Tuna Emren
ABD’li yazar ve yönetmen Ryan Murphy bu kez 80’lerin New York’una, hani şu ünlü ‘ballroom’ alt-kültürüne götürüyor bizleri. Nam-ı diğer balo gecelerine... Toplumun en dışlanan kesiminin yaşamına dair son derece dürüst bir anlatıya tanık oluyoruz burada. Siyah ve hispanik kuirler bir yandan hayatta kalabilmek için mücadele verirken bir yandan da haftada bir gerçekleştirilen balolarda “biz buradayız, alışın” diye haykırıyorlar.
“Her zaman iki sesle yaşadım- biri politik, biri müzikal” Mikis Theodorakis, 1970, The New York Times röportajı
Tanınmış Yunan besteci Mikis Theodorakis’in 2 Eylül’deki ölümü dünya çapında etki yarattı. The New York Times, The Guardian ve birçok ana akım basın yayın kuruluşu, klasik müzik, opera ve oratoryolardan Yunan popüler müziği ve film müziklerine uzanan muazzam müzikal eserini onurlandırdı. “Zorba”, “Z” ve “Serpico” gibi film müzikleri, yazıldıkları filmlerden neredeyse daha ünlü olmuştu. Elbette ölümünün ardından tüm yazılanlar, onun politik duruşu, Komünist partiye ve sola olan bağlılığı ve daha sonra sağa doğru yönelmesi hakkında yorumlarda bulundu. Peki Mikis Theodorakis kimdi? Fikirlerden ve politikadan bağımsız olarak tüm Yunanlar adına konuşabilen bir “ulusal” besteciden mi ibaretti?
Yeni Demokrasi hükümetinin bu soruya yanıtı “evet”. Hükümet üç günlük ulusal yas ilan etti ve Mikis Theodorakis’in dehasını ve “Tüm Yunanistan, vatan ve ulus adına konuşan” eserlerini methetmeye girişti!
Ne ikiyüzlülük! Egemen sınıfın dünyası, sırf eserlerini ve kendisini işçi sınıfının ve ezilenlerin dünyasıyla özdeşleştirdiği için büyük olan bir sanatçının önünde eğiliyor. Daha da önemlisi bu eserler, bu iki dünya şiddetli ve çözülmemiş bir çatışma içinde olduğu geniş bir zaman diliminde, 1960’larda ve 1970’lerde oluştu.
Mikis’in tüm yaşamı boyunca görüşlerinde ve faaliyetlerinde çelişkiler vardı. Bu durum başarılı olamasalar da böylesi gasp girişimlerine kapı araladı. Oysa Mikis’nin kendisi sona yaklaşırken bir mektup yazmış ve önemli olanın “büyük meseleler” olduğunu ve bir komünist olarak ölmek istediğini ilan etmişti. Ama aynı zamanda ve en önemlisi de onun şarkıları, işçi sınıfının ve yoksulların büyük ayaklanmalarının, solcuların mücadelelerinin içinde şekillenmişti. Bugün hâlâ toplumsal huzursuzluk anlarında insanlar tarihsel referans ve ilhamın aracı olarak o şarkıları söylüyor.
İlk adımlar, İkinci Dünya Savaşı
Mikis İzmirli bir göçmenin ve Giritli bir memurun oğlu olarak, 1925‘te Sakız adasında doğdu. 1919-1922’deki Yunan-Türk savaşının hemen sonrasında doğmuştu. Demokratik gelenekten gelen anne babası ağır baskı zamanlarında yaşadı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar Yunanistan’ı işgal ettiğinde, Mikis konservatuarda okuyordu ve koro eserleri besteliyordu. Çok geçmeden yoksulların açlıktan öldüğü ve kara borsa tacirlerinin yükseldiği bir dönemde, hayatta kalma mücadelesindeki bir militan oldu. Bu durum onu partizan direnişinin gençlik örgütü EPON’a, daha sonra da partizan ordusu ELAS’a katılmaya yöneltti.
Aralık 1944’te, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Britanya ordusu kanlı “Dekemvriana” savaşında Almanlara karşı direnişe öncülük eden sol güçlere saldırdı. Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE) bir üyesi olan Mikis, sokak çatışmaları sırasında tutuklamadan kurtuldu. Daha sonra yakalandı; önce 1945’te ve sonra da 1946’da neredeyse ölümüne işkence gördü. Yunan İç Savaşı sırasında rejim, isyancıları “ıslah etmek” ama gerçekte ise kurtulmaları için komünizmi reddettiklerine dair kağıtlar imzalamaya zorlamak ve işkence etmek için ıssız ve çorak Ege adalarında sürgün kampları kurdu. Mikis politik bağlılığının bedelini Ikaria ve kötü şöhretli Makronisos’ta birkaç ay geçirerek ödedi.
Yunan İç Savaşı’ndan sonra
İç savaşın sonunda serbest bırakıldı, Atina konservatuarından mezun oldu, ilk senfonisini bestelemeye ve üzerinde çalışmaya başladı. Fransız hükümetinden burs aldı ve karısı Myrto’yla birlikte ülkeden ayrıldı. Böylece ikisi de çalışmalarına Paris’te devam edebilecekti.
İç savaş sonrası yıllar, baskı ve kamusal hayattan dışlanma norm haline geldiğinden Yunanistan’daki solcular için zordu. Bu acı gerçeğin farkında olmasına rağmen, Mikis eve dönmeye ve Yunanistan’ın kültürel ve politik hayatına aktif bir şekilde katılmaya karar verdi. Atina’daki müzikal kurulu düzenle bağlantı kurmak yerine, komünist şair Yiannis Ritsos’un şiiri “Epitaph” için müzik bestelemeyi seçti. Şiir 1936’da Selanik’te polisin saldırdığı ve yüzlerce tütün işçisini öldürdüğü kanlı 1 Mayıs’tan esinlenmişti. Ritsos ve şiirleri 1960’ta adeta yasa dışıydı; ancak Theodorakis bir LP albüm yayınladı ve kamuoyunda büyük bir çıkış yaparak ana akım entelektüel çevreleri şok etti.
