1960’ların sonlarında yaşanan kuruluş telaşının yansıması gibi bir şey, İngiltere ve ABD’deki iktidar koltukları etrafında yankılanıyor.
Afganistan’daki uzun savaşın vahim sonu —ve yarattığı devasa siyasi kriz - bu seslerden yalnızca biri. Yönetenlerin geçen yaz Black Lives Matter (Siyah Hayatlar Önemlidir) ayaklanmasında kaybettiği zemini geri kazanma girişimleri ise bir diğeri.
Egemen sınıfın en son böyle bir kıskaçla karşılaştığı zaman, Vietnam savaşı karşıtı hareketler ile siyahların mücadelesinin birleşip büyük bir tepkiye dönüştüğü zamanlardı.
Siyah Hayatlar Önemlidir hareketi tarafından geçen hafta yayınlanan bir raporda, egemen sınıfın böyle bir tehdidi savuşturmak için kirli bir mücadeleye hazır olduğu gösterildi. “İktidar Mücadelesi” raporu, devletin ırkçılık karşıtı tehdidi etkisizleştirmek için baskıyı kullanmaya çalıştığını, adli analiz ile ortaya koyuyor.
Kovuşturma
Raporda, Washington’daki hükümetin, protestocuların işledikleri iddia edilen suçlarının eyalet kovuşturmalarından federal suçlara dönüştürülmesini sağlamak için hukuk sistemini manipüle ettiği gösteriliyor.
Bu, yerel polis yerine FBI’ın soruşturma yürüttüğü ve suçların rutin bir şekilde bir tür “iç terörizm” olarak sınıflandırıldığı anlamına geliyor. Sonuçta mahkûmiyet oranı yükseliyor, aile ve arkadaşlarından uzaktaki cezaevlerinde daha uzun ceza süreleri belirleniyor.
Amaçları korku yaymak, hareketi bozguna uğratmak.
ABD sağının düşünceleri, Priti Patel’in acımasız Polis, Suç, Hüküm ve Mahkeme Yasası’nı parlamentoda görüşülebilir kıldı. Baskıya karşı savaşan birçok kişi bunun sonuçlarını yaşayacak.
1950’ler ve 60’lar boyunca FBI, önce sivil haklar hareketini, sonra da Siyahların Gücü’nü ülkenin başlıca iç güvenlik tehdidi olarak tanımlamıştı. Cointelpro karşı istihbarat programı, FBI tarafından “siyah milliyetçilerin faaliyetlerini ifşa etmek, bozmak, itibarsızlaştırmak veya başka bir şekilde etkisiz hale getirmek” için geliştirildi. Devlet, şiddet içerecek şekilde baskı uygulamak konusunda çok istekliydi.
Nitekim Ağustos 1965’te Los Angeles’ın Watts bölgesinde bir ayaklanma yaşandığında, siyahların yaşadığı gettoları kuşatmak için binlerce Ulusal Muhafız Birliği gönderilmişti. Bu gücün dışında, ayrıca 14 bin polis memuru da kontrolden çıkarak sağa sola saldırmıştı.
Martin Luther King’in öldürülmesinin ardından, Amerikan İç Savaşı’ndan sonraki en büyük seferberlik yaşanmış, sivil bir amaç için bir araya gelen paramiliterlerin gücüne tanık olunmuştu. Yaklaşık 34 bin Ulusal Muhafız, 21 bin federal birlik ve binlerce yerel polis “militan “ olarak kabul edilen bölgeleri kuşatmaya girişti.
Bu sindirme girişimleri hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat, bir dizi hükümet aracılığıyla devam ettirildi.
Devlet baskısı, tıpkı o zaman olduğu gibi günümüzde de adalet peşindeki hareketleri hedef alıyor.
Kitlesel protestolar önemli
Bazıları, kaçınılmaz olarak, devletin sokaklarda yüzleşilemeyecek kadar güçlü bir tehdit olduğu sonucunu çıkarıp, iktidardakileri etkilemenin daha güvenli yollarını aramamız gerektiğini savunuyorlar. Ancak bu neredeyse her seferinde sisteme dahil olma ile ve anlamlı taleplerin körelmesiyle sonuçlanır.
