Hollanda’da demiryolu çalışanları yeniden greve gitmeye karar verdi. Yaptıkları iş sözleşmesi görüşmelerinden olumlu sonuç çıkmayınca sendikalar, işçilerin ülkenin 3 farklı bölgesinde tam gün iş bırakacağını duyurdu. 9 Eylül’de batı ve kuzey batı bölgelerinde başlayan eylemler böylece 13 Eylül’de güney ve kuzey bölgelerinde devam etti ve ülkenin orta bölgesindeki kentler de 15 Eylül’de 24 saat boyunca iş bırakacak.
Almanya’da ise hayat pahalılığına karşı başlayan grevler giderek büyüyor. Berlin ve Leipzig'de binlerce kişi sokağa çıktı, “NATO Ukrayna'dan çekilsin”, “Kâr edeceksiniz diye soğuktan donmayı kabul etmiyoruz” pankartlarıyla, “Artık yeter” sloganı atarak yürüdü. Eylemler faşist örgütlerin saldırı girişimlerine maruz kalsa da protestocular bu eylemlerde ırkçılara yer olmadığı konusunda çok netti.
“Artık Yeter” kampanyasının çığ gibi büyümesiyle binlerce kişinin sokaklara döküldüğü İngiltere’de ise grevler ve kitlesel eylemler olanca hızıyla devam ediyor. 500 bin kişinin desteğini kazanan kampanyanın talepleri, tüm dünyadan yükselen bu yeni isyan dalgasının da ortak talepleri aslında; enerji faturalarını düşürüp sektörü kamulaştırın, ücretlere enflasyon oranında zam yapın, barınma sorununa çözüm getirin, iklim krizi ve gıda yoksulluğu için adım atın, zenginleri vergilendirin.
“Artık Yeter” hareketi 1 Ekim’i İngiltere genelinde eylem günü ilan etti ve ülkenin en büyük sendikaları da bu eylemin kitlesel, birleşik bir mücadele olması için destek veriyor.
İsveç’te sosyal demokratlar, aşırı sağın önde gelen partisinin de içinde yer aldığı sağ koalisyona karşı seçimleri kaybetti.
The Guardian gazetesinde seçimleri ele alan bir makale, ülkede bıçak sırtı seçimlerin ardından bir basın açıklaması yapan Başbakan Magdelan Anderson’ın sosyal demokratların yüzde 30’dan fazla oy alarak hâlâ İsveç’in en büyük partisi olmayı sürdürdüğünü ve sağ blokun parlamentoda çoğunluğu sağlayabileceğinin düşük bir ihtimal olduğunu söylediği aktarıldı.
Başbakan konuşmasında istifa edeceğini de açıkladı.
349 sandalyeli parlamentoda merkez sağ koalisyon çoğunluğu sağlasa da ırkçı parti, Ilımlılar ve Hristiyan Demokratlarla liberaller arasında nasıl bir işbirliği yapılacağı belirsizliğini, koruyor.
The Guardian, merkez sağ partilerin aşırı sağın bakanlık almasını engelleme kararında olduklarını aktardı.
Nüfusu 10,5 milyonu bulan İsveç'te 7 milyon 700 bin seçmen kayıtlıydı. Sol blokta, Sosyal Demokrat Parti, Yeşiller ve Çevre Partisi ve Sol Parti yer alırken Sağ blokta ılımlı Muhafazakar Parti, Hristiyan Demokrat Parti, Liberal Parti ve İsveç Demokratlar Partisi (SD) yer alıyor.
Seçimlerde nihai sonuca göre sağ blok oyların %49,6'sını, sol blok ise %48,9’unu almış görünüyor.
Tüm sağcı partiler arasında aşırı sağcı olan güç, İsveç Demokratlar Partisi (SD). SD 2018'deki son seçimde oylarını tırmandırmış ve yüzde 18'lik oy oranıyla parlamentoda 64 sandalye kazanmıştı. Partinin en bilinen yanı göçmen karşıtlığı.
Bu partinin Neonazi örgütlerle ilişkisi de çok açık. SD'nin üç milletvekilinin İskandinavya Direniş Hareketine (NMS) bağlı Neonazi grubu ile ilişkisinin ortaya çıkmasından sonra bu milletvekilleri partiden ihraç edilmişti.
TRTHABER’in aktardığı gibi ihraç edilen milletvekilleri harekete geçerek beş sene önce ırkçı AFS'yi kurmuşlardı. İsveç'te yaşayan bütün göçmenleri ülkelerine göndereceğinin sözünü veren AFS, birçok cami ve mescidi de kapatacağını vadetmişti.
Sağ blok parti sözcüleri ırkçı SD’ye bakanlık vermeyeceklerini söyleseler de “SD'nin güçlü performansı, onu anketin %20'sinden fazlasını alarak ikinci en büyük parti haline getirmesi, onu parlamentodaki desteği için tavizler elde etmek için güçlü bir konuma getiriyor.” Bu partinin lideri Jimmie Åkesson sosyal medyada sosyal demokratların 8 yıldır ülkeyi yanlış yöne götüren politikalarına yeter dediklerini yazdı ve şöyle devam etti: “Şimdi güvenliği, refahı ve uyumu yeniden inşa etmeye başlamanın, İsveç’i yeniden ilk sıraya koymanın zamanı.”
Bu üslubun Türkiye’de kimleri çağrıştırdığı ve tüm Neonazilerin benzer kelimeleri kullandığı böylece bir kez daha görünür oluyor.
The Guardian seçimlerin ardından Antisemitizme Karşı İsveç Komitesi başkanı sonucun ırkçıları cesaretlendireceğini söyledi. SD’nin Yahudilerin İsveçli olup olup olamayacağının belirsiz olduğunu düşünmesi komitenin hiç de haksız olmadığına işaret ediyor.
SD, 1980’lerin ırkçı Neonazi örgütlerinin bir devamcısı olmadığını kanıtlama çabasında oldu göstermelik olarak. İçindeki ırkçılık ve aşırılık yanlılarını tasfiye edip görünüp muhafazakâr değerleri savunan, ulusal değerleri korumak isteyen uslu bir parti gibi görünmeye çalıştı. 1990’ların başında Türkiye’de MHP’nin değiştiği tartışmalarında da aynı hatalar tekrarlanmıştı. Nitekim, 2010’ların başından itibaren başlayan göç dalgası, SD’nin göçmen düşmanı ve ırkçı yüzünü hemen ortaya çıkarttı. SD, göçe ve göçmenlere karşı çıkan ve göçmenleri çete suçlarının asli sorumlusu olarak gören politikasıyla sivrilmeye başladı.
