Barcelona, Madrid, Valencia, Bilbao, Sevilla, Granada, Cádiz, Mataro ve Zaragoza'da ırkçılık karşıtları öfkeyle sokaklara döküldü.
37’den fazla göçmenin katledilmesinin ardından, İspanya'da Pazar akşamı protestolar patlak verdi.
Tek suçları, Cuma günü, kuzey Afrika'da, Fas sınırında kalan ve sömürgecilik geçmişiyle bilinen İspanyol yerleşim bölgesi Melilla'ya geçmeye çalışmaktı.
Barcelona, Madrid, Valencia, Bilbao, Sevilla, Granada, Cádiz, Mataró ve Zaragoza gibi kentlerde ırkçılık karşıtları öfkeyle sokakları doldurdu. Eylemlerin Pazartesi ve Salı günleri de diğer şehirlere yayılarak büyümesi bekleniyor.
İspanyol Ulusal Polisi ve Sivil Muhafızlar ile bir arada hareket eden Fas güvenlik güçleri, Fas ve Melilla arasındaki sınırı geçerek göçmenlere saldırdı. Melilla'ya girmeyi başaran göçmenleri öldüresiye dövdüler ve geri dönmeye zorladılar.
Çaresiz insanların kanlar içindeki ölü bedenlerini gösteren fotoğraflar, Avrupa Birliği sınır yönetim politikalarının net bir resmidir.
İspanya'nın Kuzey Afrika’daki yerleşim bölgeleri olan Melilla ve Ceuta, Avrupa Birliği'nin Afrika kıtasındaki yegane kara sınırlarını oluşturuyor. İspanya ve Fas bu sınırı on metrelik demir çitlerle çevirdi, dikenli teller örüldü, gözetleme kuleleri dikildi. Tüm bunlar, buradan AB'ye resmi belge sunmadan girmeye çalışanlara acımasız bir baskının uygulanması için yapıldı.
Público adlı web sitesinde yer alan bir video ve birkaç fotoğraf, tel örgülere ulaşan 500 kişinin 133’ünün geçmeyi başardığını ama geçer geçmez saldırıya uğradığını gösteriyor. Göçmenlerin sınırı geçebilmek adına örgütlendikleri, bu girişimin bir meydan okuma olarak planlanmış olduğu da biliniyor.
Ardından devletlerin buna verdikleri yanıt görülüyor. Foto muhabiri Javier Bernardo’nun aktardığı şekliyle; “Geçmeyi başaran göçmenler, kendilerini Fas tarafına geri püskürten İspanyol Polisi ve Sivil Muhafızlar ile kuşatıldı. İçlerinden bazıları bundan da kurtulmayı başarıp Melilla'ya doğru ilerlemeye devam etti."
Normal koşullarda İspanya topraklarına ayak basmaları yasak olan Fas kuvvetlerini orada görmenin kendisini hayrete düşürdüğünü de ekliyor Bernardo.
İspanya İşçi Partisi (PSOE) lideri Başbakan Pedro Sanchez ise Fas güçlerinin uyguladığı baskı ve şiddeti onayladığını gösteriyor, göçmenlerin güvenlik bulma ve yoksulluktan kurtulma girişimlerini İspanya'nın “toprak bütünlüğüne” yönelik bir saldırı olarak nitelendiriyordu.
Melilla'daki Marx21 örgütünün bir üyesi olan Jesús Melillero, “Kendisine ilerici diyen İspanyol hükümeti, Pedro Sánchez'in, AB'nin göç politikalarının bir ürünü olan bu katliam üzerine yaptığı açıklamalarını alkışladı,” diyor; "Şehirdeki bunca insanın öfkeli haykırışlarına rağmen, Fas'taki bu İspanyol anklav bölgesi, onlarca insanı soğukkanlılıkla katledenler kendileri değilmiş gibi davranmaya, bunu normalleştirmeye çalıştı."
İspanya, önümüzdeki hafta Madrid'de savaş çığırtkanlığı yapmak üzere toplanacak NATO güçlerinden, "düzensiz göçün" ittifakın güney kanadındaki güvenlik tehditlerinden biri olarak kayda geçirilmesini talep etmenin peşinde.
Sanchez tüm egemen sınıfların paçalarını kurtarmak için başvurdukları mide bulandırıcı hilelere başvuruyor ve şöyle söylüyordu; "Sınırda yaşananların bir sorumlusu varsa o da insan ticareti yapan mafya güçleridir.” Bu insanlar da elbette, göçmenleri durdurmak için yükseltilmiş olan duvarlardan kazanç sağlıyor ama karşımızdaki dehşet verici tablonun asıl sorumlusu İspanyol ve Fas güçleridir.
Ana-akım görüşlerin net bir temsili olan Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü bile, sınırda öldürülen ve yaralananların büyük kısmının Çad, Nijer, Sudan ve Güney Sudan'dan gelmiş olduklarını, dolayısıyla uluslararası hukuk uyarınca sığınma talebinde bulunma haklarının bulunduğunu açıkladı.
İspanya’da iktidarı kaybeden radikal sol parti Podemos da halihazırdaki PSOE yönetiminde söz sahibi. Podemos sözcüsü Idoia Villanueva bile sadece “uluslararası hukukun” uygulanması çağrısında bulunmakla yetindi.
Faslı yetkililerin resmi açıklamalarında ise, boğularak ve/veya saldırıya uğrayarak öldürülen göçmenlerden yalnızca Fas tel örgülerinde can vermiş olan 23 kişinin ölümünün resmi olarak kabul edildiğini gösteriyordu.
İspanya, kendi yerleşim bölgesinin sınırlarından Fas’ı sorumlu tutmaya çalıştığı bir politikaya başvuruyor. Bu çabaları işe yaramış olacak ki Fas yönetimi de böyle bir sorumluluğu üstlenmiş. İspanya da buna karşılık olarak, Fas'ın, Batı Sahra topraklarında yaşayan toplulukların kendi kaderini tayin hakkını tanımama planlarına destek sundu.
