Akkuyu'da yapılmak istenen nükleer santralin Rusların eline geçişi tartışılırken, Ukrayna'daki Zaporijya santralinde yaşananlar AKP iktidarının nasıl bir tehlikeye imza attığını ortaya koyuyor.
Ukrayna'da savaşın yeniden alevlenmesinin ardından ülkenin güneydoğusunda bulunan Zaporijya nükleer enerji santrali etrafında zaman zaman çatışmalar yaşanıyor.
İşgalci Rus ordusunun kontrol ettiği bölgede nükleer tesis yeniden vuruldu. Ukrayna ve Rusya'yı karşılıklı olarak birbirilerini sorumlu tuttu.
Hafta sonu yapılan saldırılarda yüksek voltajlı bir enerji hattı vuruldu. Bu bir reaktörün operatörlerle bağlantısının kesilmesine neden oldu. Ancak nükleer sızıntı tespit edilmedi.
Felaketin eşiğinde
Dünyanın dokuzuncu, Avrupa'nın ise en büyük nükleer enerji santrali olan Zaporijya'daki reaktörler vurulduğu taktirde Çernobil ve Fukuşima'yı geride bırakabilecek düzeyde bir felaket yaşanabilir.
Birleşmiş Milletler, alarm durumuna geçti. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA), uzmanların tesiste incelemelerde bulunması gerektiği uyarısını yaparken, Birlemiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterres, UAEA uzmanlarının derhal tesisteki koşulları denetlemesine izin verilmesini istedi. Fakat bu talepler yerine getirilmedi ve savaş bütün sertliğiyle devam ediyor.
Zaporijya'daki olası bir nükleer sızıntı, gerek Avrupa'yı gerekse Rusya'yı doğrudan, tüm dünyayı ise dolaylı olarak etkileyebilir. Daha da vahimi, savaşın başından beri Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in dile getirdiği nükleer savaş tehdidine bir kapı açılabilir.
Ukrayna hükümeti, Zaporijya'yı geri almak istiyor ve bunun için savaşıyor. Halen Ukraynalı mühendisler tarafından yönetilen santral, Moskova'nın ilhak ettiği Kırım'a 200 kilometre uzaklıkta olduğu için Rusya açısından stratejik bir önem taşıyor. Bu gerilim, kazara da olsa, bir reaktörün vurulmasını; Ukrayna savaşından önceki yıllarda hayal edilmeyecek bir olasılığı var edebiliyor.
Tehlikenin iki yüzü
Nükleer santrallar bozulmadıkları halde de tehlikelidir. En büyük sorun, betonun altına gömülse de bin yıl etkin olan radyoaktif atıkların sızabileceği ihtimali. Dünyada hiçbir devlet, nükleer atık sorununa çözüm bulabilmiş değil.
Diğer büyük tehlike ise nükleer santrallerin sadece elektrik değil (belli bir düzeye getirildiklerinde) nükleer silahların etken maddelerinin üretim merkezleri de olması. Termonükleer silahların kullanacağı bir savaş insan ve birçok canlı türünün yok olmasıyla sonuçlanacaktır. Böyle bir savaşın kazananı olamaz. Dolayısıyla nükleer enerji ve silahları aynı zamanda devasa ekonomik kaynakların sadece bir tehdit için boşa harcanmasıdır. Ve bu tehdit potansiyeli günümüz dünyasında kapitalizm tarafından yeniden bir ihtimal haline getirildi.
BM, Ukrayna savaşının tüm dünyada nükleer silahlanma yarışını tırmandırdığını söylüyor. Fakat Ortadoğu'da nükleer yarış son 20 yılda hızlandı. Bölgesel güçlerden İran, ABD ambargosuna rağmen nükleer programını devam ettirdi. Rakibi Suudi Arabistan kendi santrallerini kurmak istiyor. Türkiye'yi yönetenler de rakipleri gibi bu çılgın yarışa katıldılar ve Rusya ile anlaştılar. Erdoğan yönetimi sadece Akkuyu'da değil Sinop ve başka bir noktada da üç nükleer kurmanın peşinde. Enerji üretimi açısından verimsiz, kurulması ve faaliyete geçirilmesi yıllar boyu süren, maliyeti her geçen gün artan ve güvenlik sorunları bir türlü çözülmeyen nükleer santrallar, nükleer silah için kuruluyor.
