Filistin halkının direnişi Siyonizmi tüm dünyada teşhir etti.
Siyonizm Yahudilerin kendilerine binlerce yıl önce “vadedilmiş" olan topraklara geri dönüp orada yaşamaları gerektiğini vazeden bir ideoloji olarak şekillenmişti fakat bu fikirleri Yahudi toplumuna öyle kolayca satamadılar: “1880-1929 arasında 4 milyona yakın Yahudi yaşadıkları ülkeleri terk ederek göçtü. Bunların ezici bir çoğunluğu (3 milyon 250 bini) Rusya ve Avusturya Macaristan imparatorluğundan ABD ve diğer Amerika kıtası ülkelerine göç ettiler. Sadece 120 bin Yahudi Filistin'e, ‘vaat edilmiş topraklara’ gitti. Yahudiler Siyonizme uzak duruyorlardı.”
Doğu Avrupa'dan kaçarak İngiltere, Fransa ve Almanya'ya göç eden Yahudiler gittikleri her ülkede ırkçılığa maruz kalıyorlardı. Fransa'da Yahudi düşmanlığının yükseltildiği yıllarda (Dreyfus Davası) gelişmeleri takip eden gazeteci Theodor Herzl 1896'da yazdığı bir kitapta Yahudiler için yegâne çözümün kendi devletlerini kurmak olduğunu anlatıyordu ve Herzl'in kitabı Siyonist hareketin başlangıcı oldu.
Tahmin edilebileceği gibi, Siyonizm en büyük desteğini, Yahudileri topraklarından göndermek isteyen ırkçılardan aldı. Tarihteki tüm yerleşimci sömürgecilerin toprak temellükünü meşrulaştırmaya çalışırken ırkçılığı yükselterek bundan beslenmeye çalışmaları bir tesadüf olmasa gerek.
Siyonizm ve Yahudilik bir ve aynı şey değildir, yani tüm Yahudiler Siyonist değildir. Pek çok Yahudi’nin reddettiği Siyonizm, hiçbir zaman Yahudiler için bir sığınak arayışına dönüşmedi. Zaten en başından beri Yahudilerin çoğunlukta olduğu bir devlet yaratmaya yönelik sömürgeci bir proje olarak planlanmıştı. Böyle bir projenin başarısı ise orada yaşayan halkın (Filistinlilerin) kendi topraklarından sürülmesine bağlıydı.
Siyonistler, bu ideolojiye karşı çıkan herkesi antisemit ilan ettiler ve halen de ediyorlar. Oysa antisemitizm ‘Yahudi düşmanlığı’ anlamına geliyor. Diğer bir deyişle, Yahudilere yönelik ırkçı tutumlar sergilemiyorsanız antisemit ilan edilemezsiniz. Özetle, bir insan hem Siyonizme hem de antisemitizme karşı olabilir ki olması gereken de budur zaten.
İsrail'i kendileri için vaat edilmiş topraklar olarak gören Siyonistlerin Filistin’de 1948’den bu yana sürdürdükleri sistematik yıkıma karşı çıkmak, tüm Yahudi toplumunu Siyonist olmakla itham ederek Yahudi düşmanlığı sergilemeyi hiçbir zamanda ve koşulda haklı çıkarmaz. İkincisi düpedüz ırkçılıktır ve en az Siyonizmin kendisi kadar tehlikelidir. Kaldı ki Siyonizm de bu ırkçılıktan besleniyor, olmadığı koşullarda yoktan var ediyor, bizatihi teşvik edip yaratıyor. Geçmişte Irak’ta bir arada ve barış içinde yaşayan Yahudiler ile Araplara yapılan da buydu. 1950'lerde Siyonistler, Orta Doğu’nun farklı ülkelerinde yaşamakta olan Yahudileri İsrail'e döndürmeye çalıştı ki o ülkelerden biri de iki halkın neredeyse 2 bin yıldır barış içinde yaşadığı Irak oldu. Buradaki barış ortamını bozmak için ırkçılık tohumları ekildi, Iraklı Yahudiler arasında panik yaratmaya çalışıldı. Siyonistler Bağdat'taki bir sinagoga bomba yerleştirdi, ırkçı gruplar harekete geçirildi.
