Şenol Karakaş, Roni’nin hastanedeki en mutlu gününü yazdı: Roni’den sonra…

Siyasi ve sosyal bir platform olarak balkon

Modern balkon, 19. yüzyılın ortalarında Georges Eugène Haussmann'ın Paris'i kentsel yenilemesi ile ön plana çıkmış ve balkon uzun bulvarlara uygun bir karşılık bulmuştur. Ancak balkonlar sadece işlevsel ve estetik bir değeri sürdürmek yerine, sosyal aktivitelerin gözden geçirilmesinde giderek daha kullanışlı hale geldi. (Avermaete, Koolhaas, Boom ve Amo, Balcony kitabından.) Balkon aynı zamanda özgürlük ve özgürlüğe yönelik kitle hareketlerini kışkırtmada bir katalizör oldu. 19. yüzyılda Ebenezer Howard, Charles Fourier ve Robert Owen gib ütopik sosyalistler tarafından şekillendirilen, bir kişinin ev dışı deneyimlerini değiştirmenin onları daha üretken ve tatmin edici bir insan haline getirebileceği gibi teorik bir düşünce tarzını sürdürecek şekilde 20. yüzyıl ile giderek daha fazla ilişkilendirildi.  Birinci Dünya Savaşı ve faşizm döneminde, sosyal bir platform olmanın yanı sıra, balkonun kamusal mekân olarak kullanılması, liderlerin halka hitap etme sahnesi olarak işlev görmeye başlar. 14. uluslararası mimarlık sergisi için yayınlanan metne göre Mussolini, İtalya'da gittiği her yerde ortaçağ tipi balkonlarından bir tane yapılmasını emretmiş. Örneğin, ulusal faşist partinin genel merkezi olan Palazzo del Littorio'nun balkonu. Bundan önce, Giuseppe Terragni, Como’da  casa del fascio için tekil bir balkon fikrini reddetmiş ama 1933 yılında Palazzo del littorio'da, II Duce için binanın cephelerine sonunda bir balkon eklemiş. Onu herkes görecek. O, gökyüzüne görüntüsü yansıyan bir Tanrı gibidir; onun üstünde kimse yok. Tüm cephe onun gücünü, dehasını yüceltiyor; tek başına, yukarıda, ışıkla çevrili, her taraftan görülebilir olacak 10 Haziran 1940'ta Il Duce, bu balkondan büyük bir kalabalığın önünde Fransa ve İngiltere'ye savaş ilan etti. Savaştan sonra, bu balkon utanç verici hale geldi ve sonunda 2011'de halkın ziyareti için yeniden açıldı. Bu arada anti-faşistlerin sloganlarından birisi de “Balkon istemiyoruz, yeter!”.  Şifa alanı olarak balkon Balkonlar, ayrıca tüberkülozun patlak vermesiyle birlikte şifa alanları olarak her zaman önemli bir rol oynadı. Botanikçi Herman Brehmer, hastalığın bilinen bir tedavisi olmadığı için yüksek irtifaların kalp atış hızını artıracağını ve hastalıkla mücadelede yardımcı olacağını varsaymıştı. Hipotez ve müteakip doktora çalışması, Almanya'da Gobersdorf'ta balkonlu dünyanın ilk Sanatoryumu'nun kurulmasına yol açtı. Avusturya sınırına yakın Waldenburg'da ağaçların arasına yerleştirilmiş balkonlu bir binaydı. Sonra Avrupa ve Kuzey Amerika'da ve balkon aracılığıyla dış mekânın başarılı bir şekilde entegrasyonunu sağlayan sanatoryum inşası devam etti.  Sonuç olarak, tıp kurumları, yeni hastane inşaatlarında, özellikle doğumhanelerde, yeni doğanlara bol temiz hava sağlamak için özel balkonların dâhil edilmesini savunan doktorlarla birlikte diğer hastalıkları iklim terapisi ile tedavi etmeye başladı. Sanatoryumlarda, hastalar güneş ışığı ve kar yağışı sırasında hava durumuna bakılmaksızın şezlonglarını alıp balkonlarda dışarıda oturmaya teşvik edildi. O dönemde iç mekânların havasız olması nedeniyle ortaya çıkan tüberküloza başarılı bir çare oldu. Sibel Erduman Yararlanılan kaynaklar: Balconies consigned to oblivıon in Iranian Resıdentıal Buildings - MELODY SAFARKHANI