The Guardian’ın görüşlerini aktardığı Göteborg Üniversitesi'nde siyaset profesörü olan Jonas Hinnfors, seçimlerin tarihi bir an olduğunu ve bir devrin sona erdiğini söyledi: “Yaşanacak değişikliğin ne kadar büyük olduğunu bilmiyoruz fakat son 50-60 yılda solun ve sağın birlikte katkıda bulunduğu geniş sosyal özgürlükçü değerler, bireysel özgürlükler azınlık haklarına karşı bir gelişme yaşandı.”
İsveç’te tüm hakların, göçmenlerin, azınlıkların, Yahudilerin tehdit altında olduğu bir gerçek. SD’nin izleyeceği politikalar, solun SD karşısındaki tutumu ve merkez sağın faşistlere karşı aynı tarihsel hataları tekrarlayıp tekrarlamayacakları gelişmeleri tayin edecek.
Eylül ayının başında Çin ana karası ve Tayvan’da gerçekleşen geleneksel Güz Ortası Festivali sırasında Çin savaş uçakları ve gemileriyle militarist güç gösterisi yaptı. 10 Eylül’de Çin’e ait 42 savaş uçağı, 1 askeri dron ve 9 savaş gemisi Tayvan’a gözdağı vermeye çalıştı.
Tayvan Savunma Bakanlığı yaptığı açıklamada uçaklardan 17’sinin Tayvan Boğazı’nda etki alanlarını sınırladığı varsayılan hava ve deniz hattının doğusuna, 1 uçak ile dronun da Tayvan’ın hava savunma tanımlama bölgesinin güneybatısına uçtuğunu söyledi.
Tayvan’da Çin’in baskısı uzun yıllardır sürüyor ve son dönemlerde Çin tehditlerin dozajını artırdı. Öte yanda ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin yangına körükle gider gibi geçen ay Ada’ya yaptığı ziyaret Çin’in Tayvan üzerinde uyguladığı baskının artmasına neden olmuştu.
Pelosi Tayvan’ı 25 yıl aradan sonra ziyaret eden ilk ABD üst düzey temsilcisi olmuştu. Bu ziyaret sırasında Çin savaş uçakları uçmaya başlamış ve ABD savaş uçakları da tehditkar bir şekilde bölgede uçmaya başlamıştı. Çin o ziyaretten sonra 7 gün süren tatbikatlar yapmış, sık sık askeri gövde gösterisi ile Ada üzerindeki hakimiyetini bırakmayacağı mesajını vermişti. Askeri tatbikatlar sona erse de Tayvan Boğazı’ndaki Çin askeri gücünün faaliyetlerini sona erdirmemişti.
Bu arada Pelosi’nin ziyaretinden sonra Demokrat Partili ve Cumhuriyetçi senatörlerin olduğu çeşitli heyetler Tayvan’ı ziyaret ettiler.
Rusya’nın Ukrayna işgali sürerken Çin-ABD arasında tırmanan askeri gerilime hemen son verilmeli.
Yaptırımlara yanıt olarak Rusya, ihraç ettiği gaz miktarını sınırlandırdı. Nick Clark, Avrupa'daki ekonomik mücadelenin arka planında sürmekte olan fosil yakıt savaşlarını gündeme taşıyor.
Avrupa hükümetleri hepimizi, bu kış elektrik kesintileri yaşamaya hazırlıklı olmamız gerektiği ve elektrik kotası getirilebileceği konusunda uyarırken bile, enflasyonu ve bu kesintileri körükleyen ekonomik savaşı tırmandırmaya devam ediyorlar.
Ukrayna'da savaş başladığında, Batılı hükümetlerin bu savaşa müdahale ederken kullandıkları bahane, özgürlük ve demokrasi savunucuları olmalarıydı. Ancak gerçekte, Ukrayna'yı bir vekalet savaşında kullanmak, NATO’nun ve ABD’nin çıkarlarını ilerletmek, Afganistan ve Irak'taki yenilgilerini telafi etmek ve Rusya'yı küçük düşürmek, boyun eğdirmek istiyorlardı ki ardından Çin’e de aynısını yapabilsinler.
Gelgelelim, son birkaç ayda, gaz ve petrol kaynaklarının kontrolü konusundaki mücadele de ön plana taşındı. Artık sadece Ukrayna'yı desteklemekten değil, kendi ekonomik çıkarlarını savunmaktan da bahsediyorlar ki bu da, dünya genelinde siyasi hakimiyet kurabilmek istediklerini gösteren, atıldıkları bu savaşın gerçek doğasını gözler önüne seren bir gelişmedir. Örneğin, Avrupa Birliği'nin (AB) Ekonomiden Sorumlu Avrupa Komisyonu Üyesi Paolo Gentiloni geçtiğimiz hafta Rusya'ya, petrol fiyatlarına üst sınır getirilmesini destekleme planlarını açıklarken “iki hedef”ten söz ediyordu. Birincisi, Rusya'nın bu savaşı sürdürmek için ihtiyaç duyduğu nakdi desteği reddetmekti. İkinci hedefleriyse, “küresel enerji fiyatları üzerinde baskı oluşturarak fiyatları aşağı çekmek” olacaktı.
G7 liderliğindeki Batılı hükümetler, Rusya'dan aldıkları petrolün fiyatını düşürmek istiyor ve bu, Rusya ile Batı arasındaki karşılıklı yaptırım ve ekonomik şantajların vardığı son noktadır.
Rusya ise, Almanya başta olmak üzere bazı ülkelerin Ukrayna'ya verdikleri desteği sonlandırmak için kendi gücünü kullanıp Avrupa'ya gaz ithalatı üzerindeki kontrolünü devreye sokuyor. AB’nin gaz konusunda kendisine büyük ölçüde bağımlı olduğunu bilen Rusya geçtiğimiz aylarda Avrupa'ya gaz akışını defalarca kesmiş, AB ekonomik yaptırımları kaldırılmadıkça arzın tamamını karşılamayacağını dile getirmişti.
Fosil yakıtlar için sürdürdükleri bu savaş, Batı ile Rusya arasında uzun zamandır süregiden rekabetin bir parçasıdır.
Gaz arzındaki kesintinin Avrupa hükümetleri için kaçınılmaz ve büyük bir ekonomik sorun anlamına geleceği ortada olsa da bunun, Avrupa'daki hakimiyet mücadelesi için yürütülen daha büyük bir oyunun parçalarından biri olduğunu görmek gerekiyor.
