'Suriye halkının omuzlarından devasa bir yük kalktı'

Katil İsrail devleti Şirin Ebu Akile'nin cenazesine saldırdı

Batı Şeria'da İsrail askerleri tarafından katledilen El Cezire muhabiri Şirin Ebu Akile'nin cenazesinin omuzlarda yürünerek taşınmasına izin vermeyen ırkçı rejim törene saldırdı ve tabutun yere düşmesine neden oldu. Cenae töreninin sabahında ise yollar kesilmişti ve katılım zorla önlenmek istendi. Buna rağmen kalabalık Doğu Kudüs'teki Saint Joseph Fransız Hastanesi önünde toplandı. Polis, kalabalığa cop, kauçuk kaplı mermi ve ses bombalarıyla saldırdı. Filistinler direnişe yanıt verdi ve arbede yaşandı.  Tabut yere devrilirken, cenaze morga geri taşınmak zorunda kaldı. Törene katılanları çembere alan polis, silahlarını topluluğa doğrulttu.  Görevini yaptığı sırada ve üzerinde "basın" yazılı çelik yelek giydiği halde, İsrail askerleri tarafından vurularak başından yaralanan Ebu Akile yaşamını yitirmişti.  Ebu Akile'nin hayatını kaybettiği olayda yanında bulunan gazeteci Ali es-Sumudi de sırtından yaralanmıştı. Filistin'i işgal altında tutan İsrail devleti, öldürdüğü gazetecinin cenaze törenine dahi tahammül göstermedi.

İşçiler Amazon'a sendikayı kabul ettirdiler

Dünyanın en büyük perakende ticaret şirketi Amazon, New York'ta işçilere karşı verdiği savaşta ilk muharebeyi geçtiğimiz ay kaybetti. New York’un bir ilçesi olan Staten Island'da Amazon mağazasındaki işçiler, sendikal örgütlülüğün lehinde oy kullandılar. 2 bin 654 işçinin onayı ile Amazon İşçileri Sendikası (ALU), ABD'deki Amazon mağazalarına ilk adımını attı.  Amazon toplam çalışan sayısıyla dünyanın en büyük firmalarından birisi. Şirketin toplam çalışan sayısı 1,2 milyon dolayında ve şirkette sendikasızlık kural, sendika istisna. Bu işçi sayısı, Amazon'un yoğunlaşma dönemlerinde işe aldığı 100 bin dolayındaki geçici işçiyi ve 500 bin dolayındaki teslimat görevlilerini kapsamıyor. Amazon, birçok şirketin aksine COVİD 19 salgınında büyüdü, dünyanın en büyük şirketi haline geldi. Sahibi Jeff Bezos dünyanın en zengin insanlarından birisi oldu. ALU, Chris Smalls ve stratejisi Amazon İşçileri Sendikası (ALU) New York'ta, Amazon'un yaygın sendika karşıtı kampanyasına, örneğin, yüzbinlerce dolar harcayarak tuttuğu sendika karşıtı danışmanların, çalışanları sendikanın olumsuz etkileri konusunda yanıltıcı bilgilerle etkilemeye çalışmasına rağmen, şirketi yenmeyi başardı. Amazon İşçileri Sendikasının kurucusu ve sözcüsü Chris Smalls otuz yaşlarında. Çeşitli büyük mağazalarda çalıştıktan sonra 2015'te Amazon'a girmişti. Covid 19 salgınının başlamasıyla birlikte yöneticilerden daha iyi koruyucu önlemler talebiyle bir protesto düzenledikten sonra işten çıkarılmıştı. Chris Smalls ve yoldaşları sendikaya katılma oylaması için TikTok ve Twitter'ı kullandılar, yiyecek dağıtımları, farkındalık kampanyaları ve Amazon'un örgütlenmeyi engellemeye yönelik sürekli girişimleri konusunda videolar yayınladılar. Smalls, kendi öyküsüne dikkati çekmek için hiçbir fırsatı kaçırmadı ve böylece medyada bir simge haline geldi. Yöneticilerin şirket içinde işçilere onu "aklı kıt ve konuşmaktan aciz" diye tanıtmaya kalkışması ters tepti. Yalnızca ABD'de değil, Amazon mağazalarının bulunduğu bütün ülkelerde Smalss'un tanınmasını sağladı. Sendika oylaması öncesinde çalışanlara video aracılığıyla seslenen Smalss, Amazon'u "kârı insanların önüne koymak"la suçladı. Zaferin kısa öyküsü Zaferi kazanan  Amazon İşçileri Sendikası (ALU), deneyimli ya da köklü bir sendika sayılmaz. Kurucusu Chris Smalls, sosyal mesafe ve karantina kurallarını ihlal ettiği iddiasıyla iki yıl önce Amazon'da işten çıkarılmıştı. Oysa atılmadan önce çalışanların Covid-19'dan daha iyi korunması için protestoları başlatan oydu.  Smalls, 1937'den beri var olan yerleşik Perakende, Toptan Satış ve Büyük Mağazalar Sendikası'na (RWDSU) kıyasla hafif sıklet bir sendika sayılan ALU'nun başında. RWDSU çevrimiçi ticaret sektöründe çalışanların sorunlarını uzun süredir görmezden geliyordu ancak o da şimdi Alabama'da Amazon çalışanlarını örgütlemek için savaşıyor.  Almanya'da da sendikalar Amazon işyerlerinde uzun süredir daha iyi ücretler ve çalışma koşulları talep ediyor. Rosa-Luxemburg-Vakfı ve DBG-Bildungswerk Thüringen tarafından yapılan bir araştırma, Amazon'un teslimatta asgari ücret standartlarına uyma sorumluluğunu, bunları karşılamayan taşeronlara devrettiğini ortaya çıkardı. Sendikanın New York'ta kurulduğu haberinin ardından Amazon, Almanya'daki lojistik merkezlerinde 6 bin yeni çalışanı işe alacağını duyurdu. Şimdi ne olacak? Ancak, ALU'nun işçileri resmi olarak temsile başlamasının biraz daha zaman gerektireceği anlaşılıyor. Amazon’un, Staten Island'ın diğer mağazalara örnek olmaması için sendika seçimine itiraz etmeyi düşündüğü haberleri geliyor. Ancak örgütlenme sürüyor. ABD'nin Alabama eyaletindeki Bessemer'de de Amazon işçileri sendikalı çalışmak için oy kullandı. İtirazlar nedeniyle kesin sonuç açıklanmamış olsa da işçiler evet dediler.  New York'taki oylama sonuçları onaylanır onaylanmaz, Amazon ve ALU arasında, Amazon'un daha önce kendi başına dikte edebildiği, çalışanların ücretleri ve çalışma koşulları üzerine sözleşme görüşmeleri başlayacak. Chris Smalls şimdiden harekete geçti ve Amazon'u Mayıs ayında müzakereye davet etti.