Balkon: Mimari bir unsur olmanın ötesinde

Balkon, sanat ve edebiyatta dikkate değer bir üne sahip olan mimari bir unsurdur. Balkonların ayrıcalıklı özellikleri tarih boyunca ressamlara ve şairlere ilham kaynağı olmuş. Edebiyatta balkonla ilgili şiirler ve çok sayıda oyun sahnesi vardır. Öte yandan, sevgili her zaman içeridedir ve görülmek için balkona çıkar. Onun için âşık sürekli balkonun altında serenat eder ve sevdiğini görme fırsatı da bulur. Dolayısıyla balkon, mimari unsurun ötesine geçerek gölgesinde âşıkları birbirine bağlayan bir unsura dönüşür. Çok karşılaşılan balkon imgelerinde, ev içi alana hapsolmuş kızlar ya da genç kadınlar, bir erkeğe ya da genel olarak dış dünyaya özlem duyarak korkuluklara yaslanır ve eğilirler.  Mesela Sung hanedanlığında (960-1279), fahişelere yaptıkları ziyaretlerin kendilerine ilham verdiği söylenen şairlerin teselliyi balkonda (balkonda görünen kadınlar) buldukları söylenir.  Qiang Zhao Li, Shenzhen Zhu, Yuniang Zhang, Lady Wei ve Lady Yanrui gibi kadın şarkı sözü yazarları da o dönemde, güzellik korkuluğu dedikleri balkonu, hareketlerinin kısıtlandığı kapalı yaşam alanlarından bir kaçış olarak tasvir ediyorlarmış.  Balkonun ünlü kullanımlarından biri, William Shakespeare'in trajedisi Romeo ve Juliet’de "balkon sahnesi" olarak bilinen sahnenin geleneksel konumudur. Şair balkon yerine bir pencere kullanmış olsa da oyunun bir sembolü olarak ortaya çıkan balkon, 1920'lerde aynı döneme ait başka bir evden alınıp daha sonra İtalya'nın Verona kentindeki Juliet Evi'ne konulmuş. Bugün, balkon, turistlerin taleplerini karşılamak için ön kapının üzerine yanlış bir yere eklenmiştir. Turistler her yıl oyunun yazılmasından 300 yıl sonra onun evi olan Via Capello'daki eve tahsis edilen balkonu görmeye geliyorlar. Palchi olarak bilinen iç balkonlar veya seyir yerlerine sahip olma trendi ilk kez Ettore Tron ve Alvise Michiel 1550 yılında iki tiyatro sahibi tarafından bu iki yeni tiyatrolarında uygulanmış. Cizvitler için ise izole ve karanlık olması nedeniyle balkonlar uygun bulunmamış.  Tiyatrolarda gösteriler bundan dolayı yasaklanmış. Sonunda mumları yakmak ve mahremiyet kapılarını açık tutmak için bir ültimatom verilmiş ama müşteriler devletin emrine uymadığı için tiyatrolar kapatılmış. Ancak 15 yıl sonra, Tron ailesi, artık dünya çapındaki tiyatrolarda standart haline gelen, tamamen işlevsel balkonlara sahip yeni bir tiyatro inşa etmiş.  Osmanlı’da Cumba-Anadolu Türk evlerinde Şahinişin Bu arada eski İstanbul evlerinde pencerenin önünde sokağa doğru çıkma yapan cumba yani kafesle örtülü bölüm olarak geçmekteyken, şahnişin ise geleneksel Anadolu Türk evlerinde bir odanın dışa doğru çıkma yapan üç yanı pencereli bölümü olarak açıklanır. Mehmet Zeki Pakalın’a göre Farsçadan gelen şahnişin, Şahların oturmalarına lâyık yer demektir. “Şâh-nişin” olarak da kullanılır ve halk arasında “şahniş” deniyormuş. Bununla birlikte “cumba” olarak adlandırılan yapı cephesindeki çıkmalar, evrensel bir mekân olarak Doğu’dan Batı’ya dünyanın tüm coğrafyalarında görülebilmekte. Söz gelimi, Pompei’deki kazılarda ortaya çıkan Roma evlerinde cumbalı örneklere rastlanmış, Edirnekapı’daki Bizans’tan kalan Tekfur Sarayı’nın bindirme cumbaları ve şahnişinlerinden Avrupa’daki Ortaçağ kent konutlarında 12. yüzyıla kadar kâgir kat üstüne bindirme olarak yer kazanmak için sokak üstüne ahşaptan yapılan cumbalara kadar kullanılmış. Bir dizi uygarlığın ortak öğelerinden birisi olarak göze çarpıyor. Cumba, Cumhuriyet dönemine gelindiğinde “Türk evi” idealleştirilmelerinde önemli bir yapı öğesi olarak kullanılmıştır.  