Petrol ve gaz gibi fosil yakıtlara bağımlılık, onları “stratejik metalar” haline getirir ve dolayısıyla tedarik gücünü ele geçirmek, bunları kontrol etmek, devletlerin yalnızca satıştan kâr etmekle kalmayıp, aynı zamanda daha fazla siyasi güç elde etmeleri anlamına da gelir. Bu nedenle, petrol ve gaz akışı üzerindeki mücadele aynı zamanda Avrupa'da yürütülmekte olan hakimiyet çekişmesiyle ve bir sonraki adımda da dünyadaki yeni güç dengelerinde kimin/kimlerin nüfuz alanını genişleteceğiyle ilgilidir.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de geçen hafta yaptığı bir konuşmada bunu ima ediyordu. Batı'nın yaptırımlarının, Rusya'nın Çin ile ortaklığı nedeniyle başarısız olacağını söylerken şöyle dedi; "Rusya'yı yalnızlaştırmak istiyor olabilirler ama bunu başarmaları mümkün değildir."
"Asya-Pasifik bölgesindeki ülkelerin rolünün önemli ölçüde arttığını" ve bunun "devasa yeni fırsatlar yarattığını" da söyledi.
ABD için en büyük tehdit, Çin'in ekonomik ve siyasi etkisinin yükselişi olur – Avrupa üzerindeki hakimiyetini sürdürebilmesi de giderek zorlaşır. Dolayısıyla, Batı ile Rusya arasındaki ekonomik savaşta öne çıkan tek unsur, Avrupa'nın enerji üzerindeki kontrolü nasıl sağlayacağı değildir; önümüzdeki on yıllarda ekonomik ve politik düzeni kimin belirleyeceği sorusu önem kazanır.
Kesin olan bir şey var ki, siyasi iktidarların ekonomik savaş çığırtkanlığının bedelini de yine Ukrayna'daki, Avrupa'daki ve dünyadaki sıradan insanlar ödemek zorunda kalacak.
Tahıl anlaşması üzerindeki emperyalist bölünme: Milyonları aç bırakabilirler
Savaş halindeki devletlerin birer ekonomik silaha dönüşüyor olması yalnızca yakıt değil, gıda tedariki üzerinde de büyük tehdit oluşturuyor.
Vladimir Putin, geçtiğimiz hafta Ukrayna'nın Odessa limanından gerçekleştirilen tahıl ihracatını sınırlandırma tehditleri savurdu. Üstelik bu tehditler, tahıl taşıyan gemilerin Ukrayna limanlarından ayrılmasına izin veren bir anlaşmayı kabul etmesinden bir ay sonra geldi.
Anlaşmanın küresel bir gıda krizini önlemeye yardımcı olması gerekiyordu. Bir yandan ekonomik krizin etkilerini yaşayan, diğer yandan tahıl ithalatına bağımlı durumda olan Lübnan gibi bazı ülkeler için bir can simidi olacağı söylenerek desteklenmişti.
Ne var ki Putin, Ukrayna'dan ayrılan tahılın "neredeyse tamamının" zengin Avrupa ülkelerine gittiğini söyledi, onları “sömürgeciler” gibi davranmakla suçladı. “Belki de bu rota boyunca tahıl ve diğer ürünlerin ihracatını sınırlamayı düşünmeliyiz” diyerek tehdit ediyordu.
Putin'e güvenilmez. Öyle anlaşılıyor ki talepleri karşılanmazsa, tahıl arzını yeniden kesmeye çalışabilir. O anlaşmaya aracılık eden Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise Putin'in, tahılın Rusya'dan ihraç edilmesini istediğini ama Rusya'ya yaptırım uygulayan ülkelerin bundan faydalanmaması gerektiğini bildiriyordu.
Fakat Putin'in, Ukrayna’dan, anlaşmanın onaylanmasından bu yana ayrılan gemilerden sadece ikisinin yoksul veya gelişmekte olan ülkelere gittiği yönündeki iddiaları doğru değil. Diğer taraftan, – ki bu gerçeği Birleşmiş Milletler'in (BM) de artık itiraf etmesi gerekiyor –, ihraç edilen tahılın sadece yüzde 30'u düşük veya düşük-orta gelirli ülkelere ulaşabildi.
Bu durumda, üst orta veya yüksek gelirli ülkelere giden bölümüyse yüzde 72 oluyor. Bunun yaklaşık yüzde 20'si, çoktan ulaşmış olması gereken Türkiye'ye gönderildi. Ancak 8 Eylül itibariyle, varış noktası Türkiye olmayan 58 gemiden 38'i de Küresel Kuzey'deki ülkelere veya Batı'nın müttefiki konumunda olan zengin ülkelere doğru yola çıkarılmıştı. İki tanesi de Çin'e gönderildi.
Yalnızca 18’i Küresel Güney'deki ülkelere gitti – bunlardan biri de Lübnan'dı. Ve kıtlığın eşiğinde olan Yemen'e de sadece bir gemi gönderildi.
Müttefiklerin boru hattı çatışması
Avrupa ülkeleri Rusya'ya karşı sözde birleşik bir cephe oluştursalar da kendi aralarında rekabet edebilecekleri alanı da korumaya devam ediyorlar.
Örneğin Almanya; İspanya ve Fransa arasında yeni bir gaz boru hattı inşa etme planlarını ortaya sererken bunun, Avrupa'nın Rusya'dan gelen gaza duyduğu bağımlılığı azaltmasına yardımcı olacağını söylüyordu. Ancak Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ise, önerilen yeni boru hattının “Avrupa’nın gaz sorununu çözmeyeceğini” dile getirdi.
Öyleyse bu planların ardında ne var?
İspanya hükümeti de hevesli görünüyor. Çünkü boru hattı sayesinde, iklim krizine sahte bir çözüm olarak sunulan sözde “yeşil hidrojen”in Avrupa'daki en önemli ihracatçısı olmayı planlıyor.
Macron da Fransa ve Almanya arasındaki gaz ve elektrik tedariki anlaşmasından memnun. Ve her ikisini de yükselmekte olan bu enerji merdiveninin üstünde konumlandırıyor.
Biden, Suudi Arabistan'dan petrol dileniyor
Fosil yakıt rekabeti, Batı ile Avrupa dışındaki müttefikler arasında da bazı çatlaklara sebep oldu.
