Lübnan: İsrail tankları BM üssüne zorla girdi

İngiltere: Muhafazakarların ırkçı Ruanda planlarına karşı protesto

İngiltere’de hükümetin, Manş Denizi’ni botlarla geçmeye çalışan Ruandalı göçmenleri toplaması için bir şirketle anlaşmış olması ülke genelinde öfke uyandırdı. Aktivistler ırkçı Ruanda planlarına karşı önümüzdeki Pazartesi günü için kitlesel bir eylem çağrısı yaptı. Irkçılık karşıtları ve sendikacılar, Londra'daki Kraliyet Adalet Mahkemelerinin önü başta olmak üzere çeşitli kasaba ve şehirlerde protestolar düzenleyecek.  Hükümet, Aeolian adlı bir şirkete bağlı üç geminin 12’şer saatlik nöbetler tutması ve tespit edilen teknelerden göçmen toplaması için sözleşme imzalamıştı. Plan, bu gemilerin göçmenleri toplayıp göçmen merkezlerine teslim etmesi üzerine kuruluydu ve göçmen merkezlerine getirildiklerinde hepsinin, iltica başvuruları değerlendirilmeden Ruanda’ya geri gönderilmesi planlanmıştı.  Irkçılığı teşvik eden 120 milyon sterlinlik Ruanda planına itiraz yağdı, tüm büyük sendikalar Pazartesi gerçekleştirilecek olan eyleme destek verdiklerini açıkladı.

Bu isyan dalgası durdurulamaz

İtalya, Sri Lanka, Almanya, Bangladeş ve İngiltere’ye Güney Afrika ile Sudan da katıldı. Sırada ABD var. Grevler dalga dalga büyüyerek tüm dünyaya yayılıyor. 2022 yazı tarihe yeni bir sınıf mücadelesinin yükselişi olarak geçecek gibi görünüyor.  Heyecanla izlediğimiz İngiltere grevleri posta ve telekom işçilerinin de onlara katılmasıyla öyle büyüdü ki 31 Ağustos Çarşamba günü 160 bin işçi hayat pahalılığı karşısında eriyen ücretlerini kabul etmek zorunda olmadıklarını göstermek için sokakları doldurmuştu.  6 ve 7 Eylül’de onlara eğitimciler de katılacak. Ayrıca 151 üniversite de ülke genelinde gerçekleştirilecek bir yüksek öğrenim öğretim görevlileri grevi için destek çağrısında bulundu. İngiltere, birçok sendika ve aktivistleri bir araya getiren “Artık Yeter” (Enough is Enough) hareketini de ülkenin her yerine yaymaya, çığ gibi büyütmeye devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde Londra’da gerçekleştirilen ilk toplantıya 1000’den fazla kişi katılmıştı. Dün Manchester’da gerçekleştirilen ikinci toplantıya katılanların sayısı 2000’leri buldu. Konuşmaların gerçekleştirildiği salona sığmayan 1000’den fazla kişi konuşmacıları dışarıya davet ediyor, sloganlar atıyordu.  Tüm mücadeleleri birleştirecek yeni bir hareket olan ve daha şimdiden 500 bin destekçiye ulaşıldığı bildirilen “Artık Yeter” kampanyasının 5 net talebi var: Enerji faturalarını düşürün, sektörü kamulaştırın Ücretlere, geçim sıkıntısını sonlandıracak oranda zam yapın Gıda yoksulluğunu sonlandırın Herkesi kapsayacak şekilde, yaşanabilir evler istiyoruz Zenginleri vergilendirin “Artık Yeter” kampanya sözcüleri, 1 Ekim’i İngiltere genelinde eylem günü ilan etti ve o gün ülkenin her yerinde protestolar, grevler düzenleneceğini duyurdu.  Ulusal Demiryolu, Denizcilik ve Ulaştırma İşçileri Sendikası RMT’nin sözcüsü Eddie Dempsey, şöyle diyordu; “Artık değişim geliyor, harekete geçmeliyiz. Bu mücadeleyi kolektif birleşik eylem ve şiddet içermeyen sivil itaatsizlikle ileriye götürme zamanı geldi. Güç bizde, bizde!” Güney Afrika İngiltere tüm dünyaya muazzam bir sınıf mücadelesi örneğiyle ilham verirken Güney Afrika da isyan bayrağını çekti.  Ülkenin iki rakip sendika federasyonu Cosatu ve Saftu birleşik mücadele çağrısı yaparak güç birliğine gitti.  Geçtiğimiz Çarşamba bu iki sendikanın öncülük ettiği kepenk kapatma ve iş bırakma eylemleri tüm işçi sınıfını harekete geçirmişti. 11 büyük şehirde yürüyüş gerçekleştiren binlerce işçi – hatta sayılarının yüz binleri bulduğu söyleniyor—taleplerini sokakta haykırdı, bu mücadeleden vazgeçmeyeceklerini gösterdi. Sendikaların ortak eylem çağrısında şöyle deniyordu; “İlkeli birlik lehine, bölünmeye son veriyoruz. Marksizmin rehberliğinde mücadele eden bir sendikal hareket inşa etmeye kararlıyız.” Eylemde birlik kararı alan sendikalar ile bu olağanüstü işçi hareketine destek veren tüm diğer örgütler ve kampanyalar da o gün sokakta, işçilerin yanındaydı.  Sokakta dile getiren taleplerden biri de, iklim krizinin çözümüne yönelik adımlar atılmasıydı. Sudan Bir başka işçi mücadelesi haberi de Sudan’dan geldi. Ülke tam da bir genel greve gidecekken yaşanan şiddetli sel felaketi sonucunda grev ileri bir tarihe ertelendi ama halk direnişi devam ediyor. Askeri rejime karşı yükselen isyana doktorlar, mühendisler, öğretim görevlileri de dahil halkın hemen her kesiminden destek verildi. Sudan halkı diktatörlük rejimini yıkmaya kararlı ve bunu sokaktaki mücadeleyi büyüterek yapacağını gösteriyor. Bu arada Kuzey Darfur'un başkenti El Fasher'de, üst üste dördüncü hafta grevde kalındığı için bölgedeki tüm hastaneler ve sağlık merkezleri kapatıldı. Protestocular Pazar günü Batı Kordofan'daki Abyei'deki Canar petrol sahasını da bölgenin geliştirilmesini ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini talep etmek için kapattılar. Ülkede sistemi felç etmek istediklerini bildiren grev çağrıcıları her türlü baskıya, polis şiddetine, askerlerin saldırısına rağmen geri adım atmıyor, tüm işçi sınıfını sokağa dökülmeye çağırıyor. Giderek derinleşen ekonomik kriz Sudan’ı bir diktatörlük rejimindeyken vurdu. Sudan halkının mücadelesi yalnızca geçim sıkıntısını sonlandırmayı değil, aynı zamanda rejimin devrilmesini, hak ve özgürlüklerin iade edilmesini ve siyasi yozlaşmanın bitirilmesini de hedef alıyor.  Nil Nehri Eyaletindeki altın madenciliği şirketlerine karşı bir oturma eylemi de düzenleyen protestocular, geçtiğimiz günlerde İngiliz sendikacılara bir mesaj göndererek, onlardan aldıkları ilhamı mücadeleye aktaracaklarını duyurdular.  Çevresel adalet, işçi ve mülteci hakları için 70'den fazla taban örgütünden oluşan bir koalisyon olan Talebe Dayalı Organlar İttifakı (TAM) şöyle söylüyordu; “İngiliz sendikalarının mücadelelerini takdir ediyor ve taleplerinizi destekliyoruz.” “Halkların taleplerini yükseltmek için, sınırları olmayan bir hareket inşa etmek istiyoruz. Zengin bir azınlığın yararına çoğunluğun yoksullaştırılması açıkça adaletsizdir. Bu büyük sefaletin sorumlusu büyük şirketlerdir. Sömürgecilik ve sömürünün ortadan kaldırılmasına doğru, birlikte!” Sıra ABD’de ABD’de demiryolu işçileri önümüzdeki ay greve gideceklerini duyurdular. Ücretlerin ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebiyle greve gitmeye hazırlanan işçiler Beyaz Saray tarafından atanan Başkanlık Acil Durum Kurulu’nun önerdiği iş sözleşmesini yeterli bulmayarak reddedeceklerini bildirdi. Geçen ay Başkan Biden tarafından, demiryolları ve sendikalar arasında yıllarca süren açmazı sona erdirmek amacıyla oluşturulan kurul, sağlık hizmetleri primlerini sınırlamak, nakit ikramiye önerisinde bulunmak ve demiryolu işçilerinin ücretlerini yüzde 24 artırmak için beş yıllık bir anlaşma öneriyordu.  Fakat işçiler Biden’ın önerdiği bu sözleşmeyi değil, haklarını istiyor ve bunun için de greve gitmeye, ülkenin can damarlarından biri olan demiryollarını bir gün boyunca devreden çıkarmaya kararlılar. Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, tüm işçiler “Artık Yeter!” diyerek kitlesel mücadele çağrısında bulunuyor.