Bu yaklaşımı desteklemek için alaturka hayat anlayışının bir parçası ve mimari göstergesi olarak Peyami Safa’nın ünlü romanı “Cumba’dan Rumba’ya” geleneksel mahalle yaşantısının devam ettiği bir semtte oturan bir genç kızın hayatının değişime uğraması ile Taksim’deki bir apartmanda Batılı yaşam tarzını deneyimlemesini anlatmaktadır. Romanın adı bu geçişi; gelenekseli “cumba”, Batılı yaşam tarzını ise “rumba” ile temsil etmiştir. Bunun dışında, Peyami Safa’nın “Sözde Kızlar” başlıklı kitabının kadın kahramanı Mebrure, arkadaşı Nadir’in evini ararken “(…) zaten bu ev sokağın köşesini dönünce, eski şahnişinlerle göze çarpıyordu” demektedir. Sâmiha Ayverdi’nin “İbrahim Efendi Konağı” adlı eserinde sokağın iki tarafını kuşatan cumbalarla ilgili bu düşünceyi destekleyen şöyle bir tasvir yapılmıştır: “Cami ile ev arasında bazen öyle dar sokaklar vardı ki, karşılıklı binaların karşılıklı şahnişinleri (cumbaları), sanki baş başa vermek suretiyle, bu daracık sokakların enini biraz daha kesmek isterlerdi. Onun için de, yoldan geçenler, birbirlerinin kulağına bir şeyler fısıldarcasına sokulmuş bu evlerin önünden değil de, bir dehlizden yürür gibi, geçerlerdi” (Ayverdi, 2015, s. 312). Abdülhak Şinasi Hisar, “Boğaziçi Yalıları” adlı eserinde cumbanın anlatımını daha da şiirselleştirir. Yazar, “Bir bina vücudundan bir kısmının böyle sokağa çıkmış ve uzanmış olması size bilmem ki dokunaklı gelmez mi? Ben bunda bir çocuk saffeti ve bir nebat hali gördüğüm için, şimdi hatırlaması bile rikkatime dokunuyor” (Hisar, 2006, s. 53) diyerek, yapıdan dışarıya çıkma yapan öğenin yapıdan ayrı bir öğe değil, tam tersine yapının saf ve doğal bir parçası olması dolayısıyla etkilendiğini dile getirir.  Pera civarında gezen iki İskandinav seyyah K. Hamsun ve H.C. Andersen’in daracık yol boyunca sağlı sollu sıralanmış bulunan ikişer üçer katlı cumbalı evlerin, yan sokakların daha da dar olması nedeniyle birbirine bitişikmiş ve sanki yağmur yağdığında buradan geçerken şemsiye kullanmaya gerek kalmayacakmış gibi görünmelerinden etkilendikleri dikkat çeker (Hamsun ve Andersen, 1998, s. 94). Bu iki seyyaha göre saray bahçesi; sırtlardan denize, sahildeki tuhaf ahşap evleriyle dikkat çeken Kuruçeşme köyüne doğru uzanır. Bu binaların meyilli kalaslarla alttan desteklenen ikinci katları birincisinin dışına taşmış, evlerle kıyı arasında kalan alanın üzeri dışarı çıkıntı yapan ikinci katlarla örtülmüştür. Saraylarda yaşlı hanım sultanlar yaşadığından pencerelerde kafeslerin olduğu ve eskinin bu güzel ve güçlü kadınlarının denizi ve yabancı gemileri gözetleyebilmeleri için kafeslerde yeterince budak deliği bulunduğu ifade edilmektedir. Etrafı açık balkonun tersine dış-iç-dış etkileşiminin sürekliliğini deneyimleten oda uzantısı cumba, içe yönelmenin mekânsal etkileri dışında kişinin kendi içine yönelmesini de sağlar. Diğer bir deyişle, evdeki bireylerin yalnızlaştığı bir köşe ve hatta kişinin kendine kapanması için uygun bir çıkıntıdır. Gaston Bachelard, “bir evdeki her köşe, bir odadaki her duvar köşesi, insanın dertop olmaktan, kendi üstüne kapanmaktan hoşlandığı her kuytu, hayal gücü için yalnızlıktır, yani bir odanın tohumu, bir evin tohumudur” der.  Bununla birlikte cumba, kadının toplumsal cinsiyet kodları üzerinden tanımlanabilir bir mekân haline dönüşmektedir. Konuttaki gündelik yaşam içinde kadının kendini göstermeden ev kıyafetleri ile sokağı izlemesi için yapılmış “cumba”nın yine bir başka evin mahrem hayatını izlemeye yönelik bir araca dönüşebileceği düşünülmektedir. “Kadının hamam haricinde dışarıya çıkmasına ve kamusal alanda varlık göstermesine ilişkin kısıtlamalar, özel alanda bir başka kadının gündelik yaşamına müdahale etme hali, mekân ile diğer bir deyişle cumba ile gerçekleşmektedir. Ayrıca, bir kocanın kıskançlığının belirtileri de mekânsal önlemlerle ortaya çıkar. Bunlar, büyük endam aynalarına tüller örtülmesi, faytonların arabalığa çekilip sadece kupaların kullanılması ve konutun deniz tarafındaki pencerelerine panjurlardan başka kafeslerin taktırılması olarak özetlenebilir.” Ve sanki deprem sonrası yapılan yapılarda sadece bir iki çiçek konulabilecek kadar küçük sözde ‘Fransız balkonları’ modernizmin dışarısı ile içerisi, özel ile kamusal ayrımlarının sorunsallaştırılmasına yönelik ve özellikle kadınların toplumsal hayata katılımı bağlamında düşünülebilecekken, Türkiye’de de özellikle son zamanlarda siyasilerin gösteri yapmasına yönelik kullandıkları bazı yapılarda bulunan bir mimari özellik olarak kalacak gibi.  Sibel Erduman Yararlanılan kaynaklar:  - Osmanlı Toplumunda “Cumba”/ “Şahnişin” Oya ŞENYURT - Balconies consigned to oblivıon in Iranian Resıdentıal Buildings MELODY SAFARKHANI