ABD başkanı Joe Biden geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan'ın veliaht prensi Muhammed Bin Salman ile bir araya gelerek Salman’ı daha fazla petrol üretme konusunda ikna etmeye çalıştı.
Biden, Suudi Arabistan'ın piyasaya daha fazla petrol sürmesini ve bunu yaparken fiyatları düşük tutmaya devam etmesini istiyor.
Ancak fiyatların düşmesi, Suudi Arabistan liderliğindeki OPEC+ kartelinde yer alan petrol üreticileri için hiç de iyi olmadı. Geçtiğimiz hafta bir araya gelen OPEC+ üyeleri, Ekim ayından itibaren geçerli olacak şekilde, günde 100.000 varile ulaşacak bir üretim kesintisi yapmaya karar verdiler.
Socialist Worker’dan çeviren Tuna Emren.
İngiltere’de hükümetin, Manş Denizi’ni botlarla geçmeye çalışan Ruandalı göçmenleri toplaması için bir şirketle anlaşmış olması ülke genelinde öfke uyandırdı. Aktivistler ırkçı Ruanda planlarına karşı önümüzdeki Pazartesi günü için kitlesel bir eylem çağrısı yaptı.
Irkçılık karşıtları ve sendikacılar, Londra'daki Kraliyet Adalet Mahkemelerinin önü başta olmak üzere çeşitli kasaba ve şehirlerde protestolar düzenleyecek.
Hükümet, Aeolian adlı bir şirkete bağlı üç geminin 12’şer saatlik nöbetler tutması ve tespit edilen teknelerden göçmen toplaması için sözleşme imzalamıştı. Plan, bu gemilerin göçmenleri toplayıp göçmen merkezlerine teslim etmesi üzerine kuruluydu ve göçmen merkezlerine getirildiklerinde hepsinin, iltica başvuruları değerlendirilmeden Ruanda’ya geri gönderilmesi planlanmıştı.
Irkçılığı teşvik eden 120 milyon sterlinlik Ruanda planına itiraz yağdı, tüm büyük sendikalar Pazartesi gerçekleştirilecek olan eyleme destek verdiklerini açıkladı.
İtalya, Sri Lanka, Almanya, Bangladeş ve İngiltere’ye Güney Afrika ile Sudan da katıldı. Sırada ABD var. Grevler dalga dalga büyüyerek tüm dünyaya yayılıyor.
2022 yazı tarihe yeni bir sınıf mücadelesinin yükselişi olarak geçecek gibi görünüyor.
Heyecanla izlediğimiz İngiltere grevleri posta ve telekom işçilerinin de onlara katılmasıyla öyle büyüdü ki 31 Ağustos Çarşamba günü 160 bin işçi hayat pahalılığı karşısında eriyen ücretlerini kabul etmek zorunda olmadıklarını göstermek için sokakları doldurmuştu.
6 ve 7 Eylül’de onlara eğitimciler de katılacak. Ayrıca 151 üniversite de ülke genelinde gerçekleştirilecek bir yüksek öğrenim öğretim görevlileri grevi için destek çağrısında bulundu.
İngiltere, birçok sendika ve aktivistleri bir araya getiren “Artık Yeter” (Enough is Enough) hareketini de ülkenin her yerine yaymaya, çığ gibi büyütmeye devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde Londra’da gerçekleştirilen ilk toplantıya 1000’den fazla kişi katılmıştı. Dün Manchester’da gerçekleştirilen ikinci toplantıya katılanların sayısı 2000’leri buldu. Konuşmaların gerçekleştirildiği salona sığmayan 1000’den fazla kişi konuşmacıları dışarıya davet ediyor, sloganlar atıyordu.
Tüm mücadeleleri birleştirecek yeni bir hareket olan ve daha şimdiden 500 bin destekçiye ulaşıldığı bildirilen “Artık Yeter” kampanyasının 5 net talebi var:
Enerji faturalarını düşürün, sektörü kamulaştırın
Ücretlere, geçim sıkıntısını sonlandıracak oranda zam yapın
Gıda yoksulluğunu sonlandırın
Herkesi kapsayacak şekilde, yaşanabilir evler istiyoruz
Zenginleri vergilendirin
“Artık Yeter” kampanya sözcüleri, 1 Ekim’i İngiltere genelinde eylem günü ilan etti ve o gün ülkenin her yerinde protestolar, grevler düzenleneceğini duyurdu.
Ulusal Demiryolu, Denizcilik ve Ulaştırma İşçileri Sendikası RMT’nin sözcüsü Eddie Dempsey, şöyle diyordu; “Artık değişim geliyor, harekete geçmeliyiz. Bu mücadeleyi kolektif birleşik eylem ve şiddet içermeyen sivil itaatsizlikle ileriye götürme zamanı geldi. Güç bizde, bizde!”
Güney Afrika
İngiltere tüm dünyaya muazzam bir sınıf mücadelesi örneğiyle ilham verirken Güney Afrika da isyan bayrağını çekti.
Ülkenin iki rakip sendika federasyonu Cosatu ve Saftu birleşik mücadele çağrısı yaparak güç birliğine gitti.
Geçtiğimiz Çarşamba bu iki sendikanın öncülük ettiği kepenk kapatma ve iş bırakma eylemleri tüm işçi sınıfını harekete geçirmişti. 11 büyük şehirde yürüyüş gerçekleştiren binlerce işçi – hatta sayılarının yüz binleri bulduğu söyleniyor—taleplerini sokakta haykırdı, bu mücadeleden vazgeçmeyeceklerini gösterdi.
Sendikaların ortak eylem çağrısında şöyle deniyordu; “İlkeli birlik lehine, bölünmeye son veriyoruz. Marksizmin rehberliğinde mücadele eden bir sendikal hareket inşa etmeye kararlıyız.”
Eylemde birlik kararı alan sendikalar ile bu olağanüstü işçi hareketine destek veren tüm diğer örgütler ve kampanyalar da o gün sokakta, işçilerin yanındaydı.
Sokakta dile getiren taleplerden biri de, iklim krizinin çözümüne yönelik adımlar atılmasıydı.
Sudan
Bir başka işçi mücadelesi haberi de Sudan’dan geldi.
Ülke tam da bir genel greve gidecekken yaşanan şiddetli sel felaketi sonucunda grev ileri bir tarihe ertelendi ama halk direnişi devam ediyor.
Askeri rejime karşı yükselen isyana doktorlar, mühendisler, öğretim görevlileri de dahil halkın hemen her kesiminden destek verildi. Sudan halkı diktatörlük rejimini yıkmaya kararlı ve bunu sokaktaki mücadeleyi büyüterek yapacağını gösteriyor.