Mücadele etmeliyiz
Sosyalistler nükleere, pahalı, tehlikeli ve ölümcül olduğu için karşıdır. Tüm dünyada nükleer silahların ortadan kaldırılması ve felaket potansiyeli taşıyan santralların kapatılması için mücadele ediyoruz.
Bir kez daha altını çizelim: Akkuyu'da mesele millileştirme değil, inşaatın durdurulması, Türkiye'nin nükleer proje ve planlarından vazgeçmesidir. Bunun için AKP iktidarını yenmek, yerine kurulabilecek bir başka sermaye iktidarını bu çılgınlıktan alıkoymak hayati bir mücadele başlığıdır.
Sosyalistlere katılın, nükleersiz bir dünyayı birlikte yaratalım. Yenilenebilir enerji kaynakları sadece iklim krizine sebep olan fosil yakıtların değil nükleer enerjinin de tek alternatifidir.
6 Ağustos 1945 sabahı Japonya'nın Hiroşima kentine atom bombası atıldı.
ABD genelkurmay başkanı William Leahy, “Karanlık Çağ’ın barbarlarının başvurduğu bir etik standardı benimsedik” diyordu. Oysa ortaçağın ceberrutları bile böylesi bir katliama kalkışmamıştı.
Kentin yüzde 60'ını haritadan silmeleri birkaç saniye bile sürmedi. 350 bin nüfuslu şehirde 140 bin kişiyi katlettiler.
Üç gün sonra Nagazaki'ye bir bomba daha atıldı ve yine nüfusun yarısı katledildi.
Nükleer saldırılar o zaman olduğu gibi şimdi de işe yarayabilecek yegane çözüm olarak sunulup meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Gerçekteyse Japonya savaşı sürdürebilecek durumda bile değildi. Öyle ki, devlet yöneticileri bu saldırının öncesinde teslim olmaya hazırlanıyordu.
Winston Churchill, “Japonya'nın kaderinin atom bombasıyla belirlendiğini varsaymak yanlış olur,” diyordu yazılarında; “Yenilgisi, ilk bombanın düşüşünden önce de kesindi.”
Lakin bomba, ABD ve İngiltere'nin Japonya'yı yenmek için Rus birliklerine ihtiyaç duymadıklarını gösteren yanıttı.
Bunun ne caydırıcılıkla bir alakası vardı ne de azgın savaş çığırtkanlarının etik standardı olarak betimlenebilecek bir yöntemdi. Yalnızca stratejik güç savaşına hizmet ediyordu ve tümüyle göstermelik bir hamleydi. ABD başkanı Harry Truman, "Bomba bizi savaşın sonunun şartlarını dikte edecek konuma getirebilir" derken zaten bu gerçeği itiraf etmişti.
Bombaların nereye atılacağına karar veren ABD Hedef Komitesi’nin kayıtlarında, Hiroşima'nın seçilmiş olmasına dair şöyle bir açıklamada bulunuldu; “bombanın uluslararası onayı için, ilk kullanımının etkileyici bir gösteriye dönüşmesi” gerekir.
ABD egemen sınıfı, dünyanın yeni hakimi olduğunu göstermeye çalışıyor ve bunun için de gelişmiş silahlarına başvurmayı istiyordu.
Nadiren de olsa kimi insanların, bu bombanın savaşı sonlandırıp barış ve huzur ortamını temin eden hamle olduğunu söylediklerine denk gelebilirsiniz.
Hayır, öyle olmadı. Hiroşima'dan bu yana geçen 70 yıl içinde, kanlı savaşlarını hiç sonlandırmayıp dünyaya zulmetmeye devam ettiler. Art arda yaşanan savaşlar, nükleer saldırıların acı deneyimlerini unutturmadan tırmandırıldı ve yaklaşık 50 yıl boyunca son derece ağır silahlarla donanmış iki süper güç, ellerindeki ölümcül gücü yarıştırmak adına çekişip durdu.