Derisini satan adam

2020’de Uluslararası Film dalında Oscar adaylığı alan ilk Tunus filmi vücudunu gerçek bir sanat eseri haline getirilen Sam Ali’nin hikayesini anlatıyor. Filmin yönetmeni Kaouther Ben Hania, fimi “gerçek dünya meselelerimizi geniş kapsamda ele alan, eşitsiz bir sistemde kişisel özgürlük hakkında bir alegori” olarak tanımlıyor. Bir yanlış anlaşılma sonucu Suriye’den kaçmak zorunda kalan Sam Ali, sevgilisine kavuşabilmek için vize alıp Avrupa’ya gitmek zorundadır. Başlangıçta imkânsız görünen bu hayal, tartışmalı eserleriyle bilinen Belçikalı bir çağdaş sanatçının Sam’i bir sanat eserine dönüştürmesiyle gerçek olur. Sanatçı, Sam’in sırtına Schengen vizesi dövmesi yapıyor ve bu şekilde bir sanat eseri haline gelen Sam, müzelerde sergilenmek üzere Avrupa’ya seyahat hakkını elde ediyor. Suriye’den Tunus’a giderken bir araba koltuğunun içinde nefessiz kalarak seyahat eden Sam, edindiği “sanat eseri” statüsü sayesinde artık birinci sınıf uçak yolculuklarıyla Avrupa’yı gezebilmektedir. Fakat Sam’in hayatındaki bu köklü değişim, onun bir mülteci olarak hak ettiği değeri gördüğü anlamına gelmemektedir. Çünkü Sam’in gördüğü tüm bu ilgi, aslında bir insan olarak değil bir proje olarak elde ettiği itibarın bir sonucudur. Gerçekten de sergilendiği müzelerde Sam’in diğer sanat eserlerinden hiçbir farkı kalmıyor. Hatta yer aldığı müzede kendisinden çok daha pahalı eserler olduğu düşünülürse kendisi onların yanında değersiz bile kalıyor. Kıpırdamadan saatlerce beklemesi, sırtında bir sivilce çıktığında “restore edilmesi” gerekiyor.  Sınırlar ve esaret Film, günümüz dünyasında mültecilere kapalı sınırların anlamsızlığını ironik bir şekilde ele alıyor. Metaların serbestçe dolaşabildiği bir çağda, insanlar, canları pahasına sınırlara hapsediliyor ve insanların elde edemediği bu hakkı metalar elde ediyor. Sanatçı Jeffrey’nin Sam’i bir eser haline getirerek parmak basmak istediği nokta da bu. Projesi, Sam’in esaretini çok açık bir şekilde gözler önüne sererken Jeffrey alaycı olanın kendisi değil; dünya olduğunu söylüyor. Kendisi, sıklıkla modern hayatı hicvetse de modern hayatı gerçekten eleştiriyor mu yoksa onu taklit ederek onun yarattığı eşitsizliklerin bir benzerini sanata mı yansıtıyor, anlamak güç. Bu “çalışma”, bir yandan Sam’in esaretini gözler önüne sererken diğer yandan onu daha da esir kılıyor. Sonuç olarak Sam, mültecilere kapalı sınırların ve ezilenleri bir özne değil; bir nesne olarak ele alan elitist sanat tarafından esir alınıyor. Her ne kadar film, bir aşk hikayesi etrafında dönse de sınırların mülteciler için ifade ettiği anlam bundan çok daha fazlası. Sınırlar, sadece sevenleri ayıran ve hikayedeki mutlu bir sonla aşılabilecek bir engelden ibaret değil. Sınırlar, mülteciler için temel insan haklarından mahrum kalmak ve ölüme terk edilmek anlamlarına geliyor.  Sanat ve etik Film, her ne kadar ilk bakışta inandırıcılıktan uzak bir kurguya dayanıyor gibi görünse de bir sanat eseri haline getirilmiş gerçek bir insandan Tim’den esinleniyor. Şaşırtıcı ve beklenmedik eserleriyle bilinen Belçikalı neo-kavramsal sanatçı Wim Delvoye, tıpkı filmdeki gibi Tim’in sırtına yaptığı dövmeyle onu bir sanat eseri haline getiriyor. Tim, filmdeki gibi başka bir şansı olmayan bir göçmen değil; Zürihli bir dövme salonu sahibiydi. Tim 2008’de 150 bin euroya “satıldı”. Satın alan Rik Reinking adlı Alman koleksiyoncu, yılda birkaç hafta Tim’i “sergileme” ve öldükten sonra sırt derisini yüzerek çerçeveletme hakkını elde etti. Tim Steiner, derisinin artık Reinking’e ait olduğunu, kendisinin sırtında taşıdığı eser için geçici bir çerçeve olduğunu söylüyor.  Delvoye’nin muhtaç durumda olmayan birini tuval olarak kullanması, eserlerinin etik sınırları aştığı ve hisseden varlıkları obje haline getirdiği gerçeğini değiştirmiyor. Delvoye, Tim’den önce canlı ve ölü domuzları dövmeli “eserler” haline getirdi. Filmde gördüğümüz domuzlar, Delvoye’nin işkenceyle “sanat eseri” haline getirdiği domuzlar. Bununla birlikte Delvoye’nin hayvan derilerine saman doldurarak onlara kimi formlar verdiği çalışmaları da mevcut. Delvoye’nin bu çalışmaları, hayvanların maruz kaldığı şiddet ve çağdaş sanatın etik sınırlarına dair bir tartışma başlattı ve hayvan hakları savunucuları bu yöntemleri protesto etti. Filmdeki çağdaş sanatçı Jeffrey gibi filmin kendisinin de Sam’in esareti karşısında aldığı tavır muğlak. Bir yandan bir insanın bir obje haline getirilmesinin yarattığı sıkıntılar gösterilirken diğer yandan Sam’in esaretini doğuran iki etmenden biri (diğeri sınırlar) olan Jeffrey net bir eleştiriye tabi tutulmuyor. Mutlu son, hem sınırlara hem Jeffrey’ye dokunmadan sağlanıyor. Filmin sonunda Jeffrey’nin Sam’den yana olması akıl karışıklığı yaratsa da filme ilham veren çağdaş sanatçı Wim Delvoye’nin de bizzat filmde yer alması, bunu açıklıyor.  Delvoye, bizzat sanatçıyı oynamayı da düşünmüş, fakat bunun gerçek hayattaki itibarını zedeleyeceğinden korktuğu için bundan vazgeçmiş. Oysa böyle bir hikâyeyi konu alan bir filmin, etik sınırları aşarak insanları ve hayvanları obje haline getiren sanatçıların itibarının zedelemesi ve mültecilerin temel haklarını ellerinden alan sınırların eleştirmesinden daha doğal bir şey olamazdı. Filmin ezilenleri bir obje olarak ele alan çağdaş sanata karşı keskin ve net bir eleştiri getirmemesi, tıpkı Jeffrey gibi modern hayatın sorunlarını yalnız ironiye başvurarak ortaya koyması, filmden beklenen mesajı zayıflatıyor. Yine de film, Tim’in başına gelenleri Suriyeli bir mültecinin hikayesiyle birleştirerek esareti iki yönüyle birden etkileyici bir şekilde işliyor ve mültecilere biçilen rolü ve sınırların yarattığı ironileri etkileyici bir şekilde gözler önüne seriyor.