Brezilya’dan da kötü kokular yükseliyor

Otoriter liderleri listesinin en açık faşist figürü olan Brezilya Devlet Başkanı Bolsonaro bir kez daha yolsuzlukla suçlanıyor. Bolsonaro'nun ve yakın akrabalarının son 30 yıl içinde 107 gayrimenkul satın aldığı ortaya çıktı. Brezilya’da gazetecilerin yoğun çabasıyla açığa çıkan yolsuzluk sürecinde Bolsonaro ve yakınlarının milyonlarca dolar değerindeki 50’den fazla gayrimenkulü ise nakit ödeyerek satın aldığı anlaşılıyor. Bolsonaro’nun isminin yolsuzluklarla anılması ilk kez olmuyor. 2021 yılında Bolsonaro iktidarı Hindistanlı şirket Bharat Biotech'in geliştirdiği Covaxin aşısının alımında yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle soruşturulmuştu. 2019 yılında ise Bolsonaro’nun oğlu oğlu Flavio Bolsonaro hakkında ikinci bir yolsuzluk soruşturması başlatılmıştı. İlk soruşturma eyalet düzeyindeki personellerine yapılan ödemelerle ilgili usulsüzlük iddiaları nedeniyle başlatılmıştı. İkinci soruşturma ise Flavio Bolsonaro'nun eyalet milletvekilliği yaptığı dönemde "sahte çalışan" işe alması nedeniyle başlatılmıştı. Otoriter liderler ve yakın ve uzak çevrelerinde inanılmaz bir gayri menkul tutkusu var. Rüşvet ve yolsuzluk çarkından elde edilen paraları evlere, villalara, toprağa yatırıyorlar.  Brezilya’da yaklaşık 19 milyon insan açlık sınırında yaşarken devlet başkanı ve yakın çevresinin 50’si nakit parayla onlarca gayri menkul alması seçim sürecine giren ülkede gerilimi artırıyor.  Brezilya merkezli medya kuruluşu UOL’nin 7 aylık araştırması sonucunda ortaya çıkan tabloda Bolsonaro ve yakınlarının 1990 ile 2022 yılları arasında Rio de Janeiro ve Sao Paulo’da evler ve arsalar için büyük miktarda ödeme yaptıkları belirlendi.  Bolsonaro ise evlerin alındığı paraların kaynağını soranlara, iddiaların “Hiç güvenilirliği olmayan bir kuruluştan” geldiğini söyleyerek, “Bir gayrimenkulü nakit ödeyerek satın almanın neresinde sorun var. Soruşturma istiyorlarmış, Tanrımı soruştursunlar” yanıtını verdi. Brezilya’da ezilenlerin mücadelesi, önümüzdeki aylarda neyin soruşturulacağını da tayin edecek.

ABD’nin Suriye’deki bombardımanında İran hedef alındı

Daha büyük bir savaşı kışkırtan bu bombardıman, Suriye'yi parçalayan emperyalist rekabetin bir kez daha iş başında olduğunun açık bir göstergesidir. Suriye'deki ABD güçleri, Suriye'ye iki gün boyunca devam edecek olan bombalı saldırılar düzenledi. Bu saldırılarda, hasmı konumundaki İran da hedef alındı. Başkan Joe Biden’ın onayıyla Salı günü gerçekleştirilen ilk saldırı, ABD ile İran arasındaki göstermelik barış anlaşmasını yeniden canlandırma girişimlerinin ortasında yaşandı.  Rusya’nın bu bombardımanı takiben yaptığı açıklamalarda, ABD'nin başlıca müttefiklerinden İsrail'in de saldırılara dahil olması kınanıyordu. ABD'nin başlıca hedefleri Rusya ve Çin gibi görünse de, Ortadoğu'yu da bırakmıyor, oradaki hakimiyetini sürdürebilmek için de yeni bir savaşı daha körüklüyor. ABD, İslamcı grup IŞİD'le savaşma bahanesiyle 2015'te Suriye'ye yaklaşık 2 bin asker yığmıştı ki bu hamle, o zamanki başkan Barak Obama'nın askeri birlik gönderilmeye son verileceğine dair sözlerine rağmen gerçekleştirildi. IŞİD'in yenilgisinden sonra bile ABD, ülkenin kuzey doğusundaki askeri birliklerini geri çekmedi, hatta geri çekilmeyeceğini açıkça belirtti. Sebebi de, son derece net bir biçimde açıklanmış olduğu üzere, Suriye'deki iç savaşı kullanıp kendi askeri gücünü bölgeye yaymak isteyen İran'ın bölgedeki varlığına karşılık verme çabasıydı. ABD Salı günkü bombalı saldırıların İran'la bağlantılı milisleri hedef almış olmasıyla övünüyordu - ve İran da bunun doğru olmadığını iddia etti.  ABD'den yapılan açıklamada, kendi askeri güçlerini İran’la bağlantılı grupların roket saldırılarından "korumak" istedikleri, bombardımanın bu nedenle başlatıldığı söyleniyordu. Ertesi gün ABD, İran’ın desteklediği silahlı grupların aynı günün akşamında iki ABD üssüne roket saldırısı düzenlediğini de açıkladı. Buna da en az üç kişinin öldüğü belirtilen bir helikopter saldırısıyla karşılık verdiklerini söylediler. Diktatör Beşar Esad, 2011 demokratik devrimine karşı askeri bir ayaklanma gerçekleştirip Suriye’yi bir iç savaşa sürükledi. Onun bu karşı devrimi sokaktaki isyanın militarize olup silahlanmasına yol açtı. Böylece bu silahlı gruplar desteklenip birbirlerine karşı kışkırtıldı ki emperyalist güçler buradan yakaladıkları avantajı bölgede kimin hakimiyet kuracağı üzerine girişebilecekleri bir rekabete dönüştürebilsin.  Suriye şimdi, bir yandan Rusya tarafından desteklenmekte olan rejimin kontrolü altındaki bölgeler, diğer taraftan ABD, İran ve Türkiye gibi rakip güçler tarafından desteklenmekte olan silahlı grupların bulunduğu bölgeler olmak üzere parça parça bölünmüş durumda. Bu ülkelerin her biri Suriye'yi Ortadoğu'da tutundukları sağlam bir zemin haline getirmeye çalışıyor, rakiplerinin de aynı şeyi yapma yönündeki girişimlerine engel olmak istiyorlar. ABD'nin bu hafta gerçekleştirdiği saldırıların da göstermiş olduğu gibi, bölgedeki istikrarsızlığı daha da tırmandırıp bir kez daha büyük bir çatışmanın yaşanmasına yol açabilecek tehlikeli teşebbüslere tanık olmaya başladık. Bu ataklar karşısında, Rusya da ABD'nin başlıca müttefiki olan İsrail'i, Suriye'ye düzenlediği bombalı saldırıları nedeniyle kınadı. Aslında İsrail’in bölgedeki saldırıları yıllardır sürüyor.  Suriye'de ayrıca İran destekli güçleri de hedef alan yüzlerce hava saldırısı düzenledikleri biliniyordu. Fakat Suriye rejimini desteklemek üzere askeri güçlerini kullanan Rusya, İsrail'in önceki saldırılarına göz yumdu. Çünkü zaten bu saldırıların hepsi İsrail’in Rusya’yı öncesinde bilgilendirmesiyle gerçekleşiyordu ve bu danışıklı dövüşle, birbirlerine karşı doğrudan çatışma içine girme ihtimalini bertaraf etmiş oldular. Ancak bu hafta işler değişti. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, "İsrail'in Suriye topraklarına yönelik tehdit içeren saldırılarını şiddetle kınadığını" belirtti. Neticede İsrail, Ukrayna'daki savaşta Batı güçlerinin yanında yer aldığını göstermişti. Altemperyalist ülkeler tarafından girişilen bölgesel rekabetler ya da küresel emperyalist güçler tarafından yönlendirilenler olması fark etmeksizin tüm emperyalist çekişmelerde egemenliğin mümkün olduğunca yayılması hedeflenir ki bu da halkların sefalete sürüklenmesiyle sonuçlanıyor. Nick Clark