Bazıları da militan direnişe devam etmemiz gerektiğini savunacak, kitlesel hareketlerin taktiklerini kullanmak yerine, yüksek eğitimli ve kararlı aktivistlerden oluşan küçük grupların eylemlerine güvenmemiz gerektiğini söyleyecekler. Bu yaklaşım en azından baskıyla mücadeleyi sürdürme erdemine sahiptir. Ancak ne yazık ki, bu yolda ilerlemek isteyen gruplar devlet tarafından kolay yutulacak lokmalar olarak görülür.
Başka bir seçenek daha var: Hareketin çekiciliğini artırarak kitlesel protestoları sürdürmek.
Her çağda, baskı konusundaki büyük çatışmaların hepsi kaçınılmaz olarak diğer adaletsizliklerle bağlantılı olur. Siyah Hayatlar Önemlidir hareketi sırasında ABD’deki milyonlarca insan şiddetli bir salgınla karşı karşıya kaldı. Ve hem özel hem de halk sağlığı sisteminden acınası bir karşılık gördüler. Şirketler kapandıkça işlerini kaybeden insanların sayısı arttı ve daha birçoklarının da ücretleri düşürüldü.
Siyah Hayatlar Önemlidir hareketi toplumda artan öfkeyi, var olan baskıya karşı yükseltmenin bir yolunu bulursa, bu baskıya meydan okunabilir. Çünkü hiçbir devlet gücü böyle bir hareketi kontrol altına alabilecek kudrete sahip değildir.
Socialist Worker’dan çeviren TN.
Otoriter rejimlerin, milliyetçi nobran iktidarların dünyayı sürüklediği politik iklime tek örnek Bolsonaro değil elbette. Gine Cumhurbaşkanı Alpha Conde de başkanlığını ömür boyu yapmayı planlıyordu.
Gine 1958 yılında bağımsızlığını kazanmış ve ilk demokratik seçimlerini 2010 yılında gerçekleştirmişti. Alpha Conde bu seçimlerde göreve geldi. Bir darbeler cumhuriyeti olan Gine’de seçimle iş başına gelen ilk siyasi olduğu için halkta bir umut yaratsa da iktidar Conde’ye çok cazip geldi. Koltuğunu bırakmak istemedi.
Gine’de anayasa, bir kişinin beşer yıldan en fazla iki dönem devlet başkanlığı yapabileceğini karara bağlamış olmasına rağmen Conde 2019’da bunu üç döneme çıkarmak için harekete geçti ve yapılan referandumla Anayasa değişimi gerçekleşti. Conde’nin altışar yıldan iki dönem daha devlet başkanlığı yapmasının kapıları açıldı. Rejim otoriterleştikçe kitlesel huzursuzluklar, eylemler de gelişti. Rejimin gösterilere yanıtı ise daha sert bir baskı uygulamaktı.
Ordu içindeki bir örgütlenme, bir geçiş rejimi kuracağını ve tek adam iktidarının benimsenmesinin mümkün olmadığını iddia ederek darbe gerçekleştirdi. Ordunun geneli darbeci kliğe karşı harekete geçmeyerek Conde’nin akıbetini belli etti. Gine halkı ise seçimle aldığı yetkileri sonsuz bir tek adam rejimi inşa etmek için kullanan Conde’yle askeri zorbalıkla darbe yapıp demokrasiden yanaymış gibi davranan darbeciler arasında kalmış durumda.
Fakat 2020 yılındaki eylemler bir askeri darbenin örgütlenmesi için değil Conde rejimine demokratik bir uyarı yapılması içindi.
Trump’ın ABD seçimini kaybetmesinin ardından kongre binasına baskın düzenlenmesi için taraftarlarını, paramiliter tipleri ve faşistleri harekete geçirmesi gibi Brezilya’nın aşırı sağcı, maço devlet başkanı Bolsonaro da taraftarlarını sokakta gösteri yapmaları için örgütlüyor.