Egemenlik yarışı
Nükleer silahlar, ekonomik, siyasi ve askeri rekabete dayalı bu sistemin kendi aklınca makul gördüğü mekruh bir ürünüdür. Birbirleriyle rekabet halindeki şirketler nasıl yarışıyorsa, emperyalist güçler de egemenliklerini sergilemek adına aynı şekilde yarışır ve bunun için başvurdukları yöntemlerden biri de giderek daha fazla silaha sahip olmaktır.
Bunun en açık örneği Soğuk Savaş döneminde, ABD ile Rusya arasında yaşanan silahlanma yarışıydı. Tüm kapitalist sistemin önceliklerini bu yarışla belirlediler ve sonuçta dünya kaynaklarının çok büyük bir kısmı kitle imha silahlarının üretimi için kullanıldı.
En nihayetinde dünya, kendisini bir değil birkaç kez yok etmeye yetecek kadar silahla donatılmış oldu.
Soğuk Savaş'ın zirvesindeki tabloyla kıyaslanacak olursa, günümüzde çok daha fazla sayıda nükleer silaha sahipler ve bunların birçoğu 1945'te Hiroşima ile Nagazaki'yi yerle bir eden o bombalardan 40 kat daha öldürücü.
Artık Çin, Fransa, Hindistan, İsrail, Pakistan ve İngiltere gibi pek çok başka ülke de nükleer silahlara sahip ki bu da, tüm bölgesel çatışmaların bir nükleer yıkımla sonuçlanabileceği anlamına geliyor.
Bu güç gösterisinin, gezegeni daha huzurlu bir yer haline getirmekle falan da en ufak bir ilgisi yok. Sonuçta ‘kirli bomba’ olarak anılan nükleer silahlara başvuran da terörist ilan edilenler değil, sözgelimi Irak'ta defalarca seyreltilmiş uranyum kullandığı bilinen ABD’dir.
Nükleer silahlar, büyük güçlerin, egemenliklerini sürdürmek için başvurdukları bir gösteriden başka bir şey değildi ve hâlâ da öyle.
Bombalardan kurtulmak istiyorsak, onları kullanan emperyalistlerden ve nihayetinde o emperyalistleri yaratan sistemden kurtulmaktan başka bir çaremiz yok.
Socialist Worker’dan çeviren Tuna Emren.
Çevreciler, Çin yatırımıyla inşa edilen, Rus kömürüyle beslenen 2,17 milyar dolarlık Hunutlu Termik Santrali ‘fiyaskosunu’ esefle kınıyor.
İşgalci İsrail devletinin Gazze'ye düzenlediği saldırıda, aralarında 5 yaşında bir çocuğun da bulunduğu 12 Filistinli hayatını kaybetti, 84 sivil yaralandı. Saldırıya tepki gösterildi.
Filistinli örgütler saldırılara roketlerle karşılık verirken, İsrail ordusu 25 bin yedek askeri göreve çağırdı. İsrail Savunma Bakanlığı, abluka altındaki Gazze Şeridi'ne saldırılarının devam edeceğini açıkladı.
İsrail'in çok sayıda sivilin ölümüne ve yaralanmasına neden olan hava saldırısına Birleşmiş Milletler (BM), İran, Katar, Ürdün ve Türkiye tepki gösterdi.
Ne olmuştu?
Bölgedeki gerilim İsrail ordusunun 1 Ağustos'ta işgal altındaki Batı Şeria'nın Cenin kentine düzenlediği baskınla arttı. İsrail askerleri, bu baskında Cenin'deki İslami Cihad yöneticisi Bessam Saadi'yi yaralayarak gözaltına almış, çıkan çatışmada bir Filistinli hayatını kaybetmişti. İsrail ordusu birlikleri, Gazze Şeridi çevresindeki Yahudi yerleşim bölgelerini birbirine bağlayan ana yolları kapatmış, Gazze semalarında onlarca insansız hava aracı uçurmuştu. Son 4 gündür devam eden süreçte Gazze'nin kuzeyindeki Beyt Hanun (Erez) Sınır Kapısı ve Kerem Ebu Salim Sınır Kapısı da kapalı tutuluyordu.
