İngiltere'nin sağcı başbakanı bir skandalın ardından istifa etti. Devrimci sosyalistler, işçilere, göçmenlere, ezilenlere savaş açan muhafazakar parti hükümetine karşı mücadeleyi büyütme çağrısı yaptı.
Muhafazakar başbakan, üst düzey bakanların bir dizi istifasının ardından gitmek zorunda kaldı. Johnson hükümetine karşı artan öfkeden korktular. Bu öfkeyi sürekli yinelenen yalanlar, örtbas etmeler ve yolsuzluklar, büyüyen hayat pahalılığı ve geçim sıkıntısı büyüttü.
Muhafazakar Parti, Boris Johnson'dan kurtularak iktidarını devam ettirmek istiyor.
İngiltere'de örgütlü olan Socialist Workers Party'ye (SWP) göre "Johnson'dan kurtulmak Muhafazakarların sorunlarına bir son vermez."
SWP, muhafazakar hükümetin krizine dikkat çekerken muhalefetteki İşçi Partisi'nin sağcı politikalarının bir alternatif olmadığını vurgulayarak, çözümü işçilerin grevlerinde ve sokak muhalefetinin güçlenmesinde görüyor ve şu çağrıyı yapıyor:
"Muhafazakarlara, tüm alçak politikalarına ve arkasındaki patronlara karşı cehennemi yükseltelim."
Erdoğan'ın sayılı dostlarından biri olan Boris Johnson, radikal solcu Jeremy Corbyn'e karşı İngiliz egemen sınıfının geniş desteği sayesinde başbakanlık koltuğuna oturmuştu.
Ülkeler arasında sınır, sistem, etnisite, inanç, ideoloji, tarih gibi konular etrafında anlaşmazlıklara sık rastlıyoruz. Bunların bazıları uzun süreli ve kalıcı olurken, bazıları belli bir uzlaşmaya varıldığında ortadan kalkıyor.
Suudi Arabistan’la Türkiye arasında da tarihten gelen bazı değerlendirme farklılıkları olmakla beraber, bölgesel rekabet dışında dikkat çeken bir anlaşmazlık yoktu. 2011’de Tunus’ta başlayıp, birçok despotik Orta Doğu ülkesinde patlak veren “Arap Baharı” iki ülke arasındaki bu havayı bozdu.
Türkiye’nin, İslam ülkelerinin çoğundaki mevcut yönetimlere karşı kitlesel örgütlenmesi bulunan Müslüman Kardeşler’den yana tavır alması, başta Mısır, Suudi Arabistan, Suriye ve Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere, bölge ülkeleriyle çok da iyi olmayan ilişkilerini neredeyse kopardı. Buna İsrail’le “one minute” çıkışıyla başlayıp, giderek neredeyse tamamen tıkanan ilişkileri de dahil etmek gerekiyor.
İçeride işler yolunda gitmeyince…
Suudi Arabistan vatandaşı ve gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın bu ülkenin İstanbul Başkonsolosluk binasında öldürülmesi bu döneme rast geldi. İki ülke arasında hayli bozulmuş olan ilişkileri daha da kötüleştirdi. Türkiye olayın üzerine gitti, elde ettiği bilgileri başta ABD olmak üzere dünya ile paylaşarak Suudi üst yönetiminin teşhir ve tecriti için yoğun çaba gösterdi.
Süreç böyle devam ederken, AK Parti iktidarının içeride izlediği politikalar ekonomik ve siyasi bakımdan çıkmaza girdi ve çöküş başladı. Yoksullaşma, yolsuzluk, hayat pahalılığı, işsizlik, yüksek enflasyon ve yükselen döviz kurları, iktidar uygulamalarını karakterize eden temel olgulardı. Toplumun büyük bölümü de, seçimden önce olumlu bir yönde değişiklik ummuyordu.
Bu çözümsüzlük ortamında iktidar, söz konusu ülkelerle yeniden ilişkilenme yoluyla, ekonominin çarklarını döndürecek para bulma politikasına yöneldi. Gidişler gelişler, yakınlaşmalar, anlaşmalar, filan… İktidarın ilişkileri yeniden toparlama girişimlerine elbette kimsenin pek itirazı olmazdı. Bölgede barışın hâkim olması istenen bir şeydi. Tam da seçim arifesinde, bunun AK Parti’nin içerideki açmazına bir çare olup olamayacağı ise başka bir husustu. İşte tam bu sırada, öyle bir adım attılar ki, pes dedirttiler!
Böyle bir cinayeti unutabilmek…
Karşılıklı gelmeler gitmeler döneminde, Cemal Kaşıkçı cinayetinin dosyasını, bu vahşi cinayetin emrini veren kişinin başında bulunduğu Suudi Arabistan’a apar topar devrettiler.
Özür dileyerek, canı sıkıcı bazı hatırlatmalarda bulunmak istiyorum.
Cemal Kaşıkçı evlenmek üzereydi. İstanbul Başkonsolosluğu’ndan gerekli evrakları almak istedi. Ona gün verdiler. Kaşıkçı o gün nişanlısı, Türk vatandaşı Hatice Zengin’i kapı önünde bırakarak konsolosluğa girdi. Kendisini katillerinin beklediğini bilmiyordu.
Onu naylon poşetle boğdular. Cesedini parçalara ayırıp 5 bavul ve 2 poşetle konsolosluğun rezidansına götürüp, bahçedeki fırında yaktılar. Failler, Prens Muhammed bin Selman’ın danışmanı al Kahtani liderliğinde Türkiye’ye gelen, insanlık dışı işlerini bitirince, valizlerini bile aratmadan, farklı uçaklarla dönen 15 kişilik Suudi infaz timiydi.
