Rusya'da mücadele eden Sosyalist Akım, Kazakistan'da ayaklanmayı yaratan ekonomik ve siyasi koşulları, ayaklanmacıların taleplerini, Rusya ve müttefiklerinin karşıdevrimci atağını Marksist.org için değerlendirdi.
Kazakistan'ın petrol zengini şehrinde LPG'ye yüzde 50 zam halkı sokaklara döktü. Zam geri çekildi, Cumhurbaşkanı hükümeti görevden aldı ve OHAL ilan etti. Buna rağmen protestolar, en büyük şehir Almatı'ya sıçradı.
Kazakistan'da zamlara karşı protestolar ikinci gününde. Hazar Denizi kıyısında bulunan ve petrol zengini Mangistau'da başlayan isyan boyutlanarak sürüyor.
LPG zammı gösterileri tetikledi
2011 yılında maaşların artırılması talebiyle yapılan petrol işçileri grevine ve bu greve yapılan polis saldırısı sonucu 14 işçinin ölümüne sahne olan Mangistu'da bu kez kitlesel halk ayaklanması patlak verdi.
Göstericiler öfkeli, çünkü yanıbaşlarındaki Hazar rezervlerine ve çalıştıkları dev rafinelerde işlenen petrole rağmen bireysel enerji olarak tükettikleri LPG'ye yüzde 50 zam yapılmasını kabul edilemez görüyorlar. Başka birçok şey gibi.
Protestolar yayıldı
Zammın açıklandığı 4 Ocak günü başlayan protestolar, öyle büyüdü ki Mangistu'da hayat felç oldu. Milyarlarca dolarlık yatırım yapan tesislerde üretimin durması ve artan istikrarsızlıktan endişelenen Kazakistan Cumhurbaşkanı ve üst yönetimi, hükümeti görevden aldı ve zamları geri çekti. Fakat protestolar durmadı ve ülkenin en büyük şehri Almatı'ya sıçradı.
OHAL ilan edildi
Bunun üzerine Mangistu ve Almatı'da OHAL ilan eden iktidar, sosyal medya uygulamalarını da kapattı. 5 Ocak günü ise görüntülerde ellerinde sopalarla belediye binasına girmek isteyen öfkeli göstericiler vardı. İki haftalık OHAL ile birlikte gelen sokağa çıkma yasağına rağmen protestolar "hükümet istifa" ve "ihtiyarlar dışarı" sloganlarıyla sürüyor. Baskı rejimi, genç işçilerin ve işsizlerin başını çektiği protestoların yayılması karşısında OHAL'i ülke geneline yaydı.
Yozlaşmış diktatörlüğe karşı mücadele
LPG zammı bardağı taşıran son damla oldu. 1991'de SSCB'nin dağılışıyla bağımsızlığını ilan eden Kazakistan, 30 boyunca "kurucu lider" Nursultan Nazarbayev tarafından demir yumrukla yönetildi. 2019'da emekli olan diktatör Nazarbayev'in yerine, onun desteklediği Tokayev seçimi kazanarak göreve geldi. Kazakistan halkı Tokayev'i bir kukla olarak görüyor, onlarca yıllık baskı rejiminin devamcısı olan yozlaşmış hükümetin arkasındaki diktatörlüğe karşı çıkıyor.
Nitekim 81 yaşındaki Nazarbayev ülke yönetiminde hâlâ etkin. Güvenlik Konseyi Başkanı olan Nazarbayev, "Ulusun Lideri'' sıfatıyla yargıdan muaf ve birçok ayrıcalığa sahip.
Boric, diktatör Augusto Pinochet'nin acı mirasını sonsuza kadar gömmeye kararlı bir gruptan geliyor.
Dört ay önce, 35 yaşındaki Gabriel Boric yaşı ucu ucuna yettiği Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda kamuoyu anketlerini şaşırtarak zafer kazanmıştı. İkinci turda da tarihteki herhangi bir başkan adayından daha fazla oy alan Boric, gelecek yıl 11 Mart'ta yemin ederek Şili'nin bu zamana kadarki en genç Cumhurbaşkanı olacak.
Boric, Şili'de yaşanan sert dönüşümün arkasındaki itici güç. O, diktatör Augusto Pinochet'nin acı mirasını sonsuza kadar gömmeye kararlı, radikal öğrenci liderleri kuşağına ait biri.
Ön seçim galibiyetinin gecesi sahneden “Şili, neoliberalizmin doğum yeriydi ve aynı zamanda mezarı olacak!” diye bağırdı, ön kolundaki dövmesi kıvrılmış gömleğinin altından görünüyordu.
General Pinochet'nin acımasız diktatörlüğü, Şili'nin aşırılıklarla dolu ekonomik modelini ülkeye getirmişti. Boric ve onun etkili öğrenci liderleri topluluğu da ülkeyi bundan kurtarmayı kendilerine amaç edindi.