Frida Kahlo: Sanatçı, aktivist

Meksikalı sanatçı Frida Kahlo, otoportreleri, acısı ve tutkusu, cesur ve canlı renkleriyle hatırlanır. Meksika'da Meksika ve yerli kültürüne gösterdiği ilgiden dolayı, feministler tarafından da kadın deneyimini ve biçimini tasvir ettiği için kutlanır. Ancak “Açık Yarayı Anma: Frida Kahlo ve devrim sonrası Meksika kimliği” adlı değerlendirme yazısında Corrine Anderson, Kahlo’nun biyografilerinde onun kamusal bir aktör ve aktivist kimliğini hesaba katmıyorlar, diyor.  1910’daki Meksika, devrimden sonra 1920’de Alvaro Obregon’un seçilmesiyle, otuz yıldır Porfiro Diaz’ın diktatörlüğünde hüküm süren pozitivist felsefeden çıkmaya başladı. Diktatörlük döneminde pozitivist entelektüeller, profesyoneller ve rejimin bürokratları toplumu, evrensel evrimin yasalarına tabi bir organizma olarak görüyorlardı. Diaz yönetimi Meksika yerli kültürünü küçümsemiş ve Avrupa ile ABD’yi ekonomik ve kültürel bir model olarak almıştı. Frida Kahlo’nun oto portreleri, aşk yaraları ve ruhunu bulma çabalarından çok daha fazlasını yaparak dönemin Meksika’sında kültürel ve politik tansiyonu da inceler. Zapotek ve Meksika halk imgelerini kullandığı resimlerinde yerli halkın geleneklerine saygı duyan devrim sonrası Meksika’nın milliyetçi ideolojisini yansıtır. Ama aynı zamanda yerli olanı romantikleştiren milliyetçilik fikrinin de altını oyar, karmaşıklaştırır ve buna direnir. Devrim sonrası yerlilik Meksika’nın şiddet tarihinin yaralarını dağlamaya çalışırken Kahlo kendi temsilinde sadece yaraları ortaya çıkarmakla kalmaz, onların kanamasına da izin verir. André Breton, Frida’ya onun bir sürrealist olduğunu söylediğinde Kahlo, "Gerçekten resimlerimin sürrealist olup olmadığını bilmiyorum ama onların kendimin en açık ifadesi olduğunu biliyorum" diye yazmıştı.  1940 yılında Mexicano Galeria de Arte'deki Uluslararası Sürrealizm Sergisi’ne katıldı. Orada en önemli iki eserini sergiledi: İki Frida ve Yaralı Masa (1940). Bu iki resimde hem milliyetçiliğin romantikleştirilmesine hem de modernizmin ‘pozitivistliği’ne karşı, Kahlo’nun kendi hayatından ve bedeninden yola çıkarak, modernizmin öznenin bilincinden kaçan, onun temel öz-bilinç düzeyi olan bilinçdışı gerçekliğini keşfettiği söylenebilir.  Frida 6 Temmuz 1907'de Mexico City, Coyocoan'da doğdu. Altı yaşındayken çocuk felcine yakalandı, hastalığından dolayı sağ bacağı sol bacağından çok daha ince kaldı. 1922 yılında Mexico City'deki ünlü Ulusal Hazırlık Okulu'na katıldı. Meksikalı duvar ressamı Diego Rivera ile ilk kez bu okulda tanıştı. Bu arada benzer siyasi ve entelektüel görüşleri paylaşan bir öğrenci çetesine de katıldı. Çetenin lideri Alejandro Gomez Arias'a âşık olan Kahlo, Gomez Arias ile bir otobüste seyahat ederken bulundukları otobüsün tramvayla çarpışması sonucu ağır yaralandı. Omurgası ve pelvisi kırıldı ve bu kaza hem fiziksel hem de psikolojik olarak çok acı çekmesine neden oldu.  İlk oto portresini yatakta geçirdiği sıralarda yapmıştı. Daha sonra Diego Rivera ile evlendi. Kahlo ve Rivera birkaç kez ayrıldılar ama her seferinde tekrar birlikte oldular.  1937'de Meksika’da bulunan Leon Troçki ve karısı Natalya'ya yardım ettiler. Kahlo’nun Leon Troçki ile kısa bir ilişkisi oldu.  Ve 13 Temmuz 1954’te hayata veda etti.

Ermeni sanatçı Civan Gasparyan aramızdan ayrıldı: Huzur içinde yat

Uluslararası üne sahip duduk sanatçısı Civan Gasparyan 93 yaşında vefat etti. Agos Gazetesi'nin haberi şöyle: Civan Gasparyan'ın torunu Jr. Facebook paylaşımında  "Dünya bu gece düşünülemez bir kayıp yaşadı. Sadece bir ikon değil, aynı zamanda güzel bir ruh. Huzur içinde yatsın,” dedi. Ermenistan'ın Godayk bölgesinde Solak kentinde 1928 yılında Muşlu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Gasparyan, altı yaşında duduk çalmaya  başladı. Henüz küçükken annesini kaybetmesiyle zor bir çocukluk geçirdi. Babası İkinci Dünya Savaşı'na katıldı. Bu nedenle Civan Gasparyan çocukluğunu yetimhanede geçirdi. 1947'de Moskova'ya gitti. 1948'de Ermeni Şarkı ve Dans Popüler Topluluğu ve Yerevan Filarmoni Orkestrası'nın solisti oldu. UNESCO dünya çapındaki yarışmalarında (1959, 1962, 1973 ve 1980) dört madalya kazandı. Gasparyan, 1973 yılında Ermenistan Halk Sanatçısı unvanına layık görüldü. 2002 yılında WOMEX (World Music Expo) Yaşam Boyu Başarı Ödülü'nü aldı.  Ermeni halk müziği çalan küçük bir toplulukla dünya çapında turneler düzenledi. Ronin, Gladyatör de dahil olmak üzere birçok filmin müziklerini icra etti ve besteledi. Gasparyan, Sting, Peter Gabriel, Hossein Alizadeh, Erkan Oğur, Michael Brook, Brian May, Lionel Richie, Derek Sherinian, Ludovico Einaudi, Luigi Cinque, Boris Grebenshchikov, Brian Eno, David Sylvian, Hans Zimmer gibi birçok sanatçıyla işbirliği yaptı.  Ayrıca Kronos Quartet ve Los Angeles Filarmoni ile kayıtlar gerçekleştirdi. Gasparyan, Oslo'daki 2010 Eurovision Şarkı Yarışması'nda Ermenistan adına yarışan Eva Rivas'ın şarkısında da sahne aldı ve ve Eurovision Şarkı Yarışması'nda performans sergileyen en yaşlı kişi oldu. Gasparyan Türkiye'de konserlerde sahne aldı. Erkan Oğur ile kaydettikleri Fuad albümü Kalan Müzik'ten yayınlandı.  Gasparyan 20'den fazla albüm kaydetti ve binlerce konsere katıldı.  (AGOS)

