COP27’nin Ardından: İklim Çöküşü ve Devrim İhtiyacı
Brezilya’da gerçekleşen başkanlık seçimlerinin ikinci turunu Luiz Inacio Lula da Silva kazandı. Aşırı sağcı, faşist Bolsonaro’nun seçimi kaybetmesiyle Brezilya’da ibre bir kez daha sola döndü.
Bir yanda Çin’in Tayvan’ı ilhak etme planları, diğer tarafta bir türlü sonlandırılamayan Ukrayna savaşı… Her ikisini de büyütmeye adanmış gibi davranan emperyalistler giderek daha da agresifleşiyor.
Küresel kapitalizme yeniden yön vermeye çalışan emperyalistler savaş seviyor, savaşlardan besleniyor. Ne iklim krizini ne de tüm dünyayı etkisi altına almış ekonomik krizleri umursuyor, tırmandıkları enerji krizinin faturasını da yoksulların sırtına yüklerken sermayeyi silahlara ve fosil yakıtlara yönlendirmeye devam ediyorlar.
Tayvan’da yaşanan Çin ve ABD çekişmesinin, küresel hegemonya yarışında Ukrayna’yı kullanan Rusya ve Batı güçleri arasındaki çekişmeden pek bir farkı yok. Müzakere yollarını tıkayan, birbirlerine tehditler savuran emperyalistler şimdi Tayvan’da da yıkıcı bir savaşın temellerini atıyor.
Ukrayna’da gelinen durumsa ortada: Putin, Ukrayna'dan ilhak ettiği dört bölgede sıkıyönetim ilan etti, nükleer silah kullanma tehditleri savurdu, Ukrayna Batı’dan daha fazla silah talep etti ve Biden bir nükleer savaş ihtimalini göze alarak yeniden Soğuk Savaş siyasetine dönüldüğünü duyurdu.
Tüm bunlardan tek çıkış yolu, savaşa ve emperyalist güçlere, küresel savaş karşıtı hareketi büyüterek yanıt vermektir. Bu gözü dönmüşleri durdurmak için barışın sesini yükseltmemiz gerekiyor.
İtalya’da Giorgia Meloni hükümetinin iktidara gelmesiyle birlikte, kendilerine Avrupa’nın göbeğinde açılan bu alanı değerlendirmeye girişen faşistlerin durdurulması gerekiyor.
Meloni’nin partisi İtalya’nın Kardeşleri, Meloni ve (babası Mussolini'nin faşist partisinin sekreteri olan) eski savunma bakanı Ignazio Benito La Russa tarafından kuruldu.
Ignazio Benito La Russa, çeşitli faşist sembollerin dikkat çektiği evinde çekilmiş bir görüntüde şöyle söylüyordu; “Gördüğünüz üzere, komünistlere dair bir sembol de mevcut ama onu Mussolini heykelinin ayaklarının altında tutuyoruz.”
İtalya’nın Kardeşleri bizatihi Mussolini destekçileri tarafından kurulmuş olan İtalyan Sosyal Hareketi’nin (MSI) gençlik kanadında yeşertilmiş bir fikirdi. Socialist Worker’da kaleme aldığı yazısında Simon Basketter şöyle söylüyor; “Meloni aksini iddia edip, İtalya’nın Kardeşleri’nin DNA'sında geçmişe dönük faşizm, ırkçılık veya antisemitizm bulunmadığını söylese de meclis üyesi olan La Russa'nın erkek kardeşi Romano geçen ay katıldığı bir cenazede faşist selamı verirken görüntülendi.”
Elbette bunu inkar etmeye giriştiler, ancak öyle gülünç açıklamalarla yaptılar ki söylediklerinin yenilir yutulur bir tarafı olmadığı aşikardı.
