(Seçtiklerimiz) Şair Roni Margulies’in ardından…

07.08.2023 - 08:47

Seçimlerin birinci turu yapıldıktan sonraki cumartesi akşamı sevgili dostum Prof. Selim Deringil’i eve yemeğe davet etmiştim. Selim’in sevdiği İtalyan yemeği lazanya pişirmeyi kafaya koymuştum.

Aynı günün sabahı Selim aradı ve “Yahu, bu akşam Roni’yi de getireyim mi?” diye sordu. Ben de “Harika olur” diye cevap verdim. O akşam yedik içtik, bir güzel kaynattık. Roni bir süre önce akciğer kanseri geçirmiş, ameliyat olmuştu. Sigarayı da bırakmıştı. O gece keyfi yerindeydi.

Gecenin sonunda taksi çağırmaya niyet ettik, ama tabii ki duraklarda taksi yoktu. Selim’in evi metro güzergahı üzerindeydi, o metroya yöneldi. Ben de arabamı otoparktan çıkarıp Roni’yi Fulya’daki evine bırakmaya karar verdim.

Bilenler bilir, cuma-cumartesi akşamları İstanbul’da tuhaf bir trafik oluşur. Şehrin varoşlarında gece hayatı olmayan, görece karanlık semtlerde oturan gençler babalarının araçlarını ödünç alarak şehrin merkezindeki parlak ışıklı ve hayat dolu semtlerine doğru akar. Genellikle yeni yetme gençlerin doluştuğu aracın ses sistemi sonuna kadar açılır ve içindekiler ‘cıstak cıstak‘ gürültüsü içinde etrafı hayran hayran seyrederek Beşiktaş-Taksim-Nişantaşı-Şişli-Levent güzergahında birkaç tur atarlar. Bu nedenle gece 24.00-03.00 civarında Boğaz Köprüsü’nün Rumeli tarafında ciddi bir yığılma oluşur.

Milliyetçi-muhafazakâr kesim, ‘yerli ve milli‘ doğrultuda yetiştirdiklerini sandıkları gençlerin parlak ışıkların ve tüketim nesnelerinin peşine takılmalarından hep rahatsız olmuştur. Azgın milliyetçi Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye (1931) romanında Fatihli Faiz beyin kızı Neriman, Harbiyeli alafranga genç Macit ile kırıştırmaktadır. Şehrin parlak ışıkları Neriman’ı da kendine çeker. Sınıf arkadaşı ve ‘yerli ve milli’ tornadan geçmiş kemençeci Şinasi ile Beyoğlu’nda gezinirken, Neriman bir parfümeri dükkanının vitrinine bakmaya başlar. Şinasi’nin yorumu şöyledir: “Bu camekânlar kimbilir kaç Türk kızını baştan çıkardı ve çıkaracak!” Müthiş değil mi?

Aynı kitapta, Neriman, Doğu ve Batı uygarlıklarını karşılaştırırken babasına bir itirafta bulunur: “Şark da böyle miskin, uykucu, lâpacı… Bakın şimdi [Fatih’te] her taraf uyuyor. Bir de şimdi Beyoğlu’na çıkın… Ortalık mahşer gibi… Herkes ayakta, uyanık…” Bu sürekli ayakta olma hâli, uyanıklık, parlak ışıklar ve enerjik tavırlar ‘Ağır ol, molla desinler‘ havasındaki muhafazakâr abilere ters gelir.

Roni ile birlikte trafik sıkışıklığında yol almaya çalışırken, önümüzdeki ‘Doğan görünümlü Şahin‘ tipinde bir aracın arkasında ‘Ya sev ya terk et‘ yazdığını gördüm. “Roni, bak ne yazıyor” dedim. Roni, hemen patladı: “Hadi oradan. Ben, itin kopuğun lafıyla doğduğu memleketi, dostlarını ve yoldaşlarını terk edecek bir değilim. Beğenmiyorlarsa onlar gitsinler!” Ben de “Yahu Roni, çocuklar Schengen vizesi alabilseler gidecekler zaten. Ama vatanımızın ve milletimizin bütünlüğüne kastetmiş Batılı emperyalistler bu genç kardeşlerimize vize vermiyorlar” dedim. Bastık kahkahayı.

