1.
Roni Margulies şiirimize tepeden indi, paraşütle. Sürpriz gibiydi. Şiirini de sürprizden icat ediyordu ya da sürpriz anlarına odaklanıyordu. Sevimli ve şaşırtıcıydı daima. Bu iki karakter özellik bir taktik, bir persona olarak değil, kendiliğindenliğinin sonucu olarak vücuda geliyordu onda. Doğallık Margulies’in ayırıcı özelliğiydi ve çevresinde bıraktığı etkinin kökeni buradan geliyordu. İkinci şiir kitabı Gün Ortasında’dan (1992) daha derli toplu olan ilk şiir kitabı, Her Rind Bilir (1991) yayınlandığında henüz bir okuru yoktu ya da beklenen bir şair değildi. Şiir dergilerinden yetişerek gelmiyordu çünkü. İlk kitabındaki kısa özgeçmiş bilgisinde bu konuyla alakalı olarak şu cümle yer alır: “Şiirleri daha önce Tan, Gergedan ve Defter dergilerinde çıktı.” Defter bir şiir dergisi değildi ve başlangıçta şiir de yayımlamıyordu ve sadece “teorisyen arkadaşların” şiirlerine yer veriliyor gibiydi. Defter’de yayımlanan ilk şiiri sanırım “Akşam”dı ama bu da çok ayrıksı bir şiir değildi; Cahit Sıtkı’yı çağrıştırıyordu: “Abbas.” Mehmet Taner’in çıkardığı Tan dergisi o sıralarda pek dolaşımda değildi artık. Gergedan ise genç şairlerin alamayacağı denli lüks ve burjuva standartlarında çıkan bir dergiydi; dolayısıyla dar bir çevre için çıkıyor ya da dar bir çevreyle yetiniyor izlenimi veriyordu.
2.
Bir paradokstan daha söz etmek gerekir. Margulies’in ilk şiirlerini yayınladığı günlerde, şiirimizdeki İkinci Yeni-Toplumcu Şiir gerilimi henüz sona ermemişti. Tan ve Gergedan, İkinci Yeni şiir anlayışını tercih eden bir poetik çizgide çıkan dergilerdi. Defter de bu çizgide değerlendirilebilirdi, gerçi böyle bir “poetik derdi” ya da politikası görünmüyordu ama İkinci Yeni’nin tarihî poetik zaferi Defter’de ilan edildi. Yani Margulies ilk şiirlerini İkinci Yeni çizgisinin devamlılığı durumundaki dergilerde yayınlamıştı. Ama Sombahar dergisinin 1994’teki 23’üncü sayısında yayınlanan “Attilâ İlhan ve Bizim Kuşak” yazısında kendisini İkinci Yeni’nin devamlılığı içinde değerlendiren şairlerin şiir anlayışına karşı bayrak açacaktı. Zaten komünistti; ve orada Troçkist. (Bu bakımdan, sözgelimi şu linkte yer alan performansı izlemeye değerdir.) Bu arada, şiirini ve şiir anlayışını hiçbir zaman kendini İkinci Yeni karşısında konumlandıran ‘70’li yılların toplumcu ya da toplumcu gerçekçi şairlerin safında görmedi, kendisinin oraya yerleştirilmesine izin vermedi ve onlarla birlikte görülmedi. (İnsani vesileyle bir araya gelme olabilir kuşkusuz, kastettiğim poetik olarak bir araya gelmeme durumudur.) Margulies şairliğini ve poetikasını yakın geçmişle bağlantısızlık içinde inşa etti. Ve kendisini ‘70 kuşağı toplumcu şiirine karşı inşa eden ‘80 kuşağı şiirinin karşısında poetik bir yarık açarak yeni bir tekil başlangıç oluşturdu.
3.
