Büyük şehirleri ele geçirmesinin ardından Taliban, Afganistan'ın başkenti Kabil'i de aldı. Ülkenin cumhurbaşkanı Eşref Gani ülkeyi terk etti.
Afganistan'da ABD ve NATO askerlerinin çekilmesinin ardından ilerleyişini sürdüren Taliban, 15 Ağustos Pazar günü başkent Kabil'e girdi. Afganistan Cumhurbaşkanı Eşref Gani ülkeyi terk ederken, Taliban Kabil'deki Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nın kontrolünü ele geçirdi.
Taliban kente güç kullanarak girmeyeceklerini, militanlarını kentin çeperlerinde beklettiklerini açıklamıştı. Taliban sözcüsü hükümet güçlerinin başkentten ayrılmasının ardından "yağmayı önleme" gerekçesiyle kamu binalarında kontrolü sağlamak üzere kente girdiklerini duyurdu.
Afganistan Devlet Başkanı Eşref Gani ülkeyi terk etti
Taliban hükümetle barışçıl iktidar geçişi konusunda müzakereler yürütürken Devlet Başkanı Eşref Gani'nin Tacikistan'a gittiği bildirildi.
ABD Kabil'deki büyükelçilik binasındaki personelinin tahliyesini tamamladı, binadan ABD bayrağını indirdi. ABD'nin Afganistan Büyükelçisi Ross Wilson'un ülkeden ayrıldığı belirtiliyor.
Rusya ve Türkiye, Kabil'deki büyükelçiliklerini boşaltmıyor
Rus diplomatik kaynaklar, Rusya'nın Kabil'deki büyükelçiliğinin tahliye edilmesine gerek duymadıklarını açıkladı. Yapılan açıklamada "Büyükelçilik tehdit altında değil, tahliye gerekmiyor" denildi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da Türkiye'nin Kabil Büyükelçiliği'ndeki faaliyetlerinin sürdüğünü belirtti.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Taliban'ın Afganistan'da yönetimi ele geçirmesinin ardından Salı günü acil toplanacak.
Öte yandan Taliban hükümetini tanıyan ilk devlet Çin oldu.
ABD ve müttefikleri Afganistan’a kan ve gözyaşı getirdi
ABD, 2001 yılında “terörizmle” savaş adı altında, El-Kaide’yi barındırdığı gerekçesi ile Afganistan’a NATO desteğinde saldırarak ülkeyi işgal etmişti. Afganistan’a barış, istikrar ve medeniyet getireceğini belirtmesine rağmen, tek getirdiği kan, gözyaşı ve acı oldu.
20 yıllık işgal döneminde; 51 bin sivil, 51 bin Taliban mensubu, 69 bin de Afgan askeri ve polisi öldü. ABD ve NATO üyesi ülkelerin kaybı ise 3 bin 500. 3 milyon Afganlı ülkeyi terk etti, mülteci haline geldi. 4 milyon Afganlı iç göçmen durumunda. BM'ye göre, Afganistan; Suriye ve Venezüella’dan sonra dünyanın en büyük üçüncü yerinden edilmiş nüfusuna sahip.
ABD, Afganistan’a siyasal İslamı, Bush’un tabiriyle İslamofaşizmi temizlemek, hegemonyasını güçlendirmek iddiasıyla saldırmıştı. Ama Afganistan ABD’nin yeni Vietnam’ı oldu. ABD’nin Afganistan’dan çekilmek zorunda kalması, açık bir yenilgidir.
Taliban Batı’ya uzlaşma mesajları veriyor
Taliban’ın ciddi bir direnişle karşılaşmadan hızlı bir şekilde ilerlemesi akıllara pek çok soruyu getiriyor. Bu soruların başında “ABD ile Taliban arasında yapılan gizli görüşmelerde iktidarın kısa sürede devredilmesi konusunda anlaşma mı yapıldı” geliyor. Zira 20 Şubat 2020’de Taliban ile ABD arasında Katar’ın başkenti Doha’da imzalanan anlaşmaya bağlı olarak yeni ABD Başkanı Biden çekilme takvimini 11 Eylül olarak ilan edildiği için, halen ülkede ABD ve diğer emperyalist devletlere ait askerler var. Ve bu güçler Taliban’ı durdurmak için hiçbir hamlede bulunmadılar. Taliban’ın görüşmeler sırasında “başkalarını hedef almak için bölgenin kullanılmasına izin vermeyecekleri” ve IŞİD ile mücadele güvencesi verdiğine dikkat çekiliyor.
1979 yılında SSCB, 2001 yılında ABD/NATO işgallerini yaşayan ender ülkelerden biri olan Afganistan’da şimdi yeni bir dönem başlıyor. Taliban önderliği “değişim” mesajlarıyla Batının planlarına yakın olduğunu ilan ediyor. Bunun ne kadarının gerçek ne kadarının takiye olduğunu zaman gösterecek.
İslamcı hareket Taliban, 20 yıllık Batı işgalinden sonra Afganistan'ın kontrolünü geri alıyor. TN, gelişmelerin arka planını tartışıyor.
Taliban, Afganistan'ın büyük bir bölümünün kontrolünü ele geçirmeye hazırlanıyorken yüz binlerce insan ülkeden kaçtı.
Yaklaşık 20 yıl önce ABD'nin işgaliyle devrilen silahlı İslamcı hareket, yakında yeniden iktidara gelebilir.
Taliban, 1990'larda Afganistan'da iktidardayken acımasız, baskıcı ve gerici bir rejim kurmuştu. Böylece ABD, 2001'deki işgalini, Afganistan'ı "Orta Çağ"dan çıkarmak için özgürleştirici bir girişim olarak sundu.
Ancak Taliban’ın, Afgan toplumunun doğası gereği gerici veya geriye yönelmiş kısmını temsil ettiği söylenemezdi.
Hareketin bilhassa da İslamcılığın sembolü oluşu aslında ülkeye son zamanlarda getirilmiş bir olguydu.
ABD destekli savaşçıların Soğuk Savaş'tan sonra yarattığı kaos olmasaydı, 1995'te Afganistan'daki kontrolü bu kadar hızlı ele geçirmesi mümkün olamazdı. Bu noktaya gelinmeden önce Afganistan, savaşan İslamcı gruplar —Mücahitler- tarafından ele geçirilmişti. Bunlar, 1979'da Afganistan'ı işgal eden işgalci Rusya ordusuna karşı savaşmak için ABD tarafından silahlandırılmış ve finanse edilmiş gruplardı.