Pazar günü gerçekleştirilen protestolar, ölüm saçan sınır yönetimlerine karşı mücadelemizin bitmeyeceğini gösteriyor.
Açlık ve yoksullaşma günden güne büyüyen bir sorun olarak kaldıkça göçmenler ve mültecilerin sayısı da artacak.
Sokaktaki bu mücadele, Avrupa Birliği'nin sınır politikalarını değiştirme mücadelesidir.
Uluslararası kapitalizmin tepesinde yer alan devletlerin liderleri Almanya'da toplandı. G7 zirvesinin gündemine Çin kapitalizmi ile rekabet oturdu. Münih'teki protestodaysa fosil yakıtlara ve savaş politikalarına son verilmesi, küresel eşitsizliklerin yok edilmesi talepleri öne çıktı.
Almanya şehirlerindeki protestolardan kaçan liderler, Bavyera eyaletindeki Garmisch-Partenkirchen beldesinde bir sarayda buluştu.
Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Kanada'nın oluşturduğu G7 (7'li grup), dünya nüfusunun sadece yüzde 10'unu temsil ederken küresel net servetin yüzde 58'ini ellerinde tutuyor.
Düzenli olarak toplanan G7 zirvelerinin amacı, ekonomik ve sosyal sorunlara çözüm bulmak değil kendi servetlerini katlamak ve dünya üzerindeki hegemonyalarını korumak.
Kuşak ve Yol'a alternatif
Bu seneki G7 zirvesinin ana gündemi dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin kapitalizmi ile rekabet.
Çin'in Asya'dan Avrupa'ya 100'den fazla ülkeye uzanan Kuşak ve Yol Projesi'ne karşı, G7 düşük ve orta gelirli ülkelere 600 milyar dolarlık bir alternatif hazırlıyor.
Zirvede konuşan ABD Başkanı George Biden, bu paketin bir yardım değil kazanç getirecek bir yatırım olduğunun altını çizdi. Söz konusu ülkelere 5 yıl içinde yapılacak 600 milyar dolarlık yatırımın altyapıya harcanağını belirtti.
Dünya ticaretinin motor gücü Çin, zayıf ekonomilere sahip ülkelerdeki kritik sektörlere yatırım yaparak egemen sınıfların kaynak krizlerine yanıt veriyor. Bunun karşılığında yüklü şekilde borçlandırarak kendine bağlıyor. Bu borçlar ödenmeyince yatırım yaptığı alanlara el koyuyor. G7 zirvesinde konuşulan planının içeriği bundan farklı değil. ABD ve müttefikleri, Asya, Afrika ve Ortadoğu'da Çin'in ekonomik hegemonyasını gerileterek, bu alanlara kendileri el koymak istiyor. Batı emperyalizminin yeni planı, 2. Dünya Savaşı sonrası devreye sokulan Marshall planına benzetiliyor.
G7'nin ikinci gündemi ise Ukrayna'daki savaş. Ukrayna'ya silah yığmaya devam eden G7 devletleri, Rusya'ya karşı atılacak adımları konuşuyor. Bu adımlar 28-30 Haziran'da İspanya'da toplanacak NATO zirvesinde karara bağlanacak.
Münih'te protesto
Almanya'da ilk G7 protestosu, zirvenin toplandığı sarayın 100 kilometre uzağındaki Münih'te gerçekleşti. Polisin olağanüstü güç yığdığı Therienviese Meydanı'nda toplanan binlerce kişi, küresel ısınmaya neden olan fosil yakıt kullanımını ve Ukrayna'daki savaşı protesto etti. Küresel adalet talep edildi.
Göstericiler servetin şirketler ve savaş içinde değil yoksulluğun yok edilmesi için harcanmasını talep ediyor.
Ukrayna savaşı inanılmaz bir insani yıkıma neden olacak, daha korkunç gelişmelere sahne hazırlayabilecek öldürücü, ezici bir çatışma halini aldı. Rus güçleri Severodonetsk başta olmak üzere Ukrayna şehirlerini vurmaya devam ediyor. Tam anlamıyla bir zulme dönüşen bu acımasız işgal Rus egemen sınıfına çıkar sağladığı gibi, diğer taraftan ABD ve NATO askeri ittifakı da bu savaşı kendi güçlerini genişletmek için kullanıyor.
Batı güçleri, Rusya’yı dize getirmeyi ve ardından yüzlerini Çin’e dönüp girişecekleri ekonomik ve muhtemelen de askeri çatışmalar için sahneyi şimdiden kurabilmek istiyor. ABD son zamanlarda Ukrayna’ya, büyük kısmı silahlar ve çeşitli askeri malzemeler şeklinde iletilmiş olan 32 milyar dolar aktardı. Ukrayna’yı, kendi rakiplerine karşı yürüttüğü bu vekalet savaşında kullandığı ortadadır. Boris Johnson da savaş çığırtkanlığı konusunda rakip tanımıyor. Böylece dikkatleri kendi yarattığı krizlerden uzaklaştırmaya çalışıp ABD emperyalizmiyle aynı çizgide ilerleyecek. Bunların bedelini ödeyenlerse dünyanın her yerindeki sıradan insanlar oluyor. Gıda kıtlığının giderek yayılıyor olması, gıda fiyatlarının artmaya devam etmesi bunun bir göstergesidir.
