Roni Margulies, öykü kitabı Ya Seyahat!’in (1) girişine koyduğu “Bir Tür Önsöz”de, kendisine sıklıkla neden düzyazı ve denemelerinden azim ve iyimserlik, şiirlerindense karamsarlık, hüzün, mutsuzluk yansıdığının sorulduğunu, ama kendisinin de bu soruya bir cevap veremediğini itiraf etmişti. Aklına gelen birkaç olası cevabın da kendisini tatmin etmediğini vurguladıktan sonra şunları söyleyerek bitirmişti önsözü.
Elinizdeki öykülere gelince, siz bunları düzyazı olarak düşüneceksiniz, okurken. Bense yazarken düzyazı değil, vezinsiz, kafiyesiz, şiir yazdığımı düşündüm. Dizelere bölünmemiş şiir yazdığım hissi vardı hep içinde.
Ne diyebilirim ki?
Beni Türk psikiyatristlerine teslim ediniz. (s. 13)
Öykünün ders kitaplarında bir düzyazı türü olarak sınıflandırılmasına rağmen şiire daha yakın olduğu her yerde söylenir. Benzer biçimde, onun şiirleri hakkında söz söyleyen, yazı yazanlar da şiirlerindeki “hikâye”den söz etmişlerdir. Orhan Kahyaoğlu mesela K24’te yayımlanan ayrıntılı incelemesinde (2) “hikâye anlatan şiir” demişti. Öyküyle şiir arasındaki bağın Roni’nin bu iki türdeki eserlerinde kaçınılmaz olduğunu düşünebiliriz.(3) Nitekim, iyimserlik-karamsarlık terazisine vurduğumuzda Ya Seyahat!’teki öykülerden de, şiirlerinde olduğu gibi, karamsarlık ve hüzün yansıdığı hemen fark edilecektir. (Böyle olmakla beraber, öykülerinde –metnin karamsar, kederli tonunu pek seyreltmese de– satır aralarından parıldayan ironi çok daha belirgindir.) Öyküleri kaleme alırken “vezinsiz, kafiyesiz” şiir yazdığını hissetmesinin bir nedeni de bence şu: Onu öykü yazmaya sevk eden “ilham”ın, şiir yazmaya sevk edenle aynı ya da yakın şeyler olduğunu zannediyorum. Ya Seyahat!’in başındaki “Bir Tür Önsöz”de “ilham” bahsine de değinmişti Roni.
[Şiirlerimi] niye nasıl yazdığımı biliyorum. “İlhamla hiç alakası yok!” demeyeyim ama “ilham” denen şeyi kimse açıklayamadığına, açıklayamayacağına göre, benim için önemli olan ilham değil, o gelirse geliyor, ama sonra ben şiiri ince ince düşünüyor, planlıyor, tasarlıyor ve yazıyorum. Demek ki, yazdığım şiirden karamsarlık, hüzün, mutsuzluk yansıyorsa, niye yansıdığını biliyor olmam gerek.
