Gazze’nin güneyinde, Mısır sınırında yer alan Refah’ta, daha önce yaklaşık 280 bin Filistinli yaşıyordu. İsrail’in saldırıları nedeniyle 2,3 milyon nüfuslu Gazze Şeridi’nde 1,9 milyon kişi yerinden oldu.
Yerinden edilen Filistinlilerin büyük bölümü, İsrail’in güvenli olduğunu iddia ettiği Refah’a sığındı.
İsrail önce rehineler 10 Mart’a kadar serbest bırakılmazsa şu anda yerinden edilmiş 1,5 milyon Filistinlinin yaşamakta olduğu Refah’a saldıracağını duyurdu, şimdi de rehinelerin serbest bırakılmasının saldırıyı “geciktireceğini ama engellemeyeceğini” söylüyor.
İsrail Refah’a hapsolmuş ve açlıkla boğuşan Filistinlileri katletmeye hazırlanırken, Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi, bir yandan Filistinlileri desteklermiş gibi gözükürken bir yandan da bu hapishanenin kapılarından birini, Refah Sınır Kapısı’nı kapalı tutmaya kararlı. Çünkü sınır kapısını açmanın kendi rejimini tehdit edeceğinden korkuyor ve Filistin’e verdiği sözde destekle İsrail’in gerçekleştirdiği katliam karşısında çileden çıkan milyonlarca Mısırlıyı hoşnut tutmaya çalışsa da İsrail ve Batı ile ilişkilerini bozmaya hiç niyeti yok.
Filistin direnişinin bölgedeki işçi hareketleriyle ilişkisi
1948 yılındaki Nakba, çok sayıda Filistinlinin bölgedeki çeşitli ülkelere dağılmasına sebep oldu. Lübnan, Suriye ve Mısır gibi ülkelerde yüz binlerce, Ürdün’de ise milyonlarca Filistinli yaşıyor.
Filistin işçi sınıfının parçalanmış yapısının iki önemli yanı var. Birincisi şu; apartheid ve yerleşimci-sömürge rejimlerini başarıyla alt eden hareketlere dair deneyimlerimiz, diğer pek çok mücadelede olduğu gibi, örgütlü işçi sınıfının bu konuda da hayati bir rol oynadığını gösteriyor. Fakat Filistinli işçiler, emeklerini geri çekerek İsrail ekonomisini, özellikle de önemli sektörleri durma noktasına getiremiyor. Bunun bir sebebi de İsrail egemen sınıfının Filistinlilerin emeğini sermaye birikimi bakımından ekonominin merkezinde bulunmayan sektörlerle sınırlamayı başarmış olması. Elbette Filistinli işçilerin mücadelesi bütünüyle etkisiz değil (örneğin 2021 yılında yapılan grevler bazı sektörlerde büyük aksamaya yol açmıştı) ama tek başına İsrail devletini durdurmak için yeterli değil.
İkincisi, yukarıda sayılan ülkelerin yönetici sınıflarının, ülkelerinin sınırları içinde (ya da Mısır’ın İsrail’in uyguladığı ablukaya yardım etmesi örneğinde, sınırlarının hemen dışında) yaşayan milyonlarca Filistinlinin marjinalleştirilmesi ve yoksullaştırılmasından sorumlu oluşu. İsrail tarafından mülksüzleştirilen, yerlerinden edilen ve katledilen Filistinliler, aynı zamanda Arap rejimleri tarafından da sömürülüyor ve izole ediliyor. Lübnan’daki Filistinlilerin yüzde 80’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Ürdün’deki Filistinlilerin yüzde 90’ı “günlük yaşamlarını sürdürmek için gıda alımını azaltmak” gibi yöntemlere başvurduklarını söylüyor.
Bu rejimlerin yönetici sınıfları, Filistinlilerin çalışma, kamu hizmetlerine erişim ve mülk sahibi olma gibi temel haklarını inkâr ederek onları yoksulluğa mahkûm ederken, Filistinlileri gerektiğinde harcanabilir işgücü olarak kullanıyor. Kamplarda ve yerleşim yerlerinde, Filistinlilerin öfkesini ve bu öfkenin daha geniş kitleleri etkileme potansiyelini kontrol altına almak isteyen otoriter rejimler tarafından toplumsal ve politik hayattan olabildiğince soyutlanıyorlar.
Bu devletlerin ortak noktası, Filistin özgürlük mücadelesinin, büyük kitlelerin toplumsal ve ekonomik talepleriyle kaynaşması olasılığından (haklı olarak) korkmaları.
Filistin direnişi bölgenin başka yerlerindeki sınıf mücadelelerine ilham kaynağı oldu ve bazı durumlarda bu mücadeleleri hızlandırdı. 2011 Mısır Devrimi, Mısır’da 2000 yılında İkinci İntifada’nın etkisi ile başlayan bir direniş döneminin ardından geldi. Filistin, demokrasi ve toplumsal eşitlik için verilen “yerel” mücadelelerin derinleşmesinde önemli bir rol oynamaya devam ediyor. Bu yüzden bölge devletlerinin yönetici sınıfları yoksul, ezilen ve sömürülen geniş kitlelerin ekonomik ve politik sisteme karşı birleşme girişimlerini boşa çıkarmak için kolektif bir şekilde Filistinli mültecileri temel haklarından mahrum bırakıyor ve tıpkı İsrail gibi, bu ülkelerin yönetici sınıfları da Filistinliler ile “kendi vatandaşları” arasına engeller örüyor.
Dolayısıyla Filistin’in özgürleşmesi, sadece İsrail’in değil, tüm bölge devletlerinin yönetici sınıflarının ekonomik, politik ve askeri çıkarlarına meydan okumakla doğrudan ilişkili ve bu devletlerin işçilerinin hem İsrail’in bölgedeki rolü, Filistinlere yönelik baskısı ve emperyalizme hem de kendi devletlerine karşı verecekleri mücadeleler, bu süreçte son derece önemli bir rol oynuyor.
Filistin direnişi ve özgürlük mücadelesi, bir bakıma kitlelerin kendi rejimlerine karşı mücadeleleriyle iç içe geçmiş durumda ve İsrail’i güçlendiren ve hem Filistinlileri hem de bölgedeki halk kitlelerini yoksulluk, baskı ve savaş kabusunun içine hapseden bu bölgesel emperyalist sistemi parçalayabilecek, aşağıdan kitle hareketlerinin ortaya çıkmasını gerektiriyor.
Kısacası Filistin’in özgürleşmesine yönelik bir mücadele mecburen iki unsur içermek zorunda. İlki, Filistin’de, Filistinlilerin öncülüğünde gerçekleşecek, apartheid rejiminin toplumsal ve politik sistemini bütünüyle parçalayacak, demokratik, laik ve birleşik bir Filistin mücadelesi. İkincisi, Filistin’in dışında, bölgedeki Arap ülkelerinin işçi sınıfının vereceği, temel hedeflerinden biri Filistin’in özgürlüğü olan ve bu ülkelerdeki ezilenlere ve yoksullara kan kusturan rejimleri, krallıkları, diktatörlükleri zayıflatmayı, hatta devirmeyi amaçlayan, devrimci bir mücadele.