Pazar gecesi Cumhurbaşkanı adayı olarak coşkulu bir kalabalığın önüne çıktığı sahnede "Biliyorum ki tarih bizimle başlamıyor" dedi.
“Kendimi uzun zamandır yorulmadan yılmadan bıkmadan farklı coğrafyalardan gelerek sosyal adaleti arayan insanların izledikleri yolun mirasçısı gibi hissediyorum.”
Boriç 1986 yılında Punta Arenas'ta doğdu ve Patagonya buzullarıyla kaplı memleketi Magallanes ile gurur duyuyor.
2011 yılında hukuk fakültesi son sınıfındaki Boric, kampüs ve fakültelerin yönetiminin ele alındığı ve "herkese ücretsiz, yüksek kaliteli eğitim" talepleri için binlerce öğrencinin uzun ve soğuk kış aylarında sokaklara döküldüğü ülke çapındaki eğitim protestolarının lideri oldu.
Protestolar, bazı öğrencilerin ücretsiz eğitim almasının sağlanması gibi küçük tavizler verilerek önlendi. Hareketin genç liderlerinden bazıları daha sonra aday oldukları seçimleri kazanarak Parlamento'ya girdiler ya da yerel yönetimlerde görev aldılar.
Boric Üniversite kariyerine devam etmedi, bunun yerine 2013'te Şili Parlamentosu'na seçildi ve iki dönem milletvekili olarak görev yaptı. Bu süreçte Şili'nin iki geleneksel koalisyonunun ötesinden gelen ilk kongre üyelerinden biri oldu.
Ancak cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu General Pinochet'in aşırı sağ destekçisi José Antonio Kast'a kıl payı kaybettikten sonra, programını onu başkanlık konutuna (La Moneda) taşıyacak olan "merkez" seçmenlere seslenecek şekilde yumuşatarak, yeniden düzenledi.
Yürüyüşlerin önündeki ateşli günlerinin aksine, Boric şimdi düzgün bakımlı, mütevazı ve ciddi - ayrıca dövmelerini örten şık bir ceket de giyiyor. Kız arkadaşı Irina Karamanos, sonuçların ardından Pazar gecesi sahneye çıkarak kendisine katılmıştı.
Şili'de refah devletini kurma, kamu harcamalarını artırma ve daha önce hiç olmadığı gibi kadınları, ikili (binary) toplumsal cinsiyet sistemine dahil olmayan Şililileri ve Yerli halkları yönetime dahil etme sözü verdi. Fakat Boric'in mirasını asıl belirleyecek olan, ülkeyi Pinochet diktatörlüğünün bağlarından çıkarma nihai hedefinde göstereceği başarı olacaktır.
Önümüzdeki dört yıl, Boric liderliğindeki 2011 öğrenci kuşağının eskisinden daha da önemli bir rol üstlenmesiyle bu sürecin başladığını görecek.
Şili’de yapılan seçimleri solun desteklediği 35 yaşındaki aday Gabriel Boric kazandı. Boric oyların yüzde 55,7'sini almayı başardı. Boric'in rakibi muhafazakâr aday Jose Antonio Kast'ın oy oranı ise yüzde 44,15'te kaldı. Şili'de seçime katılım oranı ise yüzde 55,6 oldu.
Muhafazakâr başkan adayı Kast, seçimlerde yenildiğini kabul etti ve Boric’i tebrik etti.
Gabriel Boric eski bir öğrenci lideri ve geçtiğimiz ay yapılan başkanlık seçimlerinin ilk turunda başa baş bir mücadelenin ardından ikinci olmuştu.
Seçimlerde kast ve Boric, iki ayrı kutbu temsil ediyordu. Kast, aşırı sağ ve muhafazakâr geleneğin temsilcisiyken; Boric solun en uçtaki sözcülerinden birisiydi. Şili’de son yıllarda yaşanan kitlesel mücadelelerin de gösterdiği gibi ülkede siyasal kutuplaşma had safhadaydı. Kutuplaşma devlet ve sağ iktidarlar tarafından derinleştirildikçe oluşan huzursuzluk ve tepki, ifadesini aşırı uçlarda buldu. Boric ve Kast’ın tek ortak özelliği ikisinin de hiçbir zaman hükümette yer almamış olan siyasi partilerin adayları olmalarıydı.
