Lübnan: İsrail tankları BM üssüne zorla girdi

Avusturya: Antisemitizm vakaları iki kat arttı

Viyana Musevi Cemaati (IKG) tarafından yapılan açıklamaya göre, 2021 yılının ilk altı ayında yaşanan antisemitik vakalarının sayısı, neredeyse geçen yılın tümünde yaşanan vakaların sayısına yaklaşıyor. Cemaat sözcülerine göre bu artışın en önemli sebebi pandemiyle ilgili komplo teorileri. 2021 yılın ilk altı ayında yaşanan vakalar, Yahudi cemaatine mensup insanlara fiziksel saldırılarda bulunmaktan duvarlara yazı yazmaya kadar geniş bir yelpazede yer alıyor. Pandemi diye bir şeyin olmadığını, bunun dünyayı ele geçirmek isteyen “Yahudilerin” oyunu olduğunu, aşıların da buna hizmet ettiğini anlatan komplo teorilerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, vakalar neredeyse iki katına çıkmış.

Almanya: Tren makinistleri üçüncü kere greve gidiyor

Alman Demiryolları (Deutsche Bahn) ile Alman Makinistler Sendikası (GDL) arasında yapılan toplu sözleşme görüşmelerinde (TİS) uzlaşıya varılmaması üzerine, GDL ülke genelinde 5 günlük greve gitme kararı aldı. Yapılan toplu söleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine, Almanya’da makinistler bir ay içinde üçüncü kere grece gidecek. Perşembe günü saat 02:00’de başlayacak olan grev, 7 Eylül’de saat 02:00’de sona erecek. GDL Başkanı Claus Weselsky, yaptığı açıklamada “Deutsche Bahn şimdiye kadar kabul edilebilir bir teklif sunmadı. Bu en uzun iş bırakma eylemlerimizden biri olacak. Deutsche Bahn yöneticilerinin anlaşmaya yanaşmaması nedeniyle kısa süreli grevleri tercih etmiyoruz” dedi. Deutsche Bahn, toplu söleşme görüşmelerinde 2022 yılı için yüzde 1,5 ve Mart 2023’te ise yüzde 1,7 zam teklifinde bulunmuştu. GDL, bu teklifi yeterli bulmayarak makinistlerin ücretlerine yüde 3,2 zam yapılmasını istiyor.

Louis Fishman: “Değişim olabilir, ancak bu sıklıkla tarihin en beklenmedik anlarında gerçekleşir”