İsrail Gazze'ye 10 Mayıs 2021'de saldırılar başlatmış, Filistinli örgütler de saldırılara yanıt vermişti. Mısır arabuluculuğunda yürütülen görüşmelerde, 21 Mayıs 2021 itibariyle ateşkes sağlanmıştı. İsrail'in geçen yılki saldırılarında 65'i çocuk, 39'u kadın 232 Filistinli öldürüldü.
Japonya’da yüzbinlerce insanın ölümüne neden olan dünyanın ilk atom bombası saldırısının kurbanları trajedinin 77. yılında Hiroşima'da düzenlenen törenle anıldı.
Dünyada ilk kez 6 Ağustos 1945’te ABD, Japonya’ya karşı atom bombası kullandı. Yaklaşık 140 bin kişinin hayatını kaybettiği Hiroşima saldırısı, yüzbinlerce insanın yaralanmasına ve radyasyon kaynaklı hastalıklara maruz kalmasına neden oldu. Atılan ilk atom bombasının şokunu henüz atlatamayan Japonya, 9 Ağustos 1945’te ikinci bir atom bombasının hedefi oldu, bu defa Nagasaki’de büyük bir yıkım meydana geldi. Radyasyon kaynaklı ölümlerle birlikte, atom bombası saldırılarında toplam 500 bine yakın insan yaşamını yitirdi.
İkinci Dünya Savaşı'nın en yıkıcı yönlerinden biri, dünya savaşlar tarihinde ilk defa atom bombasının kullanılmasıdır. Savaş sonrası süreçte de dünya yeni bir nükleer savaş döneminin başlamasından endişe etti. Dünyanın yok olması bir düğme uzaklıktaydı.
ABD'nin atom bombasını atmasının Japonya'yı teslim alma gibi bir amacı olduğu doğru değildir. ABD'nin amacı, hem yeni bir silah olan atom bombasını gerçek bir savaşta denemek, hem de savaş sonrasında oluşacak yeni dünya düzeninde kendisinin tartışmasız lider olduğunu kanıtlamaktı.
Hiroşima, 6 Ağustos 1945′ten sonra, bir "barış şehri" olarak yeniden inşa edildi. Bombanın yıktığı alanda, ayakta kalan ilk bina "Hiroşima Barış Anıtı" olarak seçildi. Her yıl Hiroşima'da yaşamını yitirenler için anma töreni düzenleniyor. Bombanın düştüğü yerin yakınında kurulan Barış Parkı'nda binlerce insan bir araya gelerek, bombalamada yaşamını yitirenlerin anısına saygı duruşunda bulunuyor.
Savaş sonrasında galip taraf olan Müttefikler, Nazilerin ve Japonya'nın savaş suçlarını Nürnberg ve Tokyo mahkemeleri aracılığıyla yargıladılar. Fakat "adalet" galiplerin adaleti olunca atom bombasının kullanılması başta olmak üzere ABD ve Müttefiklerin savaş suçları gerçek anlamda hiçbir zaman yargılanmadı.
Son derece muhafazakar olarak tanınan Kansas, kürtaj haklarını oylamaya sunan ilk ABD eyaletiydi.
Dünyanın en büyük iki ekonomisini barındıran ve en fazla askeri harcamayı yapan emperyalist devletler olan ABD ve Çin arasındaki rekabet Tayvan üzerinde yoğunlaşıyor.
Mart ayında ABD Başkanı Joe Biden'ın Tayvan'ın bağımsızlığını destekleyen çıkışının ardından Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi adaya bir askeri uçakla gitti. Tayvan'a böylesi bir üst düzey ziyaret en son 25 yıl önce yaşanmıştı.
Pelosi'nin ziyareti sırasında Çin savaş uçakları havada dolanırken, ordu da üç günlük tatbikata başladı. Aynı anda ABD savaş uçakları da oradaydı.
Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Tayvan'ın Çin'in eyaleti olduğunu savunarak, yeniden birleşme için gerekirse güç kullanabileceklerini duyurdu.
Dünyada sadece 13 ülke (biri Vatikan) tarafından tanınan Tayvan ise bağımsızlık talebinden vazgeçmeyeceğini söylüyor.