1960’lar ve Yunanistan’daki onay
Müziğini benzersiz kılan unsurlar burada görülebilir: Georgios Seferis, Tasos Livaditis, Federico Garcia Lorca, Odysseas Elytis gibi ünlü şairlerin şiirlerini seçip, geleneksel yaylı çalgı olan buzukinin kullanımı gibi yenilikler getiren müzikler derledi. Ayrıca mütevazı halk müziği şarkıcılarıyla çalıştı. Sonucu çok popülerdi. Halktan çıkan ve halka geri dönen bir müzikti. Böylece şiir eğitimli elitler için bir “yüksek sanat” olmaktan çıktı, işçi sınıfı evlerine girdi ve işyerlerinde, eylemlerde, konserlerde söylendi.1965’te Mikis, Holokost’tan kurtulan Iacovos Kampanellis’in güftesine dayanan “Mauthausen”i yayınladı. Holokost hakkında bestelenmiş en güzel müzik olarak nitelendirilebilir.
Mikis EDA’nın (komünist parti illegalken, yasal sol parti) aktif bir üyesiydi. Sınıf mücadelesinin yükselişe geçtiği 1960’larda, “Grigoris Lamrakis Demokratik Gençliği” adlı gençlik örgütünü kurdu ve ilk lideri oldu. Lambrakis bir sporcu, milletvekili ve politik militandı; 1963’te faşist çeteler tarafından öldürülmüştü. EDA’nın seçilmiş bir milletvekili olarak Mikis, müzik topluluğuyla çalmak ve ardından seyircilerle tartışmak için tüm ülkeyi şehir şehir gezdi. Gençler polisin yasaklarına meydan okuyup konserlere katılarak, onları politik bir olaya dönüştürdü. O dönemdeki politik duruşu açıkça, çok radikal olmayarak müesses nizam tarafından kabul edilmeye çalışan EDA’nın merkezi çizgisinin solundaydı. Bu süreç onun hem politik anlayışını hem de diyalektik olarak halk hareketiyle ilişkili olan sanatını geliştirdi.
Diktatörlüğün yükselişi ve düşüşü: “Ya Karamanlis ya tanklar”!
Ne yazık ki 60’ların politik çalkantısı, Yunanistan’ı yedi yıl boyunca albaylar rejimine sokan, 1967’deki askeri darbeyle yenildi. Ancak Mikis pes etmek veya kaçmak yerine farklı bir rol oynamayı seçti. Darbenin hemen ertesi gününden itibaren silahlı direniş çağrısı yapan küçük bir çevrenin parçasıydı. Sol partilerin liderliklerinin aksine rejime karşı örgütlenme potansiyeline dair iyimserdi. Duruşunun bedelini ödedi ama aynı zamanda hareketin sonraki aşamasının tohumlarını ekti. Mikis uluslararası bir kampanyanın ardından 1970’te Paris’e kaçmadan önce tutuklandı, işkence gördü hapsedildi, ev hapsine kondu. Zorba (1964) filminin uluslararası başarısının sonrasında zaten ünlüydü. 1969’da Kosta Gavras’ın, yukarıda bahsi geçen arkadaşı Lambrakis’in suikaste uğramasını anlatan ve dünya çapında başarı ve takdirle karşılaşan “Z” filmi için müzik yazdı. Paris’ten dünyayı gezerek grubuyla konserler verdi ve Yunanistan’la uluslararası dayanışma için konuşmalar yaptı. Uluslararası izleyicileri, Allende’nin Şili’sinden Filistin’e ve Castro’nun Küba’sından Londra’ya dek uzanıyordu. Pablo Neruda’nın sözlerine (Evrensel Şarkı/Canto General, 1971) dayanan müzikler yazdı, film ve televizyon için müzikler yaptı, özellikle Gavras’ın “State of Siege” (Sıkıyönetim) filmine ve Al Pacino’nun idealist bir polisi oynadığı, Sidney Lumet’nin “Serpico” filmine müzik besteledi.
1974’te diktatörlüğün düşüşüyle birlikte, Mikis Yunanistan’a bir kahraman olarak döndü. İşçi sınıfı hareketi ve sol için yeniden doğuş zamanıydı. Binlerce insan direnişin zaferini kutlamak için stadyumlara doluştu ve daha fazlası grev ve işgal dalgasına dahil oldu. Maalesef böylesi bir anda Mikis, seçimlerdeki seçeneklerin “Ya Karamanlis ya tanklar” arasında olduğunu açıklayarak, muhafazakar başbakan Karamanlis’e açık destek verdi. Diktatörleri deviren hareketin dinamiğinin gücü ve sola yönelimi nedeniyle tamamen yanılıyordu. Sağın demokrasinin koruyucusu olduğunu öne sürmekteki hata, dönemin potansiyelini frenledi.
Ancak bu tutum anlaşılırdı. Mikis’in düşüncesinin kalbinde, işçiler ve kapitalistler olarak bölünmüş bir toplumdan ziyade, bir ulus, bir “ruh” olarak ülkesi, Yunanistan, albümlerinden birinin başlığıyla “Romiosyni” (Rumluk) yer alıyordu. Komünist Parti (KKE) ile kısa süreliğine barışmasına rağmen, vatanseverlik kavramı gitgide tüm faaliyetlerine hakim oldu. Bu durum gerginliklere ve ihtilaflara yol açtı. Mikis Theodorakis FKÖ’yü ve Yaser Arafat’ı desteklemek için Lübnan’ı ziyaret etti ve Filistin için ulusal marş yazmaya girişti. Ama aynı zamanda François Mitterand’ın Fransa’daki seçim başarısını kutlamak için de müzik besteledi. Her türden müzikal eser bestelemeye devam etti, ama hiç şüphesiz konserleri için seçtiği şarkılar 1960’ların ve 1970’lerin ürünleriydi.
1986’da Mikis, Türkiye’den sanatçılarla birlikte İstanbul’daki ilk Yunanistan-Türkiye dostluk komitesinin kurulması için ön ayak oldu. Zülfü Livaneli, Aziz Nesin, Yaşar Kemal gibi önemli kişilerle işbirliği yaptı ve Ege denizinin iki yakasında heyecan ve umut verici konserler verdi. Ancak aynı zamanda Andreas Papandreou ve Turgut Özal gibi başbakanların bu fikirleri benimsemelerini ve barışı ileriye taşımalarını bekliyordu…
Sağa dönüş
1990’larla birlikte politik yörüngesi Mikis’i sağcı Konstantinos Mitsotakis hükümetine katılmaya götürdü. Bu işbirliği uzun sürmemesine rağmen ihanete uğramış hisseden sol halk kesimleri nezdinde büyük bir hayal kırıklığıydı. Sağla işbirliği Theodorakis’in icadı değildi. Bu politika 1989’da sağcı Yeni Demokrasi partisiyle koalisyon hükümeti kuran “Solun Birliği” (Synaspismos) ittifakı tarafından başlatılmıştı. Mikis sadece reformist partilerin halihazırda uyguladığı stratejileri en uca çekti.
