Lübnan: İsrail tankları BM üssüne zorla girdi

Sudan’da darbe karşıtı mücadele sürüyor

Diktatör El Beşir’i deviren ayaklanmayı başlatan eylemlerin üçüncü yılında, on binlerce kişi sokağa çıkarak şu anki darbe rejimini protesto etti. The Guardian’ın haberine göre, 25 Ekim’deki darbeyi gerçekleştiren General Abdülfettah el-Burhan’ın devrilmesi yönünde slogan atan göstericilere, rejimin güvenlik güçleri saldırdı. Birçok eylemci bu saldırılar sonucunda yaralandı. Başkent Hartum’daki başkanlık sarayını kuşatak göstericiler, oturma eylemi yaptı. Darbeciler, ilk başta Başbakan Abdalla Hamdok’u tutuklamış, ancak 21 Kasım’da serbest bırakarak görevine geri getirmişlerdi. Birçok kişi bunun cunta rejimine meşruiyet kazanma hamlesi olduğunu düşünüyor. Hamdok ise ülkenin uçuruma sürüklenmesini gerekçe göstererek göstericilere “sakin olma” çağrısı yapıyor. Göstericiler ise cuntacılara karşı “Pazarlık yok, işbirliği yok, meşruiyet yok” sloganları atıyor. Bağımsız Doktorlar Komitesi’nin verilerine göre darbe karşıtı gösteriler başladığından bu yana en az 45 aktivist devlet tarafından katledildi. 18 Aralık 2018’de Diktatör Ömer El Beşir’e karşı protestolar başlamıştı. Bunlar Beşir’in devrilmesiyle sonuçlandı. 18 Aralık aynı zamanda Sudan halkı için 1955 yılında İngiliz sömürgeciliğinden kurtuluş ilanını simgelemesi açısından da önemli.

ABD’nin düzenlediği ‘Demokrasi Zirvesi’ bize ne anlatıyor?