Saatler ilerledikçe, başta Hatice Cengiz olmak üzere, durumdan haberdar olan herkesi derin bir endişe sardı. Kaşıkçı’yı bir daha gören olmadı. Konsolosluk görevlileri yalan üzerine yalan söylediler. “Gitti” dediler. Olmadı ”kazaen öldü” diye uydurdular. Tutmadı “konsolosluğun içinde yaşanan yumruklu kavgada öldüğü” yalanını bile söylediler.
Fakat hesaba katmadıkları bir şey vardı; Türk istihbaratı neredeyse baştan sona her şeyi dinleyip kayda almıştı. Türkiye, ancak iki hafta sonra polislerini konsolosluktan içeri sokup arama yaptı. Tabii ki ortalık tertemizdi.
Söylenenler, yazılanlar ve yapılanlar…
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti iktidarı o dönemde bu cinayete asla göz yummadılar. Emri verenler dahil, bütün suçluların ortaya çıkarılıp yargılanması için çalıştılar.
Erdoğan, AK Parti’nin TBMM grup toplantısında, adını zikretmeden sorumlu olarak Veliaht Prens Muhammed’i işaret etti. Planlı bir cinayet olduğunu belirtti. Türkiye’de işlendiği için kapatılmasına izin vermeyeceklerini söyledi. Emrin en üst düzeyden geldiğini vurguladı.
Bir ay sonra Erdoğan, Washington Post’a yazdığı yazıda, cinayeti aydınlatmak için bütün imkânların seferber edildiğini açıkladı. Kaşıkçı’nın soğukkanlı bir tim tarafından öldürüldüğünü dünyaya Türkiye’nin duyurduğunu belirtti. Mevcut bulguların, cinayetin önceden planlandığını gösterdiğini vurguladı.
14 Aralık 2018’de konuyla ilgili olarak konuşan Erdoğan, “Bunun failinin kim olduğu bana göre belli. Biz ses kayıtlarından şunu da öğrendik, gelenlerin içinde şu andaki Veliaht Prens’in en yakınında olanlar, bu işin aktif rol üstlenicisi. Aldığı talimatı yerine getirenler orada. İpe un serdiler, bilgiyi İstanbul başsavcısına vermediler. Çünkü fail ortada, bunu biliyorlar. Yardım yataklık yapan da yanında” dedi. “Türkiye’nin elindeki bilgileri ABD ile paylaştığını” vurguladı. Cemal Kaşıkçı için ”şehit” sıfatını kullandı ve “Adalet yerini bulacak” diye ekledi.
Aynı konuşmada Erdoğan şunları da söyledi:
“Veliaht Prens dedi ki, ‘Cemal Kaşıkçı başkonsolosluktan çıktı’. Ya Cemal Kaşıkçı çocuk mu? Dışarıda nişanlısı var. Bunlar dünyayı enayi zannediyor.
“Bu millet enayi değil, hesabı sormasını bilir ve tabii dedik ki biz herkese açığız. Suudi Arabistan kayıtları almak istedi, kusura bakmayın o kadar değil. Dinletiriz, gösteririz ama vermeyiz. Verelim de ondan sonra bunları yok mu edeceksiniz?”
Türkiye kararlı, derken…
Konu üzerine titizlikle giden Türkiye, o zamanlar CIA direktörü olan Gina Haspel’e, cinayette emri verenin veliaht prens olduğuna ilişkin kanıtları gösterdi. Hakan Fidan da, ABD’de bir grup senatöre aynı kanıtları gösterdi.
Yine Türkiye, Birleşmiş Milletler (BM) Yargısız İnfazlar Özel Raportörü Agnes Callamard’ın (şu anda Uluslararası Af Örgütü genel sekreteri) yazdığı 101 sayfalık raporunda bu kanıtları kullanması için yardımcı oldu. Callamard, hem raporda hem de bazı uluslararası gazetelere yazdığı yazılarda, kasten ve taammüden yargısız bir infazın söz konusu olduğunu, Kaşıkçı’nın öldürülmesinden sonra cesedinin yok edildiğini, Suudi Arabistan’da yapılan yargılamalarda Türkiye’nin sorumlu gördüğü isimlerin bulunmadığını özellikle belirtti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti iktidarı işte bunca etkili çıkıştan sonra davayı ve dosyayı Suudilerin ellerine teslim etti.
Gelen talep dikkate alınarak, Cezai Konularda Uluslararası Adli İşbirliği Kanunu’nun 24. Maddesi’ne istinaden İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki dava dosyası şipşak Suudi Arabistan’a gönderildi. Dava durduruldu ve sanıkların kırmızı bültenle aranmasına son verildi.
Cinayetin kanıtlarını Suudilere vermekten sakınanlar, artık ne olup bitti ise, dosyayı olduğu gibi verdiler.
Bu inanılmaz durum hakkında bir süredir yazmak istiyordum. Araya başka mevzular girdi, ancak şimdi ele almak kısmet oldu.
Faile dosya teslim etmek…
Bugün Suudi Arabistan’da bu korkunç cinayetle ilgili devam eden bir dava yok; çoktan bitmiş. Birkaç kişi işlenen ağır suça hiç de denk düşmeyen cezalarla paçayı kurtarmışlar. Emir veren ise hiçbir şey yapmamış pişkinliği içinde, Türkiye gibi ülkelerde ayaklarına halı serilerek karşılanıyor.