Balkon, balcon, balcone, balcho, balkaneh, bolcony

“Açık havada bir balkondaysanız, bir an için çiçek kokularının, gevezeliklerin ve müziğin başınızı döndürdüğü o odayı unutuyorsunuz. Bir yaz gecesi, o kadar yumuşak ve hareketsizdir ki âşık olmuş gibisinizdir."   P. Modiano 1969. 

Bir film üç kadın

“Boşanmak İçin Ölmek” Birleşik Krallık, Norveç, Almanya, Türkiye ortak yapımı bir belgesel film. Orijinal adıyla “Dying to Divorce”.  Filmde, Türkiye’deki toplumsal cinsiyetin neden olduğu şiddet ve iktidarın kadına karşı tutumu ele alınıyor.  Üç kadın: İpek, Arzu, Kübra. İngiliz yönetmen Chloe Fairweather filmle, eşleri tarafından darp edilen ve kalıcı bir şekilde zarar gören iki kadının dramatik hikâyesini ayrıca hem kadınlar hem de kendi hakları için mücadele eden Avukat İpek Bozkurt’un yaşadıklarını beyaz perdeye aktarıyor. Filmin başlarında, Erdoğan’ın erkeklerin ve kadınların yaradılıştan eşit sayılamayacağı, anneliğin ise çok değerli olduğu görüşüne yer verilmiş. Erdoğan ile kadın istismarı arasındaki bağ bir failin, çocuklarının annesine asla zarar vermeyeceğini iddia etmesiyle kuruluyor: Fail,  “Bunu nasıl yapabilirim, annelerin ayaklarını öpmeliyiz." sözleriyle filmde görülüyor. Türkiye’de her üç kadından biri eşinden şiddet görüyor. Bu, ekonomik olarak gelişmiş ülkeler arasındaki en yüksek oran. “Kadın Cinayetlerini Durduracağız” platformunun önde gelen aktivistlerinden Avukat İpek Bozkurt,  “Boşanmak İçin Ölmek', filminde bir grup aktivistle beraber erkek şiddetinden sağ kurtulan iki kadının haklarını savunması ve adaletin sağlanması için yaptığı çalışmalar filmin odak noktası. Çok farklı sosyo-ekonomik şartlardan gelen iki kadının hikâyesi ise şöyle: Arzu, 14 yaşında kendisinden 10 yaş büyük bir çiftçiyle evlendirilir. Kocasına boşanmak istediğini söylediğinde kocası yedi tüfek mermisiyle iki bacağını ve kolunu kullanamaz hale getirir. Arzu çocuklarının velayetini alabilmek için  hayatını yeniden kurmaya çalışır. Kübra ise başarılı bir TV sunucusudur. Doğum yaptıktan iki gün sonra kocası tarafından saldırıya uğrar ve bu nedenle beyin kanaması geçirir. Beyin kanması konuşma ve yürüme yeteneğini kaybetmesine sebep olur. Kocası, ona saldırdığını reddeder ve kızını alıkoyar. Kübra, mahkemede aleyhinde tanıklık yapabilmek için yoğun bir konuşma terapisi almaya çalışır. Kocası hüküm giymediği takdirde Kübra kızını bir daha göremeyebilir. Onların hakkını arayan Avukat İpek'in mücadelesi de yalnızca erkek faillere düzenli olarak hafif cezalar veren bir hukuk sistemine karşı değil, aynı zamanda, muhalif sesleri baskı altına almak isteyen iktidara karşıdır. İpek'in hayatı, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası altüst olur. Avukatlar; muhalefeti ezmek isteyen, giderek daha baskıcı olan bir hükümet tarafından tehdit edilmeye başlar. İpek bu ağır şartlar altında Kübra ve Arzu için savaşmaya devam ederken demokrasi için de savaşmak zorundadır. Beş yıllık bir süreçte çekilen filmde işlenen kadın konusu siyasi otoritenin kadınlarla ilgili tutumuyla doğrudan ilişkili. Kadın cinayetlerinin bilançosu herkesin malumu; neredeyse her gün bir kadın cinayeti işleniyor, yüzlerce kadın eşi ya da partneri tarafından darp ediliyor. Siyasi iktidar önlem almak yerine seyirci kalıyor hatta İstanbul Sözleşmesi’ni feshederek kadınları daha da güvencesiz bir hale getiriyor. 2016 darbesi sonrası yetkilerini güçlendirmek isteyen iktidar bir dizi kanun hükmünde kararnameyle siyasi protestoları yasakladı,  İpek Bozkurt ve onun gibi mücadele eden birçok kadın terörist olarak damgalandı, büyük bir “Dünya Kadınlar Günü” yürüyüşü engellendi, bahanelerle de engellenmeye devam ediyor. Böyle bir ortamda dahi davalar ve kadınların adalet mücadelesi sürüyor, ne darp gören kadınlar ne de İpek davalarından vazgeçmiyor.  Mart 2021’de gösterime giren film, bu bugünlerde Selanik Film festivalinde. Filmde Türkiye’deki kadınların hayatına odaklanılsa da dünyanın diğer gelişmiş ülkelerinde de kadınların şiddet gördüğü biliniyor. Pandemi şartlarında şiddet gören kadınların sayısı daha da arttı ama yeterince bunun haberi yapılmıyor. Siyasi iktidarların, kadınların haklarını güvence altına almadığı Türkiye gibi ülkelerde toplum yapısına kodlanmış erkek egemen hayat tarzıyla kaba kuvvet meşrulaşmış oluyor. Mutsuz olan ya da şiddet gören kadınlar ayrılmak istediğinde erkekler şiddeti kendilerine hak görüyor. Kadınlar çözüm aradığında ya da kaçmak zorunda kaldığında bu, felaketle sonuçlanıyor. Belgeseldeki hikâyeler Türkiye'de hangi sınıftan olursa olsun bağımsız bir kadın olma mücadelesinin önemini vurguluyor ve kadın mücadelesini güçlendiriyor.  “Boşanmak İçin Ölmek” belgeseli kadınların mücadelesine ayna tutarken şiddet gören Türkiye’deki ve dünyadaki tüm kadınlara da ışık olacak nitelikte.  Figen Dayıcık Fırat