“Tekil poetik başlangıç” dedim ama başlangıçta biraz ikili bir çıkış durumu da vardı. Philip Larkin meselesi denebilir bu duruma. Larkin’in şiirlerini Margulies ile Şavkar Altınel birlikte çevirmişlerdi. Margulies ilk kitaplarındaki kısa özgeçmiş bilgilerine bu notu eklerdi. Her iki şair, bu ortak çeviriye birlikte yazdıkları “Larkin yazısı”nda bu şiirin dünya görüşüne ilgiyle yaklaşıyorlardı. İnsan yaşamının temelde kaçırılmış fırsatlardan, yaşanamamış mutluluklardan, yaşanmış olanın ise yetersizliğinden ibaret olduğunu dile getirir bu poetik dünya görüşü. Sanki şiirin kendisi değil, şiirin neyi dile getirmesi gerektiği anlayışı model edinilmek isteniyordu. Dolayısıyla iki şairin bu poetik dünya görüşü etrafında bir araya gelmesi duruma bir hareket eğilimi katıyordu.Saat Farkı’nda (2002) yer alan “Meşin” şiirinin son iki parçası şöyledir:
Top oynar, denize girer,
yaşar giderdik ardımıza bakmadan.
Upuzun uzanıyor değil miydi
yıllar önümüzde o zaman!
İster bisiklet ister futbol topu,
neyin ne zaman önemli olduğunu,
önemi çoktan kalmadığında artık
anlayabiliyor nedense ancak insan!
Bu sorunsalı Larkin’in şiirinde de buluruz. Sözgelimi “Yaşamaya Devam Etmek” şiirinin girizgâhı şöyle:
Yaşamaya devam etmek, yani yinelemek
Gereksinimlerimizi elde etmek için oluşturulmuş bir huyu,
Hemen her zaman bir şey yitirmek, ya da bir şeysiz etmek
Ya öyle, ya böyle bu.
Bu iki parça arasında poetik dünya görüşünün ortaklığından söz edilebilir ama dizelerin akışı ve konuşmadaki tını ve dile getirmedeki hızın, yani sesin benzerliğinden söz etmek hayli zordur. Poetik dünya görüşü derken kastettiğim, insanın varoluşunun oluş sürecinin doğasını kendinde dile getirmek. Oluş süreci daima ilklik anlarının yaşantısından oluşur. İlk yaşanan karşısındaki acemilik içinde oluş, ilk yaşananın ne olduğunun bilgisinden yoksun yaşama hali. Bu son cümle, Margulies’in şiirlerinde bir sorunsal olarak odaklandığı bölgeyi dile getirir.
Ben o yıllarda yazdığım bir yazıda bu poetik öneriye, “Anglosakson şiiri” demiştim ki, Roni Margulies, Elsa’yı (2000) bana 15 Linden Rd London N15 İngiltere adresinden gönderirken, imza sayfasına o esprili diliyle, “Sevgili Yücel, Ne dersin, Anglo Sakson şiirini sokabilecek miyiz Türkçeye?” notunu düşmüştü. Evet, şiirini bu dünya görüşüne göre kurduğu söylenebilir Roni Margulies için.
Sonra tabii her iki şairin yolları ayrıldı. “Ayrıldı” ifadesiyle kastettiğim, her iki şairin kendi şiirlerinin poetik doğasının kendiliğinden gelişimiyle birbirinden farklılaşması durumudur. Bir başka şaire sevgiden dolayı bir araya gelmiş; temelde kendi varlık durumlarının farklılığından kaynaklanan farklı bir tinsel dünyayı kurdukça birbirlerinden ayrışmışlardır.
4.
Roni Margulies, İstanbul Yahudisidir. Şiirini, Cumhuriyet dönemi şiirimizde, Türkçe olmayan adıyla imzalayan ilk şairdir. İstanbul Yahudilerinin yaşamı şiirimize daha önce girmişti; sözgelimi Edip Cansever’le. Ama gözlemlenen, dışardan görülen, burada-dışarda yaşanan, olup biten bir şey olarak. Margulies ile birlikte bu yaşamın sahibi kendi adına konuşmaya başlar. İçsel ve özel olan dilsel imkân bulur. Ama Margulies’in şiirinde içsel ve özel olan geçmiş olanın bilgisini dile getirir. Gün Ortasında’da yer alan “Polonya’ya mektuplar” bu bakımdan önemlidir. Polonya’dan gelişi, gelinen bu Doğu ülkesinde karşılaşılan ayırt edici özellik:
Biliyor musun, kan gördüm ilk günümde!