‘Artık Yeter’: Bu gidişat değişecek

İngiltere’de sendika liderleri ve aktivistler bir araya geldi, hayat pahalılığına ‘Artık Yeter’ diyerek yeni bir hareket başlattı. Isabel Ringrose ve Nick Clark geçtiğimiz hafta Londra'da gerçekleştirilen kampanya tanıtımını aktarıyor. “Artık Yeter” kampanyasında bir araya gelen aktivistlerin enerjisi, Britanya emekçileri mücadelesinin tazelenmiş bir umutla devam ettiğini gösteriyor.  Geçtiğimiz Çarşamba günü Londra'nın güneyindeki Clapham'da gerçekleştirilen büyük toplantıya 1500'den fazla kişi katıldı, hatta mekanın kapasitesinin aşılması üzerine yüzlerce kişi de geri dönmek zorunda kaldı.  Üniversite ve Kolej Çalışanları Sendikası UCU'dan sendika liderleri Jo Grady, İletişim İşçileri Sendikası CWU'dan Dave Ward ve Ulusal Demiryolu, Denizcilik ve Ulaştırma İşçileri Sendikası RMT'den Mick Lynch bu muazzam kalabalığın yanı sıra İşçi Partisi’nden Zarah Sultana'ya da seslenen konuşmalar yaptılar. “Öfkeyi eyleme dönüştürme zamanı” sloganları eşliğinde devam eden konuşmalarda, Muhafazakarlara ve giderek derinleşen geçim krizine karşı yürütülen bu mücadeleyi büyütmenin şart olduğu vurgulandı.  Mitingde reel ücret artışları, yükselen enerji faturalarına bir yanıt olarak kamulaştırma, gıda bankalarına duyulan ihtiyacın sona erdirilmesi, hızla yükselen kiralara karşı önlem alınması ve zenginlerin vergilendirilmesi talepleri vurgulandı. Böylesi bir atmosfer en son Jeremy Corbyn'in 2015 ve 2017'deki mitinglerinde görülmüştü. Ancak bu kez o zamanki mitinglerden farklı olarak odak noktasının mücadele eden işçiler olduğu anlaşılıyordu.  Ağırlıklı olarak gençlerden oluşan kitle, tren, metro, otobüs ve posta hizmetleri çalışanlarının grevlerini sonuna kadar desteklediklerini dile getirip 2022 yazının “bir dayanışma yazı” olması gerektiği çağrısı yaptı.  Olağanüstü katılımcı sayısı, artan yoksulluk ve düşen ücretler hakkında hemen şimdi bir şeyler yapmaya duyulan ihtiyacın ve tüm bunların değişebileceğine duyulan inancın bir göstergesiydi adeta. “Artık Yeter”, grevlerin tazelediği umutla Muhafazakarlara karşı etkili bir mücadele yürütmek isteyen çok sayıda insanı bir araya getirmiş olması açısından son derece önemli bir adımdır.  Dave Ward (CWU), görevin “kolektivizmi yeniden inşa etmek” olduğunu dile getirdi; “Sektörel ihtilafları sonlandıracak olan bu platformda herkesi bir araya getirmeyi, birbirleriyle fikir alışverişinde bulunmalarını amaçlıyoruz.” “Geçtiğimiz yıllarda birçok kampanyaya şahit olduk ki bunların maalesef bir geleceği olamadı. Bu kez değişimi getirmeye kararlıyız – buna emin olabilirsiniz.” Kitlenin öfkesinin hedefinde İşçi Partisi ve lideri Keir Starmer da bulunuyordu. Bundan aldığı güçle devam eden Ward, İşçi Partisi’nden bir kısım siyasetçinin “desteği hak ettiğini” de belirterek, "İşçilerin burada bu mevcut koşullar karşısında mücadeleyi bırakmayacaklarını görmek çok güzel," diyordu; “Ancak mücadelemiz sadece çalışma koşullarını kapsamıyor, bizler yoksullaştırılan bir toplumun haklarını savunmak için ayağa kalktık. Buradaki insanlar, İşçi Partisi nerede diye soruyor. Bundan sonrası İşçi Partisi'ne kalmış – bu kampanya onunla da onsuz da devam eder.” “Artık Yeter” kampanyasının öncelikli hedefi, İngiltere genelinde daha fazla şube açarak kitlesel eylemler ve mitingler örgütlemek. Kuzey, güney, doğu ve batı olmak üzere dört bölgede sürmekte olan tüm grevlere destek ziyaretleri gerçekleştirileceği ve enerji şirketlerine karşı eylemler örgütleneceği de belirtildi.  Kampanyada İngiltere'nin her yerindeki kasaba ve şehirleri kapsayacak şekilde yeni mitingler düzenlenmesi planlanıyor. İletişim İşçileri Sendikası’ndan Dave Ward, “Burada paylaşılan planların tümü tartışmaya, üstüne yeni fikirler eklenmesine açıktır. Diğer örgütlere de üretilecek çözümler konusunda söz hakkı tanınan bir platform olmak istiyoruz. Herkesin bu süreçlere aktif katılım sağlayabilmesini hedefledik. Bunu nasıl başaracağımızı önümüzdeki birkaç hafta içinde görebilirsiniz.”  Ward, “Artık Yeter” kampanyasındaki önceliklerin, sendikal faaliyeti işyerleri dışındaki kampanyalarla ilişkilendirmek olduğunu da belirtti; "Ülkenin her yerinde gerçekleştireceğimiz toplu eylemleri, bir sendikaya bağlı olsun ya da olmasın, herkese duyuracağız."  Üniversite ve Kolej Çalışanları Sendikası’ndan sendika lideri Jo Grady ise "Çözümler Westminster'den [Parlamento] gelmeyecek” diyordu; “Bu, birlik içinde olmamız gereken bir sınıf mücadelesidir.”  “Taleplerimiz işyerlerinin de ötesinde, sokakta kök salacak. Sendikal faaliyetlerde sürdürülen mücadeleleri çözüme ulaştırmak yeterli değildir; bunlar, yükselen enerji fiyatlarına ya da gezegenin yanıyor olduğu gerçeğine bir yanıt üretemez." Denizcilik ve Ulaştırma İşçileri Sendikası’ndan Mick Lynch, "Demiryolları işçilerinin mücadelesi de başlangıçta işçilerin sektörden talepleriyle şekillenmişti ama tüm ülkeyi ele geçiren bu ruh hali ve siyasi iktidarın taktikleri karşısında giderek daha politize olacağı bir duruma evrildi. Bu kemer sıkma politikasına karşı yürüttüğümüz mücadelede sonuna kadar gitmeye kararlıyız ve bunun için tüm grevler, tüm sendikalar ve örgütlerle omuz omuza vereceğiz.”  “Bu mücadelenin öncüleri sendikalar olmalıdır. Bunu politikacılardan bekleyemeyiz. Mücadelelerine destek olup büyütebilmek için tüm topluluklara ulaşmamız gerekiyor. ” Artık herkesin aklında aynı soru var: Bu dev kampanya, sürmekte olan grevleri, patronları ve Muhafazakarları alt etme gücüne ulaşacak kadar büyütüp yaymaya mı odaklanacak, yoksa yeni bir seçenek mi üretecek?  