Mısır’da binlerce işçi grevde
Mısır işçi sınıfı bu mücadelede özel bir önem taşıyor çünkü Lübnan ve Ürdün’deki işçi sınıfına kıyasla çok daha büyük bir toplumsal güce ve örgütlenme geleneğine sahip.
Şubat ayında binlerce işçi, Mısır’ın Mahalla’daki en büyük tekstil fabrikasında greve başladı. Tekstil fabrikalarının merkezi konumundaki Mahalla, 2011 Mısır Devrimi’ni besleyen büyük grev dalgasının ateşleyicisiydi.
Asyut şehrindeki yağ ve deterjan şirketinde çalışan işçiler de ücret artışı için grevde.
Bu grevler, Filistin direnişi ve özgürlük mücadelesi ile birleşip emperyalizme ve bölgedeki Arap rejimlerinin yöneticilerine karşı ekonomik ve siyasi isyanlara dönüşerek dünyanın her yerindeki egemen sınıfların kabuslar görmesine yol açabilir.
İngiltere’nin Rochdale kasabasında ara seçim yapıldı ve Rochdale halkı yeni milletvekilini seçti. 7 Ekim’den bu yana hemen her hafta sonu ülkeyi sarsan Filistin’e destek eylemlerinin bir sonucu olarak Filistin halkıyla dayanışan Britanya İşçi Partisi (Workers Party of Britain) adayı George Galloway parlamentoya seçildi.
Seçimi Gazze kampanyasıyla kazanan Galloway, İşçi Partisi (Labour Party) liderine seslenerek “Keir Starmer; bu, Gazze için” dedi ve “Filistin felaketini mümkün kıldığınız, teşvik ettiğiniz ve örtbas ettiğiniz için büyük bedel ödeyeceksiniz” diye konuştu.
Ancak Galloway geçen haftaki seçim zaferi konuşmasını yaparken bir iklim aktivisti tarafından “İklim değişikliği inkarcısı” sloganıyla protesto edildi. Ayrıca Galloway seçim kampanyası sırasında seçmenlere gönderdiği mektuplardan birinde LGBT+ karşıtı cümleler de kullanmıştı.
7 Ekim’den bu yana yüz binlerin Filistin için sokağa çıktığı ülkede iktidar bu ara seçim sonucunu çarpıtarak anlatmaya başladı. Başbakan Rishi Sunak, bu panikle seçim sonucunu aşırı sağın zaferi olarak yorumladı!
Sunak, Filistin hareketini hedef alarak şunları söyledi: “Son haftalarda ve aylarda aşırılık yanlısı kargaşa ve suç olaylarında şok edici bir artış gördük. Sokaklarımızda protesto olarak başlayan eylemler gözdağı, tehdit ve planlı şiddet eylemlerine dönüştü… Artık demokrasimizin kendisi bir hedef haline geldi. Konsey toplantıları ve yerel etkinlikler basıldı. Milletvekilleri evlerinde kendilerini güvende hissetmiyor.” Sunak ayrıca ara seçim sonuçlarının “endişe verici olmanın ötesinde” olduğunu söyledi.
İşçi Partisi’nin aday gösterdiği Azhar Ali, 7 Ekim’deki Hamas saldırısına Gazze’yi işgal edebilmek için İsrail’in izin verdiğini iddia etmesinin ardından partiden uzaklaştırılmıştı. Başka bir aday için zaman olmadığından İşçi Partisi yine kendisiyle seçime gitti ama kampanya yapmadı. Bu nedenle de İşçi Partisi, sandıktan yüzde 7,7 oyla dördüncü sırada çıktı.
Tekstil fabrikalarının merkezi olan Mahalla, 2011 Mısır Devrimi'ni besleyen büyük grev dalgasının ateşleyicisiydi. Şimdi baskıcı yönetimin düşük ücret dayatmasına isyan var. Ve tüm işçiler bu mücadeleyi izliyor.
Patronlar, Mısır'ın Mahalla el-Kubra'daki en büyük tekstil fabrikasında binlerce işçinin grevini, yaptıkları işlerin ödemesini engelleyerek kırmaya çalışıyor. Ancak 27 Şubat günü grevciler dimdik ayaktaydı ve pes etmeyi reddediyorlardı.
Grev geçen hafta kadın işçiler arasında başladı ve daha sonra 14 bin kişinin çalıştığı şirketteki erkek işçilerin büyük bölümünü de kapsayacak şekilde yayıldı.
İşçiler maaşlarını her ayın 25'inden itibaren alıyor. Ancak yönetim, işçilerin grevden önceki alacaklarını ödemiyor. Bir işçi şunları söyledi:
"Şirket meşru taleplerimize cevap vermek yerine bizi maaşlarımızdan mahrum bırakıyor ve sanki Gazze'deymişiz gibi açlık silahını kullanıyor."
"Özellikle Ramazan ayının yaklaşmasıyla birlikte, işçiler arasında paraya duydukları ihtiyaç nedeniyle aşırı bir memnuniyetsizlik hali hakim.
"Bizim mücadelemiz çalışan herkesin mücadelesidir ve ancak Assiut'taki petrol şirketinin yaptığı gibi diğer şirketler deki işçiler katılırsa kazanabiliriz."
Assiut kentindeki yağ ve deterjan şirketinde çalışan işçiler, Mahalla işçileriyle aynı ücret artışı için grev yapıyor.
Mısır'ın baskıcı Cumhurbaşkanı Abdülfettah El Sisi, kısa bir süre önce devlet çalışanları için asgari ücretin 6,000 Mısır pounduna çıkarıldığını açıkladı. Birçok işçi bundan daha az ücret alıyor ve en azından bu ücreti almayı talep ediyor.
Assiut'ta çalışan yaklaşık 400 geçici işçi de şirkette on yıl çalıştıktan sonra kadroya alınmadıkları için kalıcı iş güvencesi talep ediyor.
Mısır'daki Devrimci Sosyalistler şunları söylüyor: "Mahalla grevi, Mısırlı işçilerin mevcut açlık politikalarını reddettiğini açıkça ilan ediyor. Eğer bu politikalar geçtiğimiz dönemde baskı kılıcıyla hayata geçirildiyse, artık bunlara sessiz kalmak mümkün değildir.
"Cesur Mahalla tekstil işçilerinin hareketi ve talepleriyle tam dayanışma içinde olduğumuzu ilan ediyoruz. Onlara yönelik baskı ve terör politikasını reddediyoruz.