“Bir şey ördeğe benziyorsa, ördek gibi yürüyorsa ama ördek olmadığını vaklıyorsa, bizim ona tavşan dememiz bönlük olur” diyor Basketter; “MSI, II. Dünya Savaşı'nın ardından, 1943'te Müttefikler Sicilya'yı işgal ettikten sonra, İtalya'nın kuzey yarısını yöneten Nazi yanlısı kukla rejimde önemli bir rol oynayan faşistler tarafından kurulmuştur.”
Örgütü yapılandırırken MSI baş harflerini seçmiş olmaları bile aslında Mussolini hayranlıklarını yansıtıyor, çünkü “Mussolini ölümsüzdür” anlamına gelen “Mussolini, sei immortale” sloganına atıfta bulunulmuş.
Mussolini’nin faşist yönetimi devlet yapısında derin izler bırakmıştı. Savaştan sonra da bu yapı tümüyle ortadan kalkmış sayılmazdı; İtalyan siyasetini faşistlerden arındırmak söz konusu olamadı, çünkü sermaye bu faşistleri değil, onların karşısındaki solu ezmeye çalıştı.
İtalya'nın 1948 anayasası, “dağıtılan bir faşist partinin herhangi bir biçimde yeniden örgütlenmesini” yasaklamış ve MSI tüm iktidar koalisyonlarından dışlanmış olsa da bugün ondan türeyen bir faşist örgüt bir kez daha iktidarı ele geçirmeyi başardı. Bunun ardındaki sebeplerden biri, faşistlere faşist denmeyip “merkez sağ” olarak adlandırılmış olmaları ve onların da bu fırsatı devlet yönetimini ele geçirmek için kullanmaya girişmesiydi.
1990'ların başında bir dizi yolsuzluk skandalı yaşanması ve Soğuk Savaş'ın hakim siyasi yapılarının ortadan kalkması sonucunda bu yapılanma da derin bir krize girdi. Fakat aynı yıllarda medya kralı Silvio Berlusconi liderliğindeki Forza Italia yükseldi. Mussolini'yi İtalya'nın "gelmiş geçmiş en büyük siyasetçisi” ilan ederek faşistleri aklamaya koyuldu, hemen ırkçı sağcıları yanına çekti. Aynı tutum bugün de İtalya’nın Kardeşleri tarafından sürdürülüyor.
Son on yılda krizleri yönetemeyip sağa kayan sosyal demokratlardan boşalan yere kendilerini konumlandırmaya çalışan faşistler her zaman bu tür siyasi krizlerden beslenerek atağa geçiyor. Berlusconi’nin araladığı, aşırı sağcı Matteo Salvini’nin iyice açtığı kapıdan içeri sızma şansı yakalayan faşist Meloni kürtaja erişimi kısıtlamak, göçü bir işgal olarak kabul ettirmek istiyor, LGBTİ+’ları tehdit ediyor. Başkanlık yetkilerini artırmak gibi bir planı da var.
Liz Truss’un sadece 1,5 ay dayanıp başbakanlıktan istifa etmesi üzerine İngiltere halkı genel seçim ve genel grev çağrıları yaparken Muhafazakar Parti de bir kez daha bu sese kulak tıkayıp yeni başbakanı antidemokratik bir kararla seçti.
Bu, uzun zamandır tekrar eden bir süreç. 2016’da Theresa May’in yerine kendi içlerinde gerçekleştirdikleri bir seçimle David Cameron'u, daha sonra onun yerine Boris Johnson’ı, Johnson’ın yerine de Truss’u getirdiler. Sermayeyi gözetmekten başka bir şey yapmayan bu parti sermayeyi yönetenlerden bile güven oyu alamayınca istifa etmek zorunda kalan Truss’un yerine de Rishi Sunak’ı oturttu.