Dahası, bu durum egemen sınıflar arasındaki tüm ihtilafları büyütüp çok daha şiddetli hale getirebilir. Sözgelimi, ikisi de NATO üyesi olan Yunanistan ve Türkiye şimdi Ege Denizi’ndeki adalar üzerinden yeni bir propaganda savaşı başlattılar. NATO ve ittifaklarının bu savaş atmosferini değiştirmek yerine teşvik ettiği görülüyor. Geçtiğimiz hafta Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenski, Johnson’un Rusya’ya karşı oynadığı liderlik rolünü övdü ve NATO’dan daha fazla mühimmat talep etti. Küresel bir konferans sırasında Financial Times gazetesine demeç veren Zelenski, Johnson’un muhafazakâr milletvekili grubunun güven oylamasından geçebilmiş olmasını “harika bir haber” diye yorumluyordu: “Çok önemli bir müttefikimizi kaybetmediğimiz için memnunum.”
Ukrayna, ana-akım medyada övülüp durduğunun aksine, bağımsızlık ve özgürlüğün parlayan bir örneği gibi durmuyor.
Avrupa Kamu Hizmetleri Birliği (EPSU) geçtiğimiz günlerde, Ukrayna hükümetinin “işçilerin işten çıkarılmalarını kolaylaştıracak yasaları” yürürlüğe koyma girişimlerini kınadı. Birlik, “5371 sayılı yasa tasarısı 2021 sonbaharında işçi sendikaları tarafından reddedilmiş olmasına rağmen sıkıyönetim kılıfıyla çıkartıldı,” diyor. EPSU’ya göre bu yasa, “sendikanın onayını almadan işten çıkarma şansı elde etmek isteyen” patronların korunması için tasarlandı.
Başkan yardımcılarından biri İngiltere’deki Unison sendikasından Liz Snape olan EPSU, ulusal sendikaların çatı örgütüdür.
Açıklamada, Ukrayna’daki işçi hakları yasalarının “Sovyetlere özgü ve son derece bürokratik” olduğu da söyleniyor; halihazırdaki yasanın çiğnenmesi “yasa tasarısını kaleme alanların Çarlık dönemini tercih ettiğini” gösterdi.
Bu yasalar yürürlükten kaldırılırken Ukraynalıların protesto etme hakları sıkıyönetim tarafından ciddi bir şekilde kısıtlandı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin üçüncü haftasında, Zelenski tarafından desteklenen parlamento, çalışma ilişkilerini düzenleyen 2136 sayılı yasayı kabul etti. Bu, geçici olarak – sıkıyönetim dönemi boyunca sürecek şekilde-, şirketlerin işçi haklarını ihlal etmesine fırsat tanıyan bir yasa. Patronların toplu iş sözleşmelerini gasp etmelerine, grevleri ve sokak gösterilerini mahkeme kararına ihtiyaç duymadan yasaklamalarına izin vermiş oldular.
Charlie Kimber
(Socialist Worker)
Fransa’da yapılan seçimlerde Macron’un partisi Meclis çoğunluğunu kaybetti. Meclis çoğunluğunu sağlamak için 289 sandalye gerekliyken, Macron 245 sandalye kazanabildi. 300’den fazla sandalyeye sahip molan Macron için bu ağır bir gerileme anlamına geliyor.
Macron beş sene önce ittifaklarıyla beraber 356 sandalyeye sahipti.
Sarı yeleklikler eylemine yönelik devletin vahşi saldırısı, pandeminin idare edilmesindeki başarısızlık, sürekli olarak zenginleri kollayan ekonomik kararlar alınması ve ekonomideki kötü gidişin maliyetini yoksullara yüklemeye çalışması Macron’un yenilmesine ve parlamentoda en üst düzeydeki iki yardımcısının ikisinin de seçilememesine neden oldu.
Faşist tehlike
Fransa’da faşist tehlikenin yükselişini seçimlerde kazandıkları koltuk sayısı gösteriyor. 1997’de bir, 2002’de sıfır, 2012’de bir, 2018’ sekiz ve 2022’de ise 89 milletvekilliği kazandı. Merkez siyasetin Macron aracılığıyla güçlendirdiği ırkçılık ve İslamofobi, bu tutumu bir örgütlenme rüzgarına çeviren faşistler tarafından kullanıldı.
Anaakım partilere oy veren insanlar, faşist partinin iddialarının sıradanlaşması, yani diğer partilerin ırkçılığı savunması ve normal hale getirmesi faşistlerin ırkçılığının “normal” siyasi yelpazenin bir parçası olarak görülmesine neden oldu. Fiyat artışlarından ve yaşam standartlarının düşmesinden rahatsız olan insanlara merkez siyaseti sert bir şekilde eleştiriyor görünerek sahte ama inandırıcı bir seçenek sundular.
1986 yılında Jean-Mari Le Pen’in 35 milletvekili çıkarttığı seçimlerinden sonra rekor sayıda faşistin yeniden meclise girmesi Fransa’da işçi sınıfı için uyarı sirenlerinin devreye girmesi anlamına geldi.
Sol ittifakın yükselişi
NUPES (Yeni Ekolojik ve Toplumsal Halkçı Birlik) seçimlerde 131 sandalye kazandı ve ana muhalefet haline geldi. Bir otel temizlikçisi ve bir bölgedeki otel grevine liderlik eden Rachel Keke, Macron’un eski spor bakanını seçim bölgesinde mağlup etti.
NUPES, emeklilik yaşının 60’a düşürülmesi, temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının dondurulması, yenilenebilir enerjiye büyük yatırımlar yapmak, servet vergisini yeniden getirmek gibi net sol taleplerle öne çıktı. NUPES’in başarısı radikal sol bir alternatife duyulan özlemin de ifadesi oldu.
Yine de NUPES Sosyalist Parti ve Yeşiller Partisi gibi radikal olmayan güçleri ittifakta tutmak için polis şiddetine karşı komisyon kurulması, büyük şirketlerde işten çıkartmaların yasaklanması ve bankaların kamulaştırılması gibi önlemleri talep etmekten vazgeçti. Buna rağmen kampanyanın diğer radikal talepleri sola yönelik büyük bir umut hareketini ivmelendirdi.