"Tüm Mısırlı siyasi, sendikal ve öğrenci güçleri, meşru talepleri gerçekleşene kadar onlarla dayanışma içinde olmaya çağırıyoruz.
"Hareket ayrıca yoksulluk sınırının altında yaşayan işçi ve emekçilerin ücretlerinin arttırılması sorununun mali kaynak eksikliğinden kaynaklanmadığını vurgulamakta. Aksine, sorun bu kaynakların yanlış yerlere dağıtılmasından kaynaklanmaktadır.
"Cumhurbaşkanlığı makamındaki üst düzey devlet çalışanlarına, valilere, yargıçlara, ordu ve polis memurlarına, hükümet ve kamu kurumlarındaki danışmanlara yüksek maaşlar ödeniyor.
"Bu elitlerin ücretlerine bir üst sınır getirilerek ayda on bin sterlinlik asgari ücret belirlenmesi için gerekli mali kaynak sağlanmalıdır."
Enflasyon 109 milyondan fazla insanın yaşadığı Mısır'da yüzde 40'a yakın seyrediyor ve pek çok Mısırlıyı yoksulluk sınırına yaklaştırıyor ya da altına düşürüyor.
Mahalla, 2011 Mısır Devrimi'nin patlak vermesine neden olan büyük grev dalgasının ateşleyicisiydi. Ülkenin dört bir yanındaki işçiler, direnişe yeniden öncülük edip edemeyeceğini görmek için bu mücadeleyi izliyor.
Refah'ta mahsur kalan ve Batı Şeria'da saldırıya uğrayan Filistinliler anlatıyor.
Gazze'nin güneyindeki Refah'ta sıkışıp kalan bir milyondan fazla insan, korkunç bir belirsizlik içinde yaşıyor ve İsrail'in bölgeye tam kapsamlı kanlı bir saldırı başlatıp başlatmayacağını görmeyi bekliyor.
Gazze'nin merkezindeki Deyr el-Belah'ta yaşayan ancak kısa süre önce Refah'a kaçan İbitsam "İşler tamamen kontrolden çıktı. Kimse burada ne olduğunu ya da ne olacağını anlamıyor," diyor.
İngiltere'de yayınlanan Socialist Worker (Sosyalist İşçi) gazetesine konuşan Filistin şunları söyledi:
"Müzakereler başarısız olduğu için hepimiz çaresiziz ve ateşkes umudu yokmuş gibi geliyor. Çocuklarım sürekli evimize ne zaman döneceklerini soruyorlar."
"Sıcak yemeklerin ve battaniyelerin hayalini kuruyorlar. Hayatın eskisi gibi olmasını istiyorlar. Bu kabusla baş edemiyorlar."
İsrail devleti 7 Ekim'den bu yana Gazze'de 30 binden fazla Filistinliyi öldürdü. İsrail devletinin kasıtlı olarak yardımları kesmesi ve hastaneleri hedef alması nedeniyle çok daha fazlası öldürülecek.
Shehab haber ajansı, geçtiğimiz Pazar günü henüz iki aylık olan Mahmud Fattouh'un el Şifa hastanesinde yetersiz beslenme nedeniyle hayatını kaybettiğini bildirdi.
Çocuğu tedavi eden bir sağlık görevlisi şunları söyledi: "Bebeğini taşıyan bir kadının yardım çığlıkları attığını gördük. Solgun bebeği son nefesini veriyor gibiydi. Onu acilen hastaneye götürdük ve akut beslenme yetersizliği çektiğini tespit ettik.
"Sağlık personeli onu acilen yoğun bakım ünitesine aldı. Gazze'de süt bulunmadığı için bebeğe günlerdir hiç verilmemiş."
Muhammed Zayegh adlı bir başka bebeğin de açlık nedeniyle öldüğü bildirildi. Gazze'nin kuzeyindeki Kamal Adwan Hastanesi'nin pediatri bölümü başkanı Dr. Hüsam Ebu Safiye, "yaygın yetersiz beslenme" nedeniyle Gazze genelinde "önemli sayıda" çocuğun öldüğünü açıkladı.
Batı Şeria'dan bir ses: 'Direniş olmalı'
Batı Şeria'daki Salfit kenti yakınlarında yaşayan Filistinli Abdullah, "İsrail güçleri gece gündüz baskın yapıyor" dedi.
"İnsansız hava araçlarıyla saldırılar düzenleniyor. Daha geçen hafta bir tanesi bir arabaya çarptı ve en az iki kişi öldü, daha fazlası da yaralandı.
"İsrail güçleri daha fazla barikat ve kontrol noktası kurdu. Askerler de daha fazla garnizon kurdu. Tüm bunlar bizi aşağılamak ve hareket etmemizi mümkün olduğunca zorlaştırmak için."
"İsrailli yerleşimciler de bize saldırıyor. Ailem, arazisinde zeytin toplayan birini tanıyor. Bir grup yerleşimci silahlarıyla yanına gelmiş. Ona 'toprağımızdan çık' demişler, o da çıkmayacağını söylemiş. Onu karısının ve çocuklarının gözü önünde vurdular"
"Gazze ile başladılar ve şimdi aynı şeyi Batı Şeria'da yapmak istiyorlar."
Sesini yükseltenlere yönelik baskılar artarken kendisinin susturulamayacağını da sözlerine ekledi: "Biz burada, Batı Şeria'da birlik içindeyiz. Biz güçlüyüz. Yerleşimcilerin saldırıları ya da yolların durumu hakkında birbirimizi uyarabilmemiz için oluşturduğumuz gruplarımız var."
Abdullah, diplomasinin İsrail'in saldırılarını durduracağını düşünmediğini de sözlerine ekledi:
"Uzun zamandır müzakere etmeye çalışıyoruz. Ama işe yaramadı. İsrail pes etmeyecek ve ABD gibi destekçileri de.
"Bu da pes edemeyeceğimiz anlamına geliyor. Adalet olmadan gerçek bir barış olamaz. Bu yüzden dünyanın dört bir yanındaki insanlara direnmeleri gerektiğini söylüyorum. Seferberlik çok önemli. Kitlesel bir hareket olmadan değişim olmaz."
Sophie Squire
(Socialist Worker)
İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri geçtiğimiz hafta sonu Yemen'e dördüncü dalga saldırıyı başlattı. Operasyona Avustralya, Bahreyn, Kanada, Danimarka, Hollanda ve Yeni Zelanda da destek verdi. Ortak harekâtın yanı sıra ABD, Yemen'e neredeyse her gün saldırılar düzenliyor.
Yemen'de sekiz noktada 18 hedefin vurulduğu patlamalar, Husilerin Kızıldeniz'de Batı gemilerine yönelik saldırılarının misillemesi. Husiler eylemlerini Filistinlilerle dayanışma içinde gerçekleştiriyor. Son patlamaların ardından Husiler meydan okudu.
