Nina Simone'un radikal duruşu

18.05.2023 - 10:51

“Erkekler ya da kıyafetler hakkında konuşmazdık hiç. Her daim Marx, Lenin ve devrimdi meselemiz.”

– Nina Simone

Simone'un modayı değil 'Marx, Lenin ve devrimi' tartışmakla ilgili bu sözleri onun sivil haklar aktivisti ve bir müzisyen olarak öne çıkan hikayesinin ötesine uzanan siyasi yaşamı hakkında bir fikir edinmemizi sağlıyor. İki siyah kadın arasında geçen, ürettikleri eserler ve bu eserlerin toplumlarını nasıl özgürleştireceği hakkındaki bu ‘kadınca sohbetlerin' diğer öznesi ise dostu ve oyun yazarı Lorraine Hansberry idi.

Hansberry'nin henüz 34 yaşındayken trajik bir şekilde pankreas kanserine yenik düşmesinin ardından Simone, dostu için, onun otobiyografik oyunu “Young, Gifted and Black”e [Genç, Yetenekli ve Siyah] atıfta bulunan bir şarkı besteledi. Onların dostluğu ve yoldaşlığı, politize olmuş siyah kadınlar arasında geçen koyu sohbetlerin ilham verme gücüne dair harika bir örnek sunar. Bu sohbetler erkeklerin dik bakışlarından ve beyazlardan uzakta gerçekleşiyordu; siyah kadınların siyasi görüşlerini ya marjinalleştiren ya da hafifseyen kitlesel harekete yeniden giriş yapmaya hazırlanırken soluklandıkları bir tür enerji birikimi alanlarıydı bunlar.

Nina Simone'un ‘hafifsendiğini’ söylemek saçma olur. Nitekim, yirminci yüzyılın en ünlü müzisyenlerinden biridir. Siyasi içerikli şarkıları üzerine bir makale, biyografi ya da analiz daha kaleme almaya gerek yok. Lakin, Simone'un siyasi yaşamının bizlere kimler tarafından ve nasıl anlatıldığına; bu anlatıya neleri dahil etmeyi seçtiklerine ve hangi kısımlarını ‘hafifsediklerine’ bakabiliriz.

Simone'dan sıklıkla bir sivil haklar aktivisti olarak bahsedilir ve öyleydi de. Ancak zamanın sivil haklar hareketi, özgürleşmenin nasıl olacağına dair pek çok farklı siyasi görüş barındırıyordu. Örneğin, NAACP (Siyahların Gelişmesi İçin Ulusal Birlik) gibi bazı örgütler yalnızca Afro-Amerikalı orta sınıfa faydalı olabileceği için eleştirilen liberal reformlar talep ediyordu. Milliyetçi siyahlar ise ekonomik bağımsızlıklarını arıyor ve ırkçı beyaz Amerika'dan ayrılacak yeni bir Siyah devleti kurmayı istiyorlardı ama bu yeni devletin kapitalizmin siyahı olmanın ötesine geçip geçemeyeceği de belirsizliğini korumaktaydı. Haliyle, tüm sivil haklar aktivistlerinin dostlarıyla bir araya geldiklerinde Marx’tan ya da Lenin'den bahsettikleri söylenemezdi.

Sesini müziği ve performansıyla duyurmayı seçen, bunu nasıl yapacağını çok iyi bilen müthiş derecede zeki, yetenekli ve harikulade bir kadın söz konusu olduğunda, bunun öylesine edilmiş bir söz değil gerçek bir niyet beyanı olduğunu anlıyoruz. Simone bize bir komünist, bir yoldaş ve bir devrimci olduğunu fısıldıyordu.

Tıpkı beyaz komünist folk müzisyeni Phil Ochs'un “Love Me I'm a Liberal” [Sev Beni, Ne de Olsa Bir Liberalim] adlı şarkısında nüktedan bir tarzda dile getirdiği gibi, sol politik fikirlerle öne çıkan kimi siyah kadın sanatçılar ve bilhassa da müzisyenler, beyaz dinleyicilerinin konforlu alanına sirayet edebilecekleri daha az radikal ve daha tehlikesiz bir biçime dönüştürülmek zorunda kalıyorlardı. Liberal beyazlar da sivil haklar mitinglerine gidebilir, diyordu Ochs, “ama onlara devrimden bahsetmeyin, bu biraz aşırıya kaçmak olur”.