İngiltere, hızla yükselmeye devam eden gıda fiyatları ve enerji faturalarına karşı isyanda, “Artık Yeter” (Enough is Enough) diyerek işçilerin grevine destek veriyor, sokaktaki isyanı günden güne büyütüyor. Ülkede grev üstüne grev, protesto üzerine protesto gerçekleşirken Truss işçi sınıfına yönelik saldırıların dozunu artırmaya, sendika karşıtı bir yasayı parlamentoya sunmaya ve yeni bir kemer sıkma programını duyurmaya hazırlanıyordu. Muhafazakarlar şimdi aynı planları, ismi çeşitli skandallarla anılan Sunak’la sürdürme gayretinde.
İngiltere’nin en zengin adamı olan eski banker Rishi Sunak’ın 730 milyon sterline ulaşan inanılmaz servetinin önemli bir kısmı vergi kaçırması yoluyla elde edildi. İşçilerin cebinde ne var ne yoksa almaya girişecek olan bu ırkçı şovenist bir yandan göçmenlere diğer yandan kadınlara saldırırken, zenginleri kayırmaya, piyasaları istediği gibi yönlendirmeye çalışacak. Ancak kabul edilemez olan bu gelişmeyle birlikte, sokaktaki kitlesel hareket de büyüyecek. Yani Sunak da o koltuğa yerleşemeyebilir.
Batıda ve Türkiye’de İran’daki isyan dalgası farklı şekillerde ele alındı.
Batıda İran'daki protesto hareketleri genellikle geri kalmış, muhafazakâr bir dine karşı isyan olarak sunulurken Türkiye’de de bazı gazeteciler ve bazı muhalif kesimler durumu böyle ele aldı, ancak aslolarak İran’daki eylemler zinciri görmezden gelindi. Elbette solun bazı kesimleri, kadın örgütleri İran’daki hareketin önemini hemen gördü. Batıda politikacılar kendilerini özenilecek bir gelişmişlik modeli olarak sunup İran’daki hareketin kendilerine ulaşmak isteyen geri kalmış bir yerde yükselen eylemler olduğunu düşündüler, Türkiye’de ise özellikle Kemal Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü özgürlüğünü gündeme getirdiği günlerde, İran bize benzemeye çalışırken şimdi zamanı mı, sorusu soruldu.
Her iki yaklaşım da “batılı değerler” ya da seküler değerleri öne çıkartıyor. Halk isyanının içindeki örgütlü öfkeyi ve bu eylemleri yönlendirenin ne olduğunu kavramayı başaramıyor.
Uzun direniş geleneği
Protestolar İran'daki uzun bir direniş geleneğinin parçası. Bugünkü hareket ile 1979'daki Batı destekli diktatör Şah'ı deviren devrim arasında doğrudan bir bağlantı var. Şah, acımasız baskıyla eşitsizliği derinleştiren ve bunun üzerinde yükselen bir rejim inşa etmişti. Batı ise İran'ı bölgedeki ABD ordusu için garnizon olarak kullanmalarına izin vermesi nedeniyle şahı sevmişti. Şah yönetimi 1953'te ABD ve İngiltere tarafından düzenlenen bir darbenin ürünüydü.
1977'de yaşanan ekonomik kriz, tüm rejime karşı bir isyana dönüşen protestoları tetikledi. Hareket grevleri ve gerilla mücadelesini içeriyordu. 1979'da Şah devrildi, kısa süren bir demokrasi deneyimi yaşandı.
Devrimin liderliği için savaş hızla sertleşti. Ayetullah Humeyni'nin İslamcı hareketi liderlik için mücadele eden güçlerden sadece birisiydi. Şahın baskısını hisseden bir orta sınıf için yeni fırsatlar ve yoksul insanlar için sosyal adalet vaat ediyordu.
Humeyni bu vaatleri toplumu "İslami" çizgide yeniden inşa etmeyi hedefleyen bir ideolojiyle birleştirdi. Bu, yeni orta sınıfın siyasi hırslarına fayda sağlayan İslam'ın siyasi bir yorumuydu.
