biçimde sorma imkânını elden bırakmak istemediğini. Kim bilir, belki de duyumsananları korumanın bir yolu da olabilir bu; yahut her şey yiter, uzaklaşır ya da tanınmayacak hale gelircesine değişirken o duygunun ya da benzerinin (çoğu zaman tam da bir şeylerin yitmesi, uzaklaşması, geri gelmeyeceğinin kim bilir kaçıncı kez anlaşılması hakkındadır) her seferinde azalmadan eksilmeden çarpıyor olmasının edebi bir form altında kutlanması da… Ya Seyahat!’teki öykülerin bazısını Roni’nin kendi hayatından, anılarından yola çıkarak yazdığını düşünmek mümkün. Babasının, bazı arkadaşlarının isimlerini değiştirmeye gerek duymamış, böyle anlaşılmasından çekinmemiş. Bazı öykülerdeyse olaylar saçmayla gerçekliğin sınırında geçiyor, hatta denebilir ki sınırın daha ziyade saçma tarafında. Bu ikinci türdeki öyküleri okurken bazı soruların akla takılması kaçınılmaz: tuhaflıkların neden yaşandığı, ufak ya da büyük gizemli bir halin öykü sona ermeden çözülüp çözülmeyeceği, öyküdeki gibi tuhaflıkların mümkün olup olmadığı gibi. Beri yandan ilk gruptaki öykülerinde de saklı tuhaflıklar (ve cevapsız kalmaya mahkûm sorular) yok değil. Roni Margulies. Fotoğraf: Behçet Çelik “Babam Amerika’da” öyküsünde mesela babasının kimi tercihlerini neden yaptığı, olayların gidişatının varmasının umulabileceği yere neden varmadığı sorusunun cevapsızlığını anlatıyor. Bu öyküde Martin Amis’in anılarını okuduğundan söz eder anlatıcı. Aslında onun romanlarını çok da sevmiyordur ama babası Kingsley Amis’i çok seviyordur, baba Amis’le ilgili bir şeyler öğrenmek isteğiyle kitabı eline almıştır. Oğul Amis’in kitabından şu cümleyi aktarıyor sonra da. Hayatın sorunu (diye düşünecektir romancı) şekilsizliği, o saçma akışkanlığı. Baksanıza: olay örgüsü yetersiz, büyük ölçüde temadan yoksun, hissi ve inanılmayacak kadar önemsiz… Romancı ise paralellikler gözlemlemenin, ilişkiler, bağlantılar yakalamanın müptelasıdır. (s. 41) Şair ve öykücü, romancının aksine, paralellikler gözlemlemenin, ilişkiler, bağlantılar yakalamanın müptelası değil sanırım. Bunları elbette o da arıyor, soruyor, ama illa bir yerlere, bir sonuca bağlamanın peşinde değil. “O saçma akışkanlığı” duymak ve duyurmak daha önemli. “Ya Seyahat!” öyküsünde anlatıcının lise arkadaşı Şahin öğrencilik yıllarında gezmekten, seyahate çıkmaktan çekinirken neden sonra “uzak ve anlamsız yerlere gitmeyi” seven birine dönüşüyor. Bu arada anlatıcı da gençlik yıllarındaki seyahat düşkünlüğünü yitirmiştir. Ama gara girdiğim anda bir şey oldu. Ne olduğunu hâlâ tam olarak çözebilmiş, anlayabilmiş değilim. Dolmuş kuyruklarının, kaldırımda bavul indirip bindiren yolcuların, bin bir çeşit seyyar satıcının arasından sıyrılıp o büyük, soğuk, uğultulu boşluğa adımımı attığım anda dondum. Öylece kalakaldım. Yıldızlar kadar uzak kubbenin tavanına baktım, gişelerin önünde itişen, telaşla bir perondan öbürüne koşuşan kalabalığa baktım. Ve hiç düşünemeden döndüm, sokağa çıktım, içimde var gücümle koşma isteği yükseliyordu, koşmadım, yavaş yavaş köprüye doğru yürüdüm. (s. 25) O anda ne olduğunun cevabı yok mu sahiden? O anda anlatıcının neler duyumsadığını sahiden hiç mi bilmiyoruz, bilemeyecek miyiz? Peki, “o büyük, soğuk, uğultulu boşluğa” adım atmak neleri değiştirdi anlatıcının iç dünyasının derinlerinde? Evet, bu sorunun da cevabı yok, bununla beraber öykücü cevapları sayıp dökmese de bizi “o büyük, soğuk, uğultulu boşluğa” alıp götürüyor. Hayattaki (ve/veya anlatıcının iç dünyasındaki) “saçma akışkanlığı” bize duyuruyor. Roni’nin şiirlerinde de çok kez buna benzer uğultulu boşluklarda duymaz mıyız kendimizi? İsim benzerliği olmadığını zannediyorum, “Paralellikler” öyküsü, “Fikret’in ölümüne anlam verebildiğim gün, bağlantılarını, paralelliklerini kurabildiğim gün uzun uzun anlatacağım babasını Barış’a,” cümlesiyle sona erer. 2006’da yayımlanan TK 1980’de yer alan ve Fikret Sılay’a adanmış olan “Düello” şiirinin sonu da şöyledir. Duyar gibiyim yanında olsam fısıldayacaklarını kulağıma: Anlamı her neyse Yaşam boyu yaptıklarımızın, o kadar anlamlı olacak aşağı yukarı, giderayak, ölüm de.                               (Telgrafçiçeği (5), s. 233)   Ya Seyahat’teki bazı öykülerde tuhaf, saçma durumlarla, olaylarla ilerliyor anlatılanlar, dedim ama öbürlerinde yok mu sanki? Hangisi daha saçma, kim bilebilir? “Doğumgünü” öyküsündeki gibi sabah yeni uyanmış bir insanın alnında silinmeyecek, çıkarılamayacak şekilde birtakım mesajlar yazılı olması mı, yoksa “Gam” ya da “Paralellikler” öykülerindeki gibi bir arkadaşın ölüvermesi mi? Behçet Çelik   NOTLAR: [1] Roni Margulies, Ya Seyahat!, Notos Kitap, 2011, 77 s. [2] Orhan Kahyaoğlu, “Ornitoloji kitabıyla Roni Margulies’in şiirine bakmak” Ornitoloji kitabıyla Roni Margulies'in şiirine bakmak – K24 (k24kitap.org) [3] Şiir-öykü yakınlığını altını çizmeyi amaçladığımız birkaç denememiz olmuştu Roni’yle. Onun üç şiirine üç öykü yazdım vaktiyle, bunları dergilerde yan yana yayımladık. Niyetimiz bir kitap hacmine gelene kadar sürdürmekti, o da benim öykülerimden yola çıkarak şiirler yazacaktı. (Bir tane yazdı ama bana gönderirken “Bu şiire ikna olmadım,” demişti, onu yayımlamadık.) Sürdürmedik, sürdüremedik, sonra kendi kitaplarımıza aldık bu şiirlerle öyküleri. Ama ikimizin de çok hoşuna gitmişti bu denemeler, heyecan vericiydi. [4] Ya Seyahat!’in yeni yayımlandığı sıralarda kitap hakkında bir yazı yazmıştım, ancak o zaman bu bağlantılar aklıma gelmemişti. Yazı şuradan okunabilir: Anlamlı Paralelliklerin İzinde – Roni Margulies | Behçet Çelik'ten Kitap Yazıları (wordpress.com) [5] Roni Margulies, Telgrafçiçeği/ Toplu Şiirler (1985-2010), Everest Yayınları, 2014, 311 s.

(Seçtiklerimiz) Roni Margulies’in şiiri: Ziya-Cahit-Külebi’nin güncellenmiş sesi

1. Roni Margulies şiirimize tepeden indi, paraşütle. Sürpriz gibiydi. Şiirini de sürprizden icat ediyordu ya da sürpriz anlarına odaklanıyordu. Sevimli ve şaşırtıcıydı daima. Bu iki karakter özellik bir taktik, bir persona olarak değil, kendiliğindenliğinin sonucu olarak vücuda geliyordu onda. Doğallık Margulies’in ayırıcı özelliğiydi ve çevresinde bıraktığı etkinin kökeni buradan geliyordu. İkinci şiir kitabı Gün Ortasında’dan (1992) daha derli toplu olan ilk şiir kitabı, Her Rind Bilir (1991) yayınlandığında henüz bir okuru yoktu ya da beklenen bir şair değildi. Şiir dergilerinden yetişerek gelmiyordu çünkü. İlk kitabındaki kısa özgeçmiş bilgisinde bu konuyla alakalı olarak şu cümle yer alır: “Şiirleri daha önce Tan, Gergedan ve Defter dergilerinde çıktı.” Defter bir şiir dergisi değildi ve başlangıçta şiir de yayımlamıyordu ve sadece “teorisyen arkadaşların” şiirlerine yer veriliyor gibiydi. Defter’de yayımlanan ilk şiiri sanırım “Akşam”dı ama bu da çok ayrıksı bir şiir değildi; Cahit Sıtkı’yı çağrıştırıyordu: “Abbas.” Mehmet Taner’in çıkardığı Tan dergisi o sıralarda pek dolaşımda değildi artık. Gergedan ise genç şairlerin alamayacağı denli lüks ve burjuva standartlarında çıkan bir dergiydi; dolayısıyla dar bir çevre için çıkıyor ya da dar bir çevreyle yetiniyor izlenimi veriyordu. 2. Bir paradokstan daha söz etmek gerekir. Margulies’in ilk şiirlerini yayınladığı günlerde, şiirimizdeki İkinci Yeni-Toplumcu Şiir gerilimi henüz sona ermemişti. Tan ve Gergedan, İkinci Yeni şiir anlayışını tercih eden bir poetik çizgide çıkan dergilerdi. Defter de bu çizgide değerlendirilebilirdi, gerçi böyle bir “poetik derdi” ya da politikası görünmüyordu ama İkinci Yeni’nin tarihî poetik zaferi Defter’de ilan edildi. Yani Margulies ilk şiirlerini İkinci Yeni çizgisinin devamlılığı durumundaki dergilerde yayınlamıştı. Ama Sombahar dergisinin 1994’teki 23’üncü sayısında yayınlanan “Attilâ İlhan ve Bizim Kuşak” yazısında kendisini İkinci Yeni’nin devamlılığı içinde değerlendiren şairlerin şiir anlayışına karşı bayrak açacaktı. Zaten komünistti; ve orada Troçkist. (Bu bakımdan, sözgelimi şu linkte yer alan performansı izlemeye değerdir.) Bu arada, şiirini ve şiir anlayışını hiçbir zaman kendini İkinci Yeni karşısında konumlandıran ‘70’li yılların toplumcu ya da toplumcu gerçekçi şairlerin safında görmedi, kendisinin oraya yerleştirilmesine izin vermedi ve onlarla birlikte görülmedi. (İnsani vesileyle bir araya gelme olabilir kuşkusuz, kastettiğim poetik olarak bir araya gelmeme durumudur.) Margulies şairliğini ve poetikasını yakın geçmişle bağlantısızlık içinde inşa etti. Ve kendisini ‘70 kuşağı toplumcu şiirine karşı inşa eden ‘80 kuşağı şiirinin karşısında poetik bir yarık açarak yeni bir tekil başlangıç oluşturdu. 