Rus işgaline karşı gösterilen direnişin büyük bir kısmı, bir örgütten ziyade köyler ve yerleşimler etrafında örgütlenmiş yerel gerilla gruplarından ve savaşçılarından oluşuyordu. Ancak ABD, bir dizi Mücahit grubunu desteklemeyi, en büyük küresel rakibine yenilgi yaşatmak için bir fırsat olarak görmüştü.
Rus askerleri ülkeden çıkarıldıktan sonra, bu sefer de bahsi geçen grupların Afganistan'ı nasıl yönetecekleri konusunda farklı çıkarlar ve fikirlere sahip liderler yüzünden Mücahit grupları arasında bir savaş başladı.
Taliban bunların hepsine bir alternatif olarak çıktı ortaya.
Üyeleri ve savaşçıları, komşu Pakistan'daki Afgan mülteci kamplarında bulunan dini okullarda yetişmişti. Bu okullar da sonuçta ABD ve müttefiki Suudi Arabistan tarafından, Afgan mültecilerin kendi etkileri altında tutulması için destekleniyordu.
Bu okullarda İslam'ın, o zamanlar Afganistan'ın çoğunluğu tarafından kabul gören hali yerine, Suudi Vahabiliğine daha yakın olan muhafazakâr, katı bir versiyonunu dayattılar.
Onaylama
Pakistan ve ABD'nin onayıyla Taliban Afganistan'a girdi ve ülkenin büyük bir bölümünü hızla kontrol altına aldı.
Birçok sıradan insan için Taliban, savaşların yarattığı kaosun ortasında düzen ve güvenlik sunuyor gibiydi.
ABD için ise Taliban, anlaşma yapabileceği istikrarlı bir rejim anlamına geliyordu. Bu planlara, ABD'li bir petrol şirketinin ülkenin kuzey batısında yer alan boru hattını işletmesine izin verilmesi de dahildi tabii.
Yine de Taliban ABD'nin tam anlamıyla bir kuklası sayılmazdı. ABD'nin kontrolüyle çelişen kendi çıkarları ve fikirleri de mevcuttu. El Kaide gibi ABD gücüne meydan okuyan grupları da barındırıyordu örneğin.
21. yüzyıla girilirken, ABD'li generaller ve planlamacılar, dünya üzerindeki hakimiyetlerini yeniden sergilemek istediler.
El Kaide 11 Eylül 2001'de saldırdığında ABD zaten kendi amaçlarına yönelik bir fırsat arıyordu. ABD, kendilerine saldırmaya cüret eden herkesin ezileceğini göstermek için Afganistan'ı işgal etti. Bu eylem, ayrıca iki yıl sonra gerçekleşen Irak'ın işgalinin önünü açmak için de tasarlanmıştı.
Ancak işgal Taliban'ı devirmeyi ve ABD dostu bir hükümet kurmayı başarsa da Taliban'ı yok etmedi. Bunun yerine Taliban, liderliği Pakistan'da bulunan, merkezi olmayan, isyancı bir gerilla ağı haline geldi.
Sağ kalım
İşgalin yol açtığı yoksulluk ve sefalet – ve işgalci orduların vahşetine duyulan nefret- birçok Afgan gencini Taliban saflarına kattı.
Taliban, alternatif bir gölge hükümet sunuyor, düzenli gelir ve hayatta kalma imkânı sayesinde yaşananlara karşılık verme fırsatı sunuyordu.
Bu nedenle ABD, Afganistan'ı hiçbir zaman istediği gibi kontrol edemedi. Bu arada Taliban'ın yaklaşık 60.000 tam zamanlı savaşçısı ve yarı zamanlı gönüllüleri var.
Şimdi yeniden benzer bir hükümetin kurulabileceğini gösteren bu gelişmeler ABD emperyalizmi için küçük düşürücü bir yenilgi olmakla kalmıyor, aynı zamanda ABD girişimlerinin de doğrudan bir sonucu olarak yaşanıyor.
Türkiye’de son zamanlarda göçmenlere karşı siyasilerden ve toplumun bazı kesimlerinden büyük bir nefret gözlemleniyor. Bilimdışı iddialarla, Afgan ve Suriyeli mülteciler üzerinden yaratılan bu nefret galeyanına katılanlar arasında kendisini “sosyal demokrat” diye nitelendiren, haydi sosyal demokratı geçtim, kendisini “solcu” ya da daha da beteri, “sosyalist” diye nitelendiren çeşitli maceracılar mevcut. Marks’ın mezarında ters döndüğü Türkiye’den duyulmuştur muhtemelen, özellikle son söz üzerine. Böyle kafa karışıklıklarının olduğu bir ortamda, Fransa’dan bazı küçük siyasi dersler çıkarmak mümkün. Şimdi bunlara hep birlikte göz atalım.
***
“Matteo Salvini artık göç istemiyor; ama İtalya’ya gelip de ‘ama nasıl olur? Bu utanç verici bir şey. Göçmenlerin ülkenize gelmesini istemiyor musunuz?’ diyenlere bir ders veriyor. Diyor ki, ‘Siz istiyor musunuz? Çok istiyorsanız evinize alın’”. Matteo Salvini, İtalya’nın aşırı sağcı eski İçişleri Bakanı. Bu sözler ise, Fransa’nın faşist partisi Rassemblement National’in lideri Marine Le Pen’in sözleri. Le Pen, Salvini gibi faşist bir lideri kendi siyasetine örnek almakla kalmıyor, kendisi de küçük bir ekleme yapıyor: “Göçmenler rüzgâr türbini gibi. Herkes bunun gerekli olduğu hakkında hemfikir ama yanlarında olsun istemiyorlar.” Le Pen’in 2019 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda bu sözleri sarf ederek göçmenlerle dayanışanlara göçmenleri evlerine alma çağrısı yapıyor. Benzerlik çarpıcı. Öyle değil mi?
Hep birlikte Le Pen’in sözlerini incelemeye devam edelim. Geçtiğimiz mart ayında BFM TV’ye konuk olarak çıkan Le Pen, kendisine sol siyaset tarafından yapılan “zenofobik” (yabancı korkusu olan kimse) tanımlamasına karşı yine göçmenler hakkında ithamlarda bulunmaya devam ediyor –ki kendisi ekranlara çıkarak kanaat getirmeye bayılır. Sözlerinden seçkiler şöyle: “Benim yabancılardan korkum yok. Ben bunun sadece ülkem için tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Ben sadece kanunsuz bir göçün olumsuz etkilerini görüyorum: toplumsal yatırımlarımızın üstüne çökmesi, ülkemizde toplum düzeninde huzursuzluk yaratan güvenlik sorunun günbegün daha da beterleşmesi…” Ve bu sözleri üzerine eğer 2022 seçimlerinde iktidara gelirse göçmenler hakkında bir referandum teklifi yapacağını söylüyor. Referandumun içeriği hakkında bir paylaşım yapmamış. Sürpriz herhalde, ancak biz tahmin edebiliriz ki, hâlihazırda Fransa’da bulunan kâğıtsızların son derece güvensiz, yaşam haklarının dahi sağlanamadığı ülkelerine zorla gönderilmeleri için bir referandum olabilir bu. Çok mu gerçekdışı bir tahmin oldu acaba?