Yeni adalet bakanı Bekir Bozdağ, kendisinden beklendiği gibi, “Davanın durdurulması, dosyanın devri ve faillerin kırmızı ültenle aranmasına son verilmesi” işleminin yasalara ve hukuka fevkalade uygun olduğunu söylüyor.
Tabii ki tuhaflıklar var. Kaşıkçı’nın nişanlısı Hatice Cengiz, Ankara İdare Mahkemesi’nde dosyanın Suudi Arabistan’a devrine itiraz ediyor. Daha bu itirazın sonuçları bile gelmeden, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi, oy çokluğuyla devir kararı alıveriyor.
Ders veren şerh
İşte burada, “siz yine de adaletten umudu kesmeyin” dedirtecek bir tablo ortaya çıkıyor. Beş sayfalık kararın dört sayfası, devir kararına karşı çıkan mahkeme başkanı Hakim Nimet Demir’in şerhi. Hukuk, adalet, uluslararası uygulamalar, vicdan, gelenek ve teamül adına hangi değeri ararsanız, o dört sayfada yer alıyor. Açıkçası, söylenecek söz bırakmıyor.
Peki ya sonra? Hâkim Nimet Demir, haber verilmeden yaz kararnamesiyle Kahramanmaraş’a atanıyor. Demir, “Benim durduğum yer, demokrasi, insan hakları ve özgürlük” diyor.
Bölge ülkeleriyle ilişkileri yoluna koymak çok önemli. Karşılıklı çıkarları kollamak, evet gerekli. Bölge barışına katkı sunmak, tartışmasız…
Hukukçu değilim, ama doğrusu bu dosya devri işinde hukuk, adalet, ahlaki değer, uluslararası itibar filan göremedim. Aklıma para geldi.
Küresel ısınmanın en yıkıcı etkilerinden biri kuraklık. İtalya'nın kuzeyi son 70 yılın en büyük kuraklığını yaşarken, tarım üretimi yüzde 30 oranında azabilir.
Dünyanın 9. büyük tarımsal ürün ihracatçısı İtalya, aşırı sıcakla birlikte, kış ve bahar aylarında yeterince yağış alamadı. Ülkede su kıtlığı baş gösterdi.
Tarım sendikası Coldiretti'ye göre kuraklık İtalya'nın tarım üretiminin yüzde 30'unu yok edebilir. Sendika Po Vadisi'ndeki hayvanların yarısının tehdit altında olduğunu duyurdu.
Maggiore ve Garda göllerinde su seviyesi yılın bu zamanı için normalin altında. Güneyde Roma'nın içinden geçen Tiber Nehri'nin seviyesi de düştü.
İtalya hükümeti, ülkenin kuzeyinde Po Nehri'nin geçtiği beş bölgede olağanüstü hâl ilan etti. Emilia-Romagna, Friuli Venezia Giulia, Lombardsiya, Piedmont ve Veneto bölgelerine, su kıtlığıyla başa çıkabilmeleri için acil durum bütçesinden 36,5'er milyon euro verilecek.
Öte yandan Po Vadisi'ndeki çiftçiler, deniz suyunun nehre aktığını ve ürünlerini tahrip ettiğini söylüyor. Po, İtalya'nın en uzun nehri ve doğuya doğru 650 kilometreden fazla akıyor.
Kuraklığın bir diğer etkisi de hidroelektrik enerji üretimindeki keskin düşüş. Ülkenin uzeyindeki dağlık bölgelerde yer alan hidroelektrik tesisler,i enerjinin yaklaşık yüzde 20'sini üretiyor.
Acımasız bir diktatörlükle yönetilen Özbekistan'ın özerk bölgesi Karakalpakistan'da ayrılma hakkının ortadan kaldıran anayasa değişikliğine karşı büyük bir ayaklanma yaşanıyor.
32 milyon nüfuslu Özbekistan'da Aral Gölü yakınlarında büyük kısmı çöl olan bölgede 2 milyon Karakalpak yaşıyor. Karakalpaklar kendi dillerini konuşan bir halk.
Özbekistan diktatörü Şevket Mirziyoyev, SSCB'nin dağılmasının ardından bölgeye tanınan ayrılma hakkının kaldırmaya dönük referandum girişimi büyük bir isyanla karşılandı.
Sokağa dökülen on binlerce kişi Özbek polisiyle çatıştı. En az 18 kişi hayatını kaybederken, binlerce kişi yaralı olarak hastaneye kaldırıldı.
Diktatör Mirziyoyev, ayaklanmayı bastırmak için bölgede Olağanüstü Hal ilan etti. Buna rağmen protestoların devam ettiği bildiriliyor.
Sudan’ın dört bir yanındaki kitlesel eylemler, polisin ve devletin uyguladığı acımasız şiddete rağmen devam ediyor, eylemciler dokuz kişinin öldürüldüğünü bildiriyor.
Sudan’da 30 Haziran Perşembe günü, sıradan insanların askeri hükümete boyun eğmeyeceklerini vurguladıkları devasa ve yaygın eylemler gerçekleşti. Son dönemde yapılan diğer eylemlerin ötesine geçen bu eylemlerin bazılarında oturma eylemleri de oldu. Örneğin başkent Hartum’da iki ayrı bölgede oturma eylemleri yapıldı. Bunlar o dönemde rejim için derin bir kriz yaratan 2019’daki cüretkâr eylem taktiklerini hatırlatıyor.