3. “Tekil poetik başlangıç” dedim ama başlangıçta biraz ikili bir çıkış durumu da vardı. Philip Larkin meselesi denebilir bu duruma. Larkin’in şiirlerini Margulies ile Şavkar Altınel birlikte çevirmişlerdi. Margulies ilk kitaplarındaki kısa özgeçmiş bilgilerine bu notu eklerdi. Her iki şair, bu ortak çeviriye birlikte yazdıkları “Larkin yazısı”nda bu şiirin dünya görüşüne ilgiyle yaklaşıyorlardı. İnsan yaşamının temelde kaçırılmış fırsatlardan, yaşanamamış mutluluklardan, yaşanmış olanın ise yetersizliğinden ibaret olduğunu dile getirir bu poetik dünya görüşü. Sanki şiirin kendisi değil, şiirin neyi dile getirmesi gerektiği anlayışı model edinilmek isteniyordu. Dolayısıyla iki şairin bu poetik dünya görüşü etrafında bir araya gelmesi duruma bir hareket eğilimi katıyordu.Saat Farkı’nda (2002) yer alan “Meşin” şiirinin son iki parçası şöyledir: Top oynar, denize girer, yaşar giderdik ardımıza bakmadan. Upuzun uzanıyor değil miydi yıllar önümüzde o zaman!   İster bisiklet ister futbol topu, neyin ne zaman önemli olduğunu, önemi çoktan kalmadığında artık anlayabiliyor nedense ancak insan! Bu sorunsalı Larkin’in şiirinde de buluruz. Sözgelimi “Yaşamaya Devam Etmek” şiirinin girizgâhı şöyle: Yaşamaya devam etmek, yani yinelemek Gereksinimlerimizi elde etmek için oluşturulmuş bir huyu, Hemen her zaman bir şey yitirmek, ya da bir şeysiz etmek Ya öyle, ya böyle bu. Bu iki parça arasında poetik dünya görüşünün ortaklığından söz edilebilir ama dizelerin akışı ve konuşmadaki tını ve dile getirmedeki hızın, yani sesin benzerliğinden söz etmek hayli zordur. Poetik dünya görüşü derken kastettiğim, insanın varoluşunun oluş sürecinin doğasını kendinde dile getirmek. Oluş süreci daima ilklik anlarının yaşantısından oluşur. İlk yaşanan karşısındaki acemilik içinde oluş, ilk yaşananın ne olduğunun bilgisinden yoksun yaşama hali. Bu son cümle, Margulies’in şiirlerinde bir sorunsal olarak odaklandığı bölgeyi dile getirir. Ben o yıllarda yazdığım bir yazıda bu poetik öneriye, “Anglosakson şiiri” demiştim ki, Roni Margulies, Elsa’yı (2000) bana 15 Linden Rd London N15 İngiltere adresinden gönderirken, imza sayfasına o esprili diliyle, “Sevgili Yücel, Ne dersin, Anglo Sakson şiirini sokabilecek miyiz Türkçeye?” notunu düşmüştü. Evet, şiirini bu dünya görüşüne göre kurduğu söylenebilir Roni Margulies için. Sonra tabii her iki şairin yolları ayrıldı. “Ayrıldı” ifadesiyle kastettiğim, her iki şairin kendi şiirlerinin poetik doğasının kendiliğinden gelişimiyle birbirinden farklılaşması durumudur. Bir başka şaire sevgiden dolayı bir araya gelmiş; temelde kendi varlık durumlarının farklılığından kaynaklanan farklı bir tinsel dünyayı kurdukça birbirlerinden ayrışmışlardır. 4. Roni Margulies, İstanbul Yahudisidir. Şiirini, Cumhuriyet dönemi şiirimizde, Türkçe olmayan adıyla imzalayan ilk şairdir. İstanbul Yahudilerinin yaşamı şiirimize daha önce girmişti; sözgelimi Edip Cansever’le. Ama gözlemlenen, dışardan görülen, burada-dışarda yaşanan, olup biten bir şey olarak. Margulies ile birlikte bu yaşamın sahibi kendi adına konuşmaya başlar. İçsel ve özel olan dilsel imkân bulur. Ama Margulies’in şiirinde içsel ve özel olan geçmiş olanın bilgisini dile getirir. Gün Ortasında’da yer alan “Polonya’ya mektuplar” bu bakımdan önemlidir. Polonya’dan gelişi, gelinen bu Doğu ülkesinde karşılaşılan ayırt edici özellik: Biliyor musun, kan gördüm ilk günümde! Taksiye binmiş otele gidiyorduk köprüden, Mallarımızı taşıyan hamallar takıldı peşimize, Meğer kendi hamalları varmış otelin, Bıçaklarla giriştiler hep birden birbirlerine, Kanlar içinde kaldırıma yığıldı bir tanesi… Tanrım, hep böyle mi acaba bu ülke? Ama Polonya’dan neden gelindiği dile getirilmez. Ailenin Polonya’dan neden geldiklerini ancak 2006 yılında yayınlanan TK1980 kitabında yer alan “Çorbacı” şiirindeki son dizesinden anlarız: “Alman ordularından kaçıp gelen Çorbacı’nın” Bu durum Margulies’in şiirinin ayırıcı özelliklerinden birini verir. Politik bir şiir değildir Margulies’in şiiri. Belki Mağrur Olma Padişahım’dan (1994) söz edilebilir. Ama orada da personalar politiktir, işlenen malzeme politik değildir. Dolayısıyla Yahudi yaşamının veya maneviyatının şiiri değildir Margulies’in şiiri. Belki dış-göç sorunsalı politik bir mesele olarak ileri sürülebilir. Dış-göç onun temel temalarından biridir. Bilirim Niye Yanık Öter Ney (1996) neredeyse tamamen bu tema üzerine kurulu şiirlerden oluşur. Ama dış-göç meselesi de Margulies’in şiirinde politik bir sorun olarak ortaya çıkmaz. Göç meselesi Margulies’in şiirinde kendiliğindenliği içinde, olmakta olan hal içinde verilir. Sözgelimi bu kitapta yer alan “Hasan Usta” şiirinin kapanış dizeleri şöyledir: Adana, İstanbul, Londra filan, işte geldim gidiyorum. Şu da var ki ama, hodri meydan, geçsin karşıma, varsa benden iyi baklava yapan. Burada dış göç, hayat öyle getirdiği içindir sanki. Siyasal bir neden yoktur, nedensiz olarak verilir. Kişilerin neden göçe maruz kaldığı sorunu Margulies’in şiirinde değerli bir sorun değildir. Olağan bir durum olarak betimlenir. Ama insanın doğup büyüdüğü yerde olmamasının, başka bir ülkeye göç ederek orada yaşamasının, yaşama yerini değiştirmesinin insana ne yaptığı Margulies’in ilgilendiği bir sorundur. Bu kitapta yer alan “Hani Nalbantın Yanından Sapınca” şiirindeki şu dizelere bakalım. Bu şiirde şiirin anlatıcı-beni İstanbul’dan Atina’ya göç etmiş bir arkadaşını ziyarete gider. Ve evin küçük balkonunda bir masa kurulur. Şiir bu masayı betimler, konuşmalar ve iç-konuşmalarla birlikte. Girizgâh ve kapanış şöyle: Ufak bir balkon, Sinopis Caddesi’ne düşebilir her an sanki: Ahşap evin odalarından biri sığmamış da evin içine biraz dışarı taşmış; veya kaçarken birden yakalanmış gibi. Eğreti bir gülücük gibi kalakalmış evin yorgun yüzünde.   (…)   Mükemmel bir sofraya dönüşüyor usulca o küçük masa, mezeler, balıklar ve nihayet heyecanla beklenen şişe. Peynir tabağına bakıyor Koço ilk yudumdan sonra, “Adam gibi beyaz peynir yapamıyor şu Rumlar be!   Yeşilköy’de hani anacaddedeki nalbantın yanından sapınca yaşlı bir bakkal vardı hemen sağdaki köşede, bir beyaz peyniri vardı, inanamaz tadına bakmayan! Ölüp gitmişti zavallı biz ayrılmadan az önce”.   (…)   Hatırlamadan edemedim, Atina’da o küçük balkonda, Akşam ayrılmadan “Nedendir bilmem ama” demişti, “Doğup büyüdüğüm yerde daha bir zinde hissederdim kendimi.” Burada bir yurt, daha doğrusu bir memleket tanımı yapıyor Margulies. Memleket ya da yurt, yaşamı birlikte paylaşmaktan, birlikte paylaşarak yaşamaktan oluşan bir şeydir. Memleket yaşam ortaklığının olanağı ve uzamıdır. Burada temel unsur aynı dili konuşuyor olmaktır. Ama ikinci temel unsur mekânın ortaklığıdır. Mekân tarihselliğin ve medeniyetin taşıyıcısıdır burada. Alışkanlık o tarihselliğe ve medeniyete katılma, dahil olma anlamına gelir. “Koço” en iyi beyaz peynirin nerede olduğunu ezbere bilmektedir: Yeşilköy’de, ana caddedeki nalbantın yanından sapınca, oradaki yaşlı bakkaldadır. Dolayısıyla bir başka ülkeye göç etmek, bir alışkanlıklar toplamından, yeniden inşa edilmesi gerekecek olası alışkanlıklar toplamına göç etmek anlamına gelir. Bu da yeterli değildir: “Adam gibi beyaz peynir yapamıyor şu Rumlar be!”dir. O beyaz peyniri gittiği yerde bulamamaktadır. Altın dize şiirin sonunda dile gelir. O nedenle memleket kendini zinde hissettiğin yerdir ama bu zinde hissediş aşkın ve uhrevi bir nedenden dolayı değildir, oldukça dünyevidir; “beyaz peynirdir” yani. Dolayısıyla memleket ya da yaşam tek millete indirgenen bir şey de olamaz. Margulies’in dış-göç olgusu üzerinden dile yaklaşımı da ayırıcıdır. Dille ilgili yaygın anlayış dilin bir iletişim aracı olduğunu dile getirir. Bu tanım daha çok dilin işlevinin ötekiyle konuşma ânında ortaya çıkan bir şey olduğuna işaret eder. Margulies’in şiiri tam da bu düzlemde yeni bir ufuk açar. Şu parçalar yine aynı kitapta yer alan “Metrodan Çıktığım An” şiirinden: İlk geldiğim gün on yedi yaşımda İngiltere’ye Victoria Metrosu’ndan çıktığımda günışığına, Batılı bir seyyahın on altıncı yüzyılda ününü duyduğu İstanbul’u ilk görmesi gibi görsel ve hissi bir karmaşanın ortasında bulduğumu anımsar gibiyim kendimi.   (…)   Bir de çıkışım var ertesi sabah yurttan sokağa: ne dil yabancıydı bana, ne kıyafetler, ne de kentin ortasında kıvrılıp giden o nehir. Ama ben yabancısıydım hepsine, ben, Roni, tek bir bilen yoktu bunca insan arasında beni. Bilen yoktu doğduğum evi, gittiğim mektebi.   (…) Zamanla herşey kolaylaştı kuşkusuz ama, bilmem ki, ne pahasına? Merak ederim bazen, Kaybettiklerim çok mu kazandıklarımdan acaba? Şimdilerde artık ne heyecanlandırabilir beni? Dayanamayacağım bir özlem var mı örneğin? Hiç yaşamamış olduğum korku kaldı mı? Çok önemli bir şiirdir bu. Şiirin anlatıcı-beninin İstanbul’da Londra’ya göçünü ve bu göçün neye bedel olduğunu dile getirir ama pişmanlığı değil. Kendiliğindenliğin getirdiği bir göçü dile getirmez şiir; tam tersine istemenin, hayal etmenin, yani öznel tercihin sonucunda yapılan bir hayali gerçekleştirme durumunun şiiridir bu. Burada göç hali bir gelecek arayışı olarak da ortaya çıkmaz; tam tersine, ideal olarak görünene dahil olma hevesinin öznel atılımı olarak belirir. Şiir, şiirde konuşan anlatıcı-benin İngiltere’ye geldiği ilk gündeki heyecanını dile getirerek açılır. Ama daha sonra durum değişir. Bu ülkenin ne diline yabancıdır ne de kıyafetlerine. Kendini, geldiği bu ülkenin kıyafetlerini severek yetiştirmiştir ve dilini bilir. O onları bilmektedir ama onlar onu bilmemektedir. tek bir bilen yoktu bunca insan arasında beni. Bilen yoktu doğduğum evi, gittiğim mektebi. Bu iki dize çok özgün, çok yeni bir memleket, yurt, ülke tanımını dile getirir ya da bu kavramlar üzerinde yeniden düşünmemizi talep eder. Memleket beni tanıyan insanların içinde olma durumudur. Margulies’e göre benim tanınmam demek, benim doğduğum evin, gittiğim okulun, yani hevesimin ve hayallerimin, içinde yaşadığım insanlar tarafından bilinmesi demektir. Bu durumlar bilinir ve sevgi veya nefret gibi duygular ve sözgelimi sizin sağcı veya solcu olduğunuza ilişkin fikirler buradan oluşur. Yabancılara karşı solcu ya da sağcı fikirleri oluşmaz, onları ne severiz ne de nefret ederiz; onları buradaki yaşama ait olmayan olarak görürüz. Yabancının buralı olarak kabul görmesi için çok gayret etmesi beklenir; belki çocukları buralı olarak algılanacaktır. Bedeli ağırdır bu başarının ve bu bedeli bu şiirde şöyle dile getirir Margulies: Zamanla herşey kolaylaştı kuşkusuz ama, bilmem ki, ne pahasına? Merak ederim bazen, Kaybettiklerim çok mu kazandıklarımdan acaba? Şimdilerde artık ne heyecanlandırabilir beni? Dayanamayacağım bir özlem var mı örneğin? Hiç yaşamamış olduğum korku kaldı mı? Artık ne dayanamayacağı bir özlem ne de yaşamamış olduğu bir korku kalmıştır. İngiltere’ye geldiği ilk günlerdeki beni kaybetmiştir. Bu şiirin kapanış dizeleri bu ruh halini dile getirir: Neler vermezdim, Tanrım, şimdi bir kez olsun yeniden yaşamak için heyecanlı bir maceraya atılır gibi Victoria Metrosu’ndan ilk çıktığım o ânı!  Burada bir ben değişimi, bir badire sorunu dile getirilir. Ben değişir. İnsan değişik benlerden oluşur. Ben’i değiştiren insanın başına gelen badirelerdir. Bu şiirlerde Margulies’in şiirinin temel problemi, ana teması da ortaya çıkar. Yenilgi sorunu. 5. Yenilgi, yenilmiş olmak Margulies’in bütün şiirlerinin ortak sorunsalıdır. Yenilgi, yenilmiş olmak neredeyse her kitabında tekrar dönen, kendisini hatırlatan bir sorunsaldır. Margulies yenilgi durumunun ya da yenilmiş olma duygusunun şairidir. Ama bu yenilgi sorunsalı siyasal ya da ideolojik bir sorunsal değildir onun şiirinde. Yenilgi imgesi ya da sorunsalı, Margulies’in şiirinde büyük meseleleri dile getirmez. Margulies’in şiirinde yenilgi durumu varoluşun oluş sürecinde antropolojik ve ontolojik bir mesele olarak ortaya çıkar; insanın doğasının başka insanlarla yüz yüze gelmesinde yaşanan bir durum olarak. İçsel bir sorun da değildir. Bir iki örnek: Çoktan kaybolmuş bir şeyi arayan biri gibi mekik dokuyorum kaç yıldır Londra’yla İstanbul arasında. (Londra’ya Dönüş)   Yavaşça, denizin derinliklerinden volkanik bir ada yükselircesine, Elsa geliyor yine aklıma. Nasıl yenilebildim koşullara! (Mendirek) Bunlar yenilgi sözcüğünün geçtiği bir iki örnek. Ama Margulies’in şiirlerinin neredeyse tamamı yenilmiş olma durumunu dile getirir. Margulies için yenilgi insanın kendisini aşamaması, tekrara düşmesi, yani kendisini yenileyememesi durumudur. “Yenilenmek” şiirinin girizgâhı şöyledir: Öyle büyük şeyler değil yitirdiklerimiz aslında. Bir otobüsten yanlış durakta inmek, Bir odaya girip de bilinmemek gibi veya Yine de güç elde kalanla yetinmek. 6. Margulies’in şiiri için şiirimizin ‘30’lu yıllarındaki bir temanın geri dönüşünün şiiri diyeceğim. Bu tema “küçük insan” temasıdır. Şiirimizde küçük insan sorunsalının ortaya çıktığı sacayağını Ziya Osman Saba-Cahit Sıtkı Tarancı-Cahit Külebi oluşturur. Roni Margulies’in şiiri denebilir ki bu sacayağının şiirimize getirdiği duyarlığın, yenilenmesinin adıdır. Bu yenilenmede küçük insan, olup biten olup biterken, onu anlamayan insan olarak ortaya çıkar. İlk kitabında yer alan “Akşam” şiirinin girizgâhı şöyle: Yine akşam. Yapılacaklar yapılamadı yine. Başlanamayanlarla yarım kalanlar pencerenin hemen dışında elektrik tellerine konmuş kuşlar gibi sıralanmışlar: Yapılacakların, yapılması gerekenlerin yapılamamasıdır insanı küçük kılan. O güne ait yapılması gerekenler karşısında yenilmiş olmak. Burada akşam, yenilmenin ortaya çıktığı andır. Margulies’in “Akşam” şiiri her ne kadar Cahit Sıtkı’nın şiirini çağrıştırsa da, Ziya Osman’ın “Oda” şiiriyle birlikte okumak gerekir. Garip de küçük insanın şiiri olarak değerlendirilir. Ama Garip zaten Ziya-Cahit-Külebi üçgeninin dile getirdiği yetişkin insanın yaş olarak yirmi yıl geriye, gençlik haline çekilmiş biçimini temsil eder. Margulies daha çok Attilâ İlhan’dan söz eder; İlhan bu üçlünün temsil ettiği sesin eda’ya dönüşmüş halidir. Bu sesin devamlılığı bakımından, Margulies’in şiirinde Ataol Behramoğlu’nun kimi şiirlerindeki sesiyle İsmail Uyaroğlu’nun sesini de yer yer duyarız. Ziya-Cahit-Külebi’nin sesi şiirimizin asıl seslerinden birini oluşturur. Margulies bu sesi yenilemiş, güncellemiş, bu sesin günümüzdeki temsilcisi olmuştur. ‘60’larda şiirimizin devrimci sesinin kahramana dönüşmesinden sonra kendi rayına geri dönmesidir belki de bu. 7. Düşünce ve duyguyu ifade eden yargı cümlesiyle değil, betimleme cümlesiyle kuruyordu şiiri Margulies. Şiirin bu biçimi bilindiği gibi çok başarılı değildir ama Margulies başarılı oldu. Buradaki başarı, betimlemenin sürpriz anlarına ya da kaderi belirleyici anlara odaklanmasından gelir. Düşünce yargısını dile getirmez ama ben yine de Margulies’in şiirini düşünce şiiri olarak değerlendireceğim. Yaşanırken “değeri anlaşılmayan” ile sürekli hesaplaşma içinde oluşun şiiri. Onun Larkin’in şiiri için kurduğu cümleden el alarak denebilir ki tipik bir Roni Margulies şiiri, hep kaçırılmış fırsatlarla, yaşanmamış mutluluklarla ve yaşanıp yetersiz bulunmuş deneylerle ilgilidir. Ama Ziya-Cahit-Külebi’nin kurduğu sesin devamı olarak. Yücel Kayıran (K24)

(Seçtiklerimiz) Son Signor: Roni Margulies

Roni’yi geç buldum, erken kaybettik. Şiirleri, şiir çevirileri yoluyla erken yaşlarımda tanışmıştım maalesef köklü, eski bir dostluğumuz olamadı. Çok daha önce tanışabilirdik aslında ama nedense olmamış... Bilgi Üniversitesi yıllarımda ayaküstü tanıştırıldığımızı hatırlar gibiyim ama hiçbir ayrıntı yok. “Resmî” tanışmamız, DSİP’in bir yaz kampının son gününe ziyaretimizle oldu. Sonraki her buluşmamızda, görüşmemizde rakımız eksik olmadı, çok şükür. Mesela 2021’i 2022’ye bağlayan gece: Bir süredir basacak yayınevi bulmaya çalıştığı, nihayetinde Turgay Fişekçi’nin Sözcükler Yayınevi’nin yayımla(n)maya uygun bulduğu, İngiliz Edebiyatından Mizah Şiirleri altbaşlığıyla Dur Yolcu, Dur ve İşe! antolojisinin yeni yayımlandığı günlerdi. (Kaynaklarda “roni” diye aratınca sonuçlar arasında “ironi” kelimesi de çıkıyor, haklı olarak! “Tadımlık” için bkz. K24.) Âdet olduğu üzere, kitabını imzalamasını rica ettim. Aldı kitabı, yılbaşı gecesi biz gırgır peşindeyken o konsantre oluyordu. Tüm sataşmalarımızı tek bakışıyla püskürttü. Sonuçta, 2022’ye şu imzayla giren şanslı ben oldum: Varlık sebebi ne ise insanın, Üç yolu var mesut olmanın: Ye, iç ve işe (başka ne verebilir ki neşe?) Sonrasında, Dur Yolcu, Dur ve İşe!  üzerine, o dönem +Gerçek TV’de hazırladığım “Editörün Defteri” programıma da konuk olmuştu. Son zamanlarda, bir dizi polisiye öykü yazıyordu. Harıl harıl polisiye okuyor, polisiye hikâyeler kurguluyordu. Tüm tatlı-aksiliğiyle, K24'ün 2021’de neler okudunuz soruşturmasına verdiği cevapta Agatha Christie’yi d/övüyordu: İçinden geçtiğimiz mutsuzluk, kaygı, stres, anksiyete döneminde ciddi ve ağır kitaplar okumak hiç gelmedi içimden. Yeltensem de okuyabilir miydim, bilmiyorum. Ama bir şeyler okumam gerekiyordu. Kanepede uzanıp duvarları seyredecek değildim ya! Özellikle aşısız ilk yıl boyunca, sokağa hemen hemen hiç çıkmazken, hafif, sorunsuz, dertsiz bir şeyler bulup okumam gerekiyordu. “Ve buldum! Tam 66 roman ve 14 öykü kitabı yayınlamış olan Agatha Christie’yi buldum. Okumama kararım için kendisinden sessizce özür diledim, tükürdüğümü yaladım ve okumaya başladım. Hâlâ okuyorum. Omikron dönemini de rahat geçireceğim. Hatta bir iki varyantı daha savuşturmamı sağlayacak Christie. “Peki, romanlar nasıl?” diye soracak olursanız, kötü. Yıllar önce yanılmamışım! Sanırım son yazısı, son zamanlarda düzenli yazdığı Serbestiyet’te yayımlandı. (Roni’nin yazılarından daha fazla okumak isteyenler için iki temel kaynak: Marksist.org ve Birikimdergisi.com. Leonard Cohen’in son şarkısında “i’m ready my lord” demesi gibi, son yazısının başlığı: “Mutlu bitmiş bir göç öyküsü” idi. (Yoksa bu yine, “her b*ktan kutsiyet çıkarma” gayretimizin sahne alması mıdır?) Ardından, hastaneye kaldırıldığı, yoğun bakım haberleri... Nihayet, 19 Temmuz 2023, Çarşamba günü 14:12’de aramızdan ayrıldı. Gencecik bir delikanlı, yaşamı boyunca eğlendi, mücadele etti, okudu, yazdı ve birden gidiverdi. 