Bolsonaro Trump’dan daha akıllı görünüyor. Trump bu çılgınlığı seçimi kaybettikten sonra örgütlemişti, Bolsonaro ise seçimle koltuğunu kaybetmeden önce iktidara tutunmanın bir aracı olarak faşistleri sokağa salıyor.
Geçtiğimiz Haziran ayında Bolsonaro’nun başarısız pandemi politikalarını protesto eden on binlerce kişi sokakları doldurmuştu. Brezilya’da işçiler, yerli halklar ve kadınlar ta en başından bu yana Bolsonaro’ya rahat bir nefes alma izni vermediler. Binlerce kızgın protestocu gösterilere devam ederek aşırı sağcı otoriter figürün popülaritesinin daha da düşmesini sağladı. Göstericiler Bolsonaro’nun ve devletin Covid-19’u ciddiye almayarak neredeyse bir soykırım suçu işlediğini söylüyordu.
Brezilya’da 540 binden fazla insan Covid-19 nedeniyle hayatını kaybetti. Şimdi hem ekonomik krizi derinleştiren hem de Brezilyalıları salgının pençesine teslim eden Bolsonaro, faşistleri, taraftarlarını, askerleri sokağa sürerek kutuplaştırmayı derinleştirmenin, iktidar ömrünü uzatmanın peşinde.
Bu satırlar yazılırken Bolsonaro’nun bir gösteri hazırlığı içinde olduğu söyleniyordu. Bir sonraki sayımızda gelişmelerin ayrıntılarını da tartışabileceğiz.
(Sosyalist İşçi)
Taliban’ın Afganistan’da yönetimi ele geçirmesiyle birlikte hayatlarından ve kendilerini bekleyen yaşam koşullarından endişe duyan binlerce Afgan ülkeden kaçmaya başladı. Taliban’dan duyulan endişenin yanı sıra, halihazırda Afganistan’da mevcut istikrarsızlık nedeniyle 3,5 milyon kişi işsiz ve evsiz kalmış durumda. Bu durum, insanların Afganistan’da bir geleceğe sahip oldukları düşüncesini daha da zayıflatıyor.
Afganistan’da tüm bunlar yaşanırken dünyada çeşitli ülkelerin liderleri Afganistan’dan ayrılmak isteyen Afganlara yardım sözleri veriyor ancak gerçekte yaşananlar yardımdan çok ülkeden ayrılmak isteyen Afganları engellemeye yönelik.
İnsanlar sınırlarda
Şu anda 780 bin Afgan göçmenin bulunduğu İran, sınırındaki geçiş noktalarında görülen Afgan göçmenleri geri çeviriyor.
Pakistan sadece tüccarların ve seyahat belgesi olanların geçişine izin veriyor.
Türkiye ise Afgan mültecilerin geçişini önlemek için İran-Türkiye sınırına 64 kilometrelik bir beton duvar örüyor. Yunanistan Afgan göçmenlere karşı Türkiye ile olan sınırına 40 km’lik duvar ördü.
Afganistan’ın yakın komşuları göçmenlere karşı bu tür önlemler alırken Batı’da da durum daha da kötü. Afganistan’ın bugün içinde bulunduğu durumun baş sorumlusu olan, 20 yıldır ülkeyi işgal eden ABD, ülkesine gelmek isteyen Afgan göçmenlere 12-14 ay başka bir ülkede bekleme şartı koyarken İngiltere sadece 5 bin, Kanada ise 20 bin Afgan göçmen alacağını açıkladı. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bir televizyon konuşmasında, Avrupa ülkelerinin ‘büyük çaplı düzensiz göç akışını öngörmeleri ve kendilerini korumaları gerektiğini’ söyledi.