Sonra, ikimizin de aklına meşhur gri pasaport yolsuzluğu geldi. ‘Yerli ve milli’ siyasi kadrolar tarafından yönetilen bazı belediyelerde ‘Çevreye Duyarlı Bireyler Yetiştirmek Projesi’ adlı bir proje kapsamında Hannover kentine gitmek için Gri Hizmet Pasaportu çıkaran 43 kişinin tümünün Almanya’ya iltica etmesiyle başlayan skandalı hatırladık. Tekrar gülmeye başladık.

Sonra, alaturka milliyetçiliğin Batı medeniyetiyle kurmuş olduğu aşk-nefret ilişkisi üzerine biraz konuştuk. ‘Yerli ve milli‘ siyasal seçkinlerimizin çocuklarını Saint Joseph Lisesi veya Robert Kolej gibi yabancı okullara veya yurt dışına okumaya gönderirken, fakir aile çocuklarına da imam hatip okullarını münasip gördükleri aklımıza geldi. Roni, Murathan Mungan’ın, “TC’nin resmi dini ikiyüzlülüktür” tespitini hatırlatarak, “Murathan çok haklı” dedi.

Roni’yi evine bırakırken artık kendisinin yemek pişirip bizleri davet etmesinin iyi olacağına karar verdik. Ne yazık ki Roni iki gün sonra hastaneye kaldırıldı ve uzun süre yoğun bakımda kaldıktan sonra kendisini 19 Temmuz'da kaybettik.

Ben Roni’yi yıllar önce Selim’in arkadaşı olarak tanıdım. O dönemde bir sahaflık şirketinde ortak olduğum için antika dünyasıyla yakın ilişkim vardı. Roni ise Londra’da evi olan, ara sıra İstanbul’a gelen ve her geldiğinde ilginç bir şeyler satın almak için eskici ve sahaf gezen bir koleksiyoncuydu. Fulya’daki evinin salonunda o yıllarda toplamış olduğu nefis cam altı resim koleksiyonu olduğunu biliyorum. O günlerde, Londra’da profesyonel resmi çevirmen olarak çalışır, iyi para kazanırdı. East Anglia Üniversitesi’nden iktisat doktorası vardı. Ama hiçbir zaman akademik hayata girmek istemedi.

İlk kez, 2000’de Michigan Üniversite’sinde misafir öğretim üyesi olarak ders verirken internette Roni’nin Gökçeada Rumlarını anlattığı bir şiirini okuyup vurulmuştum:

MUHASARA

Gökçeada’nın terkedilmiş bir Rum köyü

Nüfus kırk sekiz, en genci yetmiş yaşında.

Oturmuş bir kahvede masalar etrafında,

Çay içip tavla oynarlar takır takır,

Herkes buradaymış, her şey aynıymış gibi.

Köşede balkonu çökmüş o büyük ev

Boş değilmiş, yemek pişiyormuş gibi;

Oğullar Atina’da, kızlar Almanya’da,

Avustralya’da değilmiş gibi yeğenler,

Oyun oynuyorlarmış gibi çocuklar meydanda.

Bir balkon daha da çökse, biri daha gitse,

Çay içip tavla oynayacaklar takır takır

Direnecekler. Elden başka ne gelir ki.

Erkekler her an dönebilirmiş gibi tarladan,

Herkes buradaymış, her şey aynıymış gibi.

Bir garip karanlık var ama gözlerinin ardında,

Her an düşebilirmiş gibi tüm savundukları,

Çok uzak değilmiş gibi artık son yenilgi.

Dört bir yanına ulak yollamışlar da dünyanın.

Umutsuzca yıllardır haber bekliyorlar sanki.

Yıllardır gayrimüslim azınlıklar üzerine okuyup yazan bir akademisyen olarak o ‘kuşatılmışlık‘ duygusunu bundan daha iyi anlatan bir şey okuduğumu hatırlamıyorum. O günlerde Michigan’a bir konferans için gelecek Prof. Yeşim Arat’tan Roni’nin şiir kitabını alıp getirmesini rica ettik. Sevgili Yeşim, gelir gelmez Uzaklıklar (2000) isimli kitabı önümüze atarak, “Yahu, bu ne biçim kitap. Bütün yol boyunca bu şiirleri okuyup ağladım. THY hostesleri de bana acıyıp sürekli bir şeyler ikram ettiler” demişti.