Sonraki yıllarda NATO’nun Yugoslavya (1999), Afganistan (2001) ve Irak (2003) savaşlarına karşı çıkarak birkaç parlak an yaşadı. 2010’da Yunanistan’daki “meydan hareketleri” sırasında müdahale etti ve “Spitha” (Kıvılcım) adlı bir inisiyatif kurdu. Ancak bu dönemde karanlık anları da vardı, en bilineni Kuzey Makedonya’ya karşı milliyetçi protestolara katılmasıydı. Ama herhalükarda siyasi yaşamdaki rolü zaten azalmıştı.
Mikis kime ait?
Mikis Theodorakis’in hayatı, ihtilaflar ve zikzaklarla dolu ama müzikal yaşamı öyle değil. Şarkıları siyasetini aşan ve bir tür ulusal ve küresel miras oluşturan büyük bir sanattı. Ama bunlar yukarıdakilere karşı savaşan aşağıdakiler adına konuşan müziklerdir. Sağın Mikis’in mirasıyla bağ kurma girişimlerinin gayri meşru olmasının esas nedeni budur. Solcular Mikis’in aldığı pek çok tavırdan dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilir. Ancak onun çalışmaları, sınıf mücadelesinin önde gelen olaylarıyla ve Yunanistan soluyla özdeşleştiği için hareketin bir değeridir. Bu yüzden bir eylem sırasında insanlar onun şarkılarını kendiliğinden söyler ve Mikis Theodorakis’e veda etmenin en iyi yolu da budur. Onu idealize ederek değil, ama bu şarkıların birlikte yapıldığı direnişin ruhunu canlandırarak.
Dimitra Kyrillou
Bu yazı The Left Berlin sitesinde İngilizce yayınlanan bir makalenin güncellenmiş halidir.
Çeviri: Meltem Oral
Geçen yıl pandemi nedeniyle sadece internet üzerinden yayınlanan tören için bu yıl da mevcut koşullar nedeniyle aynı yöntem izleniyor.
Çevrimiçi tören, Hrant Dink Vakfı’nın sosyal medya hesaplarında (YouTube, Facebook, Twitter, Instagram) ve vakfın web sitesinde yayınlanacak. Ödül sahipleri tören sırasında açıklanacak.
Ödül her yıl, ayrımcılıktan, ırkçılıktan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan, bu idealler uğruna bireysel risk alan, ezber bozan, barışın dilini kullanan ve bunları yaparken de insanlara mücadeleye devam etme yolunda ilham ve umut veren; Türkiye ve Türkiye dışından olmak üzere iki kişi, kurum ya da organizasyona veriliyor.
Geçen yıl (2020) ödülün Türkiye'den sahibi uzun bir süredir cezaevinde tutulan sivil toplum çalışanı Osman Kavala, Türkiye dışından sahibi ise Mısırlı kadın hakları aktivisti Mozn Hassan olmuştu.
İnsan hakları alanında yapılan çalışmalara ışık tutan konuşmaların, müzik performanslarının ve ödül sahiplerinin konuşmalarının yer alacağı ödül töreni, 15 Eylül 2021, Çarşamba akşamı saat 20:00’da başlayacak.
Aynı zamanda, Türkiye’de ve dünyanın dört bir yanında yıl boyunca, yaptıklarıyla insan hakları, cinsiyetçilik karşı mücadele, ırkçılık karşıtı mücadele, iklim krizi gibi pek çok konuda insana, insanlığa ‘ışık’ tutan kişi ve kurumlar 2021 yılının ‘Işıklar’ı olarak tanıtılacaklar.
Geceye dair tüm detaylar vakfın, Facebook, Twitter ve Instagram hesaplarında, #HrantDinkÖdülü, #UmuduÇoğalt, #DayanışmaGüçlendirir; #HrantDinkAward, #BuildHope, #StrongerTogether; #ՀրանդՏինքՄրցանակ, #բազմապատկէյոյսը, #զօրակցութիւնըուժէ hashtag’leriyle paylaşılacak.
Arınma Gecesi (The Purge) serisinin son filmi “Sonsuza Dek”, müthiş aksiyon ve gerilim sahneleri kadar, taşıdığı politik metinle de dikkat çekiyor. Ve bana kalırsa, serinin en iyi filmi bu.
Arınma Gecesi, distopik aksiyon korku filmi serisi.
Serinin ortak hikayesi, ABD'de yılın bir günü geceyarısından sabaha kadar süren 12 saatlik zaman diliminde, cinayet de dahil her türlü suçun serbest bırakılması. Bu sayede yılın geri kalanında suç oranlarının ve şiddet olaylarının düştüğü, ABD yönetimi tarafından savunulmaktadır.
Kamera şiddetin en uç biçimlerini seçenleri ve onların yaptığı vahşeti gösterirken, serinin tüm filmleri Arınma Gecesi'ni bize, hedef alınanların yani ABD'nin ezilenleri ve yoksullarının gözünden yansıtıyor. Ve Amerika'nın Kurucu Babaları denilen kapitalist elitlere de ışık tutuyor.
“Arınma Gecesi: Sonsuza Dek”, serininin önceki filmi “Seçim Yılı”nın devamı niteliğinde. Başrollerden ikisi, Meksika'dan kartelin ölüm tehditleri sonucunda Amerika'ya kaçan iki Meksikalı göçmen. Meksika göçmenlerinin hangi sebeplerden ve kimlerden ötürü göç etmeye zorlandıkları, Amerika'da kaçak işçi olarak çalıştırılırken nelere katlandıkları ayrıntılı olarak anlatılmış. Diğer başrollerde ise köleci bir eyaletteki zengin Cumhuriyetçi aileyi işliyor.