Bu arada Kuzey Darfur'un başkenti El Fasher'de, üst üste dördüncü hafta grevde kalındığı için bölgedeki tüm hastaneler ve sağlık merkezleri kapatıldı.
Protestocular Pazar günü Batı Kordofan'daki Abyei'deki Canar petrol sahasını da bölgenin geliştirilmesini ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini talep etmek için kapattılar.
Ülkede sistemi felç etmek istediklerini bildiren grev çağrıcıları her türlü baskıya, polis şiddetine, askerlerin saldırısına rağmen geri adım atmıyor, tüm işçi sınıfını sokağa dökülmeye çağırıyor.
Giderek derinleşen ekonomik kriz Sudan’ı bir diktatörlük rejimindeyken vurdu. Sudan halkının mücadelesi yalnızca geçim sıkıntısını sonlandırmayı değil, aynı zamanda rejimin devrilmesini, hak ve özgürlüklerin iade edilmesini ve siyasi yozlaşmanın bitirilmesini de hedef alıyor.
Nil Nehri Eyaletindeki altın madenciliği şirketlerine karşı bir oturma eylemi de düzenleyen protestocular, geçtiğimiz günlerde İngiliz sendikacılara bir mesaj göndererek, onlardan aldıkları ilhamı mücadeleye aktaracaklarını duyurdular.
Çevresel adalet, işçi ve mülteci hakları için 70'den fazla taban örgütünden oluşan bir koalisyon olan Talebe Dayalı Organlar İttifakı (TAM) şöyle söylüyordu; “İngiliz sendikalarının mücadelelerini takdir ediyor ve taleplerinizi destekliyoruz.”
“Halkların taleplerini yükseltmek için, sınırları olmayan bir hareket inşa etmek istiyoruz. Zengin bir azınlığın yararına çoğunluğun yoksullaştırılması açıkça adaletsizdir. Bu büyük sefaletin sorumlusu büyük şirketlerdir. Sömürgecilik ve sömürünün ortadan kaldırılmasına doğru, birlikte!”
Sıra ABD’de
ABD’de demiryolu işçileri önümüzdeki ay greve gideceklerini duyurdular.
Ücretlerin ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebiyle greve gitmeye hazırlanan işçiler Beyaz Saray tarafından atanan Başkanlık Acil Durum Kurulu’nun önerdiği iş sözleşmesini yeterli bulmayarak reddedeceklerini bildirdi.
Geçen ay Başkan Biden tarafından, demiryolları ve sendikalar arasında yıllarca süren açmazı sona erdirmek amacıyla oluşturulan kurul, sağlık hizmetleri primlerini sınırlamak, nakit ikramiye önerisinde bulunmak ve demiryolu işçilerinin ücretlerini yüzde 24 artırmak için beş yıllık bir anlaşma öneriyordu.
Fakat işçiler Biden’ın önerdiği bu sözleşmeyi değil, haklarını istiyor ve bunun için de greve gitmeye, ülkenin can damarlarından biri olan demiryollarını bir gün boyunca devreden çıkarmaya kararlılar.
Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, tüm işçiler “Artık Yeter!” diyerek kitlesel mücadele çağrısında bulunuyor.
Otoriter liderleri listesinin en açık faşist figürü olan Brezilya Devlet Başkanı Bolsonaro bir kez daha yolsuzlukla suçlanıyor.
Bolsonaro'nun ve yakın akrabalarının son 30 yıl içinde 107 gayrimenkul satın aldığı ortaya çıktı. Brezilya’da gazetecilerin yoğun çabasıyla açığa çıkan yolsuzluk sürecinde Bolsonaro ve yakınlarının milyonlarca dolar değerindeki 50’den fazla gayrimenkulü ise nakit ödeyerek satın aldığı anlaşılıyor.
Bolsonaro’nun isminin yolsuzluklarla anılması ilk kez olmuyor. 2021 yılında Bolsonaro iktidarı Hindistanlı şirket Bharat Biotech'in geliştirdiği Covaxin aşısının alımında yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle soruşturulmuştu.
2019 yılında ise Bolsonaro’nun oğlu oğlu Flavio Bolsonaro hakkında ikinci bir yolsuzluk soruşturması başlatılmıştı. İlk soruşturma eyalet düzeyindeki personellerine yapılan ödemelerle ilgili usulsüzlük iddiaları nedeniyle başlatılmıştı. İkinci soruşturma ise Flavio Bolsonaro'nun eyalet milletvekilliği yaptığı dönemde "sahte çalışan" işe alması nedeniyle başlatılmıştı.
Otoriter liderler ve yakın ve uzak çevrelerinde inanılmaz bir gayri menkul tutkusu var. Rüşvet ve yolsuzluk çarkından elde edilen paraları evlere, villalara, toprağa yatırıyorlar.
Brezilya’da yaklaşık 19 milyon insan açlık sınırında yaşarken devlet başkanı ve yakın çevresinin 50’si nakit parayla onlarca gayri menkul alması seçim sürecine giren ülkede gerilimi artırıyor.
Brezilya merkezli medya kuruluşu UOL’nin 7 aylık araştırması sonucunda ortaya çıkan tabloda Bolsonaro ve yakınlarının 1990 ile 2022 yılları arasında Rio de Janeiro ve Sao Paulo’da evler ve arsalar için büyük miktarda ödeme yaptıkları belirlendi.
Bolsonaro ise evlerin alındığı paraların kaynağını soranlara, iddiaların “Hiç güvenilirliği olmayan bir kuruluştan” geldiğini söyleyerek, “Bir gayrimenkulü nakit ödeyerek satın almanın neresinde sorun var. Soruşturma istiyorlarmış, Tanrımı soruştursunlar” yanıtını verdi.
Brezilya’da ezilenlerin mücadelesi, önümüzdeki aylarda neyin soruşturulacağını da tayin edecek.
Daha büyük bir savaşı kışkırtan bu bombardıman, Suriye'yi parçalayan emperyalist rekabetin bir kez daha iş başında olduğunun açık bir göstergesidir.
Suriye'deki ABD güçleri, Suriye'ye iki gün boyunca devam edecek olan bombalı saldırılar düzenledi. Bu saldırılarda, hasmı konumundaki İran da hedef alındı.
Başkan Joe Biden’ın onayıyla Salı günü gerçekleştirilen ilk saldırı, ABD ile İran arasındaki göstermelik barış anlaşmasını yeniden canlandırma girişimlerinin ortasında yaşandı.