Türkiye, Tayvan'ın bağımsızlığını tanımıyor.
Çin'in bir parçası mı?
Batı Pasifik Okyanusu'nda bulunan Tayvan, Çin'in güneydoğu kıyılarına 170 kilometre uzaklıkta bir adalar topluluğu. İlk yerleşimcileri, Çin’in güneyinde kalan bölgeden geldikleri düşünülen Avustronezyan kabilesi halklarıydı.
1624-1661 yıllarında Hollanda sömürgesi olan Tayvan, 1683’den 1895’e kadar Çin’in Qing hanedanı tarafından yönetildi.
17. yüzyıldan itibaren adaya Çin'den büyük göçler başladı.
1895'te yaşanan Çin-Japonya savaşını Çin'in kaybetmesiyle birlikte Tayvan da Japonya'nın eline geçti.
2. Dünya Savaşı'nda Japonya yenilince Tayvan'daki hakimiyeti sona erdi. Savaşın galiplerinden Çin hükümeti, ABD ve İngiltere'nin onayıyla Tayvan yönetimini devraldı.
Fakat Çin'de Çan Kayşek hükümeti ile Mao Zedung liderliğindeki komünist parti arasında bir iç savaş çıktı. Savaşı Çin Komünist Partisi kazandı. Çan Kay Şek ve lideri olduğu Komintang hükümetinin yaklaşık 1,5 milyon destekçisi, 1949 yılında Tayvan’a iltica etti.
Tayvan'ın Çin'in bir eyaleti olduğu iddiası – Tek Çin politikası - bu tarihte Pekin hükümeti tarafından ortaya atılmıştı. Tayvanlılar ise ne Çan Kay Şek'in ne de Mao Zedung'un Çin’inin bir parçası olmadıklarını savundu.
Çin karşısında askeri olarak son derece zayıf bir durumda bulunan Tayvan yönetimi, Pekin tarafından tanınmıyor ve aralarındaki ilişkiler gayriresmi olarak yürütülüyor.
Tayvan neden önemli?
166 adadan oluşan Tayvan'ın önemi jeostratejik konumundan kaynaklanıyor. Adaya hakim olan devlet, Batı Pasifik'te de avantajlı konuma geliyor. Tarih boyunca emperyal devletlerin adaya olan ilgisi, dünya ticaret yolları üzerindeki hakimiyet kavgasından kaynaklandı.
Bugün 23,5 milyon kişinin yaşadığı Tayvan, dünyanın 22. büyük ekonomisi. Bilgisayar çiplerinin üretim merkezi durumunda olan elektronik devi Tayvan'da sadece tek bir şirket, dünya çip üretiminin yüzde 50'sini gerçekleştiriyor. Bu da Tayvan'ı küresel kapitalizm açısından son derece önemli bir yer haline getiriyor.
ABD'nin derdi
ABD hükümetleri bu seneye kadar Tek Çin politikasını tanıdı, Tayvan'ı bağımsız bir devlet olarak görmeyerek, ilişkilerini Çin üzerinden yürüttü.
Donald Trump döneminde Batı Pasifik'te Çin ile gerilim yükseltilirken, Biden yönetimi bu durumu had safhaya çıkardı. Pelosi'nin adaya ziyareti bir bağımsızlık mücadelesini desteklemekten öte ABD emperyalizminin en büyük rakibi ve hasmı olarak gördüğü Çin'e karşı yürüttüğü hegemonya mücadelesinin bir parçasıdır.
2008 küresel finans krizinin ardından baş gösteren emperyalizmin çoklu bunalımı, uluslararası hiyerarşiyi parçalamaya başladı, emperyalist devletler arasındaki rekabet keskinleşti.
Tayvan üzerinde savaş uçakları gezdiren, Çin'e karşı askeri yardım vaadinde bulunan ABD zayıflayan dünya hegemonyasını tahkim etmek istiyor ve bu da tıpkı Ukrayna'da olduğu gibi Batı Pasifik'te de savaşı kışkırtan zehirli sonuçlar üretiyor.