Seçim sonuçlarının ardından NUPES lideri Melenchon “Mesajım bir kez daha mücadele mesajıdır. Bu dünyayı değiştirmek için güçlü bir istek duyan genç nesle bir mesaj bu. Elinde muhteşem bir mücadele aracın var NUPES.” dedi.
Fransa seçim sonuçları düşük ücrete, eşitsizliğe, ırkçılığa, faşizme karşı ve insan hakları için verilen mücadelelerin parlamenter kurumların dışında yürütülmesinin gerekli olduğunu gösteriyor. Sonucu seçim manevraları değil, aşağıdan mücadele belirleyecek. “Muhteşem mücadele aracı” grevler, kitlesel protestolar ve bunlara odaklanan siyasettir.
Rus güçlerinin olası tahliye yollarının bağlantılarını keserek yalıttığı Sievierodonetsk’te şiddetli sokak savaşları devam ediyor.
Rus güçleri, yüzlerce sivilin sığındığı Azot kimyasal üretim tesisinde çıkan yangından sonra şiddetli sokak çatışmalarının devam ettiği Sevierodonetsk’in büyük bölümünü ele geçirdi.
Ukrayna devlet başkanı Zelensky, her gece gerçekleştirdiği video konuşmasında “İşgalcilerin başlıca taktik hedefi değişmedi” diyordu; “Sievierodonestk’te baskı uyguluyorlar ve neredeyse her metrekarede şiddetli bir savaş gerçekleşiyor.” Zelensky, Rus ordusunun Donbas bölgesine yedek kuvvetler konuşlandırmaya çalıştığını da ekledi. Ukrayna güçlerininse bir sanayi sahasının kontrolünü ele geçirdiklerini duyurdu.
Rusya Savunma Bakanlığı ise, Pazar günü batı Ukrayna’daki Ternopil’de ABD ve Avrupa’ya ait mühimmatın bulunduğu büyük bir depoyu kruz füzeleriyle imha ettiklerini açıkladı. Bakanlığın, bu saldırının “bir depo dolusu tanksavar füze sistemleri, taşınabilir hava savunma sistemleri ve Kiev rejimine ABD ile Avrupa ülkeleri tarafından verilen mermileri” yok ettiği yönündeki açıklaması, depoda silah bulunmadığını söyleyen resmi Ukrayna açıklaması ile çelişiyor. Ternopil bölge valisi saldırının bir dizi yerleşim binasını yok ettiğini ve aralarında 12 yaşında bir çocuk ile yedi kadının da bulunduğu 22 kişiyi yaraladığını söyledi.
Yerel yetkililere göre, Rusya güçleri, savaş halindeki ve zor durumdaki doğu şehri Sievierodonetsk ile onun ikiz kenti Luhanks arasındaki bağlantı yolunu imha etti ve sivillerin tahliye rotası olabilecek bir yolun tüm bağlantılarını kesti. Luhanks şehri valisi Serhiy Haidai, o günlerde yaptığı konuşmada, Rus ordusunun iki şehri bağlayan Siverskyi Nehri köprüsünü de yıktığını söyledi.
Uluslararası Af Örgütü Rusya’yı, Ukrayna’nın ikinci büyük şehri olan Harkov’da savaş suçları işlemekle suçluyor. Örgüt, Pazartesi günü yayımlanan yeni raporunda, yüzlerce sivilin, kullanımı yasaklanmış olan misket bombası ve üretimi itibarıyla hatalı olan roketlerin gelişigüzel kullanıldığı Rus bombardımanı nedeniyle hayatını kaybettiğini söyledi: “Rus güçleri Harkov’u rastgele vurduğu amansız bir bombardıman başlattı. Yerleşim yerlerini neredeyse her gün bombaladılar, yüzlerce sivili öldürdüler ve/veya ağır yaraladılar. Yasaklanmış misket bombalarını kullanarak toplu yıkıma neden oluyorlar.”
NATO sekreteri Jens Soltenberg ise Türkiye’nin, Finlandiya ve İsveç’in NATO üyelik başvurularına karşı çıkarken dile getirdiği güvenlik endişelerinin meşru olduğunu düşündüğünü söylüyordu; “Bunlar meşru endişeler. Terörizmle ilgili, silah ihracıyla ilgili.”
Eski Ukrayna Azov Ulusal Muhafızları komutanının açıklamasında, güneydeki Mariupul’de yaşanan Azostval çelik işletmeleri kuşatması sırasında öldürülen çok sayıda Ukraynalı savaşçının hâlâ defnedilemedikleri söylendi.
Sievierodonetsk’te Rus güçleriyle gerçekleştirilen bu savaşta eski bir İngiliz askeri de hayatını kaybetti. İngiltere Yabancılar Ofisi de Jordan Gatley’in vurulup öldürüldüğünü teyit etti. Öldürülen askerin babası, Facebook iletisinde, İngiliz ordusundan Mart ayında ayrılan oğlunun “kariyerine bir asker olarak başka bir arenada devam ettiğini” belirterek, Ukrayna askerlerine, ülkelerini Rusya’ya karşı savunmaları için yardım ettiğini yazıyordu.
Geçtiğimiz hafta iki İngiliz’le birlikte ölüm cezasına çarptırılan 21 yaşındaki Faslı İbrahim Saadoun’ın ailesi ve arkadaşları özgürlüğü için çağrıda bulunmuşlardı. Rus medyasının ve doğu Ukrayna’daki Rusya yanlısı yetkililerin iddia ettiğinin aksine Saadoun’ın paralı asker olmadığını, zorunlu askerlik görevini sürdürmekte olan bir denizci olarak orada bulunduğunu aktardılar.