Rusya’nın bu bombardımanı takiben yaptığı açıklamalarda, ABD'nin başlıca müttefiklerinden İsrail'in de saldırılara dahil olması kınanıyordu.
ABD'nin başlıca hedefleri Rusya ve Çin gibi görünse de, Ortadoğu'yu da bırakmıyor, oradaki hakimiyetini sürdürebilmek için de yeni bir savaşı daha körüklüyor.
ABD, İslamcı grup IŞİD'le savaşma bahanesiyle 2015'te Suriye'ye yaklaşık 2 bin asker yığmıştı ki bu hamle, o zamanki başkan Barak Obama'nın askeri birlik gönderilmeye son verileceğine dair sözlerine rağmen gerçekleştirildi.
IŞİD'in yenilgisinden sonra bile ABD, ülkenin kuzey doğusundaki askeri birliklerini geri çekmedi, hatta geri çekilmeyeceğini açıkça belirtti. Sebebi de, son derece net bir biçimde açıklanmış olduğu üzere, Suriye'deki iç savaşı kullanıp kendi askeri gücünü bölgeye yaymak isteyen İran'ın bölgedeki varlığına karşılık verme çabasıydı.
ABD Salı günkü bombalı saldırıların İran'la bağlantılı milisleri hedef almış olmasıyla övünüyordu - ve İran da bunun doğru olmadığını iddia etti.
ABD'den yapılan açıklamada, kendi askeri güçlerini İran’la bağlantılı grupların roket saldırılarından "korumak" istedikleri, bombardımanın bu nedenle başlatıldığı söyleniyordu.
Ertesi gün ABD, İran’ın desteklediği silahlı grupların aynı günün akşamında iki ABD üssüne roket saldırısı düzenlediğini de açıkladı. Buna da en az üç kişinin öldüğü belirtilen bir helikopter saldırısıyla karşılık verdiklerini söylediler.
Diktatör Beşar Esad, 2011 demokratik devrimine karşı askeri bir ayaklanma gerçekleştirip Suriye’yi bir iç savaşa sürükledi. Onun bu karşı devrimi sokaktaki isyanın militarize olup silahlanmasına yol açtı. Böylece bu silahlı gruplar desteklenip birbirlerine karşı kışkırtıldı ki emperyalist güçler buradan yakaladıkları avantajı bölgede kimin hakimiyet kuracağı üzerine girişebilecekleri bir rekabete dönüştürebilsin.
Suriye şimdi, bir yandan Rusya tarafından desteklenmekte olan rejimin kontrolü altındaki bölgeler, diğer taraftan ABD, İran ve Türkiye gibi rakip güçler tarafından desteklenmekte olan silahlı grupların bulunduğu bölgeler olmak üzere parça parça bölünmüş durumda. Bu ülkelerin her biri Suriye'yi Ortadoğu'da tutundukları sağlam bir zemin haline getirmeye çalışıyor, rakiplerinin de aynı şeyi yapma yönündeki girişimlerine engel olmak istiyorlar.
ABD'nin bu hafta gerçekleştirdiği saldırıların da göstermiş olduğu gibi, bölgedeki istikrarsızlığı daha da tırmandırıp bir kez daha büyük bir çatışmanın yaşanmasına yol açabilecek tehlikeli teşebbüslere tanık olmaya başladık.
Bu ataklar karşısında, Rusya da ABD'nin başlıca müttefiki olan İsrail'i, Suriye'ye düzenlediği bombalı saldırıları nedeniyle kınadı.
Aslında İsrail’in bölgedeki saldırıları yıllardır sürüyor.
Suriye'de ayrıca İran destekli güçleri de hedef alan yüzlerce hava saldırısı düzenledikleri biliniyordu. Fakat Suriye rejimini desteklemek üzere askeri güçlerini kullanan Rusya, İsrail'in önceki saldırılarına göz yumdu. Çünkü zaten bu saldırıların hepsi İsrail’in Rusya’yı öncesinde bilgilendirmesiyle gerçekleşiyordu ve bu danışıklı dövüşle, birbirlerine karşı doğrudan çatışma içine girme ihtimalini bertaraf etmiş oldular.
Ancak bu hafta işler değişti. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, "İsrail'in Suriye topraklarına yönelik tehdit içeren saldırılarını şiddetle kınadığını" belirtti. Neticede İsrail, Ukrayna'daki savaşta Batı güçlerinin yanında yer aldığını göstermişti.
Altemperyalist ülkeler tarafından girişilen bölgesel rekabetler ya da küresel emperyalist güçler tarafından yönlendirilenler olması fark etmeksizin tüm emperyalist çekişmelerde egemenliğin mümkün olduğunca yayılması hedeflenir ki bu da halkların sefalete sürüklenmesiyle sonuçlanıyor.
Nick Clark
İngiltere’de sendika liderleri ve aktivistler bir araya geldi, hayat pahalılığına ‘Artık Yeter’ diyerek yeni bir hareket başlattı. Isabel Ringrose ve Nick Clark geçtiğimiz hafta Londra'da gerçekleştirilen kampanya tanıtımını aktarıyor.
“Artık Yeter” kampanyasında bir araya gelen aktivistlerin enerjisi, Britanya emekçileri mücadelesinin tazelenmiş bir umutla devam ettiğini gösteriyor.
Geçtiğimiz Çarşamba günü Londra'nın güneyindeki Clapham'da gerçekleştirilen büyük toplantıya 1500'den fazla kişi katıldı, hatta mekanın kapasitesinin aşılması üzerine yüzlerce kişi de geri dönmek zorunda kaldı.
Üniversite ve Kolej Çalışanları Sendikası UCU'dan sendika liderleri Jo Grady, İletişim İşçileri Sendikası CWU'dan Dave Ward ve Ulusal Demiryolu, Denizcilik ve Ulaştırma İşçileri Sendikası RMT'den Mick Lynch bu muazzam kalabalığın yanı sıra İşçi Partisi’nden Zarah Sultana'ya da seslenen konuşmalar yaptılar.
“Öfkeyi eyleme dönüştürme zamanı” sloganları eşliğinde devam eden konuşmalarda, Muhafazakarlara ve giderek derinleşen geçim krizine karşı yürütülen bu mücadeleyi büyütmenin şart olduğu vurgulandı.
Mitingde reel ücret artışları, yükselen enerji faturalarına bir yanıt olarak kamulaştırma, gıda bankalarına duyulan ihtiyacın sona erdirilmesi, hızla yükselen kiralara karşı önlem alınması ve zenginlerin vergilendirilmesi talepleri vurgulandı.