Bunlar Le Pen’in hafif sözleri. Bunlardan çok daha uzun bir liste yapmak mümkün. Daha beteri için birkaç yıl geriye, 2015 yılına gidelim. O dönemde yine göçmenler için nefret kusmaktaydı Marine Le Pen. Suriye’deki savaştan kaçarken denizde boyun devrilmesiyle kıyıya ölü bedeni vuran küçük Aylan Kurdi’nin fotoğrafı için, “Bizim sorgulamayı kesmemizi istiyorlar. Ama bizim onlardan alacak dersimiz yok, özellikle kendi sinsi projelerini gerçekleştirmek için suratımıza bir çocuğun ölüsünü vurduklarında!” Ayrıca Suriye’den gerçekleşen göçün İkinci Dünya savaşı yüzünden gerçekleşen göç dalgasından farklı olduğunu, bunun ekonomik bir göç olduğunu söylüyordu. Suriye’den gerçekleşen göçün temelinde bir ekonomik göç olmamasının yanı sıra Le Pen ekonomik göçün çok büyük bir hak olduğunu da görmezden geliyor.
Ayrıca kendisinin eşcinsel evlilik için mide bulandırıcı yorumlar yaptığını hatırlatmakta da fayda var.
***
İşte siyasi kavramların bulanıklaşması, kendi göçmen karşıtı/ırkçı ideolojilerine göre tarihin yeniden yazımı böyle bir şey. Göçmen karşıtı söylemlerde bulunan hemen bütün siyasiler aslında siyaset skalasında hızla sağa yuvarlanıyor. İktidara geldikten sonra Suriyeli göçmenlerin evlerine yollanacaklarına dair vaatler verilmesi, Bolu’da yabancılara daha yüksek ücretli fatura kesileceğine dair açıklama yapılması, Van’da göçmenlerin geçişini durdurmak için iki yüz elli kilometre uzunluğunda bir duvarın inşasına başlanması ve bunu kendisine muhalif etiketi yapıştırıp normalleştiren herkes, ileride gerçekleşebilecek ırkçı saldırıların ateşini körüklüyor. Bu korkunç ideolojinin yukarıdan aşağıya kurulması, seçim vaatlerinde kullanılması, tam anlamıyla 1940’lı yıllardaki Nazi ideolojisi hatırlatıyor. Türkiye’de her ne kadar ana muhalefet kendisine böyle bir yakıştırma yapmasa da aynı söylemler Fransa’da “neo-nazilik” diye tanımlanıyor. Türkiye’nin demografisinin bozulacağı hakkında birtakım gerçekdışı endişelerin de oy toplamak için pazarlanıyor olması, bir çeşit kan siyasetine benziyor. Hangi demografiden bahsediliyor? Türkiye’nin kanının bozulacağına dair çirkin bir söylem değil mi bu? Acaba aynı söylemlerde bulunanlar, Konya’da Kürt bir ailenin katledilmesi hakkında ne düşünüyorlar şu anda?
Göç alanında yıllardır çalışmalar yapan bilim insanlarının sosyal medyada linçe uğratılıp itibarsızlaştırılması, göçmenlerin (veyahut mültecilerin) yanında olup onlarla dayanışan insanların marjinalleştirilmesi, herkes için eşit haklar isteyen insanların siyaset alanında yuhalanması, hâlihazırda savaşlar için milyonlar harcanıp kimi milyonerler uzaya çıkarken ve bunun için dalga geçercesine çalışanlarına teşekkür ederken tüm bunların sorgulanmaması ve ekonomik krizin göçmenlerin üzerine yıkılması bu işten kâr edenlerin çokça işine geliyor olmalı.
İnsanın tüylerini ürperten bu nefrete karşı birleşmek zorunlu. Göç ve göçmenlik binlerce yıldır olduğu gibi şu anda da devam etmekte ve edecek. Göçmenler yaratık değil. Onları hedef almak yerine, onları yerinden eden savaşları ve tüm bu savaşlara sebep olan kirli para alışverişlerini, kapitalizmi sorgulamak en mühimi.
***
Bazı kafa karışıklıklarının giderilmiş olması dileğiyle…
Ataberk Bağcı
Tunus başkanı aşırı yoksulluk, işsizlik ve Covid-19 vakalarındaki yükseliş nedeniyle yaşanan protestoların ardından ülkede hükümeti görevden aldı.
Açlık grevindeki Mısırlı tutsak Hisham Fouad’u dünya çapında destekleyenler, acilen serbest bırakılması için bir imza kampanyası başlattı.
Bir sosyalist ve gazeteci olan Hisham açlık grevine 10 Temmuz’da başladı. Korkunç koşullarda, mahkemeye çıkartılmadan iki yıldır tutukluydu. Hisham’ı tanıyanlar, üzerinde uyumak için bir yatak bile olmadan pislik içinde, haşere istilası altında camsız bir hücrede tutulduğunu söylüyor.
Uygun tıbbi koşullarda tedavi edilme talebi de bir kaç kez reddedildi.
Kampanyanın başlamasından 24 saat kısa bir süre içinde binlerce kişi, kampanya metnini imzalamıştı bile. İmzacılar arasında dört İrlandalı milletvekili, bir İspanya Kongresi üyesi ve kırk sendikacı, avukatlar ve Yunanistan’dan aktivistler yer alıyor.
Mısır Dayanışma İnisiyatifi tarafından koordine edilen kampanya, Mısır rejimi üzerinde baskı oluşturmayı amaçlıyor.
Kampanya metni, “Onun sağlığı ve güvenliğinden Mısır otoritelerini sorumlu tutuyoruz. Mısır’da haksız yere gözaltına alınan Hisham ve diğer politik aktivistlere, gazetecilere, insan hakları çalışanlarına ve araştırmacılara uygulanan zulüm son bulmalıdır. Mısır otoriteleri mahkeme öncesi gözaltı, hapsetme ve eleştirel sesleri susturma yöntemini kullanmaya son vermelidir” diyor.
Dayanışma
Hisham, Mısır’da işçi hakları alanında tanınan bir aktvist ve ayrıca Filistin’le dayanışma kampanyalarında liderlik rolünü oynadı.
