(Seçtiklerimiz) Cehennemde bir kartopu

29.07.2023 - 13:21

Roni’yi ilk ne zaman gördüğümü tam olarak biliyorum. “İlk” ve “görmek” kelimeleri tabii sözlük anlamlarında alınmamalı. Aynı semtte büyüdüğümüze göre kim olduğunu öğrenmeden önce onu farkına varmadan defalarca sokaklarda görmüş olmam gerek. Bunu izleyen, aynı okullara devam ettiğimiz dönemde de yollarımızın kesişmesi tabii gündelik bir olaydı. Ama, ayrı şubelerde olduğumuzdan, artık kim olduğunu bilsem de nasıl birisi olduğunu bildiğim pek söylenemez. Benim için taşıdığı belirsizlikten sıyrılıp birçoğunu paylaştığım duyarlılıkları, eğilimleri, güçlü ve zayıf yanları, zevkleri, değerleri, inançları, istekleri olan somut birisine dönüşmeye başladığı nokta bir kış tatilinde çıktığımız Göreme yolculuğu.

Bir yerden bir yere, gezmek amacıyla değil gerekli olduğu için gidildiği o günlerin Türkiye’sinde bu geziyi iki okul arkadaşımız kendileri için planlamış, ama son anda biri beni, öteki de Roni’yi onlara katılmaya davet etmişti. Ankara üzerinden Kayseri’ye, oradan da Nevşehir’e gittik, daha öteye taşıt bulamayınca da, eşyalarımızı handan bozma bir otele bırakıp yüzümüzü zonklatan soğuğa ve yukarıdaki kül rengi bulutlara aldırmadan şehirlerarası asfalta çıkıp yürümeye başladık. Neredeyse beş kilometre gittikten sonra Peri Bacalarının başka bir gezegenden çıkmış gibi duran dev çıplak taş gövdelerinin ileride belirdiği ânı hiç unutmayacağım.

Tek unutmayacağım bu da değil. Dönüşte, Nevşehir’e giden bir minibüs durup bizi alana kadar gene uzun süre yürümek zorunda kaldığımız için yarı donmuş halde vardığımız köhne otelimizde tanık olduğum sahnenin üzerimde eşit derecede iz bıraktığı açık. Dördümüz, karyolalarımızın üzerine oturmuş, ısınmak için çay içerek, gençlerin her fırsatta yaptığı, hayatla ilgili o alabildiğine ciddi konuşmalardan birini yaparken Roni’nin, bir süredir şiir yazdığını söyleyip çantasının dibinden bu ilk ürünlerini kaydettiği defteri çıkartışı hatırladıklarımızın yaşadıklarımızı aşabilen o şaşırtıcı canlılığıyla kafamda duruyor.

Ama, garip bir şekilde, en net olarak geriye kalan da, akşam yemeğinde, yasal olarak gereken yaşın altında olmamıza rağmen kimsenin ısmarlamamıza itiraz etmediği dublelerin oluşturduğu sis perdesinin içinden gördüğüm birkaç sokak ötedeki lokanta. Duvarda asılı siyah beyaz fotoğrafında bir tren penceresinden bakan Atatürk, yaldız kapaklı su şişeleriyle küçük tabaklara konulmuş salata ve tatlı porsiyonlarının durduğu soğutmalı vitrinin tepesini yazı masası olarak kullanarak Sportoto kuponunu dolduran garson, boş olmayan tek öteki masada oturan, Ziraat Müdürü, Hükümet Tabibi ve Odalar Birliği Başkanı olarak etiketlediğim gürültülü üçlü ve yemeğin ortasında dışarıda gökten inmeye başlayan kar hâlâ benimle.

Başka bir yaşta olsaydım o akşam orada otururken bütün bunlar bana Çehov’un kaleminden çıkmış bir taşra dekorunun parçaları gibi görünebilirdi. Ama onyedimdeyken Marlowe çok daha sık aklıma geldiğinden, şiirle ilgilendiğini yeni öğrendiğim Roni’ye doğru eğilip İngilizce “Cehennemdeyiz, sevgili Faustus” dedim ve yüzünden geçen ifadeden cesaret alıp gene İngilizce bir deyime başvurarak daha alaycı bir tonla ekledim: “Ve Cehennemde bir kartopundan fazla şansımız yok.”