Perşembe günü acımasız devlet otoriteleri, eylemler karşısında alışık oldukları baskılara başvurdular. Sabah saat 10’a geldiğinde eylemciler, polisin ve ordunun çoğunluğu Omdurman şehrinde olmak üzere dokuz kişiyi öldürdüğünü bildiriyordu. Omdurman’da bulunan Kur'an-ı Kerim ve İslam Bilimleri Üniversitesi’nin çatısındaki bir keskin nişancı, yürüyüş yapanların üzerine gerçek mermilerle ateş etti.
Hartum’da güvenlik güçleri, göstericilerin başkanlık sarayına yürümesini engellemek için göz yaşartıcı gaz ile tazyikli su sıkan araçlar kullandı. Ancak bu yürüyüşü durduramadı. Hartum’un kuzeyinde bulunan Bahri’de göstericiler, Al Mak Nimer köprüsünü zorlayarak polisleri ve askerleri aşıp köprüyü geçtiler.
Daha sonra El Muassasa ve Başdar’da oturma eylemleri başladı. Başlangıçta bu eylemlerin 24 saat süreceği açıklandı ama bu sürenin katılımcıların oylarına göre uzatılabileceği söylendi. Günün erken saatlerinde göstericiler başkentin ana caddelerinden bazılarını taşlar ve yanan lastiklerle kapatmışlardı. Sudan’ın iki özel Telekom şirketinin çalışanları, şirket yetkililerinin onlara perşembe günü boyunca internet kapatmalarını emrettiğini söyledi.
Sudan’daki Radio Dabanga, Darfur’daki Nyala ve Zalingey’de, Güney Kordofan’daki Kadugli’de, Doğu Sudan’daki El Gedaref ve Kassala’da ve Kuzey Sudan’daki Dongola ve Atbara’da eylemler yapıldığını haberini geçti. Ülkenin Kızıldeniz eyaletinde bulunan Port Sudan şehrinde göstericiler baskıyla ve göz yaşartıcı gazla karşılaştı.
Sudan halkı, General Abdülfettah el-Burhan’ın geçtiğimiz yılın 25 Ekim’inde yönetime el koymasının ardından, sekiz ay boyunca cesurca mücadele etti. Darbe sözde kalan bir “demokrasiye geçiş sürecini” sona erdirdi. Aynı zamanda ordu ve sivil liderler arasında yapılan sahte “iktidar paylaşımı anlaşmasını” da sonlandırdı.
Perşembe önemli bir gündü çünkü 30 Haziran 1989’da Ömer El-Beşir askeri bir darbeye liderlik etmiş ve seçilmiş hükümeti devirmişti. El-Beşir neredeyse 30 yıl boyunca iktidarda kaldıktan sonra 2019 yılında, uzun bir isyan ve devrim sürecini başlatan kitlesel bir hareket tarafından iktidardan uzaklaştırıldı.
Orduya meydan okunmasını örgütleyen eylemcileri bir araya getiren yerel demokratik yapılar olan direniş komitelerinin oluşturduğu ağlar, yürüyüşleri organize etti. Socialist Worker’a konuşan Hartum’daki Şark-El Nil Güney Koordinasyonu’nun bir üyesi “bugünü halkın devrimi sürecine kendimizi yeniden adamak için kullanıyoruz” ifadelerini kullandı.
Hartum Eyaleti Direniş Komiteleri Koordinasyonu yürüyüşlerin “darbe otoritesinin baskıcı iktidarını devirecek güçlü bir fırtına” olmasını umduklarını açıkladı. “Sokağa çıkacak ve darbe devrilene kadar geri dönmeyi ve görevimizden ayrılmayı reddedeceğiz. Bu biz zafere ulaşana kadar sürecek açık bir savaş. Ya amaçlarımıza ulaşacağız veya ulaşmaya çalışırken yok olacağız. Önümüze koyduğumuz hedeflere, hainlerin, korkakların ve kaytarıcıların muhalefetine rağmen ulaşacağız. Bunun için de eylemler, grevler, itaatsizlik ve barikatlar gibi tüm barışçıl araçları kullanacağız.”
Göstericiler rejimin devrilmesini, sivil bir hükümet kurulmasını ve demokratik bir dönüşüme gidilmesini talep ediyor. Ordunun iktidarı başkasına devretmek istememesinin nedenlerinden biri, onların ekonominin geniş kesimlerini kontrol ediyor olması. İleri Savunma Araştırmaları Merkezi’nin (C4ADS) bu hafta yayınladığı bir raporda güvenlik aygıtının seçkinlerinin sahibi olduğu 408 ticari varlıktan oluşan bir veri yayınlandı. Bu varlıkların arasında tarım holdingleri, bankalar ve tıbbi ithalat şirketleri de bulunuyor.
C4ADS’nin başında ABD askeri kurumlarıyla bağlantılı kişiler yer alıyor. Sudan’daki para akışının nasıl gerçekleştiğini biliyor. Rapora göre kullandığı şiddet nedeniyle kötü bir üne sahip olan Hızlı Destek Kuvvetleri’nin lideri Hamdan Dagalo’nun ailesi ülkedeki büyük bankalardan Khaleej Bankası’nın %28’inden fazla hissesini elinde bulunduruyor. Daha pek çok holdingi de var.