Bu sırada Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, önümüzdeki günlerde Rusya devlet başkanı Vladimir Putin ve Ukrayna devlet başkanı Zelensky’le yeni bir görüşme gerçekleştirebileceğini duyurdu. Erdoğan, savaşın engellediği ihracat sorununun çözümüne yönelik olarak, “Belki gelecek hafta, Putin Zelinsky ile görüşmeler yaparak hangi adımları atacağımızı konuşacağız,” diyordu.
Küresel nükleer silahlanma Soğuk Savaş’tan bu yana ilk kez büyüyecek gibi görünüyor. Çatışma ve silahlanma alanında bir rapor sunan SIPRI nükleer silahların kullanılma riskinin on yılların en yüksek seviyesinde olduğunu gösterdi. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’ne göre, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve Batı güçlerinin Kiev’e verdiği destek, nükleer silahlara sahip dokuz devlet arasındaki tansiyonu yükseltti.
Kiev’in Dışişleri Bakan Yardımcısı da yaptığı açıklamada, tedarik zinciri yavaşlamış olsa da Ukrayna’nın tahıl ihraç edebilmek ve küresel gıda krizini önlemek için Polonya ve Romanya üzerinden iki yeni rota belirlediğini aktardı.
Her bir ülkenin ticaret bakanlarının, Rusya’nın Ukrayna işgali nedeniyle tehdit altında olan gıda güvenliğini iyileştirmek için Dünya Ticaret Örgütü toplantılarında bir araya gelip gıda güvenliğinin güçlendirilmesi konusunda anlaşmaya varmaları, “Ticareti rahatlatmak ve gıda ile tarımda küresel pazarların işleyişini uzun vadede geliştirmek için gerçek adımlar atmayı” taahhüt edecekleri ortak bir deklarasyon sunmaları bekleniyor.
Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ise Ukrayna’da yolsuzlukla mücadele yasalarının güçlendirilmesi ihtiyacı için çağrıda bulundu. Zelensky ile yaptığı toplantıdan sonra konuşan Leyen şunları söyledi; “Örneğin yolsuzlukla mücadele gibi ya da yatırımcıların ilgisini çekecek olan yönetimin modernize edilmesi gibi konularda bazı reformların uygulanmasına ihtiyaç var.”
Ukraynalı yetkililer, geçtiğimiz günlerde, İngiliz savunma şirketi QinetiQ’in Ukrayna’ya, mayın temizlemesi için Talon bomba imha robotlarından vereceğini duyurdu. Ukrayna devriye polisinin ilk başkan vekili Oleksiy Biloshitsky gelişmeleri şöyle özetledi; “Talonlar Ukrayna’yı mayından temizlemek için kullanılacaktır. Bu kazıcı robotlar onların yerlerini tespit etmekle kalmıyor, üstüne bir de etkisiz hale getirmeyi başarıyor. Savaştan önce biz de bir düzineden fazlasına sahiptik zaten. Şimdi QinetiQ’dan 10 kadar robot daha teslim alacağız.”
The Guardian’dan çeviren Şenol Karakaş
Amazon, New York’a bağlı Staten Island bölgesindeki sendikal birliği yok etmek için sendika destekçilerini işten çıkartmaya çalışırken, Starbucks da sendikalı işçilerini cezalandırma tutumuna başvuruyor.
Nisan ayında sendikalaşmayı başaran Amazon işçilerinin bağlı olduğu sendikal birliği yok etmeye çalışan Amazon, işçi sendikasının (ALU) önemli temsilcilerinden birini daha işten kovdu.
ALU'ya göre Amazon, Pasquale Cioffi’yi "işçilere kötü davranan bir yöneticiyle tartıştığı" için işten çıkarmak istedi.
ALU, Cioffi'nin derhal görevine iade edilmesini talep ederken Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu'na (NLRB) suç duyurusunda bulundu ve Amazon’un sendikaya karşı tutumunu "kontrolden çıkmış" olarak nitelendirerek karara yönelik ihtiyati tedbir uygulanmasını istedi.
Cioffi, geride bıraktığımız haftalarda Amazon tarafından kovulan önemli birkaç sendika temsilcisinden biri. Mayıs ayının ilk haftasında Amazon’un işten çıkarmak istediği iki kişiden biri sendikanın iletişim sekreteriydi. “Gönüllü istifa”ya zorlanan iletişim sekreteri o sırada COVID nedeniyle hastalık iznindeydi.
Jacobin.com’dan Alex N. Press’in aktardığına göre, Amazon, sendikal birliği sağlamak adına çalışan işçilerin varlığını şirket için bir tehdit olarak görüyor ve işe iade edilmeleri gerektiği kararı alınsa dahi aynı isimlerden kurtulmak için farklı hilelere başvuruyor.
“Şirket, sendikayı tanımayı reddediyor ve bu niyetini duruşma salonlarında sonuca bağlamaya çalışıyor.”
Kanada’da sendikalaşan Starbucks işçileri de benzer saldırılarla karşı karşıya kaldı.
Şirket, işçi maaşlarına yapılması gereken zammı sendika sözleşmesinin dışında tutmaya çalıştı, sendikalı işçilerini, diğerlerine yapılan zam ve sosyal yardım artışından dışladı.
Jacobin.com’dan Jeremy Appel’in haberine göre, “3 Mayıs'ta, Starbucks Kanada kıdemli başkan yardımcısı ve genel müdürü Lori Digulla, ülke genelinde tüm çalışanlarına – ya da Starbucks'ın tabiriyle “ortaklarına” - ücret artışlarını bildiren bir e-posta gönderdi. British Columbia, Victoria'daki Douglas Street Starbucks'taki işçilerini temsil eden United Steelworkers'a (USW: Birleşik Metal İşçileri) göre, buradaki işçilere, ücret artışı duyurusunun kendilerini ilgilendirmediğini açıklayan bir e-posta daha gönderildi.”