Bekleme kampları değil mülteci hakları
Avusturya İçişleri Bakanı Karl Nehammer, AB’nin Afgan göçmenler için Afganistan’a komşu ülkelerde bekleme kampları kurulmasını önerdi. Benzer bir öneri İngiltere tarafından da dile getirildi. Bu plan için adı geçen ilk ülke Türkiye oldu, ancak Türkiye böyle bir uygulamayı kabul etmeyeceğini açıkladı.
Erdoğan geçen hafta hem Suriyeli hem de Afgan göçmenleri geri göndereceklerini söyledi. İtalya’da Başbakan Mario Draghi ise sadece ‘ülkesine hizmet etmiş Afganları almaya hazır olduklarını’ söylerken AB üyesi diğer ülkeler de arka arkaya Afgan göçmenlerin ülkelerine gelişine karşı olduklarını açıkladılar.
İki yüzlülüğe son verin
Dünyanın Afgan göçmenlere yönelik bu tutumu hiçbir şekilde kabul edilemez. Herhangi bir gerekçeyle göç etmek, başka bir ülkeye sığınmak en temel insan hakkıdır. Bir yandan televizyonlarda Taliban yönetimi altında Afgan kadınların yaşamı için göz yaşları dökerken diğer yandan sınırlara duvarlar örmek iki yüzlülüktür.
Eğer hükümetler savaştan, yoksulluktan ve Taliban’ın dayattığı yaşam koşullarından kaçmak isteyen Afganlara karşı yardım etme konusunda gerçekten samimilerse, ilk yapmaları gereken Afganistan dışına çıkmak isteyen insanlara sınırlarını koşulsuz ve şartsız olarak açmaktır.
Tüm dünyada sosyalistlerin görevi, bir yandan Afganistan’dan gelen göçmenlerle ile dayanışma içinde olurken, diğer yandan kendi ülkelerini hükümetlerine sınırları açmaları için baskı yapmaktır. Günümüzde göçmenlerle en büyük dayanışma tek tek sınırlara örülen bu duvarları yıktırmaktır.
Viyana Musevi Cemaati (IKG) tarafından yapılan açıklamaya göre, 2021 yılının ilk altı ayında yaşanan antisemitik vakalarının sayısı, neredeyse geçen yılın tümünde yaşanan vakaların sayısına yaklaşıyor. Cemaat sözcülerine göre bu artışın en önemli sebebi pandemiyle ilgili komplo teorileri.
2021 yılın ilk altı ayında yaşanan vakalar, Yahudi cemaatine mensup insanlara fiziksel saldırılarda bulunmaktan duvarlara yazı yazmaya kadar geniş bir yelpazede yer alıyor. Pandemi diye bir şeyin olmadığını, bunun dünyayı ele geçirmek isteyen “Yahudilerin” oyunu olduğunu, aşıların da buna hizmet ettiğini anlatan komplo teorilerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, vakalar neredeyse iki katına çıkmış.
Alman Demiryolları (Deutsche Bahn) ile Alman Makinistler Sendikası (GDL) arasında yapılan toplu sözleşme görüşmelerinde (TİS) uzlaşıya varılmaması üzerine, GDL ülke genelinde 5 günlük greve gitme kararı aldı.
Yapılan toplu söleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine, Almanya’da makinistler bir ay içinde üçüncü kere grece gidecek. Perşembe günü saat 02:00’de başlayacak olan grev, 7 Eylül’de saat 02:00’de sona erecek.
GDL Başkanı Claus Weselsky, yaptığı açıklamada “Deutsche Bahn şimdiye kadar kabul edilebilir bir teklif sunmadı. Bu en uzun iş bırakma eylemlerimizden biri olacak. Deutsche Bahn yöneticilerinin anlaşmaya yanaşmaması nedeniyle kısa süreli grevleri tercih etmiyoruz” dedi.
Deutsche Bahn, toplu söleşme görüşmelerinde 2022 yılı için yüzde 1,5 ve Mart 2023’te ise yüzde 1,7 zam teklifinde bulunmuştu. GDL, bu teklifi yeterli bulmayarak makinistlerin ücretlerine yüde 3,2 zam yapılmasını istiyor.