Perşembe günü sokaklara çıkan muazzam bir cesaret ve kararlılık gösterdiler. Ancak acımasız rejim sadece bu niteliklerle yenmek mümkün değil. Direniş komitelerinin sadece eylem grupları olmaktan çıkıp, generallerin ve onların destekçilerinin hükümetine karşı alternatif bir hükümetin merkezi haline gelmesi gerek. Bu yapının işçilerin en örgütlü kesimleri içinde -Telekom, taşıma, finans, liman işçileri ile hastaneler, okullar ve üniversiteler gibi kamu kurumlarında çalışan işçiler- grevlerin inşa edilmesiyle bağlantılanması elzem.
Son dönemde yapılan öğretmen grevleri maaşlar ve çalışma koşulları konusunda gerçek kazanımlar elde etti. Ayrıca 18 öğretmen komitesi 30 Haziran eylemine katılacaklarını ilan etti. Direniş komitelerinde temel meseleler konusunda tartışmalar var. 15 eyaletteki direniş komiteleri tarafından kabul edilen Halk İktidarı için Devrimci Misak metninde, bir hükümetin kurulması konusunda bir yol haritası yer alıyor. Bu yol haritası, darbeye karşı direniş sürecinin bir parçası olarak yerel konseylerin seçilmesine derhal başlanmasını içeriyor.
Ancak bu metin aynı zamanda kamu-özel karma ekonomik sistemine bağlı kalarak sınırlandırıyor, böyle davranmak şu anki zenginlik yapısının büyük kısmının aynen varlığını korumasına neden olacak. Devrimin derinleşmesi ve hem rejimi hem de onun ekonomik destekçilerini devirmek için örgütlenmesi gerek.
Devrimin Kronolojisi
Aralık 2018: Ekmeğin ve diğer temel tüketim maddelerinin fiyatlarının üçe katlanması eylemlere neden oldu. Bu eylemler kısa sürede askeri bir darbenin ardından ülkeyi 30 yıldır yönetmekte olan Ömer El-Beşir rejimine karşı siyasal bir isyana dönüştü. Baskıya rağmen gösteriler sonraki üç ayda giderek büyüdü.
Nisan 2019: Hartum’daki bir yürüyüşün ardından eylemciler dağılmak yerine, ordu karargahının etrafındaki alanı işgal ettiler ve süresiz bir oturma eylemi başlattılar. Kendilerini saldırılardan korumak için barikatlar kurdular, gıda ve su dağıtımını organize ederek, güvenliği örgütlediler, kültürel projeler yürütmeye ve ne yapacaklarını tartışmaya başladılar. Bu durum başka yerlere de örnek oldu, başka şehirlere de yayıldı. İşçiler sadece bireyler olarak değil, işyerlerinden gelen örgütlü gruplar olarak eylemlere katıldılar.
11 Nisan 2019: Gösterilerin ölçüsünden korkan ordu komutanları, Beşir’in görevden alındığını açıkladı. Ama ordu iktidarda kalmayı sürdürdü. Gösteriler ve oturma eylemleri devam etti ve işçiler 28-29 Mayıs’ta güçlü bir genel grev yaptılar.
3 Haziran 2019: Kötü ünlü Hızlı Destek Kuvvetleri’nin yarı para-militer güçlerinin liderliğindeki askeri konsey güçleri Hartum’daki oturma eylemini dağıttı ve en az 110 kişiyi öldürdü. Ama eylemler ve grevler devam etti.
Ağustos 2019: Ordudan kurtulmak için gösterileri inşa etmek yerine, yozlaşmış bir anlaşma ile ordu ve demokrasi yanlısı hareket arasında bir “iktidar paylaşımına” gidildi.
Ekim 2019: Değişimin gerçekleşme hızının yavaşlığına ve ekonomik zorluklara öfkeli olan çok sayıda kişinin katıldığı eylemler sokakları doldurdu.
Temmuz 2020: “Devrimin yolunu düzeltmek için” bir milyona yakın kişi yürüdü.
Ekim 2021: Geçiş anlaşması ordunun çekilmesini gerektiriyordu ama ordu iktidarda kalmak için bir darbe düzenledi. Derhal sokak eylemleriyle karşılaştı.
6 Kasım 2021: Sudan’ın dört bir yanında bir milyon kişi orduya karşı sokağa çıktı. Yolları kapattılar ve ordunun kontrolünü kabul etmeyeceklerini açıkça belirttiler.
21 Kasım 2021: Darbenin devirdiği sivil başbakan, Abdullah Hamduk, bir geçiş döneminde teknokratlardan oluşacak bir hükümetin başına geçmek için General Abdülfettah el-Burhan ile bir anlaşmaya vardı. Darbe karşıtı muhalefetin çoğunluğu bu hamleyi, ordu aslında görevde kalırken değişim yaşandığı görüntüsünü yaratmaya çalışan bir sahtekarlık olarak görüp reddetti.
2 Ocak 2022: Devam eden kitlesel sokak eylemleri Hamduk’u istifaya zorladı. Birleşmiş Milletler ve Batılı güçler sokaklardaki halk ile generaller arasında bir uzlaşma aramayı sürdürdü.
NATO liderleri, Soğuk Savaş'tan bu yana Avrupa'da en büyük askeri yığınağa karar verdi ve İsveç ile Finlandiya'dan katılmalarını istedi.
Madrid'deki NATO zirvesinin deklarasyonu, Ukrayna'da daha fazla ölüm ve yıkım ile daha geniş çaplı bir savaş tehdidinin yolunu açtı. Savaş çığırtkanları ittifakı, Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana en büyük askeri “daha rekabetçi bir dünya” için bir baskı ortaya koydu.