Biden, 9-10 Aralık 2021 tarihlerinde bir “Demokrasi Zirvesi” düzenledi ve çevrim içi olarak gerçekleşen zirveye tüm dünyadan 110 ülke liderini davet etti. Çağrı, gerek davet edilen ya da edilmeyen ülkeler gerekse zirvenin amacı ve hedefleri bakımından Amerikan ve dünya kamuoyunda yaygın bir tartışma yarattı. Demokrasi meselesi tüm dünyada oldukça popüler olmasına karşılık, aynı zamanda üzerinde en çok tartışılan konulardan biri. Terim, sosyalist gruplar arasında dahi çoğu kez tartışmalı olabiliyor. Öncelikle şunun altını çizmek gerekiyor ki kapitalist sistemde parlamenter demokrasi, Nazi Almanya’sı veya Stalin Rusya’sı gibi rejimlerle karşılaştırıldığında, vatandaşların hakları bağlamında görece birçok olumlu yana sahip. Bununla birlikte, dünyada birçok ülkede yüzde 1 gibi küçük bir azınlığın ulusal gelirin büyük bir bölümüne sahip olduğu eşitsiz ekonomik koşullarda ve siyasi kurumsal yapılara katılımın sadece seçkin ve ayrıcalıklı ‘profesyonel’ kadrolarla sınırlandığı bir sistemde, kitlelerin tek başına oy verebiliyor olması, ülkenin bütününü ilgilendiren konularda alınan kararlara katılımı veya bu kararları denetleme yeteneği açısından ne kadar anlam taşıyabilir sorusunu akıllara getiriyor. Burada asıl tartışılması gereken, demokrasinin mümkün olup olmadığından ziyade, nasıl bir demokrasi olması gerektiğine ilişkin olmalı. Sıradan insanların kendi kaderlerini kolektif bir şekilde kontrol ettiği, ulusal kaynakların adil bir şekilde dağıtıldığı, toplumsal adalet ve eşitliğe dayalı katılımcı bir demokrasi mümkün olmanın ötesinde, gereklidir de. Demokrasi Zirvesi bize neyi gösteriyor? Biden’ın 2020 yılında gerçekleşen seçim kampanyası sırasında dile getirmeye başladığı, küresel düzeyde demokrasi ve insan haklarına öncelik verme hedefi, yeni yönetimin ABD’yi ‘yeniden güçlü kılma’ hedefiyle yürüttüğü küresel mücadelenin önemli unsurlarından birini oluşturuyor. Nitekim Biden, odağında Çin’in yer aldığı küresel hegemonya mücadelesinde, demokrasi ve insan hakları meselesini siyasi bir kaldıraç olarak kullanıyor. Buna en son örnek, ABD’nin Çin’de düzenlenecek olan Kış Olimpiyatlarına ‘kısmi boykot’ uygulaması oldu. Dünya Uygur halkının temsilcilerinin Çin’e karşı boykot ve yaptırım çağrılarını elverişli bir koz olarak kullanmayı seçen ABD, olimpiyatlara “üst düzey yönetici ve diplomatik katılım” sağlamayacağını açıkladı. Ardından İngiltere, Kanada ve Avustralya gibi ülkeler de bu ‘boykota’ katılacaklarını ilan etti. Bir başka önemli gelişme de geçen hafta ABD Temsilciler Meclisi’nin Çin’in Uygurlara yönelik zulmüne karşı “Uygurları Zorla Çalıştırmayı Önleme Yasası’nı” 1’e karşı 428 oyla kabul etmesi oldu. Yasa çerçevesinde Uygurların zorla çalıştırılarak ürettikleri ürünlerin ABD piyasalarına girmesinin yasaklanması öngörülüyor. Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Patricia D’Alesandro Pelosi, konuya ilişkin görüşlerini şöyle dile getirdi: “Pekin’in Uygurlara karşı işlediği suçlar tam bir soykırımdır ve Çin yönetimi bu soykırıma derhal son vermelidir.” Peki, Biden demokrasi ve insan hakları konusunda ne kadar samimi? Bu konuda ne kadar ciddi? Demokrasi ve insan hakları konusunda karnesi son derece zayıf olan ABD, bu konuda küresel düzeyde gerçek bir ilerleme kaydetmeyi mi hedefliyor? Bu soruların cevabı ne yazık ki olumsuz. Bunun birçok nedeni var. Önde gelen neden ise, Biden’ın politik geçmişi ve ABD’nin bu konudaki sabıkaları. Nitekim, Washington merkezli bir sivil toplum kuruluşu olan Freedom House’un “Dünyada Özgürlükler 2021” raporunda yer alan ülkeler endeksine göre, “demokrasi” başlıklı bu zirveye davet edilen ülkelerin yüzde 3’ünün “özgürlüklerin olmadığı,” yüzde 28’inin ise “kısmen özgür” olan ülkeler kategorisinde yer aldığı görülüyor. Türkiye’nin de yer aldığı davet edilmeyen ülkeler arasında, bizi pek de şaşırtmayacak şekilde Rusya, Çin, İran, Kuzey Kore, Küba ve Venezüella gibi ülkeler var. Türkiye’nin Suriye, Lübnan ve İran dışındaki tüm komşularının davet edilmiş olması da manidar. Türkiye Endekste, son 10 yılda 31 sıra gerileyerek, Mali’den