Film ilginç bir şekilde Cumhuriyetçi Parti'nin içinden çıkan aşırı sağcı kanadı tarihsel simgeleriyle inceliyor ve Meksika sınırına yapılan devasa duvar ile de Trump'a/Trumpizme işaret ediyor. Yine ilginç bir şekilde Nazizm deneyimine de gönderme yapıyor.
Arınma Gecesi 12 saatle sınırlı kalmayıp, sonsuza dek sürerse neler olurdu?
“Arınma Gecesi: Sonsuza Dek”, 2020 Temmuz ayında gösterime girecek iken Covid-19 salgını nedeniyle 2 Temmuz 2021'de (sinemalarda ve internette) gösterime girdi. Trump, 2020 yılının sonunda yenildi. Yani film Trump yenilmeden önceki atmosferi anlatıyor. Bu özelliğiyle 2021 yılının başında meydana gelen ABD parlamento binası baskınını da önceden haber vermiş, baskını yapan ırkçıların ve faşistlerin motivasyonlarını/zihniyetlerini ortaya sermiş.
Aynı dönemde Tump yönetimine, ırkçı saldırılara ve cinayetlere karşı, ABD'nin birçok şehri direnişlere sahne oldu. Siyah Hayatlar Değerlidir (BLM) hareketi de bu dönemde doğdu ve neticede seçim sonuçlarını belirledi. Trump, yarattığı kaos içinde – elbette zehirli tohumlar ekerek ve Cumhuriyetçi Parti'nin üzerindeki hakimiyetini sürdürerek - boğuldu.
Filmin politik mesajlarına yapılacak en önemli eleştiri, Trump'a karşı muhalefeti haklı görse de kaosun bir parçasına (ırkçılara karşı silahlı çeteler) indirgeyebilecek yaklaşımlar taşıması.
Oysa BLM ve Amerikan solu büyük bir siyasi harekettir ve yöntem olarak politik mücadeleyi seçmiştir. Bu sayede, ABD'de aşırı sağın "sonsuza dek" şiddetini - şimdilik - engellemiş oldular.
Volkan Akyıldırım
(Sosyalist İşçi)
Modern balkon, 19. yüzyılın ortalarında Georges Eugène Haussmann'ın Paris'i kentsel yenilemesi ile ön plana çıkmış ve balkon uzun bulvarlara uygun bir karşılık bulmuştur. Ancak balkonlar sadece işlevsel ve estetik bir değeri sürdürmek yerine, sosyal aktivitelerin gözden geçirilmesinde giderek daha kullanışlı hale geldi. (Avermaete, Koolhaas, Boom ve Amo, Balcony kitabından.)
Balkon aynı zamanda özgürlük ve özgürlüğe yönelik kitle hareketlerini kışkırtmada bir katalizör oldu.
19. yüzyılda Ebenezer Howard, Charles Fourier ve Robert Owen gib ütopik sosyalistler tarafından şekillendirilen, bir kişinin ev dışı deneyimlerini değiştirmenin onları daha üretken ve tatmin edici bir insan haline getirebileceği gibi teorik bir düşünce tarzını sürdürecek şekilde 20. yüzyıl ile giderek daha fazla ilişkilendirildi.
Birinci Dünya Savaşı ve faşizm döneminde, sosyal bir platform olmanın yanı sıra, balkonun kamusal mekân olarak kullanılması, liderlerin halka hitap etme sahnesi olarak işlev görmeye başlar. 14. uluslararası mimarlık sergisi için yayınlanan metne göre Mussolini, İtalya'da gittiği her yerde ortaçağ tipi balkonlarından bir tane yapılmasını emretmiş. Örneğin, ulusal faşist partinin genel merkezi olan Palazzo del Littorio'nun balkonu.
Bundan önce, Giuseppe Terragni, Como’da casa del fascio için tekil bir balkon fikrini reddetmiş ama 1933 yılında Palazzo del littorio'da, II Duce için binanın cephelerine sonunda bir balkon eklemiş.
Onu herkes görecek. O, gökyüzüne görüntüsü yansıyan bir Tanrı gibidir; onun üstünde kimse yok. Tüm cephe onun gücünü, dehasını yüceltiyor; tek başına, yukarıda, ışıkla çevrili, her taraftan görülebilir olacak
10 Haziran 1940'ta Il Duce, bu balkondan büyük bir kalabalığın önünde Fransa ve İngiltere'ye savaş ilan etti. Savaştan sonra, bu balkon utanç verici hale geldi ve sonunda 2011'de halkın ziyareti için yeniden açıldı.
Bu arada anti-faşistlerin sloganlarından birisi de “Balkon istemiyoruz, yeter!”.
Şifa alanı olarak balkon
Balkonlar, ayrıca tüberkülozun patlak vermesiyle birlikte şifa alanları olarak her zaman önemli bir rol oynadı. Botanikçi Herman Brehmer, hastalığın bilinen bir tedavisi olmadığı için yüksek irtifaların kalp atış hızını artıracağını ve hastalıkla mücadelede yardımcı olacağını varsaymıştı. Hipotez ve müteakip doktora çalışması, Almanya'da Gobersdorf'ta balkonlu dünyanın ilk Sanatoryumu'nun kurulmasına yol açtı. Avusturya sınırına yakın Waldenburg'da ağaçların arasına yerleştirilmiş balkonlu bir binaydı.
Sonra Avrupa ve Kuzey Amerika'da ve balkon aracılığıyla dış mekânın başarılı bir şekilde entegrasyonunu sağlayan sanatoryum inşası devam etti. Sonuç olarak, tıp kurumları, yeni hastane inşaatlarında, özellikle doğumhanelerde, yeni doğanlara bol temiz hava sağlamak için özel balkonların dâhil edilmesini savunan doktorlarla birlikte diğer hastalıkları iklim terapisi ile tedavi etmeye başladı.
Sanatoryumlarda, hastalar güneş ışığı ve kar yağışı sırasında hava durumuna bakılmaksızın şezlonglarını alıp balkonlarda dışarıda oturmaya teşvik edildi. O dönemde iç mekânların havasız olması nedeniyle ortaya çıkan tüberküloza başarılı bir çare oldu.