Louis Fishman* ile seçimlerin ve İsrail-Gazze ateşkesinin ardından aşırı sağcı Yahudi grupların gerçekleştirdiği pogromlar, İsrail’deki seçimler, antisemitizm, Standing Together gibi Yahudilerin ve Filistinlilerin başını çektiği savaş karşıtı progresif gruplar, Ben & Jerry gibi son dönemde gerçekleşen olaylar üzerine konuştuk. Röportajı daha önce gerçekleştirmiş olsak da siber saldırı altındaki site, hayat koşturması derken çeviriyi Ozan Ekin Gökşin’in de yardımıyla biraz gecikmeli olarak tamamlayabildim. Konuşulan konular güncelliğini yitirmeyecek konular olduğu için ilgi ile okuyacağınızı umuyorum. Louis Fishman’a vakit ayırıp değerli düşüncelerini bizimle paylaştığı için tekrar teşekkürler. Avlaremoz sitesi için bu röportajı Eli Haligua yaptı, Ozan Ekin Gökşin çevirdi. Netanyahu 12 yıl sonra iktidarı devretti, ancak bıraktığı ‘miras’ daha uzun süre İsrail’i etkileyecek gibi. Ben kendisinin Trump, Orban ve benzeri antisemit devlet başkanlarıyla kurduğu ilişkilerin de ayrıca unutulmaması gerektiğini düşünüyorum. Sizce Netanyahu’nun iktidarda olduğu yılların etkisini bölgede yaşayanlar nasıl hissedecek? Aşağı yukarı bir aydır Netanyahu’nun başbakan olmadığı, onsuz bir dünyayı kavramaya başlayabiliyoruz. Doğrudur, hâlâ Ana Muhalefet lideri olarak Knesset’te, ancak Bennett-Lapid hükûmetinin başarılı olduğu her gün, daha önemsiz biri haline gelecek, geri dönme şansı daha zayıflayacak. Maalesef, Netanyahu’nun beceriyle sürdürdüğü işgal ideolojisiyle karışık oportünizm mirası uzun süre daha bizimle kalmaya devam edecek. Aslında, Netanyahuizmin – ya da Netanyahu’nun mirasının- itaatkar bir medyayla güçlü bir ekonomiyi bir araya getirerek Filistinlilere yönelik baskıyı sürdürmesinin onun becerisi olduğu iddia edilebilir. Veyahut, Netanyahu’nun, bahsi geçen antisemit liderlerle olan ilişkilerden kaynaklanan ekonomik faydalar karşılığında, İsraillileri apolitik olmaya şartlandırdığı söylenebilir. Bu şartlandırma aynı zamanda, her Filistinliyi varoluşsal bir tehdit olarak gören ve büyük ölçüde onları şeytanlaştıran İsrailliler yarattı. Böyle bir hasarı oldu ve kısa vadede geri döndürülebilir gözükmüyor. Değişim olabilir, ancak bu sıklıkla tarihin en beklenmedik anlarında gerçekleşir. Şimdilik, ufak umut ışıklarına rağmen durum kasvetli. İsrail’de çok geniş bir koalisyon hükümeti kuruldu. Kimileri değişim için karamsar iken kimileri özellikle Arapların koalisyonda yer almasından ve bu çeşitlilik temsilinden ötürü umutlu. Bu geniş koalisyon hükümetinin olanakları hakkında neler düşünüyorsunuz?  Kesinlikle, Bennett-Lapid hükümeti İsrail tarihinde halkın en çok temsil edildiği hükümet olarak görülebilir. Dindar ve seküler Yahudi ve Arapları, milliyetçileri ve sağcıları merkez sol ve sol ile bir araya getiriyor. Oldukça etkileyici. Haredi partileri de davet etmişlerdi fakat onlar “tüm yumurtalarını” Netanyahu’nun sepetine koydular. Pastadan orantısız pay almalarını sağlayan statükonun bir gün sona ereceğini bilmeleri gerekiyor. Yani özetle, desteklediğim parti (Hadash/Joint List/Müşterek Liste) koalisyonda olmasa bile ben bu hükümeti destekliyorum. Aslında bu Netanyahu’nun devam edip etmeyeceği meselesiydi. Ben de diğerini destekledim. Soldan gelen biri olarak, Knesset’teki Meretz üyelerine (ve bir ölçüde İşçi Partisi’ne) çok saygı duyuyorum. Her ikisi de Arap