sonra özgürlüklerin en çok gerilediği ikinci ülke oldu ve elde ettiği skorla “özgürlüklerin olmadığı ülkeler” kategorisinde yer aldı. Davetliler arasında yer alan Brezilya, Polonya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Irak, Kenya, Malezya, Pakistan, Sırbistan ve Zambiya gibi ülkelerin insan hakları ve demokrasi karneleri kırıklarla dolu. Davet edilen Hindistan ve Filipinler’in ise demokrasi ve özgürlükler bağlamında durumları çok daha vahim. Filipinler Cumhurbaşkanı Rodrigo Duterte geçmişte, “insan haklarını takmıyorum” demiş ve polise hukuku takmadan, ‘suçluları’ yargısız öldürme emri vermişti. Nitekim bu nedenle çok sayıda sivil yargısız infaz edildi. Hindistan Cumhurbaşkanı Narendra Modi ise Freedom House tarafından ülkeyi otoriter bir rejime sürüklemekle suçlanıyor. Amerikan demokrasisinin defoları Tarihi bir perspektiften bakıldığında, Amerikan demokrasisinin ilk ortaya çıkışı ve gelişimi, zamanın Avrupalı burjuva rejimleri içinde en ileri düzeyi temsil ediyordu. Ancak yıllar içinde Amerikan demokrasisi giderek özgürlükler ve insan haklarına dayanan demokratik özünden uzaklaştı. Başta finans sermaye olmak üzere, çok uluslu Amerikan şirketlerinin çıkarları öne çıktı. Siyaset, her ikisi de sermayenin çıkarlarını temsil eden iki partili bir sistem içine sıkıştırıldı. Siyasal sistemin bir parçası haline gelen, kapitalistlerin yaptığı yüklü bağışlar ve Washington’da sermaye şirketlerini temsil eden profesyonel kurumlar tarafından yürütülen ‘lobi faaliyetleriyle,’ siyasi partiler ve devlet yönetimi tamamen sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda işleyen bir mekanizmaya dönüştü. Irkçılık, toplumsal kutuplaşma, inançlar ve etnik kimlikler temelinde bölünmeler, kamu hizmetlerine erişim ve gelir dağılımındaki derin eşitsizlikler, kolluk kuvvetlerinin ırkçı ayrımcı pratikleriyle örtüşerek, günümüzde Amerikan demokrasisinin ciddi oranda yozlaşmasıyla sonuçlandı. Ülkenin kuruluş yıllarındaki kölecilik mirası günümüzde hâlâ toplumsal ilişkiler ve kamusal alanlarda güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyor. Amerikan demokrasisindeki bu yozlaşma ve gerileme uzun bir zamandır sürüyor. Nitekim, Freedom House’un yukarıda değinilen endeksi de bu gerilemeyi yansıtıyor. Endekse göre ABD’nin skoru 100 üzerinden 83. Bu skor, ABD’nin 10 yıl önce 94 olan skoruyla karşılaştırıldığında, büyük bir gerilemeye işaret ediyor. Ülkenin bir bütün olarak sahip olduğu bu düşük skorun ötesinde, demokratik haklar ve özgürlükler açısından Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarda olduğu eyaletler düzeyinde durum çok daha vahim. Peki, ülkede demokrasi bakımından hal böyleyken, Biden niye ülkedeki bu duruma müdahale ederek, Amerikan demokrasisindeki sorunları çözmeye odaklanmak yerine, küresel düzeyde insan hakları ve demokrasi meselelerini öne çıkarıyor? Biden yönetiminin bu konudaki temel hedefi, bir yandan Trump döneminde ABD’nin küresel liderliğine ilişkin yitirilen prestij ve saygıyı yeniden kazanmak, bir yandan da Çin ile olan rekabetinde, bu ülkenin en zaaflı olduğu özgürlükler ve temel insan hakları konusunda diğer ülkeleri Çin’in karşısında, kendi tarafında tutum almaya zorlamak. Kısaca, ABD demokrasiyi kendi hegemonyasını pekiştirmek için bir araç olarak kullanıyor. Ancak, Biden demokrasi kavramı konusunda her ne kadar samimi olmasa da bu konudaki kararlı tutumu, demokrasi ve insan hakları meselelerinin önümüzdeki dönem diğer ülkelerle ilişkilerini belirleyecek kritik unsurlardan bir olacağı açık. Bu, ABD ve Türkiye ilişkilerinde yeni bir gerilim odağı olacak gibi görünüyor. Nitekim, Biden’ın düzenlediği zirveye davet ettiği ülkeleri seçerken başvurduğu kriterler de bunun göstergesi niteliğinde. Son dönemde Ortadoğu’da Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Türkiye ve İran ekseninde, aralarındaki gerilimleri bir kenara bırakarak siyasi ve ekonomik yakınlaşma çabaları içinde olmaları ve Arap ülkelerinde son dönemde duymaya başladığımız toplumsal reform adımları da Biden’ın bu stratejisinin doğrudan bir sonucu.

