Alper Görmüş, Roni Margulies’le ilgili çok değerli bir anma/ uğurlama yazısı yayımladı. Yazıda Alper Görmüş’ü çok az, ama şairin kendisini daha fazla okuyoruz; en çok, Görmüş’e gönderdiği en son şiirleri. Nefis şiirler bence bunlar, bir tür Cemal Süreya’nın “Üstü kalsın”ı değerinde ve çok sayıda. On kadar. Aynı zamanda, Margulies’in bütün şiirleri açısından aydınlatıcı.
Son haddindeki bir açıklık, kesinlik ve isabet ihtiyacı, Roni Margulies’in siyasi hayatı kadar şiirdeki tavrından da okunan temel bir özellik. Bu ihtiyacın siyasi alandaki gerçekleşme tarzına keskinliği de eklemek gerekir, Troçkist bir ana yol üzerinde, pratikteki kişisel tutumlarında çelişkiler, bazen de şaşırtıcı falsolarla. Bu fasla girmeyeceğim, kimin hayatı falsosuzdur ki? Şairin poetik serüvenine bakmak istiyorum bu yazıda, olabildiğince.
Sözünü ettiğim ihtiyacın, açıklık, kesinlik ve isabet ihtiyacının, şiir alanındaki gerçekleşme tarzını esas olarak, yer yer zayıflasa da gitgide daha eşsiz ve tutarlı bir bütünlük içinde, hikemî içerikli anlatı-şiir oluşturuyor. Poetika yazıları açısından ise mesele daha karmaşık.
Demek yakında otuz yıl olacak, 1994 yılında Sombahar şiir dergisine “Attilâ İlhan ve bizim kuşak” başlıklı, tuzlu biberli bir yazı yollamıştı. İlk iki ya da üç şiir kitabını yayımlamış bir şairdi o sıralar kendisi. Yazı hayli kışkırtıcıydı. Attilâ İlhan’ın bir yazısından yola çıkarak, 1980 Kuşağı’nın şiirinde yaygın sayılan ve genellikle “kapalı, anlaşılmaz” diye betimlenen özelliğine veryansın ediyordu: “günümüz Türk şairinin anlam ve çağrışım yükünün sıfır olması” vb. Kesinleyici ve keskindi. Düşünüyorum da, Orhan Koçak’ın idealindeki “geçimsiz”liğe en yakın şairlerden biriydi Roni Margulies o sıralar. Sombahar’a yazarak polemik yaratan iki şair vardı: Roni Margulies ve Yücel Kayıran. İkisi de boş konuşmuyor, başka boşluklar karşısında huysuzlanıyor, ama retlerinde fazla genel, fazla toptancı davranıyorlardı, işi şiirin bazı olanaklarını reddetmeye vardıracak kadar.
Roni Margulies, ilki 2000 yılında Uzaklıklar adıyla, ikincisi 2014’te Telgrafçiçeği adıyla olmak üzere derlediği “toplu şiirler”ini her seferinde aynı “Önsöz”le yayımladı. O önsözde, genel olarak kötü şiirin ‘sahte duygular, boş sözler ve kof sesler’ diye özetlenebilecek özelliklerini, “Divan şiirinin, İkinci Yeni’nin ve günümüz şiirinin tanımlayıcı özellikleri arasında” sayıyordu. Diyeceğim, poetikasında yıllar içinde bir devamlılık görülüyor. Gerçi, başta Edip Cansever olmak üzere, Turgut Uyar ve Ece Ayhan’ı, yani İkinci Yeni’nin atlılarını arada bir büyük şair bağlamında anmaktan geri durmadığını da hatırlıyorum! Belki Sombahar’a yolladığı yazıda kuşağını anlamsız ilan ederken “kral çıplak!” diye bağıran çocuk gibi hissetmiştir kendini. Ama daha büyük bir olasılık şu: Şiirde “sahicilik” ilkesini durmaksızın yinelemiş olması, bunu “açık anlatım”la ilişkilendirerek açık olmayan anlatımları “sahte” sözcüğüyle bir hamlede dışlaması belki de bu “açık / kapalı” kavram çiftinin çok fazla abartıya ve yüke maruz bırakılmasıyla doğan bir “yanlış bilinç” probleminden kaynaklanmıştır. Çok iyi hatırlamıyorum ama, beni Sombahar dergisi için Jean-Yves Masson’un “Anlatı şiirine ilişkin, yitirilmiş hak üzerine” başlıklı yazısını çevirmeye yönelten de bu problem olabilir.