Böylesi bir atmosfer en son Jeremy Corbyn'in 2015 ve 2017'deki mitinglerinde görülmüştü. Ancak bu kez o zamanki mitinglerden farklı olarak odak noktasının mücadele eden işçiler olduğu anlaşılıyordu.
Ağırlıklı olarak gençlerden oluşan kitle, tren, metro, otobüs ve posta hizmetleri çalışanlarının grevlerini sonuna kadar desteklediklerini dile getirip 2022 yazının “bir dayanışma yazı” olması gerektiği çağrısı yaptı.
Olağanüstü katılımcı sayısı, artan yoksulluk ve düşen ücretler hakkında hemen şimdi bir şeyler yapmaya duyulan ihtiyacın ve tüm bunların değişebileceğine duyulan inancın bir göstergesiydi adeta.
“Artık Yeter”, grevlerin tazelediği umutla Muhafazakarlara karşı etkili bir mücadele yürütmek isteyen çok sayıda insanı bir araya getirmiş olması açısından son derece önemli bir adımdır.
Dave Ward (CWU), görevin “kolektivizmi yeniden inşa etmek” olduğunu dile getirdi; “Sektörel ihtilafları sonlandıracak olan bu platformda herkesi bir araya getirmeyi, birbirleriyle fikir alışverişinde bulunmalarını amaçlıyoruz.”
“Geçtiğimiz yıllarda birçok kampanyaya şahit olduk ki bunların maalesef bir geleceği olamadı. Bu kez değişimi getirmeye kararlıyız – buna emin olabilirsiniz.”
Kitlenin öfkesinin hedefinde İşçi Partisi ve lideri Keir Starmer da bulunuyordu. Bundan aldığı güçle devam eden Ward, İşçi Partisi’nden bir kısım siyasetçinin “desteği hak ettiğini” de belirterek, "İşçilerin burada bu mevcut koşullar karşısında mücadeleyi bırakmayacaklarını görmek çok güzel," diyordu; “Ancak mücadelemiz sadece çalışma koşullarını kapsamıyor, bizler yoksullaştırılan bir toplumun haklarını savunmak için ayağa kalktık. Buradaki insanlar, İşçi Partisi nerede diye soruyor. Bundan sonrası İşçi Partisi'ne kalmış – bu kampanya onunla da onsuz da devam eder.”
“Artık Yeter” kampanyasının öncelikli hedefi, İngiltere genelinde daha fazla şube açarak kitlesel eylemler ve mitingler örgütlemek. Kuzey, güney, doğu ve batı olmak üzere dört bölgede sürmekte olan tüm grevlere destek ziyaretleri gerçekleştirileceği ve enerji şirketlerine karşı eylemler örgütleneceği de belirtildi.
Kampanyada İngiltere'nin her yerindeki kasaba ve şehirleri kapsayacak şekilde yeni mitingler düzenlenmesi planlanıyor.
İletişim İşçileri Sendikası’ndan Dave Ward, “Burada paylaşılan planların tümü tartışmaya, üstüne yeni fikirler eklenmesine açıktır. Diğer örgütlere de üretilecek çözümler konusunda söz hakkı tanınan bir platform olmak istiyoruz. Herkesin bu süreçlere aktif katılım sağlayabilmesini hedefledik. Bunu nasıl başaracağımızı önümüzdeki birkaç hafta içinde görebilirsiniz.”
Ward, “Artık Yeter” kampanyasındaki önceliklerin, sendikal faaliyeti işyerleri dışındaki kampanyalarla ilişkilendirmek olduğunu da belirtti; "Ülkenin her yerinde gerçekleştireceğimiz toplu eylemleri, bir sendikaya bağlı olsun ya da olmasın, herkese duyuracağız."
Üniversite ve Kolej Çalışanları Sendikası’ndan sendika lideri Jo Grady ise "Çözümler Westminster'den [Parlamento] gelmeyecek” diyordu; “Bu, birlik içinde olmamız gereken bir sınıf mücadelesidir.”
“Taleplerimiz işyerlerinin de ötesinde, sokakta kök salacak. Sendikal faaliyetlerde sürdürülen mücadeleleri çözüme ulaştırmak yeterli değildir; bunlar, yükselen enerji fiyatlarına ya da gezegenin yanıyor olduğu gerçeğine bir yanıt üretemez."
Denizcilik ve Ulaştırma İşçileri Sendikası’ndan Mick Lynch, "Demiryolları işçilerinin mücadelesi de başlangıçta işçilerin sektörden talepleriyle şekillenmişti ama tüm ülkeyi ele geçiren bu ruh hali ve siyasi iktidarın taktikleri karşısında giderek daha politize olacağı bir duruma evrildi. Bu kemer sıkma politikasına karşı yürüttüğümüz mücadelede sonuna kadar gitmeye kararlıyız ve bunun için tüm grevler, tüm sendikalar ve örgütlerle omuz omuza vereceğiz.”
“Bu mücadelenin öncüleri sendikalar olmalıdır. Bunu politikacılardan bekleyemeyiz. Mücadelelerine destek olup büyütebilmek için tüm topluluklara ulaşmamız gerekiyor. ”
Artık herkesin aklında aynı soru var: Bu dev kampanya, sürmekte olan grevleri, patronları ve Muhafazakarları alt etme gücüne ulaşacak kadar büyütüp yaymaya mı odaklanacak, yoksa yeni bir seçenek mi üretecek?
Ward, Lynch ya da Grady grevleri birleştirip büyütme gibi bir plandan bahsetmiş değildi. Ancak kampanyanın lansmanı öyle moral vericiydi ki mücadeleye olan bu inancın tüm topluma yayılması, bu sayede yeni örgütlenmelerin oluşturulması ve hepsinin güçlü bir direniş hareketine dönüştürülmesi için muazzam bir fırsat yakalandığını gösteriyordu.
Çözüm arayan genç bir kitle
“Artık Yeter” kampanyasında bir araya gelen katılımcıların toplumun her kesimini temsil edecek çeşitlilikte olduğu da görülebiliyordu. Yalnızca aşina olduğumuz tecrübeli sol aktivistlerle veya görevi gereği orada bulunan profesyonel sendika aktivistleriyle kısıtlı olmayan bu topluluğun büyük ölçüde gençlerden oluşuyor olması da dikkat çekici yönlerinden biriydi. Ve pek çoğu da sendikalar veya sol örgütlenmelerin gerçekleştirdiği duyurulardan değil, sosyal medyadan duyup gelmişti.