Sudanlı aktivistler sesleniyor: “Bu, halkın devrimidir”

Sudanlı aktivistler, Socialist Worker yazarı Charlie Kimber  ile askeri darbeye karşı direnişi, zafere gitmekte olan yol hakkındaki umutlarını paylaştı. Ordu ve Başbakan Abdalla Hamdok arasında geçen hafta yapılan ihanet anlaşması Sudan’da demokrasi ve toplumsal adalet için mücadele veren kitle hareketini raydan çıkarabilirdi. Ancak 25 Ekim darbesinden bu yana sokaklara çıkanların büyük çoğunluğu bu sözleşmeyi kınayıp mobilize olmaya devam ediyor. Sudanlı aktivist Mohamed, ordunun bu sayede kendisine soluklanacak bir alan açmayı başardığını düşünüyor; “Hamdok’a çok kızgınım. Bu insanlar neredeyse bir ay boyunca o tutuklanmayıp görevine iade edilebilsin diye, bu taleple sokaklardaydı.”  “Protestocular bunun için kanlarını, canlarını verdiler. Fakat o, bu kitle hareketiyle birlik olmak yerine arkamızdan iş çevirip darbeyi yöneten General Abdel Burhan ile anlaştı. Bu açıkça bir ihanettir.” “Hamdok geçtiğimiz Perşembe Sudan polisine, göstericilere saldırmama direktifi verdiğini açıklamıştı. Peki sonra ne oldu? Polis, Omdurman’daki, Kuzey Kordofan ve Kuzey Darfur’daki protestoculara göz yaşartıcı gaz attı.” Bu kitlenin önemli bir kısmı, karşı karşıya oldukları güç konusunda gayet gerçekçi. Aktivist Hatim, “Çaresizlikleri ve esas olarak milislerden kurulan bir güç oldukları gerçeği göz önüne alındığında, hükümetin yegâne önlem olarak şiddeti durmaksızın sürdürmesini bekliyorum” diyor.  Musa da aynı fikirde: “Ordu yetkiyi ele geçirirse, bunun çok acımasız bir rejim olacağını biliyoruz. Göstericilerin, öldürülen barışçıl göstericilerin sayısı dehşet verici.” Enas ise şöyle ekliyor; “Burhan, ilkeleri olmayan biridir. Bunun zor bir mücadele olacağını kabul etmeliyiz. Ordu paraya da rahatça erişebiliyor. Geçen yıl hükümet, ülkenin kamu kaynaklarının yüzde 80’inin ‘maliye bakanlığının kontrolü dışında’ olduğunu söylemişti – bu ordunun payıdır.” Zeinab’ın ailesi, yıllardır en sert baskıyla karşı karşıya kalan bölge olan Darfur’dan geliyor. “Merkezi hükümet ve milislerinin Darfurlulara yönelik saldırıları 18 yıldır devam ediyor” diyor; “Son iki yılda, El Beşir’in sürgüne gönderilmesinden sonra kontrolü kaybedeceklerinden korktukları için, ölüm saçan Hızlı Destek Güçleri (RSF) bazı bölgelerde saldırılarını artırmıştı. Ve sonra da, darbeden sonra şalter tekrar açıldı. Geçen hafta RSF ve müttefikleri 28 köyü yaktı, çocuklara ve kadınlara tecavüz ettiler. Bu, anlaşma yapabileceğimiz bir rejim değil.” “Tek umudumuz devrim. Geçen hafta Hartum’daki gösteride insanların ‘Hepimiz Darfur’uz’ diye slogan attığını gördüm. Bu çok önemli bir gelişmeydi, çünkü hareketin, rejimin bölücü tutumlarının üstesinden gelebildiğini gösterdi.” Öncüler Yaşanan katliamlara rağmen, eylemciler zaferi elde edeceklerine dair sarsılmaz bir inanca sahip. Hatim, “Sudan’daki sosyalistler devrime öncülük etti ve hâlâ da buna devam ediyorlar,” diyor; “Sudan Komünist Partisi (SCP), sivil ve askeri bir ortaklık olan geçiş hükümetine katılmayı en başından reddetti.” “Görevimiz, darbe hükümetini devirmek ve orduyla hiçbir konuda müzakere etmeden, hiç taviz vermeden tam bir sivil geçiş yönetimi kurmaktır. Devrim ihtimali eskisinden çok daha güçlü ve çok daha kapsayıcı. Kayıplarımızı telafi edeceğimiz konusuna bu barışçıl mücadelenin gücüne güveniyoruz.” Enas ekliyor; “Silahsız insanların gerçek mühimmatla karşı karşıya kaldığı benzersiz bir direniş seviyesini gördük ve bu çok ilham vericiydi.” Geçtiğimiz Perşembe, anlaşmayı reddeden ve ileriye uzanan yolda bu direnişi sürdürme konusunda ısrar eden on binlerce insan bir kez daha sokaklara döküldü. Ancak şu anda, işçilerin işleri durdurmasının ve büyük bir genel grevin, orduyu hiç değilse geçici olarak geriletebilme gücünde olduğu 2019’a kıyasla daha az grev var gibi görünüyor. Grevlerin büyümesi ve direniş komitelerinin koordinasyonu, Sudan’ın servetini işçiler ve yoksullar için kullanacak hakiki bir devrimi tetikleyebilir.