Mısır’da hapiste tutulan 60 bin politik tutsaktan birisi. Bu tutsaklar karşı-devrimin bir parçası olan diktatör el-Sisi tarafından başlatılan devlet baskısının kurbanları.
Hisham 2019 Haziran’ında gözaltına alındı ve en az 17 kişiyle birlikte uydurma “ekonomik komplo” suçlamalarıyla tutuklandı.
Mısır yasaları, 'bir kişi mahkemeye çıkmadan en fazla iki yıl tutuklu kalabilir' diyor. Avukatlarının raporu, bırakalım serbest bırakılmasını, rejimin Hisham’ı daha uzun bir süre hapiste tutmak için yeni bir dava açmaya hazırlandığını söylüyor.
Hisham hapishane hücresinden yaptığı bir açıklamada şunları söyledi: “Hukukun üstünlüğünü savunmak, adil yargılanma hakkı ve sonsuz döngüyü durdurmak için 10 Temmuz’da açlık grevine başlamaya karar verdim. Umut ediyorum ki benim aşık olduğum ve takdir ettiğim ailem bu kararı anlayacaktır. Ve çocuklarım ister hapishanede isterse dışarda olsun adaletsizlikle uzlaşmayacağımın farkında olacaklardır.”
Hisham dayanışmaya güveniyor. “Toplumun tüm yaşam güçleriyle ve dünyanın her yerindeki özgürlük aşığı insanlarla dayanışan herkes birleşmeden” kazanamayacağını söylüyor.
Kampanyayı imzalamak için tıklayın
Hisham’la nasıl daha fazla dayanışma örgütleneceğinin ayrıntıları için tıklayın
Japonya hükümeti, 4. kez OHAL ilan ederek Olimpiyatları başlattı. Tokyo'da Covid-19 vakaları yükselişe geçmişken, oyunlara aktarılan paranın pandemi ve yoksullukla mücadelede kullanılmasını isteyenlerin protestoları da büyüyor.
Japonya'da sağcı hükümetin yeniden OHAL etmesinin nedeni başkent Tokyo'da Covid-19 vakalarının yeniden geçmesi. Özellikle daha bulaşıcı olan delta varyantının adaya girişine rağmen, geçen yıl ertelenen Olimpiyatlar yapılıyor.
Protesto eylemlerini başlatan aktivistler (sosyalistler, komünistler, sendikacılar), hem OHAL'e isyan ediyor hem de hükümetin Olimpiyatlar için harcadığı parayı bir israf olduğunu savunuyor. Bu paranın, pandemi ve ekonomik zorluklarla boğuşunlar için kullanılmasını isteyerek oyunların iptal edilmesini talep ediyorlar.
Gösterilerde öne çıkan sloganlardan birisi 'Bu oyunlara ihtiyacımız yok!'
Öte yandan Tokyo Olimpiyatları her ne kadar oyunlar seyircisiz oynansa da birçok ülkeden gelen oyuncuların en az 19'unda Covid-19 testi pozitif çıktı. 206 ülkeden gelen spor kafilelerinin yanı sıra medya kuruluşları çalışanları başta olmak üzere yurtdışından on binlerce kişinin adaya gelmesi ise salgını sıçratacağı için protesto ediliyor.
Bu makalenin orijinali İspanyolca olarak comunistascuba.org internet sitesinde yayınlanmıştır.
Olaylardan dört gün sonra ve titiz bir analizin ardından Comunistas olarak, Küba’da 11 Temmuz’da gerçekleşen gösteriler konusundaki resmi pozisyonumuzu açıklıyoruz.
Küba’da 11 Temmuz günü, ülkedeki on dört ilden en az altısında neredeyse eş zamanlı olarak gerçekleşen, değişik yoğunluklarda bir dizi sosyal patlama yaşandı. Komutan Fidel Castro’nun öncülüğünde gerçekleşen devrimden bu yana geçen 62 yılda, Küba böyle bir durumla karşılaşmamıştı.
İlk eylemler barışçıl bir şekilde başlasa da neredeyse tüm gösterilerin sonunda şiddete tanık olundu, şiddeti her iki taraf da uyguladı. Hükümet karşıtı eşzamanlı bir dizi gösteri yapılması, sosyalist Küba’da daha önce hiç görülmemiş bir durum. Olayları anlamak için bu durum göz önünde bulundurulmalıdır.
Küba’da -daha sonra Maleconazo olarak anılacak olan- son büyük gösterilerin 5 Ağustos 1994’te gerçekleştiği ve Fidel Castro’nun eylem alanına gitmesiyle birkaç saatle sınırlı kaldığı hatırlanmalıdır.
Merkezi bir alanda 200 kişinin katıldığı ve hükümet karşıtı sloganlar atılan bir gösteri Küba toplumu için neredeyse akla hayale gelmez bir durumdur. Buna rağmen, Havana’da en az 3000 kişinin katıldığı kendiliğinden bir yürüyüş gerçekleşti.
Havana’daki olaylar
Başkente 100 kilometreden daha yakın olan San Antonio de los Baños kentindeki eylemlerin tetiklediği gösteriler hızla Havana’ya sıçradı. Yerel saatle öğleden sonra üç gibi, şehir merkezindeki La Fraternidad Parkında yaklaşık 200 kişi toplandı ve daha sonra resmi meclis binası olan Capitolio’nun önüne doğru yürüyüşe geçti.
Gösterinin ilk saatinde, polis tek tük gözaltı yaptı ve İspanya Konsolosluğu ile Genç Komünistler Birliği Ulusal Bürosu genel merkezi arasında yer alan Máximo Gómez parkına yönelen göstericilerin yürümesine en azından zımnen izin vermiş oldu. Bu sırada 500’den fazla insan barışçıl bir şekilde parkın meydanında yoğunlaşmıştı ve ara sıra gözaltılar olmaya devam ediyordu.
Sonrasında, Küba ve 26 Temmuz Hareketi bayrakları taşıyan, hükümeti destekleyen ve sosyalist sloganlar atan yaklaşık 100 kişilik bir grup barışçıl bir şekilde Máximo Gómez parkını işgal etti. Aynı anda Komünist Parti ve Genç Komünistler Birliği ile bağlantılı diğer gruplarla birlikte İçişleri Bakanlığı görevlileri de alanı işgal ettiler.
Göstericiler gönüllü olarak dağıldı ve gösteriler en azından başladıkları yer olan Havana’da, neredeyse çatışma yaşanmadan bitmiş gibi görünüyordu. Ancak daha sonra yürüyüşün Havana’nın önemli sokakları boyunca devam eden uzun bir gösteriye dönüştüğü öğrenildi. Protesto yürüyüşü ilerledikçe insanlar katıldı ve resmi olmayan kaynaklara göre 2.000 ile 3.000 arasında gösterici hükümete karşı sloganlar attı.