Lakin, Simone o duvarı da aşmak istedi. Eylül 1963'te beyazların üstünlüğünü savunanlar tarafından gerçekleştirilen, yaşları 11 ila 14 arasında değişen dört siyah genç kadının katledildiği terör saldırısına (16. Cadde’deki Baptist Kilisesinin bombalanması) cevaben yazdığı “Mississippi Goddam”de [Mississippi Bedduası] şöyle söylüyordu:

‘Bunun komünistlerin kumpası olduğunu ima etmeye çalışıyorlar

Oysa tek derdim eşitliktir

Kız kardeşim, erkek kardeşim için, halkım için, kendim için’

Bu satırlar, eşitlikten bahsetmenin komünizmle ve 'Amerikan karşıtlığı' ile bir tutulduğu McCarthyci 'kızıl tehlikeye’ verilmiş bir yanıt olarak okunabilir. Diğer yandan, Hansberry ile yaptığı ‘kadın kadına sohbetler' ve James Baldwin, Stokely Carmicheal ya da Langston Hughes gibi sosyalist aktivistlerin de yer aldığı arkadaş çevresinin politik tutumları ışığında okunursa, siyasi bir açıklama niteliğinde olduğu da anlaşılabilir. Simone solda yürüyordu, çünkü bunu eşitliğe uzanan yegane yol olarak görüyordu: ırkçı devlet aygıtını teskin etmeye yönelik 'ihtiyatlı olalım’ reformları bir seçenek dahi olamazdı.

Sözleri Langston Hughes'un Simone için yazdığı bir şiirden gelen “Backlash Blues” [Beyaz Tepkimeye Blues] adlı şarkısındaysa enternasyonal sosyalizmin dışavurumunu görürüz:

‘Gel gör ki büyüktür dünya

Büyük, muhteşem ve yuvarlak

Ve benim gibileriyle doludur

Siyah, sarı, soluk ya da kahve.’

Hughes'un kaleme aldığı son eserlerinden biri olan şiirde Vietnam gerçeğinden ve bu emperyalist savaşa gönderilmiş Afro-Amerikalı erkeklerin 'kendi evlerinde' ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmelerinden bahsediliyor. Simone dinleyiciye, kendisinin ve 'Bay Backlash'in [Bay Beyaz Tepkisi] birçok enkarnasyonu tarafından ezilen tüm ırksallaştırılmış grupların aslında küresel çoğunluk durumunda olduklarını söyler – ve aynı zamanda, Kara Panterler gibi bazı örgütlerin Amerikan emperyalizminin etkilerinden mustarip bir dünyanın dört bir yanındaki ezilenlerle enternasyonal bir birlik kurmaya çalıştıkları o siyasi süreci de yansıtır.

Hiç şüphe yok ki siyah ABD solunun siyasi tarihi, Simone'un çalışmalarının bağlamsallaştırılması adına büyük önem taşır, ancak ben tekrar Simone ve Hansberry arasında geçen o sohbetlere dönmek istiyorum. Simone dinleyen siyah bir kadın, bir sosyalist, feminist ve müzisyen olarak benim duyduğum, radikal solcu siyah kadınlar arasında geçen bu çok özel ve samimi sohbetlerin kendisini müziğinde de gösterdiğidir. Örneğin, 'Four Women'a [Dört Kadın] bakalım. Feminist marşlarından biri olarak kabul edilmiş bu şarkı, siyah kadınların kendilerine dayatılan sınıfsal roller ve toplumsal cinsiyet rolleriyle kısıtlandıkları basmakalıp kadınlığı anlatıyor: anne, talihsiz melez, seks işçisi ve öfkeli siyah kadın.

Kanımca bu şarkı, köleliğin ve onun mirasının günümüz siyah kadını üzerindeki etkilerinin sıradan bir analizi olmanın çok ötesindedir. Çünkü Hansberry ve Simone'un hem kendi hayatları hem de diğer siyah kadınların hayatları hakkında konuşurken ırk, toplumsal cinsiyet ve sınıfı kapsayan Marksist analize başvurduklarını anlıyorum; kapitalizmin ve ırkçılığın el ele verip şarkıdaki kadınların (Sarah Teyze, Saffronia, Tatlı Şey ve Fıstık) hayatlarını, yani kendilerini sürekli mücadele etmek, hayatta kalmak ve direnmek zorunda bulan tüm siyah kadınların hayatlarını bu kalıplara nasıl soktuğundan bahsediyorlardı.

Simone, müziğini dinleme zevki geliştirebilmiş herkese özgürlük, eşitlik, adalet ve kurtuluş mesajı getiren başyapıtların mahir yaratıcısıydı. Onu bir sivil haklar aktivisti olarak sunmak da hatalı bir yaklaşım olur, çünkü Simone bir devrimciydi. Marx ve Lenin'in eserlerini okumuş, bu devrimci pratiği bugün de yankılanmaya devam edecek müziğine taşımayı başarmış olağanüstü bir kadındı.

Chardine Taylor-Stone

Çeviri: Tuna Emren

(Sosyalist İşçi)



Bültene kayıt ol