Arjantin'de binlerce işçi ve işsiz hükümeti protesto etti

Ülkenin başkenti Buenos Aires, sendikaların ve sosyalist örgütlerin başını çektiği hükümet protestosuna sahne oldu. İşçiler ve işsizler, sosyal yardımların artırılmasını, işsizlikle mücadele edilmesini istiyor ve IMF ile uyum politikasına karşı çıkıyor. 10 Mayıs'ta çeşitli eyaletlerden başkente yürüyüş başlatan İşçiler ve işsizler, iki gün sonra devlet başkanlığı binası önünde bir araya geldi.  Mayıs Meydanı ve etrafındaki caddeler, göstericiler tarafından dolduruldu. Başkanlık binası önünde kurulan sahneden yapılan konuşmalarda, hükümetin IMF ile yaptığı borçları yeniden yapılandırma anlaşması protesto edildi. Eylemciler, kaynakların IMF'ye değil sosyal yardımlar ve işsizliğin azaltılması, yeni istihdam alanları açılması için kullanmasını talep ediyor. IMF ile uyum politikalarına son verilmesini istiyorlar. Borç krizi 1990'ların sonunda IMF'ye olan yüksek kamu borçlarını ödeyemez hale gelen ve şiddetli ekonomik bunalım ile toplumsal patlamalara sahne olan Arjantin kapitalizmi, yıllardır krizden kurtulamadı. Ülke, dünyada işsizliğin en yüksek olduğu yerlerden biri. Aynı zamanda yüksek enflasyon yaşanan ilk 10 ülke arasında yer alıyor. Arjantin para birimi, Türk Lirası ile eş zamanlı olarak büyük değer kayıpları yaşıyor. Peronistlerin ihaneti 2019 seçimlerinde sağcı hükümetin ardından iktidara gelen sosyal-demokrat eğilimli Peronist hükümet, IMF'ye olan borçları toparlayacağını ve ekonomik koşulları düzeltip emekçi sınıflara nefes aldıracağını vaat etse de böyle olmadı. Bozuk olan Arjantin ekonomisi, pandemi ile gelen sıkı kapanma döneminde büyük darbeler aldı. İşçiler ve yoksulların karşı çıkmasına rağmen "solcu" hükümet, IMF ile ilişkilerini sürdürdü ve borçların geri ödenmesi için "uyum politikalarını" yani ücretlerden ve sosyal yardımlardan kesintilerle kemer sıkmayı dayattı. Başkente yürüyen işçiler ve işsizler, dün sağcı hükümeti protesto ettikleri gibi bugün aynı politikaları sürdüren peronistlere karşı mücadele ediyor.

Al-Jazeera muhabiri Şirin Ebu Akile İsrail askerleri tarafından öldürüldü

İşgal altındaki Batı Şeria'nın Cenin mülteci kampına baskın düzenleyen İsrail ordusu, Al-Jazeera televizyon kanalının kadın muhabiri 51 yaşındaki Şirin Ebu Akile’yi öldürdü, El Kudüs gazetesi için çalışan Filistinli bir başka gazeteciyi de yaraladı. Hastaneye kaldırılan gazetecinin durumunun stabil olduğu açıklandı.   İsrail yönetimi işgal altındaki Batı Şeria'nın Cenin mülteci kampına günlük baskınlar düzenliyor. Şirin Ebu Akile ve gazeteciler, İsrail ordusunun Cenin kampına düzenlediği baskınları takip ediyordu. Görevi sırasında ve üzerinde "basın" yazılı çelik yelek giydiği halde İsrail askerleri tarafından açılan ateş sonucu başından ağır yaralanan Akile’nin yaşamını yitirmesi protesto edildi. Aljazeera'nın ilk nesil saha muhabirlerinden 51 yaşındaki gazeteci, İsrail'in işgali altındaki topraklarda Filistin halkına yönelik saldırılarını kayıt altına almak için bölgede uzun süredir çalışmalar yürütüyordu. 1971 Kudüs doğumlu Ebu Akile, Ürdün'deki Yermuk Üniversitesi Gazetecilik ve Medya Bölümü mezunuydu. Soğukkanlı bir cinayet Katar merkezli Al-Jazeera kanalından yapılan açıklamada Akile'nin işgal altındaki Batı Şeria'nın Cenin bölgesindeki çatışmaları haber yaparken İsrail güçleri tarafından 'soğukkanlılıkla' öldürüldüğü ifade edildi.  Kanal, İsrail yönetiminin uluslararası yasaları ve normları hiçe sayarak olaylarda gerçek mermi kullandığını kaydetti. Konu uluslararası ceza mahkemesine taşınacak Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Yürütme Komitesi Üyesi Hüseyin eş-Şeyh, Twitter hesabından yaptığı açıklamada, İsrail Başbakanı Naftali Bennett'in gazeteci Ebu Akile'nin öldürülmesiyle ilgili soruşturma konusunda yaptığı duyuruyu yalanladı. Şeyh, "Filistin yönetiminin bu konuyu Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne taşıyacağını teyit ediyoruz" ifadelerini kullandı.