Öyle görünüyor ki “sahte”ye karşı “sahici” olanı, “boş sözler”e karşı “anlam” taşıyanı ve “kof sesler” yerine gerçek sesleri savunması Margulies’in kendi şiirinde çoğu durumda karşılığını bulmuştur. 1991 yılında çıkan ilk kitabı Her Rind Bilir’in ve 1992’de çıkan Gün Ortasında’nın Yahya Kemal’e selama durmuş olması, seçtiği yolun göstergesi gibidir. Bu selama durmayı “el almak” gibi değil, kuşaktaşlarından farklı olarak şiirde uzlaşımsal (“anlamlı”, “anlaşılır”) dilde yazan kulvarın seçildiğine ilişkin bir gösterge saymak yerinde olur. İçerik açısından buna bir de hayatın ve her şeyin geçiciliği duygusu –her zaman altta yatan ve hep doğrulanan! duygu– eklenebilir. Roni Margulies, Yahya Kemal’le başlayıp Nâzım, Orhan Veli, Attilâ İlhan diye devam eden o dilde yoldan çıkmamış ve kendisini anlatı şiirinin en özgün şairlerinden biri kılan şiirler yazmıştır.
Orhan Kahyaoğlu, Roni Margulies’in Ornitoloji adlı kitabının çıktığı 2017 yılında o kitap vesilesiyle Margulies’in tüm şiir kitaplarını gözden geçirdiği uzun ve önemli bir yazı yazmış, yazısında “öykülemecilik” ve “anlatımcılık” terimlerine başvurmuştu. Onun bu değerlendirmesine ilişkin bir iki notum var.
Sanıyorum Kahyaoğlu “öykü-şiir” terimini “anlatı-şiir” anlamında, “anlatımcılık” terimini ise İngilizcedeki “expressionism” karşılığı olarak kullanıyor. Genel kullanım açısından burada bir sorun yok, epey yaygın da bir tutum. Ancak Roni Margulies’in şiiri bağlamında “öykü-şiir” terimi ile “anlatı-şiir” terimi arasında bir fark gözetmek anlama çabamızda daha yararlı olabilir: Bu şiirlerden bazıları “öykü” sözcüğünün çağrışımlarını (“olayın bütününü”) neredeyse tamamen karşılarken, bazıları aslında Kahyaoğlu’nun da “öyküleme” diyerek yorumunu daha teknik bir düzeye çekmesini haklı kılar biçimde, “anlatı-şiir” kavramının geniş kapsamına ihtiyaç göstermektedir.
Öykü-şiir kavramına sahne-şiir kavramını eklemek istiyorum bir de. Margulies, anlatısını bir tür sahne gibi kesit olarak, somut ayrıntıları iktisadi bir isabetle yazılmış betimlemeler halinde sunduğundan ve kısa, kesin dramatik kurgulara yer verebildiğinden, tiyatro bağlantısına ihtiyaç gösteriyor. “Persona” terimini en açık biçimiyle çağıran Mağrur Olma Padişahım adlı kitap için özellikle geçerli bir kavram, sahne-şiir. Personalara Margulies’in başka şiirlerinde de rastlayabiliyoruz.
Zengin bir edebiyata dair kısa ipuçları sunmaktan öteye gidemeyen bu yazıyı Margulies’in 2002 yılında çıkan Saat Farkı adlı kitabından, aynı adlı şiirle bitireyim:
Saat Farkı
Yıllar var ki, ne zaman bir sevdiğim gelse aklıma, saatleri hesaplıyorum hemen ardından ve her seferinde düşünmem gerekiyor baştan:
Oradan bu yana geldiğine göre güneş, gelirken geride bıraktığı yerde vakit geç olmalı, kararmış olmalı hava çoktan. Uyumuşlardır, arayamam artık kimseyi.
Diyebilsem ki oysa: “Yağmur yağıyor.
Sapsarı bir ışık yansıyor kaldırımlardan. Yaşlı bir kadın geçti az önce sokaktan, az kalsın uçuyordu elinden şemsiyesi.”
Çok değil, iki saatlik bir fark.
Kırılıyor ama işte zaman ve ilişkiler ve yaşam.
Uçup gitmesi gibi bir şemsiyenin.
Necmiye Alpay
(K24)