Grevler Sudan’ı sarstı ve orduya meydan okudu

Geçen ay yaptıkları askeri darbe ile kontrolü ellerine almış olan Sudan’ın askeri liderleri geçtiğimiz hafta sonu demokrasi protestolarına karşı saldırılarını artırdılar.  Buna rağmen hala kendilerini devirebilecek olan protesto, sokak işgalleri ve grevler devam ediyor.  Geçtiğimiz Pazar günü aktivistler büyük şehirlerin bazı bölümlerinde kontrolü geri aldılar. Buralara barikatlar inşa ettiler ve otorite temsilcilerini dışarıda bıraktılar.  Çoğunlukla yolu açan ve ordu gelip saldırmaya başladığında bile geri çekilmeyi cesaretle reddedenler genç aktivistler.  Okullar, eczaneler, üniversiteler ve diğer sektörleri vuran yeni bir grev dalgası daha ortaya çıktı. Ordu ve polis buna da karşılık veriyor. Öğretmenler sendikası güvenlik güçlerinin geçtiğimiz Pazar günü Hartum’daki eğitim bakanlığı binasında göz yaşartıcı gaz kullandıklarını bildirdi.  Karşı koymak Bunu askeriye tarafından atanmış olan herhangi birinin devralmasına karşı çıkmak için yapılan oturma eylemini kırmak için yaptılar. Eylemde 54’ü öğretmen olmak üzere, toplam 119 kişiyi tutuklandı.  Coğrafya öğretmeni Mohamed al-Amin AFP’ye şöyle dedi: “al-Buhan’ın kararlarını protesto etmek için Eğitim Bakanlığı binasının dışında sessiz bir eylem organize ettik. Caddede pankartlarımızla yalnızca dururken, polisler geldi ve bize göz yaşartıcı gaz atmaya başladı.” Başkent Khantoum’un Burri bölgesinde ve nehrin karşısındaki Omdurman’ın Ombrada bölgesinde de polisin protestoları dağıtmak için göz yaşartıcı gaz kullandığı biliniyor.  Buna rağmen, başta kadınlar olmak üzere, halk hâlâ sokaklara çıkıyor.  Medani, Nyala ve Atbara şehirlerinde de protestolar var. Önceki Omar al-Bashir rejimini destekleyen yerel hükümetin yeniden atanması yüzlerce kişi tarafından protesto edildi.  Bashir 2019’da grevler ve protestolar nedeniyle koltuğunu kaybetmişti.  Merkezi hükümetin kontrolüne karşı çıkan birçok yerel grup darbeyi kınadı.  Sudan Devrimci Cephesi de orduyu kınadığını bildirdi.  Buna Darfur ve Güney Kordofan’dan önemli liderler de dahil.  Yiyecek dağıtımı, sağlık hizmetleri ve daha birçoğunun organizasyonu için yerel direniş komiteleri kuruldu; bazı bölgelerde hala aktifler. Aktivistler “pazarlık yok, ortaklık yok, taviz yok” sloganı altında yapılacak büyük miting dalgasının ilk halkası için Cumartesi gününü hedeflediler.  Protestocuların kararlılığından şüphe yok.  Ama orduya direnmek konusunda ciddi sorular var.  Geçen hafta sonu yapılan gösterilerin boyutu bir önceki hafta olduğundan daha küçüktü.  Sokaklarda bir milyon insan yoktu, öfkeli çıkışın durmasıyla daha az katılım vardı. Aktivistler barikatlar kurdu ve sonra bunlar güvenlik güçlerince yıkıldı.  Grevler bir veya iki gün devam etti ve sonra işçiler işlerine döndü.  Bütün bunlar bir uzlaşma anlaşmasına yönelik baskıları güçlendiriyor. Orduyu geri göndermenin tek garantili yolu, tüm generaller görevden alınana kadar devam edecek bir genel grev için bastırmaktır. Kitlesel gösterilerle ve aynı zamanda mahalle direniş komitelerinin güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılmasıyla birleştiğinde, bu tür eylemler ordunun kontrolünü kırabilir.