Taksiye binmiş otele gidiyorduk köprüden,
Mallarımızı taşıyan hamallar takıldı peşimize,
Meğer kendi hamalları varmış otelin,
Bıçaklarla giriştiler hep birden birbirlerine,
Kanlar içinde kaldırıma yığıldı bir tanesi…
Tanrım, hep böyle mi acaba bu ülke?
Ama Polonya’dan neden gelindiği dile getirilmez. Ailenin Polonya’dan neden geldiklerini ancak 2006 yılında yayınlanan TK1980 kitabında yer alan “Çorbacı” şiirindeki son dizesinden anlarız: “Alman ordularından kaçıp gelen Çorbacı’nın” Bu durum Margulies’in şiirinin ayırıcı özelliklerinden birini verir. Politik bir şiir değildir Margulies’in şiiri. Belki Mağrur Olma Padişahım’dan (1994) söz edilebilir. Ama orada da personalar politiktir, işlenen malzeme politik değildir. Dolayısıyla Yahudi yaşamının veya maneviyatının şiiri değildir Margulies’in şiiri. Belki dış-göç sorunsalı politik bir mesele olarak ileri sürülebilir. Dış-göç onun temel temalarından biridir. Bilirim Niye Yanık Öter Ney (1996) neredeyse tamamen bu tema üzerine kurulu şiirlerden oluşur. Ama dış-göç meselesi de Margulies’in şiirinde politik bir sorun olarak ortaya çıkmaz. Göç meselesi Margulies’in şiirinde kendiliğindenliği içinde, olmakta olan hal içinde verilir. Sözgelimi bu kitapta yer alan “Hasan Usta” şiirinin kapanış dizeleri şöyledir:
Adana, İstanbul, Londra filan, işte geldim gidiyorum.
Şu da var ki ama, hodri meydan, geçsin karşıma,
varsa benden iyi baklava yapan.
Burada dış göç, hayat öyle getirdiği içindir sanki. Siyasal bir neden yoktur, nedensiz olarak verilir. Kişilerin neden göçe maruz kaldığı sorunu Margulies’in şiirinde değerli bir sorun değildir. Olağan bir durum olarak betimlenir. Ama insanın doğup büyüdüğü yerde olmamasının, başka bir ülkeye göç ederek orada yaşamasının, yaşama yerini değiştirmesinin insana ne yaptığı Margulies’in ilgilendiği bir sorundur. Bu kitapta yer alan “Hani Nalbantın Yanından Sapınca” şiirindeki şu dizelere bakalım. Bu şiirde şiirin anlatıcı-beni İstanbul’dan Atina’ya göç etmiş bir arkadaşını ziyarete gider. Ve evin küçük balkonunda bir masa kurulur. Şiir bu masayı betimler, konuşmalar ve iç-konuşmalarla birlikte. Girizgâh ve kapanış şöyle:
Ufak bir balkon, Sinopis Caddesi’ne düşebilir her an sanki:
Ahşap evin odalarından biri sığmamış da evin içine
biraz dışarı taşmış; veya kaçarken birden yakalanmış gibi.
Eğreti bir gülücük gibi kalakalmış evin yorgun yüzünde.
(…)
Mükemmel bir sofraya dönüşüyor usulca o küçük masa,
mezeler, balıklar ve nihayet heyecanla beklenen şişe.
Peynir tabağına bakıyor Koço ilk yudumdan sonra,
“Adam gibi beyaz peynir yapamıyor şu Rumlar be!
Yeşilköy’de hani anacaddedeki nalbantın yanından
sapınca yaşlı bir bakkal vardı hemen sağdaki köşede,
bir beyaz peyniri vardı, inanamaz tadına bakmayan!
Ölüp gitmişti zavallı biz ayrılmadan az önce”.