Starbucks Kanada yöneticileri, 115’ten fazla işçinin temsil edildiği sendikaya yönelik olarak CBC News'e yaptıkları açıklamada, sendikal girişimi onaylamadıklarını açıkça belli etmiş olsalar da sendikaları devreden çıkarmaya çalıştıkları yönündeki suçlamaları reddettiler.
Starbucks'ın sendika karşıtlığı, şirketin Seattle'daki üssünde başlamıştı. 1980'lerde Seattle'daki altı mağazasının bağlı olduğu bir sendikaya karşı atağa geçen Starbucks CEO’su Howard Schultz, kendi anılarında aktardığı şekliyle, bu sendikalaşma çabalarını kişisel bir hakaret olarak görüyor: “Liderliğim altında çalışanların endişelerini dinleyeceğimi bildiklerini sanıyordum. Bana ve amaçlarıma inansalardı, böyle bir birliğe ihtiyaç duymayacaklardı.”
Schultz ayrıca 2009'da Costco ve Whole Foods CEO'ları ile güç birliği kurarak, dönemin başkanı Barack Obama'nın ‘Çalışan Özgür Seçimi Yasası'na karşı da atağa geçmiş, işçilerinin yarısından fazlasının sendikalı olmasını engellemek için yasaya yeni hükümler eklenmesi yönünde baskı uygulamıştı.
Neoliberalizme ve ırkçılığa karşı yürütülen gerçek mücadele ise sokaklarda, işyerlerinde devam ediyor.
Fransa'da Pazar günü yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda, neoliberal cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un karşısında yer alan sol alternatife olağanüstü seviyede destek verildi.
Bu gelişme, siyaset kurumu adına büyük bir şok, Macron içinse ağır bir yenilgi olarak okunabilir.
İlk turda açık ara farkla kazanan taraf, Jean-Luc Melenchon'un liderliğindeki sol ittifak hareketi (Nupes) oldu. Pazar akşamı 22:00'de paylaşılan sonuçlar, sol ittifak partilerinin toplam oyunun yüzde 25,6 olması gerektiğini gösteriyor ki bunun, şu ana dek bir siyasi gücün alabildiği en yüksek oy oranı olduğu söyleniyor.
Oylar sayılmaya başlamadan önce yaptığı konuşmada kendisini destekleyenlere seslenen Melenchon, “Bizler, dünya için, uygarlık adına bambaşka bir vizyon sunuyoruz,” diyordu; “Kısa süre içinde bir cennet yaratabileceğimizi iddia etmiyorum; bu cehenneme son vereceğimizi söylüyorum.” Oylar sayılmaya başladığında yaptığı konuşmasında ise ikinci turu dört gözle beklediğini iletti; “Nupes kazandı. Halkımızı önümüzdeki Pazar günü de aynı şekilde harekete geçmeye çağırıyorum.”
‘Macron ve ekürisi’ ise yüzde 25,2'ye ulaşmayı hedefliyordu ki bu haliyle Nupes’in gerisinde kalacağı anlaşılıyor. Macron çok büyük bir darbe aldı. Nitekim [Fransa tarihinde] ilk kez bir başkanın partisi seçimlerde yüzde 30'dan daha az oy almış olacak. İkinci turdan sonra da, milletvekili sayısının 577 olduğu parlamentoda çoğunluğu sağlaması zor görünüyor. Hatta bazı bakanlarının koltuklarını kaybedebileceği de söylenebilir. Örneğin, halkın öfke duyduğu Eğitim Bakanı Jean-Michel Blanquer ilk turda elendi bile.
Macron'un partisi ve müttefikleri bundan beş yıl önce mecliste 356 sandalyeye sahipti, ancak otoriter ve işçi sınıfı karşıtı tedbirleri uygulamaya çalışınca muhalefetin son derece sert çıkışlarıyla karşı karşıya kaldı. Şimdi bunun seçim sandığına da yansıdığını görebiliyoruz.
Macron liderliğindeki Ensemble’ın (Birlikte) bu kadar geriye düşmüş olması, Macron'un Nisan'daki cumhurbaşkanlığı zaferinin aslında halkın faşist Marine Le Pen'i engelleme arzusundan başka bir şey olmadığı yönündeki görüşleri doğruluyor. O zaman oy vermiş olanların gerçekte Macron’un fikirlerini hiç umursamadıkları ortaya çıktı.
Le Pen'in faşist Ulusal Birlik Partisi (RN) Pazar günü gerçekleştirilen seçimlerde de yüzde 19'u kapmanın peşindeydi. 2017'de aldıkları oyun yüzde 13,2 olduğu düşünülürse, oylarını yükseltmeyi başardıkları anlaşılıyor. Ayrıca aşırı sağı temsil eden Eric Zemmour'un partisinin de yüzde 4 civarında oy alması bekleniyor. Sonuçta RN bir önceki sefere kıyasla daha fazla saldalyeye sahip olacak.
Katılımın yüzde 47’de kalması, Fransa’da siyasi düzene dair genel bir inanç yitimi yaşandığını gösterir ki bu, meclis çekişmesinin ilk turu için şu ana dek gerçekleşmiş en düşük katılım oranıdır.
Paris'ten devrimci sosyalist Denis’in Socialist Worker'a aktardıklarına göre; “Bu sonuçlar meşruiyeti olmayan bir iktidarın ve ondan doğan istikrarsızlığın bir göstergesidir. Fransa'da işler değişiyor. Seçimler gündeme hakim olmuştu, ancak şimdi sokaktaki mücadelelerin yükselmeye başladığını göreceğiz.”