Göstericiler, Başkanlık Karargahı’nın, Komünist Parti Merkez Komitesi’nin, İçişleri Bakanlığı’nın, Silahlı Kuvvetler Bakanlığı’nın ve büyük ulusal gazetelerin de genel merkezlerinin bulunduğu sembolik öneme sahip olan Devrim Meydanı’na gitmeye karar verdiler. Meydanın yakınlarında kamu güvenliği güçleri ve hükümet yanlısı sivil gruplar göstericilere karşı koydu ve şiddetli çatışmalar yaşandı, bu çatışmalar sonunda belirsiz sayıda gözaltının yanı sıra yaralanmalar da meydana geldi.
Aynı sıralarda Havana’daki 10 Ekim Caddesinde iki polis arabasının ters çevrildiği ciddi şiddet olayları yaşandı. Sonrasında, bir çocuk hastanesinin taşlanması gibi ciddi vandallık olaylarının videoları yayınlandı. Bir sivil olan Diubis Laurencio Tejeda’nın gösteriler sırasında öldüğü teyit edildi. Şu ana kadar gösterilerin sonucunda ortaya çıkan başka herhangi bir ölüm vakası bildirilmedi.
Hem göstericiler hem de onlara karşı durmaya çalışan siviller şiddet kullandı, çoğunlukla taş ve sopalara başvurdular. Her iki taraftan yaralananların sayısı bilinmiyor. Olay yerinde ve gösterinin ardından gözaltına alınanlarının sayısı da bilinmiyor. Altı gün sonra hala, kayıtsız şekilde gözaltına bulunanların sayısını bilmiyoruz.
Gösteriler Havana’da gerçekleşirken benzer olaylar Bayamo, Manzanillo, Camagüey, Santiago de Cuba, Holguín ve başka şehirlerde de yaşandı. Bunlar da bazı durumlarda şiddetle bitti veya şiddetle başladı.
Eylemlerin kökeni ve özü
11 Temmuz’da Küba’da gerçekleşen gösteriler hakkında üç nitelendirme yapıldı. Hükümet bunun karşı devrimciler ile komünistler arasındaki bir çatışma olduğunu iddia ediyor. Burjuva basını gösterilerin bir diktatörlüğe karşı çıkan ezilenleri temsil ettiğini öne sürüyor. Başkaları ise bunun siyaseten yozlaşmış bir bürokrasiye karşı çıkan devrimci işçi sınıfı olduğunu iddia ediyor. Bu üç nitelendirme de gösterileri anlamak için faydalı değildir.
Gerçekte 11 Temmuz eylemleri, yukarıda bahsedilen üç perspektifi bir araya getirdi: Amerika Birleşik Devletleri’nin finanse ettiği ve Komünist Parti’ye şiddetle saldıran karşıdevrimci örgütler, temel haklarının şiddetle kısıtlandığını ve sansürle karşılaştıklarını hisseden entelektüel gruplar ve hükümetin yaşam koşullarını iyileştirmesini talep eden işçi sınıfı.
Yine de, her ne kadar göstericilerin ezici çoğunluğu üçüncü kategoriye dahil olsa da, bu atıl bir bürokrasiden daha fazla sosyalizm talep eden, politik olarak bilinçli sosyalist bir kitle olarak anlaşılamaz. 11 Temmuz eylemlerinin dokuz temel karakteristiği vardı:
1. Göstericilerin çoğu karşıdevrimci örgütlerle bağlantılı değildi, gösterilere karşı devrimci örgütler liderlik etmedi. Gösterileri doğrudan tetikleyen unsur, ekonomik krizin, ABD hükümeti tarafından dayatılan ekonomik yaptırımların ve devlet bürokrasisinin şaibeli ve verimsiz yönetiminin neden olduğu korkunç kesintilerden kaynaklanan hoşnutsuzluktu.
Bu hoşnutsuzluğu yaratan unsurlar olarak gıda ve sağlık ürünlerinin kıtlığından, çevrilebilir Küba pesosu kullanan, sadece yabancı para birimleriyle ulaşılabilir olan dükkanların varlığı ve temel ürünleri stoklamaları, ekmek gibi temel gıdaları satın almak için oluşan uzun kuyruklar, ilaç kıtlığı, bankalardaki nakit dolar mevduatına getirilen kısıtlamalar, kamu hizmetlerinin ücretlerindeki artışlar (Havana’daki ulaşımın ücreti %500 arttı), sübvansiyonların kesilmesi, enflasyondaki sert artış, temel ürünlerin maliyetindeki artış ve uzun elektrik kesintileri sayılabilir. Sosyal bir patlamaya müsait bir senaryoyu oluşturan nesnel faktörler bunlar.
Aynı zamanda Küba son 30 yılın en büyük ekonomik krizini yaşıyor. Küba’nın Gayrisafi Yurtiçi Hasılasının 2020’de %1 artması için ülkeye 4.500.000 turistin gelmesi ve uluslararası piyasada fiyatların istikrarlı olması gerekiyordu. Bunun yerine 2020’de turizm 1,5 milyon turiste geriledi ve dünya ekonomisi krize girdi. Yabancı ziyaretçilerin sayısındaki azalma 2020 yılında yaklaşık 3 milyar dolarlık bir kayba neden oldu. Küba gıdasının yaklaşık %80’ini ithal ediyor ve hükümet bu amaç için iki milyar dolar tahsis ediyor.
Küba’nın mütevazi bir toparlanma yaşayan Çin’in dışındaki diğer ticaret partnerleri, ekonomik durgunluğa girdi. Haziran 2021’e kadar Küba’ya yalnızca 130.000’den biraz fazla turist geldi. Ülkenin rezervlerinin çoğu 2020 yılında tüketildi. Sağlık sektöründe koronavirüse karşı verilen acil tepki Küba ekonomisine ciddi ölçüde zarar verdi. Buna Donald Trump’ın dayattığı ciddi ekonomik yaptırımlar da eklenmelidir; Başkan Joe Biden’ın kaldırmadığı bu yaptırımlar, blokajın etkisini arttırdı. Ancak Küba ekonomisinin krizde olmasının nedenleri, akşam masasına yemek koyamayan çalışan aileler için önemli değil. Hükümetin siyasal meşruiyeti aşınırken bu durum özellikle geçerli.