21 Temmuz Cuma günü öğle saatlerinde dostları Kilyos Musevi Mezarlığı’nda toprağa verdiler. Roni için iki şiir Bu yazıyı yazarken, Roni için yazılmış iki şiir tespit ettim. Biri, 25 yıl kadar öncesinden bir dostlar sofrasına dair, İnci Asena imzalı “Belirsiz Ünlem”. İnci Hanım’ın arşivinden o akşamın fotoğrafını da sunuyorum. BELİRSİZ ÜNLEM Beş kişilerdi bir masaya oturmuşlardı aç susuz bir masaya   Korkaktılar ellerinde uzanıp uzanıp tutamadıkları bir düş Hem yalnız onlardı dünyayı taşıyabilen yüreklerinde kimse bilmese de Kimse bilmese de umutluydular ağlıyorlardı hem Ağlamaları yaşama sevincinden   Gecikmiş âşıktılar hepsi birbirlerine bütün kızlara bir de bir de bütün erkeklere Aşk mıydı kirli havada boğulan Akılları mı karışmıştı havada bir cinsellik kokusu üstü örtülü   Beş kişiydiler bir masaya oturmuşlardı yuvarlak Dünyanın hâli ve aşk hâli belirsiz ünlem   Tutamadığım Sözler’den, Adam Yayınları   Fotoğraf: (Soldan sağa) Roni Margulies, Semih Gümüş, İnci Asena, Turgay Fişekçi. 1998/1999, Cavit, Asmalımescit. İnci Asena Arşivi. Diğer şiir ise çok daha yeni, şu anda piyasada olan Sözcükler dergisinde yayımlanan, Hakan Savlı’nın şiiri: RONİ   Yeşil otlar üzerinde kalmıştı her şey kaybedenlerin bütün güzelliği bir at arabacısı ıslık çalarak topluyordu cesetleri ve çocuk cesetlerini…   Ormanda yol ikiye ayrılıyordu ve sen şiirde yalansızlığı seçtin “Biraz daha hayat?” diye sana soruyor hayat lütfen, “yetmez ama evet” de… kızmam şimdi.   Elimizde kalan tek şey şiirimizmiş, Roni.   Sözcükler dergisi, Temmuz-Ağustos 2023, 104. sayı.   “Şiir”, “Yahudilik”, “Milliyetçilik”, “Sosyalizm” Kendisini hiçbir şey için “feda” etmedi, kutsallarla mesafesini korumaya hep özen gösterdi ama pekâlâ hayatını adadığı konuları, entelektüel uğraşları vardı. Bunların başında elbette şiir geliyor. Roni’nin şiiri hakkında ayrıca konuşmak gerekir, şiir literatürüne verdiği emek de yadsınamaz. Genç yaşlarından itibaren, –çoğu– Şavkar Altınel’le birlikte şiir çevirileri, ki en meşhuru Ted Hughes’ün Doğumgünü Mektupları’dır ve bir türlü sevemediğim bir şairin şiirlerini bile severek okumanın mümkün olabileceğini öğreten bir kitaptır benim için. Fakat şiirin dışında dersek, “Yahudilik”, “Milliyetçilik”, “Sosyalizm” başlıklarında toplayabileceğimiz değerli bir kitap rafı bıraktı bizlere. Milliyetçilik üzerine son çalışması, yanılmıyorsam, Kıraathane’nin işlerinden “Ne Mutlu Eşitim Diyene! – Milliyetçilik Tartışmaları” dizisinde yaptığı konuşma ve kitaptaki “Türk ve ‘Kanun Türk’ü’” yazısı  olabilir. Kitaba verdiği kısa özgeçmişinde şöyle özet geçmiş: “şair, yazar, gazeteci, tercüman. İstanbul’da doğdu. Robert Kolej’i bitirdikten sonra İngiltere’nin çeşitli üniversitelerinde okuyarak iktisat doktoru ve Marksist oldu, sonra iktisatla bir daha hiç ilgilenmedi. Bir dönem Londra’da yaşadı, sonra kürkçü dükkânına geri döndü. Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) üyesi. Toplam sekiz şiir kitabı, şiir çevirilerinden oluşan dört kitabı, çocukluk anıları, siyasi tercümeleri ile edebiyat, siyaset ve tarih hakkında birkaç kitabı daha var.” Ukalalığıyla tanınan birinin bu denli mütevazı olmasından huylanmak gerekir. Öyle dediği gibi “birkaç”lık bir durum söz konusu değil. Ciddi bir kitap rafından bahsediyoruz. Milliyetçilik bağlamında Sen Kalk da Ben Yatam – Tören, Bayrak ve Heykel (Hakkında söyleşi için bkz. K24) kitabının yanında, azınlık deneyimini kazdığı Türk’ün Hizmetçisi – Türkiye’de Azınlık Olmak kitabını ama bunların daha anlaşılır olması için de kontrpuan kitabı olarak The Terrible Turk – Batı’nın Gördüğü “Türk”ü (Bahislik için bkz. K24) saymak gerekir. Bu bağlama Mağrur Olma Padişahım adlı şiir kitabını da dahil etmeli. Orhan Kahyaoğlu K24'teki yazısında bu kitap için şunları söylüyor: “Mağrur Olma Padişahım, tek başına, apayrı bir bağlam içinde ele alınması gereken orijinal bir Margulies yapıtı. Ancak Margulies şiiri deyince bu şiir tavrının bir başka örneğini şiir kitapları arasında bulamayız.” Belki daha iyi konumlandırmak için, Roni’nin külliyatında bu kitabın yanına, yayına hazırladığı, önsözünü Zafer Toprak’ın kaleme aldığı Manastır’da İlân-ı Hürriyet – Fotoğrafçı Manakis Biraderler kitabını eklemek gerekir. Türkiye’de bir Yahudi ailenin çocuğu olarak doğmuş olmanın getirdiği deneyimi Ailem ve Diğer Yahudiler ve Bugün Pazar, Yahudiler Azar – İstanbul Yahudileri Hakkında Kişisel Bir Gözlem ile kaleme, kayda aldı. Bu kayıtları neden önemsediğini "Meçhul Yahudiler" başlıklı yazısında kendisi şöyle dile getiriyor: “Yahudiler kaleme sarılırsa, ‘Yahudi nedir?’ sorusunun cevabını faşistlerin, komplo teorisyenlerinin ve türlü türlü zırdelinin kaleminden okumak zorunda kalmaz kimse.”  Yahudi bir ailenin ve çevrenin içinde büyümenin tatlı-acı yönleri ile Türkiye’de “Yahudi damgası”yla yaşamanın acı-tatlı yönleri arasında, yani şiirleri ve yazıları arasında, ayarını bulmaya gayret ettiği bir tansiyonun, çatışmanın ortasında yaşadı, uğraştı, didindi. Margulieslerin tek ve son erkek torunu olduğunun ve çocuk sahibi olmadan bu dünyadan göçeceğinin farkındaydı. Bazen vaktiyle bir evlat edinmemiş olduğuna hayıflanırdı ama bir Yahudi soyadının Türkiye’deki son temsilcisi olmasına fazla takılmıyordu, “son signor” olmanın giderek acılaşan tadıyla baş başa bırakmıştı kendini... (ABD’de, tanımadığı, uzak akrabalarının “Marr” soyadıyla yaşamlarına devam ettikleri bilgisi onun için yeterliydi belki de.) Ancak konu politik düzeye geldiğinde, İsrail’e, Filistin sorununa geldiğinde net bir sosyalistti. Meraklıları, Kalpsiz Dünyanın Kalbi – İslam ve İslam Düşmanlığı, Siyonizm ve Antisemitizm Üzerine Yazılar kitabını okumakla başlayabilir. Doğan Tarkan ile birlikte kaleme aldıkları Direnen Filistin – Siyonizm, İsrail ve İntifada kitabını da unutmamalı. Sosyalizm bağlamında da değerli eserlerin Türkçeye kazandırılmasını sağladı. Chris Harman ve Peter Morgan ile birlikte Küreselleşme ve Direniş kitabını hazırladı. Chris Bambery’nin Aktivistler İçin Rehber: Gramsci kitabını ve Tony Cliff’in Rusya’da Devlet Kapitalizmi kitabını (Tarık Kaya ile birlikte) Türkçeye kazandırdı. Karl Grossman’ın Yıldız Savaşları – Uzaya Yerleştirilen Silahlara Karşı Barış İçin ve Kevin Danaher’ın Küresel Ekonomi ve Demokrasi – Dünya Bankası ve IMF’ye Karşı Mücadele kitaplarına sunuş yazdı. Bir de bunların hepsini kesen Şiir, Yahudilik Vesaire – Edebiyat, Kimlik ve Sosyalizm Üzerine Yazılar kitabını es geçmemeli, unutmamalı. Sıkı bir şair olmasının yanında sıkı bir entelektüeldi. Daha fazla üretmesini umduğumuz kalemlerdendi, hem de her alanda. Fakat, “ne olacak ki başka, / budur hayat zaten” dizelerine çarpıp durmaktan başka bir çaremiz kalmadı artık... “Zaten” başka ne kalabilirdi! Tam olarak ne anlama geldiği sorulduğunda açıklayamadığımız ama sorulmadığında anlamını bildiğimiz “şair ruhlu” ifadesinin “tanımı” diyebileceğim –tanıdıklarım arasındaki– birkaç şairden biriydi. Demek şairlikten biraz uçarılığı, öforik hali, lunatik tavırları, sözünü sakınmamayı, dobralığı... hayatın tadını çıkarmak ile hayatı daima sorgulamak, anlamaya çalışmak arasında bir şeyler tarif etmeye çalışıyorsak, Roni daha fazlasıydı, çoğu şairimizden farklı olarak, bir entelektüeldi. ‘68’li değildi ama hep bir ‘68 ruhuyla yaşadı, ne hikmetse 68 yaşında aramızdan ayrıldı... Bir ufak kalabalığın en özel, önemli, “aktif” isimlerinden biriydi. Giderek azaldığımız duygusu Roni’yle birlikte bir tür “alarm” haline geldi. Memlekette “ya beceremiyoruz biz bu işi, / ya da becerecek bir şey yok zaten” duygusu “zaten” sarmışken içimizi üstelik... Neye dokunduysa, “üslupçu” bir Türkçe ile üretti. Cümlesinin/dizesinin ardından Roni’nin sesi işitilir. İmajlar, sesler ve pırıl pırıl kelimelerle dolu bir define sandığı bıraktı kucağımıza. Ne diyordu Ailem ve Diğer Yahudiler’de: “çocukken bulduğum bir defineyi çarçur etmiş gibi hissediyorum kendimi. // yıllar ve gençliğim de hızla okunan bir masal gibi geçip gittiler.” (s. 94-98) Sararmış, yırtılmış bazı belgeler kaldı bize. “Zaten” başka ne kalabilirdi ki! Güle güle Roni, bir gün kulağına devrim olduğu haberi gelene kadar rahat uyumayacaksın, haklısın, etrafına da rahat vermeyeceksin, orası kesin, ama o güne dek, yattığın yer incitmesin delikanlı...