temsiliyetine sahip, ayrıca (genel olarak etkileyici listelerine ilaveten) Meretz üyeleri arasında insan hakları savunucusu Gabi Lasky ve ikonik aktivist Mossi Raz gibi isimler var. Evet, karmaşık bir hükümet var, bu durum, cesur politikacı Mansour Abbas’ın, Filistinli bir yurttaşın ilk kez bir Arap partisiyle koalisyona katılmasıyla ilişkili. Müşterek Liste’nin bir parçasıyken ve  muhafazakar İslamcı siyasetinden rahatsız olduğum zamanlarda bile, temsil ettiği toplumun gündemini ilerletmek konusunda samimi olduğuna inancım tam.  Ateşkesten önce, hatta savaş tekrar alevlenmeden bile önce ırkçı Yahudi grupların Doğu Kudüs’te Filistinliler’in evlerini yağmaladığına, savaşın ateşlendiğinde ise devlet destekli sağcı Yahudi grupların kimi bölgelerde Filistinliler’e karşı Pogrom gerçekleştirdiğine şahit olduk. Bunca yıldır ekilen nefret tohumlarını düşününce yaşananlar bana maalesef çok da şaşırtıcı gelmedi, ancak yine de Trakya Pogromu mağduru birinin torunu olarak yaşananlar benim için ayrıca önemliydi. Yüzlerce yıldır düzinerlerce Pogromun mağduru olan bir halkı bu sefer fail yapan iklimi ve bu yaşananlardan sonra İsrail’de yaşayan Yahudi ve Arap komşuların ilişkilerinin nasıl devam edeceğini düşünüyorsunuz? Batı Şeria’da ya da İsrail’in her neresinde olursa olsun Yahudilerin Filistinlilere yönelik gerçekleştirdiği organize saldırılar kesinlikle iğrenç. Trakya’da sessizliğini koruyan Türk Müslüman toplumda olduğu gibi bu da (İsrailli) Yahudi toplumu uzerinde bir lekedir. Ne yazık ki, ezilen ve ayrımcılıktan muzdarip olan insanların da ırkçı ve saldırgan olabildiğini biliyoruz. Son yıllarda Yahudiler ve Arapların bir arada yürüttüğü politik aktivizmin büyüdüğünü ve bu nefretin protestolarla karşılandığını söyleyebildiğim için mutluyum. Mayıs ayında patlayan kitlesel şiddet dalgasında Yahudi-Arap toplumları arasındaki şiddet ile İsrail vatandaşı Filistinlilere saldıran oldukça organize Yahudi grupları birbirinden ayırmak gerekir. Bu bir gecede meydana gelmedi. Faşist Yahudi gruplara İsrail toplumu içerisinde çok uzun bir süre müsamaha gösterildi, şimdi Knesset’te Itamar Ben-Gvir gibi kişiler tarafından temsil ediliyorlar.  İsrail ve Gazze arasında yapılan ateşkese ve yeni bir hükümetin kurulmasına rağmen bölgede gerilim devam ediyor. Sokaklarda binlerce insanın, hatta gencin “Araplara Ölüm!” diye slogan attıklarını görüyoruz. Bir yandan İsrail’de Yahudi Üstünlükçü bir perspektifin norm olduğunu düşünürken diğer yanda yine gençlerin başını çektiği “Standing Together” hareketinin hızla geniş kitlelere ulaştığını ve yine yüzlerce, binlerce insanın bu sefer bir arada yaşam için mücadele verdiğini halkların özgürlüğü için slogan attığını görüyoruz. Gençlerin aktif olduğu bu iki hareketi nasıl değerlendiriyorsunuz ve sizce rüzgar İsrail’de hangi taraftan esecek? Evet ben de demin bunu vurgulamaya çalıştım. Evet, Standing Together büyüyor, ancak gerçek faşizmle mücadele etmenin tek yolu eğitimden geçiyor. Ayrıca İsrailliler de kabul etmeli ki geldiğimiz durum sürdürülebilir değil. Gerçekten Yahudilerin başka insanların üzerinde tahakküm kurduğu bir yolda gitmeye devam etmek istiyorlar mı buna karar vermeleri gerekli. Tabii ki kestirme bir çözüm yok, ama gerçekten başka bir alternatif de yok. Geçen Mayıs’ta mevcut durumun ne kadar kırılgan olduğunu ve küçücük