Etiyopya’da elitler tarafından kışkırtılan etnik bölünmeler

TN, Etiyopya’da yaşanan iç gerilimi tartışıyor.

Yemen’de insani kriz büyüyor

Yemen’de yedi yıldır süren iç savaş milyonlarca insanı felakete sürüklüyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, iç savaşın sürdüğü Yemen'de yaşam koşullarının kötüleşmesi ve ekonomik sıkıntıların artmasıyla 7,3 milyon kişinin barınma sorunu yaşadığını açıkladı.  Özellikle İran ve Suriye’nin bölgesel güç olmak için askeri müdahalede bulunduğu Yemen’de  milyonlarca insan sadece barınmaya değil gıda yardımına da ihtiyaç duyuyor.  Mart 2015'te Husiler ülkenin batısının büyük kısmını ele geçirdiler. Devlet Başkanı Abdurabbu Mansur ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Bu tarihten itibaren binlerce insanın öldüğü biriç savaş Yemen’e hâkim. Ülkede İran destekli Husiler, Eylül 2014'ten bu yana başkent Sana ve bazı bölgelerin denetimini elinde bulunduruyor. Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyon güçleri ise Mart 2015'ten itibaren Husilere karşı Yemen hükümetini destekliyor.  İç savaş boyunca 10 bin ile 40 bin arasında insanın öldüğü tahmin ediliyor. Yemen sık sık açlık ve ilaç kriziyle de gündeme geliyor. Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin açıklaması bugün büyüyen barınma ihtiyacının özellikle kadınlar ve çocuklar için acil olduğunu gösteriyor. Barınma ihtiyacı olan insanların yüzde 75’ini kadınlar ve çocuklar oluşturuyor.

Polonya-Belarus sınırında göçmenlerin trajedisi

Son bir haftadır Belarus-Polonya sınırında bir insanlık dramı yaşanıyor. Binlerce göçmen Belarus-Polonya sınırı arasında adeta ölüme terk edilmiş durumda. Çeşitli yollarla Belarus’a gelen ve buradan Avrupa Birliği ülkelerine gitmeye çalışan göçmenler, Belarus-Polonya sınırında sıkışmış durumdalar. Polonya ordusu sınırdaki tel örgüleri keserek ülkelerine girmek isteyen göçmenlere karşı şiddet uyguluyor, biber gazı kullanıyor. Bir hafta içinde basına yansıyan bilgilere göre 20’den fazla göçmen açlıktan ve aşırı soğuktan hayatını kaybetti. Göçmenlik bir tercih değil zorunluluktur Hiçbir insan zorunlu kalmadıkça yaşadığı toprakları terk etmez. Ortadoğu ve Afganistan’ı savaş alanına çeviren, Afrika’yı yaşanmaz hale getiren emperyalist ülkeler, ülkelerini terk etmek zorunda kalan göçmenlere karşı insanlık dışı bir tutum içindeler. Yemek ve su ihtiyacını karşılayacak koşulların olmadığı sınır hattında göçmenlerin yaşadığı dram devletler tarafından perdeleniyor, ölümler gizleniyor. Çeşitli kaynaklardan gelen haberlere göre Polonya topraklarında 7 göçmenin cesedi bulundu, Belarus sınırları içinde ölen göçmen sayısının ise bundan daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Avrupa Birliği göçmen düşmanı politikalarına devam ediyor AB yetkilileri, göçmenler için insani koşulları sağlamaya çalışmak yerine, onları nasıl engelleyeceklerinin hikâyelerini anlatıyorlar. Belarus diktatörü Lukaşenkoyu, göçmenleri sınıra yığmakla suçluyorlar. Avrupa devletleri son yıllarda göçmen karşıtı politikalara yönelmiş durumda. Devletler kendi çıkarlarını esas alıp, göçmenleri ölüme sürüklüyorlar. Oysa göçmenlik gelişmiş kapitalist ülkeleri yöneten iktidarların yaratmış olduğu bir sonuçtur.  Bu insanlık dışı uygulama karşısında sessiz kalınmamalıdır.  Göçmenleri sahiplenmek, insanlığı sahiplenmektir.  İnsani yardım kuruluşları bir an önce harekete geçmeli.