Louis Fishman* ile seçimlerin ve İsrail-Gazze ateşkesinin ardından aşırı sağcı Yahudi grupların gerçekleştirdiği pogromlar, İsrail’deki seçimler, antisemitizm, Standing Together gibi Yahudilerin ve Filistinlilerin başını çektiği savaş karşıtı progresif gruplar, Ben & Jerry gibi son dönemde gerçekleşen olaylar üzerine konuştuk. Röportajı daha önce gerçekleştirmiş olsak da siber saldırı altındaki site, hayat koşturması derken çeviriyi Ozan Ekin Gökşin’in de yardımıyla biraz gecikmeli olarak tamamlayabildim. Konuşulan konular güncelliğini yitirmeyecek konular olduğu için ilgi ile okuyacağınızı umuyorum. Louis Fishman’a vakit ayırıp değerli düşüncelerini bizimle paylaştığı için tekrar teşekkürler.
Avlaremoz sitesi için bu röportajı Eli Haligua yaptı, Ozan Ekin Gökşin çevirdi.
Netanyahu 12 yıl sonra iktidarı devretti, ancak bıraktığı ‘miras’ daha uzun süre İsrail’i etkileyecek gibi. Ben kendisinin Trump, Orban ve benzeri antisemit devlet başkanlarıyla kurduğu ilişkilerin de ayrıca unutulmaması gerektiğini düşünüyorum. Sizce Netanyahu’nun iktidarda olduğu yılların etkisini bölgede yaşayanlar nasıl hissedecek?
Aşağı yukarı bir aydır Netanyahu’nun başbakan olmadığı, onsuz bir dünyayı kavramaya başlayabiliyoruz. Doğrudur, hâlâ Ana Muhalefet lideri olarak Knesset’te, ancak Bennett-Lapid hükûmetinin başarılı olduğu her gün, daha önemsiz biri haline gelecek, geri dönme şansı daha zayıflayacak. Maalesef, Netanyahu’nun beceriyle sürdürdüğü işgal ideolojisiyle karışık oportünizm mirası uzun süre daha bizimle kalmaya devam edecek. Aslında, Netanyahuizmin – ya da Netanyahu’nun mirasının- itaatkar bir medyayla güçlü bir ekonomiyi bir araya getirerek Filistinlilere yönelik baskıyı sürdürmesinin onun becerisi olduğu iddia edilebilir. Veyahut, Netanyahu’nun, bahsi geçen antisemit liderlerle olan ilişkilerden kaynaklanan ekonomik faydalar karşılığında, İsraillileri apolitik olmaya şartlandırdığı söylenebilir. Bu şartlandırma aynı zamanda, her Filistinliyi varoluşsal bir tehdit olarak gören ve büyük ölçüde onları şeytanlaştıran İsrailliler yarattı. Böyle bir hasarı oldu ve kısa vadede geri döndürülebilir gözükmüyor. Değişim olabilir, ancak bu sıklıkla tarihin en beklenmedik anlarında gerçekleşir. Şimdilik, ufak umut ışıklarına rağmen durum kasvetli.
İsrail’de çok geniş bir koalisyon hükümeti kuruldu. Kimileri değişim için karamsar iken kimileri özellikle Arapların koalisyonda yer almasından ve bu çeşitlilik temsilinden ötürü umutlu. Bu geniş koalisyon hükümetinin olanakları hakkında neler düşünüyorsunuz?