Nupes; Melenchon'un Boyun Eğmeyen Partisi (LFİ), bir işçi partisi olan Sosyalist Parti (PS), Fransız Komünist Partisi (PCF) ve [yine Melenchon'un girişimiyle kurulan] Yeşiller Partisi’nden (EEVL) oluşan bir ittifak. Melenchon, bu ittifaka dahil ettiği Sosyalist Parti'nin de canlanmasını sağladı – Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sadece yüzde 1,75 oy alabilmişlerdi.
Nupes manifestosu, emeklilik yaşının 60'a düşürülmesi ve temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının dondurulması da dahil olmak üzere halka seslenen bir takım vaatler içeriyor. Yenilenebilir enerjiye “çok büyük ölçekli” yatırım sunma ve Macron'un kaldırdığı servet vergisini yeniden getirme sözü de verdiler.
Sağ ise bu vaatlerin, maliyetleri açısından çılgınca ve karşılanamaz olduğunu göstermenin peşindeydi. Maliye Bakanı Bruno Le Maire, Melenchon'u eski Venezuela cumhurbaşkanına benzeterek "Galyalı Chavez" olarak tanımlarken onu ne kadar küçümsediğini göstermeye çalıştı. Ancak seçmenlerin önemli bir bölümü, bilhassa da hayat pahalılığı gibi bir gündemlerinin olduğu bu günlerde, Melenchon'un yaklaşımını doğru ve uygulanabilir bulduklarını göstermiş oldu.
Nupes’in zaferi, sola destek veren büyük bir hedef kitlenin bulunduğuna dair harika bir işarettir. Ancak Melenchon’un, işyerlerindeki ve sokaklardaki mücadeleye değil, seçimlere odaklı bir lider olduğu da unutulmamalı. Anaakım Fransız siyasetinin büyük bir krizden geçtiği bu günlerde asıl belirleyici unsurun, tabandan yükselecek bir mücadelenin değiştirici gücü olacağı ortadadır.
Sistem nasıl işliyor
Önümüzdeki Pazar günü seçimlerin ikinci turu gerçekleştirilecek.
İlk turda oyların en az yarısını ve kendi seçim bölgesindeki kayıtlı seçmenlerinin asgari dörtte birini kazanan bir aday bu seçimin galibi oluyor. Fakat katılımın böyle düşük olduğu zamanlarda ilk turda kazanmak zordur. Bu nedenle ikinci turun oylarına bakılır: İkinci turda en çok oyu alan aday kazanmış olur.
İkinci tura kalabilmek için de tüm adayların kayıtlı seçmenlerin en az yüzde 12,5'inden oy almaları gerekiyor. Bunu yalnızca bir tanesinin başarması durumunda, her koşulda en iyi sonucu alabilmiş olan partiyle karşı karşıya geliyorlar. Hiçbiri yüzde 12,5 barajını geçemezse, o zaman da en fazla oyu alan ilk iki parti birbiriyle yarışıyor.
Macron'un ittifakı, Fransa seçimlerinin ilk turunda aldığı oy yüzdesinin sağlayacağından daha fazla milletvekili çıkarma şansına da sahip. Bunun başlıca nedeni, soldaki oyların, çok daha geniş çaplı bir yayılım eğilimi sergileyen sağ oylarla karşılaştırıldığında daha az olması ve onların da ekseriyetle kentlerde yoğunlaşmasıdır.
Ispos’un anketleri, Macron ittifakının 255 ila 295 temsilci çıkarabileceğini gösterdi. Bu, 289 sandalyeyle garantilenebilen meclis çoğunluğunu sağlayamadıkları anlamına geliyor. Nupes ise 500'den fazla sandalye ile ikinci tura kaldı ama Ipsos'a göre, 150 ila 190 civarına düşebilir.
Anketörler ve uzmanların daha önce de defalarca yanıldıkları düşünülürse, bir kez daha yanılmış olabilirler. İlk turda çekimser kalanların da ikinci turun tablosuna eklenebilecekleri söyleniyor – ki bu, solun yeni yükselişine tanık olabileceğimiz anlamına gelir ve böylesi bir gelişmenin siyasi arenayı baştan aşağıya sarsması da mümkündür.
Kaldı ki seçimler, partilerin finansman desteği bulabilmesi adına da önemlidir, çünkü seçime giren her parti, bağış ve üyelik aidatlarını artırmanın yanı sıra devlet desteklerinden de faydalanabilmeye başlar. Sözgelimi, 50 farklı seçim bölgesinde yüzde 1 barajını geçmeyi başarmaları halinde, oy başına 1,4 Euro gelir elde etmiş olurlar.
Irkçılıkla, faşizmle mücadele: Binlerce kişi Paris sokaklarındaydı
Cumartesi günü Paris’te, sendikalar ile kampanya gruplarını bir araya getiren “Marche des Solidarites” tarafından organize edilen muazzam eylemde, ırkçılığa ve aşırı sağa karşı bir araya gelen 5 bin kişi sokakları doldurdu.
Belgesiz göçmenler komitesi ile başkentin kuzeyinden ve Montreuil banliyösünden gelen ırkçılık karşıtı yerel komiteler de oradaydı. Eylemler Marsilya, Bayonne, Poitiers, Amiens ve Valence sokaklarında da devam etti.
Bazı aktivistler, Rayana adlı bir kadının polis tarafından öldürülmesini protesto etmek için Paris’teki eyleme eklenen ikinci bir yürüyüş başlattı. Rayana, geride bıraktığımız dört ay içinde polis şiddetine maruz kalıp öldürülen dördüncü kişiydi ve öldürülenlerin ikisi, Nisan ayındaki cumhurbaşkanlığı seçiminin yapıldığı gece saldırıya uğradı.
Gösterilere dahil olan yerel sendikacılar “Polis öldürür; ırkçılık öldürür” sloganları atıyordu; “Faşizm öldürür!”