bir itekleme ile daha beter bir toptan kaos senaryosunun meydana gelebileceğini gördük. Son şahit olduğumuz savaş sırasında dikkatimi çeken bir başka nokta ise Filistinlilerin ve/veya İsrail’in politikalarını eleştiren insanların ana akım medyada yer bulabilmesi, hatta birçok popüler ismin açık şekilde İsrail’in uyguladığı politikalara karşı çıkmasıydı. Buna ek olarak İsrail’de, Kanada’da ve ABD’de If Not Now başta olmak üzere birçok Yahudi genç de İsrail’in uyguladığı politikalara yüksek sesle karşı çıktı ve kendilerine yöneltilen “antisemit” ya da “self-hater” gibi ithamlara pek de aldırış etmedi. Özellikle progresif Yahudi kesimler kendilerine yöneltilen bu türlü suçlamaların antisemitizmle mücadeleyi zorlaştırdığını, hatta antisemitizmin suistimal edildiğini savundular. Bu konudaki gözlem ve düşüncelerinizi paylaşabilir misiniz? Yahudiler ve ilerici sesler yetti artık demeli. Ancak aynı zamanda Yahudiler ve Filistinlilerin ortak geleceği için çözüm önerileriyle gelmeleri gerekli. Maalesef dünyadaki aktivistlerin İsrail’e haklı eleştiri getirirken aynı zamanda çözüm için ortaya bir yol koymadıklarını görüyorum. Barış ve adaleti hedef olarak korumaya devam etmeliyiz. En önemlisi ve öncelikli olarak Gazze’de bir insanlık krizi yaşandığını ve Filistinlilerin her gün adaletsizliğe maruz kaldığını sürekli hatırlatmalıyız. Aynı zamanda İsraillilerin de hiçbir yere gitmeyeceğini bilmeli ve onların da İsrail’e mülteci olarak geldiğini hatırlamalıyız. Maalesef Türkiye’den de bildiğimiz üzere, birçok Yahudi’yi terk etmeye iten antisemitizmdi. Filistin destekçisi Türk Müslümanların, kendi toplumlarındaki hoşgörüsüzlüğün de modern çatışmayı yarattığını anlamaları gerekiyor. Kesin olan, ortada kolay cevapların olmadığı. Fakat eğer güçlerimizi birleştirirsek çözüme ulaşmak için daha cok şansımız olur. Son olarak, bu röportaj çevirildiği esnada Ben & Jerry’nin işgal altındaki Filistin topraklarında satış yapmama kararı ve akabinde gelen tepkiler üzerine yorumlarınızı paylaşabilir misiniz? Yakından takip etmemiş olmakla birlikte, Ben & Jerry’nin işgal altındaki Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerindeki satışını durdurma kararı çok olumlu bir gelişme. Bölge şu anda Birleşmiş Milletler tarafından geleceğin Filistin Devleti olarak kabul ediliyor ve İsrail yasaları bile oraları devletin parçası olarak tanımıyor (çoğu ilhak edilmişti ve Kudüs’ün bazı kesimleri geçmişte müzakere konusuydu). Aslında iki devletli bir çözümü her şeyden daha fazla tehdit eden şey bu yerleşimlerdir. Onun için şirketin İsrail’in Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki yatırımlarını iptal eden boykot hamlesi meseleye barışçıl bir çözüm için desteğini sürdürdüğünü gösteren asil bir hareket olarak görülmelidir. Buna antisemit ya da anti-İsrail demek saçmalık. Ayrıca İsrail hükümetinden gelen tepki, Ben & Jerry’nin kararını memnuniyetle karşılayan Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) kampanyası ile daha yakınlaşmasına neden oldu. *Brooklyn College’da doçent olan Louis Fishman, Jews and Palestinians in the Late Ottoman Era, 1908-1914: Claiming the Homeland kitabının yazarıdır. ABD, Türkiye ve İsrail’de yaşamını sürdüren Fishman  İngilizce, İbranice, Arapça, Türkçe, Almanca ve Fransızca biliyor. Fishman ayrıca Haaretz‘de yorum yazıları yazıyor.