Grubun sözcüsü Yahya Saree, "Amerikan-İngiliz ittifakına, Kızıldeniz ve Arap Denizindeki tüm düşman hedeflere karşı daha fazla askeri operasyonla karşı koyacakları" sözünü verdi.
Husiler "Filistin halkına karşı dini, ahlaki ve insani görevlerini yerine getirmeye devam edecektir. Saldırganlık durmadıkça ve Gazze Şeridi'nde Filistin halkı üzerindeki kuşatma kaldırılmadıkça askeri operasyonlar devam edecektir" dedi.
Associated Press haber ajansının yaptığı hesaplamaya göre Husiler 19 Kasım'dan bu yana Kızıldeniz ve Aden Körfezi'nde ticari ya da askeri gemilere en az 57 saldırı düzenledi. Saldırıların hızı, son iki haftada daha da arttı.
Grevleriyle 2011 Mısır Devrimi'ni ateşleyen kadın hazır giyim işçileri yeniden mücadelede.
Mısır'ın Mahalla al-Kubra'daki en büyük tekstil fabrikasında çalışan binlerce kadın konfeksiyon işçisi geçen hafta greve gitti. Fabrika meydanını işgal ettiler ve patronlar ücret artışı taleplerini karşılayana kadar mücadele edeceklerini duyurdular. Onlara dokuma ve iplikhanelerden erkekler de katıldı. Bu işçilerin tamamı bu hafta başında hala grevdeydi.
Geçtiğimiz Cumartesi günü (24 Şubat) yaklaşık 7 bin grevci kitlesel bir toplantı için fabrika meydanında toplandı. Mısır'ın kuzeyindeki bu devasa fabrikada 14 bin kişi çalışıyor. Bu fabrika, 2011 Mısır Devrimi'nin patlak vermesine neden olan büyük grev dalgasının ateşleyicisiydi.
Bu gibi mücadeleler Filistin'deki direnişle birleşebilir ve Ortadoğu'da daha geniş çaplı bir isyana giden yolu gösterebilir. Mada Masr online gazetesine konuşan bir giyim fabrikası yöneticisi, geçen hafta Perşembe günü (22 Şubat) çalıştığı binadaki işçilerin slogan atmaya başladığını söyledi. Sloganlar bir binadan diğerine yayılınca işçiler çalışmayı durdurdu.
Güvenlik personeli, kadınların Talat Harb Meydanı olarak bilinen kompleksin merkezine yürümesini önlemek için çıkışları kapattı. Ancak isyanın boyutunun büyüklüğü, işçilerin fabrikanın içinde toplanmaya ve toplantılar yapmaya başlamasıyla birlikte güvenlik personelini fabrika kapılarını açmaya zorladı. Mısır'ın baskıcı Cumhurbaşkanı Abdülfettah El Sisi, işçi sınıfının öfkesini bastırmak amacıyla kısa süre önce devlet işçileri için asgari ücrette bir artış yapılacağını duyurmuştu.
Kararlaştırılan rakam, birçok Mahalla işçisinin aldığından daha fazla. Mahalla'daki Misr İplik ve Dokuma Şirketi devlete ait olmasına rağmen, devlet bütçesine dahil olmayan ticari şirketlere bağlı olduğu için, asgari ücretin artırılması kararı bu şirketi kapsamıyor. İşçiler, "Haklarımızı istiyoruz" sloganını atarak yürüyüşe geçti. "Başkanın kararlarına ne oldu?" diye haykırdılar.
Şirkette çalışan bir işçi şunları söyledi: "İşçiler kaynıyor ve büyük bir kısmının maaşları 4 bin pounda ulaşmadı. Uzun yıllar hizmet vermelerine rağmen durum böyle ve başkan asgari ücreti ayda 6000 pounda yükseltti." "Artık ailelerimizin ihtiyaçlarını karşılamak için günlük bir kabus yaşıyoruz" diye ekledi.
Grev aynı zamanda işleri kurtarmak için verilen bir mücadele.
İşçi şöyle devam etti: "Şirketin makineleri kötü yönetim nedeniyle uzun süredir atıl durumda. İşe alımlar yıllardır durduruldu. Çünkü varlıkları tasfiye edip, bizi evde tutmak istiyorlar. Bu diğer tekstil şirketlerinde de yaşandı. Eğer taleplerimiz karşılanmazsa işler daha da kızışacak."
Mısırlı Devrimci Sosyalistler, birçok insanın Mahalla işçilerinin 2011 devriminde oynadığı rolü hatırlayacağını belirtti. Şu anki mücadelenin "farklı bir bağlamda" olduğunu da vurguluyorlar. Sisi rejiminin benimsediği güvenlikçi anlayış, işçi hareketinin gerilemesinde derin bir etki yarattı: "İşçi ücretlerinin düşürülmesi için kapıları ardına kadar açtı. Dolayısıyla Mahalla işçilerinin grevi, bu dayanılmaz koşullarda iyi bir haber ve merkezi bir olaydır."
Mücadele edenler sadece Mahalla işçileri değil. Büyük Kahire bölgesinin bir parçası olan 6 Ekim kentindeki Universal elektrikli ev aletleri üretim şirketinde çalışan yaklaşık 2.500 işçi geçen hafta iki gün boyunca grevdeydi. Ayda 12 sterlinlik bir zam kazandıktan sonra işe geri döndüler.
Patronlar grevin devam etmesi halinde Ocak ayı ücretlerini kesmekle tehdit etmişti.
Mısır, Ürdün ve Ortadoğu'nun diğer yerlerindeki işçilerle yoksulların mücadelelerindeki büyük bir tırmanış, bölgede emperyalizme ve siyonizme karşı en büyük meydan okuma olacaktır.
Grevler, Sisi'nin Refah sınır kapısını kapatarak İsrail'in Gazze halkını hapsetmesine, onları temel ihtiyaç maddelerinden ve diğer yardımlardan mahrum bırakmasına yardımcı olduğu bir döneme denk geldi. Dünyanın her yerindeki egemen sınıflar, emperyalizme ve Arap rejimlerinin yöneticilerine karşı ekonomik ve siyasi isyandan korkacaktır.
3 Temmuz 2013’te bir askeri darbe ile iktidarı ele geçiren Mısır’ın mevcut Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi’yi ziyaret eden Erdoğan görüşmenin ardından “değerli kardeşim Sisi’yi Ankara’ya davet ettim” diyerek Mısır’la stratejik ortaklığın yeniden tesis edileceğini duyurdu.
Daha önce darbeci Sisi’nin “insanlık suçu” işlediğini öne süren Erdoğan, verilen ve uygulanan idam suçlarına sessiz kalmaları nedeniyle Batılı siyasetçileri de eleştirmişti. Ancak Türkiye ve Mısır arasındaki ticari ilişkiler bu süreçte askıya alınmadı ve Türkiye’den şirketler Mısır’a yatırımlarını ve ihracatlarını sürdürdü. 2019 yerel seçimlerinde “Sisi mi diyeceğiz, Binali Yıldırım mı diyeceğiz? Mesele bu!” sözleriyle CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu’na karşı propaganda yapan Erdoğan için meselenin o olmadığı oldukça açık.