Sri Lanka: İsyan Başbakan Rajapaksa'yı devirdi, sırada Cumhurbaşkanı var

Sri Lanka'nın, halkta nefret uyandıran başbakanı Mahinda Rajapaksa, kitlesel protestolar ve genel grevlerin sonucunda istifa etmek zorunda kaldı. Protestocular Pazartesi günü gerçekleşen büyük ayaklanmada Rajapaksa’nın beraberinde birçok milletvekili ve siyasi müttefikinin evini yaktı. Halk ile polis arasında şiddetli çatışmalar yaşandı. En az beş kişinin öldüğü ve onlarca kişinin de yaralandığı bildiriliyor. Başkent Colombo yakınlarındaki Nittambuwa kasabasındaki çatışmada ise bir milletvekili hayatını kaybetti. Ülkede olağanüstü hal ilan edildi, hız kesmeden devam eden isyana ülke genelinde geçerli olacak bir sokağa çıkma yasağıyla yanıt verildi. Politikacıların halktan korunması amacıyla binlerce askerin görevlendirildiği söyleniyor. Siyasi rejime ve dayanılmaz hale gelen ekonomik krize karşı yükselen isyan aylardır sonlanmadı. İşçi sınıfı artan fiyatlara, düzenli elektrik kesintilerine maruz kalırken, lüks içinde yaşayan iktidar partisinin beceriksizlikleri ve yolsuzlukları halkta büyük bir öfke yarattı. Rajapaksa'nın istifası protestocuları sakinleştirmeye yönelik bir adımdı, ancak halk, kardeşi Gotabaya Rajapaksa’nın da başkanlık görevinden indirilmesini, ondan kurtulana kadar sokakta kalmaya devam edeceklerini gösteriyor.  Geçtiğimiz Cuma günü gerçekleştirilen genel grev ülkeyi durma noktasına getirmiş, işçiler iş bırakınca dükkanlar, hatta fabrikalar kapatılmak zorunda kalmıştı. Tren ve otobüs işçileri de greve katıldı, toplu taşıma hizmetleri askıya alındı. Sağlık çalışanları da oradaydı. Postacılar sendikası adadaki tüm üyelerine çağrıda bulundu, greve giden öğretmenler okulları kapattı. Sendika lideri Ravi Kumudesh, “Ekonomimizin bu kadar üzücü duruma gelmesinden sorumlu olan cumhurbaşkanının siyasi hataları ortadadır. Artık gitmek zorunda,” diyordu. “Cuma günü yapılan grevde, cumhurbaşkanına hükümetle birlikte istifa etmesi gerektiğini duyurduk. Taleplerimiz dikkate alınmazsa greve gitmeye devam edeceğiz." Ülkenin başkenti Colombo'da yüzlerce öğrenci sokakları kapatma, parlamentoya giden ana caddeler üzerinde kamp kurma eylemleri gerçekleştiriyor. Barikatlara, başkana bir gönderme olarak iç çamaşırlarını asıyor, “Gota, çek git” sloganları atıyor, onlar da Başkan Gotabaya Rajapaksa görevi bırakana kadar sokakları işgal edeceklerini söylüyorlar.  Ancak işçilerin protestolara katılımı arttıkça devletin saldırganlığı da artıyor. Gotabaya Rajapaksa bir ay içinde ikinci kez olağanüstü hal ilan etti ve devlete isyanı ezmek için daha fazla yetki verecek bazı yeni yasalar çıkarmaya kalkıştı; polisi yargı denetiminden bağımsız kılıp şüphelileri uzunca süreler boyunca alıkoyma ve tutuklama yetkisi verdi. Amansız protestolar ve onlara eşlik eden grevlerde bu merkezi figürün istifa etmesi talebi yineleniyor olsa da yozlaşmış liderlerinin görevi bırakıp gitmesi onlar için yeterli olmayacak. Sri Lanka halkı, yalnızca anaakım partilerin yeniden düzenlenmesini değil, aynı zamanda bu düzenlemelerin ekonomik ve politik yaşama topyekûn bir dönüşüm getirmesini de talep ediyor ki bunun başarılabilmesi için de isyanın devam etmesi gerekiyor. Sophie Squire (Socialist Worker'dan Tuna Emren çevirdi)

Sri Lanka: Açlığa halk yanıtı

Sri Lanka’da halk açlığa ve çöküşün eşiğindeki sağlık sistemine büyük bir direnişle yanıt veriyor. İktidardaki Rajapaksas’ın ve milletvekillerinin evlerini ateşe veren işçi ve emekçi kitleler, Başbakan Mahinda Rajapaksa’yı istifa etmek ve ülkeden kaçmak zorunda bıraktı. Günde yalnızca bir öğün yiyerek yaşamak zorunda kalan öfkeli halk, Mahinda’nın kardeşi ve Devlet Başkanı olan Gotabaya Rajapaksa’yı da indirmek istiyor. Hareket Sri Lanka’da yakın tarihin gördüğü en büyük sivil ayaklanmaya dönüştü. İsyan eden kitleler Gotabaya’nın işlediği suçların cezasız kalmasını kabul etmiyor, istifasını yeterli bulmuyor. (Sosyalist İşçi)