(Dosya) Afganistan: ABD-NATO işgaline de Taliban rejimine de hayır

Sosyalist İşçi gazetesi 687. sayıda yayınlanan bu dosyayı Ozan Tekin hazırladı.

Yokoluş İsyanı Londra’da iklim için finans şirketlerini hedef aldı

Yokoluş İsyanı (Extinction Rebellion) Londra’da finans şirketlerinin oluşturduğu City of London’da eylem yaptı.  Yokoluş İsyanı, Kasım ayında Glasgow’da yapılacak BM iklim zirvesi (COP26) öncesi fosil yakıt şirketlerini fonlayan küresel finans dünyasına karşı İmkansız İsyan (Impossible Rebellion) adıyla sokakları trafiğe kapadı. Pazartesi sabahı Trafalgar Meydanı’na inen binin üzerinde aktivist meydana dört metre uzunluğunda dev bir pembe masa koydu. Sembolik olarak iklim değişiminden etkilenen tüm çevrelerin çözüm için masaya oturması gerektiğini anlatan eylemde meydan bir süreliğine trafiğe kapatıldı.  “Gelin masaya siz de oturun” sloganı taşınan eylemde dev masanın etrafına yüzlerce sandalye kondu. Aktivistler, Haiti Devrimi’nin 230. yılına denk gelen günde yoksul ve zengin ülkeler arasındaki adaletsizliğe dikkat çekmek amacıyla iklim değişiminden en fazla etkilenen ülkeler arasında yer alan Haiti’yi öne çıkardı.  Haiti küresel ısınma nedeniyle yükselen deniz seviyelerinin ve daha geçen haftasonu ülkeyi vuran kasırga gibi çok sayıda güçlü kasırganın tehdidi altında. Hem ekonomik hem politik bir krizin yaşanmakta olduğu ülkede birkaç hafta önceki depremde de binden fazla kişi hayatını kaybetmişti. Berlin’de Yokoluş İsanı eylemleri Eylül ayında seçimlere gidecek olan Almanya’da Yokoluş İsyanı aktivistleri 16-20 Ağustos tarihleri arasında eylemler düzenledi. Eylemlerin hemen öncesinde Agora Energiewende isimli bir STK Almanya’nın 2021 yılında yani pandemideki ekonomik kapanmanın hemen ardından karbon salımında ilk kez 1990 yılı seviyesini aştığını duyurmuştu. Almanya, Rusya’dan da doğal gaz ithalatını artırmak için Kuzey Akım 2 boru hattı projesinin çalışmalarını sürdürüyor. Çeşitli eylemler yapan Yokoluş İsyanı Almanya’nın iki yüzlü iklim değişimi hedeflerini eleştiriyor. Aktivistler eylemlerin son gününde Brandenburg Kapısı üzerine tırmanmışlardı. Nordik İsyanı başladı 23 Ağustos’da yine Yokoluş İsyanı tarafından Norveç ve diğer İskandinav ülkelerinde Nordik İsyanı’na başladıkları duyuruldu. Aktivistler, Norveç’in başkenti Oslo’da Petrol ve Enerji Bakanlığı önünde “fosil yakıtlara hayır” eylemi gerçekleştirdi ve Norveç’in kutup bölgesinde fosil yakıt çıkarmaya devam etmesini eleştirdi.