Ward, Lynch ya da Grady grevleri birleştirip büyütme gibi bir plandan bahsetmiş değildi. Ancak kampanyanın lansmanı öyle moral vericiydi ki mücadeleye olan bu inancın tüm topluma yayılması, bu sayede yeni örgütlenmelerin oluşturulması ve hepsinin güçlü bir direniş hareketine dönüştürülmesi için muazzam bir fırsat yakalandığını gösteriyordu. Çözüm arayan genç bir kitle “Artık Yeter” kampanyasında bir araya gelen katılımcıların toplumun her kesimini temsil edecek çeşitlilikte olduğu da görülebiliyordu. Yalnızca aşina olduğumuz tecrübeli sol aktivistlerle veya görevi gereği orada bulunan profesyonel sendika aktivistleriyle kısıtlı olmayan bu topluluğun büyük ölçüde gençlerden oluşuyor olması da dikkat çekici yönlerinden biriydi. Ve pek çoğu da sendikalar veya sol örgütlenmelerin gerçekleştirdiği duyurulardan değil, sosyal medyadan duyup gelmişti. Hepsinin ortak noktası, yükselen fiyatlara ve yıllardır katlanmakta olduğumuz Muhafazakar siyasete bir çözüm aramaktı. Ulusal Sağlık Sistemi (NHS) için mücadele eden Zarah Sultana (İşçi Partisi) bizlere verdiği demeçte aynı gerçekleri dile getirdi; “Ben de Twitter'dan duydum. Herkes ‘artık yeter’ diyor. Her şey çok pahalı, bu bir sınıf mücadelesidir. Hangi işi yaptığın fark etmiyor, hepimiz aynı durumdayız. Elektrik faturasını mı ödeyecek yoksa masaya yemek mi koyacak, bu ikisi arasında seçim yapmak zorunda kalan insanlar var. Mültecilere destek veren bir örgütü ziyaret ettim ve orada evinde pişirecek yemeği bile olmayan bir kadınla tanıştım.” “Bir sığınma evine yerleştirildiğini, oradan da bir konut birliğine taşındığını anlatıyordu. Gazın ve elektriğin sorumluluğunu üstlendiğinde gıda alışverişi yapacak parası kalmamıştı. Yoksulluk ödeneği (Universal Credit: Evrensel Kredi), ödeme alabilmesi için altı hafta beklemesi gerektiğini söylemişti. Böyle birinin nasıl hayatta kalmasını bekliyorsunuz? Buraya başka insanların da aynı duyguları hissedip hissetmediğini görmek için gelmiştim ki herkesin aynı şeyleri düşündüğünü görüyorum. Hepimiz çekilen acıları görüyoruz.”  Genç katılımcılardan Petrea ise "Bir öğrenci olarak siyasete yeni giriyordum ki Twitter'da görüp geldim,” dedi; “Aile büyüklerim işçi sınıfını temsil eder. Ebeveynlerimin beni büyütebilmek adına neler çektiklerini biliyor ve şimdi hayatımdaki diğer insanların da aynı şeyleri yaşadığını görüyorum. Burada tekrarlanmış olduğu gibi; Artık yeter, bu kadarı da fazla!” Lansmana katılan kişilerin önemli bir kısmı, “Artık Yeter” kampanyasının İşçi Partisi'ne bir alternatif olarak görülebileceğini düşünüyor, ya Keir Starmer'ın yaptıklarından bıkkınlık duyuyor ya da Corbyn'in yenilgisinden duydukları üzüntüyü aktarıyorlar – çoğunlukla da ikisini bir arada yaşıyorlar.  Kuzey Londra'dan bir duvar ustası olan Paul, Socialist Worker'a şunları söyledi: “Aslında İşçi Partisi üyesiydim. Geçen sene siyaseti bıraktım ama bu kampanyayı duyunca katılmak istedim. Son birkaç yılda tüm umutlarımızı tükettiler. Fakat pes edip çekip gidecek halimiz de yok. Birkaç yıl önce verilen vaatleri unutmadık. Evlerimizde oturup Netflix izlemekle yetinmeyeceğiz. Her yerden tekmelendik ve sonunda biri ayağa kalkıp artık yeter dedi.” Kampanyada merkezi bir rol oynayan grevler Hem İşçi Partisi'nin kabul görmüyor oluşu hem de “Artık Yeter”in coşkusu, son grevlerin siyasi alanı nasıl değiştirdiğine dair gerçeklerin bir yansımasıydı.  Kampanyaya katılmak isteyen herkes, bundan yeni bir hareketin çıkabileceği ihtimalinden heyecan duyduğunu gösteriyordu. Ancak bu hareketin nasıl şekilleneceği konusunda bazı soru işaretleri de olduğu görülebiliyordu – gördüğümüz kadarıyla, buradaki herkes, nasıl şekillenirse şekillensin bu hareketin içinde yer almak istediğinden emin. Katılımcıların bir kısmı, seçimlerde İşçi Partisi'ne bir alternatif yaratılabileceğini de düşünüyor.  Ancak genel kanı, yeni bir eylemliliğin inşa ediliyor oluşuydu. CWU temsilcilerinden Ed’e göre, bu, sendikal örgütlenmeleri de güçlendirebilecek bir atılım; “Umarım bu, diğer sendikaların da katılmaları ve aynı şeyi yapmaları, ve sendikalar arasında daha sağlam bir birlik olduğunu görmeleri, birbirlerini desteklemeleri için bir fırsat sunar.”  Bazıları da grevleri “son çare” olarak görse de tüm grevlere destek verdiğini dile getiriyordu. “Kill the Bill” aktivisti [polisin yetkilerinin artırılmasını öneren yasa tasarısına karşı yükselen hareket] Fahey, Socialist Worker'a yaptığı yorumda, “Sesimizi duymak istemiyorlarsa son çareye başvurur greve gideriz” diyordu; “Sendikal eylemleri tabii ki destekliyorum. Kimsenin buna karşı olabileceğini düşünmüyorum. Greve gitmek zor bir karardır – mecbur kalırsanız başvurursunuz ve buna kesinlikle hakkınız vardır." Fakat en önemlisi, buradaki birçok insanın, kampanyanın değişim getirebilecek çok daha büyük bir harekete dönüşeceğine inanıyor olmasıydı. Katılımcılardan Tom, “Nasıl örgütlenebileceğimizi yeniden öğrenebiliriz,” diyordu; “Bizi bölen meseleleri bir kenara bırakıp, ailemizi geçindirebilmek, beslenebilmek gibi temel konularda birleştiğimizi görüyoruz. Şahsen ben, uzun vadeli çözümler sunabilecek ama kısa vadede baktığımda geçim kriziyle mücadelede yaratıcı fikirler üretebilecek bir oluşum olacağını umuyorum.”  Bir diğer katılımcı Anne ise "Birinin kendi topluluğunda hayata geçirebileceği türden çözümler üretildiğini görmek istiyorum" diyordu; “Belki de bu süreç, büyük bir harekete dönüşecek bir dizi miting düzenlemekle başlayacak. Çoğu kez bu şekilde başlayıp bir ışık yakar ama o ışık giderek soluklaşır. Büyük bir hareketin bir gecede yükselmesini bekleyemeyiz. Tam olarak bu nedenle, hepimizin harekete geçip onu büyütmesi gerekiyor.” “Artık Yeter” hareketiyle ilgili detaylı bilgi için tıklayın