Kesinlikle, Bennett-Lapid hükümeti İsrail tarihinde halkın en çok temsil edildiği hükümet olarak görülebilir. Dindar ve seküler Yahudi ve Arapları, milliyetçileri ve sağcıları merkez sol ve sol ile bir araya getiriyor. Oldukça etkileyici. Haredi partileri de davet etmişlerdi fakat onlar “tüm yumurtalarını” Netanyahu’nun sepetine koydular. Pastadan orantısız pay almalarını sağlayan statükonun bir gün sona ereceğini bilmeleri gerekiyor. Yani özetle, desteklediğim parti (Hadash/Joint List/Müşterek Liste) koalisyonda olmasa bile ben bu hükümeti destekliyorum. Aslında bu Netanyahu’nun devam edip etmeyeceği meselesiydi. Ben de diğerini destekledim. Soldan gelen biri olarak, Knesset’teki Meretz üyelerine (ve bir ölçüde İşçi Partisi’ne) çok saygı duyuyorum. Her ikisi de Arap temsiliyetine sahip, ayrıca (genel olarak etkileyici listelerine ilaveten) Meretz üyeleri arasında insan hakları savunucusu Gabi Lasky ve ikonik aktivist Mossi Raz gibi isimler var. Evet, karmaşık bir hükümet var, bu durum, cesur politikacı Mansour Abbas’ın, Filistinli bir yurttaşın ilk kez bir Arap partisiyle koalisyona katılmasıyla ilişkili. Müşterek Liste’nin bir parçasıyken ve muhafazakar İslamcı siyasetinden rahatsız olduğum zamanlarda bile, temsil ettiği toplumun gündemini ilerletmek konusunda samimi olduğuna inancım tam.
Ateşkesten önce, hatta savaş tekrar alevlenmeden bile önce ırkçı Yahudi grupların Doğu Kudüs’te Filistinliler’in evlerini yağmaladığına, savaşın ateşlendiğinde ise devlet destekli sağcı Yahudi grupların kimi bölgelerde Filistinliler’e karşı Pogrom gerçekleştirdiğine şahit olduk. Bunca yıldır ekilen nefret tohumlarını düşününce yaşananlar bana maalesef çok da şaşırtıcı gelmedi, ancak yine de Trakya Pogromu mağduru birinin torunu olarak yaşananlar benim için ayrıca önemliydi. Yüzlerce yıldır düzinerlerce Pogromun mağduru olan bir halkı bu sefer fail yapan iklimi ve bu yaşananlardan sonra İsrail’de yaşayan Yahudi ve Arap komşuların ilişkilerinin nasıl devam edeceğini düşünüyorsunuz?
Batı Şeria’da ya da İsrail’in her neresinde olursa olsun Yahudilerin Filistinlilere yönelik gerçekleştirdiği organize saldırılar kesinlikle iğrenç. Trakya’da sessizliğini koruyan Türk Müslüman toplumda olduğu gibi bu da (İsrailli) Yahudi toplumu uzerinde bir lekedir. Ne yazık ki, ezilen ve ayrımcılıktan muzdarip olan insanların da ırkçı ve saldırgan olabildiğini biliyoruz. Son yıllarda Yahudiler ve Arapların bir arada yürüttüğü politik aktivizmin büyüdüğünü ve bu nefretin protestolarla karşılandığını söyleyebildiğim için mutluyum. Mayıs ayında patlayan kitlesel şiddet dalgasında Yahudi-Arap toplumları arasındaki şiddet ile İsrail vatandaşı Filistinlilere saldıran oldukça organize Yahudi grupları birbirinden ayırmak gerekir. Bu bir gecede meydana gelmedi. Faşist Yahudi gruplara İsrail toplumu içerisinde çok uzun bir süre müsamaha gösterildi, şimdi Knesset’te Itamar Ben-Gvir gibi kişiler tarafından temsil ediliyorlar.
İsrail ve Gazze arasında yapılan ateşkese ve yeni bir hükümetin kurulmasına rağmen bölgede gerilim devam ediyor. Sokaklarda binlerce insanın, hatta gencin “Araplara Ölüm!” diye slogan attıklarını görüyoruz. Bir yandan İsrail’de Yahudi Üstünlükçü bir perspektifin norm olduğunu düşünürken diğer yanda yine gençlerin başını çektiği “Standing Together” hareketinin hızla geniş kitlelere ulaştığını ve yine yüzlerce, binlerce insanın bu sefer bir arada yaşam için mücadele verdiğini halkların özgürlüğü için slogan attığını görüyoruz. Gençlerin aktif olduğu bu iki hareketi nasıl değerlendiriyorsunuz ve sizce rüzgar İsrail’de hangi taraftan esecek?