Roni’nin şiiri, 1950’lerde İstanbul’da doğan, merhum Ara Güler’in fotoğraflarını çektiği 2 milyondan az nüfuslu İstanbul’da çocukluğunu geçiren, görece düzgün okullarda okuyan, şehrin hâlâ imparatorluk bakiyesi kozmopolit dokusunu koruduğu bir ortamdaki kültürel hassasiyetlerin farkında olan İstanbullu haylaz çocukları can evlerinden vurur. Devrimci sosyalist siyaseti benimsediği için, Roni kendi edebi tavrını “Önce komitacı, sonra şair oldum” diye özetler. Şiir, Yahudilik vesaire (2004) başlıklı kitabında etliye sütlüye karışmayan ve ‘bir şey söylemeyen şiir‘ anlayışını ‘hokkabazlık‘ olarak niteler. Roni’nin şiiri biraz aykırı kalır onların yanında:

VOR

Yaz aylarında Yeşilköy’de

saatlerce basketbol oynardık,

Mişel’le ben, Agop, Ara ve Aret

eski Rum Okulunun bahçesinde.

“Vor dedik” cevabını verirdik

“Vor” diye selam verdiklerinde

ve kahkahalarla karşılıklı gülerdik:

“Göt” demekmiş Ermenice.

Alabildiğine büyüktü Aret’lerin bahçesi

(sonradan üç apartman olacak kadar):

ağaçlardan incir toplar bir ucunda,

bir ucunda top oynardık beş kafadar.

Amerika’ya gittiler Aret’le Ara sonra.

Ben Londra’ya. Agop’tansa haber yok.

Salt Mişel İstanbul’da kalan hala.

Beş bire düşmüş işte yirmi yılda.

Sokaklarında vor denilmiyorsa artık bir kentin,

İstanbul değildir, kentim değildir benim.

Beni yaratan bir başka kenttir.

Onu bilir ben, onu söyler,

onu özlerim.

Roni’nin şair dürbünü yaşanmış her türlü toplumsal olayın üzerinde yoğunlaşır. Başka şairlerimizin dert etmediği konular onun şiir süzgecinden geçer. Örneğin, Doğu Bloku’nun çözülmesinden sonra, İstanbul’un yaşadığı uluslararası göç dalgasını anlatır ve sonunda artık ‘her yerde yabancı‘ olduğumuzu yüzümüze vurur:

AKORDEON

Bir çocuk bindi Kadıköy vapuruna

kocaman, ölü bir deniz kuşu gibi

boynuna asılı bir akordeonla.

Filikalardan birine yaslandı, yakınında

olmak istermiş gibi batarsa vapur.

Ne kimse gördü çocuğu, ne duydu kimse

kendinden büyük akordeonunu, ağır,

çekingen bir tavırla  çalmaya başladığında.

Biliriz, beğeniriz umuduyla en sevilen

Şarkılarını çaldı bilmem kaç ülkenin:

‘Oçi Çorniya’, ‘Oh Suzannah’, bir Viyana

valsi, bir Polonez, Beatles. Çaldıkça

açıldı. Elinin altındaydı tüm dünya.

İşine giden, kendi derdine dalmış

insanlardan dilenen bir çocuk değil artık,

kanatlanmış uçan bir martıydı adeta.

Kimbilir, diye düşündüm, ne zaman gelmiş

doğduğu yemyeşil dağ köyünden Kosova’da.

Ben yeni dönmüştüm doğduğum yere Londra’dan.

İndim vapurdan, dudaklarımda Suzannah.

Hem avucumuzun içi kadar küçük artık dünya,

hem de yabancıyız nereye gitsek aslında.

Roni’nin Uzaklıklar kitabını okuduktan sonra mail adresini bulup kendisine bir kutlama mesajı yazmıştım. Bir süre sonra ondan çok sıcak bir cevap aldım. Ayrıca, daha sonra çıkacak Saat Farkı isimli kitabında yer almasını istediği 19 şiirini bir dosya halinde yollamıştı. Çok duygulandım, teşekkür ettim ve yazışmalarımız bir süre daha devam etti. Roni, neden şiir yazdığını 13 Kasım 2000 tarihli mesajında şöyle anlatıyordu:

Şiir yazmanın iki yararı var. Biri, bir şiiri yazıp bitirip iyi olduğunu düşününce insanın duyduğu eşsiz zevk; ikincisi, normal koşullarda temas halinde bulunmadığın bir kişiye dokunmuş olduğunu öğrenmenin verdiği daha da eşsiz zevk.