NATO liderleri, zirvede konuşan Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski'ye daha fazla silah verme konusunda anlaştı. Bu, ABD emperyalizminin ve Rus emperyalizminin Ukrayna üzerinde yürüttüğü savaşın tırmanması anlamına geliyor.
NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Yeni Stratejik Konsept'ei "caydırıcılık ve savunmamızda köklü bir değişim" diyerek övdü. “ Daha ileri konuşlandırılmış muharebe oluşumları ”, “daha yüksek hazırlıklı kuvvetler” ve “daha fazla konumlandırılmış teçhizat” sözü verdi.
Başkan Joe Biden, ABD'nin Avrupa'ya askeri teçhizat akıtacağına söz vermişti. Bu, Polonya'daki 5. Kolordu için kalıcı bir karargah, Romanya'da 5 bin asker ve İngiltere'de iki F-35 filosunu içerecek.
İtalya ve Almanya'ya hava savunma teçhizatı gönderecek ve İspanya'daki deniz muhriplerinin sayısını dörtten altıya çıkaracak.
ABD'nin yeni konuşlandırmaları, Avrupa'da sahip olduğu 100 bin askerin üzerine geliyor - ki Rus işgalinden bu yana zaten 20.000 kişi artmıştı. Ve sadece ABD'nin ötesinde, müttefikleri yüksek alarmdaki asker sayısını 40.000'den 300.000'e çıkaracak.
NATO liderleri, Finlandiya ve İsveç'i (şimdiye kadar resmi olarak tarafsız olan ülkeler) ittifaka katılmaya davet etme konusunda anlaştı.
Finlandiya ve İsveç'in NATO'ya katılması, dünyanın emperyalist kamplara nasıl bölündüğüne, ABD, Rusya ve Çin'in rekabete nasıl zorlandığına dair bir işaret. Nükleer silahlarla donanmış durumdalar. Doğu Avrupa ve Asya'da karşı karşıya geliyorlar.
NATO destekçileri bu durumu savunmacı ve demokratik bir ittifak olarak resmediyor. Stratejik Konsept ise “değerlerimize ve çıkarlarımıza dayalı uluslararası düzeni bozan” Rusya ve Çin'i ele geçirmekten bahsediyor.
NATO'nun Yeni Konsepti gerçekte, Rusya'dan ve özellikle Çin'den gelen rekabet karşısında, ABD emperyalizminin kanlı hegemonyasını savunmaya çalışmasıyla ilgilidir.
Zirve öncesi NATO'nun internet sitesinde yayınlanan bir makale, konunun “büyük güçler” arasındaki rekabetin artmasıyla ilgili olduğunu açıkça ortaya koydu . Yeni Stratejik Konseptin "ittifakı, devletlerarası tehditlerin ve büyük güç rekabetinin geri dönüşüyle karakterize edilen bir dünyaya hazırlayacağını" vurguladı. NATO bunun, ABD'nin Afganistan ve Irak gibi daha zayıf ülkelere karşı acımasız savaşlar başlattığı 1990'larda ve 2000'lerde “akran olmayan rakiplere” odaklanmasından farklı bir adım olduğunu açıkladı.
ABD ve NATO emperyalist rekabeti tırmandırırken, tüm emperyalistleri reddeden savaş karşıtı bir hareket inşa etmek daha da önem kazandı. Türkiye'de bu, Rus birliklerinin Ukrayna'dan çekilmesini talep etmek ve ABD ile NATO'nun tırmanışına ve genişlemesine karşı çıkmak anlamına geliyor.
Fas’tan İspanya'nın Kuzey Afrika'daki toprağı Melilla kentine 24 Haziran’da geçmeye çalışan göçmenlerle güvenlik güçleri arasında arbede ve izdiham yaşandı. Fas polisinin göçmenlere ateş açması sonucu en az 37 kişi öldü.
Melilla'daki Fas-İspanya sınırında 24 Haziran sabahı yaşanan olayda, Fas tarafındaki yaklaşık 1500 göçmen 10 metre uzunluğundaki dikenli tel örgülerin olduğu sınır hattından geçmeye çalıştı, geçişe müdahale eden polisler, kitleye ateş açtı, 37 kişiyi öldürdü. Göçmenlerden 133'ünün Melilla'ya geçtiği, hem Fas, hem de İspanya tarafında çok sayıda yaralı olduğu açıklandı.
Ölü sayısı 37, yaralılar var
Fas yetkilileri ölü sayısını 18 olarak açıkladı ancak İspanya merkezli sivil toplum örgütü Caminando Fronteras 37 göçmenin öldürüldüğünü belirledi.
Caminando Fronteras'ın Sözcüsü Helena Maleno, sınırdaki dikenli tel örgülerden atlayıp İspanya tarafına geçmeye çalışan göçmenlerden Fas tarafında ölenlerin sayısının 18 değil 37 olduğunu, halen ağır yaralıların olduğunu, ölü sayısının daha da artabileceğini açıkladı.
Sosyal medya hesabından açıklama yapan Maleno, "Melilla'daki trajedide 37 kişinin öldüğünü biliyoruz. Bu nihai sayı değil, daha da artabilir" dedi.
Fas İnsan Hakları Birliği (AMDH) temsilcileri en az 29 can kaybı olduğunu söyledi. Sosyal medyada, Fas'ın Nador kentinde yerde yatan göçmenlerin görüntüleri paylaşıldı.
Podemos, yaşanan olayları eleştirdi
İspanya’daki koalisyon hükümetinin küçük ortağı Unidas Podemos ile Podemos'dan ayrılan bazı siyasetçilerin kurduğu Mas Pais partileri, Fas yönetimini övdüğü için Başbakan Pedro Sanchez'i eleştirdi.