Evet ben de demin bunu vurgulamaya çalıştım. Evet, Standing Together büyüyor, ancak gerçek faşizmle mücadele etmenin tek yolu eğitimden geçiyor. Ayrıca İsrailliler de kabul etmeli ki geldiğimiz durum sürdürülebilir değil. Gerçekten Yahudilerin başka insanların üzerinde tahakküm kurduğu bir yolda gitmeye devam etmek istiyorlar mı buna karar vermeleri gerekli. Tabii ki kestirme bir çözüm yok, ama gerçekten başka bir alternatif de yok. Geçen Mayıs’ta mevcut durumun ne kadar kırılgan olduğunu ve küçücük bir itekleme ile daha beter bir toptan kaos senaryosunun meydana gelebileceğini gördük.
Son şahit olduğumuz savaş sırasında dikkatimi çeken bir başka nokta ise Filistinlilerin ve/veya İsrail’in politikalarını eleştiren insanların ana akım medyada yer bulabilmesi, hatta birçok popüler ismin açık şekilde İsrail’in uyguladığı politikalara karşı çıkmasıydı. Buna ek olarak İsrail’de, Kanada’da ve ABD’de If Not Now başta olmak üzere birçok Yahudi genç de İsrail’in uyguladığı politikalara yüksek sesle karşı çıktı ve kendilerine yöneltilen “antisemit” ya da “self-hater” gibi ithamlara pek de aldırış etmedi. Özellikle progresif Yahudi kesimler kendilerine yöneltilen bu türlü suçlamaların antisemitizmle mücadeleyi zorlaştırdığını, hatta antisemitizmin suistimal edildiğini savundular. Bu konudaki gözlem ve düşüncelerinizi paylaşabilir misiniz?
Yahudiler ve ilerici sesler yetti artık demeli. Ancak aynı zamanda Yahudiler ve Filistinlilerin ortak geleceği için çözüm önerileriyle gelmeleri gerekli. Maalesef dünyadaki aktivistlerin İsrail’e haklı eleştiri getirirken aynı zamanda çözüm için ortaya bir yol koymadıklarını görüyorum. Barış ve adaleti hedef olarak korumaya devam etmeliyiz. En önemlisi ve öncelikli olarak Gazze’de bir insanlık krizi yaşandığını ve Filistinlilerin her gün adaletsizliğe maruz kaldığını sürekli hatırlatmalıyız. Aynı zamanda İsraillilerin de hiçbir yere gitmeyeceğini bilmeli ve onların da İsrail’e mülteci olarak geldiğini hatırlamalıyız. Maalesef Türkiye’den de bildiğimiz üzere, birçok Yahudi’yi terk etmeye iten antisemitizmdi. Filistin destekçisi Türk Müslümanların, kendi toplumlarındaki hoşgörüsüzlüğün de modern çatışmayı yarattığını anlamaları gerekiyor. Kesin olan, ortada kolay cevapların olmadığı. Fakat eğer güçlerimizi birleştirirsek çözüme ulaşmak için daha cok şansımız olur.
Son olarak, bu röportaj çevirildiği esnada Ben & Jerry’nin işgal altındaki Filistin topraklarında satış yapmama kararı ve akabinde gelen tepkiler üzerine yorumlarınızı paylaşabilir misiniz?
Yakından takip etmemiş olmakla birlikte, Ben & Jerry’nin işgal altındaki Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerindeki satışını durdurma kararı çok olumlu bir gelişme. Bölge şu anda Birleşmiş Milletler tarafından geleceğin Filistin Devleti olarak kabul ediliyor ve İsrail yasaları bile oraları devletin parçası olarak tanımıyor (çoğu ilhak edilmişti ve Kudüs’ün bazı kesimleri geçmişte müzakere konusuydu). Aslında iki devletli bir çözümü her şeyden daha fazla tehdit eden şey bu yerleşimlerdir. Onun için şirketin İsrail’in Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki yatırımlarını iptal eden boykot hamlesi meseleye barışçıl bir çözüm için desteğini sürdürdüğünü gösteren asil bir hareket olarak görülmelidir. Buna antisemit ya da anti-İsrail demek saçmalık. Ayrıca İsrail hükümetinden gelen tepki, Ben & Jerry’nin kararını memnuniyetle karşılayan Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) kampanyası ile daha yakınlaşmasına neden oldu.