İtalya’da önceki hükümetin çökmesinin ardından egemen sınıfın baskısıyla göreve getirilen Mario Draghi, koalisyon ortağı 5 Yıldız Hareketi'nin Senato'da güven oyu vermemesi sonucunda istifa etti, hükümet krize girdi.
2018 seçimlerinden sonra kurulan 5 Yıldız Hareketi'nin güven oylamasındaki olumsuz kararının sebebiyse Roma’da kurulması planlanan ‘atıktan enerji üretimi’ tesisinin çevre kriterlerine uygun görülmemiş olmasıydı.
Avrupa’dan grev dalgası yükseliyor
‘Patronların bankacısı’ olarak bilinen Draghi, yaşanmakta olan ekonomik kriz ve hayat pahalılığı koşullarında krizin faturasını işçi sınıfına yükledi; 175 milyar sterlinlik AB nakdi desteğine karşılık olarak bir “reform” paketi ve kemer sıkma önlemiyle taviz verdi. Enflasyonun yüzde 8’in üzerinde seyrettiği, işsizliğin giderek büyüdüğü ülkedeki aşırı yoksul sayısı pandemi döneminde 5,6 milyona yükseldi.
İşçi sınıfının bir nebze bile önemsenmediği Avrupa’nın tamamında salgınla birlikte ulaşım sektöründe çalışan işçiler arasında bir işçi kıyımı yapıldığı için, pandemi sonrasında artan talep karşılanamadı, az sayıdaki işçilerden dayanabildikleri kadar çok çalışacakları bir kabus ortamını kabullenmeleri talep edildi. Ve beklenen oldu: İtalya’da havayolu işçileri isyan bayrağını çekip 17 Temmuz’da greve gitti, İngiltere’deki demiryolları işçileri ile Almanya’daki havayolları işçileri de onları izledi.
Sri Lanka isyanı
Zorlu bir ekonomik çöküş sürecinden geçen Sri Lanka’da ise yakıt ve gıda fiyatlarındaki artışın başlattığı halk isyanı, cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık koltuklarını gasp eden Rajapaksa kardeşlerin ikisini de istifa edip ülkeden kaçmak zorunda bıraktı.
Gerek Avrupa grevleri gerekse Sri Lanka örneği, bir yandan işçi sınıfının daha fazla dayanacak gücünün kalmadığını gösteriyor ama diğer taraftan önümüzdeki yıllarda yaşanacaklara da ışık tutuyor: Halklar, tüm krizlerin faturasını kendilerine ödetmeye kalkışan otoriter liderlere “artık yeter” demeye başladı.
Sınıf mücadelesinin giderek sertleştiği bu yeni dönemde baskıcı, neoliberal aşırı sağcılar tarafından on yıllar boyunca canına okunmuş olan işçi sınıfı bu kez krizin faturasını ödemeyeceğini gösteriyor: Grevlerin sayısı her geçen gün artıyor, isyan büyüyor.
Mültecilerle Dayanışma Derneği, Suriye’nin farklı bölgelerindeki güncel durumu ve geri dönüş risklerini açıklayan bir rapor yayınladı.
Raporda; BM ve uluslararası insan hakları kurumlarının yakın tarihlerde Suriye’deki duruma ve geri dönüş şartlarına yönelik açıklamaları üzerinden, Suriye’ye geri dönüş riskleri değerlendirildi. Suriye’de farklı güçlerin kontrolündeki farklı bölgelerin güncel durumu detaylı olarak anlatıldı.
Rapor özetle şu bilgileri içeriyor:
“Suriye rejimi bölgelerine dönüşlerde; tutuklanma, gözaltına alınma, ciddi kötü muameleye maruz kalma riskleri devam etmektedir.
BM İnsan Hakları Ofisi’nin 28 Haziran 2022’de yayınladığı rapora göre Suriye’de 1 Mart 2011 ile 31 Mart 2022 tarihleri arasında savaş ve çatışma sebepli sivil ölümleri 306 bin 887 kişiyi bulmaktadır.
Suriye İnsan Hakları Ağı’nın (SNHR) Mart 2011’den Haziran 2022’ye kadar olan kayıtlarına göre; 228 bin 893 sivil ölümünün yüzde 87,5’ine Suriye rejim güçleri ve İran milisleri sebep oldu.