Sibel Erduman
Yararlanılan kaynaklar:
Balconies consigned to oblivıon in Iranian Resıdentıal Buildings - MELODY SAFARKHANI
Balkon, sanat ve edebiyatta dikkate değer bir üne sahip olan mimari bir unsurdur. Balkonların ayrıcalıklı özellikleri tarih boyunca ressamlara ve şairlere ilham kaynağı olmuş. Edebiyatta balkonla ilgili şiirler ve çok sayıda oyun sahnesi vardır. Öte yandan, sevgili her zaman içeridedir ve görülmek için balkona çıkar. Onun için âşık sürekli balkonun altında serenat eder ve sevdiğini görme fırsatı da bulur. Dolayısıyla balkon, mimari unsurun ötesine geçerek gölgesinde âşıkları birbirine bağlayan bir unsura dönüşür.
Çok karşılaşılan balkon imgelerinde, ev içi alana hapsolmuş kızlar ya da genç kadınlar, bir erkeğe ya da genel olarak dış dünyaya özlem duyarak korkuluklara yaslanır ve eğilirler. Mesela Sung hanedanlığında (960-1279), fahişelere yaptıkları ziyaretlerin kendilerine ilham verdiği söylenen şairlerin teselliyi balkonda (balkonda görünen kadınlar) buldukları söylenir. Qiang Zhao Li, Shenzhen Zhu, Yuniang Zhang, Lady Wei ve Lady Yanrui gibi kadın şarkı sözü yazarları da o dönemde, güzellik korkuluğu dedikleri balkonu, hareketlerinin kısıtlandığı kapalı yaşam alanlarından bir kaçış olarak tasvir ediyorlarmış.
Balkonun ünlü kullanımlarından biri, William Shakespeare'in trajedisi Romeo ve Juliet’de "balkon sahnesi" olarak bilinen sahnenin geleneksel konumudur. Şair balkon yerine bir pencere kullanmış olsa da oyunun bir sembolü olarak ortaya çıkan balkon, 1920'lerde aynı döneme ait başka bir evden alınıp daha sonra İtalya'nın Verona kentindeki Juliet Evi'ne konulmuş. Bugün, balkon, turistlerin taleplerini karşılamak için ön kapının üzerine yanlış bir yere eklenmiştir. Turistler her yıl oyunun yazılmasından 300 yıl sonra onun evi olan Via Capello'daki eve tahsis edilen balkonu görmeye geliyorlar.
Palchi olarak bilinen iç balkonlar veya seyir yerlerine sahip olma trendi ilk kez Ettore Tron ve Alvise Michiel 1550 yılında iki tiyatro sahibi tarafından bu iki yeni tiyatrolarında uygulanmış. Cizvitler için ise izole ve karanlık olması nedeniyle balkonlar uygun bulunmamış. Tiyatrolarda gösteriler bundan dolayı yasaklanmış. Sonunda mumları yakmak ve mahremiyet kapılarını açık tutmak için bir ültimatom verilmiş ama müşteriler devletin emrine uymadığı için tiyatrolar kapatılmış. Ancak 15 yıl sonra, Tron ailesi, artık dünya çapındaki tiyatrolarda standart haline gelen, tamamen işlevsel balkonlara sahip yeni bir tiyatro inşa etmiş.
Osmanlı’da Cumba-Anadolu Türk evlerinde Şahinişin
Bu arada eski İstanbul evlerinde pencerenin önünde sokağa doğru çıkma yapan cumba yani kafesle örtülü bölüm olarak geçmekteyken, şahnişin ise geleneksel Anadolu Türk evlerinde bir odanın dışa doğru çıkma yapan üç yanı pencereli bölümü olarak açıklanır. Mehmet Zeki Pakalın’a göre Farsçadan gelen şahnişin, Şahların oturmalarına lâyık yer demektir. “Şâh-nişin” olarak da kullanılır ve halk arasında “şahniş” deniyormuş. Bununla birlikte “cumba” olarak adlandırılan yapı cephesindeki çıkmalar, evrensel bir mekân olarak Doğu’dan Batı’ya dünyanın tüm coğrafyalarında görülebilmekte. Söz gelimi, Pompei’deki kazılarda ortaya çıkan Roma evlerinde cumbalı örneklere rastlanmış, Edirnekapı’daki Bizans’tan kalan Tekfur Sarayı’nın bindirme cumbaları ve şahnişinlerinden Avrupa’daki Ortaçağ kent konutlarında 12. yüzyıla kadar kâgir kat üstüne bindirme olarak yer kazanmak için sokak üstüne ahşaptan yapılan cumbalara kadar kullanılmış. Bir dizi uygarlığın ortak öğelerinden birisi olarak göze çarpıyor. Cumba, Cumhuriyet dönemine gelindiğinde “Türk evi” idealleştirilmelerinde önemli bir yapı öğesi olarak kullanılmıştır.
Bu yaklaşımı desteklemek için alaturka hayat anlayışının bir parçası ve mimari göstergesi olarak Peyami Safa’nın ünlü romanı “Cumba’dan Rumba’ya” geleneksel mahalle yaşantısının devam ettiği bir semtte oturan bir genç kızın hayatının değişime uğraması ile Taksim’deki bir apartmanda Batılı yaşam tarzını deneyimlemesini anlatmaktadır. Romanın adı bu geçişi; gelenekseli “cumba”, Batılı yaşam tarzını ise “rumba” ile temsil etmiştir. Bunun dışında, Peyami Safa’nın “Sözde Kızlar” başlıklı kitabının kadın kahramanı Mebrure, arkadaşı Nadir’in evini ararken “(…) zaten bu ev sokağın köşesini dönünce, eski şahnişinlerle göze çarpıyordu” demektedir. Sâmiha Ayverdi’nin “İbrahim Efendi Konağı” adlı eserinde sokağın iki tarafını kuşatan cumbalarla ilgili bu düşünceyi destekleyen şöyle bir tasvir yapılmıştır: “Cami ile ev arasında bazen öyle dar sokaklar vardı ki, karşılıklı binaların karşılıklı şahnişinleri (cumbaları), sanki baş başa vermek suretiyle, bu daracık sokakların enini biraz daha kesmek isterlerdi. Onun için de, yoldan geçenler, birbirlerinin kulağına bir şeyler fısıldarcasına sokulmuş bu evlerin önünden değil de, bir dehlizden yürür gibi, geçerlerdi” (Ayverdi, 2015, s. 312). Abdülhak Şinasi Hisar, “Boğaziçi Yalıları” adlı eserinde cumbanın anlatımını daha da şiirselleştirir. Yazar, “Bir bina vücudundan bir kısmının böyle sokağa çıkmış ve uzanmış olması size bilmem ki dokunaklı gelmez mi? Ben bunda bir çocuk saffeti ve bir nebat hali gördüğüm için, şimdi hatırlaması bile rikkatime dokunuyor” (Hisar, 2006, s. 53) diyerek, yapıdan dışarıya çıkma yapan öğenin yapıdan ayrı bir öğe değil, tam tersine yapının saf ve doğal bir parçası olması dolayısıyla etkilendiğini dile getirir.