Hepsinin ortak noktası, yükselen fiyatlara ve yıllardır katlanmakta olduğumuz Muhafazakar siyasete bir çözüm aramaktı.
Ulusal Sağlık Sistemi (NHS) için mücadele eden Zarah Sultana (İşçi Partisi) bizlere verdiği demeçte aynı gerçekleri dile getirdi; “Ben de Twitter'dan duydum. Herkes ‘artık yeter’ diyor. Her şey çok pahalı, bu bir sınıf mücadelesidir. Hangi işi yaptığın fark etmiyor, hepimiz aynı durumdayız. Elektrik faturasını mı ödeyecek yoksa masaya yemek mi koyacak, bu ikisi arasında seçim yapmak zorunda kalan insanlar var. Mültecilere destek veren bir örgütü ziyaret ettim ve orada evinde pişirecek yemeği bile olmayan bir kadınla tanıştım.”
“Bir sığınma evine yerleştirildiğini, oradan da bir konut birliğine taşındığını anlatıyordu. Gazın ve elektriğin sorumluluğunu üstlendiğinde gıda alışverişi yapacak parası kalmamıştı. Yoksulluk ödeneği (Universal Credit: Evrensel Kredi), ödeme alabilmesi için altı hafta beklemesi gerektiğini söylemişti. Böyle birinin nasıl hayatta kalmasını bekliyorsunuz? Buraya başka insanların da aynı duyguları hissedip hissetmediğini görmek için gelmiştim ki herkesin aynı şeyleri düşündüğünü görüyorum. Hepimiz çekilen acıları görüyoruz.”
Genç katılımcılardan Petrea ise "Bir öğrenci olarak siyasete yeni giriyordum ki Twitter'da görüp geldim,” dedi; “Aile büyüklerim işçi sınıfını temsil eder. Ebeveynlerimin beni büyütebilmek adına neler çektiklerini biliyor ve şimdi hayatımdaki diğer insanların da aynı şeyleri yaşadığını görüyorum. Burada tekrarlanmış olduğu gibi; Artık yeter, bu kadarı da fazla!”
Lansmana katılan kişilerin önemli bir kısmı, “Artık Yeter” kampanyasının İşçi Partisi'ne bir alternatif olarak görülebileceğini düşünüyor, ya Keir Starmer'ın yaptıklarından bıkkınlık duyuyor ya da Corbyn'in yenilgisinden duydukları üzüntüyü aktarıyorlar – çoğunlukla da ikisini bir arada yaşıyorlar.
Kuzey Londra'dan bir duvar ustası olan Paul, Socialist Worker'a şunları söyledi: “Aslında İşçi Partisi üyesiydim. Geçen sene siyaseti bıraktım ama bu kampanyayı duyunca katılmak istedim. Son birkaç yılda tüm umutlarımızı tükettiler. Fakat pes edip çekip gidecek halimiz de yok. Birkaç yıl önce verilen vaatleri unutmadık. Evlerimizde oturup Netflix izlemekle yetinmeyeceğiz. Her yerden tekmelendik ve sonunda biri ayağa kalkıp artık yeter dedi.”
Kampanyada merkezi bir rol oynayan grevler
Hem İşçi Partisi'nin kabul görmüyor oluşu hem de “Artık Yeter”in coşkusu, son grevlerin siyasi alanı nasıl değiştirdiğine dair gerçeklerin bir yansımasıydı.
Kampanyaya katılmak isteyen herkes, bundan yeni bir hareketin çıkabileceği ihtimalinden heyecan duyduğunu gösteriyordu. Ancak bu hareketin nasıl şekilleneceği konusunda bazı soru işaretleri de olduğu görülebiliyordu – gördüğümüz kadarıyla, buradaki herkes, nasıl şekillenirse şekillensin bu hareketin içinde yer almak istediğinden emin.
Katılımcıların bir kısmı, seçimlerde İşçi Partisi'ne bir alternatif yaratılabileceğini de düşünüyor.
Ancak genel kanı, yeni bir eylemliliğin inşa ediliyor oluşuydu. CWU temsilcilerinden Ed’e göre, bu, sendikal örgütlenmeleri de güçlendirebilecek bir atılım; “Umarım bu, diğer sendikaların da katılmaları ve aynı şeyi yapmaları, ve sendikalar arasında daha sağlam bir birlik olduğunu görmeleri, birbirlerini desteklemeleri için bir fırsat sunar.”
Bazıları da grevleri “son çare” olarak görse de tüm grevlere destek verdiğini dile getiriyordu. “Kill the Bill” aktivisti [polisin yetkilerinin artırılmasını öneren yasa tasarısına karşı yükselen hareket] Fahey, Socialist Worker'a yaptığı yorumda, “Sesimizi duymak istemiyorlarsa son çareye başvurur greve gideriz” diyordu; “Sendikal eylemleri tabii ki destekliyorum. Kimsenin buna karşı olabileceğini düşünmüyorum. Greve gitmek zor bir karardır – mecbur kalırsanız başvurursunuz ve buna kesinlikle hakkınız vardır."
Fakat en önemlisi, buradaki birçok insanın, kampanyanın değişim getirebilecek çok daha büyük bir harekete dönüşeceğine inanıyor olmasıydı. Katılımcılardan Tom, “Nasıl örgütlenebileceğimizi yeniden öğrenebiliriz,” diyordu; “Bizi bölen meseleleri bir kenara bırakıp, ailemizi geçindirebilmek, beslenebilmek gibi temel konularda birleştiğimizi görüyoruz. Şahsen ben, uzun vadeli çözümler sunabilecek ama kısa vadede baktığımda geçim kriziyle mücadelede yaratıcı fikirler üretebilecek bir oluşum olacağını umuyorum.”
Bir diğer katılımcı Anne ise "Birinin kendi topluluğunda hayata geçirebileceği türden çözümler üretildiğini görmek istiyorum" diyordu; “Belki de bu süreç, büyük bir harekete dönüşecek bir dizi miting düzenlemekle başlayacak. Çoğu kez bu şekilde başlayıp bir ışık yakar ama o ışık giderek soluklaşır. Büyük bir hareketin bir gecede yükselmesini bekleyemeyiz. Tam olarak bu nedenle, hepimizin harekete geçip onu büyütmesi gerekiyor.”
“Artık Yeter” hareketiyle ilgili detaylı bilgi için tıklayın