Şili’de mücadele dolu dönem
Şili’de yaşayan Sandra Liarte Romero bundan iki sene önce ülkede yaşanan sert mücadeleyi ve ezilenlerin isyanını Marksist.org için kaleme almıştı:
İnsanların sokaklarda gösteriler yapmasının nedeni işte budur. Çünkü insanlar itibarını kaybetti. Şili halkı iyi, kaliteli ve kamusal eğitim hakkını kaybetti. İyi, kaliteli kamusal sağlık haklarını kaybetti. Onurlu bir yaşlılık haklarını kaybetti. Şili borçlanma üzerine kurulu ve herkes borçlu. Eğitim özelleştirilmiş, sağlık özelleştirilmiş, emeklilik özelleştirilmiş… Devlet bireyselliği teşvik ediyor ve bunun sonucu olarak oluşturulmuş ve kutuplaştırılmış sosyal sınıfçılık açıkça görülebiliyor.
Ekim ayında, metro fiyatları 30 peso yükseltildi ve bu devenin belini büken saman oldu. Öğrenciler ulaşım için ödeme yapmaktan kaçınmaya başladı ve 18 Ekim’de tüm yurttaşlar patladı. İnsanlar korkularını kaybettiler ve adalet istiyorlar. Anayasanın değişmesi, devletin bireyciliği teşvik ettiği hissinin sonlandırılması gibi köklü değişikliler talep edildi. Ancak hükümetin tepkisi çok farklıydı.
İlk günden devlet olağanüstü hâle başvurdu, orduyu sokaklara çıkardı ve ülkenin bütün şehirlerinde bir haftalık sokağa çıkma yasağı getirdi. Bu durum benim için güçtü. Hiçbir zaman 21. yüzyılın ortasında sokağa çıkma yasağı yaşayacağımı düşünmemiştim. Öte yandan sokaklarda orduyu görmek Şili halkı için çok zordu, çünkü diktatorya çok ağır ve kanlıydı. Bu orantısız bir tepkiydi ve demokratik yapının tamamen dışındaydı.
Şili’de dev bir mücadele dalgası var. 2018 yazında birçok şehirde 100 binden fazla kadın güvenli ve yasal kürtaj hakkı için gösteriler düzenledi.
2018 yılının Aralık ayında, Valparaiso Limanı'nda başlayan ve bir aydır boyunca eden grev ve protestolar giderek gelişti. Bütün limanlara yayıldı. Meyve ihracatını bir önceki döneme göre yüzde 95 oranında düşüren grevciler polis saldırısına rağmen geri adım atmadı.
2019 yılının Aralık ayında ise kadınlar yeniden sahnedeydi. 2019’daki 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde 350 bin kadının başkent Santiago’da, 800 bin kadının ise ülke genelinde sokağa çıkması Şili’de yaşanacak değişimin habercisi gibiydi. Ekim ayında lise öğrencilerinin ulaşım zammı protestosuyla başlayan isyan dalgasında genç kadınlar en öndeydi. Sokaklara çıkan ve genel grev örgütleyen yüzbinler arasında da kadınlar hemen her karede en önde yer alıyordu. Çok sayıda kadın polis şiddetine maruz kaldı, öldürüldü, gözaltına alındı, işkence gördü, onlarcası plastik mermiler nedeniyle gözünü kaybetti.
Şüpheli kadın ölümleri, özellikle gösterilerin sembolü haline gelen bazı kadınların öldürülmesi, parmaklıklara asılı olarak bulunan sokak dansçısı Daniela Carrasco’nun katledimesi, bıçaklanarak öldürülen bir kadın gazeteci öfke yarattı. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'nde binlerce kadın sokaklara indi. Feminist örgüt Las Tesis ise aynı gün Şili Kadın Hakları ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Bakanlığı önünde tecavüzcülere karşı danslı bir protesto gerçekleştirdi. Bu gösteri hızla tüm dünyada kadınlara ilham verdi.
2019’un Kasım ayında ise Santiago’da büyük bir göster düzenleyen işçiler ve öğrenciler devlet başkanı Pinera’ya meydan okudular. Günlerdir süren ve polisin 20 kişiyi öldürdüğü gösterilerin sonunda hareket geri çekilmemiş, tersine daha etkin bir sokak hareketliliğiyle meydan okumuştu. Öğrenciler, işçiler ve yoksullar, diktatör Pinochet döneminden kalma anayasanın temelden değiştirilmesini talep ediyordu.
Ekim-Kasım 2019’daki eylemler milyarder bir patron olan devlet başkanına geri adım attırdı. Halkın yüzde 83’ünün desteklediği gösteriler, pandemiyle birlikte hız kezse de Pinochet diktatörlüğünü süpüren halkın milyarder başkana katlanmasını engelleyecek muazzam bir politik birikime neden olmuştu.
Boric’in mesajı
Boric zafer konuşmasında, "Dünyayı yok etmek kendimizi yok etmektir. Daha fazla 'kurban edilen bölge' istemiyoruz, ülkemizi mahveden, toplulukları mahveden projeler istemiyoruz ve bunu sembolik bir davada gösteriyoruz: "Dominga'ya Hayır" dedi.