Filistin, Libya, Doğu Akdeniz
Erdoğan’ın daha önce hakkında “aynı masaya oturup darbecileri meşrulaştırmam” dediği Sisi ile görüşmesi sırasında gündemde olan en önemli mesele ise Filistin ve Gazze’ye yönelik soykırım saldırılarıydı. İki isim de bu konuda laf kalabalığı yapmaktan öteye gitmedi. Erdoğan, “Gazze'de akan kanın durması için Mısırlı kardeşlerimizle iş birliği ve dayanışma halinde olmaya devam edeceğiz” dese de Refah’ın açılması, insani krizin çözümlenmesi ve İsrail’in saldırılarını durduracak güçte yaptırımlar uygulanması, inşaat şirketlerinin elini ovuşturduğu Gazze’nin yeniden inşası kadar konuşulmadı.
Libya’daki seçimlerin yapılması ve askeri güçlerin birliğinin sağlanmasının önemine vurgu yapan Sisi ise süreçte “Türkiye ile Mısır arasındaki istişarenin güçlendirilmesinin gerekliğini teyit ettik” ifadelerini kullandı. Libya Ekonomi ve Ticaret Bakanı Muhammed Ali el-Huveyc de görüşmenin Libya’nın hızla imar ve inşasına yol açacağını söyledi.
Doğu Akdeniz’deki nüfuzunu artırmak isteyen Türkiye’nin Mısır’la bu başlıkta da görüştüğü biliniyor. Bölgede keşfedilmekte olan enerji kaynaklarının paylaşımının yanı sıra yine bu kaynaklar üzerinde hak iddia eden Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti ve Avrupa Birliği ile ilişkilerin gerilmesi üzerine yeni müttefik arayışında olan Türkiye, Mısır ve İsrail’le olan diplomasiye oldukça önem veriyor.
İki ülke arasındaki belki de en önemli başlıklardan biri de ekonomi. Hem Mısır hem Türkiye son yıllarda çeşitli iktisadi problemlerle yüz yüze kaldı ve iki ülke de dış yatırımcılara sürekli çağrı yapar vaziyette. En son geçtiğimiz haftalarda Mısır’ın bir kasabasını 22 milyar dolara Birleşik Arap Emirlikleri’ne satan cunta yönetimi, Türkiye ile ticaret hacminin de 15 milyar dolara çıkarılmasını hedefliyor. Türkiye’de asgari ücretin ve vergilerin yüksekliğinden yakınan hazır giyim sektörü de üretim merkezlerini Mısır’a taşımaya başladı ve bu pazarın 2 milyar dolara ulaşması hedefleniyor. Yine Mısır’ın Türkiye’den İHA, SİHA gibi askeri araçlar satın almak istediği de taraflarca doğrulandı ve Erdoğan askeri sanayide iş birliği yapmayı da planladıklarını açıkladı.
Umut Mahir Özen
(Sosyalist İşçi)
İsrail’in Gazze’ye yönelik son saldırısının başlamasından bu yana, Mısır rejimi bir kez daha ilgi odağı haline geldi. Pek çok kişi Kahire’nin Refah sınır kapısını kapatarak neden fiilen İsrail’in soykırımcı savaşını desteklediğini merak ediyor. Kahire’deki iktidarların Filistinlileri nasıl algıladığı düşünüldüğünde rejimin konumu anlaşılır bir nitelik kazanır; onlara göre Filistinliler hem tehdit ve istikrarsızlık kaynağı hem de Mısırlıların isyan etmesine ilham veren bir unsurdur. Filistin davası her zaman Mısır kamuoyu için radikalleştirici bir faktör olmuştur. En kalabalık Arap ulusunun bulunduğu ülkedeki muhalefetin tarihindeki dönüm noktalarının -eğer hepsi değilse- çoğu doğrudan veya dolaylı olarak Filistin direnişinin ve halk seferberliğinin tetiklediği zincirleme reaksiyonların ürünüdür.
1968’den 1977 Ekmek Ayaklanmalarına
Küresel isyanın yılı olan 1968’i ele alan literatürün çoğu, Fransız Mayıs olaylarına ve Avrupa ile ABD’deki toplumsal hareketlerin yükselişine odaklanmaya eğilimlidir. Oysa Arap dünyası da kendi 1968’ini yaşamıştır, ancak bu nadiren ele alınır. 1967’de İsrail karşısında yaşanan askeri yenilgiden sonra Cemal Abdülnasır’ın rejiminden hayal kırıklığına uğrayan Mısırlı lise öğrencileri ve işçiler -özellikle sanayi işçilerinin tarihsel olarak militanlığı ile bilinen Kahire’nin güneyindeki Helvan’da- üniversite öğrencileriyle birleşip Şubat 1968’de kitlesel eylemler ve yürüyüşlerle sokaklara çıktılar. Hem Nasır’ın hem de ordunun üst kademesinin hesap vermesini talep ediyorlardı. Bu eylemler, güç kullanılarak bastırıldı ama aynı zamanda Nasır’ın “30 Mart Manifestosu” açıklamasında dile getirdiği demokratik reform vaatlerinde bulunuldu.
Aynı yılın Kasım ayında İskenderiye’de başka bir rejim karşıtı gösteri dalgası patlak verdi. Şubat ayındaki eylemlerden daha büyük olan bu eylemlerin bastırılması için sahil kenti güvenlik güçleri tarafından savaş alanına çevrildi. Ordu helikopterleri öğrencileri korkutmak için alçaktan uçuruldu. Gazeteler zaman kaybetmeden protestocuları “İsrail ajanı” olmakla suçladılar. Bu iki eylem dalgası Nasır’ın Sina’daki İsrail işgal kuvvetlerine karşı “Yıpratma Savaşı” ilan etmeye iten başlıca faktörlerdendi. Ama aynı zamanda “Mısır Komünizminin Üçüncü Dalgasının” da başlangıcıydı. Yeni muhalif örgütlenmeler birleşmeye başladılar ve 1971-1973 dönemindeki öğrenci isyanlarında merkezi bir rol oynadılar. Bu öğrenci isyanları Nasır’ın ardından gelen Enver Sedat’ı Sina Yarımadasını kısmen özgürleştirmek için sınırlı bir savaşa girmeye zorladı.