Nakba: 1948’den bu yana süren kırım
Filistin’in ilk bölünme planı 1937’de Peel Komisyonu aracılığı ile önerildi. Arap Yüksek Komitesi bu öneriyi tümden reddederken Filistin topraklarının satışının ve Filistin’e Yahudi göçünün engellenmesini talep ediyordu ancak 29 Kasım 1947’de, henüz yeni kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda, Filistin topraklarının bölünmesi kabul edildi.
14 Mayıs 1948’te İsrail'in kuruluş bildirgesi imzalandı, BM’de, Filistin'in yüzde 55'inin Siyonist yerleşimcilere verileceği belirtilen bir deklarasyon onaylandı.
Siyonistler, Filistinlileri Filistin topraklarından ‘gönüllü sürgün’ edeceklerine dair açıklamalar yaparken – elbette ‘gönüllü sürgün’ diye bir şey olamaz; adına ne denirse densin kastedilen şey her zaman zorla yerinden edilmedir— Orta Doğu, petrol kaynakları nedeniyle, emperyalistlerin kontrol altında tutmak istedikleri bir bölgeye dönüştü. Filistin toprakları üzerinde kontrol sahibi olan İngiltere’nin gücü savaşta zayıflayıp ABD’ninki arttı, Orta Doğu petrolü ABD için önemli olmaya başladı. Bunu da bir fırsata çevirmek isteyen Siyonistler ırkçılardan beslenmeyi bir kenara bırakıp bu kez de ABD emperyalizmini kullanmaya karar verdiler.
Neticede BM planında Yahudi bölgesine ayrılan ekonomik ve tarımsal alanların Filistin bölgesine ayrılanlara kıyasla çok daha avantajlı durumda olması nedeniyle Filistinliler bu planı tümden reddetti ve işgalci İsrail’in gaspa, şiddete dayalı zorla göç ettirme politikaları devreye girdi (Nakba).
Siyonistler 70’ten fazla katliamda 15 binin üzerinde Filistinliyi öldürdü, en az 850 bin Filistinli evlerinden edildi, yaklaşık 500 köy zorla göç ettirildi ve Filistinliler, tarih boyunca yaşadıkları Filistin topraklarında, günden güne küçülen bir alana hapsoldular.
1948'den önce Filistin'de sadece 600.000 Yahudi yerleşimci yaşıyordu. Nakba'yı takip eden üç yıl içinde bu sayı ikiye katlandı.
Emperyalizm ve Siyonizm
1948'de İsrail'i bir devlet olarak tanıyan ilk ülke, İsrail'in en büyük emperyalist müttefiki olan ABD’ydi.
Nakba'dan sonraki birkaç yıl içinde İsrail kendi nüfusunu ikiye katlarken Yeşil Hat içinde kalan Filistin topraklarının yüzde 93'üne el koydu.
Esasında o günden bu yana sürdürülmekte olan Nakba 7 Ekim 2023’te hepimizin gözlerinin önünde açık bir soykırıma dönüştürüldü ki bu da stratejik, planlı bir ‘çökme’ politikasıydı.
Siyonistler de tıpkı tarihteki tüm diğer yerleşimci sömürgeciler gibi kapitalizmin kâr odaklı dişlilerini arkalarına alıp Filistin halkının dayanıklılık ilişkilerini yok ederken en başından bu yana toprak talep etti, yüz binlerce Filistinliyi topraklarından kovdu.
İsrail, 7 Ekim itibarıyla artık Filistin’de bir tane bile Filistinli bırakmayacağını açıkça gösterecek kadar inanılmaz bir kırıma girişirken yine başta ABD olmak üzere, kendisini her koşulda destekleyeceklerini bildiği emperyalistlere güveniyordu.