Yardımı boş ver, kredileri boş ver: Fakir ülkelere borçlu olunan şey tazminattır

Son 500 yılın hikayesi kabaca şöyle özetlenebilir. Hem şiddet sanatında hem de  denizcilik teknolojisinde ustalaşan bir avuç Avrupa ülkesi, diğer bölgeleri işgal etmek ve  topraklarını, işgücünü ve kaynaklarını ele geçirmek için bu yeteneklerini kullandılar. Başka  insanların topraklarının kontrolü için yaşanılan rekabet, sömürgeleştiren uluslar arasında tekrarlanan savaşlara yol açtı. Şiddeti haklı çıkarmak için yeni doktrinler - ırksal kategorizasyon, etnik üstünlük ve diğer insanları “barbarlıklarından” ve “ahlaksızlıklarından” kurtarmak“ için ahlaki bir görev - geliştirildi. Bu doktrinler de soykırıma yol açtı. Buralardan çalınan emek, toprak ve mallar bazı Avrupa ülkeleri tarafından sanayi devrimlerini körüklemek için kullanıldı. Büyük ölçüde artan işlemlerin kapsamını ve ölçeğini yönetebilmek için, sonunda kendi ekonomilerine hakim olan yeni finansal sistemler kuruldu. Avrupalı ​​seçkinler, devrimi geçici olarak savuşturmak  için yağmalanan servetin sadece yetecek kadarının emek güçlerine geçmesine  izin verdi - İngiltere'de başarılı olurken, başka yerlerde başarılamadı.  Uzun zaman sonra, tekrarlanan savaşların etkisi, sömürgeleştirilmiş halkların ayaklanmalarıyla birleştiğinde, zengin ülkeleri en azından resmi olarak ele geçirdikleri toprakların büyük bir kısmını  terk etmeye zorladı. Bu bölgeler kendilerini bağımsız uluslar olarak kurmaya çalıştılar. Ancak bağımsızlıkları hiçbir zaman kısmi olmaktan öteye geçemedi. Uluslararası borç, yapısal uyum, darbeler, yolsuzluk (offshore vergi cennetleri ve gizlilik rejimleri tarafından desteklenen), transfer fiyatlandırması ve diğer akıllı araçları kullanan zengin ülkeler, genellikle kurdurdukları ve silahlandırdıkları vekil hükümetler aracılığıyla yoksulları yağmalamaya devam ettiler. Sanayi devrimleri, ilk başta farkında olmadan, daha sonra ise sorumlularının tam bilgisi ile, atık ürünleri Dünya sistemine saldı. İlk başta en aşırı etkiler, şehirlerinin havası kirlenen ve nehirleri zehirlenen zengin uluslarda hissedildi ve yoksulların yaşamları kısaldı. Zenginler kendilerinin kirletmedikleri yerlere taşındılar. Daha sonra, zengin ülkeler artık bacalı üretim yapan  endüstrilere ihtiyaç duymadıklarını keşfettiler: finans ve iştirakler aracılığıyla, denizaşırı yerlerde üretim yapan kirli işletmeler tarafından üretilen serveti toplayabilirlerdi.  Kirleticilerin bazıları hem görünmez hem de küreseldi. Bunlar arasında dağılmayan ancak atmosferde biriken karbondioksit vardı. Kısmen zengin ulusların çoğunun ılıman olması ve kısmen de yüzyıllarca süren yağmaların neden olduğu eski kolonilerdeki aşırı yoksulluk nedeniyle, karbondioksit ve diğer sera gazlarının etkileri, en çok üretimlerinden en az fayda sağlayanlar tarafından hissedilmektedir. Glasgow'daki görüşmeler başka bir baskı çeşidi olarak yaşanmayacaksa, iklim adaleti onların özlerinde olmalı. Kendilerini her zaman kurtarıcı olarak konumlandırmaya hevesli olan zengin uluslar, eski kolonilerine neden oldukları  kaosa   uyum sağlamaları konusunda yardım sözü verdi. Bu zengin ülkeler 2009'dan bu yana iklim finansmanı şeklinde yoksul ülkelere yılda 100 milyar verme taahhütünde  bulundular. Bu taahhüt gerçekleşmiş olsaydı bile, çok düşük  bir miktar olurdu. Buna karşılık  2015'ten bu yana G20 ülkeleri, fosil yakıt endüstrilerini sübvanse etmek için 3,3 trilyon dolar harcadılar. Söylemeye gerek yok, verdikleri sefil sözü tutmadılar.  Rakamlarını bildiğimiz son yıl olan 2019'da, 80 milyar dolar verildi. Bunun  20 milyarı sadece "adaptasyon" için ayrılmıştı: insanların, bizim onlara yaşattığımız kaosa  uyum sağlamasına yardımcı olmak. Ve bu pinti sadakaların sadece yüzde 7'si en çok paraya ihtiyaç duyan en fakir ülkelere gitti.  Bunun yerine en zengin ülkeler, iklim çöküşünden ve diğer felaketlerden kaçan insanları uzakta tutmak için para saçtılar. 2013 ve 2018 yılları arasında Birleşik Krallık, sınırlarını kapatmak için iklim finansmanına harcadığının neredeyse iki katı kadar harcama yaptı. ABD 11, Avustralya 13 ve Kanada 15 kat daha fazla para harcadı. Toplu olarak zengin uluslar, kendi atık ürünlerinin kurbanlarını dışlamak için kendilerini bir iklim duvarı ile çevreliyorlar. Ancak iklim finansmanı saçmalığı burada bitmiyor. Zengin ulusların sağladıklarını iddia ettikleri paranın çoğu borç şeklindedir. Oxfam -İngiliz yardım kuruluşu-  çoğunun faizle geri ödenmesi gerekeceğinden, sağlanan paranın gerçek değerinin nominal tutarın yaklaşık üçte biri olduğunu tahmin ediyor. Borçları zaten çok yüksek olan bu ülkeler, neden olduğumuz felaketlere uyumlarını finanse etmeleri için daha fazla borçlanmaya teşvik ediliyor. Bu inanılamayacak derecede adaletsiz.  Yardımı boşver, krediyi boşver; zengin ulusların fakirlere borçlu olduğu şey tazminattır. İklim değişikliğinin neden olduğu zararların büyük bir kısmı uyum fikrinin boşuna olduğunu gösteriyor. İnsanlar vücudunun dayanabileceğinden daha yüksek sıcaklıklara ; evleri inşa edilir edilmez yeniden yıkıp geçen süregelen kasırgalara; tüm takım adaların sular altında kalmasına; geniş arazilerin kurumasına ve sonuç olarak da tarımın imkansız hale gelmesine nasıl adapte olabilirler? Ancak Paris anlaşmasında telafisi mümkün olmayan “kayıp ve hasar” kavramı kabul edilirken, zengin ülkeler bunun “herhangi bir sorumluluk veya tazminat içermediği veya bir dayanak sağlamadığı” konusunda direndiler. Bu felakete en çok neden olan devletler, sundukları bu önemsiz miktardaki parayı tazminat olarak değil de bir hediye olarak çerçeveleyerek,  gerçek bir sömürgeci tarzında,  kendilerini dünyayı kurtaracak kahramanlar olarak konumlandırabilirler: Bu, Boris Johnson'ın Glasgow'da James Bond'u çağrıştıran açılış konuşmasının itici gücüydü: “Fikirlerimiz var. Teknolojiye sahibiz. Bankacılar elimizde." Fakat zengin dünyanın sömürüsünün kurbanlarının James Bond'a ya da diğer beyaz kurtarıcılara ihtiyacı yok. Johnson'ın duruşuna ihtiyaçları yok. Onların pinti hayır kurumuna ya da partisini finanse eden bankacıların ölümcül kucaklarına ihtiyaçları yok. Duyulmaları gerek. Ve adalete ihtiyaçları var. George Monbiot (The Guardian, çeviri: TN.)