Pera civarında gezen iki İskandinav seyyah K. Hamsun ve H.C. Andersen’in daracık yol boyunca sağlı sollu sıralanmış bulunan ikişer üçer katlı cumbalı evlerin, yan sokakların daha da dar olması nedeniyle birbirine bitişikmiş ve sanki yağmur yağdığında buradan geçerken şemsiye kullanmaya gerek kalmayacakmış gibi görünmelerinden etkilendikleri dikkat çeker (Hamsun ve Andersen, 1998, s. 94). Bu iki seyyaha göre saray bahçesi; sırtlardan denize, sahildeki tuhaf ahşap evleriyle dikkat çeken Kuruçeşme köyüne doğru uzanır. Bu binaların meyilli kalaslarla alttan desteklenen ikinci katları birincisinin dışına taşmış, evlerle kıyı arasında kalan alanın üzeri dışarı çıkıntı yapan ikinci katlarla örtülmüştür. Saraylarda yaşlı hanım sultanlar yaşadığından pencerelerde kafeslerin olduğu ve eskinin bu güzel ve güçlü kadınlarının denizi ve yabancı gemileri gözetleyebilmeleri için kafeslerde yeterince budak deliği bulunduğu ifade edilmektedir.
Etrafı açık balkonun tersine dış-iç-dış etkileşiminin sürekliliğini deneyimleten oda uzantısı cumba, içe yönelmenin mekânsal etkileri dışında kişinin kendi içine yönelmesini de sağlar. Diğer bir deyişle, evdeki bireylerin yalnızlaştığı bir köşe ve hatta kişinin kendine kapanması için uygun bir çıkıntıdır. Gaston Bachelard, “bir evdeki her köşe, bir odadaki her duvar köşesi, insanın dertop olmaktan, kendi üstüne kapanmaktan hoşlandığı her kuytu, hayal gücü için yalnızlıktır, yani bir odanın tohumu, bir evin tohumudur” der.
Bununla birlikte cumba, kadının toplumsal cinsiyet kodları üzerinden tanımlanabilir bir mekân haline dönüşmektedir. Konuttaki gündelik yaşam içinde kadının kendini göstermeden ev kıyafetleri ile sokağı izlemesi için yapılmış “cumba”nın yine bir başka evin mahrem hayatını izlemeye yönelik bir araca dönüşebileceği düşünülmektedir. “Kadının hamam haricinde dışarıya çıkmasına ve kamusal alanda varlık göstermesine ilişkin kısıtlamalar, özel alanda bir başka kadının gündelik yaşamına müdahale etme hali, mekân ile diğer bir deyişle cumba ile gerçekleşmektedir. Ayrıca, bir kocanın kıskançlığının belirtileri de mekânsal önlemlerle ortaya çıkar. Bunlar, büyük endam aynalarına tüller örtülmesi, faytonların arabalığa çekilip sadece kupaların kullanılması ve konutun deniz tarafındaki pencerelerine panjurlardan başka kafeslerin taktırılması olarak özetlenebilir.”
Ve sanki deprem sonrası yapılan yapılarda sadece bir iki çiçek konulabilecek kadar küçük sözde ‘Fransız balkonları’ modernizmin dışarısı ile içerisi, özel ile kamusal ayrımlarının sorunsallaştırılmasına yönelik ve özellikle kadınların toplumsal hayata katılımı bağlamında düşünülebilecekken, Türkiye’de de özellikle son zamanlarda siyasilerin gösteri yapmasına yönelik kullandıkları bazı yapılarda bulunan bir mimari özellik olarak kalacak gibi.
Sibel Erduman
Yararlanılan kaynaklar:
- Osmanlı Toplumunda “Cumba”/ “Şahnişin” Oya ŞENYURT
- Balconies consigned to oblivıon in Iranian Resıdentıal Buildings MELODY SAFARKHANI
2020’de Uluslararası Film dalında Oscar adaylığı alan ilk Tunus filmi vücudunu gerçek bir sanat eseri haline getirilen Sam Ali’nin hikayesini anlatıyor.
Filmin yönetmeni Kaouther Ben Hania, fimi “gerçek dünya meselelerimizi geniş kapsamda ele alan, eşitsiz bir sistemde kişisel özgürlük hakkında bir alegori” olarak tanımlıyor. Bir yanlış anlaşılma sonucu Suriye’den kaçmak zorunda kalan Sam Ali, sevgilisine kavuşabilmek için vize alıp Avrupa’ya gitmek zorundadır. Başlangıçta imkânsız görünen bu hayal, tartışmalı eserleriyle bilinen Belçikalı bir çağdaş sanatçının Sam’i bir sanat eserine dönüştürmesiyle gerçek olur. Sanatçı, Sam’in sırtına Schengen vizesi dövmesi yapıyor ve bu şekilde bir sanat eseri haline gelen Sam, müzelerde sergilenmek üzere Avrupa’ya seyahat hakkını elde ediyor.
Suriye’den Tunus’a giderken bir araba koltuğunun içinde nefessiz kalarak seyahat eden Sam, edindiği “sanat eseri” statüsü sayesinde artık birinci sınıf uçak yolculuklarıyla Avrupa’yı gezebilmektedir. Fakat Sam’in hayatındaki bu köklü değişim, onun bir mülteci olarak hak ettiği değeri gördüğü anlamına gelmemektedir. Çünkü Sam’in gördüğü tüm bu ilgi, aslında bir insan olarak değil bir proje olarak elde ettiği itibarın bir sonucudur. Gerçekten de sergilendiği müzelerde Sam’in diğer sanat eserlerinden hiçbir farkı kalmıyor. Hatta yer aldığı müzede kendisinden çok daha pahalı eserler olduğu düşünülürse kendisi onların yanında değersiz bile kalıyor. Kıpırdamadan saatlerce beklemesi, sırtında bir sivilce çıktığında “restore edilmesi” gerekiyor.