Viva! Pride’ı sevin

► 2017 Netflix yapımı The Death and Life of Marsha P. Johnson  Marsha P. Johnson’ın Ölümü ve Yaşamı belgeseli 1992 yılında Hudson Nehri’nde ölü bulunan trans aktivist Marsha P. Johnson’ın hayatını ve ölümünü, eski mücadele arkadaşları, ailesi ve aktivistlerle yaptığı görüşmelerle inceliyor.  Marsha P. Johnson, Stonewall İsyanları ve eşcinsel hakları hareketinde önemli roller oynayan trans bir aktivistti. 1992'de Christopher Caddesi iskelesinde ölü bulundu. Polis ölümünü intihar olarak nitelendirirken, birçok arkadaşı onun öldürüldüğünden şüphelendi. 1969 yılında gerçekleşen Stonewall isyanı LGBTİ+ hareketinde önemli bir ayaklanma olarak kabul edilir. Greenwich’te yer alan Stonewall Inn adlı bar LGBTİ+ bireylerin kendi gettolarında, polisin taciz ve baskılarına rağmen güvenli yerlerinden biriydi. 27 Haziran gecesi isyanın başladığı Stonewall Inn yangını başta trans kadınlar olmak üzere, lezbiyenler, geyler, bar çalışanları, evsizler ve aktivistlerin birikmiş öfkesi ile günler süren çatışmalarla örgütlü bir mücadelenin başlangıcı oldu.  28 Haziran 1970 yılında Stonewall isyanının kurbanlarını anmak için düzenlenen yürüyüş hareketin örgütlü mücadelesinin ilk kitlesel adımı ve günümüzde neredeyse tüm dünyada düzenlenen Onur Yürüyüşlerinin başlangıcı olmuştur. Belgeselde, 1970 yılındaki yürüyüşün ön saflarında Marsha P. Johnson ile yer alan Sylvia Rivera, Johnson’ın eşcinsel hareketin simgesi olduğunu, evsizler, drag queenlar ve translarla radikal bir mücadele verdiklerini aktarmakta.  Marsha P. Johnson’ın 1992 yılındaki ölümünün resmi makamların açıkladığının aksine intihar olmadığına inananlardan, günümüzde New York Şehri Şiddet Karşıtı Proje’de yer alan Victoria Cruz, Johnson’ın davasının izini sürmeye karar veriyor.  Belgeselin büyük bir kısmında geçmiş tanıklıklardan yola çıkarak Johnson’ın ölümünde polisin homofobik ve ayrımcı tutumunu, mafya bağlantısının üstünün kapatılmasını, başta Sylvia Rivera olmak üzere tüm aktivistlerin mücadelesini, hareketin tartışma ve ayrışmalarını izliyoruz. Belgeselde Marsha P. Johnson’ın ölümünden yola çıkarak bugüne kadarki trans cinayetleri de konu edilmiş. Günümüz çekimlerinde, 2013 yılında trans kadın Islan Nettles’ı sokakta döverek öldüren katilin yargılanma sürecini de izlemekteyiz.  Dünyada ve Türkiye’de hemen her gün trans bireyler gettolara sıkıştırılarak kamusal alanlarda ayrımcılığa, tacize, nefret söylemine maruz kalmakta, nefret cinayetleriyle öldürülmektedir. Belgeselin de gösterdiği gibi, trans cinayetleri aydınlatılmıyor, görmezden gelinmeye devam ediliyor. Türkiye’de 2006 yılında Ankara Eryaman ve Esat’ta bir çetenin trans kadınlara saldırması üzerine başlayan dava süreci de yıllardır kararın bozulması için ilgili mahkemelerin değiştirilmesine rağmen devam ediyor. Belgeselin sonunda, yıllarca süren mücadele ile LGBTİ+ haklarının kazanımlarının yanında büyüyen onur yürüyüşlerinden birinde Sylvia Rivera 200 bin kişiye seslendiği konuşmasını şöyle bitiriyor: “Viva! Pride’ı sevin ve dünyanın her yerinde mücadelenize devam edin.”  Stonewall’un 50. yılı olan 2019’da New York’ta sadece Manhattan’da 5 milyon kişi yürüyüşe katıldı. Türkiye’de Onur Yürüyüşü 2013 yılında 50 bin kişinin rekor katılımıyla gerçekleşti. Onur Yürüyüşü Türkiye’de 2015 yılında fiilen yasaklanmış olsa da birçok şehirde yaratıcı şekillerde kutlanıyor, etkinlikler düzenleniyor. Bu yıl da 17-27 Haziran Onur Haftası kapsamında birçok etkinlik gerçekleşecek. Etkinlik detaylarına İstanbul Pride’ın web sitesinden ulaşabilirsiniz.  ► Bonus izleme önerisi: Ana-akım medyadaki trans imajının günümüze kadar süren sorunlu aktarımı ve nelerin değişip değişmediğinin anlatıldığı Disclosure belgeselini de mutlaka izlemenizi öneririm.