Dominga maden projesi, yıllar süren tartışmaların ardından Şili'deki bir bölge çevre komisyonu tarafından geçtiğimiz yaz onayladı. Proje, 2017 yılında çevre komisyonu tarafından reddedilmişti ve ülkede davalara konu olmuştu.
Maden projesinin, başkent Santiago'nun yaklaşık 500 km uzağında olması planlanıyor.
Bu durum, solun seçim zaferinin arka planında neoliberal sağcı zengin iktidarının yarattığı ekolojik felaketlere öfkenin de işçi hareketi, kadın hareketi, gençlik hareketi kadar etkin bir rol oynadığını gösteriyor.
Seçim programı mücadelenin programı
BBC’de yer alan haber, Boric’in seçim kampanyasının yolsuzluk iddialarına ve eşitsizliğe karşı 2019-2020 yılında süren mücadelelerin taleplerinin bir ve aynısı olduğunu gösteriyor. Nüfusun yüzde birinin, ülkenin zenginliğinin yüzde 25'ini elinde tuttuğu Şili’de Boric, Şili'nin emeklilik ve sağlık sistemlerinde reform yaparak, çalışma saatlerini haftalık 45 saatten 40 saate indirerek ve yeşil ekonomiye yatırımda bulunarak bu eşitsizliği giderme sözü verdi.
Şili heyecanı
Şili’de şimdi yeni bir dönemin kapısı aralandı. Seçim zaferini kutlamak için sokaklara dökülen on binlerce insan hep bir ağızdan “Birleşmiş bir halk asla yenilmez” marşlarıyla kutlama yapması ekonomik kriz, aşırı yoksullaşma ve aşırı sağcı bir iktidarın halkı her gün aşağılayan açıklamalarının yarattığı karamsar atmosferden bezenleri umutlandırıyor.
Elbette umutlanmalıyız. Ama Şili halkı, Şili solu oturup seçim pazarlıklarıyla zaman kaybetmedi. Halkın ezici çoğunluğunun desteklediği milyonların katıldığı eylemlerle iktidarın seçimlerden önce yenilmesini garanti altına aldı. Şili’de seçim seçimlerden önce kazanılmıştı.
Onlarca kadın, işçi, liseli, LGBTİ+ aktivistin öldürüldüğü mücadeleler, sağcı iktidar karşısında geri adım atmadı. Milyonları içine çeken bir hareket olarak büyüdü. Eski bir öğrenci liderinin seçim zaferi tesadüf değil!
Diktatör El Beşir’i deviren ayaklanmayı başlatan eylemlerin üçüncü yılında, on binlerce kişi sokağa çıkarak şu anki darbe rejimini protesto etti.
The Guardian’ın haberine göre, 25 Ekim’deki darbeyi gerçekleştiren General Abdülfettah el-Burhan’ın devrilmesi yönünde slogan atan göstericilere, rejimin güvenlik güçleri saldırdı. Birçok eylemci bu saldırılar sonucunda yaralandı.
Başkent Hartum’daki başkanlık sarayını kuşatak göstericiler, oturma eylemi yaptı.
Darbeciler, ilk başta Başbakan Abdalla Hamdok’u tutuklamış, ancak 21 Kasım’da serbest bırakarak görevine geri getirmişlerdi. Birçok kişi bunun cunta rejimine meşruiyet kazanma hamlesi olduğunu düşünüyor. Hamdok ise ülkenin uçuruma sürüklenmesini gerekçe göstererek göstericilere “sakin olma” çağrısı yapıyor.
Göstericiler ise cuntacılara karşı “Pazarlık yok, işbirliği yok, meşruiyet yok” sloganları atıyor.
Bağımsız Doktorlar Komitesi’nin verilerine göre darbe karşıtı gösteriler başladığından bu yana en az 45 aktivist devlet tarafından katledildi.
18 Aralık 2018’de Diktatör Ömer El Beşir’e karşı protestolar başlamıştı. Bunlar Beşir’in devrilmesiyle sonuçlandı. 18 Aralık aynı zamanda Sudan halkı için 1955 yılında İngiliz sömürgeciliğinden kurtuluş ilanını simgelemesi açısından da önemli.
Biden, 9-10 Aralık 2021 tarihlerinde bir “Demokrasi Zirvesi” düzenledi ve çevrim içi olarak gerçekleşen zirveye tüm dünyadan 110 ülke liderini davet etti. Çağrı, gerek davet edilen ya da edilmeyen ülkeler gerekse zirvenin amacı ve hedefleri bakımından Amerikan ve dünya kamuoyunda yaygın bir tartışma yarattı.
Demokrasi meselesi tüm dünyada oldukça popüler olmasına karşılık, aynı zamanda üzerinde en çok tartışılan konulardan biri. Terim, sosyalist gruplar arasında dahi çoğu kez tartışmalı olabiliyor.