Sınırlar ve esaret
Film, günümüz dünyasında mültecilere kapalı sınırların anlamsızlığını ironik bir şekilde ele alıyor. Metaların serbestçe dolaşabildiği bir çağda, insanlar, canları pahasına sınırlara hapsediliyor ve insanların elde edemediği bu hakkı metalar elde ediyor. Sanatçı Jeffrey’nin Sam’i bir eser haline getirerek parmak basmak istediği nokta da bu. Projesi, Sam’in esaretini çok açık bir şekilde gözler önüne sererken Jeffrey alaycı olanın kendisi değil; dünya olduğunu söylüyor. Kendisi, sıklıkla modern hayatı hicvetse de modern hayatı gerçekten eleştiriyor mu yoksa onu taklit ederek onun yarattığı eşitsizliklerin bir benzerini sanata mı yansıtıyor, anlamak güç.
Bu “çalışma”, bir yandan Sam’in esaretini gözler önüne sererken diğer yandan onu daha da esir kılıyor. Sonuç olarak Sam, mültecilere kapalı sınırların ve ezilenleri bir özne değil; bir nesne olarak ele alan elitist sanat tarafından esir alınıyor.
Her ne kadar film, bir aşk hikayesi etrafında dönse de sınırların mülteciler için ifade ettiği anlam bundan çok daha fazlası. Sınırlar, sadece sevenleri ayıran ve hikayedeki mutlu bir sonla aşılabilecek bir engelden ibaret değil. Sınırlar, mülteciler için temel insan haklarından mahrum kalmak ve ölüme terk edilmek anlamlarına geliyor.
Sanat ve etik
Film, her ne kadar ilk bakışta inandırıcılıktan uzak bir kurguya dayanıyor gibi görünse de bir sanat eseri haline getirilmiş gerçek bir insandan Tim’den esinleniyor. Şaşırtıcı ve beklenmedik eserleriyle bilinen Belçikalı neo-kavramsal sanatçı Wim Delvoye, tıpkı filmdeki gibi Tim’in sırtına yaptığı dövmeyle onu bir sanat eseri haline getiriyor. Tim, filmdeki gibi başka bir şansı olmayan bir göçmen değil; Zürihli bir dövme salonu sahibiydi. Tim 2008’de 150 bin euroya “satıldı”. Satın alan Rik Reinking adlı Alman koleksiyoncu, yılda birkaç hafta Tim’i “sergileme” ve öldükten sonra sırt derisini yüzerek çerçeveletme hakkını elde etti. Tim Steiner, derisinin artık Reinking’e ait olduğunu, kendisinin sırtında taşıdığı eser için geçici bir çerçeve olduğunu söylüyor.
Delvoye’nin muhtaç durumda olmayan birini tuval olarak kullanması, eserlerinin etik sınırları aştığı ve hisseden varlıkları obje haline getirdiği gerçeğini değiştirmiyor. Delvoye, Tim’den önce canlı ve ölü domuzları dövmeli “eserler” haline getirdi. Filmde gördüğümüz domuzlar, Delvoye’nin işkenceyle “sanat eseri” haline getirdiği domuzlar. Bununla birlikte Delvoye’nin hayvan derilerine saman doldurarak onlara kimi formlar verdiği çalışmaları da mevcut. Delvoye’nin bu çalışmaları, hayvanların maruz kaldığı şiddet ve çağdaş sanatın etik sınırlarına dair bir tartışma başlattı ve hayvan hakları savunucuları bu yöntemleri protesto etti.
Filmdeki çağdaş sanatçı Jeffrey gibi filmin kendisinin de Sam’in esareti karşısında aldığı tavır muğlak. Bir yandan bir insanın bir obje haline getirilmesinin yarattığı sıkıntılar gösterilirken diğer yandan Sam’in esaretini doğuran iki etmenden biri (diğeri sınırlar) olan Jeffrey net bir eleştiriye tabi tutulmuyor. Mutlu son, hem sınırlara hem Jeffrey’ye dokunmadan sağlanıyor. Filmin sonunda Jeffrey’nin Sam’den yana olması akıl karışıklığı yaratsa da filme ilham veren çağdaş sanatçı Wim Delvoye’nin de bizzat filmde yer alması, bunu açıklıyor.
Delvoye, bizzat sanatçıyı oynamayı da düşünmüş, fakat bunun gerçek hayattaki itibarını zedeleyeceğinden korktuğu için bundan vazgeçmiş. Oysa böyle bir hikâyeyi konu alan bir filmin, etik sınırları aşarak insanları ve hayvanları obje haline getiren sanatçıların itibarının zedelemesi ve mültecilerin temel haklarını ellerinden alan sınırların eleştirmesinden daha doğal bir şey olamazdı. Filmin ezilenleri bir obje olarak ele alan çağdaş sanata karşı keskin ve net bir eleştiri getirmemesi, tıpkı Jeffrey gibi modern hayatın sorunlarını yalnız ironiye başvurarak ortaya koyması, filmden beklenen mesajı zayıflatıyor. Yine de film, Tim’in başına gelenleri Suriyeli bir mültecinin hikayesiyle birleştirerek esareti iki yönüyle birden etkileyici bir şekilde işliyor ve mültecilere biçilen rolü ve sınırların yarattığı ironileri etkileyici bir şekilde gözler önüne seriyor.
Meksikalı sanatçı Frida Kahlo, otoportreleri, acısı ve tutkusu, cesur ve canlı renkleriyle hatırlanır. Meksika'da Meksika ve yerli kültürüne gösterdiği ilgiden dolayı, feministler tarafından da kadın deneyimini ve biçimini tasvir ettiği için kutlanır. Ancak “Açık Yarayı Anma: Frida Kahlo ve devrim sonrası Meksika kimliği” adlı değerlendirme yazısında Corrine Anderson, Kahlo’nun biyografilerinde onun kamusal bir aktör ve aktivist kimliğini hesaba katmıyorlar, diyor.