Savaş Sedat’a geçici bir süre milli bir kurtarıcı pozuna bürünmesini sağlayan bir prestij kazandırsa da kısa süre sonra toplumsal meseleler öne çıktı. 1974 yılında Sedat, “Açık Kapı Politikası” veya İnfitah olarak adlandırılan, rejimin neoliberal dönüşüm konusundaki ilk denemesine girişti. Ertesi yıl, işçi hareketi bu politikaya karşı mücadeleye girişti; Helvan, Şubra ve Mahalla’da kitlesel grevler gerçekleşti. Grev dalgası ve öğrenci eylemleri 1977 yılındaki “Ekmek İntifadası’nın” yolunu açtı. Kemer sıkma önlemlerinin tetiklediği bu harekette genel greve gidildi ve ülkenin pek çok yerinde iki gün boyunca polisle çatışmalar yaşandı. Sedat neoliberal kararnameleri ertelemek zorunda kaldı ve ayaklanmayı bastırmak için orduyu görevlendirdi.
Filistin her zaman arka planda, devrimcileştirici bir faktör olarak varlığını koruyordu. Mart 1968’de Fedailerin Ürdün Nehri’nin doğu yakasındaki Karameh muharebesinde İsrail kuvvetlerini yenmesi, Mısır’da yeni ortaya çıkan toplumsal harekete ilham kaynağı oldu. Gösterici öğrenciler 1967’de konvansiyonel Mısır ve Arap ordularının zayıf performansıyla Filistinlilerin kahramanca direnişini karşılaştırdılar. Öğrenciler Sedat’ın Filistin’i özgürleştirmek için savaşmayı ertelemesini kınarken, böylesi karşılaştırmalar sonraki yıllarda da sürekli gündeme geldi. Mesaj şuydu; eğer Filistinliler yapabiliyorsa, neden biz de yapamayalım?
Bu olaylardan doğan ve nihayetinde 1977 ayaklanmasına neden olan zincirleme reaksiyonu başlatan toplumsal harekete üniversitede “Filistin Devrimi Destekçileri Dernekleri” adındaki solcu öğrenci gruplarında yer alıp daha sonra mezun olanlar öncülük ediyordu. Rejimini devam ettirmek için ABD desteğine çaresizce ihtiyaç duyan Sedat, ayaklanmayı ezdikten sonra İsrail ile bir barış anlaşması imzalamaya koştu. Sedat 1981’de suikasta uğradı. Cenazesine neredeyse kimse katılmadı ve suikastçıları, eylemlerinin temel gerekçesinin Sedat’ın Filistinlilere ihanet etmesi ve onları satması olduğunu söylediler.
1987’deki Birinci Filistin İntifadasından 1992’deki Mısır’ın “Terörle Savaşına”
1977 ayaklanmasının yenilgisi Üçüncü Komünist Dalganın fiilen sonu oldu; yine de bu dalganın resmen 1991’de Sovyetler Birliği’nin ve Stalinist blokun çöküşüyle bittiği de söylenir. Mısır’da 1980’ler sadece ekonomik açıdan değil, toplumsal mücadeleler alanında da durağan yıllardı. Filistin davasının tetiklediği -çoğunlukla üniversite kampüslerinde gerçekleşen- kendiliğinden gelişen rejim karşıtı eylemler yapılıyordu. Ancak Birinci Filistin İntifadasının patlak vermesiyle siyasal muhalefet canlandı. Eylemler Mısır’daki üniversite kampüslerini ve Filistinlilerle dayanışma gösteren meslek birliklerini (Avukatların, gazetecilerin ve hekimlerin mesleki birlik kurumları gibi-çn) sardı, çok geçmeden bu kesimler rejimin güvenlik güçleriyle çatışmaya başladılar. Bu çatışmalar bir yandan öfke yaratırken diğer yandan demokrasinin sağlanması, güvenlik aygıtının dağıtılması, İsrail ile bağların kesilmesi gibi taleplerin öne sürülmesine yol açtı. İsrail, Kahire Üniversitesine yürüme mesafesinde olan Gize’de bir diplomatik misyon kurmuştu.
Eylemler o kadar büyüktü ki, Hüsnü Mübarek’in Enformasyon Bakanı Safwat Al-Sharif devlet televizyonuna Filistin ile ilgili yayınların sınırlanması talimatını verdi. Rejim aynı zamanda Yaser Arafat’ın 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgaline verdiği desteği Filistinlileri karalamak ve şeytanlaştırmak için kullandı. ABD öncülüğünde güçlerin giriştiği 1991 Körfez Savaşı ve onun ardından gelen Pax Americana (Amerikan Barışı-çn) Filistinlilerin İntifadasına ezici bir darbe indirdi ve Mübarek de dahil bölgedeki ABD uydularına cesaret verdi. Birinci Filistin İntifadasının etrafının sarılıp çevrelenmesini Oslo Süreci’nin başlangıcından ve yerel Arap rejimlerinin güçlendirilmesinden ayrı düşünemeyiz. Mısır’ın ilk “Teröre Karşı Savaşının” 1992’de, rejimin Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın sponsorluğundaki neoliberal dönüşüme giriştiği yılda başlatılması tesadüf değildi. Açıklanan hedef İslam Cemaati ve İslami Cihat’ın İslamcı ayaklanmasına karşı savaşmak olsa da rejim her görüşten muhalifi hedef aldı.
Benim üniversite öğrenciliğim 1995’te, ayaklanmanın bastırılma süreci zirvedeyken başladı. Kahire sürekli polis işgali altındaydı; kontrol noktaları, rastgele aramalar, suikastlar ve kitlesel tutuklamalar. Muhalefet partileri kuşatma altındaydı. Sanayi alanındaki grev ve eylemler hızla azaldı. Meslek birlikleri devlet kontrolü altında alındı. Muhalifler göstermelik mahkemelerde yargılandı. Kimse Mübarek’in ismini -ne protestolardaki sloganlarda ne gazete yazılarında ne de telefon konuşmalarında- fısıldayamıyordu bile. Böylesi bir durumdan nasıl oldu da on yıl sonra 2011’de bir ayaklanmanın Mübarek’i ve ailesini devirdiği bir noktaya gelebildik? Bir kez daha, bu Filistin’in sayesinde oldu.
2000’deki İkinci İntifadadan, 2011 Mısır Devrimi’ne
28 Eylül 2000’de İkinci İntifadanın patlak vermesi Mısır dahil tüm bölgede şok dalgaları yarattı. Araplar ya rejimlerinin İsrail’in saldırganlığını durdurmakta çaresiz olduğunu, ya da daha doğru bir şekilde Filistinlilerin boyun eğdirilmesinde suç ortalığı yaptığını gördüler. El-Cezire gibi uydu kanallarının artışıyla milyonlarca Mısırlı, İsrail’in vahşetini ve Filistinli çocukların tankların karşısına çıkmasını evlerinde izledi. Halk hemen İsrail Apartheid rejiminin elinde Filistinlilerin uğradığı zulümle, Mübarek yönetiminde Mısırlılara uygulanan baskı arasında paralellikler kurmaya başladı. Vardıkları sonuç eğer o çocuklar güçlü İsrail tanklarına karşısına dikilebiliyorsa, biz de Mübarek’in polisinin zırhlı araçlarına karşı dikilebiliriz düşüncesi oldu.