İsrail Gazze'de taş üstünde taş bırakmayarak okullara, hastanelere, güvenli bölge olarak belirlenen yerlere sığınan Filistinlilere bomba yağdırmaya devam ederken ABD bu soykırımın her adımında onun yanında yer aldı. Geçtiğimiz günlerde soykırımcıya 20 milyar dolarlık bir silah sevkiyatını daha onayladı. Bu sevkiyatta yine savaş uçakları var, füzeler var. Ve bunu da İsrail’in kendini savunma hakkına verilen destek olarak sunuyor.
ABD başta olmak üzere Batı emperyalizminin bir soykırımı dahi destekliyor olmasının asıl sebebi, devletler arası rekabete dayalı küresel emperyalizmin Filistin halkını zerre kadar umursamıyor oluşu. Kendi çıkarlarını destekleyen İsrail ile, soykırımın ortakları olacak şekilde el ele veriyorlar çünkü ele geçirdikleri gücü diğer emperyalistlere kaptırmak istemiyorlar. El ele verip bir soykırım gerçekleştiriyor ve bunu yaparken de en büyük rakiplerini (Çin) otoriterlikle suçlamaya devam ediyorlar.
Hamas
Hamas, Birinci İntifadanın patlak verdiği 1987 yılında ve bir direniş gücü olarak kuruldu.
Birinci İntifada 1993’te sona erdiğinde ABD ve Avrupa Birliği'nin aracılık ettiği, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile İsrail tarafından destek bulan bir anlaşmaya imza atıldı. Oslo Anlaşmaları olarak bilinen bu süreçte, İsrail'in tanınması karşılığında FKÖ ve diğer direniş gruplarına Gazze ve Batı Şeria üzerinde sınırlı bir kontrol imkânı sunulmuştu. Ne var ki Doğu Kudüs'ün statüsü ve Filistinlilerin evlerine dönme hakkı gibi önemli başlıklar ileri bir tarihte tartışılmak üzere ertelendi. Bu nedenle anlaşmayı reddeden Hamas (ki o yıllarda İsrail devletini resmen tanımayı reddediyordu) üç yıl sonra Filistin Yönetimi için yapılacak seçimlere de katılmayınca ondan boşalan yeri El Fetih partisi doldurdu ve bu parti parlamentoda çoğunluğu kazandı.
İsrail böylesi gelişmelerin ortasında bile Filistin topraklarına el koymaya devam etti, ABD ise Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak gördüğünü gösteren adımlar attı.
2000’de İkinci İntifada yaşandı ve Hamas bir kez daha merkezde yer aldı. 2006’da ise seçimleri kazanarak yönetime geçti. Ancak hemen ardından İsrail ile ABD tarafından desteklenen El Fetih’in gerçekleştirdiği bir darbe girişimi yaşandı. Siyonistler ve emperyalistlerin bu girişimi Hamas’ın müdahalesiyle başarısızlığa uğratıldı. Ardından gerçekleştirilen müzakerelerde Hamas İsrail’i bir devlet olarak tanıyacağını gösterecek şekilde iki devletli çözümü kabul etmiş oldu.
Filistin için içeride ve dışarıda verilen mücadelelerin dinamikleri bu hamle ile farklılaşmış görünse de neticede hiçbirimiz Filistin halkının içeride verdiği mücadelenin dinamiklerini eleştirebilecek konumda değiliz. İçeride iki devletli çözüme yönelim gösterilmesi, bizlerin dışarıda verdiğimiz mücadelede Nehirden Denize Özgür Filistin talebini yükseltmemize engel teşkil etmez. Fakat bu talebin arkasında birleşirken de bir halkın on yıllardır verdiği haklı mücadelesinde neyi nasıl yapmaları gerektiğine dair diskur çekme hakkımız yoktur.
Uluslararası Sosyalist Akım’ın (IST) Ekim 2023’te yaptığı açıklamada şöyle diyorduk: “Hamas ve diğer direniş örgütlerinin 7 Ekim'de başlattığı saldırılar, Filistin sorunu çözülmeden Orta Doğu'da barışın olamayacağına dair bir uyarı niteliğindedir.” Nitekim 7 Ekim saldırıları Filistinlilerin daha fazla göz ardı edilemeyeceğini en acı şekilde gösterirken İsrail’in ve Batı emperyalistlerinin gerçek yüzünü de ortaya serdi.