Evet, Roni eskilerin deyimiyle gönül tellerimize dokunan şiirler yazdı. Roni’nin şiiri, laf kalabalığından uzak ‘yerli, sahici ve sahih‘ bir şiirdi. Roni, asla ‘milli‘ olmak istemedi. 1997’de yazdığı bir yazıda, “Benim daha şimdiden vatanım, dinim, etnik kimliğim yok. Ben Roni’yim, dostlarım var, yoldaşlarım var. Bunlar bana yetiyor. Başkaca kimliğe ihtiyacım yok” demişti. Ölümünden sonra, yakınları daha yayımlanmamış birkaç şiirini yolladılar. Hepsini okudum, ama aşağıdaki şiir bambaşka:

SON SİGARA

Bu sokaklar, köşebaşları,

karakol, kaldırım taşları,

kapı ağızları, dörtyollar,

doğup büyüdüğüm mahallenin

bitki örtüsü gibidir bunlar;

nişan taşları gibi gençliğimin.

Baktığımda şu binalara,

bilirim şimdi, hangisinde

hangi çocukluk arkadaşım,

hangisinde dedelerim yaşardı.

O tasasız, heyecanlı günlerde,

bir insan oluştu benden habersiz,

anılarım, belleğim, kim olduğum.

Ve sonra her köşe yıllarca bana

çocukluğumu hatırlattı.

Dün bakkalın önünden geçerken,

farklıydı ama artık aklıma gelen:

“Son sigaramı yakmak için

kibrit almıştım bu adamdan,

hastaneye giderken.”

Bu yazıyı yazdıktan sonra bir an durup Roni’nin şu anda olması gerektiği yeri düşündüm. Roni, bir yazısında çocukluk arkadaşı Hulusi’nin erken ölümünden bahsederken, “Onu keşif kolu olarak dünya ötesi meyhanelere yolcu ettik” diye anlatır.

2006, Orhan Pamuk’un Nobel ödülünü aldığı yıldır. O sene TÜYAP Kitap Fuarı’na gidenler, ‘ulusalcı’ ideolojiye sahip fuar yönetiminin adeta ‘ölü taklidi‘ yapmakta olduğunu gözlemlemişlerdir. Orhan Pamuk’a verilen Nobel ödülü, aslında Türk diline verilmiş bir ödüldür. Ama kitap fuarı yönetimi bunu kabul etmek istemez, Nobel’i görmez. Fuarda, Orhan Pamuk’un posteri sadece kitaplarını yayımlayan İletişim Yayınları standında bulunmaktadır.

O günlerde Çetin Altan nefis bir yazı yazar. Rahmetli Çetin bey, Pamuk’un gördüğü muamelenin farkındadır:

Romanları şimdiye dek 45 dile çevrilmiş olan Orhan Pamuk’u, kendi ülkesinde anadili Türkçe olanlardan, daha çok benimseyenler çıkacak tüm dünyada neredeyse… “(13 Ekim 2006, Milliyet)

Çetin Altan, aynı yazıda Türkçenin büyük üstatlarının Pamuk’un ödülüne sevinmiş olacaklarını anlatır:

Türkiye’den de, insanlığın ortak deha bahçelerine, açtıkları özel çiçeklerle layık değerde, yaratıcı kalemler geçti; Nâzım Hikmet’ler geçti, Sabahattin Ali’ler geçti, Kemal Tahir’ler geçti, Orhan Kemal’ler geçti, Rıfat Ilgaz’lar geçti, Peyami Sefa’lar geçti, Haldun Taner’ler geçti, Sait Faik’ler geçti… Öylesine renkli bir büyük buket içinde Yahya Kemal de vardı, Necip Fazıl da vardı, Kerim Korcan da vardı, Abbas Sayar da vardı, Fakir Baykurt da vardı… Kimler kimler yoktu ki; Refik Halit’ler, Yakup Kadri’ler, Memduh Şevket’ler, Reşat Nuri’ler… Orhan Pamuk’un 2006 Nobel Edebiyat Ödülü’ne, hepsi galaksilerden el çırpıyor olmalı…

Çetin Altan’ın yazısını tekrar okuduktan sonra, ‘dünya ötesi meyhaneleri’ keşfetmek üzere yola çıkmış Hulusi’nin, Çetin beyin saydığı isimlerin takıldıkları ve her akşam masa donattıkları meyhaneyi bulmuş olabileceğini ummak istiyorum. Oralara yeni intikal eden sevgili Roni’yi de masanın ucuna, Çetin beyin yamacına ilişmiş ve yüzünde her zamanki çarpık gülümsemesiyle büyüklerin muhabbetine karışmak için fırsat kollayan haylaz bir çocuk olarak hayal ediyorum. Benimki de böyle bir hayal işte…

Ayhan Aktar

(Diken)



Bültene kayıt ol