2. Hükümetin siyasal meşruiyeti ciddi ölçüde azalıyor. Resmi siyasal söylem etkisiz ve gençliğe ulaşmıyor. Resmi gençlik örgütlerinin siyasal propagandası gençliğe yabancı. Göstericiler içerisindeki gençlerin çok sayıda olması bunun bir göstergesi. (Tam bir oran vermek şu an için imkânsız)
Krizle geçen birkaç yılın yarattığı yıpranmanın ve devlet yönetiminin gittikçe artan hatalarının bir sonucu oldu. Ayrıca, şu anki hükümet devrimin tarihsel liderliğinin siyasal meşruiyetine sahip değil. Ülkenin liderliği ile işçi sınıfı arasında büyüyen bir açıklık var ve hayat standartlarındaki farklılıklar giderek daha görünür hale geliyor.
3. Gösteriler sosyal sorunların en fazla olduğu işçi sınıfı mahallelerinden başladı. Sosyal eşitsizlik Küba toplumunda büyüyen bir sorun. Yoksulluk, sosyal ihmal, kamu hizmetlerinin ve sosyal hizmetlerin istikrarsızlığı, devlet tarafından sağlanan gıda ve temel ürünlerin kısıtlı arzı ile yetersiz kültürel politikalar kenar ve düşük gelirli mahallelerdeki hayatın karakteristiği. Hayatta kalmanın ideolojinin önüne geçtiği bu bölgelerde, siyasal bilinç azalma eğilimde. Siyasal söylem sıradan insanların gündelik ihtiyaçlarına hitap etmiyor. Sosyoekonomik olarak korunmasız olan bu mahallelerde, ülkenin liderliği yüksek hayat standartlarına sahip insanlar olarak algılanıyor.
4. Gösteriler bir çoğunluğu temsil etmiyor. Küba nüfusunun çoğunluğu hükümeti desteklemeye devam ediyor. Göstericilerin olayların başladığı bölgelerde yaşayanlardan destek aldığı doğru olsa da nüfusun önemli bir kesimi gösterileri reddetti. Havana’daki gösteriler genel olarak 5.000 kişiyi toplasa da bu durum, gösterilerin çoğunluğun desteğine sahip olduğu anlamına gelmiyor. Küba hükümeti, yaşadığı siyasal bozulmaya rağmen hala Fidel Castro’nun imgesini kullanıp sosyalist tahayyül üzerinde hegemonyasını sürdürürken devrimin mirasının saklayıcısı olarak görülüyor. Büyük oranda bu mekanizmalarla çoğunluk arasında ciddi bir siyasal meşruiyet elde ediyor.
5. Gösterilerde sosyalist sloganlar yoktu. Gösterilerde atılan sloganlar “Patria y Vida” (Vatan ve Yaşam), “Libertad” (Özgürlük), “Abajo la dictadura” (Kahrolsun Diktatörlük) ve Başkan Miguel Díaz-Canel’e yönelik saldırı sözleriydi. “Patria y Vida” açıkça sağcı bir şarkıdan alınma bir slogan ve Miami’deki sağcı muhalefet tarafından popülerleştirildi. Belirtilen diğer sloganlar temel hakların talep edilmesi niteliği taşıyan sloganlar ve sosyalist talepler içermiyorlar. Sansüre karşıtlık ve temel hakların genişletilmesi taleplerinin ötesinde, “Kahrolsun Diktatörlük” sloganı çoğunlukla Küba sağcıları ve karşıdevrimcileri tarafından kullanılıyor.
Comunistas Yayın Kurulu üyeleri Fidel Castro’ya veya sosyalizme karşı olmayan ve sokağa çıkmaktaki amacı daha iyi hayat koşulları istemek olan göstericilerle de konuştu. Ancak gösterilerde bu ayrım açıkça ifade edilmedi.
6. Küçük bir grup entelektüel gösterilerle bağlantılıydı. Asıl olarak 27N hareketinin parçası olan, entelektüellerin bir azınlığı, yurttaş haklarını talep etmek için eylemlere katıldı ve özgür ifade hakkıyla, sansürlenmemiş sanatsal yaratıcılığı temel aldı. Ancak gösterilerin temel karakteri bu değildi.
Bunun nedeni muhalif entelektüellerin taleplerinin, yaşamlarında temel değişiklikler olması için eylem yapan çoğunluğun taleplerine denk düşmemesiydi.
7.Lümpen-proleterler önemli bir rol oynadı. Havana’daki gösterilerin başlangıçtaki barışçıl ruhunu bozan yağmayı ve şiddetli vandalizm eylemlerini düzenleyenler bu gruplardı.
8. Gösterilerin örgütlenmesinde karşı-devrimci propagandanın bir rolü oldu. Gösterileri tetikleyen temel faktör bu olmasa da Amerika Birleşik Devletleri’nden yönetilen güçlü bir sağcı kampanyanın varlığı inkâr edilemez. Sosyal medyadan yürütülen bu kampanya açıkça Küba hükümetini devirmeye odaklandı. Bu kampanyanın nüfusun önemli bir kısmı üzerinde güçlü bir etkisi oldu. 4,4 milyon Kübalının telefonları üzerinden sosyal ağlara erişimi var.
9. Gösterilerde şiddet kullanıldı. Havana’da, istisnai olaylar dışında gösteri başlangıçta barışçıl bir şekilde yapıldı. Ancak göstericiler Devrim Meydanı’na girmeye çalıştığında polis güçleri ve hükümet yanlısı yurttaşlarla göstericiler arasında ciddi bir çatışma yaşandı. Her iki taraf da şiddet eylemlerinde yer aldı ve bunun sonucunda siviller ciddi şekilde yaralandı. Şiddet kullanan gruplar Vandalizm eylemlerine giriştiler, komünist militanlara ve hükümet destekçilerine taş ve sopalarla saldırdılar.
Yayın Kurulumuzun kurucusu, Frank García Hernández neden gözaltına alındı?
Yoldaş Frank García Hernández, gösterinin başından beri birlikte olduğu bir arkadaşının evine doğru giderken, yanlışlıkla Devrim Meydanı çevresindeki çatışmaların sürdüğü alanlardan birine çıktı.
Yoldaş Frank başlangıcından beri gösterinin içindeydi, ancak gösteriye Komünist Parti’nin bir üyesi olarak katılıyordu. Göstericiler Máximo Gómez parkından ayrıldıklarında (Akşam 18 sularında) Frank ve arkadaşı gösterinin bittiğini düşünmüşlerdi ve bu yüzden ikisi de eve gidiyordu. Bina göstericilerle polis güçleri arasında çatışmaların yaşandığı alana 200 metreden daha yakındı ve polis göstericilerin Devrim Meydanı’na girmesini engellemeye çalışıyordu. Yoldaş Frank’a göre Ayestarán ve Aranguren caddelerinin kesiştiği köşeye ulaştıklarında silah sesleri duyulmaya başlandı. Her ikisi de polis memurlarının eşlik ettiği hükümet yanlısı bir grubun yanına gitti.