Putin: Yalanlara ve işgale devam

Rusya devlet başkanı Putin’in 9 Mayıs konuşmasına militarist bir gövde gösterisi eşlik etti. Rusya’da 28 kentte gerçekleşen gösterilere 65 bin asker, 24 bin silah ve 400 askeri hava aracının katıldığı açıklandı. 9 Mayıs Nazilerin savaşı kaybettiklerini kabul ettikleri teslim anlaşmasının imzalandığı gün. Özellikle Putin iktidarı boyunca bu günü Rus ordusunu övmek ve millî bir gün yaratarak toplumun milliyetçi bir histeride birleşmesi için kullanıyor. Bir anmadan çok tıpkı Türkiye’deki millî bayramlar gibi devlet ideolojisinin pekiştirilmesi ve bugünkü politikaların ve devlet iktidarının meşrulaştırılması için kullanılıyor. Bu nedenle, Putin’in 9 Mayıs konuşmasında Ukrayna işgalinin başlangıcında söylediklerini tekrarlaması çok şaşırtıcı olmadı. Tüm dünyayı tehdit edip etmeyeceği tartışılırken, Putin anti faşist yalanlarla Ukrayna’nın bu sefer sadece bir bölgesindeki işgali meşrulaştırmaya çalıştı. Anavatan için savaş yalanı Putin Rus askerlerinin “anavatan ve geleceği için savaştığını” söyledi. Bu, tüm işgalci devletlerin ABD’nin Neocon’larından esinlenerek daha sık dile getirmeye başladığı bir iddia. ABD, Afganistan ve Irak’ı, önleyici savaş doktrini adını verdikleri bir askerî terimle işgal ederken, ABD’ye yönelik saldırganlık ihtimalini önlemek için işgalleri başlattığını ilan etmişti. “Benim topraklarımda bir saldırıya uğramamak için başkalarının topraklarını yakıp yıkma” stratejisi elbette baştan sona yalana dayalıydı. Örneğin 2000’li yılların başında o zamanki ABD başkanı George W. Bush’un iddia ettiğinin aksine Irak’ta Saddam Hüseyin’in elinde kitle imha silahı bulunmuyordu. Rusya ise “Tarihî topraklarımıza izinsiz girmek için Donbas’ta Rusya açısından tehlike arz eden bir operasyon hazırlıyorlardı.” diyerek ve Kiev’de nükleer silah potansiyeli ve NATO üssü gibi bahaneler öne sürerek Putin’in konuşmasında söylediği gibi “Bize yakın topraklar ve bu bizim ve sınırlarımız için açık bir tehdit haline geldi.” sonucuna vararak işgali meşrulaştırıyor.Irak’ta kitle imha silahı yoktu, Kiev’de de nükleer silah ve NATO üssü yok. Putin Ukrayna işgalini meşrulaştırmak için Rus askerlerinin anavatanları için savaştığını da söyledi konuşmasında. Böylece bir taşla birden çok hedefi vuruyor ve özellikle Ukrayna’nın anavatanın bir parçası olduğunu da ima etmiş oluyor. Yine de Putin’in hedefi daralttığı da gözlerden kaçmadı. “Vatanımız Rusya’nın güvenliği için savaşıyorsunuz” demeden önce cümlenin başına, “Bugün Donbas’taki halkımız için” vurgusunu itinayla ekledi. Kiev’i üç günde alamayınca Rus ordusunun savaşı daha dar bir alanda sürdürmeye karar verdiğini düşünmek mümkün. Hitler’le kim işbirliği yaptı? Türkiye’de de inanılmaz bir alıcısı bulunan Ukraynalı Naziler yalanı, Putin’in konuşmasının asli öğesiydi. Konuşmanın, ‘‘Tüm silahlı güçlerimizi ve Donbass’ın milislerine sesleniyorum. Ana vatan için savaşıyorsunuz. Hiç kimsenin İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkarılan dersleri unutmayacağı bir gelecek için savaşıyorsunuz” bölümü, Putin’in Ukrayna ve Naziler arasında kurduğu bağlantıyı hiç utanmadan tüm dünyaya yeniden ilan ettiğini gösteriyor. II. Dünya Savaşı’nda hem tüm dünyada ama özellikle Yahudiler söz konusu olduğunda Avrupa’nın göbeğinde yaşanan bir trajediyi bir başka ülkenin işgali için gerekçe olarak sunmak bir diktatöre yakışabilir ama bunun özellikle Türkiye’de kendisine sol ve muhalif diyenler tarafından sorgusuz sualsiz kabul edilmesi çok ilginç bir problem. Oysa Stalin Rusya’sının Nazilere karşı kahraman direnişi iddiası bir dizi gerçeği maskeliyor. Bunlardan birincisi Hitler ve Stalin arasında imzalanan anlaşma ve gizli ek protokol. Protokol Polonya, Finlandiya, Estonya, Letonya ve Litvanya’nın kaderini tayin ediyordu, Polonya, Almanya ile Rusya arasında paylaşılacak; Litvanya Almanya’nın, diğer ülkeler ise Rusya’nın nüfuz alanında kalacaktı. Protokolde öngörüldüğü üzere, Eylül başında Nazi ordularının Polonya’yı işgalinin arkasından Kızıl Ordu da Polonya topraklarına girdi. Üstelik Nazilerin Almanya’da iktidarı almasında Stalinist Komintern’in görmezden gelinemez bir payı vardır. Hitler, dünya çapında bir dev güç olan Rusya’nın tarafsızlığını Stalin’in onaylayan sessizliğiyle garanti altına alıp tüm Avrupa’ya kan kusturmaya başladı. Yeni bürokratik egemen sınıf Stalin liderliğinde Hitlerle anlaştı, sınıfsal çıkarları için Avrupa’da tüm komünist partileri silahsızlandırdı, 1936’da İspanya’da olduğu gibi iç savaşta mücadele eden sosyalistlerin karşısına cumhuriyetçi burjuvazi adına sükûneti sağlamak üzere dikildi, Polonya’yı işgal etti ve sonunda milyonlarca Rusya vatandaşını da imha edecek Hitler’in elini kolunu serbest bıraktı. Ukrayna’da işgale son Ukrayna işgalini özel bir operasyon olarak tanımlayan Putin, bir yandan da işgal sırasında Rusya’nın aldığı ağır darbeyi silikleştiriyor. Bir yandan binlerce Rus askeri savaş sırasında hayatını kaybederken öte yandan da Ukrayna işgalinin temposu Rusya’nın hayal ettiği gibi gitmediği için Rus devlet yetkililerinin hamaset yüklü propagandaya ihtiyaçları var. Putin’in sağcı muhaliflerinin bile “Putin dört cumhurbaşkanlığı seçimini kazandı, ancak 2024’te beşincisi yaklaşıyor. Covid’in Rusya için ağrı bir bedeli oldu ve ekonomi çöktü, bu nedenle Putin’in seçenekleri az. Putin açısından gücü elinde tutmanın en iyi yolu, büyük zaferin tekrarıdır. 9 Mayıs’ta yapılacak sembolik bir yürüyüş yeterli olmayacaktır; görüntüyü kanla doldurmaları gerekir.” dedikleri bir durumda Rusya’nın işgalini meşrulaştırmak için kullandığı tüm iddialara cepheden karşı çıkmak bir zorunluluk. Üstelik, tüm bunlar olup biterken Kremlin’in beyin takımından olduğu söylenen Dugin, Rusya’nın Balkan politikasını şöylece özetleyivermişken: “Rusya’nın Slav dirilişi jeopolitik ajandasında sıra Sırbistan’a gelecek... Balkanlar’la ilgili hedefi ne zaman formüle ettiğimizi de göreceksiniz. Başladığımız işi bitirmeliyiz…” Bizim Rusya’da dayanışacağımız tek toplumsal güç, Putin’in işgaline karşı çıkan savaş karşıtlarıdır. Putin’e karşı çıkan milliyetçilerin bile Rus devletini ve liderini elinde nükleer bir bavul taşıyan militarize bir kleptokrasinin yıkıntıları arasında dolaşan vahşi bir insan” olmakla itham ettiği koşullarda, savaşın yarattığı yıkımı durdurmak için harekete geçmeye ihtiyacımız var. Her ülkede kendi iktidarlarının savaşta tarafsız kalmasını ve Putin’in işgaline ve NATO’nun yayılmacılığına son verilmesini talep eden savaş karşıtı hareketleri inşa etmeliyiz. Başlangıçtaki katılım azlığı hiçbirimizi yanıltmasın. Savaşa karşı kısa sürede kitlelerin hareketini örgütleyebiliriz. Şenol Karakaş (Sosyalist İşçi)