Afganistan'da bir dönem kapandı

Büyük şehirleri ele geçirmesinin ardından Taliban, Afganistan'ın başkenti Kabil'i de aldı. Ülkenin cumhurbaşkanı Eşref Gani ülkeyi terk etti.  Afganistan'da ABD ve NATO askerlerinin çekilmesinin ardından ilerleyişini sürdüren Taliban, 15 Ağustos Pazar günü başkent Kabil'e girdi. Afganistan Cumhurbaşkanı Eşref Gani ülkeyi terk ederken, Taliban Kabil'deki Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nın kontrolünü ele geçirdi. Taliban kente güç kullanarak girmeyeceklerini, militanlarını kentin çeperlerinde beklettiklerini açıklamıştı. Taliban sözcüsü hükümet güçlerinin başkentten ayrılmasının ardından "yağmayı önleme" gerekçesiyle kamu binalarında kontrolü sağlamak üzere kente girdiklerini duyurdu. Afganistan Devlet Başkanı Eşref Gani ülkeyi terk etti Taliban hükümetle barışçıl iktidar geçişi konusunda müzakereler yürütürken Devlet Başkanı Eşref Gani'nin Tacikistan'a gittiği bildirildi. ABD Kabil'deki büyükelçilik binasındaki personelinin tahliyesini tamamladı, binadan ABD bayrağını indirdi. ABD'nin Afganistan Büyükelçisi Ross Wilson'un ülkeden ayrıldığı belirtiliyor. Rusya ve Türkiye, Kabil'deki büyükelçiliklerini boşaltmıyor Rus diplomatik kaynaklar, Rusya'nın Kabil'deki büyükelçiliğinin tahliye edilmesine gerek duymadıklarını açıkladı. Yapılan açıklamada "Büyükelçilik tehdit altında değil, tahliye gerekmiyor" denildi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da Türkiye'nin Kabil Büyükelçiliği'ndeki faaliyetlerinin sürdüğünü belirtti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Taliban'ın Afganistan'da yönetimi ele geçirmesinin ardından Salı günü acil toplanacak. Öte yandan Taliban hükümetini tanıyan ilk devlet Çin oldu. ABD ve müttefikleri Afganistan’a kan ve gözyaşı getirdi ABD, 2001 yılında “terörizmle” savaş adı altında, El-Kaide’yi barındırdığı gerekçesi ile Afganistan’a NATO desteğinde saldırarak ülkeyi işgal etmişti. Afganistan’a barış, istikrar ve medeniyet getireceğini belirtmesine rağmen, tek getirdiği kan, gözyaşı ve acı oldu. 20 yıllık işgal döneminde; 51 bin sivil, 51 bin Taliban mensubu, 69 bin de Afgan askeri ve polisi öldü. ABD ve NATO üyesi ülkelerin kaybı ise 3 bin 500. 3 milyon Afganlı ülkeyi terk etti, mülteci haline geldi. 4 milyon Afganlı iç göçmen durumunda. BM'ye göre, Afganistan; Suriye ve Venezüella’dan sonra dünyanın en büyük üçüncü yerinden edilmiş nüfusuna sahip. ABD, Afganistan’a siyasal İslamı, Bush’un tabiriyle İslamofaşizmi temizlemek, hegemonyasını güçlendirmek iddiasıyla saldırmıştı. Ama Afganistan ABD’nin yeni Vietnam’ı oldu. ABD’nin Afganistan’dan çekilmek zorunda kalması, açık bir yenilgidir. Taliban Batı’ya uzlaşma mesajları veriyor Taliban’ın ciddi bir direnişle karşılaşmadan hızlı bir şekilde ilerlemesi akıllara pek çok soruyu getiriyor. Bu soruların başında “ABD ile Taliban arasında yapılan gizli görüşmelerde iktidarın kısa sürede devredilmesi konusunda anlaşma mı yapıldı” geliyor. Zira 20 Şubat 2020’de Taliban ile ABD arasında Katar’ın başkenti Doha’da imzalanan anlaşmaya bağlı olarak yeni ABD Başkanı Biden çekilme takvimini 11 Eylül olarak ilan edildiği için, halen ülkede ABD ve diğer emperyalist devletlere ait askerler var. Ve bu güçler Taliban’ı durdurmak için hiçbir hamlede bulunmadılar. Taliban’ın görüşmeler sırasında “başkalarını hedef almak için bölgenin kullanılmasına izin vermeyecekleri” ve IŞİD ile mücadele güvencesi verdiğine dikkat çekiliyor. 1979 yılında SSCB, 2001 yılında ABD/NATO işgallerini yaşayan ender ülkelerden biri olan Afganistan’da şimdi yeni bir dönem başlıyor. Taliban önderliği “değişim” mesajlarıyla Batının planlarına yakın olduğunu ilan ediyor. Bunun ne kadarının gerçek ne kadarının takiye olduğunu zaman gösterecek.