(Seçtiklerimiz) Roni ile geçen yıllar

Roni ile Adam Yayınları’nda tanıştım. Çünkü şairdi o. Şiirlerini Adam Sanat’ta yayımlanması için yayınevine, Memet Abi’ye [Fuat], Turgay’a [Fişekçi] getiriyordu. Epey zaman geçmiş, o günler gözümün önünde biraz sisli. Konuşmaya başlamıştık. En çok, sözünü doğrudan söylemesi ilgimi çekmişti. Benim gibi ketum birisi için onun açık sözlülüğü dikkat çekiciydi. Ne ki öyle oluşu neden sonra birlikte konuşacaklarımızı kendiliğinden çoğalttı. Sonra yıllar geçti, o yıllar içinde önemli pek çok şey yaşandı ve acılarından kurtulamadığımız bugünlere geldik. Bugüne dek sayıları çok olmasa da yakın arkadaşlarım oldu. Yakın arkadaşların sayısı çok olmaz. Elli beş yıl boyunca bir gün bile birbirimizden uzaklaşmadığımız, her gün konuştuğumuz arkadaşımı bir gece ansızın kaybettiğimi haber verdiler. Boşluğu acısıyla aynı duruyor. Arada buluştuğumuz, uzun zaman görüşmemiş olsak da yeniden bir araya geldiğimizde birbirimize daha dün ayrılmış gibi davrandığımız arkadaşlarım da var. Roni de arkadaşlarımdan. Bizim arkadaşlarımızın kişiliklerinin, kimliklerinin birbirinden hep çok farklı oluşu sanırım özel bir durum. Zenginlik bu. Çünkü kendilerini apayrı alanlarda, özene bezene yarattıkları kimlikleriyle varoluyorlar. Değerli olan bu. Roni benim için hep çok değerli oldu. Ben de iradeciyimdir, özgüvenim olduğunu da düşünürüm. Ama onun sonsuz özgüvenine yetişemem. Arkadaşlarına karşı nasıl apaçıksa, karşıtlarına karşı da sözünü sakınmazdır o. Karşıtları derken yanlış söz etmeyeyim. Birincisi hasımlarımız, bu ülkeyi yönetenler, gericiler, ırkçılar, namussuzlar. Onlara karşı sözünü gizlemez Roni, meydan okuyucudur. Çevresinde pek çok arkadaşı olduğunu görüyorum. Kimileri çok yakın, o en yakınların arasında olmadığımı biliyorum. Onlarla ilişkisi daha eski, demek ki birlikte paylaştıkları daha çok. Bunu derken, Şavkar’ı ayrı tutuyorum. Şavkar bir başına apayrı bir yerde. O hepimiz için özel. Roni için çok daha öyle. Onlar aynı yıllarda okulda ve sonrasında hep birlikte olmuşlar. İngiltere’de birlikte yaşadıkları yıllarda, ayrıntılarını çok az biliyorum ama uzak İngiltere’ye gidip kalıcı bir hayat kurmaya çalışırken elbette pek çok zorluk da yaşanmıştır. Roni sonunda krediyle bir ev almıştı. Londra Kitap Fuarı’na gittiğim o yıl daha çok Türklerin oturduğu mahallesine götürmüş, evini göstermişti, sık sık uğradığı pub’da bira içmiştik. Yıllar sonra evin kredi ödemesini de tamamladı. Artık Londra’da daha az, İstanbul’da daha çok yaşamaya karar verdiği günler. Bu yüzden köpeğini vermek zorunda kalmıştı. Londra’da Roni’yle epey dolaşmıştık. “Dünya yolculuk ediyor” Sonraki yıllarda asıl olarak İstanbul’da yaşamaya başladı. İngiltere’deki hayatın onu moral olarak zorlamaya başladığını sanıyorum, sıkılıyordu elbette. Ve Türkiye’de sosyalist mücadele içinde örgütlü olarak bulunmak vardı. Parti içinde aktif görevler aldı, gördüğüm kadar, genç partililerin abilerindendi. Gençler ondan çok şey öğrenmiştir. O yıllarda aradığımda çoğu kez toplantılarda yakalıyordum onu. Siyasal düşüncelerimiz bakımından aynı yerlerde bulunmuyorduk ama pek çok konuda aynı düşündüğümüzü ikimiz de biliyorduk. Sık sık konuşurduk. Ben İstanbul’dan uzaklaştıktan sonra telefonda sürdürdük o konuşmaları. Ruh ikizi miyiz? Kişiliğimizi ve yaptığımız seçimleri düşününce, hayır. Ama o sıralarda önemli gelişmeler mi var, sosyalist hareket içindeki farklılıklar, sorunlar, seçimler, sıcak olaylar, edebiyat dünyasında olup bitenler… mutlaka konuşurduk. Beni kendisine yakın gördüğü için arada Altüst’e yazmamı isterdi, ben de yazardım. Artık önemsiz denecek farklar dışında, ülkeye, hayata, sosyalist mücadele içindeki sorunlara ve gelişmelere bakışımız hep çok yakındır Roni’yle. Roni için insanların ülke sorunları karşısında duyarlı olması, o da yetmez, bir tutumu, düşüncesi olması önemliydi. Entelektüel olmak bu değil mi? Roni hep öyledir. Yalnız son birkaç yıldır bir ümitsizliği de var mıydı? Bunu doğrudan konuşmadık ama konuştuklarımızdan öyle olduğunu çıkarıyorum, yanılıyor muyum bilmiyorum. Ondaki duyguların aynısı bende de vardı aslında. Ama bendeki artık dağılmışken ondaki kırık döküklük hâlâ sürüyordu. Uzaktan öyle hissediyorum. Bizim kuşağımız işte. Neyi varsa kendinde, bir elli yıl hiçbir şey beklemeden verdi ve doğru dürüst yaşanacak bir hayatın ışığını görmeden bugünlere geldik. Eduardo Galeano, “Dünya yolculuk ediyor” diyor. “Yolcudan ziyade kazazede taşıyor üzerinde.” Bizim de yolculuğumuzun kazazedeleri olarak yaşadığımız zor zamanlar oldu, genç ölümlerin kuşağı bizimki ama hep ayakta kaldık. Roni’den söz etmeye, onu anlatmaya başlayınca önce siyasetten söz açmış oldum. Aslında buna niyet etmeden. O kendisini önce nasıl tanımlar, bilmiyorum ama ben onu önce politik bir kişilik olarak görmüyorum. O önce Roni. Benzeri az bulunur, özel bir karakter. Pek çok konuda fazla bilgili. Sanırım uzun yıllar Londra’da yaşayıp İngilizceyi neredeyse anadili gibi konuşup yazdığı için de hem buralı hem her yerli. Onu önce insan ve arkadaş Roni olarak görüyorum. Ben arada sözünü ettiğim arkadaşımı kaybettiğim zaman onunla konuştuklarımı konuşacak kimsem kalmamıştı. Roni ile konuştuklarımız o kadar çok olmamıştır, artık uzun süredir uzak yerlerde yaşadığımız için ama Roni ile konuştuklarımızı da konuşacak başka kimsem var mı, sanki yok. Konuşmaktan en çok hoşlandığım arkadaşlarımdan biriydi o. Sonra şair o... Edebiyatımızda kendi şiir anlayışının dışındaki şairlerle sıkı ve sert tartışmaları oldu. Bunda bir şey yok. Dedim ya, sözünü sakınmaz, açık ve net biçimde belirtir. Şiir üstüne konuşurken de ne düşünüyorsa söyler, yazar Roni. Benim gibi, sözümü tam tartayım da bir gram fazla olup karşımdakine dokunmasın diye düşünmez. Doğrudandır. Sanırım onun tutumu daha doğru. Onun bir şiir anlayışı var. Şavkar ile birlikte Türkçeye çevirdikleri Philip Larkin sevgisi de apayrı bir yerde. Ben Philip Larkin’in şiirini bilmiyordum, onlardan öğrendim. Philip Larkin kafama uygundu. En sevdiğim edebiyatın Amerikan edebiyatı olduğunu her yerde söylediğim bilinir. İngilizce yazılmış şiirin, anlamı ötelemeyen, bazen anlatımcı, bazen hikâyesi olan özelliklerini kendime yakın bulmuşumdur. Roni de öyle bir şiir yazıyordu. Nasıl bir şiir yazacağı konusunda kafası hep net olmuştu. Başlangıcını hatırlamıyorum ama eminim: Çabuk bulmuştur şiirini. Anlama verdiği değer elbette her şiirinde görülür. Bir şey anlatmak ister o. Ama onunki yalnızca anlatımcı bir şiir olarak görülemez. Onda yer yer dizeci bir tutum da var. Bazen son yazdığı şiiri okumak isterdi bize. Bu arada şiirle iç içeliğimiz olmasa da öyküyle ilgili olarak arada danışırdı Roni. Ben neredeyse öykü-adam haline geldiğim için yazdıklarını okumamı isterdi. Sonra Notos’a gönderirdi, yayımlardım. Onunla da kalmadı, Ya Seyahat! adını verdiği öykü kitabını da Notos Kitap’ta yayımladık. Ağustos 2011’deymiş, on iki yıl geçmiş. Şimdi dönüp baktım, arka kapağına şunları yazmışım: “Roni Margulies öykülerini Ya Seyahat! adlı bu kitabında topladı. Biraz alışılmışın dışında öyküler yazdığı söylenebilir. Yaşanmış olandan da çıkıyor belli ki, ama anlattıklarını o anda yaşıyormuş gibi, bu canlılıkta ve sizi içine çeken bir içtenlikte yazıyor.” Daha sonra, art arda yayımlanıp bir kitapta toplanacak polisiye öyküler yazmaya başlamıştı, yazdıkça Notos’ta yayımlanıyordu, sonunda kaç öykü tamamladı… sanırım bir ara verdi. Cavit’teki masa, bir yolunu bulurum Bazı kitapçılarda çalışanlar onu hiç tanımadıkları için adına bakarak kitaplarını yabancı şairler raflarına koymuştur. Gülerdik buna. Oysa kendisi nasılsa öyküleri ve şiirleri de öyledir Roni’nin. Aynı zamanda herkesten çok buralı. Arı duru, yalansız, açık… Bazen düşünüyorum, ben İstanbul’u terk edip gittikten sonra ister istemez daha seyrek görüşmeye başladık. Yolu bizim eve de düşmedi. Ben İstanbul’a sık gidemediğim için Cavit’teki dörtlü masamızı da uzun zamandır kuramadık. Şavkar’ın Londra’dan gelişi de zorlaştı artık. Roni, Şavkar, Turgay, ben. Tam dip köşedeki dört kişilik masaya otururduk. O masada çok konuştuk. Uzun zamandır birlikte meyhaneye de gidemedik. Cavit’te bir yerimiz vardı ama artık orada unutulmuş muyuzdur? Roni hep aklımdadır. Artık Bozcaada’ya da gitmiyor, Burgaz’da mıdır, Beşiktaş’ta mı? Seçimi kaybettik ama yenilmedik diyorum. Bizim mücadelemiz bitmez. Roni ne düşünüyor acaba? Polisiye öyküler ne oldu, tamamlanmadı mı? Yolun ne zaman buralara düşer, gelip bizde kalabilirsin. Arıyorum, bunları gene söyleyeceğim, telefonu kapalı. Birdenbire kayboldu. Bazen ulaşılmaz ona. Toplantıdadır ya da hattın çekmediği uzaklarda bir yerde. Sonra art arda gene aradım, sonra gene. Ulaşılamıyor. Ona ulaşmanın bir yolunu bulurum nasıl olsa.