Öncelikle şunun altını çizmek gerekiyor ki kapitalist sistemde parlamenter demokrasi, Nazi Almanya’sı veya Stalin Rusya’sı gibi rejimlerle karşılaştırıldığında, vatandaşların hakları bağlamında görece birçok olumlu yana sahip. Bununla birlikte, dünyada birçok ülkede yüzde 1 gibi küçük bir azınlığın ulusal gelirin büyük bir bölümüne sahip olduğu eşitsiz ekonomik koşullarda ve siyasi kurumsal yapılara katılımın sadece seçkin ve ayrıcalıklı ‘profesyonel’ kadrolarla sınırlandığı bir sistemde, kitlelerin tek başına oy verebiliyor olması, ülkenin bütününü ilgilendiren konularda alınan kararlara katılımı veya bu kararları denetleme yeteneği açısından ne kadar anlam taşıyabilir sorusunu akıllara getiriyor.
Burada asıl tartışılması gereken, demokrasinin mümkün olup olmadığından ziyade, nasıl bir demokrasi olması gerektiğine ilişkin olmalı. Sıradan insanların kendi kaderlerini kolektif bir şekilde kontrol ettiği, ulusal kaynakların adil bir şekilde dağıtıldığı, toplumsal adalet ve eşitliğe dayalı katılımcı bir demokrasi mümkün olmanın ötesinde, gereklidir de.
Demokrasi Zirvesi bize neyi gösteriyor?
Biden’ın 2020 yılında gerçekleşen seçim kampanyası sırasında dile getirmeye başladığı, küresel düzeyde demokrasi ve insan haklarına öncelik verme hedefi, yeni yönetimin ABD’yi ‘yeniden güçlü kılma’ hedefiyle yürüttüğü küresel mücadelenin önemli unsurlarından birini oluşturuyor.
Nitekim Biden, odağında Çin’in yer aldığı küresel hegemonya mücadelesinde, demokrasi ve insan hakları meselesini siyasi bir kaldıraç olarak kullanıyor. Buna en son örnek, ABD’nin Çin’de düzenlenecek olan Kış Olimpiyatlarına ‘kısmi boykot’ uygulaması oldu. Dünya Uygur halkının temsilcilerinin Çin’e karşı boykot ve yaptırım çağrılarını elverişli bir koz olarak kullanmayı seçen ABD, olimpiyatlara “üst düzey yönetici ve diplomatik katılım” sağlamayacağını açıkladı. Ardından İngiltere, Kanada ve Avustralya gibi ülkeler de bu ‘boykota’ katılacaklarını ilan etti.
Bir başka önemli gelişme de geçen hafta ABD Temsilciler Meclisi’nin Çin’in Uygurlara yönelik zulmüne karşı “Uygurları Zorla Çalıştırmayı Önleme Yasası’nı” 1’e karşı 428 oyla kabul etmesi oldu. Yasa çerçevesinde Uygurların zorla çalıştırılarak ürettikleri ürünlerin ABD piyasalarına girmesinin yasaklanması öngörülüyor.
Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Patricia D’Alesandro Pelosi, konuya ilişkin görüşlerini şöyle dile getirdi: “Pekin’in Uygurlara karşı işlediği suçlar tam bir soykırımdır ve Çin yönetimi bu soykırıma derhal son vermelidir.”
Peki, Biden demokrasi ve insan hakları konusunda ne kadar samimi? Bu konuda ne kadar ciddi? Demokrasi ve insan hakları konusunda karnesi son derece zayıf olan ABD, bu konuda küresel düzeyde gerçek bir ilerleme kaydetmeyi mi hedefliyor? Bu soruların cevabı ne yazık ki olumsuz. Bunun birçok nedeni var. Önde gelen neden ise, Biden’ın politik geçmişi ve ABD’nin bu konudaki sabıkaları.
Nitekim, Washington merkezli bir sivil toplum kuruluşu olan Freedom House’un “Dünyada Özgürlükler 2021” raporunda yer alan ülkeler endeksine göre, “demokrasi” başlıklı bu zirveye davet edilen ülkelerin yüzde 3’ünün “özgürlüklerin olmadığı,” yüzde 28’inin ise “kısmen özgür” olan ülkeler kategorisinde yer aldığı görülüyor.
Türkiye’nin de yer aldığı davet edilmeyen ülkeler arasında, bizi pek de şaşırtmayacak şekilde Rusya, Çin, İran, Kuzey Kore, Küba ve Venezüella gibi ülkeler var. Türkiye’nin Suriye, Lübnan ve İran dışındaki tüm komşularının davet edilmiş olması da manidar. Türkiye Endekste, son 10 yılda 31 sıra gerileyerek, Mali’den sonra özgürlüklerin en çok gerilediği ikinci ülke oldu ve elde ettiği skorla “özgürlüklerin olmadığı ülkeler” kategorisinde yer aldı.