Altıncı ayında Ukrayna savaşı: Ölümcül bir safhaya girilmek üzere

İşgalin altıncı ayına giriyoruz ve Doğu Avrupa'daki gerilim tırmanmaya devam ediyor. Vladimir Putin'in Ukrayna'yı işgalinin altıncı ayında, NATO ile Rusya arasındaki bu vekalet savaşında bir kez daha ölümcül bir dönemeçteyiz: Batı, Ukrayna'yı, Kırım'ı Rusya'dan geri almak için bir saldırı başlatmaya teşvik ediyor.  Rusya bu bölgeyi 2014 yılında ele geçirmişti ve Vladimir Putin'in, Rusya yanlısı cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç'in devrilmesinden sonra, Ukrayna'nın ABD ve müttefiklerini kucaklamaya başlamasına verdiği bir yanıt niteliğindeydi. Bir “kurtuluş” mücadelesinden ziyade emperyalistler arası rekabetin bilenmesinin bir sonucu olarak yaşandı.  Rusya'nın kendi topraklarının ayrılmaz bir parçası olarak gördüğü Kırım'ı geri alma çabaları için Batıdan verilen destek bu savaşı daha da büyütebilir. ABD, Ukrayna'nın Batı'dan tedarik ettiği silahları Kırım'ı vurmak için kullanabileceğini belirtti. ABD'li üst düzey bir yetkili de bölgedeki hedeflerin "doğası gereği bir savunma hattı" olduğunu söylüyordu. Ve ardından, Cumartesi günü bir insansız hava aracı, Kırım'ın Sivastopol kentindeki Karadeniz donanma üssünün sıkı bir şekilde korunmakta olan merkezinde konuşlanmış Rusya donanma karargahına düşürüldü. Bunu, Kırım'daki diğer askeri üslerde gerçekleşen, dokuz Rus savaş uçağını imha ettiği bildirilen Saki hava üssünde yaşanan büyük patlama da dahil olmak üzere bir dizi patlama izledi. Bu saldırıların her birinin 20 milyon doların üzerinde bir maliyeti var. Ukrayna, saldırıları resmi bir açıklamayla üstlenmiş değil, ancak bölgede böyle bir saldırı gerçekleştirebilecek başka bir gücün bulunmadığı da biliniyor. Ukrayna cumhurbaşkanı Volodymyr Zelensky'nin baş danışmanı Mykhailo Podolyak, patlamaları bir karşı saldırının başlangıcı olarak nitelendirdi; “Stratejimiz, askeri altyapının lojistiğini, ikmal hatlarını, mühimmat depolarını ve daha ne varsa hepsini imha etmektir. Bu birlikler büyük bir kargaşaya sebep oluyor.”  Podolyak ayrıca Kırım'ı Rus anakarasına bağlayan Rusya yapımı Kerç Köprüsü'nü vurma planlarını ima ederek, "Bu tür yapıların imha edilmesi gerekiyor" dedi.  Bu olan bitenler basit bir geçiş süreci olarak adlandırılamaz. Salı günü NATO genel sekreteri Jens Stoltenberg, Kırım Platformu zirvesine teşrif etti ve bu, NATO'nun askeri ittifakının kanlı elleriyle kutsadığı askeri oluşumların ziyaretinden çok daha fazlasıydı.  Kırım Platformu, emperyalizmin yeni oyuncağıdır. Geçen yıl kurulan bu örgütlenmenin amacı, Rusya'ya karşı agresif önlemler almak ve hatta bunları daha da agresif olacakları bir boyuta taşımaktı. Kendi demeçlerine göre, “Kremlin üzerindeki uluslararası baskıyı” artırmak, “Rusya'nın Kırım'ı işgale son vermesini sağlamak ve yarımadanın kontrolünün yeniden Ukrayna’ya verilmesini sağlamak” istiyorlar.  İngiltere yönetimi de bu emperyalist çetenin ön saflarında yer alıyor. Savunma Bakanı Ben Wallace geçtiğimiz günlerde, “Ukrayna için Uluslararası Fon”a kısa süre önce açıklanan 1 milyar sterline, Ukrayna'nın son maceralarını desteklemek için bir 250 milyon sterlin daha ekleyeceklerini açıkladı ki bu destek Ukrayna’nın askeri eğitim ve teçhizat ihtiyacının finanse edilmesi için kullanılıyor. İngiltere, savaşın ilk ayında 2.300'den fazla Ukrayna silahlı birliğini eğitti. Ukrayna savaşı yeni bir süreçten geçiyor, bir kez daha yön değiştiriyor.  İlk zamanlarında, Ukrayna’nın direnişiyle engellenip kısmen geri püskürtülen Rusya işgaline tanık oluyorduk. Onu, Ukrayna'nın güneyinde ve doğusunda sürmekte olan ama Rusya’nın bir ileri bir geri gittiği bir yenişememe evresi izledi ve bu süreçte her iki taraf da korkunç kayıplar verdi. Bu sırada Rusya bir dizi şehri yerle bir etmek için topçu birliklerini kullanmaya devam ediyordu. Ancak Batı silahlarının arzındaki muazzam artışla birlikte başka bir evreye daha girilmişti. ABD, Rusya'yı Donbas'tan çıkarmak ve aynı zamanda gücünü sekiz yıldır sürdürmekte olduğu bölgeleri hedef haline getirerek Putin’i küçük düşürmek için bir fırsat yakalamaya çalıştı. Tayvan'a yönelik kasıtlı kılıç sallamaları da hemen ardından Çin'e yöneleceğinin açık bir göstergesidir. Rusya’nın ağır silahları, işgalin başlangıcından bu yana geçen bu altı ayın büyük bir bölümünde, Ukrayna'nın elinde bulunanlara kıyasla daha uzun bir menzile sahipti. Ancak sonra İngiltere ve ABD'nin Himars roket sistemi gibi silahlar da devreye girince Ukrayna’nın silahlı gücü Rusya’yı geride bırakabileceği bir seviyeye taşındı. Elbette bu, Ukrayna'nın da hemen yarın bir işgale girişeceği anlamına gelmez. Ukrayna cumhurbaşkanı danışmanlarından birinin Wall Street Journal gazetesine verdiği demeçte şöyle söyleniyordu; "Rusya’ya karşı yumruk yumruğa bir savaşa girişmek istemiyoruz; savaş güçlerini zayıflatıp bir noktada sıkıştırabilmek için baskı yapmaya devam edeceğiz."  Fakat Rusya da köşeye sıkıştırılma planlarının işlemesine izin verecek değil tabii.  Batı, bu savaşa dair hedeflerini yeniledikçe tehlike giderek büyüyor. Öyleyse hem Doğu’dan hem de Batı’dan yükselmekte olan savaş karşıtı sesleri de büyütmek gerekir. Charlie Kimber Socialist Worker’dan Tuna Emren çevirdi

(Röportaj) Küba’nın içler acısı gerçeği: “Yaşadığımız şeyin sosyalizmle alakası yoktur”