Ama bilmiyorum. (s. 11)
Ya Seyahat!’i yeniden okurken (4) ne olduğu açıklanamamakla birlikte, “gelirse gelen” ilhamın nasıl bir şey olduğuna ilişkin bazı cevapların –elbette Roni’nin şiir ve öyküleri bağlamında– onun öykülerinden çıkarılabileceğini düşündüm. Şöyle bir sonuca vardım: Şiirlerinde ve öykülerinde cevap vermek gibi derdi yok çünkü Roni’nin, oysa öykü dışındaki düzyazılarında her zaman cevapların peşinde olmuştur, ya da yanlış verilmiş birçok cevabın neden yanlış, manipülatif ya da akılsızlıklarla dolu olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Muhakemesini az çok tamamladığı meselelerde vardığı sonuçları paylaşmayı istemiştir. Oysa şiir ve öykü onun için bitip tükenmiş bir muhakemenin semerelerinin insanların önüne çıkarılacağı bir alan değildir, hatta muhakeme çok zaman başlamamıştır bile, henüz bir his, bir duyumdur söz konusu olan. Sezdiklerinin, duyumsadıklarının büsbütün dile gelmez bir şeyler olmadığını biliyordur, ama düzyazılarındaki gibi mantıkla, muhakemeyle açıklanabilecek şeyler olmadığı da açıktır. Bununla beraber anlatmaya çalışmanın büsbütün beyhude olduğunu da düşünmez, ya da hiç değilse bir sonuca varmayacağını bir kez daha anlamanın nasıl bir şey olduğunu anlatmanın. Burası spekülatif olacak, ama her seferinde belki bu kez cevaplayabilirim umudunu, iyimserliğini koruduğunu zannediyorum. En azından, soruyu farklı biçimde sorma imkânını elden bırakmak istemediğini. Kim bilir, belki de duyumsananları korumanın bir yolu da olabilir bu; yahut her şey yiter, uzaklaşır ya da tanınmayacak hale gelircesine değişirken o duygunun ya da benzerinin (çoğu zaman tam da bir şeylerin yitmesi, uzaklaşması, geri gelmeyeceğinin kim bilir kaçıncı kez anlaşılması hakkındadır) her seferinde azalmadan eksilmeden çarpıyor olmasının edebi bir form altında kutlanması da…
Ya Seyahat!’teki öykülerin bazısını Roni’nin kendi hayatından, anılarından yola çıkarak yazdığını düşünmek mümkün. Babasının, bazı arkadaşlarının isimlerini değiştirmeye gerek duymamış, böyle anlaşılmasından çekinmemiş. Bazı öykülerdeyse olaylar saçmayla gerçekliğin sınırında geçiyor, hatta denebilir ki sınırın daha ziyade saçma tarafında. Bu ikinci türdeki öyküleri okurken bazı soruların akla takılması kaçınılmaz: tuhaflıkların neden yaşandığı, ufak ya da büyük gizemli bir halin öykü sona ermeden çözülüp çözülmeyeceği, öyküdeki gibi tuhaflıkların mümkün olup olmadığı gibi. Beri yandan ilk gruptaki öykülerinde de saklı tuhaflıklar (ve cevapsız kalmaya mahkûm sorular) yok değil.
Roni Margulies.
Fotoğraf: Behçet Çelik
“Babam Amerika’da” öyküsünde mesela babasının kimi tercihlerini neden yaptığı, olayların gidişatının varmasının umulabileceği yere neden varmadığı sorusunun cevapsızlığını anlatıyor. Bu öyküde Martin Amis’in anılarını okuduğundan söz eder anlatıcı. Aslında onun romanlarını çok da sevmiyordur ama babası Kingsley Amis’i çok seviyordur, baba Amis’le ilgili bir şeyler öğrenmek isteğiyle kitabı eline almıştır. Oğul Amis’in kitabından şu cümleyi aktarıyor sonra da.
Hayatın sorunu (diye düşünecektir romancı) şekilsizliği, o saçma akışkanlığı. Baksanıza: olay örgüsü yetersiz, büyük ölçüde temadan yoksun, hissi ve inanılmayacak kadar önemsiz… Romancı ise paralellikler gözlemlemenin, ilişkiler, bağlantılar yakalamanın müptelasıdır. (s. 41)
Şair ve öykücü, romancının aksine, paralellikler gözlemlemenin, ilişkiler, bağlantılar yakalamanın müptelası değil sanırım. Bunları elbette o da arıyor, soruyor, ama illa bir yerlere, bir sonuca bağlamanın peşinde değil. “O saçma akışkanlığı” duymak ve duyurmak daha önemli. “Ya Seyahat!” öyküsünde anlatıcının lise arkadaşı Şahin öğrencilik yıllarında gezmekten, seyahate çıkmaktan çekinirken neden sonra “uzak ve anlamsız yerlere gitmeyi” seven birine dönüşüyor. Bu arada anlatıcı da gençlik yıllarındaki seyahat düşkünlüğünü yitirmiştir.
