Rüyalar, ayaklarımızın bastığı toprak kadar gerçek, ve en korkunç kabuslarımız aramızda dolaşıyor. Tuna Emren yazdı.
Neil Gaiman’ı çok severim. Sevmeyen var mıdır ki zaten? Her şeyden önce, her defasında şaşırtmayı başaran benzersiz bir hayal gücüne sahip. Fakat daha da önemlisi, ne yaptığını gayet iyi biliyor oluşu. Onun eserlerinde tek bir fikir ya da detay yoktur ki sonradan üretilip eklenmiş gibi görünsün. Sanki yazmaya oturduğu anda, sonunda tam olarak nasıl bir şey çıkaracağını görmüş gibidir.
Gaiman roman da yazsa oyun da senaryo da, fark etmez, ne yazarsa yazsın basmakalıp türleri aşan yenilikçi bir hikaye anlatımını benimseyeceğine emin olabilirsiniz.
Bir röportajında “Süper kahraman yazamıyorum ama tanrılardan iyi anlarım” diyordu. Gerçekten de öyle. Fakat onları karşımıza hiçbir zaman “kusursuzlar” olarak getirmiyor. Mitosun tanrılarını tahtlarından indirip, yanılabilir olduklarını görecekleri, kusurlarıyla yüzleşecekleri bir serüvene itiyor adeta.
Gaiman’ın çizgi roman serisi olarak tasarladığı The Sandman, nam-ı diğer Kum Adam da aynı sihirli formülle kaleme alınmış çok eski bir masalın yeniden yorumlanışı aslında. Kum Adam olarak anılan baş karakterimizse düşler tanrısı Morpheus.
Morpheus (Tom Sturridge), Daimiler olarak bilinen yedi ölümsüz kardeşten biri; Kader, Ölüm, Rüya, Yıkım, Hezeyan, ve Arzu ile Keder adlı ikizler.
Yazdığı her karakteri seven, onlara duyduğu bağlılığı bize de aşılayan Gaiman’ın kendi senaryolaştırma çalışmasıyla ekrana uyarlanan The Sandman’de, tıpkı çizgi romanda olduğu gibi, bilhassa güçlü ve siyah kadınlar ile LGBTİ+ karakterler öne çıkıyor. Ölüm (Death) bu kez bir kadın (Kirby Howell-Baptiste). "Non-binary" yani kadın ve erkek kategorilerinin içinde tanımlanamayan bir Daimi olan Arzu (Desire) karakterini canlandırması içinse akışkan cinsiyetli bir oyuncu olan Mason Alexander Park seçilmiş. Karakterlerin geniş bir kuir yelpazesine yayıldığı dizide Vivienne Acheampong'un canlandırdığı kütüphaneci Lucienne ve Gwendoline Christie'nin canlandırdığı Lucifer de cinsiyet zamirlerini geçersiz kılıyor.
Ekrana uyarlanması 30 yıl süren, Netflix’in şimdiye kadarki en masraflı yapımı olarak tanıtılan The Sandman son derece cesur, incelikli, alabildiğine zengin, derin ve zarif bir hikaye.
Tarz olarak, Disney’in Star Wars serisi uyarlamaları için kullanmaya başladığı antoloji formatı benimsenmiş; her bölüm kendine has dinamikleriyle öne çıkarken serinin akışındaki ton hiç değişmiyor.
Felsefe ve mitoloji tutkunlarının ekran karşısına kağıt ve kalemlerini de alarak oturmayı tercih edebilecekleri, bolca not almak isteyebileceğiniz, sizi içine çeken ve orada bir keşif yolculuğuna çıkaran bu diziyi başından sonuna kadar aynı oranda sevmeye devam edebileceğinizin garantisini veremem. Bazı bölümlerini daha grotesk, kimilerini -bir öncekine kıyasla- daha sürükleyici ya da daha zayıf, bazısını muhteşem, birkaçını oldukça karanlık bulma ihtimaliniz var. Ama her bölümde ziyadesiyle ‘tuhaf ve güzel’ detaylar/karakterler ile karşılaşabileceğinizin, bakmaya cesaret edemediğiniz yerlerde pusuya yatmış gölgelerin beklemekte olduğunu fısıldayabileceklerinin garantisini verebilir, tüm bunların muazzam bir sinematografiyle işlendiğini ve duygusal derinliğini hiç yitirmediğini söyleyebilirim.
Morpheus’a dönecek olursak… Düşlerin gotik kralı son derece karanlık, ciddi ve vakur bir karakter olabilir ama aynı zamanda beklenmedik ölçüde kibar ve iyi kalplidir. Dünyaların dengesini korumaya çalışan bir ölümsüz olsa da neticede o da tıpkı insanlar gibi kendi dengesini aramaya mecbur kalır.
Gaiman tüm hikayelerini ‘denge’ kavramı etrafında örüyor. Ve tıpkı o çok sevdiği Odin gibi, hedefini hiç ıskalamayan mızrağını fırlatıp kalbimizden vuruyor bizi: “Evet, gerçekten Valhalla’daki yerin hazır!” diye düşünmeden edemiyorsunuz.
(Sosyalist İşçi)