Taliban: ABD'nin yarattığı terör

İslamcı hareket Taliban, 20 yıllık Batı işgalinden sonra Afganistan'ın kontrolünü geri alıyor. TN, gelişmelerin arka planını tartışıyor. Taliban, Afganistan'ın büyük bir bölümünün kontrolünü ele geçirmeye hazırlanıyorken yüz binlerce insan ülkeden kaçtı. Yaklaşık 20 yıl önce ABD'nin işgaliyle devrilen silahlı İslamcı hareket, yakında yeniden iktidara gelebilir. Taliban, 1990'larda Afganistan'da iktidardayken acımasız, baskıcı ve gerici bir rejim kurmuştu. Böylece ABD, 2001'deki işgalini, Afganistan'ı "Orta Çağ"dan çıkarmak için özgürleştirici bir girişim olarak sundu. Ancak Taliban’ın, Afgan toplumunun doğası gereği gerici veya geriye yönelmiş kısmını temsil ettiği söylenemezdi. Hareketin bilhassa da İslamcılığın sembolü oluşu aslında ülkeye son zamanlarda getirilmiş bir olguydu. ABD destekli savaşçıların Soğuk Savaş'tan sonra yarattığı kaos olmasaydı, 1995'te Afganistan'daki kontrolü bu kadar hızlı ele geçirmesi mümkün olamazdı. Bu noktaya gelinmeden önce Afganistan, savaşan İslamcı gruplar —Mücahitler- tarafından ele geçirilmişti. Bunlar, 1979'da Afganistan'ı işgal eden işgalci Rusya ordusuna karşı savaşmak için ABD tarafından silahlandırılmış ve finanse edilmiş gruplardı. Rus işgaline karşı gösterilen direnişin büyük bir kısmı, bir örgütten ziyade köyler ve yerleşimler etrafında örgütlenmiş yerel gerilla gruplarından ve savaşçılarından oluşuyordu. Ancak ABD, bir dizi Mücahit grubunu desteklemeyi, en büyük küresel rakibine yenilgi yaşatmak için bir fırsat olarak görmüştü. Rus askerleri ülkeden çıkarıldıktan sonra, bu sefer de bahsi geçen grupların Afganistan'ı nasıl yönetecekleri konusunda farklı çıkarlar ve fikirlere sahip liderler yüzünden Mücahit grupları arasında bir savaş başladı. Taliban bunların hepsine bir alternatif olarak çıktı ortaya. Üyeleri ve savaşçıları, komşu Pakistan'daki Afgan mülteci kamplarında bulunan dini okullarda yetişmişti. Bu okullar da sonuçta ABD ve müttefiki Suudi Arabistan tarafından, Afgan mültecilerin kendi etkileri altında tutulması için destekleniyordu. Bu okullarda İslam'ın, o zamanlar Afganistan'ın çoğunluğu tarafından kabul gören hali yerine, Suudi Vahabiliğine daha yakın olan muhafazakâr, katı bir versiyonunu dayattılar. Onaylama Pakistan ve ABD'nin onayıyla Taliban Afganistan'a girdi ve ülkenin büyük bir bölümünü hızla kontrol altına aldı. Birçok sıradan insan için Taliban, savaşların yarattığı kaosun ortasında düzen ve güvenlik sunuyor gibiydi. ABD için ise Taliban, anlaşma yapabileceği istikrarlı bir rejim anlamına geliyordu. Bu planlara, ABD'li bir petrol şirketinin ülkenin kuzey batısında yer alan boru hattını işletmesine izin verilmesi de dahildi tabii. Yine de Taliban ABD'nin tam anlamıyla bir kuklası sayılmazdı. ABD'nin kontrolüyle çelişen kendi çıkarları ve fikirleri de mevcuttu. El Kaide gibi ABD gücüne meydan okuyan grupları da barındırıyordu örneğin.  21. yüzyıla girilirken, ABD'li generaller ve planlamacılar, dünya üzerindeki hakimiyetlerini yeniden sergilemek istediler. El Kaide 11 Eylül 2001'de saldırdığında ABD zaten kendi amaçlarına yönelik bir fırsat arıyordu. ABD, kendilerine saldırmaya cüret eden herkesin ezileceğini göstermek için Afganistan'ı işgal etti. Bu eylem, ayrıca iki yıl sonra gerçekleşen Irak'ın işgalinin önünü açmak için de tasarlanmıştı. Ancak işgal Taliban'ı devirmeyi ve ABD dostu bir hükümet kurmayı başarsa da Taliban'ı yok etmedi. Bunun yerine Taliban, liderliği Pakistan'da bulunan, merkezi olmayan, isyancı bir gerilla ağı haline geldi. Sağ kalım İşgalin yol açtığı yoksulluk ve sefalet – ve işgalci orduların vahşetine duyulan nefret- birçok Afgan gencini Taliban saflarına kattı. Taliban, alternatif bir gölge hükümet sunuyor, düzenli gelir ve hayatta kalma imkânı sayesinde yaşananlara karşılık verme fırsatı sunuyordu. Bu nedenle ABD, Afganistan'ı hiçbir zaman istediği gibi kontrol edemedi. Bu arada Taliban'ın yaklaşık 60.000 tam zamanlı savaşçısı ve yarı zamanlı gönüllüleri var. Şimdi yeniden benzer bir hükümetin kurulabileceğini gösteren bu gelişmeler ABD emperyalizmi için küçük düşürücü bir yenilgi olmakla kalmıyor, aynı zamanda ABD girişimlerinin de doğrudan bir sonucu olarak yaşanıyor.