Charlie Kimber
Socialist Worker’dan çeviren Tuna Emren
Batı, Ukrayna'yı işgal eden Rusya'ya ağır ekonomik yaptırımlar uygulasa da Putin rejimi sarsılmıyor. Çünkü doğal gaz ve petrol satışından büyük gelir elde ediyor.
Finlandiya merkezli Enerji ve Temiz Hava Araştırma Merkezi'nin (CREA) yaptığı yeni bir araştırmaya göre Moskova savaşın ilk 100 gününde fosil yakıtlardan 93 milyar avro gelir elde etti.
Enerji fiyatlarındaki yükseliş, Rusya'nın satışındaki hafif düşüşü telafi etti.
Avrupa Birliği (AB), savaştan önce gaz ihtiyacının yüzde 40'ını, petrol ihtiyacının yüzde 27'sini Rusya'dan karşılıyordu. Ukrayna işgali ile birlikte AB, Rusya'dan enerji ithalatını beşte bir oranında azalttı. Buna rağmen, enerji fiyatlarındaki artış sebebiyle Moskova fosil yakıtlardan yaklaşık 100 milyar avro gelir elde etti.
Savaşın ilk 100 gününde, Rusya fosil yakıt ihracatının yüzde 61'ini AB ülkelerine yaptı. Rusya'dan ithal ettiği petrol, kömür ve doğal gaz için yaklaşık 57 milyar avro ödedi.
Rusya doğal gazı ve petrolüne bağımlı olan tek taraf AB değil.
CREA raporuna göre Ukrayna savaşının başlamasının ardından Hindistan, Fransa, Çin, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan'ın fosil yakıt ithalatı arttı.
Rusya'dan en fazla fosil yakıt alan ülkelerin başında Çin gelirken, Türkiye 5. sırada yer aldı. Ankara savaşın ilk 100 gününde Rusya'dan 6,7 milyar avroluk ithalat yaptı.
Öte yandan AB sert yaptırımlar uygulasa da kendi içinde bölündü. Birliğin ikinci büyük gücü olan Fransa, Rusya'dan fosil yakıt ithalatını savaş günlerinde artırdı ve en büyük en büyük LNG (sıvılaştırılmış doğal gaz) alıcısı haline geldi.
Fosil yakıtlar sadece küresel ısınmaya sebep olmuyor. Batı emperyalizminin yaptırımları Rus halkını yoksullaştırırken, Putin liderliğindeki Rus emperyalizmi işgalini kirli enerjiyle finans edip sürdürebiliyor.
Bu yılın başında kitlesel protestolarla sarsılan Kazakistan’da hafta sonu düzenlenen ve yönetim sisteminin yeniden inşasının önünü açacak anayasa referandumunda sonuçlar açıklandı. Halkın büyük bölümü, parlamentonun güçlendirilmesini öngören “Yeni Kazakistan" önerisine “evet” dedi. Sonuç, 28 yıllık iktidarında ülkeyi tek adam rejimiyle yöneten Nazarbayev diktatörlüğüne karşı halkın bir kazanımı olarak görülüyor.
Kazakistan'da düzenlenen referandumda halk, ülkede büyük bir değişimin önünü açacak anayasa değişikliği önerisine “evet” dedi. Merkezi Seçim Komisyonu, anayasa değişikliği referandumunda “evet” oyu kullananların oyunun yüzde 77, 18'i bulduğunu açıkladı. Katılım oranı yüzde 68 oldu.
Cumhurbaşkanı Kasım Cömert Tokayev tarafından önerilen anayasa değişikliği, karar mekanizmalarında merkeziyetçiliğin azaltılmasını ve eski Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev'in “milli lider” statüsünün kaldırılmasını öngörüyor.
Ocak ayında diktatörlüğe karşı eylemler yapıldı
Kazakistan'da 1 Ocak gece yarısı LPG'ye yüzde 50 zam yapılması bardağı taşıran damla oldu. Yıllardır ekonomik olarak sömürülen, siyasi olarak baskı altında tutulan Kazakistan işçi sınıfı ve emekçiler; hem zamlara, hem de baskıcı, sömürücü, otoriter yönetime karşı isyan etti. Kısa sürede ülke geneline yayılan ayaklanmada 200’den fazla kişi hayatını kaybetti.
Bir hafta devam eden ayaklanmalar sonucu hükümet zammı geri çekti, Cumhurbaşkanı hükümeti görevden aldı. Bir önceki diktatör, Güvenlik Konseyi Başkanı Nursultan Nazarbayev ayaklanmacıların talebi doğrultusunda görevinden alındı. Ayaklanan halk ülkede demokratik bir yönetim kurulmasını istiyordu.
Cumhurbaşkanı Tokayev, eylemcilere anayasa değişikliği yapacağı sözünü verdi. Anayasa değişikliği, Ocak ayında gerçekleşen eylemlerin bir kazanımı olarak görülüyor. Bu değişikliğin ülkede yönetim sisteminin yeniden inşasının önünü açacağı belirtiliyor.
Partili cumhurbaşkanlığı kaldırılıyor
Anayasa değişikliğiyle “süper başkanlık” sisteminin yerini “güçlü bir cumhurbaşkanı, etkili parlamento ve hesap veren hükümet” prensibinin alması öngörülüyor. Ayrıca cumhurbaşkanının görevde bulunduğu sürece siyasi partiye üye olması ve akrabalarının hükümette görev alması da yasaklanıyor.
Kanunları kabul etme yetkisi sadece parlamentoya ait olacak. Anayasa Mahkemesi başkanı ve üyeleri, Yüksek Mahkeme Başkanı ve üyeleri, Merkez Seçim Komisyonu başkanı ve üyeleri, Yüksek Denetim Odası başkanı ve üyeleri, kolluk kuvvetleri, askeri personel, milli güvenlik kurumu çalışanlarının siyasi partilere üyeliği yasaklanıyor.