Görüşmeler 5. gününde: COP26'da değişen bir şey yok

İklim değişimini durdurmak için tarihin en önemli iklim zirvelerinden biri olarak görülen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği 26. Taraflar Konferansı (COP26), tarihin en dışlayıcı, en pahalı, en başarısız zirvelerinden biri olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Şimdiye kadar alındığı açıklanan kararlar gezegenin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde değilken iklim aktivistleri “COP değil mücadele” diyor. Şu ana kadar hangi kararlar alındı? Karar: COP26 zirvesinde ABD, metan gazı salımını küresel düzeyde %30 azaltılması için 90’dan fazla ülkenin katıldığı bir Küresel Karbon Taahüdü açıkladı.  Eleştiri: Taahhüd karbondan 87 kat daha fazla ısı tutan ve çoğunlukla fosil yakıt kuyularından çıkan metanın atmosfere salınmayıp tutulmasını içeriyor. Yani fosil yakıt üretimini sınırlamıyor. Çin, Rusya ve Hindistan gibi ülkeler ise bu belgeye taraf olmadı. Karar: COP26 zirvesinde 100'den fazla lider "Ormanlar ve Arazi Kullanımına İlişkin Liderler Bildirgesi"ni imzaladı. Liderler, bildirge kapsamında 2030'a kadar orman kaybını ve arazi bozulmasını durdurmayı ve bu durumu tersine çevirmeyi taahhüt etti. Eleştiri: Bildiriyi imzalayan ülkelerden biri olan Hindistan daha ertesi gün bu kararın kalkınma hedeflerini engellememesi gerektiğini açıkladı. İmzacılar arasında Amazon yağmur ormanlarını eşi görülmemiş bir hızla yağmalaya devam eden ve birçok kez bunu engelleyeceğini açıklamasına rağmen hiç bir şekilde bu konuda bir adım atmayan Brezilya da var.  Karar: Yoksul ülkelere yapılacak yıllık 100 milyar dolarlık iklim fonu desteği konusunda kararlılık bildirildi. 2020 ve 2021 yıllarında bu vaat yerine getirelememişti. Zengin ülkeler iklim fonunda olan desteklerini artıracaklarını açıkladılar.  Eleştiri: Zirvede konuşan Almanya Çevre Bakanlığı Müsteşarı Jochen Flasbarth, bu hedefin ancak 2023 yılında tutturulacağını söyledi. Dünyanın en az gelişmiş ülkelerini temsil eden grubun sözcülüğünü yapan Butan hükümet temsilcisi Sonam Puntşo Wangdi, gruba dahil olan 46 ülkede 1 milyar insanın yaşadığını belirterek bu ülkelerin küresel emisyonların sadece yüzde 1'inden sorumlu olduğunu söyledi. Wangdi, "İklim krizine en az katkıyı yapan biziz. Ama aynı zamanda her gün iklim değişikliğinden etkileniyoruz. Bizler burada alınacak kararlara bağımlıyız" ifadelerini kullandı ve iklim fonunun milyonlarca insan için ne kadar önemli olduğunu belirtti. Karar: Zirvenin finans günü olarak bilinen Çarşamba gününde 130 trilyon dolarlık varlığa sahip 450'den fazla banka, sigortacı ve varlık yöneticisi 2050 yılına kadar net sıfır emisyonla uyumlu bilime dayanan hedefler belirleme taahhüdünde bulundu. Eleştiri: Somut olarak nasıl yapılacağı açıklanmadı. İsveçli aktivist Greta Thunberg, açıklanan karar üzerine "Yeşil badana uyarısı" dedi ve “Fosil yakıt endüstrisi ve bankalar iklimin en büyük kötü adamları arasında. Şuan Shell, BP ve StanChart Glasgow'da offset’leri büyütmeye ve kirleticilere kirletmeye devam etmeleri için ücretsiz geçiş hakkı vermeye çalışıyor. Planları 1,5°C hedefini çöpe atabilir.” diye paylaşımda bulundu. Karar: Aralarında Polonya, Vietnam ve Şili gibi önde gelen kömür kullanıcılarının da bulunduğu 40'tan fazla ülke kömür kullanmayı bırakmayı taahhüt etti. Büyük ekonomilerin 2030'larda ve daha yoksul ülkelerin 2040'larda kömür enerjisini aşamalı olarak durdurmayı kabul ettiklerini söylendi. Bildiriye düzinelerce kuruluş da imza attı. Birçok büyük banka kömür endüstrisini finanse etmeyi durdurma sözü verdi. Eleştiri: Çin, ABD, Avustralya ve Hindistan'ın da aralarında bulunduğu dünyanın en fazla kömüre bağımlı ülkelerinden bazıları ise taahhütte bulunmadı. Kararda petrol ve gazın aşamalı olarak kullanımdan kaldırılmasıyla ilgili hiçbir adım atılmadı. Greenpeace COP26 Delegasyonu Başkanı Juan Pablo Osornio ise "Genel olarak bu açıklama, önümüzdeki kritik on yılda fosil yakıtlar konusunda ihtiyaç duyulan hedeflerin çok gerisinde kalıyor. Göz boyayan başlığa rağmen ülkelere kömür kullanımından çıkış tarihlerini kendileri seçmeleri için çok büyük bir alan sağlıyor" dedi.  Kapitalizm bir kez daha insanlığı felakete doğru götüren bir felaket rejimi olduğunu COP26 zirvesinde kanıtlıyor. Sermaye birikimi ve ekonomik büyüme kapitalizmin doğası. Kapitalizmin bu temel özellikleri gezegenin ve insanlığın ihtiyaçları ile çeliştiği için zaten göz göre göre felakete doğru sürüklüyor tüm canlı yaşamını. Bu nedenle Yokoluş İsyanı ve Fridays for Future gibi gençlerin oluşturduğu hareketin temsilcileri iki yıl öncesine kıyasla bu zirve sırasında çok daha fazla kapitalizm ve emperyalizm karşıtı konuşmalar yapıyorlar ve “sistemi kökten değiştir” sloganını kullanıyorlar.

Geri 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 İleri

Bültene kayıt ol