O sırada Yoldaş Frank, şans eseri Comunistas’ın metinlerine yer veren bir yayın organı olan LGBTIQ hakları dergisi Tremenda Nota’nın yöneticisi Maykel González ile karşılaştı. Maykel González olaylara katılmış, yürüyüşün başlangıcından şiddet olaylarının başlamasına kadar gösterinin içinde yer almış ancak herhangi bir şiddet eylemine karışmamıştı. Gösteriler biterken Yoldaş Frank García orada bulunduğu sırada bir polis memuru Maykel González’i kamu güvenliği güçlerine taş atmakla haksız bir şekilde suçlayarak gözaltına aldı.
Bu durum karşısında Yoldaş Frank García, Komünist Parti’nin bir üyesi olarak sakin bir şekilde polis memuru ile Maykel González’in arasına girmeye çalıştı. Frank García polis memurundan Maykel González’i gözaltına almamasını isteyip, onu ikna etmeye çalışırken Frank García da bu polis memuru tarafından gözaltına alındı. Polis memuru Frank’ı şiddet eylemlerine girişmekle ve göstericilerin yanında olmakla suçladı. Daha sonra yetkililer bu suçlamanın yanlışlığını teyit ettiler.
Gözaltı akşam 19 sularında gerçekleşti. Her ikisi de en yakın polis merkezine götürüldü. Daha sonra gece 01.30 sularında Frank başka bir gözaltı merkezine götürüldü, burada gerçekler derhal netleştirildi ve onun şiddet eylemlerinde bulunmadığı veya gösterilere karşı çıkan grupta yer almadığı ortaya çıktı. Frank García Hernández, Tremenda Nota’nın yöneticisi Maykel González Vivero ile birlikte 12 Temmuz akşamı saat 20’de serbest bırakıldı.
24 saatten biraz az süren gözaltı sürecinde Frank herhangi bir fiziksel şiddetle veya herhangi bir işkence ile karşılaşmadığını teyit etmektedir. Şu an için Frank García gözaltında değil, hareket serbestliğinin kısıtlandığı bir ihtiyati tedbir durumundadır, ulaşım özgürlüğü işyeri ve tıbbi yardıma ulaşımla sınırlanmıştır. Ancak Frank’ın günlük hareketleri hakkında otoritelere herhangi bir bilgi verme zorunluluğu yoktur. Yasal süreç, Frank ve González’in gösteride herhangi bir şiddet eyleminde bulunmadığı yasal olarak gösterilene kadar sürecek bir prosedürün parçasıdır.
Comunistas Yayın Kurulu, Frank García Hernández’in serbest bırakılmasını talep eden etkileyici uluslararası dayanışma dalgasını minnetle karşılar. Kısa süre sonra Comunistas bu enternasyonalist kampanya hakkında detaylı bir rapor yayınlayarak, yoldaşımızın özgürlüğü için mücadele eden kişi ve kurumları uygun bir biçimde kayda düşecektir. Gösteriler sırasında Yayın Kurulumuzun başka üyelerinin, destekçilerimizin veya yayınımıza yakın olan yoldaşlarımızın gözaltına alınmadığını kaydetmek önem taşıyor. Çünkü başlangıç noktamız temel devrimci adalet hissimiz. Ancak bu bizi 11 Temmuz gösterilerinde gözaltına alınan diğer kişilerin de, başkalarının hayatlarını tehlikeye atacak eylemlere girişmemiş oldukları takdirde, derhal serbest bırakılmasını talep etmekten alıkoymuyor.
Küba’da bir yer, 17 Temmuz 2021, Comunistas Yayın Kurulu
Not: Bu açıklamanın yapıldığı saatlerde Comunistas hem hükümetin hem de muhalefetin yaptığı sokaklara çıkıp gösteri yapma çağrılarının farkındaydı. Görünüşe göre her iki taraf da Havana’da, aynı noktaya odaklanma çağrısı yaptılar; La Piragua. Comunistas, her gün 6.000 yeni vakanın görüldüğü koronavirüs durumunun ciddiyetini göz önüne alarak her iki çağrıyı da reddediyor ve bu çağrıları sorumsuzca görüyor. Ancak iki grup arasında gerçekleşebilecek olan her türlü olası çatışmayı kınadığımızı vurguluyoruz.
11 Eylül saldırıları sonrasında Afganistan’ı işgal eden ABD ordusu, kalan son askerlerini de Ağustos sonuna kadar geri çekiyor. İşgalin yoğun olduğu dönemlerde 150 bine kadar çıkan asker sayısı, son yıllarda 10 binli seviyelere kadar inmişti.
Geri çekilme takvimi konusunda önceki başkan Trump, Taliban örgütü ile bir anlaşma imzalamıştı. Yeni başkan Biden da bu anlaşmaya genel olarak uymaya karar verdi, sadece çekilme işlemini Mayıs ayından Eylül başına erteledi.
Bütün ülkelerin askerleri çekiliyor, Türkiye askerleri bekliyor
ABD’nin çekilme kararı sonrası; Afganistan’da askeri bulunan Almanya, Avustralya, Polonya, İngiltere ve İtalya gibi NATO üyesi ülkeler de askerlerini çekmeye başladı. Türkiye’nin başkent Kabil Havaalanında bulunan 600 askeri ise henüz çekilme işlemlerine başlamadı.
Türkiye; Kabil Havaalanının korumasını üstlenmeye devam etme önerisini NATO toplantısında ABD’ye iletmişti, konu ile ilgili görüşmeler devam ediyor. Taliban örgütü ise Eylül ayından itibaren Afganistan’da kalan bütün yabancı askerlerin hedef alınacağını açıkladı.
Türkiye’nin bu tutumu, içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi krizi aşma çabasının bir sonucu. ABD ile Afganistan için yapılan pazarlığın en önemli bölümünü, ambargonun kaldırılması, ekonomik desteğin sağlanması, Halkbank benzeri davaların lehte sonuçlandırılması gibi maddeler oluşturuyor.
Afgan hükümeti mücahit örgütlerini yardıma çağırıyor
Afganistan Cumhurbaşkanı Eşref Gani, yaptığı açıklamada, Afgan silahlı kuvvetlerinin Taliban ile baş edebileceğini, yabancı askerler çekildikten sonra Taliban’ın saldırmak için bir bahanesinin kalmayacağını açıkladı. Cumhurbaşkanı Gani, Rus işgaline karşı savaşmış olan mücahit örgütlerini, Taliban’a karşı savaşmaya davet etti. Bu da ülkede yeniden, 1992-1996 yılları arasında yaşanana benzer, kapsamlı bir iç savaşın başlayacağı anlamına geliyor.