Le Pen'in göçmen düşmanlığı, Fransa'dan ders çıkarmak

Türkiye’de son zamanlarda göçmenlere karşı siyasilerden ve toplumun bazı kesimlerinden büyük bir nefret gözlemleniyor. Bilimdışı iddialarla, Afgan ve Suriyeli mülteciler üzerinden yaratılan bu nefret galeyanına katılanlar arasında kendisini “sosyal demokrat” diye nitelendiren, haydi sosyal demokratı geçtim, kendisini “solcu” ya da daha da beteri, “sosyalist” diye nitelendiren çeşitli maceracılar mevcut. Marks’ın mezarında ters döndüğü Türkiye’den duyulmuştur muhtemelen, özellikle son söz üzerine. Böyle kafa karışıklıklarının olduğu bir ortamda, Fransa’dan bazı küçük siyasi dersler çıkarmak mümkün. Şimdi bunlara hep birlikte göz atalım.  *** “Matteo Salvini artık göç istemiyor; ama İtalya’ya gelip de ‘ama nasıl olur? Bu utanç verici bir şey. Göçmenlerin ülkenize gelmesini istemiyor musunuz?’ diyenlere bir ders veriyor. Diyor ki, ‘Siz istiyor musunuz? Çok istiyorsanız evinize alın’”. Matteo Salvini, İtalya’nın aşırı sağcı eski İçişleri Bakanı. Bu sözler ise, Fransa’nın faşist partisi Rassemblement National’in lideri Marine Le Pen’in sözleri. Le Pen, Salvini gibi faşist bir lideri kendi siyasetine örnek almakla kalmıyor, kendisi de küçük bir ekleme yapıyor: “Göçmenler rüzgâr türbini gibi. Herkes bunun gerekli olduğu hakkında hemfikir ama yanlarında olsun istemiyorlar.” Le Pen’in 2019 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda bu sözleri sarf ederek göçmenlerle dayanışanlara göçmenleri evlerine alma çağrısı yapıyor. Benzerlik çarpıcı. Öyle değil mi? Hep birlikte Le Pen’in sözlerini incelemeye devam edelim. Geçtiğimiz mart ayında BFM TV’ye konuk olarak çıkan Le Pen, kendisine sol siyaset tarafından yapılan “zenofobik” (yabancı korkusu olan kimse) tanımlamasına karşı yine göçmenler hakkında ithamlarda bulunmaya devam ediyor –ki kendisi ekranlara çıkarak kanaat getirmeye bayılır. Sözlerinden seçkiler şöyle: “Benim yabancılardan korkum yok. Ben bunun sadece ülkem için tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Ben sadece kanunsuz bir göçün olumsuz etkilerini görüyorum: toplumsal yatırımlarımızın üstüne çökmesi, ülkemizde toplum düzeninde huzursuzluk yaratan güvenlik sorunun günbegün daha da beterleşmesi…” Ve bu sözleri üzerine eğer 2022 seçimlerinde iktidara gelirse göçmenler hakkında bir referandum teklifi yapacağını söylüyor. Referandumun içeriği hakkında bir paylaşım yapmamış. Sürpriz herhalde, ancak biz tahmin edebiliriz ki, hâlihazırda Fransa’da bulunan kâğıtsızların son derece güvensiz, yaşam haklarının dahi sağlanamadığı ülkelerine zorla gönderilmeleri için bir referandum olabilir bu. Çok mu gerçekdışı bir tahmin oldu acaba? Bunlar Le Pen’in hafif sözleri. Bunlardan çok daha uzun bir liste yapmak mümkün. Daha beteri için birkaç yıl geriye, 2015 yılına gidelim. O dönemde yine göçmenler için nefret kusmaktaydı Marine Le Pen. Suriye’deki savaştan kaçarken denizde boyun devrilmesiyle kıyıya ölü bedeni vuran küçük Aylan Kurdi’nin fotoğrafı için, “Bizim sorgulamayı kesmemizi istiyorlar. Ama bizim onlardan alacak dersimiz yok, özellikle kendi sinsi projelerini gerçekleştirmek için suratımıza bir çocuğun ölüsünü vurduklarında!” Ayrıca Suriye’den gerçekleşen göçün İkinci Dünya savaşı yüzünden gerçekleşen göç dalgasından farklı olduğunu, bunun ekonomik bir göç olduğunu söylüyordu. Suriye’den gerçekleşen göçün temelinde bir ekonomik göç olmamasının yanı sıra Le Pen ekonomik göçün çok büyük bir hak olduğunu da görmezden geliyor. Ayrıca kendisinin eşcinsel evlilik için mide bulandırıcı yorumlar yaptığını hatırlatmakta da fayda var. *** İşte siyasi kavramların bulanıklaşması, kendi göçmen karşıtı/ırkçı ideolojilerine göre tarihin yeniden yazımı böyle bir şey. Göçmen karşıtı söylemlerde bulunan hemen bütün siyasiler aslında siyaset skalasında hızla sağa yuvarlanıyor. İktidara geldikten sonra Suriyeli göçmenlerin evlerine yollanacaklarına dair vaatler verilmesi, Bolu’da yabancılara daha yüksek ücretli fatura kesileceğine dair açıklama yapılması, Van’da göçmenlerin geçişini durdurmak için iki yüz elli kilometre uzunluğunda bir duvarın inşasına başlanması ve bunu kendisine muhalif etiketi yapıştırıp normalleştiren herkes, ileride gerçekleşebilecek ırkçı saldırıların ateşini körüklüyor. Bu korkunç ideolojinin yukarıdan aşağıya kurulması, seçim vaatlerinde kullanılması, tam anlamıyla 1940’lı yıllardaki Nazi ideolojisi hatırlatıyor. Türkiye’de her ne kadar ana muhalefet kendisine böyle bir yakıştırma yapmasa da aynı söylemler Fransa’da “neo-nazilik” diye tanımlanıyor. Türkiye’nin demografisinin bozulacağı hakkında birtakım gerçekdışı endişelerin de oy toplamak için pazarlanıyor olması, bir çeşit kan siyasetine benziyor. Hangi demografiden bahsediliyor? Türkiye’nin kanının bozulacağına dair çirkin bir söylem değil mi bu? Acaba aynı söylemlerde bulunanlar, Konya’da Kürt bir ailenin katledilmesi hakkında ne düşünüyorlar şu anda?  Göç alanında yıllardır çalışmalar yapan bilim insanlarının sosyal medyada linçe uğratılıp itibarsızlaştırılması, göçmenlerin (veyahut mültecilerin) yanında olup onlarla dayanışan insanların marjinalleştirilmesi, herkes için eşit haklar isteyen insanların siyaset alanında yuhalanması, hâlihazırda savaşlar için milyonlar harcanıp kimi milyonerler uzaya çıkarken ve bunun için dalga geçercesine çalışanlarına teşekkür ederken tüm bunların sorgulanmaması ve ekonomik krizin göçmenlerin üzerine yıkılması bu işten kâr edenlerin çokça işine geliyor olmalı.  İnsanın tüylerini ürperten bu nefrete karşı birleşmek zorunlu. Göç ve göçmenlik binlerce yıldır olduğu gibi şu anda da devam etmekte ve edecek. Göçmenler yaratık değil. Onları hedef almak yerine, onları yerinden eden savaşları ve tüm bu savaşlara sebep olan kirli para alışverişlerini, kapitalizmi sorgulamak en mühimi.  *** Bazı kafa karışıklıklarının giderilmiş olması dileğiyle…  Ataberk Bağcı

Tunus protestoları krizi tetikliyor

Tunus başkanı aşırı yoksulluk, işsizlik ve Covid-19 vakalarındaki yükseliş nedeniyle yaşanan protestoların ardından ülkede hükümeti görevden aldı.

Geri 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 İleri

Bültene kayıt ol