1910’daki Meksika, devrimden sonra 1920’de Alvaro Obregon’un seçilmesiyle, otuz yıldır Porfiro Diaz’ın diktatörlüğünde hüküm süren pozitivist felsefeden çıkmaya başladı. Diktatörlük döneminde pozitivist entelektüeller, profesyoneller ve rejimin bürokratları toplumu, evrensel evrimin yasalarına tabi bir organizma olarak görüyorlardı. Diaz yönetimi Meksika yerli kültürünü küçümsemiş ve Avrupa ile ABD’yi ekonomik ve kültürel bir model olarak almıştı.
Frida Kahlo’nun oto portreleri, aşk yaraları ve ruhunu bulma çabalarından çok daha fazlasını yaparak dönemin Meksika’sında kültürel ve politik tansiyonu da inceler. Zapotek ve Meksika halk imgelerini kullandığı resimlerinde yerli halkın geleneklerine saygı duyan devrim sonrası Meksika’nın milliyetçi ideolojisini yansıtır. Ama aynı zamanda yerli olanı romantikleştiren milliyetçilik fikrinin de altını oyar, karmaşıklaştırır ve buna direnir. Devrim sonrası yerlilik Meksika’nın şiddet tarihinin yaralarını dağlamaya çalışırken Kahlo kendi temsilinde sadece yaraları ortaya çıkarmakla kalmaz, onların kanamasına da izin verir.
André Breton, Frida’ya onun bir sürrealist olduğunu söylediğinde Kahlo, "Gerçekten resimlerimin sürrealist olup olmadığını bilmiyorum ama onların kendimin en açık ifadesi olduğunu biliyorum" diye yazmıştı.
1940 yılında Mexicano Galeria de Arte'deki Uluslararası Sürrealizm Sergisi’ne katıldı. Orada en önemli iki eserini sergiledi: İki Frida ve Yaralı Masa (1940). Bu iki resimde hem milliyetçiliğin romantikleştirilmesine hem de modernizmin ‘pozitivistliği’ne karşı, Kahlo’nun kendi hayatından ve bedeninden yola çıkarak, modernizmin öznenin bilincinden kaçan, onun temel öz-bilinç düzeyi olan bilinçdışı gerçekliğini keşfettiği söylenebilir.
Frida 6 Temmuz 1907'de Mexico City, Coyocoan'da doğdu. Altı yaşındayken çocuk felcine yakalandı, hastalığından dolayı sağ bacağı sol bacağından çok daha ince kaldı. 1922 yılında Mexico City'deki ünlü Ulusal Hazırlık Okulu'na katıldı. Meksikalı duvar ressamı Diego Rivera ile ilk kez bu okulda tanıştı. Bu arada benzer siyasi ve entelektüel görüşleri paylaşan bir öğrenci çetesine de katıldı. Çetenin lideri Alejandro Gomez Arias'a âşık olan Kahlo, Gomez Arias ile bir otobüste seyahat ederken bulundukları otobüsün tramvayla çarpışması sonucu ağır yaralandı. Omurgası ve pelvisi kırıldı ve bu kaza hem fiziksel hem de psikolojik olarak çok acı çekmesine neden oldu.
İlk oto portresini yatakta geçirdiği sıralarda yapmıştı. Daha sonra Diego Rivera ile evlendi. Kahlo ve Rivera birkaç kez ayrıldılar ama her seferinde tekrar birlikte oldular.
1937'de Meksika’da bulunan Leon Troçki ve karısı Natalya'ya yardım ettiler. Kahlo’nun Leon Troçki ile kısa bir ilişkisi oldu.
Ve 13 Temmuz 1954’te hayata veda etti.
Uluslararası üne sahip duduk sanatçısı Civan Gasparyan 93 yaşında vefat etti.
Agos Gazetesi'nin haberi şöyle:
Civan Gasparyan'ın torunu Jr. Facebook paylaşımında "Dünya bu gece düşünülemez bir kayıp yaşadı. Sadece bir ikon değil, aynı zamanda güzel bir ruh. Huzur içinde yatsın,” dedi.
Ermenistan'ın Godayk bölgesinde Solak kentinde 1928 yılında Muşlu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Gasparyan, altı yaşında duduk çalmaya başladı. Henüz küçükken annesini kaybetmesiyle zor bir çocukluk geçirdi. Babası İkinci Dünya Savaşı'na katıldı. Bu nedenle Civan Gasparyan çocukluğunu yetimhanede geçirdi. 1947'de Moskova'ya gitti.
1948'de Ermeni Şarkı ve Dans Popüler Topluluğu ve Yerevan Filarmoni Orkestrası'nın solisti oldu.
UNESCO dünya çapındaki yarışmalarında (1959, 1962, 1973 ve 1980) dört madalya kazandı. Gasparyan, 1973 yılında Ermenistan Halk Sanatçısı unvanına layık görüldü. 2002 yılında WOMEX (World Music Expo) Yaşam Boyu Başarı Ödülü'nü aldı.
Ermeni halk müziği çalan küçük bir toplulukla dünya çapında turneler düzenledi. Ronin, Gladyatör de dahil olmak üzere birçok filmin müziklerini icra etti ve besteledi.
Gasparyan, Sting, Peter Gabriel, Hossein Alizadeh, Erkan Oğur, Michael Brook, Brian May, Lionel Richie, Derek Sherinian, Ludovico Einaudi, Luigi Cinque, Boris Grebenshchikov, Brian Eno, David Sylvian, Hans Zimmer gibi birçok sanatçıyla işbirliği yaptı.
Ayrıca Kronos Quartet ve Los Angeles Filarmoni ile kayıtlar gerçekleştirdi.
Gasparyan, Oslo'daki 2010 Eurovision Şarkı Yarışması'nda Ermenistan adına yarışan Eva Rivas'ın şarkısında da sahne aldı ve ve Eurovision Şarkı Yarışması'nda performans sergileyen en yaşlı kişi oldu.
Gasparyan Türkiye'de konserlerde sahne aldı. Erkan Oğur ile kaydettikleri Fuad albümü Kalan Müzik'ten yayınlandı.
Gasparyan 20'den fazla albüm kaydetti ve binlerce konsere katıldı.
(AGOS)