2000 yılının Ekim ayının ilk haftasında Mısır’ın pek çok üniversitesinde kitlesel dayanışma eylemleri yapıldı. İlkokul ve lise öğrencileri bile Filistin bayrakları sallayarak sokaklara çıktılar. Önceki yıllarda hareketsiz olan meslek birliklerinin eylemliliklerinde bir canlanma yaşandı. Ancak sokak siyasetindeki bu canlanma, şiddetli bir baskıyla karşılaştı. Polis eylemleri bitirmek için sert müdahalelere başladı ve öğrencileri örgütleyenlere karşı kitlesel tutuklamalar gerçekleştirdi. Benim ilk gözaltına alınma ve Devlet Güvenlik Polisi tarafından işkenceye uğrama deneyimim de o zaman gerçekleşti. Eylemler geçici gibi olarak azalarak sona erdi, ama Nisan 2002’de Ariel Şaron tanklarını Batı Şeria’ya gönderip Cenin’de ve diğer şehirlerde kandan ve yıkımdan bir iz bıraktığında eylemler yeniden alevlendi. İki gün boyunca Mısırlı öğrenciler sokaklarda polisle çatıştılar, bu çatışmalar daha sonra “Kahire Üniversitesi İntifadası” olarak anıldı. İlk kez binlerce kişinin Mübarek karşıtı sloganlar attığını duymuştum: “Hüsnü Mübarek Şaron’a benziyor; aynı silüet, aynı renk”
Gösteri dalgası bir kez daha polis tarafından güç kullanılarak bastırıldı ama kamuoyunda hâkim olan hava değişmeye başlamıştı bile. Mübarek’in önceki yirmi yılda inşa ettiği korku duvarı yavaşça parçalanıyordu. Üniversite kampüslerindeki ve başka yerlerdeki eylemci örgütler büyüyor, bölgesel olanı (Filistin ve Irak) yerele bağlıyorlardı. Irak işgaliyle birlikte başkentte ve diğer illerde on binlerce kişi sokaklara döküldü. Mısır’da 1977 ayaklanmasından beri görülen en kalabalık eylemler yapıldı. Yine Kahire şehir merkezinde iki gün boyunca polisle çatışmalar yaşandı, göstericiler Mübarek’in resimlerini yakıp, iktidardaki Ulusal Demokratik Parti’nin bayraklarını indirdiler ve aynı Filistinliler gibi tam teçhizatlı polislere karşı sadece taşlarla savaştılar. Tahrir Meydanı iki gün boyunca ele geçirildi; on yıl sonraki ayaklanmanın kostümlü provası yapılıyordu.
Üç yıl boyunca, Filistin ve Irak için yapılan bu eylemler, daha önce eylem yapmak kırmızı çizginin aşılması olarak görülüyorken, Mısırlı eylemciler için örgütlenebilecekleri ve sokak eylemleri düzenleyebilecekleri bir alan yarattı. Mübarek karşıtı Kefaya (Arapça “Yeter”) hareketinin bu eylemlerden hemen ardından 2004 yılının aralık ayında, Filistin yanlısı ve Irak savaşı karşıtı hareketleri örgütleyenlerle aynı insanlar tarafından başlatılması tesadüf değil. Bölgesel yerele dönüşüyordu. Kefaya sokak eylemleri örgütledi, öğrencileri, orta sınıftan profesyonelleri ve entelektüelleri kendine çekti ama Mısır işçi sınıfı içerisinde pek de kök salamadı. Ancak hareket, bir domino etkisini başlatmak için, ana akım medya ve internet yoluyla muhalif eylem görüntülerini en geniş izleyici grubuna yaymak yönünde bilinçli bir strateji izledi. Onlarca ve bazen yüzlerce kişinin Mübarek aleyhine slogan atıp posterlerini yakmasının görüntüleri ülkeyi elektriklendirdi. Bu görüntülerin yayılması Mübarek tabusunun kesin olarak yıkılmasını sağladı ve kamuoyuna iktidarda olanların -ister hükümette isterse işyerinde olsunlar- karşısına çıkılabileceği mesajını verdi.
Aralık 2006’da Nil Deltasının merkezinde yer alan Mahalla’daki 3000 kadın tekstil işçisinin ekonomik taleplerle greve gitmesi böyle bir bağlamda gerçekleşti. Erkek iş arkadaşlarını da harekete geçirdiler ve kısa sürede bütün tekstil fabrikası greve gitti. Üç gün sonra elde ettikleri zafer Mısır’da 1946’dan beri görülmüş olan en büyük ve kesintisiz grev dalgasını tetikledi. Bu grevler 2008 yılında göstericilerin Mübarek’in posterlerini indirdiği Mahalla ve Borollos’taki iki bölgesel ayaklanmayı tetikledi. Grevciler hızla ekonomik alandan siyasal alana geçtiler. Sanayideki örgütçüler de Filistin dayanışma eylemlerinde düzenli olarak yer alıyorlardı. Sonunda Hüsnü Mübarek’i deviren Ocak 2011 ayaklanmasının yolunu açan bu toplumsal hareketti. Tahrir meydanında Filistin bayrakları neredeyse her eylemde vardı, İsrailli liderler ise Mübarek’in kaybına yas tutup Mısır Devriminin gelişimini korkuyla izlediler. Aynı yıl Kahire’deki İsrail büyükelçiliği Tel Aviv ile diplomatik ilişkilerin sona erdirilmesini talep eden devrimciler tarafından iki kez basıldı.
2013 Karşı devrimi
Dönemin Savunma Bakanı Abdülfettah es-Sisi’nin liderliğini yaptığı askeri darbe devrime ve devrimcilerin sahiplendiği her davaya son vermeye çalıştı. Doğal olarak listenin başında Mısırlı gençliğin radikalleşmesindeki en önemli faktör olan Filistin vardı. Sisi 2013’ün ikinci yarısında karşıdevrimci katliamlarına giriştiğinde, ayrıca Gazze kuşatmasını da sıkılaştırdı, medyada Hamas’ı şeytanlaştırdı ve 2014’te İsrail’in Gazze’ye karşı yürüttüğü savaşta fiilen İsrail ile iş birliği yaptı. Tel Aviv Sisi’nin darbe yaptığı haberlerini coşkuyla karşıladı, yeni rejimle yakın siyasi ve ekonomik bir dostluk geliştirdi, ABD’ye ve Batı’ya Sisi’yi Mısır’ı “teröristlerden” kurtarmak için tek umut olarak pazarladı. Bunun karşılığında Sisi İsrail hava kuvvetlerinin Sina’da faaliyet göstermesine izin verdi; böylece İsrail hava kuvvetleri sözde terör hedeflerine yüzlerce saldırı düzenleyebildi.