(Seçtiklerimiz) Roni Margulies: Şair ve Komitacı

Roni’nin vefatından sonra yazılanlara bakarken, bir okurunun şöyle yazmış olması beni üzdü: "Roni Margulies göçmüş buralardan. Göçmendi zaten." Bunu söyleyen kişinin Roni ile tanışıyor olduğunu söylemesi ayrıca üzücü. Herhalde hayat boyu kendisini en çok yaralayan şey tam da buydu. Yazılarında sık sık bu konuya değinir, kitaplarının “çeviri/yabancı yazarlar” bölümüne konmasından ne denli rahatsız olduğunu anlatıp durur, her seferinde kitaplarını alıp ‘doğru yere’ koyuşundan bahsederdi. Buna rağmen en rahat ettiği yerlerin havaalanları olduğunu söylemişti. TK1980 adlı kitabı bu duygunun en güzel şiirlerini içerir. 1972'den sonra eğitim için gidip uzun yıllar yaşadığı Londra'da, kendi deyişiyle, "Avrupa kıtasını güneydoğu köşesinden kuzeybatı köşesine çaprazlama kesen hava sahalarının müdavimi" olmuştu. Ne zaman ayak bassam Yeşilköy hava meydanına, Eylülse, açılmak üzereyse okullar yurtdışında, on yedi yaşında bir delikanlı arar gözlerim: Elinde pasaportuyla bileti, yepyeni bir çanta, kalkış saati belli uçağın, sefer sayısı belli, bilmiyor ama nereye gittiğini. (Sefer Sayısı, TK1980, s. 7.) Bir gün, bir konferans dizisinin koordinatörlüğünü yapan arkadaşıma yardımcı olmak adına Roni ile ben iletişime geçtim. Asıl niyetim, yardımcı olmak bahanesiyle sevdiğim, okuru olduğum bir şairle tanışma arzusundan başka şey değildi. Roni'yi konferansa davet etmek için aradığımda "Merhaba, Rahmi Morgül ile mi görüşüyorum" demiştim. Birkaç saniyeliğine duraksayıp kahkahayı patlatmıştı. Rahmi Morgül müstear adlarından biriydi. 12 Eylül'den sonra çeşitli yerlerde neşrettiği yazılarında bu adı kullandığını bir şiirinden biliyordum. Bunu ortak arkadaşlarımızdan birine anlattığımda 2013'te hayatını kaybeden yoldaşı Doğan Tarkan'ın da arada bir Roni'ye “Morgül” diye seslenmesine anlam veremediğini belirtmiş, “şimdi anlaşıldı” demişti. Tam Kız Kulesi'nin yanından geçerken aklıma geldi birden: Müstear adımdı seksen darbesinden sonra yıllar boyunca Rahmi Morgül. (Azim, TK1980, s. 51.) Konferanstan sonra bir meyhaneye gidildi. Onlar nereye ben oraya! Ismarladığı içki ile ilgili tavsiyede bulunan garsona “Kaç yaşındaydın sen?” demişti Roni, garsonun “otuz beş” cevabını alınca, "Hah, 40 yıldır içiyorum işte ben, ona göre” deyip garson dâhil hepimizi güldürmüştü. Sonu gelmeyen politik muhabbetlerden fırsat bulduğum ilk an lafı edebiyata getirmeye çalıştım ama konunun genel geçer şeylere saplanması gecikmiyordu. Bir ara, “siyaset konuşmayı mı daha çok seviyorsunuz edebiyat mı?” dedim, "İkisini de seviyorum. Eşit oranda.” diyerek gülmüştü. Çantamda o sıralarda yeni çıkmış Apollo Yılları ve kaba Sabetaycılık tartışmalarında unutulan insanî duyarlılığı yeniden hatırlattığı için yayımlandığında çokça konuşulup tartışılan Bugün Pazar Yahudiler Azar'ı vardı. Şiiri, edebiyatı konuşmak başka günlere kısmetmiş dedim ve masanın sakinleştiği bir aralıkta çantadan kitaplarımı çıkardım. “Nerden buldun bunları yahu!” deyip hiç olmadığı kadar dikkatle baktı yüzüme. Dolma kalemini çıkarıp iki kitabı da özel notlarla imzaladı. O gün kendisine anlattığım ve çok güldüğü bir anekdotu bir de buradan paylaşmak istiyorum. Bilirim Niye Yanık Öter Ney’i (1996) kütüphaneden ödünç alırken, ders için yardımcı kitaplar dışında bir şeyler okuyan öğrencilere karşı takdirini esirgemeyen yaşlıca bir görevli kadın, “Aa ney, hmmm, üflüyor musunuz?” demişti, bir an ne diyeceğimi bilemeyip, “hayır şimdilik sadece okuyorum” demiştim. böyle günlerde dank eder yine insanın kafasına: tüm hayatlar eksik, tüm ölümler vakitsizdir.  (Telefon, Bilirim Niye Yanık Öter Ney [Telgrafçiçeği içinde, s. 97.]) Roni bir şair ve bir komitacıydı. Eşit oranda! Komitacılığında da şairliğinde de demokrattı. İki tarafta birden, sözünü sakınmadan yaşadı, yazdı. Politik yazılarının yanında, 1994 yılında Sombahar dergisi için yazdığı ve anlam’ın yadsınması üzerinden İlhan Berk’e, İkinci Yeni’ye yönelik eleştirisi ile hâlâ zihinlerdedir. Yine aynı yıl yayımlanan Mağrur Olma Padişahım tarihe yönelik esaslı bir yakınlaşma, anlama ve hesaplaşma girişimiydi. Yalnızca bu kitap bile Margulies’in Türk şiirinin en özgün imzalarından biri olmasına yeter de artar. İzlenimciydi. Şiiri ile Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Attila İlhan çizgisini sürdürdü – ya da bu üçgenin merkezinde yer alacak bir şiiri, 30 yılı aşkın bir süre inatla var etti diyelim. En az şiirleri kadar sevdiğim çevirilerini anmak lazım: Çocukluk arkadaşı Şavkar Altınel ile birlikte çevirdikleri Philip Larkin seçkisi (Adam Yayınları) bunlardan biri(ncisi). Bir mücevherden farksız olan bu çeviri hâlâ tek baskı ile duruyor maalesef. Meraklısı, ayrıca es geçmemeli: Ted Hughes’ten çevirdikleri Doğumgünü Mektupları da çok yoğun, derin bir kitaptır. Roni Margulies’in bu kez tek başına çevirdiği ve yayımlanan son eseri olan Dur Yolcu, Dur ve İşe! (Sözcükler Yayınları, 2022) ise, İngiliz (ve dolayısıyla) Amerikan şiirindeki dalga geçme, eğlenme geleneğine ilişkin oldukça özgün bir derleme. Roni’yi tanıyanlar için ise ayrıca hoş ve oldukça anlamlı bir sonsöz! Unutmadan, bir vakit Evliyâ gibi Ya Seyahat! deyip öykü bile yazdı (Notos Kitap, 2011). Daha sabırlı biri olabilse roman da yazardı! Roni Margulies için söylenebilecek çok şey var. Benimki küçük bir tanıklık ve birkaç yazışmadan ibaret yalnızca. Bana, edebiyatın derin sularında yüzmek arzusundaki genç bir taşralı şair adayına gösterdiği yakınlığı, arkadaşlığı unutamam. Gidişiyle bana ait bir şeyleri de yanında götürdüğü ve farkında olmadan bende bıraktığı bir şeyler olduğu hissine kapıldım. “Mutlu Bitmiş Bir Göç Öyküsü” başlıklı son yazısını şu sözlerle bitirmişti: Göç, "gitmek" değil "kaçmak" anlamına gelir: Nazilerden, savaştan, yoksulluktan, işsizlikten, açlıktan kaçmak. Kaçarak hayata tutunmaya çalışan insanlara nefret ve düşmanlıkla bakanlara ömrüm boyunca nefret ve düşmanlıkla baktım. Ve hep öyle bakacağım.  Aynı duygularla uğurluyorum sevgili şairimi, mektup arkadaşımı; ama bir şair gidince son söz mutlaka şiirin olmalı. Elveda Roni. Mizana Basit şeyler oldu istediklerim hep: Çok çeşitli içkiler içmek; serserilik etmek uzak limanlarda; bumbayla seren arasındaki farkı bilmek; çok yelkenli bir kalyonu tek başıma götürmek; muazzam paralar kazanıp bir anda, bir gecede tümünü yitirmek; herkesin bir görüşte sevdiği kadınları en çok ve başkaca sevmek.   En başta ama ve onulmazca Elsa'yı sevmek, her sabah ona dönmek.    Olamadı elbet. Tümü çelişti bunların Elsa'yla. Seçmem gerekti. Seçtim. Bu seçimi sorgularım belki yaşlandıkça, kuşkum yok şimdilik ama Ve ilginç yönü şu ki üstelik bu öykünün: Ne bir mizanaya tırmandım ömrümde, ne de tırmanacak olsam bir gün Elsa’ya dönebileceğim artık indiğimde. (Elsa’dan [2000], Telgrafçiçeği içinde, s. 149.)