(…)
Hatırlamadan edemedim, Atina’da o küçük balkonda,
Akşam ayrılmadan “Nedendir bilmem ama” demişti,
“Doğup büyüdüğüm yerde daha bir zinde hissederdim kendimi.”
Burada bir yurt, daha doğrusu bir memleket tanımı yapıyor Margulies. Memleket ya da yurt, yaşamı birlikte paylaşmaktan, birlikte paylaşarak yaşamaktan oluşan bir şeydir. Memleket yaşam ortaklığının olanağı ve uzamıdır. Burada temel unsur aynı dili konuşuyor olmaktır. Ama ikinci temel unsur mekânın ortaklığıdır. Mekân tarihselliğin ve medeniyetin taşıyıcısıdır burada. Alışkanlık o tarihselliğe ve medeniyete katılma, dahil olma anlamına gelir. “Koço” en iyi beyaz peynirin nerede olduğunu ezbere bilmektedir: Yeşilköy’de, ana caddedeki nalbantın yanından sapınca, oradaki yaşlı bakkaldadır. Dolayısıyla bir başka ülkeye göç etmek, bir alışkanlıklar toplamından, yeniden inşa edilmesi gerekecek olası alışkanlıklar toplamına göç etmek anlamına gelir. Bu da yeterli değildir: “Adam gibi beyaz peynir yapamıyor şu Rumlar be!”dir. O beyaz peyniri gittiği yerde bulamamaktadır. Altın dize şiirin sonunda dile gelir. O nedenle memleket kendini zinde hissettiğin yerdir ama bu zinde hissediş aşkın ve uhrevi bir nedenden dolayı değildir, oldukça dünyevidir; “beyaz peynirdir” yani. Dolayısıyla memleket ya da yaşam tek millete indirgenen bir şey de olamaz.
Margulies’in dış-göç olgusu üzerinden dile yaklaşımı da ayırıcıdır. Dille ilgili yaygın anlayış dilin bir iletişim aracı olduğunu dile getirir. Bu tanım daha çok dilin işlevinin ötekiyle konuşma ânında ortaya çıkan bir şey olduğuna işaret eder. Margulies’in şiiri tam da bu düzlemde yeni bir ufuk açar. Şu parçalar yine aynı kitapta yer alan “Metrodan Çıktığım An” şiirinden:
İlk geldiğim gün on yedi yaşımda İngiltere’ye
Victoria Metrosu’ndan çıktığımda günışığına,
Batılı bir seyyahın on altıncı yüzyılda
ününü duyduğu İstanbul’u ilk görmesi gibi
görsel ve hissi bir karmaşanın ortasında
bulduğumu anımsar gibiyim kendimi.
(…)
Bir de çıkışım var ertesi sabah yurttan sokağa:
ne dil yabancıydı bana, ne kıyafetler,
ne de kentin ortasında kıvrılıp giden o nehir.
Ama ben yabancısıydım hepsine, ben, Roni,
tek bir bilen yoktu bunca insan arasında beni.
Bilen yoktu doğduğum evi, gittiğim mektebi.
(…)
Zamanla herşey kolaylaştı kuşkusuz ama,
bilmem ki, ne pahasına? Merak ederim bazen,
Kaybettiklerim çok mu kazandıklarımdan acaba?
Şimdilerde artık ne heyecanlandırabilir beni?
Dayanamayacağım bir özlem var mı örneğin?
Hiç yaşamamış olduğum korku kaldı mı?
Çok önemli bir şiirdir bu. Şiirin anlatıcı-beninin İstanbul’da Londra’ya göçünü ve bu göçün neye bedel olduğunu dile getirir ama pişmanlığı değil. Kendiliğindenliğin getirdiği bir göçü dile getirmez şiir; tam tersine istemenin, hayal etmenin, yani öznel tercihin sonucunda yapılan bir hayali gerçekleştirme durumunun şiiridir bu. Burada göç hali bir gelecek arayışı olarak da ortaya çıkmaz; tam tersine, ideal olarak görünene dahil olma hevesinin öznel atılımı olarak belirir. Şiir, şiirde konuşan anlatıcı-benin İngiltere’ye geldiği ilk gündeki heyecanını dile getirerek açılır. Ama daha sonra durum değişir. Bu ülkenin ne diline yabancıdır ne de kıyafetlerine. Kendini, geldiği bu ülkenin kıyafetlerini severek yetiştirmiştir ve dilini bilir. O onları bilmektedir ama onlar onu bilmemektedir.
tek bir bilen yoktu bunca insan arasında beni.