Elon Musk teknoloji peygamberi değil, bir tirandır

Elon Musk, “asi milyarder” havalarında poz verirken diğerleri gibi olmadığını göstermeye çalışıyor ama o da aslında gücü ele geçirir geçirmez tirana dönüşen, diğerlerinden hiçbir farkı olmayan bir parazit. Tesla ve SpaceX’in CEO’su olan Musk’ın serveti 203 milyar sterlin civarında. Musk’ın babası Zambiya’da bir zümrüt madenine sahipti. Hatta bir keresinde, o yıllardan bahsederken şöyle demişti; “O kadar çok paramız vardı ki, kasamızı kapatamıyorduk.”  Babasından devraldığı servetini, 2000’lerin başında yaşanan “dot com” olayı sayesinde büyüttü. Sonunda dot com balonu patlamış ve NASDAQ’daki hisseleri büyük değer kaybına uğrayan teknoloji şirketleri 1,7 trilyon doların aniden buharlaşıp gitmesine sebep olmuştu. Ama birileri de bu sayede süper zenginlere dönüştü. Musk o dönemde Zip2 adlı bir içerik sağlayıcı kurmuş ve bunu 300 milyon dolara satmayı başarmıştı.  Zambiya, kendisini Musk gibi sömüren sermayedarların elinde büyük acılar çekti. Oğlunun da babasından bir farkı yok; işçilerinin haklarına göz dikmeye dayalı bir yol izliyor. Servetine servet katmasını sağlayan Tesla işçilerini ezerken, fabrikalarında sektör ortalamasının iki katı kadar iş kazası yaşanmasına yol açtı. Tüm işçilerine, ücretler ve çalışma koşulları hakkında konuşmaları halinde yaptırım uygulayabileceği bir gizlilik anlaşması imzalatıyor; düşük ücret politikası dayatıyor; az sayıda işçiyi uzun saatler boyunca çalıştırıyor ve sendikalaşmalarına engel oluyor.  Güya bizim tarafımızda; toplum için çabaladığına, serbest piyasayı aşmaya çalıştığına, evsiz kalıp arkadaşında yaşamaya başladığına dair bir masal anlatıp duruyor. Oysa gerçekler onun, insanlığın hayrına değil zararına olduğunun kanıtıdır. Bunlar da yetmezse hatırlatalım; pandemide işçilerini çalıştırmaya devam etti, çocukların salgına bağışık olduğunu iddia etti, siyah işçilerine ırkçı tutumlarla karşılık verdi. Şimdi de gözünü Twitter’a dikti. İfade özgürlüğü ortamı yaratmak için geldiğini söylüyor ama servetini büyütürken herkesten bolca veri toplayacağını, Twitter’ı kripto para piyasalarını yönlendirmek için kullanacağını tahmin edebiliyoruz. Hatta tüm muhalif sesleri susturmaya da çalışabilir. 