*Brooklyn College’da doçent olan Louis Fishman, Jews and Palestinians in the Late Ottoman Era, 1908-1914: Claiming the Homeland kitabının yazarıdır. ABD, Türkiye ve İsrail’de yaşamını sürdüren Fishman İngilizce, İbranice, Arapça, Türkçe, Almanca ve Fransızca biliyor. Fishman ayrıca Haaretz‘de yorum yazıları yazıyor.
Sosyalist İşçi gazetesi 687. sayıda yayınlanan bu dosyayı Ozan Tekin hazırladı.
Yokoluş İsyanı (Extinction Rebellion) Londra’da finans şirketlerinin oluşturduğu City of London’da eylem yaptı.
Yokoluş İsyanı, Kasım ayında Glasgow’da yapılacak BM iklim zirvesi (COP26) öncesi fosil yakıt şirketlerini fonlayan küresel finans dünyasına karşı İmkansız İsyan (Impossible Rebellion) adıyla sokakları trafiğe kapadı.
Pazartesi sabahı Trafalgar Meydanı’na inen binin üzerinde aktivist meydana dört metre uzunluğunda dev bir pembe masa koydu. Sembolik olarak iklim değişiminden etkilenen tüm çevrelerin çözüm için masaya oturması gerektiğini anlatan eylemde meydan bir süreliğine trafiğe kapatıldı.
“Gelin masaya siz de oturun” sloganı taşınan eylemde dev masanın etrafına yüzlerce sandalye kondu.
Aktivistler, Haiti Devrimi’nin 230. yılına denk gelen günde yoksul ve zengin ülkeler arasındaki adaletsizliğe dikkat çekmek amacıyla iklim değişiminden en fazla etkilenen ülkeler arasında yer alan Haiti’yi öne çıkardı.
Haiti küresel ısınma nedeniyle yükselen deniz seviyelerinin ve daha geçen haftasonu ülkeyi vuran kasırga gibi çok sayıda güçlü kasırganın tehdidi altında. Hem ekonomik hem politik bir krizin yaşanmakta olduğu ülkede birkaç hafta önceki depremde de binden fazla kişi hayatını kaybetmişti.
Berlin’de Yokoluş İsanı eylemleri
Eylül ayında seçimlere gidecek olan Almanya’da Yokoluş İsyanı aktivistleri 16-20 Ağustos tarihleri arasında eylemler düzenledi.
Eylemlerin hemen öncesinde Agora Energiewende isimli bir STK Almanya’nın 2021 yılında yani pandemideki ekonomik kapanmanın hemen ardından karbon salımında ilk kez 1990 yılı seviyesini aştığını duyurmuştu.
Almanya, Rusya’dan da doğal gaz ithalatını artırmak için Kuzey Akım 2 boru hattı projesinin çalışmalarını sürdürüyor.
Çeşitli eylemler yapan Yokoluş İsyanı Almanya’nın iki yüzlü iklim değişimi hedeflerini eleştiriyor. Aktivistler eylemlerin son gününde Brandenburg Kapısı üzerine tırmanmışlardı.
Nordik İsyanı başladı
23 Ağustos’da yine Yokoluş İsyanı tarafından Norveç ve diğer İskandinav ülkelerinde Nordik İsyanı’na başladıkları duyuruldu.
Aktivistler, Norveç’in başkenti Oslo’da Petrol ve Enerji Bakanlığı önünde “fosil yakıtlara hayır” eylemi gerçekleştirdi ve Norveç’in kutup bölgesinde fosil yakıt çıkarmaya devam etmesini eleştirdi.