Yolsuzluklar nedeniyle iyice yıpranmış olan Afgan hükümetinin halk desteği oldukça zayıf. Bürokraside görevli memurlar, muhtemel bir Taliban iktidarı korkusu ile şimdiden ülkeyi terk etmeye başladılar. ABD’li yetkililer de, işgal dönemi boyunca ABD ordusu için çalışan, aileleriyle birlikte yaklaşık 50 bin Afganlıyı tahliye etmeye başladı.
ABD ve müttefikleri Afganistan’a kan ve gözyaşı getirdi
ABD, 2001 yılında “terörizmle” savaş adı altında, El-Kaide’yi barındırdığı gerekçesi ile Afganistan’a NATO desteğinde saldırarak ülkeyi işgal etmişti. Afganistan’a barış, istikrar ve medeniyet getireceğini belirtmesine rağmen, tek getirdiği kan, gözyaşı ve acı oldu.
20 yıllık işgal döneminde; 51 bin sivil, 51 bin Taliban mensubu, 69 bin de Afgan askeri ve polisi öldü. ABD ve NATO üyesi ülkelerin kaybı ise 3 bin 500. 3 milyon Afganlı ülkeyi terk etti, mülteci haline geldi. 4 milyon Afganlı iç göçmen durumunda. BM'ye göre, Afganistan; Suriye ve Venezüella’dan sonra dünyanın en büyük üçüncü yerinden edilmiş nüfusuna sahip.
Afgan halkı işgal döneminde daha da yoksullaştı
Afgan halkının durumu, işgalin başladığı günden bu yana her geçen gün daha da kötüleşti. Afganistan kişi başı yıllık 500 dolarlık geliri ile dünyanın en yoksul ülkeleri arasında. Yıllık milli geliri 20 milyar dolar. Buna karşın ABD ve müttefiklerinin işgal için harcadığı en az 1 trilyon dolar. 37 milyon Afgan’ın 12 milyonu açlıkla karşı karşıya.
ABD, Afganistan’a siyasal İslamı, Bush’un tabiriyle İslamofaşizmi temizlemek, hegemonyasını güçlendirmek iddiasıyla saldırmıştı. Ama Afganistan ABD’nin yeni Vietnam’ı oldu. Temizlenmek bir yana, siyasal İslam bugün Afganistan’ın büyük bölümünü kontrol ediyor. Taliban, Afganistan’daki en etkili siyasal güç.
Hiçbir ABD işgali; işgalcilerin iddia ettiği medeniyet, barış ve insanlık için yapılmaz. ABD işgallerinin tek gerçek gerekçesi, 21. yüzyılın ABD’nin açık üstünlüğüyle belirleneceği bir çağ olup olmayacağını tayin etmektir.
ABD’nin Afganistan’dan çekilmek zorunda kalması, “Yeni bir Amerikan yüzyılı projesinin” açık yenilgisidir.
İran’ın güneybatısında yaşanan aşırı kuraklık nedeniyle Huzistan eyaletine günlerdir su ve elektrik verilemiyor. Kesintiyi protesto eden göstericiler polisle çatıştı, iki kişi yaşamını yitirdi.
Bu ayın başlarında Cumhurbaşkanı Ruhani, kuraklığın “benzeri görülmemiş” boyutlarda olduğunu, ortalama yağışın önceki yıla oranla yüzde 52 azaldığını açıklamıştı. Eşzamanlı olarak, başkent Tahran ve bazı büyük şehirlerde, kuraklığın hidroelektrik enerji üretimini de etkilemesi nedeniyle sürekli kesintiler başladı. Evlerine su getirmek için elektrikli pompa kullanımına başvurmak zorunda kalan insanlar, eyalete elektrik verilememesi yüzünden tamamen susuzluğa mahkûm edildi.
İran, son 50 yılın en kötü kuraklığıyla karşı karşıya. Tarım ve hayvancılığa büyük zarar veren, elektrik kesintilerine yol açan su krizi günlerdir protesto ediliyor. Protestolarda şimdiye kadar iki sivilin, 18 yaşındaki Ghasem Khozeiri ve 30 yaşındaki Mostafa Naimawi'nin Cuma günü vurularak öldürüldüğü doğrulandı. Kaç kişinin tutuklandığı ise açıklanmadı.
İnternet kısıtlamaları nedeniyle, Huzistan’da yaşananları, geçtiğimiz hafta paylaşılabilen bazı videolardan takip edebiliyoruz. Bunların birçoğunda silah sesleri duyuluyor, ateşe verilmiş tankların olduğu görülüyor ve polisin bolca gaz kullandığı anlaşılıyor.
Azalan su kaynaklarını yönetmeyi beceremeyen İran rejiminin şimdi yaşamakta olduğu bu çaresizlik, birbiri ardına kuruyan nehirler ve gölleri görmezden gelip sulak alanların iyice yitirilmesi pahasına hepimizi çölleşmeye sürükleyen siyasi iktidarlar için ders alınması gereken canlı bir örnek niteliğinde. Yetkililer şimdi bölgeye tankerlerle su taşımaya çalışıyor ama bunun krizi sonlandırmaktan uzak bir çaba olduğu aşikâr.
Halkları susuzluğa, elektriksizliğe, gıda güvencesizliğine mahkûm edecek koşulları yaratanlar, suyun yaşam olduğu gerçeğini görmezden gelen ve su kaynaklarını yönetemediklerinde gıda krizi de yaratacaklarını, ekosistemlerin kökünü kurutacaklarını bilen ama buna rağmen Kanal İstanbul benzeri projeleri hayata geçirme inadında olan siyasi iktidarlardır. İklim krizi yüzünden yaşanması beklenen su stresi ve çölleşme riskini hızlandıracak adımlar atarken geleceğimizi çalıyorlar.
İran rejiminin şimdi almaya başladığı bazı “önlemler” için çok geç kalındı. Örneğin dünyanın en önemli tuzlu su göllerinden biri olan Urmiye Gölü son 15 yıl içinde kurutuldu. Göl kuruduktan sonra bazı adımlar atıldı, fakat gölü canlandırmak için sergilenen çabalar kuraklık yüzünden başarıya ulaşamıyor. Bu göl kurursa yaşamın da kuruyacağı biliniyordu oysa. Bu da yetmezmiş gibi ülkenin yeraltı sularının yüzde 70’i kullanıldı, sulak alanların yanı sıra akiferler de (yüzeye yakın olan yeraltı jeolojik su depoları) kurutuldu.
Huzistan’ın bir zamanlar verimli olan ovaları şimdi yakıcı sıcaklar ve kum fırtınalarının da etkisiyle hızla çölleşiyor.