Davetliler arasında yer alan Brezilya, Polonya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Irak, Kenya, Malezya, Pakistan, Sırbistan ve Zambiya gibi ülkelerin insan hakları ve demokrasi karneleri kırıklarla dolu. Davet edilen Hindistan ve Filipinler’in ise demokrasi ve özgürlükler bağlamında durumları çok daha vahim. Filipinler Cumhurbaşkanı Rodrigo Duterte geçmişte, “insan haklarını takmıyorum” demiş ve polise hukuku takmadan, ‘suçluları’ yargısız öldürme emri vermişti. Nitekim bu nedenle çok sayıda sivil yargısız infaz edildi. Hindistan Cumhurbaşkanı Narendra Modi ise Freedom House tarafından ülkeyi otoriter bir rejime sürüklemekle suçlanıyor.
Amerikan demokrasisinin defoları
Tarihi bir perspektiften bakıldığında, Amerikan demokrasisinin ilk ortaya çıkışı ve gelişimi, zamanın Avrupalı burjuva rejimleri içinde en ileri düzeyi temsil ediyordu. Ancak yıllar içinde Amerikan demokrasisi giderek özgürlükler ve insan haklarına dayanan demokratik özünden uzaklaştı. Başta finans sermaye olmak üzere, çok uluslu Amerikan şirketlerinin çıkarları öne çıktı. Siyaset, her ikisi de sermayenin çıkarlarını temsil eden iki partili bir sistem içine sıkıştırıldı. Siyasal sistemin bir parçası haline gelen, kapitalistlerin yaptığı yüklü bağışlar ve Washington’da sermaye şirketlerini temsil eden profesyonel kurumlar tarafından yürütülen ‘lobi faaliyetleriyle,’ siyasi partiler ve devlet yönetimi tamamen sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda işleyen bir mekanizmaya dönüştü. Irkçılık, toplumsal kutuplaşma, inançlar ve etnik kimlikler temelinde bölünmeler, kamu hizmetlerine erişim ve gelir dağılımındaki derin eşitsizlikler, kolluk kuvvetlerinin ırkçı ayrımcı pratikleriyle örtüşerek, günümüzde Amerikan demokrasisinin ciddi oranda yozlaşmasıyla sonuçlandı. Ülkenin kuruluş yıllarındaki kölecilik mirası günümüzde hâlâ toplumsal ilişkiler ve kamusal alanlarda güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyor.
Amerikan demokrasisindeki bu yozlaşma ve gerileme uzun bir zamandır sürüyor. Nitekim, Freedom House’un yukarıda değinilen endeksi de bu gerilemeyi yansıtıyor. Endekse göre ABD’nin skoru 100 üzerinden 83. Bu skor, ABD’nin 10 yıl önce 94 olan skoruyla karşılaştırıldığında, büyük bir gerilemeye işaret ediyor. Ülkenin bir bütün olarak sahip olduğu bu düşük skorun ötesinde, demokratik haklar ve özgürlükler açısından Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarda olduğu eyaletler düzeyinde durum çok daha vahim.
Peki, ülkede demokrasi bakımından hal böyleyken, Biden niye ülkedeki bu duruma müdahale ederek, Amerikan demokrasisindeki sorunları çözmeye odaklanmak yerine, küresel düzeyde insan hakları ve demokrasi meselelerini öne çıkarıyor?
Biden yönetiminin bu konudaki temel hedefi, bir yandan Trump döneminde ABD’nin küresel liderliğine ilişkin yitirilen prestij ve saygıyı yeniden kazanmak, bir yandan da Çin ile olan rekabetinde, bu ülkenin en zaaflı olduğu özgürlükler ve temel insan hakları konusunda diğer ülkeleri Çin’in karşısında, kendi tarafında tutum almaya zorlamak.
Kısaca, ABD demokrasiyi kendi hegemonyasını pekiştirmek için bir araç olarak kullanıyor. Ancak, Biden demokrasi kavramı konusunda her ne kadar samimi olmasa da bu konudaki kararlı tutumu, demokrasi ve insan hakları meselelerinin önümüzdeki dönem diğer ülkelerle ilişkilerini belirleyecek kritik unsurlardan bir olacağı açık. Bu, ABD ve Türkiye ilişkilerinde yeni bir gerilim odağı olacak gibi görünüyor.
Nitekim, Biden’ın düzenlediği zirveye davet ettiği ülkeleri seçerken başvurduğu kriterler de bunun göstergesi niteliğinde. Son dönemde Ortadoğu’da Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Türkiye ve İran ekseninde, aralarındaki gerilimleri bir kenara bırakarak siyasi ve ekonomik yakınlaşma çabaları içinde olmaları ve Arap ülkelerinde son dönemde duymaya başladığımız toplumsal reform adımları da Biden’ın bu stratejisinin doğrudan bir sonucu.