Humeyni bir dizi manevra ve geçici ittifaklar kurarak devletin zirvesine çıktı. Hemen ardından sola, işçi örgütlerine ve rakip gördüğü tüm siyasi güçlere şiddetli bir baskı uygulamaya başladı. ABD destekli Irak'ın 1980'de İran'a saldırmasından sonra tüm iktidarı ellerinde merkezileştirdi.
Mollalar rejimi
Humeyni'nin projesi devrimi ezmek ve İran'ın sanayi orta sınıfı için yeni bir kapitalist düzen kurmaktı. ABD, İran'ı savaş ve ekonomik izolasyonla boğmak için yola çıkarken, rejim büyük çaplı devlet müdahalesiyle ayakta durmayı başardı. Bu devlet müdahalesi, sanayinin kamulaştırılması, bankalar ve devlete bağlı ekonomik temeller oluşturmak anlamına geliyordu. Kuşkusuz aynı zamanda yoksul taraftarları yatıştırmak için sosyal programlar da içeriyordu.
Ancak İran son derece eşitsiz bir toplum olarak kaldı. Devlet kontrolündeki sanayi, İslamcıların orta sınıf tabanından yeni bir yönetici katmanı yarattı. Yeni rejim hayatta kaldı. Böylece savaştan sonra İran hükümeti, 1990'larda ekonomiyi pazara “açma”, fiyat kontrollerini ve sübvansiyonları sona erdirme sürecine başlasa da İran'ın izolasyonu bunu engelledi.
Özelleştirmeler egemen sınıfa kâr elde etmeleri için yeni fırsatlar verdi. Çoğu zaman bundan yararlanan insanlar devlet bağlantıları olanlardı. Hükümet veya yarı hükümet organları, kendi ekonomik çıkarları olan işletmeler olarak faaliyet gösterecekti. Yolsuzluk bu sürecin doğal bir parçasıydı elbette.
Bu değişim sıradan İranlıları yoksullaştırdı. Zengin ve fakir arasındaki uçurum büyürken, özelleştirilen şirketler işsizliğin tırmanması anlamına geldi. Rejime halk desteği her geçen gün aşınmaya başladı. Aynı zamanda kentleşme, toplumda laiklik yönündeki istekler ve çalışan kadınların sayısındaki artış değişim yönünde bir basınç oluştururken yönetici elit bu gelişmelere nasıl yanıt vereceği konusunda bölünmüştü.
İstikrarsız bir egemen sınıf
Peşi sıra gelen hükümetler, muhalefeti bastırmak için tasarlanan otoriter önlemleri yoğunlaştırmakla bu önlemlerin yaratacağı sosyal tepkiyi soğurmak için tasarlanan reformlar ve serbestleştirme arasında bocaladı. Bu fikri ve politik farklı eğilimlerin aynı anda uygulanma çabası rejimde bunalıma neden olurken aynı zamanda genç aktivistlerin özellikle kampüslerde örgütlenmeleri için alan açtı.
Bu örgütlenmeler arasında dindar ve dindar olmayan halkı, sosyalistleri ve feministleri bir araya getiren kadın hakları kampanyaları da vardı. İşçi sınıfı büyüdükçe ve büyük sanayilerde yoğunlaştıkça işçi hareketi de 1990'lardan itibaren gücünü göstermeye başladı. Bazı önemli grev hareketleri de oldu.
2009'da seçimlerde oyların çalınması gibi hileler nedeniyle başlayan yığınsal sosyal patlamalar yaşandı. Daha yakın zamanlarda yoksullar ve işçi sınıfı fiyat artışlarını, işsizliği ve sübvansiyon kesintilerini kitlesel eylemlerle protesto ettiler.
Eylemlerin gücü
Bu hareketler hem İran'da hem de Batı'dan müdahalelerle manipüle edilmeye çalışıldı. Fakat rejime tümüyle karşı olmasına rağmen bu eylemlerin hiçbiri ABD ile bağlantı talep etmiyor veya İran'ın Batı'dan bağımsızlığını reddetmiyor ve din karşıtı olmayı bir şart olarak koşmuyor.