SNHR’ye göre aynı süre zarfında gerçekleşen işkence sonucu ölümler 14,685 kişiyi (181 çocuk ve 94 kadın) buldu, bunların yüzde 98,5’ine Suriye rejim güçleri sebep oldu.
7 Mart 2011 ile Haziran 2022 arasında keyfi tutuklama/gözaltı veya zorla kaybetmeye maruz kalmış en az 151,462 kişi (5,093 çocuk ve 9,774 kadın dahil) bulunmakta.
BMMYK’nın Mart 2021’de yayınladığı Suriyelilere yönelik koruma ve güvenlik risklerine dair rapora göre, yapılan geri dönüşlerin önemli bir kısmı sürdürülebilir şekilde gerçekleşmedi ve ülke içinde yeniden yerinden edilme durumuna rastlandı.
BM Suriye Komisyonu 1 Temmuz 2021 – 31 Aralık 2021 tarihleri arasında, Suriye’nin kuzeybatısında bombardımanların ve kuzeydoğuda ise Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu ile Suriye Demokratik Güçleri arasındaki çatışmaların artışa geçtiğini belirtti.
BMMYK’nın Mart 2021 raporunda, Suriyelilerin geri dönüşe yönelik çekincelerine ve geri dönüşe yönelik engellere değinildi. Bunlar arasında güvenlik, keyfi tutuklanma ve alıkonma korkusu, zorunlu askerliğe tabii tutulma, Suriye yönetiminin geri dönenlere vermesi gereken güvenlik izni belgesini alamama riski ve bazı durumlarda geri dönenlerin menşe şehirlerine/evlerine gitmesinin engellenmesi sayılmakta.
Keyfi gözaltı ve tutuklamalara en çok maruz kalanlar Suriye’de demokratik halk ayaklanmalarına/ protestolara katılan kişiler, siyasi ve insan hakları aktivistleri, medya çalışanları, insani yardım aktivistleri ve vicdani retçilerdir.
Kendilerine yöneltilen suçlamalar çoğunlukla gözaltı sırasında zorla, korkutmayla ve işkenceyle alınan ifadelere dayandırılmaktadır. Pek çok durumda kişiler gerekçe gösterilmeksizin de tutulabilmektedir.
Uluslararası Af Örgütü’nün Eylül 2021 raporunda, Şam ve çevresi de dahil olmak üzere Suriye’nin hiçbir bölgesinin geri dönüşlere müsait olmadığı belirtilmektedir.
İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün Ekim 2021’de yayınlanan çalışmasına göre, geri dönenler Suriye rejimi ve rejime bağlı milisler tarafından işkence, yargısız infaz ve kaçırılma dahil olmak üzere ciddi insan hakları ihlallerine ve infazlara maruz kalmışlardır.
Suriye’nin farklı bölgelerindeki güncel durum
Genel resme bakıldığında,
Suriye coğrafyasının yaklaşık yüzde 11 kadarı muhalif güçlerin elindedir. Bu güçlerin tuttukları bölgeler İdlib ve Kuzey Halep, Tal Abyad ve Resulayn bölgeleri, Rakka ve Haseke, e güneydoğu Suriye’de ise Zakaf ile Al-Tanf bölgeleridir.
Esad rejimi kontrolündeki bölgeler ülkenin kıyı bölgelerini, orta ve güney Suriye’yi ve doğu yönetim bölgeleriyle Halep’in belli kısımlarını kapsıyor. Rejim ayrıca Temmuz 2021’deki askeri operasyonları takiben güneybatıda Dera yönetim bölgesinde kontrolünü artırdı. Güneybatıdaki Al-Suwayda yönetim bölgesindeki ise rejim kontrolü daha kırılgan durumda.
Suriye coğrafyasının yaklaşık yüzde 26’sını kontrol eden Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDF) tuttukları bölgelere, Deyrizor yönetim bölgesi, Rakka ve Haseke’nin çoğu kısmı ve Halep yönetim bölgesinin bazı kısımları dahildir.