Sudanlı aktivistler, Socialist Worker yazarı Charlie Kimber ile askeri darbeye karşı direnişi, zafere gitmekte olan yol hakkındaki umutlarını paylaştı.
Ordu ve Başbakan Abdalla Hamdok arasında geçen hafta yapılan ihanet anlaşması Sudan’da demokrasi ve toplumsal adalet için mücadele veren kitle hareketini raydan çıkarabilirdi. Ancak 25 Ekim darbesinden bu yana sokaklara çıkanların büyük çoğunluğu bu sözleşmeyi kınayıp mobilize olmaya devam ediyor.
Sudanlı aktivist Mohamed, ordunun bu sayede kendisine soluklanacak bir alan açmayı başardığını düşünüyor; “Hamdok’a çok kızgınım. Bu insanlar neredeyse bir ay boyunca o tutuklanmayıp görevine iade edilebilsin diye, bu taleple sokaklardaydı.”
“Protestocular bunun için kanlarını, canlarını verdiler. Fakat o, bu kitle hareketiyle birlik olmak yerine arkamızdan iş çevirip darbeyi yöneten General Abdel Burhan ile anlaştı. Bu açıkça bir ihanettir.”
“Hamdok geçtiğimiz Perşembe Sudan polisine, göstericilere saldırmama direktifi verdiğini açıklamıştı. Peki sonra ne oldu? Polis, Omdurman’daki, Kuzey Kordofan ve Kuzey Darfur’daki protestoculara göz yaşartıcı gaz attı.”
Bu kitlenin önemli bir kısmı, karşı karşıya oldukları güç konusunda gayet gerçekçi. Aktivist Hatim, “Çaresizlikleri ve esas olarak milislerden kurulan bir güç oldukları gerçeği göz önüne alındığında, hükümetin yegâne önlem olarak şiddeti durmaksızın sürdürmesini bekliyorum” diyor.
Musa da aynı fikirde: “Ordu yetkiyi ele geçirirse, bunun çok acımasız bir rejim olacağını biliyoruz. Göstericilerin, öldürülen barışçıl göstericilerin sayısı dehşet verici.”
Enas ise şöyle ekliyor; “Burhan, ilkeleri olmayan biridir. Bunun zor bir mücadele olacağını kabul etmeliyiz. Ordu paraya da rahatça erişebiliyor. Geçen yıl hükümet, ülkenin kamu kaynaklarının yüzde 80’inin ‘maliye bakanlığının kontrolü dışında’ olduğunu söylemişti – bu ordunun payıdır.”
Zeinab’ın ailesi, yıllardır en sert baskıyla karşı karşıya kalan bölge olan Darfur’dan geliyor. “Merkezi hükümet ve milislerinin Darfurlulara yönelik saldırıları 18 yıldır devam ediyor” diyor; “Son iki yılda, El Beşir’in sürgüne gönderilmesinden sonra kontrolü kaybedeceklerinden korktukları için, ölüm saçan Hızlı Destek Güçleri (RSF) bazı bölgelerde saldırılarını artırmıştı. Ve sonra da, darbeden sonra şalter tekrar açıldı. Geçen hafta RSF ve müttefikleri 28 köyü yaktı, çocuklara ve kadınlara tecavüz ettiler. Bu, anlaşma yapabileceğimiz bir rejim değil.”
“Tek umudumuz devrim. Geçen hafta Hartum’daki gösteride insanların ‘Hepimiz Darfur’uz’ diye slogan attığını gördüm. Bu çok önemli bir gelişmeydi, çünkü hareketin, rejimin bölücü tutumlarının üstesinden gelebildiğini gösterdi.”
Öncüler
Yaşanan katliamlara rağmen, eylemciler zaferi elde edeceklerine dair sarsılmaz bir inanca sahip. Hatim, “Sudan’daki sosyalistler devrime öncülük etti ve hâlâ da buna devam ediyorlar,” diyor; “Sudan Komünist Partisi (SCP), sivil ve askeri bir ortaklık olan geçiş hükümetine katılmayı en başından reddetti.”
“Görevimiz, darbe hükümetini devirmek ve orduyla hiçbir konuda müzakere etmeden, hiç taviz vermeden tam bir sivil geçiş yönetimi kurmaktır. Devrim ihtimali eskisinden çok daha güçlü ve çok daha kapsayıcı. Kayıplarımızı telafi edeceğimiz konusuna bu barışçıl mücadelenin gücüne güveniyoruz.”
Enas ekliyor; “Silahsız insanların gerçek mühimmatla karşı karşıya kaldığı benzersiz bir direniş seviyesini gördük ve bu çok ilham vericiydi.”