Dalton Liebknecht, Kübalı bir işçi ve adadaki yeni bağımsız sol örgütlenmenin aktivistlerindendir.  Marx21 ile gerçekleştirdiği bu röportaj, 2022 Ağustos’unda, Matanzas'taki bir petrol deposunda çıkan korkunç yangından hemen önce tamamlandı.  Sosyalist İşçi'nin İspanya’daki kardeş yayını olan Marx21.net'ten David Karvala’nın gerçekleştirdiği röportajı Tuna Emren çevirdi. Son haftalarda Pinar del Río'dan Santiago'ya kadar birçok şehirde, Havana'nın merkezindeki yoksul mahalleleri de kendisine katan çeşitli sokak protestolarına şahit olduk. Orada neler oluyor? Dalton Liebknecht: Aslında bir yıldan biraz daha uzun bir süre önce, yani 11 Temmuz 2021'de binlerce Kübalıyı sokaklara döken neyse şimdi de o: Çok büyük bir kesimi etkisi altına alan kıtlıklar, yükselmeye devam eden enflasyon ve elektrik kesintileri.  Pandeminin neden olduğu sağlık krizi sonlandı, ancak bu kez de adanın çeşitli bölgelerinde dang humması vakalarının sayısında kayda değer bir artış başladı. İlaçlara erişim sorunu yaşanıyor ve bu durum tüm nüfusu tehdit etmeye başladı.  Bir önceki protestoların üzerinden bir yıl geçti, ancak hiçbir şey değişmiş değil. Bilakis gıda fiyatları bu dönemde daha da arttı. Küba yönetimi bu sorunların hiçbirine yanıt sunamıyor; tek bir önlem dahi almadı, almıyor. Yaşananları daha iyi anlayabilmemiz için bizlere Küba'daki yaşam koşulları hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Barınma, toplu taşıma, sağlık ve eğitim, elektrik kesintileri gibi birçok sorun var değil mi? Burada her şey çok zor. 1953'te Fidel Castro, en büyük sorunlarımızdan birinin barınma olduğundan bahsetmişti. Aradan 70 yıl geçti ama bu sorun hala devam ediyor. Küba'da birkaç neslin bir arada yaşadığı evler çok yaygındır: Büyükanne ve büyükbabalar, çocuklar, torunlar aynı evi paylaşır. Gençlerin kendi evlerinde yaşayabilmesi neredeyse imkansızdır. Hatta inşaat malzemelerinin üretimi ve pazarlamasında yaşanan sorunlar yüzünden, evlerdeki onarım işleri bile karşınıza başlı başına bir zorluk olarak çıkar. İnşaat malzemelerini yalnızca el altından, gayri meşru piyasalarda – ya da Serbest Döviz Piyasası (MLC) ağında - bulabilir ve çok yüksek fiyatları göze almak zorunda kalırsınız. [Çevirmenin notu: MLC sadece yurt dışından giriş yapan dövizlere yanıt veren bir sistemdir ve gerçekte Küba nüfusunun çok büyük bir kısmı bu dükkanlardan alışveriş yapamaz.] Toplu taşıma da keza, üstelik yalnızca işlevsel olmayan durumu ve kötü koşulları nedeniyle değil, aynı zamanda yakıt kıtlığı yüzünden de korkunç bir durumda. Küba halkı her gün okullarına ve işyerlerine aşırı kalabalık ve aşırı sıcak otobüslerle gitmek zorundadır zaten. Bir otobüsün gelmesi için bir saatten fazla beklemek son derece olağan bir durum. Ayrıca yakıcı güneşin altında uzun mesafeler boyunca yürümek de kanıksanmıştır. Aksi halde fiyatları çok yüksek olan taksilere yönelmek zorunda kalırsınız. Sağlık hizmeti ücretsiz. Ancak o da krizden etkilendi ve şimdi o da felaket bir durumda. Ayrıca, yolsuzlukların yaşandığı bir sektör olduğu gerçeği de atlanmamalı. İlaçlara erişim sorunu süreklilik arz eden ciddi bir sorun haline geldi; hastaların tedavi için gereken tıbbi malzemeleri kendilerinin satın almak zorunda kaldığına dair deneyimler aktarılıyor. Birkaç ay önce işyerinden bir arkadaşım, oğlunun fıtık ameliyatı için gereken malzemeleri kendisi bulmak mecburiyetinde kaldı. Başıma henüz böyle bir şey gelmedi gerçi ama bazı tedavi işlemlerinin de hem ücretli gerçekleştirildiği hem de çok pahalı olduğuna dair söylentiler duyuyorum. Benzer şekilde, örneğin kürtaj ya da doğum için de ödeme istendiğine dair bazı iddialar var. Küba’nın sağlık sistemi çöküyor. Doktorlar çok düşük maaşla çalıştırılıyor. Ambulans hizmeti bile gerektiği gibi hızlı değil, aksıyor, gecikmeli olarak sağlanıyor.  Eğitim hizmetleri de aynı kaderi paylaşıyor. Okulların kötü durumda olması, temel eğitim malzemelerinin sağlanamaması, düşük maaşlı öğretmenler ve her seviyesinde mevcut olan eğitim eksikliği gibi birçok sorunu var. Öğrencilerin yaşadıkları o korkunç koşulları görmek için öğrenci yurtlarına gitmeniz yeterli olur. Verilen yemeklere bakmanız bile kafi. Elektrik kesintileri ise ezelden beri devam eden bir sorundur. Bazı mahallelerin elektriği sürekli kesilir zaten. Güç ihtiyacı tek bir termoelektrik santralden karşılanıyor, çünkü diğeri sık sık arızalanıyor. Birkaç on yıl boyunca ne bir bakım ne de teknolojik anlamda bir yenileme yapıldı ve işte sonucu da budur. Bir diğer sonucu da jeneratör kullanma zorunluluğu getirilmiş olması ki bu da yakıt kullanımı demek. Dolayısıyla ulaşımda ve endüstride yakıt sorunu yaşanmasına sebep oldu. Özetle, elektrik kesintileri tüm Küba halkını derinden etkileyen, neredeyse tüm sektörlere yansıyan büyük bir sorun olarak kalmaya devam ediyor. Son yıllarda Küba yenilenebilir enerjiye yöneldi ve yeni termoelektrik santralleri kurmak için borçlandı. Fakat bu çabalar da işe yaramadı. Ciego de Ávila'da bir biyoelektrik santralinin inşası için milyonlarca dolar harcandı ama şimdi o santral muazzam oranda zarar edecek şekilde çalıştırılıyor. Termoelektrik santrallere yapılan tüm diğer yatırımlar ya yeterli seviyeye ulaşamadı ya da yanlış yönetildi. Karne sistemi, serbest döviz piyasasına tabi olan dükkanlar, kaçak ürün pazarları ve uzun kuyruklar derken satın almanız gereken bir ürüne nasıl erişebildiğinizi de açıklar mısınız? Küba pesosu ile hizmet veren, devlete ait mağazalardan herhangi bir şey satın alabilmek mümkün değil bir kere. Mesela şu anda bu maaşla bir dükkana gidip tavuk ya da sosis alamam. Bir MLC mağazasına gitmek ve oradan neler satın alabileceğinizi görmek için de döviz satın almanız gerekiyor – ama aktarılanlara bakarsak, orada da karşınıza çıkan seçenekler oldukça kısıtlı. Diğer bir seçenek, mahallemdeki veya kasabamdaki bir işyerinde satışa sunulmasını beklemektir. Ve bunun için saatler boyunca beklemek zorunda olacağınız bir sıraya girmeniz gerekiyor. Üstelik belki de beklediğiniz ürünü alamayacaksınız, çünkü her şey bir denetim ve tanzim mekanizmasıyla satılır. Ayrıca bazı işyerleri işçilerine sözüm ona "erzak paketleri" ve "temel ihtiyaç malzemeleri" pazarlamak üzere kimi şirketlerle anlaşma yapıyor. Örneğin benim çalıştığım yerde ara sıra bizlere gıda ürünleri ve banyo malzemeleri pazarlamaya da çalışıyorlar. Bu gıda satış süreçleri şehirlere, hatta aynı şehrin farklı belediyelerine göre değişim gösterir. Bazı bölgelerde tedarik sorunları yaşanır. Örneğin, Havana'da daha fazla gıda ürünü vardır. Elbette orada da uzun gıda kuyrukları ve kısıtlamalar var, ama bunları göze alıyorsanız gıdaya erişim mümkün. Ülkenin iç kısımlarında yaşayanlar içinse hayat gerçekten çok daha zor. Sofranızda doyurucu bir ana yemek görebilmek için en az bir ay beklemeniz gerekebilir. Bu kadar bekleyemeyeceğiniz için, gıdanın mevcut ama fiyatların fahiş olduğu karaborsaya yönelmeniz gerekiyor. Ve bunu söylerken, devletin sattığı yegane ürünler olan tavuk, kıyma veya sosisleri kastediyorum. Sözgelimi, balık istiyorsanız bulmanız daha zordur, dolayısıyla çok yüksek bir meblağı göze almanız gerekir. Domuz etine gelince, onun da kilosu 300 pesoya mal oluyor. Küba'da asgari ücret ayda 2.100 peso. Hepsini verseniz anca 7 kilo et alabilirsiniz. Peki çalışma koşullarınız nasıl? Örneğin siz ne tür bir şirkette çalışıyor ve ne kadar kazanıyorsunuz? Yaşamak için yeterli mi? Durumunuz diğerlerinin durumuyla karşılaştırılacak olsa nasıl bir tablo çıkardı ortaya? Ben üniversite mezunuyum, hizmet sektöründe çalışıyorum. Yani bir şey üretmiyoruz. Kazancım ayda 5.000 peso civarında. Her üç ayda bir 3.000 pesoya, hatta genellikle 2.000 pesoya bile ulaşmayan