Ama gara girdiğim anda bir şey oldu. Ne olduğunu hâlâ tam olarak çözebilmiş, anlayabilmiş değilim. Dolmuş kuyruklarının, kaldırımda bavul indirip bindiren yolcuların, bin bir çeşit seyyar satıcının arasından sıyrılıp o büyük, soğuk, uğultulu boşluğa adımımı attığım anda dondum. Öylece kalakaldım. Yıldızlar kadar uzak kubbenin tavanına baktım, gişelerin önünde itişen, telaşla bir perondan öbürüne koşuşan kalabalığa baktım. Ve hiç düşünemeden döndüm, sokağa çıktım, içimde var gücümle koşma isteği yükseliyordu, koşmadım, yavaş yavaş köprüye doğru yürüdüm. (s. 25)
O anda ne olduğunun cevabı yok mu sahiden? O anda anlatıcının neler duyumsadığını sahiden hiç mi bilmiyoruz, bilemeyecek miyiz? Peki, “o büyük, soğuk, uğultulu boşluğa” adım atmak neleri değiştirdi anlatıcının iç dünyasının derinlerinde? Evet, bu sorunun da cevabı yok, bununla beraber öykücü cevapları sayıp dökmese de bizi “o büyük, soğuk, uğultulu boşluğa” alıp götürüyor. Hayattaki (ve/veya anlatıcının iç dünyasındaki) “saçma akışkanlığı” bize duyuruyor. Roni’nin şiirlerinde de çok kez buna benzer uğultulu boşluklarda duymaz mıyız kendimizi?
İsim benzerliği olmadığını zannediyorum, “Paralellikler” öyküsü, “Fikret’in ölümüne anlam verebildiğim gün, bağlantılarını, paralelliklerini kurabildiğim gün uzun uzun anlatacağım babasını Barış’a,” cümlesiyle sona erer. 2006’da yayımlanan TK 1980’de yer alan ve Fikret Sılay’a adanmış olan “Düello” şiirinin sonu da şöyledir.
Duyar gibiyim yanında olsam
fısıldayacaklarını kulağıma:
Anlamı her neyse
Yaşam boyu yaptıklarımızın,
o kadar anlamlı olacak
aşağı yukarı, giderayak, ölüm de.
(Telgrafçiçeği (5), s. 233)
Ya Seyahat’teki bazı öykülerde tuhaf, saçma durumlarla, olaylarla ilerliyor anlatılanlar, dedim ama öbürlerinde yok mu sanki? Hangisi daha saçma, kim bilebilir? “Doğumgünü” öyküsündeki gibi sabah yeni uyanmış bir insanın alnında silinmeyecek, çıkarılamayacak şekilde birtakım mesajlar yazılı olması mı, yoksa “Gam” ya da “Paralellikler” öykülerindeki gibi bir arkadaşın ölüvermesi mi?
Behçet Çelik
NOTLAR:
[1] Roni Margulies, Ya Seyahat!, Notos Kitap, 2011, 77 s.
[2] Orhan Kahyaoğlu, “Ornitoloji kitabıyla Roni Margulies’in şiirine bakmak” Ornitoloji kitabıyla Roni Margulies'in şiirine bakmak – K24 (k24kitap.org)
[3] Şiir-öykü yakınlığını altını çizmeyi amaçladığımız birkaç denememiz olmuştu Roni’yle. Onun üç şiirine üç öykü yazdım vaktiyle, bunları dergilerde yan yana yayımladık. Niyetimiz bir kitap hacmine gelene kadar sürdürmekti, o da benim öykülerimden yola çıkarak şiirler yazacaktı. (Bir tane yazdı ama bana gönderirken “Bu şiire ikna olmadım,” demişti, onu yayımlamadık.) Sürdürmedik, sürdüremedik, sonra kendi kitaplarımıza aldık bu şiirlerle öyküleri. Ama ikimizin de çok hoşuna gitmişti bu denemeler, heyecan vericiydi.
[4] Ya Seyahat!’in yeni yayımlandığı sıralarda kitap hakkında bir yazı yazmıştım, ancak o zaman bu bağlantılar aklıma gelmemişti. Yazı şuradan okunabilir: Anlamlı Paralelliklerin İzinde – Roni Margulies | Behçet Çelik'ten Kitap Yazıları (wordpress.com)
[5] Roni Margulies, Telgrafçiçeği/ Toplu Şiirler (1985-2010), Everest Yayınları, 2014, 311 s.
(K24)