Bilen yoktu doğduğum evi, gittiğim mektebi.
Bu iki dize çok özgün, çok yeni bir memleket, yurt, ülke tanımını dile getirir ya da bu kavramlar üzerinde yeniden düşünmemizi talep eder. Memleket beni tanıyan insanların içinde olma durumudur. Margulies’e göre benim tanınmam demek, benim doğduğum evin, gittiğim okulun, yani hevesimin ve hayallerimin, içinde yaşadığım insanlar tarafından bilinmesi demektir. Bu durumlar bilinir ve sevgi veya nefret gibi duygular ve sözgelimi sizin sağcı veya solcu olduğunuza ilişkin fikirler buradan oluşur. Yabancılara karşı solcu ya da sağcı fikirleri oluşmaz, onları ne severiz ne de nefret ederiz; onları buradaki yaşama ait olmayan olarak görürüz. Yabancının buralı olarak kabul görmesi için çok gayret etmesi beklenir; belki çocukları buralı olarak algılanacaktır. Bedeli ağırdır bu başarının ve bu bedeli bu şiirde şöyle dile getirir Margulies:
Zamanla herşey kolaylaştı kuşkusuz ama,
bilmem ki, ne pahasına? Merak ederim bazen,
Kaybettiklerim çok mu kazandıklarımdan acaba?
Şimdilerde artık ne heyecanlandırabilir beni?
Dayanamayacağım bir özlem var mı örneğin?
Hiç yaşamamış olduğum korku kaldı mı?
Artık ne dayanamayacağı bir özlem ne de yaşamamış olduğu bir korku kalmıştır. İngiltere’ye geldiği ilk günlerdeki beni kaybetmiştir. Bu şiirin kapanış dizeleri bu ruh halini dile getirir:
Neler vermezdim, Tanrım, şimdi
bir kez olsun yeniden yaşamak için
heyecanlı bir maceraya atılır gibi
Victoria Metrosu’ndan ilk çıktığım o ânı!
Burada bir ben değişimi, bir badire sorunu dile getirilir. Ben değişir. İnsan değişik benlerden oluşur. Ben’i değiştiren insanın başına gelen badirelerdir. Bu şiirlerde Margulies’in şiirinin temel problemi, ana teması da ortaya çıkar. Yenilgi sorunu.
5.
Yenilgi, yenilmiş olmak Margulies’in bütün şiirlerinin ortak sorunsalıdır. Yenilgi, yenilmiş olmak neredeyse her kitabında tekrar dönen, kendisini hatırlatan bir sorunsaldır. Margulies yenilgi durumunun ya da yenilmiş olma duygusunun şairidir. Ama bu yenilgi sorunsalı siyasal ya da ideolojik bir sorunsal değildir onun şiirinde. Yenilgi imgesi ya da sorunsalı, Margulies’in şiirinde büyük meseleleri dile getirmez. Margulies’in şiirinde yenilgi durumu varoluşun oluş sürecinde antropolojik ve ontolojik bir mesele olarak ortaya çıkar; insanın doğasının başka insanlarla yüz yüze gelmesinde yaşanan bir durum olarak. İçsel bir sorun da değildir. Bir iki örnek:
Çoktan kaybolmuş bir şeyi
arayan biri gibi
mekik dokuyorum kaç yıldır
Londra’yla İstanbul arasında.
(Londra’ya Dönüş)
Yavaşça, denizin derinliklerinden
volkanik bir ada yükselircesine,
Elsa geliyor yine aklıma.
Nasıl yenilebildim koşullara!