(Seçtiklerimiz) Bilirim niye yanık öter ney

Bilirim niye yanık öter ney. Az kaldı kışa. Eylüle daha da az. On beş yıla yakın oturduğumuz evi satışa çıkardı birkaç ay önce ev sahibi. Ses seda yok da bereket, her şey gibi kiraların da başını alıp gittiği bu inanılmaz günlerde oturuyoruz hâlâ. Evimizde mi diken üstünde mi belirsiz ya, oturuyoruz işte. Başımızı koyacak yer… Aldırmaz olur muyum, hem nasıl aldırıyorum. Gönüldeşim olmasa ne halde olurdum? Öyle umut, öyle güç veriyor ki bu bana; verdik mi baş başa, tutuştuk mu el ele, dayanıp yaslandık mı sırt sırta, omuz omuza, tüm olanlara, olumsuzluklara karşı kurduğumuz dünyamızda yaşar gideriz diye bir coşma coşuyorum ki… Coştun taştın, çalkalandın dalgalandın… Sonra? Durulmayacak mısın? Karşında işte. Al sana “gerçek”ten bir kaya, nereye dayarsan daya: Ev satılsa da satılmasa da geliyor kira “kontratosu”, uğurluyor seni Kont Rato’nun Şatosu! İnsafın ev sahibinde namı yok mudur? Aldı mı beni bir düşünce, ya o zavallı ne yapsın diye? Sana pahaya gelen ona gelmiyor mu? Hadi hadi, deli olma, onun hiç değilse evi var, sen nasıl koruyacaksın bugün yarın açıkta kalacak bir yerlerini? Sen değil, siz. Kim o siz: Gönüldeşin, dayanağın, yaşam yoldaşın… Kontrato sözcüğünü de bilen kalmadı. Kimden duydum diye sormayacağım, kimden duyacağım Allahlık babaannemden başka? Yazmıştım ya bir yerde, kim bilir nerde, kiralık konak yaşamasıydı babaannemin yaşamı. Yetinmek sözcüğü yoktu kitabında. Hep köylerde, varoşlarda yaşasa da Pera’dan giyinen, ille de o ünlü Yahudi işadamının soyadıyla benzer giyim mağazasından alver, yani alışveriş eden babaannem. Kırklareli’nin bir köyünden, İstanbul’un Boğaz köyü Kuzguncuk’a, eski taşra Taşlıtarla’dan yeni taşra Bağcılar’a savrulan, aklının iyice örtüldüğü son zamanlarını ise namazlı niyazlı, dünyanın en iyi insanı bilmem kaçıncı kocasının ama benim baba yanımdan tanıdığım tek dedemin memleketi Isparta’nın bilmem neresinde sürdürüp ölen babaannem. Dünya iyisi dedemi bitmez tükenmez istekleriyle çileden çıkartan, o zavallımın da sinirlenince kendi yöresinin diline çalan ağzıyla “ülen gâvur garı!” diye ünlediği, gâvurluğu da müslimliği de kalmamış (belki de hiç olmamış), gençliğinde de akıldan yana matah olmadığı söylenirdi ya söylenmesine, benim tanık olduğum yaşlılığında hepten kafadan gayrimüsellah olan –o zekâya konduramadığımdan olacak, benim hep “vardır bir dümeni” diye düşündüğüm– babaannemin sözcüğü kontrato, geldi yapıştı yakama. Bilirim niye yanık öter ney. Ne yapayım, karalar mı bağlayayım? Hayat devam ediyor. Sığınıyoruz gönüldeşimle birbirimize, sığınıyoruz kitaplarımıza. Kafka mektupta, “mirastan mahrum bırakılmış bir oğul olduğum için” diye yazmış. Babanın mirası. Baba yok ki miras olsun bende. Babalığı devraldım diye, kendimi kandırdığımı iyi biliyorum ya, başkalarını da kandırırım diye yeri geldikçe söylüyorum. Yalan söyledim. Yeri gelmiyor, yerini düşürüyorum. Devralmadım ki babayı falan. Üstüme boca etti, gitti. Delirmek için yazmıyorum bunları. Deli babaanne, adı deliye çıkmış yarı Yahudi yarı Yahuda komşusu Kuzguncuklu yazar-bozar, halam, kuzinim, annemin tanıklığıyla “kısmen” babam… Sığınıyorum kitaplara, gönüldeşime: Kaçıp sana saklanıyorum akşam oldumu (Ahmet Oktay, “Sığınak”). Buna karşılık: “Je suis mortellement dégoûté. Des indécis des ‘tantes’, de ceux que nous appelons entre nous des ‘putains’, de ceux dont l’esprit est plus touché que le corps, de ceux qui tâchent de noyer leur honte dans l’alcool et n’arrivent qu’à tomber un peu plus bas.” (Bilge Karasu) (Tiksindiği salt bunlar değil oysa. Niye yazmıyor açıkça? Niye o çok sevdiği, kılı kırk yardığı, kılı kırk yararken kimi kez kafasını gözünü de yardığı sevgili Türkçesinde değil de –ona da sevgili diyeceğinden kuşkum olmayan–Fransızcada –yoksa “sevgili Fransızcasında” mı?– yazıyor? Ah Ya Rab Yehova, nelere kadir, nelere kilitsin!) Açıyorum televizyonu, karşımda Selim İleri. İşte sevinç. Nicedir hastaydı Selim, seviniyorum onu edebiyat için heyecanla konuşurken görünce. Eray Ak saygıyla, bilgiyle, sevgiyle yürütüyor soruları. Biliyor Selim İleri’yi coşturacağı, neredeyse coşkudan ayağa kaldıracağı yerleri. Eray’ın sorularını gözleri parlayarak, yaşararak, ama hep edebiyatın o hiç dinmeyen aşkıyla yanıtlıyor Selim. Benim sevgili Selim Abim… Nezihe Meriç’i anlatıyor. Hiçbir kez “Nezim” diyemediği Nezihe Meriç’i. Ben de güya çok seviyorum ya Nezim’i, “Sevgili eleştirmenim Füsun Akatlı’nın iki harika yazısından başka gören olmadı” dediği Alacaceren’i görmeyenlerden olmanın sıkıntısıyla izliyorum Selim’i. Hadi, okuduklarıma geç, diyorum içimden. Geçiyor: Gülün İçinde Bülbül Sesi Var. Çıktığında okumuştum, demek on beş yıl geçmiş üzerinden. İzlence bitsin de kalkıp çıkarayım yerinden, yine okuyayım. Güzel güzel izlerken, bir haber alıyorum. Bilirim niye yanık öter ney. Roni Margulies ölmüş! O da hastaydı ya, altmış sekiz yaş, hele günümüzde erken değil miydi ölmek için? Anılar üşüştü başıma. Okuruydum onun. Kitaplarından başka anım yoktu, anıların en güzeli. Bir tek on yıl önce, 2013 sonbaharında, iki çift laflamıştık Ya Seyahat! kitabı vesilesiyle. Sağ olsun –ürperdim!–, “Orçun için, sevgilerle” diyerek imzalamış, altına da “18 Ekim 2013” yazmıştı. Oysa o gün 19 Ekim’di. Düzeltmedim. Ne fark eder? (Niye ürperiyorsun? Tüm yazarlarla şairler, üstelik tüm iyi yazarlarla şairler gibi hep sağ değil mi Roni?) Azar azar kana karışan bir üsluptu Roni Margulies benim için. Yirmi yıldan bu yana ara sıra açıp okuduğum, salt kitaplaşan işlerini değil, gazetelerle sitelerdeki yazılarını da okuduğum bir edebiyatçıydı benim için Roni Margulies. Salt edebiyatçı mıydı diye sormayacağım, öyleleri de vardır ya, Roni onlardan değildi. Bense şiirden, denemeden, öyküden, anılardan, ilişkisi hep tuhaf olan Yahudilikten söz ettiği yazılarının okuru oldum. (Ey Mesut Varlık, sevgili Mesut, daha geçen ay anmadık mı seninle Roni’yi? “İbraniceden çeviren: Roni Margulies.” Soracaktın. Ne oldu? Biz geniş zamanlar umuyorduk. “Yahut vakit olmadı.”) Nezihe Meriç’i okuyacaktım değil mi? Kalktım, kitap odası dediğim cengele daldım. Girişte, solda, yan yana dizilmiş, birbirlerine dayanan dört uzun kule. Sol baştakinin alt yarısındaki sevdiğim öykü kitapları dışında, tümü oyun kitabı. Nezihe Meriç’i gördüm ama almak ne mümkün? Kitabın ucu, yanı başındaki kuleye dayanak olmuş, usta işi çekip çıkaramasam, bel fıtığımın taşıyamayacağı kadar kitap enkazının altında kalacağım. Bu işin içinden nasıl çıkarım diye sağı solu, altı üstü kurcalarken, Nezim’in Gülün İçinde Bülbül Sesi Var kitabının altında hangi kitabı göreyim? Ya Seyahat! Başkası yazsa, uydurmuş ama uymamış derim. Selim İleri’nin, Düşüşten Sonra’da metafiziğin çokça sözünü eden sevgili yazarımın etkisi mi? Nezihe Meriç’le ilgili programını izleyip Nezim’i okumayı düşünürken Roni’nin öldüğünü öğreniyorum, kalkıp Nezim’i okuyayım da yüreğimi soğutayım diye davrandığımda onunla Roni Margulies’i altlı üstlü buluyorum! Ne denir? (Neymiş, Nezim’i okuyup yüreğini soğutacakmış. Gülten Akın’ın benim acım acıların beyidir dizesi “Bir Güneydoğu Ağıdı” şiirinden kalkıp da o kitaptaki öyküye ad olmamış gibi!) Bilirim niye yanık öter ney. Güç bela çıkardım iki kitabı. Doğruldum. Tepelere doğru, eskiliğinin rengiyle dikkatimi çeken ince bir kitabı görüp neyse ki bu kez tereyağından kıl çeker gibi çıkardım. Edward Albee’nin Kılpayı oyunu. Delicita Balance’ı bu güzel adla çevirmiş Sevgi Sanlı. Yalnız bu metafizik işine kaptırmam an meselesi. 