Ancak Mısır-İsrail kuşatmasına rağmen Hamas dirençli çıktı. Sina yarımadasında IŞİD’e karşı yürüttüğü ayaklanmayı bastırma harekâtında ağır kayıplar veren Sisi 2017’ye gelindiğinde, Mısır-Gazze sınırının kontrol edilmesi ve Hamas’tan nefret eden Gazzeli Selefilerin Mısır ordusuna karşı ayaklanmada yer almak için Mısır’a gidişlerinin engellenmesi için Hamas’ın yardımını istemek zorunda kaldı. Bu yakınlaşmaya ve kuşatmanın görece hafifletilmesine rağmen, Gazze’deki insani durum iç karartıcı olmaya devam etti. Bu arada Sisi, Mısır’ın kaybettiği bölgesel nüfuzun bir kısmını geri kazanmak girişimi olarak, yeni seçilmiş ABD Başkanı Joe Biden’a kendisini, İsrail ve Filistinliler arasında ateşkes ve barış anlaşmalarına aracılık etme kapasitesine sahip, güvenilir bir arabulucu olarak göstermeye çalıştı. Geçtiğimiz yılın Ekim ayında savaşın patlak vermesinin ardından Sisi Refah sınır kapısını bir kez daha kapattı ve Gazze’de yaralananların sadece bir kısmının, İsrail’in onayının ardından tıbbi tedavi için Mısır’a girebilmesine izin verdi. Gazze’ye damla damla ulaşan asgari düzeydeki yardım da Gazze’ye girmeden önce İsrail askerleri tarafından arandı. Kahire fiilen İsrail’in askeri seferberliğinin bir parçası işlevi görüyor.
Ancak Mısırlılar arasında Filistinlilere hala çok büyük bir destek var. Arabalarda, mağazalarda ve dükkanlarda Filistin bayrakları görülüyor. İsrail’i destekleyen uluslararası markaları hedef alan boykot kampanyaları genişlemeye devam ediyor. El-Kassam Tugaylarının sözcüsü Ebu Ubeyde Mısır kamuoyunda bir heyecan yaratıyor. Gazze’ye yapılan İsrail saldırısının Sisi’nin geçtiğimiz on yılda öldürdüğü siyasi eylemciliği yavaşça canlandırması rejimi korkutuyor. Ekim ayındaki saldırının ilk haftasında Kahire’de ve diğer illerde, güvenlik güçlerini şaşırtan kendiliğinden sokak eylemleri patlak verdi. Rejim protesto dalgasını kendine mal etmeye çalıştı ve 20 Ekim’de devlet destekli eylemler yapılması çağrısında bulundu. Bu hamle geri tepti. Yaklaşık on yıldır ilk kez Mısırlılar kitlesel olarak Tahrir meydanına akın ettiler ve Ocak 2011 devriminin sloganlarını tekrarladılar. Polis tarafından dağıtıldıktan sonra göstericiler Kahire şehir merkezinde Sisi’nin posterlerini yırttılar ve güvenlik güçleriyle kısa süren sokak çatışmalarına girdiler. Gösteriler en azından şimdilik yatıştı. Ama en azından durgun sulara bir taş atılmış oldu. Mısır’da yeni bir eylemci kuşağı doğdu, devrimci hareketi tam anlamıyla canlandırmak için onların önünde uzun bir yol var. Bunu bir kez daha, Filistin’e borçluyuz.
Filistinli sanatçı Leyla Salah Kassab Cuma günü Gazze Şeridi'nin güneyindeki Refah'ta bulunan evinden Socialist Worker'a* yaptığı açıklamada "Refah'a yönelik savaş başladı" dedi.
Kassab, Siyonist devletin kenti çevreleyen bölgenin güvenli olduğuna dair defalarca verdiği güvenceye rağmen İsrail güçlerinin kente yönelik saldırılarının başladığını söyledi:
"Refah'ın birçok bölgesinde bombalama var. Çocuklarım bombardımandan korkuyor. Her an öleceğimizi düşünüyorum.
Çocuklarım bana ölüm hakkında çok soru soruyor. 'Nedir' ve 'Bir insan nasıl ölür' diye.
Bana bir insanın evine füze düştüğünde ne hissettiğini de soruyorlar. Hiçbir şey hissetmediklerini söylemek zorundayım. Her şey bir anda biter. Sonra uyandığımızda kendimizi cennette buluyoruz.
Bu savaşın bize dayattığı koşullar yüzünden. Her şeyden korkuyorum. Düşmanın her an bizi bombalayacağından korkuyorum.
Ölüm fikrine teslim olmaya başladığım noktaya kadar depresyon dönemlerinden geçtim.
Diğer günlerde kendimi o kadar güçlü hissediyorum ki beni korkutan şeylere odaklanmıyorum. Çocuklarımı nasıl daha iyi hissettirebileceğime odaklanıyorum.
Ama bazen başarısız oluyorum. Özellikle geceleri su içmek için uyandığımda korkuyorum. Endişeleniyorum, korkuyorum, çok titriyorum ve kalbim şiddetle çarpıyor. Aynı düşünceye geri dönüyorum - ölümün daha iyi olabileceği."
İsrail bu hafta, Gazze'nin dört bir yanından yerinden edilmiş bir milyondan fazla insanın barındığı Refah şehrine saldırılarını arttırdı.
Gazze Sağlık Bakanlığı, İsrail'in Perşembe gecesi Refah'a düzenlediği hava saldırılarında 100'den fazla kişinin öldüğünü açıkladı.
Laila, Refah'ta hayatın neredeyse yaşanmaz olduğunu da sözlerine ekledi:
"Sınır kapısı yardımların girmesi için her zaman açık değil. Açık olduğunda sadece 50 ila 100 kamyon giriyor, ancak bin kamyon burada yerinden edilenlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yetmez.
İnsanlar soğuktan ve açlıktan ölüyor. Yerlerinden edilenlere yemek, ekmek ve ilaç sağlamak için çalışıyorum. Ayrıca çocuklara içme suyu ve battaniye sağlıyoruz.
Fırında kil ve samanda ekmek pişirmek zorundayız. Kullanabildiğimiz tek şey bu çünkü gaz ya da elektrik yok.
Çocuklar bize gelip üç gündür hiçbir şey yemediklerini söylüyorlar."
Laila, "Davamız küresel hale geldi" diye ekledi: "Herkes Filistin'i ve burada işlenen suçları biliyor. İnsan olarak haklarımızı kaybettiğimizi herkes biliyor."
Bu gerçeklik, ABD'den gelen "itidal" çağrılarının boşluğunu gösteriyor.
ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü John Kirby, 8 Şybat'ta yaptığı açıklamada, siviller dikkate alınmadan Refah'a yapılacak herhangi bir saldırının felaket olacağını ve "bunu desteklemeyeceğimizi" söyledi.
Ancak ABD tam da böyle bir saldırının gerçekleşmesine izin veriyor.