Son eylemlerde dindarlar ve dindar olmayanlar otoriter yönetimin sembolü olarak başörtüsünün zorunlu giyilmesine karşı çıkıyorlar. İranlı protestocular “Bunun yoksulluğa ve siyasi ve sosyal haklar üzerindeki baskıya karşı çıkan radikal gençlik içinde artan bir duygu” olduğunu söylüyorlar.
Protestolar kaçınılmaz olarak hükümeti hedefliyor. “İster Şah, ister ulu lider olsun-Kahrolsun diktatör" sloganları 1979 devriminin vaatlerini yerine getiren bir toplum kurma arzusunun da bir ifadesi.
Bu hem İran rejimi hem de Türkiye dahil batıdaki tüm iktidarlar için bir tehdittir.
Fransa'da işçi sendikası CGT, 27 Ekim ve 10 Kasım'da tüm çalışanları enflasyona uygun ücret ve daha iyi çalışma koşulları talebiyle yeniden greve çağırdı.
Grev hakkının korunmasını isteyen sendika, hükümetin rafinerilerdeki işçilerin zorla işe döndürülmesi prosedürünü kınadığını açıkladı. İle-de-France bölgesinde toplu taşıma sektöründe 10 Kasım'da büyük çaplı greve gitme çağrısı yapıldı. Sendikaların talepleri; kötüleşen çalışma koşullarının iyileştirilmesi, yeni personel alımı ve enflasyona karşı maaş artışı.
İngiltere’de demiryolu işçilerinin örgütlü olduğu RMT sendikasının 15 Kasım'a kadar sürecek oylama sonucunda grevleri 6 ay daha sürdürüp sürdürmemeye karar vereceği aktarıldı.
İtalya’nın Bologna kentinde, çevre yolunun, ek şeritlerin yanı sıra yeni bağlantı yollarıyla genişletilmesini öngören “Passante di Mezzo” adlı, maliyeti ise iki milyar avronun üzerinde olan proje, on binlerce insanın katılımıyla protesto edildi. “Convergere per insorgere” “Ayaklanmak için birleş!” sloganıyla bir araya gelen iklim aktivistleri, sendikalar, çevre örgütleri ve öğrenciler şehrin ana yollarını ve projenin yapılması planlanan güzergahı da zaman zaman işgal ederek trafiği durdurdu.
“Passante di Mezzo”nun iddiaların aksine trafik ve hava kirliliğinde artışa yol açacağını belirten katılımcılar bir de benzin istasyonunu bloke ederek, fosil yakıtlara bağımlılığın ortadan kaldırılması için politikalar izlenmesini talep etti. Kortejin bazı katılımcıları ise yürüyüş sırasında çevre yolunu ahşap paletlerden bir duvar ve Dünya'yı tasvir eden bir maketle kapattı ve daha sonra Dünya maketini ateşe verdi.
Yerel toplu taşıma ağlarına yatırım yapılmasının, sürdürülebilir ve erişilebilir hareketlilik hakkının ancak birlikte mücadele edilerek kazanılacağını vurgulayan eylemciler yaklaşık 4 kilometrelik bir yürüyüşün ardından Piazza XX Settembre’de yeniden toplandı. Kürsüden sık sık gelecek 5 Kasım’da ülkenin güney kentlerinden Napoli’de düzenlenecek olan, kapitalizmin hem çevreyi hem de işçileri sömürmesine karşı ezilen tüm kesimlerin bir araya geleceği antikapitalist buluşmaya katılım çağrısı yapıldı. Etkinlik konser ve havai fişek gösterilerinin ardından akşam saatlerinde sonra erdi.
Muhafazakarların başbakanı Liz Truss sadece 1,5 ay dayanabildi.