1968’de çıkan kitabı kim yayımlamış: Salim Şengil’le Nezihe Meriç (künyedeki adıyla, N. Şengil). Metafizik bununla da bitmiyor. Açıyorum çift balıklı Dost Yayınları’nın bastığı Kılpayı’nı, delilik aşağı delilik yukarı gidiyorum ya bugün, oyunun baş ve ilk kişisi Agnes’in oyunu açışı: “Beni en çok şaşırtan –umulmadık derecede tatsızlıktan uzak oluşuna şaşıp durduğum inancım, bir gün kolayca aklımı oynatabileceğim inancı bir yana–, oynatmak üzere olduğumdan kuşkulanmıyorum… Belki delilik uzak benden…” Yoo, korktuğumdan değil, canım çekmediğinden bırakıyorum kitabı bir yana (ona ne şüphe!). Hem ben Nezim’i alacaktım elime. Açıyorum. Sığınmaktan, hayatın devam ettiğinden dem vurdum ya, o da bir tokat aşk ediyor mu sana (yok yok, bana): “Bir de şu laf: ‘Hayat devam ediyor!’ İstanbul sakızı mübarek. Herkesin ağzında. Mis kokulu sanıyorlar. Değil.” Doğru, değil. “Anladık, devam ediyor, da, nasıl devam ediyor, soran, anlayan yok.” Yüreğimin soğuyacağı falan yok. Birinin, hele ki o biri sanatçıysa, bizdeki yerinin oylumunu, o kişi göçtüğünde mi anlıyoruz? Roni Margulies’i severdim sevmesine ya, bendeki yerinin bunca derin olduğunu bilmezdim. Bıraktım elimde avucumda ne varsa, Ya Seyahat!’ten başlayarak kitaplarını yeniden okumaya, eski okumalarımı çağırmaya başladım. “Orçun için, sevgilerle.” Birkaç damla gözyaşı. Böyle olacağı belliydi. “Şefaat yâ Resulallah” diyecek yerde, “Seyahat yâ Resulallah” demişim. Evliya Çelebi’den aktarmış Roni. Kitabının başındaki “Bir Tür Önsöz – İlham ve Strateji”de, “inanmadığım tek bir kelime yazmıyorum” dediği yazısını (ki, şahidim), “Beni Türk psikiyatristlerine teslim ediniz” diye bitiriyor, bu ülkedeki çoğumuz gibi, kendi kendimizin psikiyatristi olmak zorunda kalışımızı vurgulayan, çoğu yazısında gördüğüm ironiyle. İlk öyküye, “Doğumgünü”ne geldiğimde açık seçik ansıyorum bu öyküyü Notos’ta çıktığı gün okuduğumu. Neyzen Tevfik’in düşürdüğü ebcedi cesaretle yazmasına şaşmıştım şaşmasına ya çok da sevinmiştim bu işi yapmasına. O yıllardaki coşkumu yakalarım diye okumaya başladığım öykünün bir yerinde donakalıyorum: “Yüzünü aynaya iyice yaklaştırıp dikkatle okudu: Ömrün sandığın kadar uzun olmayacak.” Sevgili Roni Margulies, bunda da haklı çıktın ne yazık ki!.. Bilirim niye yanık öter ney. Kafka’yı, babayı anmıştım. Dedim ya, tuhaf bir gün bugün. Her şey kendisiyle ilgili her şeyi çağırıyor. Metafizik, delilik, takınak, bin tane ad bul istersen. Durum bu. “Babam Amerika’da” öyküsüne (ya da kendisinin demesiyle “vezinsiz, kafiyesiz şiir”ine), Can Yücel’in dizesine göndermeyle, “Hayatta ben de en çok babamı severdim” diye başlıyor. (Anlıyorum bu takınağımı: “Koltuk”ta, babasıyla yan yana kitap okuduğunu –arka arkaya iki kez– yazıyor Roni. Öyle.) Geliyorum bir sonraki öyküye, yıllar sonra Selim İleri’nin (işte, yine!) Kumkuma’da yazacağı “ulu şair” Abdülhak Hamid’i (ve Hamit’i) ansıtan “Şair-i Azam’ın Dairesi”ne. Bardağı taşıran damla: Babasına son bakan doktorun (Aksel Siva) bana da baktığını görünce daha adıyla ‘haberci’ “Paralellikler” öyküsünde, kapıyorum Ya Seyahat!’in kapağını! Onu anarken anımsadığım adları görseydi Roni, o ilk ve son konuşmamızda, o zamanlar Şalom’da yazdığımı öğrendiğinde yüzünü buruşturup yakasını silktiği gibi yapardı (üstelik, “sevmeyeceksin ama söyleyeyim” uyarısıyla demiştim). Kimi kültürel, ırksal, dinsel çağrışımları nedeniyle hoşlanmayacaktı kuşkusuz. Ben de hoşlandığım için anmadım. Belleğimin bu biçimde işlemesini de sevmiyorum açıkçası. Ben de Margulies’in neden denemelerinden iyimserlik, şiirlerinden karamsarlık yansıdığını soranlara ve kendine verdiği yanıtı veriyorum: Bilmiyorum. Yıllar öncesine dönüyorum. Bugün Pazar Yahudiler Azar kitabını okuduktan, üstüne bir daha okuduktan sonraydı. Bella’nın evine gitmiştik bir abimle. Masasında bu kitaptan üst üste konmuş beş altı tanesini görmüştüm. O nedenle olacak, “İstanbul Yahudileri Hakkında Kişisel Bir Gözlem” alt başlığıyla yayımlanan bu kitaptaki kişiler, zaman zaman Bella’nın evinde de yaşar bende. Roni Margulies’in bende Şavkar Altınel’le yaşadığını söylemem doğal gelecektir. Dostlukları, meslektaşlıkları, sanatçılıkları yanıyla değil yalnız bu birliktelik bende; yazışları, duyuşları, geçmişe bakışları, yalnızlığın yarattığı insanlıklarıyla da öyle. (“Ya Seyahat!” öyküsündeki Şahin, Şavkar mı?) Bilirim niye yanık öter ney. 2004’te çıktı. Eski dergilerde kalmış yazılar. Unutuşa, “ey unutuş!”a terk edilmedi. (Edilmedi mi? Hangi kitabı kolayından bulunuyor Roni’nin?) İlkin 2014’te, ikinci kez 2021’de okuduğum Şiir, Yahudilik Vesaire kitabı, bu ikinci okuyuşta daha bir sardı beni. Diliyle, yaklaşımıyla, yazışıyla. Fethi Naci’den kendi kendime el alarak başladığım Eleştiri Günlükleri’nde de yayımladım oradan bir eleştiriyi. Parça(lı) şiir, bütün(cül) şiir ikilemine oturtmaya çalıştım – varsa böyle ikilem. Bütünün şiirini yazdı Roni Margulies, tahkiye etti, hikâyet etti, ayrılıklardan şikâyet eden neyin niye yanık öttüğünü bildi: Her rind gibi… Ben yine anılara döneceğim. Çekileceğim. Aileme ve diğer Yahudilere, ardımdan gülen çocukluğuma, telgrafçiçeğinde tütüp duran şiirlere, kuşlara… (Yıllardır okuduğumu söyledim Roni Margulies’i. Günlüğüme yazdım bu okumalarımdan kimini. Birkaçını da Facebook’ta paylaştım. Eleştiri Günlüğü’nde andım. Yine de onun için sözde başlı sonlu bir yazıyı ölümü nedeniyle yayımlamak dokunuyor.) ... Bu yazı bir Kadiş değil. Kalpsiz dünyanın kalbini arayış hiç değil. Ya şefaat!

(Seçtiklerimiz) Tamamlanamayan yazı

Yaklaş tuvale Roni dedim, hassas terazisiyle övünen dürüst esnaf edasıyla birebir oranı tutturabilmiş miyim, bakalım... Portre yapmayı severim. Meslek yaşantım böyle olsun diye resim yapmıyorum. Kitapları sevdim, kendimi bildim bileli. Yazarları kitaplarından tanırım önce. Sonra yeryüzünde karşılaşırsak eğer insanlığa armağan ettikleri kitaplarına bir insan olarak bildiğim, sevdiğim bir şeyle karşılık veririm. Roni Margulies’in portresi 2012 yılında bu hevesle yapıldı. Babam daha yaşıyordu. Telefonla arayıp konuşuyorduk, gün aşırı. Gün geçtikçe yürüyüş mesafesi hedefini küçültüyordu. Bunu anlattım Roni’ye, “İp” şiirini yazdı: İp Artin’in babası doksan beşinde rakıyı bıraktığında, “Dokunuyor oğlum” demiş, içmemiş sonra bir daha.   Tepenin ötesindeki kahveye yürüyerek gidermiş her gün. Arayıp Artin’e haber verirmiş, “Soluklanmadım bile” dermiş.   Bir zaman sonra geç kalmış, aramamış. Aradığında, “Oğlum,” demiş, “ulaşamadım dün kahveye, ipe varıp ancak, geri döndüm.”   Geçen trafiği yavaşlatmak için bir halat çekmiş köylüler asfalta. “İpi geçemedim oğlum, kaldım. Moralim bozuldu, dokundu bana.”   Yıllar geçtikçe çoğalmış sonra dokunan şeyler. Canı sıkılmış. Ve doksan dokuz yaşında sessizce bir ikindi vakti bırakmış dokunulmayı Avedis Efendi. Ben bu yazıyı tamamlayamadım. Roni hastaneden çıkamadı. Sabah atölyemin önünde bir motosikletli kuryenin sürüklenişinin sesini duydum. Düştüğünü gördüm. Koştum bir bardak su verdim. Ayağım kırıldı galiba, dedi. Ambulans çağırdık. Kaldırıp hastaneye götürdüler. Roni’nin ölüm haberini bildirdiler dostları. Telefonumdaki fotoğrafları aktarıyordum bilgisayara, elinde kızıla boyanmış bir resmimle beraber ağız dolusu gülüşü geldi... Artin Demirci (K24)

Geri 1 2 3 4 5 6 7 8 9 İleri

Bültene kayıt ol