Podemos'un lideri ve Çalışma ve Sosyal Ekonomi Bakanı Yolanda Diaz, “Melilla'dan gelen görüntülerden şok oldum. Haksız yere hayatlarını kaybeden tüm insanların yakınlarına başsağlığı diliyorum. Yaşananların ne olduğu açıklığa kavuşturulmalıdır. İnsan haklarına saygılı bir göç politikasına her zaman destek vereceğim” dedi.
Ana muhalefetteki Halk Partisi de Melilla'da yaşananlarla ilgili her şeyin şeffaf bir şekilde araştırılmasını istedi.
Fas ve İspanyol örgütlerden göçmen katliamına dair açıklama: Katil, Fas-İspanya göç anlaşması
Fas ve İspanyol insan hakları örgütleri de konuyla ilgili ortak açıklama yayımladı. Fas İnsan Hakları Örgütü (AMDH), İspanya merkezli “Caminando fronteras/Sınırlarda yürümek”, Attac Maroc, Savunmasız Durumdaki Göçmenlere Yardım Derneği ve Fas Sahraaltı Toplulukları Kolektifi imzalarıyla yayımlanan ortak açıklamada, “Katil, İspanya-Fas göçmenlik anlaşmasıdır” denildi.
"Trajik olaylar, güvenlik temelli göç politikalarının başarısızlığının şiddetli bir hatırlatıcısıdır" denilen açıklamada şu ifadeler kullanıldı:
"Bu genç Afrikalıların ‘Avrupa Kalesi’ sınırlarında ölmesi, Fas ve İspanya arasındaki göç konusundaki güvenlik iş birliğinin ölümcül doğası hakkında bizi uyarıyor. Cuma günü 24 Haziran'da yaşanan trajedinin koşulları birkaç haftadır mevcuttu. Nador ve bölgesindeki göçmen topluluklara yönelik gözaltı kampanyaları, kamplara baskınlar ve zorla yerinden etmeler bu dramın önceden habercisiydi. Mart 2022’de Fas ve İspanya arasında göç alanında güvenlik işbirliğinin yeniden başlaması, iki ülke arasındaki koordineli eylemlerin çoğalmasının doğrudan bir sonucu olmuştur."
Emperyalistler arası çatışmanın merkezi haline getirilen Ukrayna'daki savaş tüm vahşetiyle sürüyor. Severodonetsk şehri Rusya kontrolüne geçti. NATO, savaş gündemiyle toplanıyor.
İspanya'da toplanacak NATO zirvesinin temel gündemi Ukrayna olarak öne çıkarken, Rusya işgal ettiği eski sömürgesini vuruyor.
Severodonetsk düştü
Savaşın yoğunlaştığı Doğu Ukrayna'nın sanayi kenti Severodonetsk'tan Ukrayna birlikleri çekildi ve Rusya ordusu kontrolü ele geçirdi.
Luhansk bölgesindeki şehrin işgal edilmesi, Ukrayna açısından moral bozucu bir gelişme. Rusya ordusunun hedef aldığı Donbas'ın iki ana bölgesinden birinde yaşanan bu atak Moskova'yı hedeflerine yaklaştıran bir adım olarak okunabilir.
Kiev ve Harkov vuruluyor
Savaş sadece doğuda sürmüyor. Rusya savaş uçakları Ukrayna'nın en büyük iki şehrini, Kiev ve Harkov'u bombardımana tutuyor. Harkov'a yapılan füze saldırıları sonucu şehrin altyapısının zarar gördüğü ve onlarca sivilin hayatını kaybettiği duyuruldu.
NATO zirvesinin gündemleri
28-30 Haziran günlerinde İspanya'nın Seville şehrinde toplanacak NATO liderler zirvesinde ana gündem Ukrayna olacak.
ABD liderliğindeki Batı emperyalizmi, Rusya-Ukrayna savaşının etkileri ve alınacak önlemleri, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelik başvuruları ve NATO’nun Avrupa yapılanmasının güçlendirilmesini konuşacak.
NATO, Rusya'yı düşman olarak ele alırken Ukrayna'ya askeri takviyeyi planlayacak.
Zirve öncesi İspanya'nın başkenti Madrid'de binlerce kişi NATO'yu ve savaşı protesto etti. Kent merkezinde yapılan yürüyüşte, "Savaşlara hayır", "NATO'ya hayır", "NATO üsleri dışarı", "Askeri harcamalar yerine okul ve hastane yapın" sloganları atıldı.
Barcelona, Madrid, Valencia, Bilbao, Sevilla, Granada, Cádiz, Mataro ve Zaragoza'da ırkçılık karşıtları öfkeyle sokaklara döküldü.
37’den fazla göçmenin katledilmesinin ardından, İspanya'da Pazar akşamı protestolar patlak verdi.
Tek suçları, Cuma günü, kuzey Afrika'da, Fas sınırında kalan ve sömürgecilik geçmişiyle bilinen İspanyol yerleşim bölgesi Melilla'ya geçmeye çalışmaktı.
Barcelona, Madrid, Valencia, Bilbao, Sevilla, Granada, Cádiz, Mataró ve Zaragoza gibi kentlerde ırkçılık karşıtları öfkeyle sokakları doldurdu. Eylemlerin Pazartesi ve Salı günleri de diğer şehirlere yayılarak büyümesi bekleniyor.