Bunları söylerken ilk kez gerçek karmaşıklığıyla gördüğüme inandığım, özgüven sahibi, kültürlü, duyarlı, zeki, esprili insanla yarım yüzyıl dost kaldık. Ortak yanımız Cehennemde Bir Kartopu gibi yaşamaya razı olmamamızdı. Hayatlarımızın esiri değil efendisi olmak istiyorduk ve bu amaçla başvurduğumuz yöntemler –içinde bulunduğumuz durumlardan elimizden geldiğince geriye çekilmek, duygusallıktan titizlikle, gerçek duygulardan da daha büyük bir titizlikle kaçmak, her şeyde her zaman bir ironi öğesi yakalamaya çalışmak– temelde aynıydı. Ama ben böylelikle bir tür bilgeliğe sığınırken, Roni belli bir uzaklıktan baktığı için yapısını kavradığını düşündüğü dünyaya çok daha elle tutulabilir bir şekilde hâkim olmanın peşindeydi. Söz konusu olan yalnız kendi hayatını etkileyen koşullar da değildi; bütün tarihe gem vurup başını doğru yöne çevirmeye çabalamadıkça rahat etmeyeceği belliydi. Siyasi mücadeleye atılıp devrimciliği benimsemesine yol açan bence bu oldu.

Dünyaya hâkim olmak isteyen birisinin elbette her şeyden önce onun şimdiki durumu ve istenen geleceği hakkında kesin bir fikrinin olması gerekir. Böyle bir konuda kararsızlığa düşmek ya da ciddi görüş ayrılıklarının oluşmasına izin vermek nasıl hareket edilmesi gerektiğini görmeyi imkânsız hale getirerek dünyayı ancak hâkim olunamaz kılabilir. Roni’nin yalnız siyasette değil, başka alanlarda da zaman zaman sergilediği kestirip atıcılık ve dediğim dedikliğin böyle bir korkuya bağlanabileceğini düşünüyorum. Onun dillere destan hırçınlığından ben de oldukça sık payımı aldım (“Zırvalamayı kes, Şavkar”, “Saçmaladığının farkındasın değil mi, Şavkar?”, “Aptal, aptal konuşma, Şavkar”) ama görünürdeki zorbalığının ardında yatan gerginlik ve endişelerin farkında olduğumdan her seferinde beni azarlamayı bitirmesini bekleyip, “Krizin geçtiyse, devam edebilir miyim?” demekle yetindim. Gülüşüp kaldığımız yere döndük. Başka bazı arkadaşlarımla yaşadığım dargınlıkları onunla hiç yaşamadım.

Ve tabii o öfkeli, kırıcı, şiddetin eşiğindeki Roni tanıdığım tek Roni değil. Dünyaya hâkim olma çabasının bir parçası olarak önündeki bütün engellere rağmen gençliğinin değer ve inançlarından ve sürdüğü bohem hayattan vazgeçmemekte direnen, kelimeleri seven, üç dil bilen, her an bir şiir okumaya ya da espri yapmaya hazır insan benim için çok daha önemli. Bir öğlen Londra’da gittiğimiz küçük Polonya lokantasında sofradan kalkarken, çok geldiği için kadehimin dibinde bıraktığım bir parmak şarabı fark edince, böyle bir şeyden gerçekten korkuyormuş gibi “Bitir şunu lütfen; birisi görür filan, rezil oluruz” diye fısıldayan, evde başka bir şey olmadığı için rom içtiğimiz bir gece aklına gelen “zayıflatmasa da mutlu edeceğini” düşündüğü “Korsan” diyetini “Sabah kahvaltısında bir maşrapa rom, öğle yemeğinde rom çorbası, akşama rom flambé” olarak özetleyen, başka bir gece saat ikiyi geçmişken hâlâ oturduğumuz meyhanenin sahibine “Siz gidin, biz kapatırız,” diyen hep aynı yarı ayyaş-yarı ermiş, zeki ve saf, sert ve kırılgan çocuk-adam.