bir ek ödeme yapıyorlar. Bu gelirle hayatta kalabiliyorum. Yani açlıktan ölmüyorum ama sadece gıda ve birkaç temel ihtiyaç malzemesi masrafına yetiyor. Demek istediğim, bir çift ayakkabı almaya kalkışsam 5 ay boyunca para biriktirmek zorunda kalacağım, çünkü 4.000 ya da 5.000 pesoya ihtiyacım olur ki bu da benim bir aylık maaşıma denk. Röportajı gerçekleştirirken sizin sorularınıza yanıt vermeye çalıştığım bu cep telefonu da pek kullanılabilecek bir durumda değil. Yeni bir tane almak için bir yıllık maaşımı biriktirmem gerekiyor – 20.000 pesodan fazlaya mal oluyor. Benim çocuğum yok, nispeten daha iyi bir durumda olduğum söylenebilir. Kübalı bir ebeveyn de ayda 5.000 peso civarında kazanır. Yani çocuklarına bir okul çantası almak isteseler bunun 3.000'ini ayırmaları gerekir. Tek kalemlik sıradan bir ürün satın almak bile maaşınızın yarısından fazlasını götürür ve buna ne öğle yemeği dahildir ne de bir çift ayakkabı. Bunları da listeye eklemeye çalışırsanız işler iyice zorlaşır. Şu sıralar Kübalı işçiler gıda, giysi ya da evin bakım masrafları arasında bir seçim yapmak zorunda kalıyor. Ve tabii ki herkesin önceliği beslenmektir. Bir örnek vermem gerekirse, ben bu maaşla sadece 16 kilo domuz eti veya 20 bira alabilirim. Hükümet tüm sorunların ABD ablukasından kaynaklandığı konusunda ısrar ediyor. Peki bu doğru mu? Abluka Küba ekonomisini ciddi şekilde etkiliyor tabii. Diğer ülkelerin borçlanarak da olsa satın alabileceği birçok şey varken Küba'nın nakit kullanması, ABD'nin yetkilendirme ve lisans verme süreçlerinden geçen ürünleri satın alması bekleniyor. Latin Amerika'dan satın alınabilecek şeyler mevcut olsa da oradan almak için bile Avrupa'ya yönelmeniz gerekiyor. Hatta bazen yük gemilerinin Küba'ya sevkiyat yapması için bile fazladan ödeme yapmamız gerekebiliyor. ABD bileşenleriyle üretilen ürünlereyse erişim zordur. Bankalar aracılığıyla gerçekleştirilen işlemlerse çok daha zor. Neticede, burada her şeyin zora sokulduğu ve hiç de adil olmayan koşullara mahkum edildiğimiz doğrudur. Ancak gündelik hayata dair birçok sorunun asıl sorumlusu bu ablukayı uygulayanlar değil. Kötü ekonomik kararların ve yolsuzlukların suçlusu ve sorumlusu onlar değildir örneğin. Kaynakların boşa harcandığı, berbat yönetilen inşaat projelerinden kaynaklı ekonomik kayıplarımız bunun en iyi örneklerinden biri. Ciro Redondo Biyoelektrik Santralinden bahsetmiştim, oradaki muazzam kayıplar çok açık bir örneğini teşkil eder. Lüks oteller yaparken termoelektrik santrallerin bakımını yıllarca erteleyen, tarıma yeterince yatırım yapmayan, ulusal domuz üretimini güçlendirmek için hayvan yemi ithal edebilecekken her yıl ABD'den tonlarca tavuk eti satın alma kararı veren kimdi? Bunların hepsi bizatihi kendi yönetimlerinden kaynaklı sorunlar. Pek çok toplu taşıma güzergahında parça eksikliğinden dolayı az sayıda otobüs bulunuyor. Bunun nedeninin "ulaşımın ablukadan etkilenmesi" olduğunu söylüyorlar. Ancak diğer taraftan, turizm sektörü akıllı modern otobüslerle dolduruldu. Bunlar hiçbir zaman parça sıkıntısı yaşamayan taşıtlar. Turistlere araç kiralayan acentelerin büyükçe bir modern araç filosu vardır mesela. Ancak devlet hastanelerinde hala eski ambulansları kullanırlar.  Küba'da sokaklarına asfalt atılmayan, kanalizasyon sistemleri dahi bulunmayan birçok yoksul mahalle varken kaynakların büyük bir kısmı turistik bölgelerdeki yolların onarımı için kullanılır. Uluslararası solun bazı kesimleri “sosyalist Küba'yı savunmaktan” söz ediyor. Sizce sosyalist bir toplumda mı yaşıyorsunuz? Dışarıdan bakan insanların Küba'ya “işçi devleti” ya da “proletarya diktatörlüğü” demeleri yaygın bir durum tabii, ama yanılıyorlar: Küba devletinin önde gelenleri arasında tek bir işçi bulunmadığı gibi, bu sistemi dikte edenler arasında da tek bir proleter yoktur. Küba'da siyasi ve ekonomik güç sosyalist değildir; toplumsallaşmış değildir. İşçiler olarak, bu şirketlerin hiçbirinin sahibi bizler değiliz. Sendikalarsa sadece üyelik aidatı toplayan, işçilerin şikayetlerini not etmekten başka bir şey yapmayan örgütlenmeler olarak oradalar ve bu nedenle sorunların hiçbiri çözüme kavuşturulamıyor. Ne kadar üreteceklerine, nasıl ve kime satacaklarına işçiler karar vermez; her şey tepeden gelen emirlere göre düzenlenir. Şirketlerin yöneticileri diğer tüm çalışanlardan daha fazla kazanır. İşçiler bu korkunç toplu taşıma araçlarında seyahat etmek zorunda kalırken onlara özel araçlar tahsis edilir. Şirket harcamaları konusunda da söz hakkımız yok, hatta bu süreçlerin hiçbiri şeffaf değil. Küba'da devleti, toplum için faydalı olduğunu düşündüğümüz şeylere yatırım yapması konusunda yönlendiremiyoruz. Küba'da zenginler ve fakirler var; yönetimdekiler ve onlara itaat etmesi beklenenler var. Ve şimdi bir de devreye özel işletmeler ile onların yabancı ortakları girdi. Küba sosyalist değildir. Küba'da devlet servetin sahibi olacak şekilde örgütlenmiştir ve buna göre hareket eder. Uluslararası sermayeyle, Rus ve Çin emperyalizmiyle, yükselen burjuvaziyle el ele yürümeyi seçmiş bir devlet kapitalizmidir bu. Küba'da henüz yükselmeye başlamış yeni bir sol örgütlenme olduğunu görüyoruz. Bundan da kısaca bahsedebilir misiniz? Hareketin karşılaştığı başlıca zorluklar nelerdir mesela? Son zamanlarda yeni bir sol hareket yükselmeye başladı. Bu hareket, kendisi ile Küba’nın siyasi yapılanması arasına bir mesafe koyuyor, çünkü hareketi temsil edenlerin çoğu Küba'yı devlet kapitalizmiyle yönetilen fakat giderek özel mülkiyet kapitalizmine kaymakta olan bir ülke olarak görüyor.  İçlerinde devrimciler de var, nispeten daha reformist görüşlere sahip olanlar da. Bu açıdan heterojen bir yapı. Tam olarak bu heterojen yapısından ötürü, eylem birliği gerektiğinde fikir çatışmaları yaşanıyor. Ancak gördüğüm kadarıyla buradaki en büyük zorluk, sosyal ağların ve kuramların dijital evreninden, insanların bulunduğu yere; sokağa bağlantı kurup tüm bunları gerçek bir faaliyete dönüştüremiyor olmasıdır.  Küba'da aktivizm yapmak başlı başına bir meseledir zaten, neredeyse her adımınızın izlendiği bir hayata mahkumsunuz. Mükemmel fikirleri olan çok değerli insanlar olsa da bu fikirleri alenen dile getirmeye kalkıştıklarında işlerinden atılabileceklerinin farkındalar. İş olanaklarının böylesi kısıtlı olduğu bir yerde, bilhassa da öğretmen veya doktor iseniz karşınıza bir de böyle bir engel dikilir. Fakat bunlara rağmen, Küba solu için en büyük zorluk, işçi sınıfını, bu yaşadığımız şeyin sosyalizmle alakası olmadığı konusunda ikna edebilmektir. Var olanın, her şeyi özelleştirmenin ötesinde bir alternatifin bulunduğunu anlatmak gerekiyor. Halkın bir bölümü Küba toplumunu sosyalist veya komünist olarak tanımlar ve bu nedenle, sosyalizme yönelik bir tepki de mevcuttur.  Siyasi iktidar ve Miami’de ikamet etmekte olan Küba sağcıları bunun sosyalizm olduğunu iddia ediyorlar. Ne yazık ki bu propaganda hala sonuç veriyor. Uluslararası solun bu konuda size destek olabilmesi için ne yapması gerekir? Hükümete sempati duyan bazı solcuların, devlet yetkililerinin rehberliğinde düzenlenen turlara katılmak yerine kendi başlarına gelip yoksul mahalleleri ziyaret etmeleri gerekiyor. Buradaki gerçekleri görmeleri gerekiyor. Şirketleri ziyaret etmeli ve işçilerle konuşmalılar. İşçilerin ne düşündüğünü görmeliler. Devrimin sadece bir grup birey tarafından değil, bütün bir halk tarafından yapıldığını hatırlasın ve buradaki sistemin halkla bir alakası olmadığını anlasınlar. Tutarlı olmayı ve evrensel hakların yanında yer almayı seçiyorlarsa Küba yönetiminin kınanması gerektiğini görebilmeliler.  İşçi sınıfını savunan biri Küba'daki bu adaletsizliği görmezden gelmeye devam edemez.