Geçtiğimiz Perşembe, anlaşmayı reddeden ve ileriye uzanan yolda bu direnişi sürdürme konusunda ısrar eden on binlerce insan bir kez daha sokaklara döküldü.
Ancak şu anda, işçilerin işleri durdurmasının ve büyük bir genel grevin, orduyu hiç değilse geçici olarak geriletebilme gücünde olduğu 2019’a kıyasla daha az grev var gibi görünüyor. Grevlerin büyümesi ve direniş komitelerinin koordinasyonu, Sudan’ın servetini işçiler ve yoksullar için kullanacak hakiki bir devrimi tetikleyebilir.
Geçen ay yaptıkları askeri darbe ile kontrolü ellerine almış olan Sudan’ın askeri liderleri geçtiğimiz hafta sonu demokrasi protestolarına karşı saldırılarını artırdılar.
Buna rağmen hala kendilerini devirebilecek olan protesto, sokak işgalleri ve grevler devam ediyor.
Geçtiğimiz Pazar günü aktivistler büyük şehirlerin bazı bölümlerinde kontrolü geri aldılar. Buralara barikatlar inşa ettiler ve otorite temsilcilerini dışarıda bıraktılar.
Çoğunlukla yolu açan ve ordu gelip saldırmaya başladığında bile geri çekilmeyi cesaretle reddedenler genç aktivistler.
Okullar, eczaneler, üniversiteler ve diğer sektörleri vuran yeni bir grev dalgası daha ortaya çıktı. Ordu ve polis buna da karşılık veriyor.
Öğretmenler sendikası güvenlik güçlerinin geçtiğimiz Pazar günü Hartum’daki eğitim bakanlığı binasında göz yaşartıcı gaz kullandıklarını bildirdi.
Karşı koymak
Bunu askeriye tarafından atanmış olan herhangi birinin devralmasına karşı çıkmak için yapılan oturma eylemini kırmak için yaptılar. Eylemde 54’ü öğretmen olmak üzere, toplam 119 kişiyi tutuklandı.
Coğrafya öğretmeni Mohamed al-Amin AFP’ye şöyle dedi: “al-Buhan’ın kararlarını protesto etmek için Eğitim Bakanlığı binasının dışında sessiz bir eylem organize ettik. Caddede pankartlarımızla yalnızca dururken, polisler geldi ve bize göz yaşartıcı gaz atmaya başladı.”
Başkent Khantoum’un Burri bölgesinde ve nehrin karşısındaki Omdurman’ın Ombrada bölgesinde de polisin protestoları dağıtmak için göz yaşartıcı gaz kullandığı biliniyor.
Buna rağmen, başta kadınlar olmak üzere, halk hâlâ sokaklara çıkıyor.
Medani, Nyala ve Atbara şehirlerinde de protestolar var. Önceki Omar al-Bashir rejimini destekleyen yerel hükümetin yeniden atanması yüzlerce kişi tarafından protesto edildi.
Bashir 2019’da grevler ve protestolar nedeniyle koltuğunu kaybetmişti.
Merkezi hükümetin kontrolüne karşı çıkan birçok yerel grup darbeyi kınadı. Sudan Devrimci Cephesi de orduyu kınadığını bildirdi.
Buna Darfur ve Güney Kordofan’dan önemli liderler de dahil.
Yiyecek dağıtımı, sağlık hizmetleri ve daha birçoğunun organizasyonu için yerel direniş komiteleri kuruldu; bazı bölgelerde hala aktifler. Aktivistler “pazarlık yok, ortaklık yok, taviz yok” sloganı altında yapılacak büyük miting dalgasının ilk halkası için Cumartesi gününü hedeflediler.
Protestocuların kararlılığından şüphe yok.
Ama orduya direnmek konusunda ciddi sorular var.
Geçen hafta sonu yapılan gösterilerin boyutu bir önceki hafta olduğundan daha küçüktü.
Sokaklarda bir milyon insan yoktu, öfkeli çıkışın durmasıyla daha az katılım vardı.
Aktivistler barikatlar kurdu ve sonra bunlar güvenlik güçlerince yıkıldı.
Grevler bir veya iki gün devam etti ve sonra işçiler işlerine döndü.
Bütün bunlar bir uzlaşma anlaşmasına yönelik baskıları güçlendiriyor.
Orduyu geri göndermenin tek garantili yolu, tüm generaller görevden alınana kadar devam edecek bir genel grev için bastırmaktır.
Kitlesel gösterilerle ve aynı zamanda mahalle direniş komitelerinin güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılmasıyla birleştiğinde, bu tür eylemler ordunun kontrolünü kırabilir.
TN, Etiyopya’da yaşanan iç gerilimi tartışıyor.