Antifaşist Putin özürcülüğü

Moskova'da askeri güç gösterisi yapan Putin, Ukrayna işgalini bir kez daha faşizme karşı mücadele olarak sundu. Şenol Karakaş, Enternasyonal Sosyalizm dergisine yazdığı makalede, Türkiye'de bazı kemalist ve stalinist çevrelerde alıcı bulan bu çarpıtmayı çürütüyor. İlgili bölüm aşağıda. Makalenin tamamına ve dipnotlara buradan ulaşabilirsiniz: Putin’in Ukrayna’daki Neonazilerin etkilediği rejime karşı olduğunu ve bazı faşist saldırılardan sorumlu olan paramiliter çeteleri çökertmek istediği “iddiası” önemli. Putin bunu hem işgal kararını açıkladığı konuşmasında, hem 3 Mart’ta Fransa devlet başkanı Macron’la yaptığı uzun konuşmadan sonra, hem de Ukrayna heyetiyle Rusya heyetinin ilk uzlaşma görüşmelerinden hemen sonra, tüm dünya dikkatle ne diyeceğini beklerken açıkladı. “Operasyonlarımız devam ediyor, askerlerimiz kendini feda ediyor. Neonazilere karşı savaşıyoruz”[35] diyordu. Ukrayna’da faşizmin etki alanı hakkında, Enternasyonal Sosyalizm’in elinizde tuttuğunuz bu sayısında hemen sonraki yazıda daha kapsamlı açıklamalar da mevcuttur. Burada sadece birkaç noktaya değinmeye çalışacağım. Dünyadaki faşizm mücadelesinin Putin’e kaldığına inananların olması müthiş. Bu, mezbaha patronlarının hayvan katliamına karşı mücadelesi kadar, Shell’in fosil yakıtlara karşı olduğunu anlatan reklamlar kadar inandırıcıdır. Ne yazık ki Türkiye’de böyleleri mevcut. Putin’in faşizme karşı mücadele edemeyeceğini, kendisinin de apaçık bir diktatörlük inşa eden bir figür olduğunu söyleyenlerin liberal olmakla suçlanmasının üzerinde durmaya ise değmez. İşgalin başlarında, Ukrayna’da faşizm meselesi hakkında iki önemli makale yayımlandı. Bu makalelerden ikincisi, Karel Valansi’nin kaleme aldığı “Putin´in neo-Nazi iddiası üzerine” başlıklı yazıydı[36], sol kamuoyunun bir kesiminin keyifle peşinden koştuğu “Ukrayna’da faşist tehlike” argümanını bir diktatörün bir işgali başta sol kamuoyu ve geniş kitleler, dünya halkları ve Nazi işgaline karşı bir tarihi olan Rusya işçi sınıfı ve sosyalistlerini ikna etmek üzere ürettiğini çok net gösteriyordu. Çünkü bu iddia köklü bir yanlışı barındırıyor. Valansi, Putin’in konuşmalarından birisinde söylediklerini aktarıyor: “Görünen o ki, Kiev’de oturup Ukrayna halkını esir alan bir grup uyuşturucu bağımlısı ve neo-Nazi’ye kıyasla, sizinle bir anlaşmaya varmamız daha kolay olacak.”[37] Evet, bildiniz, burada Putin Ukrayna ordusuna sesleniyor! Ukrayna ordusuna diyor ki siz devlet başkanınızdan, bir grup uyuşturucu bağımlısı ve neo-Nazi’den daha iyisiniz. Gelin sizinle anlaşalım. Anlaşmanın şartı açık Putin açısından; ordu, Ukrayna devlet başkanını devirecek ve darbeyle Rusya’nın sömürgesi olmayı kabul ettikleri bir rejim kuracak ve bu da Putin’in antifaşist kararlılığının ifadesi olacaktı. Valansi’nin dediği gibi, “Oysa Ukrayna’da Nazilerin hüküm sürdüğünü gösterebilecek hiçbir emare yok; ne topraklarını genişletmek istiyor, ne revizyonist bir politikası var, ne devlet eliyle bir grup insan hedefleniyor ve katlediliyor, ne olağandışı bir antisemitizm veya başka bir gruba yönelik düşmanlık var, ne bir diktatör tarafından yönetiliyor…”[38] Valansi “Putin’in Nazi olmakla suçladığı Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski bir Holokost kurtulanının torunu ve Yahudi. Suçlamasının trajikomik yönü bu. Hani eğer Zelenski’nin illa bu kimliği öne çıkarılacaksa eğer, ancak şu söylenebilir; Putin bu saldırıyla bir Yahudi kahraman yarattı” sözleriyle bitiriyor yazısını. Eli kanlı bir diktatör halkın yüzde 70’ten fazlasının oyunu alarak seçilmiş ve bir Holokost kurtulanının torunu olan bir Yahudi’yi faşist olmakla, kurduğu rejimi de faşist bir rejim olmasıyla suçluyor. Bu iddianın Türkiye’de bu kadar alıcı bulması acıklı bir duruma işaret ediyor.[39] Bu tür iddiaların, Irak’a saldırmadan önce Saddam Hüseyin’in elinde kitle imha silahı olduğunu savunan Bush’un iddialarından hiçbir farkı yok. Bir ülkenin iç siyasal rejiminde aşırı sağcı ve faşist kurumların olup olmaması, başka bir emperyalist gücün bu ülkeyi işgal etmesi için bir gerekçe olamaz. Bu kadar basit bir yaklaşımda anlaşamıyor olmak, üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir konudur. Ama Marx’ın esaslı yorumu, bu tartışmaya girerken, kenarda durması gereken bir açıklayıcılığa sahip: İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar.[40] Marx bu pasajın devamında “yeni bir dili öğrenmeye başlayan kişi, onu hep kendi anadiline çevirir durur, ama ancak kendi anadilini anımsamadan bu yeni dili kullanmayı başardığı ve hatta kendi dilini tümden unutabildiği zaman o yeni dilin özünü, ruhunu özümleyebilir” diyor. Ukrayna işgali, solun çeşitli kesimlerinin anadilinin katıksız bir stalinizm olduğunu gösterdi ne yazık ki. Putin’in bu kadar ucuz iddialarının bu kadar kolayca benimsenebilmesinin nedeni buydu. Böyle olmasa, sanki Rusya bir demokrasi cennetiymiş ve Putin de bu sınırsız demokratik ülkenin aşırı hoşgörülü, esnek, sınırsız demokrasiyi savunan lideriymiş gibi davranılamaz ve Rusya’nın emperyalist egemen sınıfının adına girişilen Ukrayna işgali böyle mazur gösterilemezdi. İşgale özür bulunmasının nedeni, bu “anadilde” yatıyor. Tüm gelişmeler önce bu dile çevriliyor. Yoksa, Rusya’da gösteri hakkı yasaklanan öğrenciler, grev hakkı askıya alınan işçiler, varlıkları reddedilen LGBTİ+’lar, Çeçenler üzerinde işleyen ağır baskı mekanizmasının ışığında Ukrayna işgali için mazeret üretmekten uzak durulurdu. Ukrayna işgalini protesto ettiğimiz bir basın açıklamasında Rusya konsolosluğu önünde söylendiği gibi, Putin dünyayı aşırı sağdan temizlemek istiyorsa işe intihar ederek başlayabilir. Çünkü bu adam istemediği grupların seçimlere katılmasını engelleyen yasayı onaylayan, 2012 yılında LGBTİ+’ların faaliyetlerinin onlarca yıl yasaklanması gerektiğini savunan bir diktatördür. Ciddiye aldığı bir muhalifin zehirlenmesi ya da hapse girmesi işten bile değildir. Kendisi bir diktatör olan Putin, başka ülkelerin iç işleyişinde antidemokratik öğeleri bahane ederek işgalcilik yapamaz. Bu bahaneyi ikna edici bulanların neden bir zoka yuttuğunu tekrar tekrar açıklamak zorunda kalmak hicap veriyor! Bir başka ülkenin aşırı sağcı, otokratik siyasal iktidarları o ülkenin işgal edilmesi için bir neden sunuyorsa, hep beraber Rusya’yı işgal edebiliriz. Putin’in yanında Ukrayna siyasal rejimi çok daha demokratik bir manzara arz ediyor. Üstelik 2010’lu yılların başında Ukrayna’daki kitlesel ve uzun soluklu eylemlerin içinde faşistlerin olması, siyasal rejime kenarından bulaşan faşist paramiliter örgütlerin varlığı, Putin’in abarttığı gibi bir rejim yapısının var olduğu anlamına gelmiyor. Ukrayna siyasal rejimi faşist değil. Faşistlerin paramiliter güçleri dışında siyasal rejimi doğrudan belirlediği bir ülke de değil. Örneğin bu açıdan Türkiye’yle kıyaslanamaz bile. Üstelik Ukrayna’daki Rus azınlığa yönelik saldırılar Zelenski iktidarı tarafından planlanan, uygulanan süreçler değildir. “Anti faşist Putin özürcülüğü”, özünde, öyle ya da böyle Rusya ordusunun Ukrayna işgalini savunmak isteyenlerin gerçeklerle hayalleri kasıtlı bir şekilde çarpıtarak ürettiği bir politik yaklaşımdan başka bir şey değil. İsteyen her ülkenin bir başka ülkede beğenmediği bir rejime karşı askeri müdahalesinin meşrulaştırılmasından başka hiçbir anlamı yok bu iddiaların. Bush, diktatör Saddam’ı ve kitle imha silahlarını ya da Afganistan’da El Kaide’yi ABD ve insanlık için tehlikeli bulduğu iddiasıyla işgallere girişmişti. Ukrayna’daki faşist örgütlerle uğraşmak, aşırı milliyetçi bir Rus despotunun işi değildir. Ukrayna’daki faşistlerle, Ukrayna halkı, Ukrayna işçi sınıfı kendisi hesaplaşır. Muhalefet içindeki Putin özürcülüğü, ABD’nin Irak işgaline karşı çıkarken ürettiğimiz ve küresel muhalefetin ortak kazanımı olan temel kavramları bir işgali savunmak için allak bullak ediyor. John Molyneux bir keresinde şöyle yazmıştı: Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, Sovyetler Birliği’nin emperyalist olmadığı ve olamayacağı küresel solun büyük çoğunluğu tarafından temel ve tartışmasız bir doğru olarak kabul ediliyordu. Bunun nedeni, emperyalizmi kapitalizmle bağlantılandırmaları ve Sovyetler Birliği’nin şu veya bu şekilde sosyalist bir toplum olduğuna ve sonuçta anti-emperyalist olduğuna inanmalarıydı. Sovyetler Birliği’nin kendisi de bu imajı geliştirmek için epey çaba harcadı.[41] Bu sözlere eklenebilecek tek şey, faşizm konusunda da bütünüyle geçerli olduğudur. İşgalin 38. gününde, Putin askeri harekâtın başarısız olacağını kabullenip Kiev’den geri çekilme emri verdiğinde bir dizi görüntü yayınlanmaya başladı. Bunlar toplu mezar görüntüleriydi. Bir sosyal medya mesajı, “Ukrayna’nın başkenti Kiev’in kuzeyinde bulunan Bucha kentinde 300 kişilik toplu mezar bulundu… Ayrıca tek bir sokakta sivil giyimli 20’den fazla erkek cesedi bulundu.” diyordu.[42] Korkunç görüntülere rağmen muhalif kamuoyunda gerekli olan sert tepki şekillenemiyor. Rusya’nın faşistlere karşı savaşırken faşistleri kurşuna dizip, işkence edip toplu mezara gömdüğünü düşünerek ruhlarını ferah tutanlar olduğu çok açık. İnsanların Rusya’nın sahiden de faşistlere karşı “özel bir operasyon” yürüttüğüne inanmalarını sağlayan, Putin’in her dediğine inanma eğilimleri ve “asıl düşman içeride değil NATO’da” diye düşünmelerinin yanı sıra I. Dünya Savaşı’nın antifaşist kahramanlıklarının stalinizmle özdeşleştirilmiş olmasıdır. Oysa bu, tarihin en büyük yalanlarından biri. Nazilerin milyonlarca Rus vatandaşını katletmesi ve Rusya halklarının kahramanca direnişi bu gerçeği değiştirmiyor ne yazık ki. Faşizm hakkındaki bu efsane, SSCB’nin 1930’larda iç rejiminde uygulanan ağır baskının da nedeni olarak görülüyor. Oysa Nazilerin Rusya’ya saldırmasından önce Stalin içeride diktatörlüğünü sosyalizmle maskeleyerek ilan etmiş, 1936, 1937 ve 1938’in Mart ayındaki Moskova mahkemelerinde tüm muhalefeti fiziksel olarak imha etmişti. 