Ama tabii sonuçta dünyaya hâkim olmak boş bir düş. Nasıl insanlar olursak olalım ve nasıl davranırsak davranalım, hayatlarımızla artık baş edemediğimiz kötü günler er geç gelip bizi buluyor. Yıllarca ertelemeyi becerdiği bu dönem Roni için, ellisini geçtikten sonra geldi. İlkin, birkaç defa ayrılıp barıştığı Yunanlı sevgilisi Elsa’yla ilişkisi kesin olarak sona erdi, ardından uğruna Londra’daki hayatını bırakıp Türkiye’ye taşınacak kadar önemsediği Taraf’taki köşe yazarlığından gazetedeki gelişmeleri onaylamadığı için istifa etmek zorunda kaldı, o tarihlerde o da Türkiye’de bir üniversitede ders veren, bebeklik günlerinden beri tanıştıkları İrvin’in Amerika’ya dönmeye karar vermesiyle de ancak böylesine yakın bir dostun sağlayabileceği desteği kaybetti.

Bütün bunlara, yenilgi kabul etmeyen tipik meydan okuyuculuğuyla karşılık vermesi ne kadar yıpranıp örselendiğini o noktada görememiş olmamın tek nedeni değil. Seyahat etmemi güçleştiren sağlık sorunları yüzünden Türkiye’ye artık çok seyrek gittiğim, Roni de sadece Londra’da hâlâ duran eviyle ilgilenmesi gerektiğinde İngiltere’ye geldiği için çok az görüşebilir hale gelmiştik. Bir arada olduğumuzda onda gördüğüm değişiklikleri, ağır ağır oluşurken tanık olsaydım farkına varmayacağım ayrıntılar olarak geçiştirebiliyordum.  Ama sonunda bunu yapamadığım gün geldi.

Hesapta olmayan bürokratik bir işlem İstanbul’a uçmamı gerektirince Roni’yi aradım, arada bir, elli yıl önce onu “ilk gördüğüm” meyhanede otururken başlayan karı aşan yağışların olduğu soğuk bir Şubat haftasında buluşup gideceğimiz son meyhaneye gittik. Burada neden tuhaf bir durumla karşı karşıya olduğum duygusuna kapıldığımı anlamam biraz zaman aldı: Normalde yerine oturur oturmaz masanın üstündeki tabakları ve diğer sofra eşyalarını tam istediği şekilde yeniden yerleştiren, sonra da garsonları çağırıp su, buz ve rakının, belirlediği noktalara bırakıldıktan sonra bir daha asla ellenmemesi konusunda uyaran Roni bu defa da bu işlemleri tamamlamış, ama sanki gerekliliğine bütünüyle inanmadığı bir formaliteyi yerine getiriyormuş gibi, bunu biraz mekanik ve isteksiz bir şekilde yapmıştı. Düzensiz bir dünyaya hâkim olup düzene sokmanın artık onun için eski önemi kalmamışa benziyordu.

Meyhaneden çıkınca bindiğimiz taksi kardeşimin yaşadığı apartmanın kapısında durunca Roni yukarı gelip bir şey içme davetimi kabul etti, ama gene biraz mekanik ve isteksiz bir havası vardı. İkinci bir viski teklif ettiğimde geri çevirdi, gece burada kalması ya da hiç olmazsa kar dinene kadar beklemesi konusunda dediklerimi ise dinlemeye bile gerek görmeden dönüp gitti. Merdiven boşluğundan asansörün aşağıda kapanan kapısını duyunca pencereye gidip baktım ve gene biraz geç olsa da, buraya kadar viski içmek için değil, sağlık sorunlarım zaman zaman denge kaybını da içerebildiğinden sokaklarda düşmemi önlemek için geldiğini anladım. Çoktan, seslenilse duymayacak kadar uzaklaşmış, başında kendi kardeşinin hediyesi mor kukuleta, üstünde kısa siyah paltosu, ayak izlerini hızla örten kara aldırmadan, kimsenin yaşamak isteyemeyeceği, hâkim olunması imkânsız bir dünyanın karanlık yüreğine doğru ilerliyordu. Bir işe yaramayacağını bilmeme rağmen, gittikçe ufalıp gözden silindikten sonra bile ardından bakmaya devam ettim.

Şavkar Altınel

(K24)

 


Bültene kayıt ol