(Mendirek)
Bunlar yenilgi sözcüğünün geçtiği bir iki örnek. Ama Margulies’in şiirlerinin neredeyse tamamı yenilmiş olma durumunu dile getirir. Margulies için yenilgi insanın kendisini aşamaması, tekrara düşmesi, yani kendisini yenileyememesi durumudur. “Yenilenmek” şiirinin girizgâhı şöyledir:
Öyle büyük şeyler değil yitirdiklerimiz aslında.
Bir otobüsten yanlış durakta inmek,
Bir odaya girip de bilinmemek gibi veya
Yine de güç elde kalanla yetinmek.
6.
Margulies’in şiiri için şiirimizin ‘30’lu yıllarındaki bir temanın geri dönüşünün şiiri diyeceğim. Bu tema “küçük insan” temasıdır. Şiirimizde küçük insan sorunsalının ortaya çıktığı sacayağını Ziya Osman Saba-Cahit Sıtkı Tarancı-Cahit Külebi oluşturur. Roni Margulies’in şiiri denebilir ki bu sacayağının şiirimize getirdiği duyarlığın, yenilenmesinin adıdır. Bu yenilenmede küçük insan, olup biten olup biterken, onu anlamayan insan olarak ortaya çıkar. İlk kitabında yer alan “Akşam” şiirinin girizgâhı şöyle:
Yine akşam. Yapılacaklar yapılamadı yine.
Başlanamayanlarla yarım kalanlar
pencerenin hemen dışında elektrik tellerine
konmuş kuşlar gibi sıralanmışlar:
Yapılacakların, yapılması gerekenlerin yapılamamasıdır insanı küçük kılan. O güne ait yapılması gerekenler karşısında yenilmiş olmak. Burada akşam, yenilmenin ortaya çıktığı andır. Margulies’in “Akşam” şiiri her ne kadar Cahit Sıtkı’nın şiirini çağrıştırsa da, Ziya Osman’ın “Oda” şiiriyle birlikte okumak gerekir. Garip de küçük insanın şiiri olarak değerlendirilir. Ama Garip zaten Ziya-Cahit-Külebi üçgeninin dile getirdiği yetişkin insanın yaş olarak yirmi yıl geriye, gençlik haline çekilmiş biçimini temsil eder. Margulies daha çok Attilâ İlhan’dan söz eder; İlhan bu üçlünün temsil ettiği sesin eda’ya dönüşmüş halidir. Bu sesin devamlılığı bakımından, Margulies’in şiirinde Ataol Behramoğlu’nun kimi şiirlerindeki sesiyle İsmail Uyaroğlu’nun sesini de yer yer duyarız. Ziya-Cahit-Külebi’nin sesi şiirimizin asıl seslerinden birini oluşturur. Margulies bu sesi yenilemiş, güncellemiş, bu sesin günümüzdeki temsilcisi olmuştur. ‘60’larda şiirimizin devrimci sesinin kahramana dönüşmesinden sonra kendi rayına geri dönmesidir belki de bu.
7.
Düşünce ve duyguyu ifade eden yargı cümlesiyle değil, betimleme cümlesiyle kuruyordu şiiri Margulies. Şiirin bu biçimi bilindiği gibi çok başarılı değildir ama Margulies başarılı oldu. Buradaki başarı, betimlemenin sürpriz anlarına ya da kaderi belirleyici anlara odaklanmasından gelir. Düşünce yargısını dile getirmez ama ben yine de Margulies’in şiirini düşünce şiiri olarak değerlendireceğim. Yaşanırken “değeri anlaşılmayan” ile sürekli hesaplaşma içinde oluşun şiiri. Onun Larkin’in şiiri için kurduğu cümleden el alarak denebilir ki tipik bir Roni Margulies şiiri, hep kaçırılmış fırsatlarla, yaşanmamış mutluluklarla ve yaşanıp yetersiz bulunmuş deneylerle ilgilidir. Ama Ziya-Cahit-Külebi’nin kurduğu sesin devamı olarak.
Yücel Kayıran
(K24)