İspanyol Ulusal Polisi ve Sivil Muhafızlar ile bir arada hareket eden Fas güvenlik güçleri, Fas ve Melilla arasındaki sınırı geçerek göçmenlere saldırdı. Melilla'ya girmeyi başaran göçmenleri öldüresiye dövdüler ve geri dönmeye zorladılar.
Çaresiz insanların kanlar içindeki ölü bedenlerini gösteren fotoğraflar, Avrupa Birliği sınır yönetim politikalarının net bir resmidir.
İspanya'nın Kuzey Afrika’daki yerleşim bölgeleri olan Melilla ve Ceuta, Avrupa Birliği'nin Afrika kıtasındaki yegane kara sınırlarını oluşturuyor. İspanya ve Fas bu sınırı on metrelik demir çitlerle çevirdi, dikenli teller örüldü, gözetleme kuleleri dikildi. Tüm bunlar, buradan AB'ye resmi belge sunmadan girmeye çalışanlara acımasız bir baskının uygulanması için yapıldı.
Público adlı web sitesinde yer alan bir video ve birkaç fotoğraf, tel örgülere ulaşan 500 kişinin 133’ünün geçmeyi başardığını ama geçer geçmez saldırıya uğradığını gösteriyor. Göçmenlerin sınırı geçebilmek adına örgütlendikleri, bu girişimin bir meydan okuma olarak planlanmış olduğu da biliniyor.
Ardından devletlerin buna verdikleri yanıt görülüyor. Foto muhabiri Javier Bernardo’nun aktardığı şekliyle; “Geçmeyi başaran göçmenler, kendilerini Fas tarafına geri püskürten İspanyol Polisi ve Sivil Muhafızlar ile kuşatıldı. İçlerinden bazıları bundan da kurtulmayı başarıp Melilla'ya doğru ilerlemeye devam etti."
Normal koşullarda İspanya topraklarına ayak basmaları yasak olan Fas kuvvetlerini orada görmenin kendisini hayrete düşürdüğünü de ekliyor Bernardo.
İspanya İşçi Partisi (PSOE) lideri Başbakan Pedro Sanchez ise Fas güçlerinin uyguladığı baskı ve şiddeti onayladığını gösteriyor, göçmenlerin güvenlik bulma ve yoksulluktan kurtulma girişimlerini İspanya'nın “toprak bütünlüğüne” yönelik bir saldırı olarak nitelendiriyordu.
Melilla'daki Marx21 örgütünün bir üyesi olan Jesús Melillero, “Kendisine ilerici diyen İspanyol hükümeti, Pedro Sánchez'in, AB'nin göç politikalarının bir ürünü olan bu katliam üzerine yaptığı açıklamalarını alkışladı,” diyor; "Şehirdeki bunca insanın öfkeli haykırışlarına rağmen, Fas'taki bu İspanyol anklav bölgesi, onlarca insanı soğukkanlılıkla katledenler kendileri değilmiş gibi davranmaya, bunu normalleştirmeye çalıştı."
İspanya, önümüzdeki hafta Madrid'de savaş çığırtkanlığı yapmak üzere toplanacak NATO güçlerinden, "düzensiz göçün" ittifakın güney kanadındaki güvenlik tehditlerinden biri olarak kayda geçirilmesini talep etmenin peşinde.
Sanchez tüm egemen sınıfların paçalarını kurtarmak için başvurdukları mide bulandırıcı hilelere başvuruyor ve şöyle söylüyordu; "Sınırda yaşananların bir sorumlusu varsa o da insan ticareti yapan mafya güçleridir.” Bu insanlar da elbette, göçmenleri durdurmak için yükseltilmiş olan duvarlardan kazanç sağlıyor ama karşımızdaki dehşet verici tablonun asıl sorumlusu İspanyol ve Fas güçleridir.
Ana-akım görüşlerin net bir temsili olan Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü bile, sınırda öldürülen ve yaralananların büyük kısmının Çad, Nijer, Sudan ve Güney Sudan'dan gelmiş olduklarını, dolayısıyla uluslararası hukuk uyarınca sığınma talebinde bulunma haklarının bulunduğunu açıkladı.
İspanya’da iktidarı kaybeden radikal sol parti Podemos da halihazırdaki PSOE yönetiminde söz sahibi. Podemos sözcüsü Idoia Villanueva bile sadece “uluslararası hukukun” uygulanması çağrısında bulunmakla yetindi.
Faslı yetkililerin resmi açıklamalarında ise, boğularak ve/veya saldırıya uğrayarak öldürülen göçmenlerden yalnızca Fas tel örgülerinde can vermiş olan 23 kişinin ölümünün resmi olarak kabul edildiğini gösteriyordu.
İspanya, kendi yerleşim bölgesinin sınırlarından Fas’ı sorumlu tutmaya çalıştığı bir politikaya başvuruyor. Bu çabaları işe yaramış olacak ki Fas yönetimi de böyle bir sorumluluğu üstlenmiş. İspanya da buna karşılık olarak, Fas'ın, Batı Sahra topraklarında yaşayan toplulukların kendi kaderini tayin hakkını tanımama planlarına destek sundu.
Pazar günü gerçekleştirilen protestolar, ölüm saçan sınır yönetimlerine karşı mücadelemizin bitmeyeceğini gösteriyor.
Açlık ve yoksullaşma günden güne büyüyen bir sorun olarak kaldıkça göçmenler ve mültecilerin sayısı da artacak.
Sokaktaki bu mücadele, Avrupa Birliği'nin sınır politikalarını değiştirme mücadelesidir.