Gazze’ye verilen sahte destek
7 Ekim’den sonra Türkiye’de birçok kurum, vakıf, Filistin halkı için sokaklara çıktı. İsrail’in öfkeli sloganlarla protesto edildiği bu eylemler bir süre sonra sönümlendi.
Sönümlenmesinin nedeni, bu eylemleri düzenleyen kurumların Türkiye’de iktidar şemsiyesi altında olmalarıydı.
İsrail’in saldırıları o kadar şiddetliydi ki eylemler tüm dünyada hızla İsrail’in dünya politika sahnesinde yalnızlaştırılmasına odaklandı. Bu, her ülkede örgütlenen Filistin’le dayanışma eylemlerinde o ülkenin İsrail’le ilişkilerinin teşhir edilmesi anlamına geldi.
Türkiye’de Filistin’e Özgürlük Platformu olarak bizler, ilk eylemimizden itibaren Erdoğan iktidarının İsrail’le ikili anlaşmaları ve ticareti sona erdirmesini talep ediyorduk. İsrail’in yarattığı yıkım, bu talebin milyonlarca insanın öfkeli talebi olmasıyla sonuçlandı.
Filistin halkıyla dayanışma içinde olan hiçbir çevre, iktidarın İsrail’le kirli ilişkisini açığa sermeden eylem yapamazdı artık. Bu yüzden, iktidarın teşhirini yapmaktan imtina edenler, Filistin’le dayanışma eylemlerinden geri çekilmek zorunda kaldılar ve derin bir sessizliğe büründüler.
İktidarın kendisi ve doğrudan iktidar çevreleri de en başta Gazze için mitingler örgütleseler de kısa sürede buna bir son verildi çünkü iktidarın İsrail’le ilişkilerini eleştirmeden sahte Filistin eylemleri düzenlemek artık gerçekten imkânsız hale gelmişti.
AKP’nin Filistin yalanları
AKP iktidarı Filistin konusunda en başından beri yalan söylüyor. Seçim ve miting meydanlarında İsrail aleyhinde en sert konuşmaları yapan iktidar sözcüleri bir gerçeğin halktan sürekli olarak gizlenmesi için mücadele ettiler. Bu, Türkiye ile İsrail arasındaki ticaretin boyutlarının sürekli arttığı gerçeğiydi.
İktidar bu gerçeği gizlese de devlet kurumlarının verileri ticaretin boyutlarını gözler önüne serdi.
Bazı bakanlar, yüzleri kızarmadan, bu ticaretten kârlı çıkanın Türkiye olduğunu bile söyleyebildi. Bazı sözcüler ise ticari anlaşmaların 7 Ekim’den önce imzalandığını ve Türkiye’nin anlaşmalara uymazsa yaptırımlara maruz kalabileceğini iddia etti.
Ortada bir soykırım varken bu soykırımın faili olan devletle ikili anlaşmaları iptal eden ülkeye hiçbir yaptırım uygulanamaz.
Bu yaptırımları hiç kimse, hiçbir uluslararası kuruluş ciddiye almaz.
Sorunun uluslararası bağlayıcılığı olan ticaret kuralları değil, Türkiye’de iktidarın ve bazı şirketlerin gözünü para bürümüş olması olduğu çok nettir.
Bilhassa da daha yakın zamanda Azerbaycan’dan gelen petrolün Türkiye üzerinden İsrail’e taşındığının açığa çıkması büyük bir skandaldı. Azerbaycan şirketi Socar’ın yöneticileri Türkiye’de Filistin için mücadele eden aktivistleri açıktan tehdit edebildiler ve bunun da nedeni iktidarın İsrail’in kanlı paralarından vazgeçememesidir.
Filistin için direnmeye ara vermeyeceğiz.
Tuna Emren
(Sosyalist İşçi)