1934 yılında Sovyetler Birliği’nde bir tek ülkenin sınırları içinde sosyalizmin kurulduğunu ilan edip tüm enternasyonal ilişkilerdeki prestijini de bu “sosyalizmin anavatanının” korunmasına hasredilmesi için kullandı. Komintern Stalinist Rusya’nın korunmasının dış politika aracı haline getirildi. Stalinist bürokrasi, Almanya’da Nazilerin savaşı başlatmasından önce İspanya’da Franco faşizmiyle dış politika anlayışını sınamıştı.[43] Stalinist iktidar, faşizme karşı mücadeleyi devrimin Avrupa çapında yayılmasında değil “Almanya ve İtalya’ya karşı İngiltere ve Fransa ile cephe kurmak”[44] olarak belirlemişti. Bu uzlaşmanın ilk sonucu İspanya’da faşizme karşı mücadelenin ihanete uğraması oldu. Komintern’in Avrupa komünist partilerine dayattığı siyasetleri, Rus diplomatlarının Nazilerle yaptıkları görüşmeleri ve imzaladıkları anlaşmaları, savaş öncesinde İspanyol iç savaşında ve savaştan sonra Yunan iç savaşında iktidara yürüyen işçilerin satılmasını ancak Stalinist bürokrasinin bu tek ve belirleyici amacının ışığında anlamak mümkün.[45] Troçki, Almanya’da faşizmi incelediği başucu eserinde, Stalinist Komintern’e bağlı Alman Komünist Partisi’nin işçi sınıfının Nazi tehdidine karşı birleştirmekten uzak olan politikalarını sert bir şekilde eleştirirken şöyle diyordu: Yenilmiş liderlerin Hitler’in zaferindeki kendi paylarından hiç söz etmemeleri ise sadece yakışıksız bir tevazudan ötürüdür. Dama diye bir oyun olduğu gibi, kaybeden kazanıyor diye bir oyun da vardır. Almanya’da oynanan oyunun benzersiz yanı ise, Hitler dama oynarken hasımlarının kaybetmek için oynamış olmalarıdır. Siyasi dehaya gelince, Hitler’in buna ihtiyacı olmamıştır. Karşısındaki düşmanın stratejisi, kendi stratejisinin eksik kalan yönlerini büyük ölçüde tamamlamıştır.[46] Hitler-Stalin paktı da Stalin’in Hitler’in stratejisinin eksik kalan yönlerini tamamladığı berbat bir uzlaşmadır. Kuşkusuz sadece bir uzlaşma değil, birbirine de düşman olan iki diktatörlüğün Polonya’yı işgal anlaşmasıdır. Chomsky, Putin’in Ukrayna’da işgali başlattığı günlerde bir röportaja verdiği yanıtta Hitler-Stalin paktının ne anlama geldiğinin altını çiziyordu: Soruya dönmeden evvel, su götürmez bazı olguları yerli yerine oturtmamız gerekiyor. En can alıcısı, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin büyük bir savaş suçu olduğudur; iki çarpıcı örnekle, ABD’nin Irak’ı, Hitler ile Stalin’in 1939 Eylül’ünde Polonya’yı işgal etmeleriyle aynı düzeydedir. Açıklamalar aramak hep makul görünür, ama bunun meşrulaştırıcı, hafifletici sebebi olmaz.[47] Pakt imzalanmadan önce Stalin 18. Parti kongresinde Almanya’yla Rusya’yı birbirine karşı kışkırtan Batılı önderleri kınarken, Rusya’nın kendisine karşı güç kullanmayan tüm komşularıyla iyi ilişkiler kurmak ve sürdürmek istediğini ilan etti. Sadece kongre konuşmaları değil açık-gizli görüşmelerle Stalin’le Hitler arasında bir flört dönemi yaşandı. 23 Ağustos’ta Hitler’in temsilcisi Ribbentrop’la Kremlin’de “gizli bir ek protokolü” de içeren bir saldırmazlık anlaşması imzalandı. Anlaşma iki taraftan birisi savaşa girerse diğerinin tarafsız kalacağını karara bağlıyordu. Gizli protokol; Polonya, Finlandiya, Estonya, Letonya ve Litvanya’nın kaderini tayin ediyordu, Polonya, Almanya ile Rusya arasında (Vistül nehrinin doğusu Rusya’nın olmak üzere) paylaşılacak; Litvanya Almanya’nın, diğer ülkeler ise Rusya’nın nüfuz alanında kalacaktı. Protokolde öngörüldüğü üzere, Eylül başında Nazi ordularının Polonya’yı işgalinin arkasından Kızıl Ordu da Polonya topraklarına girdi.[48] Hitler, dünya çapında bir dev güç olan Rusya’nın tarafsızlığını Stalin’in onaylayan sessizliğiyle garanti altına alıp tüm Avrupa’ya kan kusturmaya başladı. Yeni bürokratik egemen sınıf Stalin liderliğinde Hitlerle anlaştı, sınıfsal çıkarları için Avrupa’da tüm komünist partileri silahsızlandırdı, 1936’da İspanya’da olduğu gibi iç savaşta mücadele eden sosyalistlerin karşısına cumhuriyetçi burjuvazi adına sükûneti sağlamak üzere dikildi, Polonya’yı işgal etti ve sonunda milyonlarca Rusya vatandaşını da imha edecek Hitler’in elini kolunu serbest bıraktı. İşte bu nedenle, Putin’in, antifaşist süslü konuşmalarına hiçbir şekilde taviz verilemez. Bugünü aklamak için anlattığı tarih bile yalanlara dayalı. Sivilleri yakıp yıkan bir işgali meşrulaştırmak için günümüz otoriter liderlerinin dile getirebildiği yalanların seviyesi inanılmaz. Daha da inanılmaz olan, bu yalanlara inanma yönündeki yatkınlık.

Geri 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 İleri

Bültene kayıt ol