Ulusal baskı Sincan'da köleliği hortlattı

Türkiye'yi yönetenler Çin devletinin Uygurlara ve başka azınlıklara uyguladığı büyük baskının eleştirilmesini istemiyor. Ulusal baskının "modern" kölelik biçimleri yarattığı ise BM tarafından tespit edildi. Birleşmiş Milletler'in (BM) modern kölelik biçimleri hakkındaki özel raportörü Tomoyo Obokata, Çin'in Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nde başta Uygurlar olmak üzere Müslüman azınlıkların zorla çalıştırıldığını duyurdu. BM tarafından hazırlanan 20 sayfalık raporda "tarım ve imalat gibi sektörlerde Uygur, Kazak ve diğer etnik azınlıkların zorla çalıştırıldığı sonucuna varmanın makul olduğu görüşünde" denildi. Bağımsız yürütüldüğü vurgulanan araştırmaya göre Çin devleti Sincan'da iki ayrı çalışma biçimi uygulatıyor. Bunlardan biri azınlıkların "alıkoyulup" çalışmaya "tabi tutulduğu" mesleki beceri eğitimi sistemi. Diğeri ise kırsaldaki işçileri kapsayan iş gücü transferi yoluyla yoksulluğun azaltılması sistemi adlı uygulama. Raporda "Bu programlar her ne kadar hükümetin de iddia ettiği gibi azınlıklar için iş imkânları yaratabilir ve gelirlerini artırabilir gibi görünse de Özel Raportör birçok vakada, söz konusu toplulukların ifade ettiği gibi istemsiz çalışmaya işaret eden zorunlu çalıştırma emarelerini tespit etmiştir" deniliyor. İşçilerin aşırı gözetim, kötü yaşam ve çalışma şartları, hareket kısıtlılığı, tehdit, fiziksel ve cinsel şiddet gibi insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamelelere maruz kaldığı bildirilirken bunun modern köleliğe verebilecek bir durum olduğu tespiti yapılıyor. Çin'in Uygurlara ve diğer azınlıklara sistematik ulusal baskısı, birçok sömürgede olduğu gibi yerel işçilerin acımasız bir sömürüye tabi tutulmasını da getirmiş durumda.    

İngiltere'deki grevlerin talebi, ortak talep olmalı: Ücretlere en az enflasyon kadar düzenli zam

Enflasyon, başta Türkiye olmak üzere bütün dünyada emekçileri yoksullaştırmaya devam ediyor. İşçiler enflasyona ve yoksullaşmaya karşı mücadeleye atılıyor. Türkiye, 79,6'lık enflasyon oranı ile Avrupa ülkeleri arasında birinci, dünyada 6. ülke konumunda. En büyük 20 ekonomiye sahip G20 ülkelerinin bazılarının enflasyon rakamları şöyle: Arjantin yüzde 64, Rusya yüzde 15,9, Brezilya yüzde 11,9, Birleşik Krallık yüzde 9,4, ABD yüzde 9,1. Türkiye, dünya genelinde en yüksek enflasyon sahip ülkeler arasında altıncı. Buna göre, Zimbabve yüzde 257 ile en yüksek enflasyona sahip ülke. Zimbabve'yi yüzde 210 ile Lübnan, yüzde 167 ile Venezuela, yüzde 149 ile Sudan, yüzde 139 ile Suriye takip etti. Emekçilerden iktidarın 'ekonomi modeli'ne tepki: 'Müthiş yoksullaşma var' İktidarın inatla devam ettirdiği, yoksuldan alıp zengine veren ekonomi modeli en fazla emekçiyi vuruyor. İşçisinden memuruna emekçiler, “yoksullaştıran model”e tepki gösteriyor.  DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, iktidarın temel politikasının TL’nin değersizleştirilmesi, emeğin baskılanması ve ucuzlatılması üzerine kurulu olduğunu söyledi. Bu modelin yüksek enflasyon getirdiğini belirten Çerkezoğlu, bu nedenle milyonlarca işçi, ücretli, emekli açısından yoksullaşmanın yaşandığına işaret etti. KESK Eş Genel Başkanı Mehmet Bozgeyik de iktidarın tercihini daha çok sermayeden yana kullandığına dikkat çekti. Bankaların kârını yüzde 400 artırdıklarını, patronların kârlarına kâr kattıklarını belirten Bozgeyik, buna karşın emekçilerin her geçen gün daha fazla yoksullaştığını söyledi. İngiltere’de emekçiler enflasyona karşı grev yapıyor Enflasyonun kırk yıl sonra ilk kez iki haneli rakamlara çıktığı İngiltere'de ücret artışı tekliflerini yetersiz bulan onbinlerce demiryolu ve toplu taşıma işçisi bu yaz beşinci kez greve çıktı. Greve 40 binden fazla demiryolu işçisi katılıyor. Sendikalar, çalışanların ücretlerinin, hayat pahalılığındaki artış göz önüne alınarak belirlenmesini en az enflasyon düzeyinde olmasını istiyor. Hayat pahalılığının büyük hızla artışı karşısında işçiler enflasyonun altındaki zam tekliflerine tepki gösteriyorlar. Temmuz ayında demiryolu işçilerinin yanı sıra 40 bine yakın iletişim işçisi, British Telekom ve Openreach şirketlerinde bir günlük greve gitmişti. Ulaşım ve iletişimin yanı sıra sağlık çalışanları, posta işçileri, hava limanları çalışanları, yüksek öğrenim görevlileri ve avukatlar dahil milyonlarca işçinin önümüzdeki aylarda greve gitmesi ihtimali yüksek. İngiltere’de yaklaşık 5,5 milyon üyeye sahip 48 sendikayı temsil eden Sendikalar Kongresi (TUC), çalışanlara adil bir oranda zam yapılmasını ve saatlik asgari ücretin 15 sterline yükseltilmesini istiyor.

Geri 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 İleri

Bültene kayıt ol