Dear Comrades: Katliamla bastırılan grev üzerine bir film

Rus yönetmen Andrey Konchalovskiy’nin geçen sene gösterime giren Dear Comrades (Sevgili Yoldaşlar) isimli filmi, 1962’de SSCB’deki bir küçük şehirde, lokomotif fabrikası işçilerinin greviyle başlıyor. Ana karakter Lyuda (Yuliya Vysotskaya), büyük bir elektrikli lokomotif endüstrisine sahip olan Novocherkassk’ta yaşayan kırklı yaşlarında bir memurdur. Şehri yöneten Komünist Parti komitesinin üyesi ve katı bir Stalinist olan Lyuda, Stalin döneminin baskı politikalarını açıkça savunur. Babası, 1917 Ekim Devrimi’nin ardından patlak veren iç savaşta Sovyet iktidarına karşı savaşmış Kazak milliyetçisi eski bir askerdir. Kızı ise lokomotif fabrikasında çalışan genç bir işçidir. Lyuda’nın evli bir KGB müfettişi olan Loginov (Vladislav Komarov) ile ilişkisi vardır. Düşük ücret zamlarının ardından gıda fiyatlarının aşırı zamlanması işçileri öfkelendirdiğinde, şehirde kefir ve süt kıtlığı baş gösterince işçiler, Lenin resimleri ve kızıl bayraklarla greve çıkar.  “Sevgili Yoldaşlar”, Stalin’in ardından Kruşçev’in yönettiği SSCB’nin politik atmosferini ele alıyor.  Kruşçev, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) 1956 yılında toplanan 20. Kongresi’ndeki kapalı oturumda Stalin’in acımasız politikalarını kısmen eleştirmiş ve o günlerin geride kaldığını söylemişti. Film, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından hem insani kayıplar hem de ekonomik yıkımla boğuşan SSCB’de ekonomik rekabeti canlandırmak, verimliliği artırmak ve rejimle halk arasında zayıflayan bağları güçlendirmek için Kruşçev’in yaptığı açılımdan 6 yıl sonraki durumu anlatıyor. Artık ‘baskı ve acımasızlık yok’ diyen Moskova’da işler değişmemiştir. Askeri birliklere grevci işçilere saldırı emri verilir ve acımasız bir katliam yaparlar. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından yapılan resmi soruşturmaya göre, askerlerin kalabalığa ateş açması sonucu 26 kişi öldü, cesetleri hızla, gizlice gömüldü; çok daha fazlası tutuklandı ve uzun hapis cezalarına çarptırıldı. Gerçek bir olayı konu alan Sevgili Yoldaşlar filmi, ekonomik kriz, grev ve katliam etrafında karakterlerin yaşadıklarını, hissetiklerini, çelişkilerini bazen skeç bazense trajedi olarak gösteriyor. Siyah-beyaz bir film olan Sevgili Yoldaşlar hakkında iki not ekleyelim: - Film, Rusya devlet desteğiyle çekilmiştir ve yönetmeni Putinist olarak bilinmektedir. Putin döneminde çekilen politik filmlerde yozlaşma, bürokrasi, sosyal sorunlar işlenirken genellikle sorun kötü yöneticilere ve umursamaz vatandaşlara bağlanır. Bu filmdeyse özellikle Kruşçev ve Stalin, fakat Lenin ve Bolşevikler de suçlanıyor. Bazı eleştirmenlerin yazdığı gibi otoriterizm kötü ve baskıcı yöneticilerden çok daha fazlasıdır. Putin’in otoriter iktidarı gibi… - Filmin arka planında yürüyen siyasi tartışmalar ile ilgili olarak Tony Cliff’in Rusya’da Devlet Kapitalizmi adlı kitabını okumanızı öneririz. Rusya’da 1917’de sosyalist devrimle kurulan işçi iktidarı ambargo, kuşatma ve savaş ile karşı karşıya kaldıktan sonra, önce yozlaşmış ve 1920’lerin sonlarında Stalinist bir karşı devrimle nihai olarak yenilmiştir. Stalin, Kruşçev ve ardından gelen diğer SSCB liderleri arasında niteliksel bir fark yoktur. Her biri diğerinin devamcısıdır ve politikalarını ülkeyi demir yumrukla yöneten bürokrasinin o zamanki çıkarları, dünyanın geri kalanıyla ekonomik rekabet ve sınıf mücadelesinin bastırılması üzerine belirlediler. Putin de eski bir Komünist Parti üyesi, devlet bürokratıydı. Volkan Akyıldırım (Sosyalist İşçi)

Geri 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 İleri

Bültene kayıt ol